Düşünce ve Davranışta Yol Ocak 2002 Sayı 2

Page 1

I 1 eylül ve “ büyük satranç" oyunu Mehmet Yılmazer

cenova ile katar arasındaki I I eylül Mehmet Akyol

yeni bush dış politikası ve global savaş Ayşe Tanseve

devrimci harekette kriz: dibe vuran tasfiye süreci sorunlar ve sorular Mehmet Yılmazer

yılmazer haluk gergefle tartışıyor küreselleşme ve veni dünya düzeni

sınıf mücadelesi kuramı ve sınıf dışı güçlerle ilişkisi Haşan Oğuz


Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi: O ğuz Çeltikçi Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

11 Eylül ve "Büyük Satranç” Oyunu

3

Mehmet Yılm azer

Yeni Bush Dış Politikası ve Global Savaş

Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. NO: 18 D: 13 Yusufpaşa-Aksaray / İSTANBUL Tel: 0 2 1 2 589 73 84

15 A yşe Tansever

Cenova ile Katar Arasındaki 11 Eylül

63

Faks: 0 2 1 2 589 73 96 W eb: http://direnis.com

Mehmet A kyo l

E-Posta: direnisciler@ direnis.com Devrimci Harekette Kriz: Yurtdışı Satış Fiyatı Almanya 20 DM İsviçre

Dibe Vuran Tasfiye Süreci Sorunlar ve Sorular

15 SF

Ö n Kapak Siqueros, "Direniş”(Detay) Arka Kapak 11 Nisan 2001, Ankara-Tandoğan Meydanı, Esnaf Mitingi Baskı Ö z d e m ir Matbaası

Mehmet Yılm azer

Yılmazer Haluk G erger’le Tartışıyor: Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni

96

Sınıf Mücadelesi Kuramı ve Sınıf Dışı Toplumsal Güçlerle ilişkisi

0 2 1 2 565 17 74

119

Hasarı Oğuz ¡MMg p

Ayda bir çıkar

69

j*gr


Mehmet Yılmazer

11 EYLÜL VE "BÜYÜK SATRANÇ" OYUNU I I Eylül saldırısının hemen ardından yapılan duygusal değerlendirmeler süre­ ci çoktan kapandı. Dünyadaki çıkar sa­ vaşlarının, güç dengelerinin yarattığı gerilimlerin özünü bulanıklaştıran ikiz ku­ lelerin çöküşünden etrafa yayılan müthiş duman artık yok. Olaylar medyanın mu­ azzam boyama ve çarpıtmalarına rağ­ men gerçek rengine biraz daha yaklaştı. Afganistan’daki savaş en kritik noktasına gelirken, ABD şimdiden diğer hedefler üzerine dünya ölçüsünde nabız yokla­ maları yapmaya başladı. N A T O ’nun 5.maddesiyle ABD ’nin arkasında sözde “ kenetlenen” koalisyondan çatlak sesler yükselmeye başladı. Bu “ büyük satranç” oyununda yapılan hamleleri iyi çözümle­ mek gerekiyor. II Eylül’ün YDD üzerin­ deki etkileri bu çözümlemenin elbette ekseninde duracaktır. 90’lı yılların başın­ da baba Bush tarafından ilan edilen bir YDD vardı; oğul Bush “ 2 1.yüzyılın ilk sa­ vaşı” ™ ilan ederek Yeni Dünya Düzeni’ne hangi katkıları yapmış oluyor?

11 EYLÜL'ÜN YDD ÜZERİNDEKİ STRATEJİK ETKİLERİ Y D D ’yi “ insan hakları ve demokrasi” illüzyonları arasından görmeyenler için aslında I I Eylül ve sonrası gelişmeleri bu düzenin yapısına uygundur. Onun temel mantığının bir bakıma doğal sonuçları­ dır. Ancak sosyalizmin yıkılışından sonra ve özellikle Balkan savaşları sırasında ha­

vaya uçurulan rengarenk “ insan hakları ve demokrasi” balonları pek çok insanın gözünü aldı. Oğul Bush bu balonları tek tek patlatıyor. Böylece Y D D ’nin gerçek karakteri örtülerinden biraz olsun kur­ tuluyor. İkiz kulelere ve Pentagon a ya­ pılan saldırının emperyalist güç merkez­ leri dikkate alındığında başlıca üç etkisi olmuştur: 1) YDD, sosyalist sistem yıkıldıktan sonra büyük güç merkezleri tarafından dünyanın yeniden yapılaşılması demekti. Bu paylaşım Balkanlar ve Kafkaslar’da bölgesel savaşlar kılığına girerken dünya için demokrasi hayalleri ortalıkta gezdi­ riliyordu. I I Eylül’le dünyanın yeniden yapılaşımı yeni bir gerilim ve şiddet ka­ zanmıştır. Eğer ABD ’nin dünyadaki “ te­ rö r” hedeflerine bakacak olursak O rta­ doğu’dan Güney Asya’yı yalayarak Pasifikler e kadar uzanan alan bir “ sıcak sa­ vaş” bölgesi olmaya adaydır. Dünyanın yeniden paylaşımının şiddeti ve temposu yükselmiştir. Birinci stratejik etki budur. 2) Esas önemlisi I I Eylül’le birlikte dünyanın yeniden paylaşımında büyük güç merkezleri arasında ABD ’nin strate­ jik yönelişi üstünlük kazanmıştır. ABD’nin iki temel stratejik yönelişi var­ dır. Birincisi, dünya enerji alanlarının de­ netimini elinde tutmaktır. İkincisi, rakip­ lerini kendisinin en güçlü olduğu alana çekmek istediği için, dünyada gerilimden yana bir stratejik tercihe sahiptir. ABD ’nin en güçlü olduğu alanlar uzay,


— yol savaş, havacılık ve enformasyon tekno­ lojisidir. Bu tercih Clinton döneminde bile fazla değişmemiştir. Dünyada gerili­ min yükselmesine paralel olarak ABD e­ gemen konumunu koruyabilecektir. D i­ ğer güç merkezleri genellikle daha “ yu­ muşak” bir dünyadan yanadırlar. Rusya ve Çin kendilerini toparlamak için bir soluk alma sürecine gerek duymaktadır­ lar. Avrupa ve Japonya sermaye fazlalı­ ğından pek çok üretim alanına kadar ABD ile başa baş noktalara yükselmiş­ lerdir. Gerilimi düşük bir dünyadaki re­ kabet yarışında bazı avantajlar elde ede­ bilirler. I I Eylül’le birlikte A BD ’nin stra­ tejik tercihi öne çıkmıştır. Şimdi bu öne çıkışın ömrü ile ilgili bir spekülasyon yapmanın elbette fazla bir anlamı yok­ tur. Ancak Y D D ’nin en belirgin özelliği­ nin, paylaşım gerçekliğinden ve dünya­ daki güç merkezlerinin durumundan do­ layı, sürekli bir değişkenlik olduğu unu­ tulmamalıdır.

luslararası terörizme karşı savaş” çığlık­ ları almıştır. Elbette savaşın olduğu bir dünyada “ özgürlükler” de askıya alına­ caktır. Amerika’dan rüzgarı verilen bir yeni faşizm dalgası, dünyayı dolaşmaya başlamıştır.

ABD'NİN STRATEJİK TERCİHLERİNİN MADDİ VE MORAL TEM ELLERİ

I I Eylül hiç olmasaydı bile ABD ben­ zer bir gerilimi dünyada yaratmaya eği­ limliydi. Saldırı bunun yolunu açtı. Bura­ dan kalkarak bu saldırının bizzat ABD o­ yunu olduğunu söylemek istemiyoruz. Saddam’ın Kuveyt’i işgaline sarı ışık ya­ kan ABD, ardından büyük oyununu oy­ nadı. Şimdi neden düne kadar kendi bes­ lediği “ yeşil kuşak” İslamcılarına benzer bir ışık yakmış olmasın. Tarihin bu ka­ ranlık yanı bir yana biz olayın yarattığı nesnel sonuçlara odaklaşmalıyız. 3) Yeniden paylaşımın ideolojik ze­ Amerika’yı Y D D ’ye bir çeki düzen minindeki çarpıcı değişimdir. Başta vermeye zorlayan nedenler nelerdir? ABD ’de olmak üzere bütün Batı’da bu­ Birinci neden, Y D D ’nin ilk on yılında gün “ özgürlükler mi, güvenlik mi” konu­ su tartışılmaktadır. Amerika’da çoktan­ A B D ’nin uğradığı mevzi kaybıdır. dır çıkartılamayan yasalar I I Eylül’le bir­ Y D D ’yi Körfez Savaşı ile başlatabiliriz. likte hızla kanunlaşmıştır. Bizim 12 Ey- 90’lı yılların başlarında ABD bu savaşla lül’den beri çok yakından tanıdığımız ya­ yeni bir tarihsel dönemi açtığına ve ken­ saların benzerleri ve DGM’leri andıran di süper güç konumunun güçlendiğine mahkemeler artık ünlü “ özgür Am eri­ fazlasıyla inanıyordu. Ortadoğu’nun e­ kan” yaşamının ayrılmaz parçaları haline nerji kaynaklarına Irak ve İran üzerinden gelmektedir. Dünyadaki yoksulluk art­ potansiyel rakipleri Fransa, Almanya ve tıkça Batı kendi çevresine duvarlar ö r­ Japonya’nın sarkmasını böylece engelle­ mekle yetinemeyeceğini, kendi içinde de mişti. Aslında Körfez Savaşı Saddam’a “ sıkı” uygulamalara geçmek zorunda ka­ karşı gibi görünse de aynı zamanda Ja­ lacağını acı acı görüyor. Küreselleşme­ ponya ve Avrupa’nın yeni dünya denge­ nin ilk on yılında renkli balonlar gibi sal­ lerinde A BD ’nin hoş görebileceği sınır­ lanan “ insan hakları ve demokrasi” söy­ ları aşmaya yönelmesinden kaynaklanı­ lemi patlayıp dağılırken, onun yerini “ u­ yordu. Körfez Savaşı ile Avrupa ve Ja­

_

4


_11 eylül ve “büyük satranç” oyunu__ ponya’nın Irak’la yaptığı petrol anlaşma­ ları başlamadan yırtılmış oldu. ABD, “ i­ kili kuşatma” stratejisi ile bölgede Irak ve İran’ı tecrit ederken daha önceleri bir uçak düşürme provokasyonu ile Lib­ ya’yı da dünya petrol pazarlarından ko­ parınca bölgenin enerji kaynaklarının denetimi neredeyse mutlak bir şekilde ABD ’nin denetimine geçmiş oluyordu. Ancak yıllar aktıkça 90’lı yılların ba­ şında kurulan bu denge gittikçe ABD a­ leyhine aşınmaya başladı. Avrupa, İran i­ le bazı ilişkiler geliştirmeye başladı; daha da öteye gidilerek Irak ambargosu bü­ yük ölçüde etkisiz hale getirildi. New Y ork’un ikiz kuleleri çökmeden önce A BD ’nin Irak ve İran’a karşı uyguladığı “ ikili kuşatma” stratejisi çökmeye yüz tutmuştu. Irak’a Fransa’dan, Rusya’dan ve hatta Türkiye’den uçaklar gitmeye başlamış, böylece ABD ambargosu delik deşik olmuştu. Diğer önemli gelişme özellikle 80’li yılların başlarında güçlenen bir dalga bi­ çiminde Arap dünyasında artan ABD karşıtlığıdır. Bu karşıtlık o noktalara gel­ miştir ki, Suudi Arabistan bile ABD açı­ sından yeterince güvenilir bir ülke ol­ maktan çıkmaya başlamıştır. Körfez pet­ rollerinin gelecek elli yılda büyük oran­ da tükenecek olması ve bölgede artan ABD düşmanlığı Washington’u yeni bir stratejiye zorluyordu. Kafkaslar-Merkez Asya bölgesi petrol ve doğalgaz kaynak­ larına uzanmak ABD için zorunluluk ha­ line geliyordu. Afganistan ve Özbekistan üzerinden böyle bir adım atılıyor. Bush’un 21. yüzyılın ilk savaşı dediği budur. Enerji kaynakları üzerine yürütülen savaşın yeni bir cephesi açılmaktadır. Bu açılan yeni cephenin hiç şüphesiz büyük riskleri de vardır. Bu bölge Rusya, Çin

ve Hindistan’ın arasındadır ve bu bölge­ de henüz ABD için “ İsrail” olabilecek bir ülke yoktur. Ancak Pasifik bölgesinin hinterlandı olan bu bölge “ büyük sat­ ranç” oyununda çok önemli bir yere sa­ hip olacaktır. Fakat bu oyunun hamlele­ rini en usta satranç oyuncusu bile bu­ günden çok fazlaca kestiremez. İlk ham­ leler Kafkaslar’da atılmıştı; şimdi Merkez Asya’da yeni adımlar atılıyor. ABD ’nin stratejik duruşu açısından, yeni ekonomik bir enerji kaynağı günlük kullanıma girmediği ölçüde, petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimi büyük öncelik taşımaktadır. Böylece rakiplerini denetim altında tutabilecektir. Avrupa ve Japonya enerji açısından stratejik ola­ rak kırılgan güçlerdir. Ö te yandan, son yıllarda ABD düşünce tanklarının üstün­ de en çok yazıp çizdiği Çin de aynı du­ rumdadır. Çin’in enerji ihtiyacı kalkın­ masının doğal sonucu olarak katlanarak artmaktadır. Çin, bazı Merkez Asya ül­ keleriyle bir süre önce belli enerji anlaş­ maları yapmıştır. ABD’nin Merkez As­ ya’ya girişi 21.yüzyılın nasıl gerilimli ge­ çeceğini gösteriyor. İkinci neden, ABD ’nin özellikle 50’ler sonrası şekillenmiş ekonomik yapısıdır. Burada iki m otif öne çıkar. Birisi, dünya­ ya model olarak sunulan “ Amerikan tipi yaşam ta rz f’nın gerektirdiği üretim ve tüketim yapısıdır. Bu yaşam biçimi aslın­ da çoktan beri kalmamıştır. A rtık o eski güzel günler Amerikalılar için bile geç­ mişte kalan bir düştür. Ancak bu toplum yapısı bir noktanın altına inemiyor. Bu yaşam tarzının asgari ölçülerde sürmesi için bile A BD ’ye günde ortalama bir mil­ yar dolar sermaye girmesi gerekiyor. Ö ­ te yandan, esas belirleyici olan uzay, sa­ vaş, havacılık ve bilgi sanayilerine daya-


— yol nan ekonominin sosyalizm yıkıldıktan sonra girdiği sancılı süreçtir. Bu ekono­ mik yapının ancak belli noktalara kadar kendini değiştirmesi mümkündü. Eko­ nomik yapı esas hatlarıyla eski özellikle­ rini korumaktadır. Zaten bu alanlar aynı zamanda ABD’nin rakiplerine çok üstün olduğu alanlardır. Ancak AB’nin atmaya soyunduğu iki adım ABD açısından bü­ yük riskler oluşturmaktadır. “ Avrupa ordusu” ve “ parası” , ABD’nin dolar ege­ menliğine ve savaş-havacılık sanayisinde sahip olduğu üstünlüğe önemli darbeler vurabilir. ABD silah harcamalarının ulusal hası­ lasına oranı I950’li yıllarda %I4 seviye­ sindedir; Vietnam Savaşı yıllarında % 9.5’lara geriler. Bugün ise % 3.1 oranın­ dadır. Bu haliyle bile ABD’nin yıllık silah harcamaları 283 milyar dolardır. Rusya ve Çin’in silah harcamaları toplamının üç katıdır; Japonya, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın silah harcamaları toplamının iki katından fazladır. Dünya toplam silah harcamalarının % 35’ini ABD yapmakta­ dır; diğer büyük devletlerin toplam için­ deki payı ortalama sadece % 5 civarında­ dır. (Foreign Policy, Nov/Dez 2001) Bu dev dengesizliğin kendini, ABD’nin stra­ tejik yönelişlerine, dünya politikalarına yansıtmaması mümkün değildir. ABD si­ lah harcamalarının ulusal hasıla içindeki payı 90’lı yıllardan 2000’li yıllara, % 6’dan % 3.1’e gerilemiştir. YDD, ABD’nin en güçlü olduğu alanı daraltmıştır, ancak son gelişmelerin gösterdiği gibi bu daral­ manın ABD açısından bir sınırı vardır ve artık genişleme sürecini zorlamaktadır. I I Eylül olmadan önce Bush daha baş­ kan olur olmaz “ füze kalkanı” projesini dünyaya dayatmakla işe başlamıştı. Bu devasa proje ABD silah sanayinin ka­

__

6 _____________________________

zançlarını ve aynı zamanda ABD ege­ menliğini garanti altına alacaktı. Fakat I I Eylül bu projeyi komik duruma düşür­ müştür. ABD dışardan değil, kendi hava sahası içinden vurulmuştur. Ancak “ te­ rörizme karşı uzun süreli savaş” ilanı fü­ ze kalkanının hemen yerini alıverdi. Böylece dünya, ABD'nin kesin üstünlüğünün olduğu alana çekilmiş oluyordu. Üçüncü neden, “Amerikan tipi ya­ şam tarzının” yarattığı toplumsal çürü­ medir. “ İkinci Amerikan yüzyılı ülkede baş­ lamalıdır. Okullarda, fabrikalarda, cad­ delerde, otoyollarda başlamalıdır. “Amerikan özgürlük kavramı ve pra­ tiğinin bozulduğunu kabui ederek baş­ lanmalıdır. Kurucular için özgürlüğün zorunluluklar gerektirdiği açıktı; son ya­ rım yüzyılda vatandaşın yükümlülükleri kavramı ortadan kayboldu; görev keli­ mesi faşizmin bir işareti sayıldı. Tek ko­ nuşulan şey vatandaş hakları oldu. İkinci Amerikan yüzyılı haklar ve yükümlülük­ ler arasında yeni bir denge kurmalıdır." (The Second American Century, Time, Oct. 1990) Bu tepki Amerikan toplumunda yu­ karıdan aşağıya doğru yıllardır dalga dal­ ga yayılıyor. Yönetenler, sosyologlar, ünlü yazarlar, politikacılar “ yükümlülük­ lerini” unutan, hep “ özgürlüklerini” ha­ tırlayan Amerikan bireyinden özellikle son yirmi yıldır şikayetçidirler. Ayrıca “görev” ve “ yükümlülük” kelimesinin “ faşizmin işareti” sayılmasından da bir o kadar yakınıyorlar. Kapitalizm kendi yarattığı bireyle, dolayısıyla bu bireylerin oluşturduğu toplumla, hesaplaşmaya zorlanıyor. Ya­ şadığı sistemin “ nimetlerini” almayı bi-


. 11 eylül ve “büyük satranç” oyunu__ len, ancak bu sistemin geleceği ile ilgili bir kaygı taşımayan, “görevlerini” unut­ muş bireyler bir biçimde yola getirilme­ lidir. Aksi durumda “ ikinci Amerikan yüzyılı” yaşanamayacaktır. Yıllardır süren fakat bir politik sonu­ ca vardırılamayan bu tartışmalar, I I Ey­ lül çarpmasından sonra hemen günde­ min ilk sırasına “güvenlik mi?, özgürlük mü?” kılığında çıkmış, ve Amerikan mec­ lisinden bir türlü geçemeyen kısıtlayıcı yasalar hızla kanunlaşmıştır. “ Son birkaç yıldır, iyimserlik yerini pesimizme bırakırken umutlar kayboldu. Geçmiş yapay bir parlaklık kazanırken gelecek giderek karanlık görünmeye başladı.” “ Bu ruh hali değişikliğini Amerika’nın en ünlü entelektüel ve kültürel aylık dergisi A tlantik’in kapağında görebiliriz. Robert Kaplan’ın ‘Yaklaşan Anarşi’, Paul Kennedy’nin ‘Tüm Geriye Kalanlar Batı­ ya Karşı’ yazıları yaklaşan bir kaosu an­ latıyor. “ Şüphesiz bu yazarlar, bazı yönler­ den çağa öncülük etmiyor, fakat onu yansıtıyor. Amerika tarihindeki en tutu­ cu dönemden geçiyor. Pesimizm alt sı­ nıfların dehşetli çaresizliği karşısında yu­ karı sınıfların pasifizmini aklıyor.” (C. W . Maynes, The New Pessimism, Foreign Policy, Fall 1995) Epey zamandır ünlü “Amerikan iyim­ serliği” yerini “ pesimizme” bırakmıştır. “ Amerikan entelektüelleri” geçmişi bir parlaklık içinde görürken geleceği ka­ ranlık görüyor ve kendi sistemlerini ku­ şatılmış hissediyorlar. “ Tüm geriye ka­ lanlar Batı ya karşı” dır. Tam da sosyaliz­ me karşı zafer kazanmışken “ pesimiz­ min” bir anlamı olabilir mi? Bu durum,

sosyalizmin yıkılmasına rağmen kapita­ lizmin bir moral üstünlüğe sahip olmadı­ ğını gösteriyor. Dünyada ve kendi iç toplum yapısında kapitalist değerler par­ lak bir gelecek tablosu yaratmıyor. Tam tersine karamsar bir ruh hali epey za­ mandır “ Amerikan iyimserliği” nin yerini almıştır. Böylece “ pesimizm alt sınıfların dehşetli çaresizliği karşısında yukarı sı­ nıfların pasifizmini aklıyor.” Ancak “ yukarı sınıflar” I I Eylül’le ö­ nemli bir fırsat yakaladılar. “ A lt sınıfların dehşetli çaresizliği” karşısında daha fazla pasif kalmak düzenin geleceği açısından bir risk yaratabilirdi. Oğul Bush, ikiz ku­ lelerin yıkılışının dramatik görünüşünü arkasına dekor olarak alırken; bununla yetinmeyip şarbon hayaletini ortalıkta “ dehşetle” gezdirerek Amerikan toplumuna moral bir ivme vermek için çırpı­ nıyor. Bu ivmenin bedeli ünlü “ Am eri­ kan özgürlükleri” nin kısıtlanmasıdır. “ Birleşik Devletler’de vatandaşlık hakla­ rı erozyona uğruyor.” (M. Ratner, An der Heimatfront, Le Monde Diplomati­ que, Nov. 2001) Böylece postmodern bir faşizmin rüzgarı Amerika’dan tüm dünyaya esti­ rilmeye başlamıştır. Batı anayurtlarında görünürde bir devrim tehlikesi yoktur. Ancak bireyin toplumu unutması, yani düzenin geleceğine kayıtsızlığı, o nokta­ lara dayanmıştır ki, bu durum egemen kapitalist merkezler açısından bir kırılma noktası yaratabilir. O nedenle, ikiz kule­ lerin toz dumanı veya şarbon hayaletiy­ le düzenin biricikliği ve tehlikede olduğu bu “ sorumsuz” bireylere hatırlatılmalı­ dır. Geçmişten ve gelecekten kopan postmodernizmin de bir sınırı vardır. Düzenin geleceğini tehlikeye sokan postmodern kayıtsızlık, postmodern fa­ --------------------------------------------- 7 —


— yol şizmle eğitilmelidir. Batı’dan Batı’ya esti­ rilen rüzgar budur. Bu dalga Üçüncü Dünya açısından çok anlamlı değildir. O nlar zaten burjuva demokrasilerini pek tanımadan diktatörlüklerin hemen her türlüsünü yaşadılar. Onlar açısından A BD ’den esen rüzgarın anlamı üzerle­ rindeki emperyalist terörün katmerlenmesidir. ABD, son olayları postmodern faşiz­ me dönüştürerek gevşeyen ve çürüyüp dağılma işaretleri veren toplumsal doku­ sunu sağlamlaştırmaya uğraşıyor. Sonuç olarak, başlıca bu üç neden VVashington’u Yeni Dünya Düzeni’ne ve kendi iç yapısına bir çeki düzen verme­ ye zorlamıştır. Ünlü “ ABD çıkarları” dı­ şına taşan inisiyatifler yok edilmeli, en a­ zından durdurulmalıdır. On yıl içinde A BD ’nin yaşadığı mevzi kaybı, enerji a­ lanlarında gelecek elli yıl için ortaya çı­ kan bazı riskli gelişmeler, uluslararası re­ kabetin ABD ’nin zayıf olduğu alanlara sarkması, Amerikan toplum yapısında yaşanan yozlaşmalar ABD açısından Y D D ’yi yeniden ele almayı zorunlu hale getiriyordu. Bush yönetimi bunun bütün işaretlerini vermişti. I I Eylül bu süreci çok hızlı ve gerilimli bir kanala taşıdı. Bu durum ABD için sadece avantaj yaratmıyor. Tam tersine tehlikeleri de artırıyor. Ancak ABD böyle bir tehlike­ ye sanki atılmaya hazırdı. I I Eylül’den önce ABD’nin dünya egemenliğini nasıl sürdürmesi gerektiği üzerine, yani onla­ rın deyimi ile yeni “grand strategy” için düşünce tanklarında çok yoğun bir tar­ tışma epeydir sürmektedir. Bu tartışma­ lar sonuçta iki büyük olasılık üzerinde toplanıyordu. I I Eylül’den hemen önce bunların ilginç bir dillendirilişini aktara­ __

8

lım .

“ Birleşik Devletler, yirmibirinci yüz­ yılda Atina’nın mı, yoksa Sparta’nın mı rolünü oynayacağına karar vermek zo­ rundadır. “ Atina rolündeki Amerika, ticari iliş­ kilerin ve demokrasilerin büyümesini cesaretlendiren dışa dönük ve açık bir Amerika olurdu. Sparta rolündeki Ame­ rika, ne pahasına olursa olsun askeri üs­ tünlüğü devam ettirmeye kararlı, koru­ macı eğilim taşıyan, savunmacı ve kendi­ ne dönük bir Amerika olurdu. Atina ro ­ lündeki Amerika, global ısınmadan di­ ğerlerine uluslararası kurumlarda müt­ tefikleri ile ortak amaçlar gözeterek davranmaya çalışırdı. Sparta rolündeki Amerika, bir gün Sparta’nın öncülüğüne meydan okuyabilecek m üttefikler yerine uyduları tercih ederdi, diğerleriyle işbir­ liği yapmakta ulusal egemenliğinin eroz­ yona uğradığı şüphesine kapılır, tek yan­ lı davranırdı.” (Bush’s Choice: Athens or Sparta, W o rld Policy Journal, Sum­ mer 2001) “ Bush’un tercihi” “ Sparta” olmaktan yanaydı. I I Eylül adeta olasılıklar karşı­ sındaki kararsızlıkları bir anda silip süpü­ ren bir rol oynadı.

GÜÇ DENGELERİNDEKİ KAYMALAR Yukarıdaki tespit I I Eylül sonrası her şeyin ABD'nin isteğine göre akacağı izlenimini yaratabilir. ABD'nin isteği ve niyeti ile güçler durumu farklı farklı ol­ gulardır. Olayın ilk duygusal anlarında NATO'nun 5.maddeyi harekete geçir­ mesiyle sanki soğuk savaş yıllarındakine benzer bir güçler dizilişi ortaya çıkmış,


11 eylül ve “büyük satranç” oyunu__ üstelik Rusya ve Çin’de en azından nöt­ ralize edilmişlerdir. O rtak düşman “ u­ luslararası terörizm ” olarak yeniden ya­ ratılmış ve bu savaşın komutanlığına es­ kisi gibi ABD geçmiştir. Dünya bir kez daha ABD ’nin stratejik tercihleri doğ­ rultusunda şekillendirilecektir.

maz bir şekilde yükseltecektir. Çünkü, en büyük güç ABD, “ uluslararası te rö ­ rizmle mücadele” adı altında dünyaya kendi istediği şekli vermeye çalışacaktır. Bu süreçte güçler arasındaki ilişkiler de­ ğişebilir, ancak her değişim toprağa yeni gerilim tohumları eker.

Bu tablonun yanıltıcılığı yeterince a­ çıktır. Sosyalizm kapitalist sistem için gerçek bir düşmandı. Oysa Saddam, Kaddafi ya da “ terörizm ” gibi “ düşman­ lar” bir güç merkezinin kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı düşmanlardır. O nedenle, bu yaratılan “ düşmanlara” kapi­ talist merkezlerden bakış aynı frekansta değildir. Körfez Savaşı’nda kurulan koa­ lisyon üç ay sonra dağılmıştı. Sonraki tüm süreç ise ABD ’nin kazandığı mevzi­ lerin kemirilmesi yönünde gelişti. A BD ’nin I I Eylül sonrası dünyaya istedi­ ği şekli vereceğini düşünmek Y D D ’nin en temel özelliğini unutmak olur. Onun en temel özelliği, emperyalist merkezler tarafından dünyanın yeniden paylaşımı­ dır. Sosyalizmin çöküşüyle eski paylaşım bölgelerinin yanı sıra paylaşıma O rta Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve Merkez Asya’da dahil olmuştur.Üstelik bu payla­ şım Balkanlar ve Kafkaslar’ın gösterdiği gibi sırf barışçıl yollardan olmamakta, bölgesel savaşlar eşliğinde olmaktadır. Hatta genellikle gözlerden kaçan O rta Afrika’daki paylaşım o boyutlara varmış­ tır ki, dönemin ABD Dışişleri bakanı Albright “ Afrika kendi I.Dünya Savaşı’nı yaşıyor” demek zorunda kalmıştır.

I I Eylül sürecinin yarattığı bazı güç kaymalarına bu anlamda işaret etmeliyiz. Almanya belirgin bir şekilde öne çıkma çabası içine girmiştir. Körfez Savaşı’nda çok silik ve geride kalan Almanya, O rta Avrupa’yı AB kanalı ile yörüngesine bel­ li ölçülerde çektikten sonra artık gücü­ nün karşılığını istemektedir. Ayrıca H it­ ler faşizmi nedeniyle taşıdığı utanç dam­ gasını da artık atmak, uluslararası güç o ­ yunlarında yer almak istemektedir. “ Bü­ yük satranç” oyununun seyircisi olmak­ tan çıkıp oyuncusu olmaya soyunmakta­ dır.

Paylaşım gerçekliği unutulmadığı tak­ dirde ortaya uluslararası medyanın gü­ rültüsünü yaptığından başka bir tablo çı­ kar. Afganistan savaşıyla başlayan süreç, N A T O ’nun 5. maddesine rağmen güç merkezleri arasındaki gerilimi kaçınıl­

Ö te yandan, son gelişmelerde Rus­ ya’nın pozisyonu da ilginçtir. Rusya ol­ dukça çevik davranmış, hemen devreye girmiştir. I I Eylül çarpmasını kendi poli­ tik çıkarlarına yansıtmak için oldukça ö ­ nemli adımlar atmıştır. A B D ’ye Merkez Asya’da “ zorluk” çıkartmazken, kendisi­ ni Kafkaslar’da daha güvenli hale getir­ miştir. Ana konularda, nükleer silah in­ diriminde, füze kalkanında ABD ile an­ laşmazlıklar sürerken; Merkez Asya ve Körfez bölgesinde bazı ince pazarlıkların yapıldığı anlaşılıyor. Rusya kapitalizme geçiş sürecinin ilk başlarında ABD ile i­ lişkilerinde Yeltsin’le birlikte balayı dö­ nemi yaşadı. Fakat bu dönem Rusya için tam bir düş kırıklığı oldu. N A T O ’nun genişletilmesi projeleri Rusya ile ABD i­ lişkilerini gerdi. Ardından Almanya ile bir yaklaşma süreci başladı. I I Eylül’den sonra Putin, Alman parlamentosunda

-------------------------------------------

9 ----


— yol soğuk savaşın bittiğini vurgulayan bir ko­ nuşma yapmıştır. Rusya stratejik yerini Avrupa ve ABD arasında bir noktaya koyarak belirlemek istemektedir. ABD’nin “ ileri” gittiği noktalarda Avru­ pa üzerinden politika yapmak, ancak ba­ zı fırsatları ABD ile birlikte değerlendir­ mek gibi ikili bir pozisyonda durmakta­ dır. Y D D ’de zaten budur. Kaypak, oy­ nak dengeler ve değişen çıkarlarla birlik­ te değişen saflar; hiçbir şey “ katı” değil­ dir. Son gelişmeler, orta vadeli düşünü­ lünce Çin açısından sıkıntılı bir gelecek tablosu ortaya çıkartmaktadır. ABD, Merkez Asya’daki etkinliğini artırarak Çin’i kuşatmaya almak istemektedir. Bu konumlamş bölgede kaçınılmaz bir şekil­ de karşı tepkileri ve konumlanışları ya­ ratacaktır. Bu anlamda Merkez Asya ve çevresinde gerilim artacaktır. Ancak öy­ le görünüyor ki, 21.yüzyılda Çin, rahat, kendi sınırları içinde gelişen bir dev ol­ maya bırakılmayacak, dünyanın pratik politik alanı içine daha fazla çekilecektir. A B D ’nin Merkez Asya’ya girmesinin böyle büyük bir etkisi olacaktır. Gelişmeler özellikle iki orta büyük­ lükteki ülkenin, İran ve Türkiye’nin öne­ mini artırmıştır. İran, politik konumlanışıyla kendini güçlendirirken, Türkiye çok zayıf ekonomik ve politik yapısıyla ABD’nin çekeceği cehennem alanlarına sürüklenmeye mahkum gibi görünüyor. Öyle ya da böyle son gelişmelerin bu tarz öne çıkarttığı ülkeler paylaşımın sı­ caklığını çok daha yakından hissedecek­ lerdir. Bunun diğer bir anlamı, büyük güç merkezleri böyle ülkeler üzerinde stratejik olarak daha etkin bir şekilde oynayacaklardır. Bütün bunlar dünyada­ ki patlayıcı madde birikimini artırıcı so­ __ 10 ______________________________

nuçlar yaratacaktır. Sonuç olarak, ABD, I I Eylül’le birlik­ te izlediği strateji ile yeniden paylaşımın temposunu hızlandırmıştır. Diğer güç­ ler, hatta kendisi bu hızlanan tempoya ne kadar hazırdır, bunu önümüzdeki günler gösterecektir. Fakat bu tempo artışının bazı kaçınılmaz sonuçları ola­ caktır. En belirgin etki Avrupa üzerinde yaşanabilir. Bu etki para birliğine ve o r­ tak ordu kurmaya hazırlanan Avrupa’da paralizasyona sebep olabilir. Son geliş­ meler karşısında AB organları dışında Almanya, Fransa ve İngiltere’nin özel toplantılar yapması Birlik içinde sert tepkilere neden olmuştur. Bu tepkiler bir yana, öte yanda bir gerçeklik vardır; dünyadaki olayların karakteri ve hızı ile AB’nin davranış ve politika yapış hızı ke­ sinlikle uyumsuzdur. Aynı durum N A ­ TO için de söz konusudur. O nedenle Afgan Savaşı’nda ABD, 5. maddeyi duy­ gusal zeminlerde bol bol değerlendir­ miş, propaganda malzemesi yapmış, fa­ kat pratikte “ işini” ikili görüşmelerle yü­ rütmüştür. Son resmi N A TO toplantısı­ na olaylarla ilgili kanıtları bile sunmamıştır. Belki de yeterli bir kanıta sahip ol­ madığı için. Yeniden paylaşımın hızı ve şiddeti artmaya devam ederse bu durum AB ü­ zerinde dağıtıcı bir etki yapabilir, daha doğrusu AB içinde yeni hiyerarşilerin o­ luşmasına sebep olabilir. Ö te yandan, aynı gerilim Rusya ve Çin için de geçerlidir. İki ülke de Y D D ’nin dengelerinde ağırlıklarını a rtır­ mak için zamana ihtiyaçları vardır, payla­ şımın temposu artarsa bu zaman önceleneceği için, büyük sıkıntılar yaşayabilir­ ler. ABD karşısında pazarlık güçleri ve


. 11 eylül ve “büyük satranç” oyunu__ ağırlıkları zayıf kalır. Büyük güçler olduk­ ları için, bu durum dünya ölçüsünde ge­ rilimi ve kırılganlıkları artırır.

ortaya çıkartmıştır. Son bir strateji bel­ gesinde bu “ kırılabilir” yanlar şöyle sı­ ralanıyor:

Son gelişmelerin bir diğer etkisi, ABD ’nin etrafında şimdilik moral seviye­ de kalan kuşatmanın pratik olarak güç­ lenmesi olabilir. I I Eylül’deki saldırı ne­ deniyle ABD halkı tam bir şoka girdi. Kendilerinden bu ölçüde nefret edilme­ sinin nedenini anlayamadılar. Onlar dün­ yaya şimdiye kadar sadece “ yardım” et­ mişlerdi, nefret için hiçbir neden yoktu. Öyle anlaşılıyor ki, gerek ABD’de gerek tüm dünyada halkların bilinçlenmesi ye­ ni basamaklara doğru tırmanıyor. Bunun sonucu olarak, ABD bütün gayretiyle paylaşımın hızını artırırken, aynı zaman­ da bu hızın yaratacağı sürtünmeler de çoğalacak, dirençler yükselecektir.

“ I-Bioteknolojiyle biyolojik silahla­ rın kolayca geliştirilebilmesi imkanı, 2Enformasyon tekniğine bağlı olarak ma­ li ve ticari sistem ağının kırılabilirliği, 3Ulaşım sisteminin kolayca yara alabilir olması.” (A New Transatlantic Strategy fo r Terrorism and Asymmetric W arfa­ re, CSIS)

"A SİM ETRİK SAVAŞ" TARTIŞMALARI I I Eylül’ün savaş stratejileri üzerin­ de de güçlü etkileri olacaktır. Emperya­ list merkezlerde bu konu yoğun bir şe­ kilde tartışılmaya başlamıştır. Bir Ame­ rikalı generalin dediği gibi son “ simetrik savaş” Körfez Savaşı’ydı. Orduların kla­ sik konumlanışıyla yürütülen bir savaştı. “ Asim etrik” kelimesi yeni olsa da, bu savaş da uzun yıllar bilinen “ gerilla savaşı” ndan başkası değildir. Ancak I I Eylül saldırısıyla iki yeni durum ortaya çık­ mıştır. İlki, ABD kendi topraklarında hiç savaş yaşamamıştır. Dünyanın her tarafında kontrgerilla birlikleri örgütle­ yen ABD, ilk kez kendi topraklarında vurulmuştur. Diğer önemli olgu, son teknik gelişmeler “ asimetrik savaş” ta güç merkezlerinde bazı kırılgan yanlar

Güçler aşırı ölçüde orantısız olunca kaçınılmaz bir şekilde, şimdiki moda de­ yimiyle “ asimetrik” bir savaş yaşanmış­ tır. Gerilla savaşları tarihi bunun örnek­ leriyle doludur. Ancak dönemler ve güçlerin durumu değiştikçe gerilla tarzı savaşın araçları da değişmiştir. Son elli yılda coğrafyasız savaşların, yani belli bir yeri olmayan veya kendi alanının dışına çıkan savaşların en ünlüleri Filistin Mü­ cadelesi, Cezayir Kurtuluş Savaşı, IRA’nın ve ETA’nın mücadeleleridir. Bu savaşlarda emperyalist merkezler de hedef haline gelmiştir. En çarpıcı örnek Cezayir Kurtuluş Savaşı’dır. Savaşın en kritik sürecinde Paris “ cehenneme” dönmüştür. Afrika’nın kuzeyinde bir toprak parçasına sıkışan savaş birden kıta atlamış, egemen gücü kendi topra­ ğında vurmaya başlamıştır. Tarih pek çok “ asimetrik” savaş kaydetmiştir. A n­ cak yukarıda söylediğimiz gibi I I Eylül klasik örneklerin dışına çıkmıştır. D o­ kunulmaz sanılan A B D ’ye dokunmasıy­ la; boyutlarının devasalığıyla ve son tek­ nik gelişmelerin yarattığı göz boyayıcı güç imajı yanında ne ölçüde kırılgan o ­ labileceklerini göstermesiyle öncekiler­ den ayrılmaktadır. Özellikle ABD, “ asimetrik savaş” ı

--------------- :-------------- ıı —


— y o l-------------------------------------------kavramlaştırmaya ve olası böyle savaş­ lara karşı kendini hazırlamaya çalışıyor. I I Eylül tarzı yönelişler tekrarlanabilir mi? “ Asim etrik savaş” kavramı ABD’nin savaş propagandasından başka bir anla­ ma sahip mi?

şaretler ortadadır. 4) Dünyanın bu gidi­ şine karşı hangi biçimde olursa olsun direnmeye kalkan halklar, uluslar ezili­ yor. Önce birbirlerine kırdırılıyorlar; yetmezse bombalarla paramparça edili­ yorlar; aşağılanıyorlar ve boyun eğmeye zorlanıyorlar. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da bunlar yaşandı. Bugün en şiddetli bir şekilde Filistin’de ve Afga­ nistan’da bir kez daha yaşanıyor. 5) Yoksulların belli bir birliği yok; devlet­ leri varsa bile o devlet en başta kendi yoksul halkına zulüm ediyor; oysa dün­ ya egemenleri dişlerinden tırnaklarına kadar en modern silahlarla donanmış dürümdalar. Dünyanın her santimetre­ karesini uzaydan gözleyebiliyorlar. Kendilerine zarar verecek her kıpırdanış önce kayda geçiyor; sonra gerekirse imha ediliyor. 6) Son olarak, bütün bunların yanında dünya çalışanları ve yoksulları için çekim gücüne sahip bir düşünce, hedef ve bunun parolaları da yoktur. Bir bakıma herkes kendi en dar dünyasından bakarak “ bu dünyaya” is­ yan ediyor. Hatta 90 sonrası isyan bay­ raklarında dini ve ulusçu renkler arttı.

Bu sorunun cevabını içinde bulundu­ ğumuz dönemin dünya gerçekleri ver­ sin. I) “ Kuzey ile Güney” arasındaki, yani dünya zenginleri ve yoksulları ara­ sındaki uçurumun derinleşmesiyle ilgili yeni rakamlar vermek hiç gerekli değil­ dir. Uçurum derinleşmekte ve ortada daha da derinleşmesinden başka bir gi­ diş yönü görünmemektedir. Uygarlık tarihinin gördüğü en derin maddi ku­ tuplaşma yaşanmaktadır. 2) Bu tabloya karşılık belli ölçüde bir umudu temsil e­ den sosyalist sistem, bir idealden öteye bir güç odağı olarak artık yoktur. Yakın gelecekte dünya ölçüsünde böyle bir gelişme olasılığı da görünmüyor. 3) Zengin dünya klasik sömürgecilik iflas edince, yeni sömürgecilikle Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni sömürmeye başla­ mıştı. “ Kötülerin iyisi” denebilecek bu yola onu bir bakıma ulusal kurtuluş sa­ vaşları ve sosyalist sistemin varlığı zo r­ Bu tablodan “ asimetrik” savaşların lamıştı. Son yirmi yıldır yeni sömürgeci­ çıkması büyük olasılıktır. Ancak büyük lik de tıkanmıştır. Ancak emperyalist güç merkezlerinin birbirleriyle doğru­ merkezler göz boyayıcı başka bir “ yeni” dan savaşları “ sim etrik” olabilir. Ancak sömürme yolu henüz bulamadılar. Da­ onlar böyle bir riski göze almamayı iki ha doğrusu artık dünya çeşitli merkez­ dünya savaşından öğrenmiş olmalılar. lerin paylaşımı altına girdiği için Üçüncü Geniş dünya yoksulları dev silahların ve Dünya ile tek elden ve tek yöntemle i­ dev tekellerin önünde sonsuza kadar lişki kurma olanağı kalmadı. Bu ülkeler boyun eğmenin bizzat kendi yokoluşlaliberalizm bayrağı altında, “ serbest pa­ rı olduğunu kavradıkça öfkelerini “ si­ zar” , “ serbest finans sistemi” ve “ özel­ m etrik” değil ama binbir “ akıl almaz” leştirme” parolaları ile dünyanın dev te ­ yolla ortaya koyacaklardır. Dünya ege­ kelleri tarafından paylaşılıyor. Bu payla­ menliği hayali kuranlar yanlış rüyaya ya­ şımın duracağına dair bir işaret görün­ tıyorlar. Sadece sermaye, teknik ve de­ mediği gibi, hızlanacağına dair bütün i­ vasa silahların “ sorunları çözeceğini”

12

____________________________


. 11 eylül ve “büyük satranç” oyunu__ sananlar bir bakıma I I Eylül şoklarına uğramaya mahkumdur. Yoksul dünya­ nın öfkesi sağlam bir düşünce ve örgüt­ lenme kanalı buluncaya kadar, bir dağı­ nıklık ve birikim sürecinden geçecektir. Böyle bir dönemde öfkeler sadece “ a­ kıllı” yollardan dile getirilm eyebilir. Dünya Bankası, IMF ve devasa silahlarla kuşatılmış yoksul haklar, köşeye sıkıştı­ rılmanın hıncını sadece “ dua ederek” veya yalvararak yatıştıramayabilir. Bugünün dünyasında ABD, gelişme­ lere karşı “ asimetrik savaş” stratejileri üretmekle yetinirse, dünya ısınmaya devam edecek ve bu ısınmadan ABD de kaçınılmaz şekilde payını alacaktır. Dünyanın çok eski sorunlarına böyle fi­ yakalı yeni isimler takarak, sözde “yeni” stratejiler yaratarak çözüm aramak, bu stratejileri havaya uçuracak birikim ler yaratmaktan başka bir sonuç yaratma­ yacaktır. A B D ’nin olası “ asimetrik” sa­ vaş güçlerine yönelmesinin henüz ba­ şındayız. Bu sürecin nasıl derinleşeceği­ ni, hatta derinleşip derinleşmeyeceğini kimse bilmiyor. “ Büyük satranç oyu­ numda hamleler ilerledikçe, bu güç ve sinir savaşının “ olağan seyrini” olağa­ nüstü gelişmeler kökten değiştirebilir. ABD stratejilerini doğal olarak ken­ di çıkarları motive ediyor. Ancak çok önemli bir başka motivasyon gücü daha vardır. Büyük olmanın verdiği üstünlük, fakat aynı zamanda bu konumlanışın i­ natçı bir erimeyle yüzyüze olması ABD stratejilerinin düşünce derinliğini oluş­ turuyor. Güç mutlak olmayınca her stratejinin olduğu gibi ABD stratejileri­ nin de kör noktaları olacaktır. Bu “ kö r” noktalar umutsuz görünen yoksul dün­ yanın sıçrama tahtaları olacaktır.

11 EYLÜL'ÜN ÜÇÜNCÜ DÜNYADAN GÖRÜNÜŞÜ Üçüncü Dünya’nın üçyüz yıldır sö­ mürülen insanı için olay sanki bugüne kadar biriken günahların bir bedelidir. Bunu eski ABD Başkanı Clinton bile “ ABD günahlarının bedelini ödüyor” di­ yerek dile getirdiğine göre, emperyalist merkezlerin N A T O ’nun 5.maddesinin arkasında “ kenetlenerek” dünyaya karşı kükremesinin hiçbir moral değeri yok­ tur. I I Eylül, “ Güney” in “ Kuzey” den moral olarak kopuştuğunun işaretidir. Bu gerçekliği hıristiyanlık ve müslüman­ lık çatışması gibi görüntülerle örtmek boşuna (ancak hala etkili) bir çabadır. Ü­ çüncü Dünya Ülkeleri (müslüman veya hıristiyan) için, Batı değerlerinin artık bir çekiciliği yoktur. Latin Amerika, on yıl önce Kolomb’un kıtayı keşfinin beşyüzüncü yıl kutlamalarında “ artık yeter” demişti. Seattle’da Üçüncü Dünya lider­ leri küreselleşmeye karşı büyük bir tep­ ki yükselttiler. Hemen I I Eylül’den bir hafta önce Güney Afrika’da Durban Konferansı’nda Batı, sömürgeciliğinden, köle ticaretinden dolayı kararlı eleştiri­ lere uğradı. ABD, kendi paytağı İsrail ile konferansı terketmek zorunda kaldı. Kopuşmayı “ moral” kelimesiyle ta­ nımladık, maddi olarak elbette bir kopuşma yoktur; tam tersine özelleştirme­ ler ve sıcak para yoluyla yeni içiçelikler yaşanmaktadır. Fakat bizzat bu gelişme­ ler kopuşmanın maddi zeminlere tır­ manmasını sağlayacak birikimleri yaratı­ yor. Şüphesiz bu sürecin nasıl gelişeceği­ ni bilemiyoruz. İkiz kulelerin yıkılışının toz dumanı arasında görünmez hale ge­ len ana eğilimleri tespit etmek ve öne çı-


— y o l-------------------------------------------kartmak, emperyalist kara propaganda karşısında çok önemli bir görevdir. O nedenle adım adım biriken “ Kuzey” ve “ Güney” in kopuşması her alanda çok iyi tespit edilmelidir. Dünyadaki devrimci süreç bu ana çatlaktan güç alacaktır. I I Eylül’ün, emperyalist merkezler ve Üçüncü Dünya ilişkileri tarihindeki yeri ne olabilir? Klasik sömürgecilik ulu­ sal kurtuluş savaşlarıyla cevaplandı. Em­ peryalist merkezlerin dünyayı paylaşma savaşları ise sosyalist sistemin kurulu­ şuyla karşı tepkisini buldu. Sosyalizmin çöküşüyle, emperyalizmin dünyayı sö­ mürü ve paylaşımının önündeki sınırla­ malar kalkmış oldu. On yıldır YDD ve küreselleşme adı altında dünyanın yeni­ den pervasız bir sömürüsü başladı. İflas eden yeni sömürgeciliğin yerine Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin sınırlarını ve iktidar­ larını hiçe sayan, pervasız bir paylaşım süreci geçirildi. I I Eylül, tarihin bu an­ lamda tekrarının imkansız olduğunun bir işaretidir. Elbette sadece bir işaret!

SONUÇ ABD, olayın bu anlamını yerin yedi kat dibine gömmek için bütün gayretini gösteriyor. Gittikçe uzatılan “ terörist” listeleri, ortalıkta dolaştırılan şarbon ha­ yaletiyle, dünya medyasında ballandırıla­ rak sunulan Afganistan’daki “ ortaçağ vah­ şeti” görüntüleriyle, pek çok Amerikalı’nın da kafasına takılan “ABD’den neden bu kadar nefret ediliyor?” sorusu bilinç­ lerden silinmek isteniyor. Ancak bütün gürültüler boşunadır. Bu soru, dünya cennetinde yaşayan Batı halklarının da bi­ lincine düşmüştür. Sonuç olarak, I I Eylül’le ABD yeni­ __ 14 ______________________________

den paylaşımın temposunu yükseltmiştir. Körfez Savaşı’ndan sonraki on yılda tem­ po düşmüş, gerilimler kısmen azalmış ve bu süreçte ABD, yavaş yavaş kaybetme­ ye başlamıştır. I I Eylül, vites büyüterek paylaşım savaşının hızını artırmıştır. Bu hızdaki koşuda elbette zorlananlar ola­ cak, yolda kalanlar olacaktır. Aslında ye­ ni başlayan süreç ABD’nin dünya ege­ menliğinin çok yaşamsal bir sınavı olacak­ tır. Egemenlik konumu çeşitli karşı akın­ tılarla erozyona uğrayan ABD, bu ger­ çekliği kavradıkça sertleşmekte ve hır­ çınlaşmaktadır. Bu süreç dünya halkları için de ya­ şamsal öneme sahiptir. Başta ABD’ye ve genel olarak Batı’ya karşı tepki henüz bir ideolojik zemin ve güçlü örgütlenmeler bulamadan, dağınık bir şekilde kendini ortaya koymaktadır. Olaylar bu “ kaos” dan emperyalizme karşı genel bir konumlanışa doğru birikmektedir. Batı’nın cennet adacıklarında teknik ve mal bolluğu arasında yitirilen insanlık; Doğu’nun inanılmaz yoksulluğu, sefaleti ve geriliği içinde yitirilmektedir Y D D ’ye karşı tepkiler yükseldikçe insanlık kendi­ ni yeniden kazanmak için yeni değerler yaratmakla yüzyüze gelecektir. Bu değer­ ler ne Batı’nın yıpranan ve ikiyüzlülüğü hergün çok daha çarpıcı olarak dünya ay­ nasında yansıyan “ çıkarcı aklı” ndan türeyecektir; ne de sosyalizmin yıkılışıyla ge­ çici olarak canlanan din ve milliyetçilikler içinden çıkacaktır. Sosyalizmi yenik düşü­ ren hatalarından kopuşarak, yitirilmekte olan insanlıkla ideolojik ve pratik olarak buluşmak mümkündür. Sonsuz uzaktay­ mış gibi görünen bu hedef, dünyanın ye­ niden paylaşım hızı yükseldikçe yakınlaşa­ cak, pratik bir sürece dönüşecektir. 17.12.2001


Ayşe Tansever

YENİ BUSH DIŞ POLİTİKASI VE GLOBAL SAVAŞ Bush’un neden Afganistan’a bomba­ lar yağdırdığını anlamak istiyorsak biraz geriye gidip bu noktaya nasıl gelindiğini açmak gerekiyor. Bush, Clinton dönemi dış ve iç politikalarının sonuçlarına ABD çıkarları açısından çözüm aramakta, yü­ rütülen politikaların tıkanma noktasını açmaya çırpınmaktadır. Clinton dönemi küreselleşme süreci­ nin balayı günlerine denk düşer. 90’da yıkılan sosyalist sistemin arkasından 1995 yılında Uruguay Anlaşması ile dün­ yamız küreselleşme politikasına girdi. Kapitalizme, tüm dünya pazarları hızlı bir şekilde açıldı. Gümrük duvarları indi ve dünya ticareti serbestleşti. Yani 1995 sonrası yıllar kapitalizmin serbest pazar olgusunu ve burjuva demokrasisi kural­ larını tüm dünyaya dizginsizce, dilediğince, hiçbir engel tanımadan yayma olana­ ğına sahip olduğu yıllardır. Kapitalizm yıllardır hayal ettiği düşünü gerçekleştir­ me olanağına sahip olmuştur. Bu anla­ mıyla da balayı yaşamıştır. Kapitalizmin sözcüsü Amerika Birle­ şik Devletleri yıllardır, serbest pazar ve demokrasinin dünyaya, özgürlük ve re­ fah getireceğini, tüm dünya sorunlarını çözeceğini anlatıyordu. İnsanlığın önün­ deki açlıktan hastalığa, cahillikten çevre­ ye tüm sorunların kapitalizmin pazar li­ beralizmi koşullarında çözüleceğini sa­ vunuyordu. Bunun için sosyalizmi düş­ man belliyordu. Bunun için insanlık adı­ na komünizmle, sosyalizmle dövüştüğü­

nü savunuyor ve bu gerekçelerle oraya buraya saldırıyordu. Bir anlamıyla tüm dünya Clinton dönemindeki ABD ’ye bu tezi ispatlama olanağı tanımıştır. 1995 yılında küreselleşme anlaşmasına imza a­ tılarak, kapitalizme istediği bu şans veril­ miştir. Bush’a da yıllardır savunulan bu tezlerin meyvesini toplamak düşmekte­ dir. İşte karşımızda Bush politikası ve Afgan Savaşı. Bu, dünya kapitalizmine ne tü r çıkış noktaları getirecektir ya da ge­ tirebilecek midir? Dünyamız ne türden günlere gebedir? Bu yazının ışık tutmak istediği sorunlar bunlardır.

BÖLÜM 1 11 EYLÜL ÖNCESİ DÜNYA MANZARALARI Dünya insanlarının karşı karşıya ol­ duğu hangi sorunu ele alırsak alalım kar­ şımıza korkunç gerçeklikler çıkmakta­ dır. Bu sorunlar 10 yıl öncesi ile karşılaş­ tırıldığında olumlu yönde, çözülme doğ­ rultusunda değil aksine kötüleşme doğ­ rultusunda gitmektedir. Şu Afgan Savaşı’nın kendisi bile var o­ lan dünya gerçekliğine güzel bir örnek­ tir. Afgan yoksul halklarının üstüne atı­ lan her bir bombanın, evet her bir bom­ banın maddi değeri Taliban hükümetinin yıllık bütçesine eşittir. Dünyamızdaki çe­ lişkiler bu kadar uç noktalara varmıştır. Kuzey İttifak Güçleri’nin atlar üstünde


— y o l-------------------------------------------tanklara karşı savaştıkları söyleniyor. Dünyanın bir yanında insanlar 19. yüzyıl­ dan kalma araçlarla yaşıyorlar, onlarla savaşıyorlar, dünyanın diğer bir yerinde insanlar uzaya gidebiliyor, genlerle oyna­ yabiliyor, harikalar yaratıyor ya da son teknikli silahlarla dehşetler saçabiliyor­ lar.

a. Ekonomik Tablo Dünya nüfusunun 1/3’ü günde I do­ lardan az gelirle yaşamaktadır. Ö te yan­ da zengin tek tek bazı kişilerin özel var­ lıkları çoğu yoksul ülke bütçelerinden fazla olabiliyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri bütçelerinin çoğu, kredi borçlarına ayrıl­ makta, sosyal harcamalara bir fon ayrıla­ mamaktadır. Kişi başına gelirler düş­ mektedir. Sağlık koşulları azıtmıştır. A f­ rika’da AIDS hastalığı milyonlarca can al­ maktadır. Güney Afrika halkının 1/3’ü, yani 25 milyon insan bu hastalığa yaka­ lanmıştır. Angola’da bu hastalıktan eği­ tecek öğretmen kalmamıştır. Eğitim so­ runu, cahillik artmıştır. Yaşama süresi tüm ülkelerde düşme eğilimindedir. Çevre kirliliği artmakta, dünyamız ısın­ makta, iklim değişmekte, bu O rta Asya, O rta Afrika gibi coğrafyalarda susuzluğa yol açmakta, milyonlarca insanın önünde susuzluk sorunu durmaktadır. Başka a­ lanlarda sel felaketleri, fırtınalar insanla­ rın günlük yiyeceklerini ve barınaklarını telef etmektedir. Ya da milyonlarca in­ san daha iyi yaşam koşulları bulabilmek için kentlere, yurtdışına göçmektedirler. Bu arada binlercesi ölmektedir. Bu yaşa­ nanlar, çarpık kapitalistleşmenin sonu­ cudur. İnsanların anlamında açlıktan, susuz­ luktan, barınaksızlıktan temel ihtiyaçları­ __ 16 ______________________________

nı karşılayabilme, hayatta kalabilme anla­ mında yaşama koşulları her geçen gün zorlaşmaktadır. Buna çare bulma arayış­ ları da yok gibidir. Bunu dünya uluslar panoramasında görmek mümkündür. Latin Amerika ülkelerini ele alalım. 19 Latin Amerika lideri toplantısı bildirge­ sinde yeni sosyal ayaklanmalar olacağı tespiti yapıldı. Arjantin hükümeti iflas et­ ti. Aynı sonuçların bölgenin en büyük ül­ kesi Brezilya’ya sıçramasından korkulu­ yor. Bolivya kronik krizde. Memurlar, çiftçiler sürekli ayaklanıyorlar. Peru’nun sorunlarına en faşist adam bile dayana­ madı kaçtı. Kolombiya ikiye bölünmüş durumda. İktidara karşı durumdaki halk güçleri, 40 yıldır ABD’ye ve burjuva hü­ kümetine karşı başarıyla direniyorlar. Panama ABD esaretinde kanal parası ile yaşıyor. Daha yukarıda Nikaragua, Gua­ temala ve Honduras gibi O rta Amerika ülkelerinde devrimci halk örgütlenmele­ ri bastırıldı, ama yoksulluktan I milyon insanın öleceği biliniyor, yapılabilen bir şey yok. Meksika iki ayrı ülkedir. Güney­ de yoksulların Chiapas iktidarı var. Ku­ zey Meksika ABD sınırında ucuz işgücü olduğu için boğaz tokluğuna çalışan in­ sanlarla dolu. ABD’ye her yıl güneyden yasadışı yollarla girmeye çalışan ve yaka­ lanan insan sayısı 1.5 milyon. Yakalan­ mayanlar ve öidürülmeyenler ucuz işgü­ cü olarak bir yerlerde kaçak çalışıyorlar­ d ı. Afrika kıtası, bu yaz kıta savaşı yaşa­ dı. Kapitalist merkezlerin paylaşım sava­ şı binlerce insanın yerinden olmasına, ölmesine yol açtı. Che hayranı Kabila’nın öldürülmesi ile de savaş bitti. Kıta­ nın tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleri çeşitli dünya tekellerinin sömürüsü al­ tındadır. İnsanlar yoksulluktan ölmekte-


yeni bush dyjj politikasy ve global sava|)__ dir. Kapitalizm bu kıtayı pazar alanının dışında görmektedir. Eskiden pazar ala­ nını tekrar açma diye bir planı ve prog­ ramı olurdu. Şimdi öyle bir ufuk da yok­ tur. Dünyanın en yoksul denilen ve Dünya Bankası’nın yardım yapması şart görülen ama bir türlü gerçekleşmeyen ulusların çoğu bu kıtadadır. Kıtanın en zengin ülkesi Güney Afrika Cumhuriyet i’nde işsizlik %30’dur. Her gün bir ban­ ka soyulmaktadır. Kuzeyinde Zimbabwe devlet başkanı, zengin İngiliz toprak ağa­ larının onbinlerce dönümlük arazilerini yoksul halka dağıtmaya giriştiği için ül­ ke, merkez ülkelerin adı konulmamış ambargosu ile yüz yüze. Merkez ülkeler çoktandır Afrika ülkelerindeki elçilikle­ rini kapattılar. Koskoca kıtada bir iki ül­ kede elçilikleri var. Kıta, Shell gibi petrol ya da değerli maden ve silah tekellerine terkedilmiştir. Bunlar kendi orduları ile mal varlıklarını korumaya çalışmaktadır­ lar. İngiliz, Rus özel koruma şirketleri, ki bunların düzenli ordular gibi orduları vardır, buralarda 'büyük’ işler yaparlar. Etrafı çitlerle çevrili hammadde kaynak­ larını korurlar. Asya kıtasında bir zamanlar Asya Kaplanları denilen ülkelerin olduğunu a­ caba kaç kişi hatırlıyor? Hong-Kong dı­ şında eskinin kaplanları şimdi sokak ke­ disi gibi karnını doyuracak kasap kollu­ yor. Milyonluk Singapur bile 10 yılın en krizli günlerinde. Endonezya 1998 kri­ zinden beri kendini toparlayamadı, hatta iflas etti. Malezya ve Filipinlerde aynı şe­ kilde, parlak günler geçmişte kaldı, Ja­ ponya bir zamanlar 3. kapitalist merkez­ di. Kapitalizmin, bizim gibi bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ni bir kenara bırakalım, en zengin ülkesi Japonya’yı bile düzlüğe çı­ kartacak ufku, çaresi yoktur. Güney Ko­

re de kendi başının çaresine bakmaya çabalıyor. Çin ve biraz da Hindistan dı­ şında ekonomisi düzgün bir tek ülke yoktur. O rta Asya’da Bengladeş ve Pa­ kistan’dan İsrail sınırına kadar uzanan kı­ tanın en yoksul müslüman ülkeleri dizil­ mişlerdir. O rta Doğu’da petrol gelirleri giderek azalmakta ve bölge ülkelerinin sübvansiyonlarını kaldırmalarına neden olmakta, halk perişan, çaresiz, ufuksuz gününü gün etmeye çalışmaktadır. ABD ve kapitalizm düşmanlığı her geçen gün yükselmektedir.

b. Siyasi Tablo 5 yıllık küreselleşme süreci dünyayı eskisinden daha yoksul, daha hastalıklı, daha cahil yapmıştır. Bu sosyo-ekonomik tablonun altından çıkan siyasi tablo­ yu kestirmek zor değildir. Kapitalizm dünyayı yönetememektedir. Tüm dün­ yada siyasi gidiş kapitalizmin çıkarlarına hizmet eder durumda değildir. Üçüncü Dünya Ülkeleri baş kaldırmaktadırlar. Uluslararası hiç bir toplantıdan kapitaliz­ min istediği doğrultuda ortak bir karar çıkmamaktadır. Kapitalizmin kurumlan, örgütlenmeleri, yasaları, kararları işle­ mez hale gelmiştir. Birleşmiş Milletler’de çare aranmak­ tadır. BM toplantılarında, bütün ulusla­ rın el ele vererek dünyanın sorunlarını çözmesi hedeflenir. Yoksulluğun ve ca­ hilliğin dünya ölçüsünde bilmem şu yıla kadar şu düzeye indirilmesi gibi hedefler konur. Ve de ulaşılamayacak olduğu bili­ ne biline konur. Bunlar, günümüz ger­ çekliği ile bağlantısı olmayan, hayali, ko­ mik hedefler olarak gözükmektedirler. Siyasi ilişkiler tıkanmıştır. Bölgesel kıta­ sal örgütlenmelerde de durum aynıdır.

17 ----


— yol Afrika ülkeleri toplantısı, Latin Amerika ülkeleri, Güney Asya İşbirliği vs. gibi ö r­ gütlenmelerin, ASEAN’ların, NAFTA’ların toplantılarından yapıcı kararlar çık­ maz. Ufuk yitirilm iştir. Küreselleşmenin 4 yıl arkasından 1999 yılındaki Seattle DTÖ toplantısın­ da Üçüncü Dünya ülkeleri liderleri ayak­ landılar. Batı sömürüsüne karşı baş kal­ dırdılar. Kendilerinin yeterince pazar aç­ tıklarını, yeterince liberalleştiklerini ama buna karşın zengin ülkelerin kendi pa­ zarlarını açmadıklarını, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne yatırım vaadini yerine getir­ mediklerini dile getirdiler. Merkez ülke­ lerini suçladılar. Merkez ülkeler çok çok korktular. N G O ’ların yani hükümet dışı sivil örgütlenmelerin protestolarının ar­ kasına Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin öfke­ si gizlendi. Zengin 7 ülke liderleri her yıl topla­ nıyorlar. Ne karar çıkıyor? Ivır zıvır. Dünya sorunlarını çözmeye yönelik her­ hangi bir ortak kararda anlaşılabiliyor mu? Hayır. Ne oluyor? Yine ortalığı hü­ kümet dışı sivil örgütlenmelerin tozu dumanı kaplıyor. Kapitalizmin becerik­ sizliği, çaresizliği, çözümsüzlüğü bu kar­ gaşanın arkasına gizleniyor. ABD yavaş yavaş bütün yükümlülük­ lerinden de uzaklaşıyordu. Verdiği söz­ lerden dönüyordu. Altına imza attığı ka­ rarlardan çekiliyordu. Örneğin Kyoto Anlaşması, örneğin nükleer silahların sı­ nırlandırması anlaşması, biyolojik silahla­ rın denenmemesi anlaşması vs. hepsin­ den çekildi. Tek taraflı olarak kendi çı­ karlarına zarar verdiği gerekçesi ile çe­ kildi. Ya da gen gibi konularda, insan sağ­ lığının çok önemli olduğu konularda ka­ muoyunun kaygılarına aldırış etmedi.

__ 18 _____________________________

Kapitalizmin sözcüsü ABD değil mi­ dir? Kapitalizm cennetinin sözünü ve­ ren, onu savunan ABD değil midir? O zaman bu içinde bulunulan koşulların hesabını vermek de A B D ’ye düşmez mi? Sorunlara yanıt bulmak, çare bulmak, düzeltmek, elbette ABD ve AB’ye düş­ mektedir. Ama ABD ’nin bu durumda yaptığı tek şey vardır. Kaçmak. Toplan­ tılardan memnun değildir. Herkesi suç­ lar. Yokuşa sürer. Ne sömürüyü devam ettirebilmekte ne de yeni öneriler geti­ rebilmektedir. Örneğin, BM ona göre iş­ lememektedir. Aidatlarını yıllardır öde­ mez. Yaz içinde Güney Afrika’da Birleş­ miş Milletler Irkçılık Toplantısı yapıldı. ABD buna karşı sonuna kadar direndi. Yapılmaması için elinden geleni yaptı. Sonuç alamadı. Kendisini ırkçılıkla suçla­ yacak bir karar çıkacağını bildiği için ka­ tılmak zorunda kaldı. Bu kez içeriden sa­ bote etmeye çalıştı. Sonunda yanına bir tek İsrail’i alarak terk etmek zorunda kaldı. 180 ülke karşısında yalnız bu 2 ül­ ke toplantıyı terk etti. Durum böyledir. A rtık ABD, kapitalizmin dünya ölçüsün­ de yönetimini yapamamaktadır. Şimdiye kadarki sömürü örgütlenmeleri işine yaramamaktadır. Yenilerini üretememektedir. Ne para, ne zor, ne de çeşitli ö ­ düllendirmeler, vaatler işe yaramamaktadır. ABD, Üçüncü Dünya Ülkeleri kar­ şısında iktidarsızlıkla inmelidir. Dilediğini yaptıramayan, foyası çıkmış, sırf kendi çıkarları peşinde koştuğu anlaşılmış bir ülkedir. Açıkçası, sömürüsüne karşı bü­ tün dünya karşısından durmaktadır. Dünya siyasi tablosu da budur. Clinton döneminde bu siyasi çözüm­ süzlük kendini küreselleşme iyi niyeti ar­ kasına gizliyordu. Ama Belgrat’ın bom­ balanması ile AB üyesi ülkeler ortak or-


yeni bush dyp polıtıkasy ve global savap du kurma konusunda anlaştılar. A rtık e­ konomik kriz geliyorum-geldim diyordu. Ayrıca küreselleşmenin krizi de eskiler­ den farklı bir kriz olacaktı. Bush ekibi bunları görüyordu. Eski krizler, bir şekil­ de merkezlerden Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne aktarılırdı. Ama şimdi küreselleş­ me ile kriz herkesi içine alacaktı. Kaç­ mak yoktu. Yani Üçüncü Dünya Ülkele­ rin d e karışıklıklar artacak, ayaklanmalar yükselecekti.Bu, merkezler arası sürtüş­ meleri de, artıracak, herkes krizi birbiri­ nin üstüne başarısızca atmaya çalışacak­ tı. Bu günlerin önümüzde olduğu işaret­ leri her yerden alınıyordu. Bush iktidara gelirken, kapitalizmin önünde zorlu gün­ ler olduğunu biliyordu.

c. Çözüm önerileri Bush’un en bilinen çözümü silahlan­ madır. Ekonomik, siyasi, sosyal, ekolojik sorunlara karşı silahlanma. Yukarıda çiz­ diğimiz tabloya kapitalizm, gerçekten za­ ten başka çare bulamazdı. Zorla cebren sömürmeyi sürdürme kararı. Ulusal Fü­ ze Savunması tehdit unsuru olarak düşü­ nülmüştü. Madem ki müttefik ülkelerde bile Anti-Amerikan hareket yükselmek­ te, üslere saldırılar olmaktadır. Madem ki ABD üsleri her yerde kapatılma tehli­ kesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse ABD, kendi uzun menzilli füzelerinin vurma ve tehdit gücünü geliştirecektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nden gelecek saldırıya karşı AB de silahlanmalıdır. Onunla cep­ he sıkılaştırılmalıdır. Ama bunun yolu da gene silahlanmadır. Korkan AB, kendi si­ lahına sarılmalıdır. Silahlanma Bush’un dünya sorunlarına yaklaşımının temel di­ reğidir. İkinci olarak, eğer örgütlenmeler

ABD ’ye bir şey vermiyorsa yavaş yavaş bunlardan çekilmelidir ve gerekli ülke­ lerle tek tek anlaşmalar imzalamalı, yani uniletarist bir politika izlenmelidir. Teke tek ülkelerle ilişkiye geçmek A BD ’ye da­ ha çok sömürü ve baskı olanağı sağlaya­ caktır. Dayatabilecek, sözünü dinletebilecektir. Bu bağlamda artık IMF ve Dün­ ya Bankası’nın işlevleri de değişmelidir. Bu kurumlar eskiden pazar açmaya ya­ rarlardı. Şimdi açacak pazar kalmadığına göre başka görevlere soyunmalıdırlar. Silahlanma dış politikada bir saldırı, tehdit ve iç politikada ekonomiyi canlan­ dırma aracıdır. Ulusal Füze Savunması bilimsel araştırmaları hızlandırılacak, ye­ ni teknikler bulunacaktır. Bunların üreti­ me uygulanması ekonomiyi canlandıra­ cak, ABD ’nin rekabet gücünü artıracak­ tır. ABD ’nin kurtuluşu bununla sağlana­ caktır. Ama bu yatırım demektir. Her yıl bütçeden bu iş için 20 milyar dolar ayrıl­ malıdır. Ama nasıl? ABD dünyanın I numaralı borçlu ül­ kesidir. Ayda 30 milyar dolara, yani gün­ de I milyar dolara ihtiyaç vardır. Bu pa­ ra dışarıdan gelmektedir. Ve bir güven­ sizlik, korku ortalığı kaplarsa, ABD'ye para akışı durursa çok kötü olacaktır. Yani hem kimse korkutulmayacak ve dı­ şarıdan para akışı sağlanacak hem de bu para silahlanmaya yatırılacak. Bush konvansiyonel silahları kısacak, orduyu ve devleti küçültecek, bundan artan parala­ rı Ulusal Füze Sistemi’ne yatıracaktır. E­ konomiyi canlandırmanın ikinci bacağı yılda 20 milyar dolarlık vergi indirimleri ile sağlanacaktı. Bush iktidar olduğunda ABD ’nin du­ rumu genel olarak elleri kolları cüce in­ sanlarca bağlanmış kocaman bir deve

------------------------------------------- 19 ----


— yol benzetiliyordu. Ve de ilk günlerden eko­ nomik göstergeler kötüleşme işaretleri­ ni vermeye başladılar. En modern tek­ nolojiye sahip olan telekomünikasyon hisseleri çöktü. Borsa büyük düşüş yaşa­ dı. O günler saklanıyordu ama ekono­ mik durgunluk kendini hissettirmeye başlamıştı. İşçi çıkarmaları başladı. İşsiz­ lik yükseliyordu. Durgunluk hizmet sek­ töründe başladı, manüfaktüre doğru tır­ manıyordu. Kriz yeni sektörlerden eski sektörlere doğru yayılıyordu. Krizi dışarı atma olanağı olmadığı gi­ bi dışarıdan da destekleniyordu. Küre­ selleşme tüm dünyayı ABD ’ye bağladığı gibi ABD ’yi de dünyaya bağlamıştır. ABD öksürse dünya grip oluyor deni­ yor. Dünya grip olunca elbette ABD’nin de ateşi çıkıyor, boğazı ağrıyordu. Her­ kes umudunu ABD’ye bağlamıştı. Kapi­ talist ekonominin motoru ABD, bir de­ vir yapmalıdır. Yeni bir teknik bulmalı­ dır. Bu sanayiye aktarılmalı ve tüm kapi­ talist ekonomi hayata kavuşmalıdır. Elbette A B D ’nin kriz göstergeleri pek öyle korku salacak şekilde dile geti­ rilmiyordu. Söylenemiyordu. Bir korku vardı. Ha patladı ha patlıyordu. Tüm ib­ reler 1933 kriz günlerinin işaretlerini veriyordu. Sinirler çok gergin bekleni­ yordu. Nerede ne patlayacak? ABD borsası mı? AB bankası mı? Hangi yeni Üçüncü Dünya Ülkesi eski krizli ülkele­ re eklenecek? Bu kime nasıl yansıyacak? En ufak kıpırtıda kulaklar kabarıyordu. Evet, I I Eylül gününe kadar durum buy­ du. Aslında I I Eylül öncesinde kapita­ lizm ölüm döşeğine girmiştir dersek pek abartmış olmayız düşüncesindeyiz. Ser­ best pazarın çözümsüzlüğü dünya ölçü­ __ 20 ______________________________

sünde ispat edilmiştir. Kanıtlıdır. Demokras, sadece burjuva demokrasisi an­ lamındadır. Bu burjuvalar da giderek sa­ yıca azalmakta kitleler her gün proleter­ leşmektedir. Yani burjuva demokrasile­ rinin tabanı her geçen gün daralmakta­ dır. Demokrasicilik, Üçüncü Dünya Ül­ kelerinde halkın çok sevdiği sinema yıl­ dızları, sanatçılar, aydınlar, başarılı mil­ yarderler, iş adamları ya da kör sağır yü­ rümeyi beceremeyen lider kılıklılarla oy­ nanır olmuştu. Peki şimdi ne olacaktır? Ne yapılacaktır? Kapitalizm açısından sorun ortadadır. Her ne pahasına olursa olsun ayakta durmalı, sömürüye devam edilmeli, özel mülkiyet korunmalıdır. Bu, insanların aç kalması, yoksullaşması, se­ faleti, hastalanması, ölmesi pahasına da olsa yapılmalıdır. Ama nasıl? Hangi yön­ temler,hangi ilkeler, teoriler, kuramlar­ la? Eskiyenlerin yerine neler getirilmeli­ dir?

İlk Pratikler Bush iktidar olur olmaz A BD ’nin ik­ tidarsızlık imajını silmeye kararlı olduğu­ nu gösterdi ve sertleşme işaretlerini verdi. Clinton’un yumuşattığı Kuzey Ko­ re ilişkileri gerildi, görüşmeler kesildi. Aynı şey İran’a da yapıldı. Clinton döne­ mi Dışişleri Bakanı Allbright İran Devlet Başkanı’nın elini sıkmak için kaç kişiyi yarıp geçmişti. Ama Bush İran’ı kenara itti. Avrupa Birliği ülkelerinin İran’la sı­ cak ilişkiler içine girmesine aldırmadan İ­ ran ilişkilerini gerdi. İsrail’in de sertleş­ mesi gerekiyordu. Clinton gitti. Camp David görüşmeleri bitti. Lübnan katili fa­ şist Sharon başkan seçildi ve İsrail, Filis­ tinlilere karşı çok sert davranmaya baş­ ladı. Filistin’le imzalanan anlaşma rafa


yeni bush dış politikası ve global savaş kaldırıldı. Ortadoğu her gün çok sayıda kişinin öldüğü, adı açıklanmamış bir sa­ vaş içine sokuldu. Clinton döneminde, Birleşmiş Milietler’de Irak ambargolarının kaldırılması doğrultusunda çabalara hız verilmişti. Bush kesin tavrını koydu. Hayır. Aksine yeni BM gözlemcisi yollanmalı, kimyasal silah yapımı kontrol edilmeliydi. Avru­ pa’da Balkan sorunu daha kışkırtıldı. Ya­ yılmaya başladı. UÇK güçleri bu kez Ma­ kedonya’ya saldırdılar. Avrupa Birliği iyi­ ce sıkıştırılmaya başlandı. Rusya ile ilişki­ ler sıfıra indirildi. Bush, Davos gibi ulus­ lararası toplantılara pek önem verme­ meye başladı. Temsilci yollamadı. Ses çıkmadı. ABD uniletarist politikaya baş­ lamıştı. Dünya sorunlarıyla ilgilenmiyor­ du. Dünya sorunlarına karışmıyordu. Çin’le ilgili ilginç şeyler yaşandı. Bir ABD ajan uçağı Çin hava sahasını ihlal e­ dip bir Çin askeri uçağına çarptı ve onu düşürdü. Çin de ajan uçağı zorla indirdi. Dikkat edelim ABD uçak temasını hep kullanır. Eskiden de başı sıkışınca uçakla­ rı kaçırtırdı. Sovyetler’in ciddiyetini ölç­ mek için hava sahasını ihlal ettirirdi. Şim­ di de Çin sahasını ihlal ettirdi. Çin ile i­ lişkiler gerildi. Ama bu ABD içinde bü­ yük tartışmalara yol açtı. Çin pazarında çıkarı olan tekellerle, Tayvan'a silah sat­ mak isteyen tekeller birbirlerine girdi­ ler. Ancak Tayvan’a silah satışı parla­ mentoda onaylandıktan sonra Çin ABD ilişkileri biraz daha soğuk da olsa yine eski rayına oturdu. Bush sertleştikçe yalnızlığı da artı­ yordu. AB bu işe çok kızıyor. Dünya o ­ laylarının dizginlerinden boşalmak üzere olduğunu hissediyor ve A BD ’yi süper güçlük görevine davet ediyordu. Karış!

İlgilen! diyordu. Mültiletaral politika yü­ rüt! Dünya liderliği görevini üstlen! Şu karşı çıkmalara, herkesin bir ağızdan ko­ nuşmasına karşı bir şeyler yap, bilek gü­ cünü göster, otoriteni koy diyordu. Ve ABD sanki bunları duymuyor, unileteral politika izleme doğrultusunda adımlar a­ tıyordu. Tek tek ülkelerle anlaşmalar imzalıyor, uluslararası kurumlara pek katılmıyordu. Örneğin Kyoto çevre kir­ liliği ile ilgili anlaşmadan çekildi. Konvansiyonel silahlarla ilgili anlaşmadan imzası­ nı çekti. Biyolojik silahların kaldırılması i­ çin yapılan taslak anlaşmanın imzalanma­ sına karşı duruşunu sürdürdü. Yığınla buna benzer anlaşmada ABD kenarda kalıyordu. ABD’nin yalnızlığı sadece uluslarara­ sı planda değildi. ABD devlet başkanlığı kurumu aşınmıştı. A rtık kimse ABD devlet başkanının TV konuşmasını dinle­ miyordu. TV programları önemli konuş­ maları bile vermiyorlardı. Parlamento da işlemiyordu. Bush seçimler sırasında verdiği sözleri yasalaştırmaya çalıştı. Meclis tıkanmıştı. Yasalar onaylanmıyor­ du. Demokratlar kilitliyorlardı. Cumhu­ riyetçilerin de çoğunluğu yoktu. ABD demokrasisi işlemiyor, devlet çalkamı­ yordu. Ne yapılacaktı? Ne yapılabilirdi? Çözümsüzlük ortalığı kaplamıştı. Ekono­ mik göstergeler kötüye gidiyor ve bu gi­ dişe karşı iktidar, iktidarlığını gösteremi­ yordu. 10 Eylül 2001 günü dünyamız beş a­ şağı on yukarı böyle görülüyordu. Bu ya­ zıyı kaleme aldığımız sıralar bu olayın ar­ kasından iki ayı aşkın bir süre geçti, şim­ di dünyamıza bir daha bakalım ve biraz daha derin bir panorama çizmeye çalışa­ lım. Mümkün olduğunca tekrarlardan kaçınarak.

------------------------------------------- 21 ------


— yol------------------------------------------

BÖLÜM 2 11 EYLÜL SONRASI I I Eylül bir milat gibi oldu. 4 uçağın kaçırılması ve bunların ikisinin Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, üçüncüsünün Pentagon’a çarpması bir tarihi dö­ nemeç olarak alınıyor. Kimine göre o­ lay, Berlin Duvarı’nın düşmesine benze­ mektedir. Yani birinde sosyalizm yıkıl­ dı, bunda da kapitalizm yıkılacak denmi­ yor elbette, ama uluslararası te rö riz­ min ortadan kaldırılmasının başlangıcı­ dır deniyor. Kimine göre ise I. Dünya Savaşı nedeni olan Avusturya prensinin öldürülmesi gibidir. Yani global savaşın başlamasının tarihidir. Kimileri de Çernobil nükleer santralının patlamasına benzeterek o nasıl nükleer santrallere karşı bir hareket başlattıysa bu da kü­ reselleşmeye karşı bir hareket başlata­ caktır diyor. Ve bunu küreselleşmenin sonu olarak alıyorlar. Ingiltere başbaka­ nı Tony Blair’a göre saldırı, çağımızın büyük stratejik değişikliğinin başlama tarihidir. Kulelerin düşmesi yukarıda anlatma­ ya çalıştığımız sosyo-ekonomik-politik koşullar içinde düşünülürse sanki bu­ lunmaz bir nimettir. Binleri gerçekten kapitalizme bundan büyük bir iyilik ya­ pamazdı. ABD, Osama bin Laden’in ne kadar heykelini dikse hakkını ödeye­ mez. Sanki önceden planlanmış gibi ABD hemen bu olayı dış ve iç politika­ sının odağına oturtup dünya olaylarını hızlı bir şekilde değiştirmeye başladı. Elbette bizim amacımız bu uçakların bin Laden ve El Kaide üyeleri tarafından kaçırılıp kaçırıImadiği üzerine tartışmak değildir. Ama şurası bir gerçekliktir. Bu

henüz ispatlanmamıştır. El Kaide milita­ nı olduğu söylenen kişilerin uçakta o l­ duğu, bunların uçakları kaçırdığı bile bir savdır. Suudi Arabistan uçakları kaçır­ makla suçlanan bazı kişilerin yaşamakta olduğunu ve kimliklerinin çalındığını id­ dia etmektedir. Ama A B D ’nin sunduğu delillerin bunları elde eden kişilerin gü­ venliği açısından gizli tutulduğu savunul­ maktadır. Burjuva hukuku açısından ko­ nuşursak Osama bin Laden henüz zan altındadır. Suçu kanıtlanmamıştır. Osa­ ma bin Laden’in Fransız gazetelerin yazdığı gibi CIA ile Dubai’de bir hasta­ nede görüştüğü söylentileri de yaygın­ dır. Bu işte İsrail parmağı olduğunu söy­ leyenler de vardır. İsrail vatandaşları saldırıların olduğu gün kulelerdeki iş yerlerine gitmemişlerdir ve kulede çalı­ şan tek bir yahudinin bile ölmediği söy­ lenerek işin altında Asala parmağı oldu­ ğu ima edilmektedir. Elbette bir gün ta­ rih bunların üstlerindeki giz perdesini kaldıracaktır. Gerçeklik ne olursa ol­ sun, bugün çok kanlı bir savaş sürmek­ tedir. Biz de bunu incelemek durumun­ dayız. I I Eylül’ün arkasından henüz iki ay geçti ama ABD politikası tanınmayacak kadar değişmiştir. Saldırının ikinci günü Birleşmiş M illetler Güvenlik Konseyi saldırının ABD halklarına yönelik bir saldırı olduğunu kabul etti. A B D ’ye kar­ şılık verme hakkı yasal olarak tanındı. N A T O ’da saldırıyı üyelerine yönelik o­ larak tespit etti. Ertesi günü ABD yıllar­ dır ödemediği BM’ler aidatını ödemeye başladı. İçine dönük politikadan uzak­ laştı. Tüm dünya ile ilişkilere, görüşme­ lere başladı. Ancak biz ilk önce ülke i­ çinden, ABD sınırları içindeki değişik­ likten başlayalım.


yeni bush dış politikası ve globaksavaş

İç Savaş ABD tarihinin en zorlu günlerini ya­ şamaktadır. Uçak saldırıları yetmezmiş gibi kim tarafından, nereden gönderildi­ ği belli olmayan beyaz toz haline getiril­ miş şarbon hastalığı mikropları taşıyan mektuplar içeride çeşitli yerlere posta­ lanmaktadır. Senatörlere yollanmakta­ dır. Beyaz Saray yakınındaki CIA bürola­ rı bu mektupların yarattığı tehlikeye karşı kapatılmaktadır. Bulaşıcı olan bu hastalık tozu özellikle postanelerde bü­ yük sorunlar doğurdu. Halk tedirgin ol­ du. Yani ABD bir biyolojik kimyasal sa­ vaş içine girmiştir. Ö te yandan uçak kaçırma olaylarının kapanmadığı söylenmektedir. Başka şe­ killerde devam edeceği korkusu ortalığı kaplamış durumdadır. Bu kez kaçırılacak uçak nükleer santrallere çarptırılacak denmektedir. Bu nedenle santraller po­ lis kontrolüne alınmıştır. Kaçırılacak u­ çakların kentler üzerine zehirli gazlar püskürtmesi olasılığı da başka yayılan korkular arasındadır, halkın su kaynakla­ rı zehirlenecek korkusu da. Ya da büyük köprüler uçurulacaktır denmektedir. Köprülerin kontrolü sıklaştırılmaktadır. Amerikan halkı bir panik içindedir. ABD halkı psikolojik olarak bir savaş i­ çindedir. Kendini güvensiz hissetmekte, çılgınlar gibi ne yapacağını bilememekte­ dir. Bir yandan şarbon hastalığına karşı antibiyotikler alırken öte yandan gaz maskeleri ile olası bir zehirli gaz saldırı­ sına kendini hazırlamaya çalışmaktadır. İnsanlar psikolojik olarak hasta olmuş yada şarbon hastalığına yakalandım mı diye doktorların kapısını aşındırmakta­ dır. Tüm toplum tedirgindir. Herhangi bir saldırıya karşı korunmak için dışarı

çıkmamakta, evde hareketsiz oturm ak­ tadır. Ama kendini burada da güvende hissetmemektedir. Toplum tam bir şok yaşamaktadır. Halkın zaten pek yerinde olmayan ruh sağlığı daha da zorlanmaktadır. Hala bu işlerin kim tarafından yapıldı­ ğı ortaya çıkmamıştır. Büyük bir olasılık­ la arkasında Osama bin Laden yok den­ mektedir. Ama yine de hiçbir şey kesin değil diye eklenmektedir. Buram buram Amerikan gizli servisi CIA kokan bu olayların ne işe yarayaca­ ğı önemlidir. Değindiğimiz gibi ABD po­ litikası dışta olduğu kadar içte de tıkan­ mıştı. Dış politikada yeni bir yönelişe geçmeden ülke içinden bunun destek­ lenme yolunun açılması ve bazı iç düzen­ lemelerin yapılması kaçınılmazdı. Böyle bir kimyasal ya da biyolojik savaşın sanı­ rız başlıca görevi halkın Afgan Savaşı’na olan ilgisini ayakta tutmaktır. Savaşta can kaybı olabileceği açıklandı. Yani ABD Vietnam yenilgisinden sonra ilk kez can kaybını göze alacak bir savaşa hazırlanıyor. Vietnam yenilgisinin halk i­ çindeki yaraları ve acıları henüz unutul­ muş değildir. Halklar kendilerini sürekli bir saldırı altında hissettikçe sanırız ya­ şanan acılar yeni kurbanların göze alın­ masını kolaylaştıracaktır. Nereden geldi­ ği belirsiz faili meçhul şarbon hastalığının aldığı kurban arttıkça halkın nefreti ve öfkesi bilenecektir. Şarbon mikrobunun birincil işlevi bu olsa gerektir. Bush’un seçim vaatlerindeki en tar­ tışmalı konu vergi indirimi ve silah sana­ yine ayrılacak fonlardı. Bu konulara De­ m okratlar çok itiraz ediyorlardı ve Bush’a karşı propaganda temel olarak bu konular üzerine oturmuştu. Vergi in23 __


— yol diriminin büyük şirketlere yarayacağını, yoksul halkların daha da yoksullaşacağını savunuyorlardı. Ve de Bush iktidar ol­ duktan sonra neredeyse hiç bir konuda adım atamaz olmuştu Uçak saldırılarından birkaç gün sonra ABD kendisini savaşta ilan etti ve eko­ nomik paketler ertesi günü Temsilciler Meclisi’nden birer birer geçmeye başla­ dı. Silah harcamaları görülmedik derece­ de artırıldı. Politik hava o kadar rahatla­ dı ki konvansiyonel silahlarda indirim yapmaya gerek kalmadı. Bu sanayiye fon bile ayrıldı. Silah, istihbarat, gözleme, satalit, insansız uçak, datalara yönelik sensörlerden vuruculara kadar yeni savaş tekniklerine yeni krediler çıkarıldı. Ayrı­ ca vergi indirimi sorunu da çözülüverdi. Bir çırpıda 60 milyar dolar geçirildi. Şim­ di 120 milyar dolara çıkarılma olasılığı arttı deniyor. Acaba bu ekonomiyi te r­ sinden fazla ısıtır mı diye de tartışıyor­ lar. Sosyalizmin yıkılmasından sonra ClA ve FBI harcamalarında büyük kesinti­ ler yapılmıştı. Şimdi bunlar tekrar artırıl­ dı. Güvenlik konusuna da büyük yatırım­ lar yapılıyor. Bütün dünyada olduğu gibi ABD için­ de de sınıflar savaşı çok yükselmiştir. Son on yıl ekonomi tarihinin en uzun sü­ reli kesintisiz büyümesini göstermesine rağmen yükselmiştir. Sosyalizmin olma­ dığı koşullarda işsizlik belki azalmıştır, a­ ma bu işçi haklarını görülmedik derece­ de törpüleme pahasına yapılabilmiştir. Ücretler 1972-73 yılları düzeyine gerile­ miştir. Yani ABD finans kapitali en ve­ rimli, en karlı yıllarını yaşarken halk ke­ simleri en yoksul günlerini yaşamıştır. Boğaz tokluğuna çalışmıştır. Günümüz­ de kapitalist ekonomiler kötüye gidiyor. Hem de küreselleşme koşullarında, yani

_

24

artık krizi aktarabilecekleri bir Üçüncü Dünya olmadan krize giriyorlar. Çünkü Üçüncü Dünya Ülkeleri zaten sürekli krizdeler. Bu kez merkezler kendi halk­ larının boğazına daha çok yapışmak zo­ rundalar. Ama bu kez refah yıllarında da haklarını artıramayan kitlelerin artık canlarından başka verecek şeyleri ger­ çekten kalmamıştır. Onlardan da zaten canları istenmektedir. Ya da canlarının alınması ile tehdit edilmektedirler. Bin­ lerce insanın canının alındığı uçak saldırı­ ları ya da şarbon hastalığı gibi az zararlı biyolojik kimyasal korkutmalar ancak böyle açıklanabilir. I I Eylül öncesi kilitlenmenin temel nedeni elbette eldeki kaynakların azlığıy­ dı. Uçan kuşa borçlu ABD, ekonomisini geliştirmek için yeni kredilere ihtiyaç duyuyordu, iyi ama nereden bulacaktı? Kaynak nereden yaratılacaktı? Sorun buydu. Demokratlar büyük şirketlerin vergisinin indirilmesi yerine yoksullara artık sıranın geldiğini savunuyorlardı. Kendi uyguladıkları politikanın artık te r­ sine çevrilip yoksullara sıranın geldiği noktada olunduğunu sinsice sırf oy için iddia ediyorlardı. Uçak saldırısı ve şar­ bon mikrobu, işte ülkenin politik önce­ liklerinin değiştirilivermesine hizmet et­ tiler. Sözü verilen, planlanan sosyal gü­ venlik harcamaları, yaşlı ilaçlarına yar­ dım, asgari ücrete yardım, enerji, vergi indirimi gibi yoksul halka yönelik politi­ kalar rafa kaldırıldı. Bu işlere ayrılan fon­ lar silahlanma ya da çok uluslu şirketle­ rin kasalarına te rö r sonrası uğranılan za­ rarları karşılama önlem paketi altında dağıtıldı. ABD finans kapitali doymaz. Koparabildiği kadar koparmak ister. Son zamanlarda savaş bonoları konusu tartı­ şılıyor. II. Dünya Savaşı sırasında savaş


yeni bush dış politikası ve global savaş bonoları çıkarılmış, 85 milyon vatandaş 185 milyar dolar değerinde bono almış. Şimdi de aynısı yapılmaya çalışılıyor. Böylece elinde bir şeyleri olan vatandaş da soyulacaktır. Bu kısa süreye sığdırılanlar sadece maddi değildir. Bir yığın yasa değiştirildi ya da yenisi çıkarıldı. Güvenlik yasası de­ ğiştirildi. En başta Osama bin Laden ve Taliban düşünülerek başka ülkelerin li­ derlerinin gizli servis tarafından öldürül­ mesini yasaklayan yasa değiştirilerek bu kişilerin öldürülmesinin önünde duran sözde burjuva engeller kaldırıldı. Zaten zalimliği dillere destan olan, uygulamaları ile zencileri öldürdüğünü TV kanallarında izlediğimiz, zoruna karşı halkları ayaklandıran polisin yetkileri da­ ha da artırıldı. Tutuklama koşulları sık­ laştırıldı. Gözaltına alma süresi sonsuza kadar uzatıldı. Bugün ABD hapishanele­ rinde zincire vurulmuş, çürümeye terk edilmiş 997 Arap asıllı vardır. Uluslara­ rası A f Örgütü şimdi ABD hapishanele­ rinin kapılarını aşındırıyor deniyor. Ayrı­ ca ordu ile polisin bağı ve işbirliği artırıl­ dı. Bu işbirliği Avrupa Birliği polisi ile de kuruldu. Bu yasalar ABD gibi çok renkli bir halklar mozayiği olan bir ülke açısından çok önemlidir. I I Eylül öncesi geçmesi kesinlikle düşünülemeyeceği söylenen bu yasalar I ay gibi kısa bir sürede şar­ bon toz bulutu altında geçiriliverdi. Amerikan halkları özgürlükler masal­ ları ile büyümüşlerdir. Onlar örneğin in­ ternet ve telefonların CIA ve FBI tara­ fından dinlenmesine kesinlikle karşıydı­ lar. Ama şimdi bu yasalar da geçti. Özel­ likle internet yasası uluslararası ilişkiler açısından çok önemlidir. Bu yasa dünya

ilerici kamuoyu ve ayrıca finans çevrele­ ri tarafından kesinlikle karşı durulan bir yasaydı. Bu bile çıkarılmıştır. Son olarak ABD, yabancıları yargılayabileceği askeri mahkemeler kurma kararı almaya çalışı­ yor. 5000 yabancı özel olarak sorgulana­ cak. FBI ’m önünde duran bunları sorgu­ lama engelleri de kaldırıldı. FBI artık ra­ hatça dini ve politik örgütleri sorgulayabilecektir. Çoğu insana göre artık bugün ABD’de özgürlüklerden söz etmek ola­ naksızdır. ABD faşizm yasaları ile yöne­ tilmektedir. Bireysel özgürlükler tırpanlanmıştır. ABD ve Batı halkları yıllardır çok bencil yetiştirildiler. Onların kendi can­ ları çok kıymetlidir. Onların kendi be­ denleri dışında idealleri yoktur, insanlar sosyal varlık oldukları kadar kendi ben­ liklerini ve çıkarlarını ancak başkaları ile olan iletişim içinde bulabilirler. Kişilerin bireysel çıkarları özünde sosyal çıkarlar içinde kendini ifade eder, şekillenir. A ­ ma kapitalizm halklarını bencillikle par­ çalarken, kendi canını düşünmeyi tüke­ tim adına kamçılarken elbette işin bu sosyallik kısmını örtm ek zorundaydı. Şimdi kapitalist insan tipi sosyallikten kendini koparmış sadece maddi çıkarla­ rı etrafında dolanıp durmakta ve bunun yarattığı kişilik bozukluklarının acılarını çekmektedir. Ama finans kapital açısın­ dan bunun anlamı halkların kendi canla­ rının ötesinde bir değerin kendileriyle bağlantısını görmeleridir. Örneğin ulus. Kendilerinin terörist dedikleri kişiler kendi ezilen halklarının davasını duyur­ mak için canlarını hiçe saymışlardır. A ­ ma ABD halkı bunu yapamayacaktır. An­ cak kulelerin yıkılmasının sıcağı içinde biraz özveride bulunabilirler. Bu duygu­ nun sürekli ayakta tutulabilmesine her-


— y o l----------------------------------------------halde şarbon mikrobu yardım edecektir. Kulelerin düşmesinin ardından epey kişi askere alındı, şimdi kimden geldiği bilin­ meyen bu şarbon mikropları ile yeni gö­ nüllüler devşirilecek ya da olası ölümle­ rin acısı bunların arkasına gizlenebilecektir.

ta, kaynağı ne olursa olsun, tehlike ne kadar yakın gözükse de ABD halkları ha­ yatlarından bezmiştir. Patlayan bomba­ lar, yollanan mikroplar güncel hayatla­ rındaki işsiz kalma, aç kalma, hastalanma tehlikelerinden daha tehlikeli görünme­ se gerektir.

Çılgınlık bir ufuksuzluğun sonucu a­ ma tersinden başkalarına ufuk açıcı özel­ likler taşıyor. Kendini yakarken etrafına ışık saçmak gibi. Ama sadece kulede ö­ lenler için şimdilik gözyaşı dökülüyor. Yoksa finans kapital politikalarının öl­ dürdüğü süründürdüğü insanlar için de­ ğil. Aslında tarafsızlık yoktur. Ve insanla­ rın kurtuluşu ancak doğru tarafta ol­ makla sağlanabilecektir.

Yazının bu satırları yazılırken Milliyet Gazetesi 4 Aralık 2001 sayısında küçük bir haber çıktı. Bize göre dünya gazete­ lerinin manşetlerine geçmesi gereken bu haberi aynen yazmak uygundur dü­ şüncesindeyiz. “ A B D ’de ölümlere yol a­ çan şarbon bakterisi üzerinde yapılan in­ celemeler, bakterinin sadece A B D ’de rastlanılan ve ABD ordusunun biyolojik silah programını lağvetmeden önce laboratuvarda ürettiği ile aynı türden gel­ diğini ortaya koydu. FBI soruşturmayı, hükümet ve laboratuvar çalışanlarını içi­ ne alacak biçimde genişletti.” New York kaynaklı haberi Sema Emiroğlu aktarı­ yor.

Kulelere saldırıdan iki ay geçtikten sonra, şarbonlu mektupların hala yollan­ masına karşın ABD halkı normal hayatı­ na tekrar dönmeye başlamıştır. Şarbon­ lu mektup geldi diye meclisin bir hafta tatil edilmesine karşın postanelerin bir gün bile kapanmaması, orada çalışanların her gün bu tehlike ile karşı karşıya yaşa­ ması halkın yoksullar ve zenginler olarak ayrılığını halka duyurmaktadır. ABD’de artık insanlar günlük yaşamlarında bir savaş vermektedirler. Afgan Savaşı bir yana halk kendi günlük yaşam savaşının altında ezilmekte, ölmektedir. Savaşın kendi yaşantılarına getirdiği yükten şika­ yet etmeye başlamışlardır. Evet daha iki ay geçmeden savaşın nedenleri ve geçen süreye rağmen bir başarı elde edilme­ mesinden şikayet etmeye başlamışlardır. Bu huzursuzluk meclisi yine tıkamıştır. 66 milyarlık ekonomik paket yine takıl­ mıştır. Bush sonunda muhalefeti bu kez tersinden bastırmak için Afganistan’da Kuzey Ittifakı’nı desteklemek, bombalar­ la önlerini açmak zorunda kaldı. Sonuç­ 26

BÖLÜM 3 ULUSLARARASI TERÖ RİZM Bush politikasının temel direği, her şeyin etrafında döndüğü temel ideoloji şimdi uluslararası te rö r olmuştur. Bir­ çok uzmana göre bu kavram bir dış po­ litika ilkesi olamaz. Clinton dönemi Be­ yaz Saray görevlilerinden Gordon Adams’a göre uluslararası te rö r her şeyi çözemez. “ Terör bir taktiktir. Uluslara­ rası sistemi örgütleyen merkezi bir ilke olamaz. Teröre karşı koalisyon diğer sorunları çözmez.” diyor. (Financial T i­ mes 22 Ekim ‘01) Tüm dış politik olay­ lar bu eksen etrafında yürütülemez. En başta bu ilkenin kabulü bile ABD


yeni bush dış politikası ve global savaş politikasının çürümüşlüğü ve çaresizliği­ nin işaretidir. Sosyalizm yıkılalı beri ne demokrasi ne de serbest pazar, dış poli­ tik bir işlev göremiyor. Küreselleşme u­ lusların kendi kaderlerini belirleme hak­ kını yok etti. İnsan haklarının ne anlama geldiği Ruanda, Körfez Savaşı, Belgrad bombalanması ve Çeçenistan vs. ile o r­ taya çıktı ve kullanılamaz hale geldi. Yap­ tırımlar rakip güçler tarafından delik de­ şik oldu. İran ve Libya olaylarında görül­ düğü gibi ABD kendisine zarar vermeye başladı. Rakipler bu pazarları ABD aley­ hine ele geçirmeye başladılar. ABD yıl­ lardır yok o ülkeye silah satışı yasakla­ ması, yok bu ülkeye teknik yasaklama­ sı...vs derken gerçekten kendi elini kolu­ nu bağlamıştır. Örneğin Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD baskı yapmak için sa­ vaşta ölen askerlerle ilgili bilgi verilmedi­ ği bahanesi ile Vietnam’a yatırım yapma yasağını koydu. Sonunda Vietnam kapi­ talizme açıldı bütün şirketler yatırımlara başladılar, ama ABD tekelleri bu yasak nedeniyle uzun süre dışarıda kaldı ve köşe başlarını başkaları tuttu. Bunun gi­ bi yüzlerce olayla ABD sıkışmıştır, ne yok gibi davranabilmekte ne de gerek­ çesiz bunları kaldırabilmektedir. Şimdi karşımızda uluslararası terö ­ rizm kavramı var. ABD bu ilke ile hem yeni bir açılım yapmak istemektedir hem de eskilerini geçersiz kılacaktır. Uluslararası savaşta nötralite yoktur diye sürekli tekrar ediyor Bush. Tüm devletler ve kişiler taraf olmalıdırlar. Ta­ rafsız olmak karşı tarafta olmaktır. Te­ röristlere hizmet etmektir. Her devlet bu işin bir yerinden tutmalıdır. Uluslara­ rası savaşa karşı tüm dünya birlikte savaşmalı dayanışmalıdır. Bush’un bu açık­ lamaları bile ABD’nin yıllardır çektiği

yalnızlıktan ne kadar acı duyduğunu gös­ termeye yeterli. Şimdi herkes aynı cep­ heye çağırılmaktadır.Görüldüğü gibi bu kampanyanın temel özelliğinden biri mümkün olduğunca çok sayıda ulusu kendi yanına terörizmle savaştan yana çekmektir. ABD’nin yeni sömürü meto­ du, bu ilke olarak ortaya çıkmaktadır. ABD Savunma Bakanı Donald Rums­ feld ekliyor, “ Bu savaşta öyle ışıltılı başa­ rılar beklemeyin, uzun sürecek. A n ti­ septik bir savaş olmayacak. Söylemek zorundayız. Z o r olacak. Tehlikeli olacak ve daha çok insanın ölmesi muhtemel. Öyle parlaklıklar beklemeyin.” ( Financial Times, 26 Eylül Ö l) D. Rumsfeld Pearl Harbor savaşından örnekleyerek, bom­ banın atılması ile Japonya'nın teslim ol­ ması arasında 4 yıl olduğuna dikkat çe­ kerek uluslararası savaşın uzun sürece­ ğinin altını çiziyor. Bütün dünya uluslarının içine katıl­ maya çalışılacağı uzun dönemli bir savaş olacak bu. Herkes savaşa el veriş biçi­ miyle de ABD saflarında yer alacak. Bu anlatımları alt alta koyduğumuz zaman şöyle bir sonuç çıkmamakta mıdır? Bü­ tün uluslar içine alınacağına göre bu as­ lında bir dünya savaşı değil midir? III. Dünya Savaşı’na mı girdik? Küreselleşme içinde olduğumuza göre, bütün devlet­ ler tek bir ticaret örgütü içinde çeşitli anlaşmalarla birbirlerine bağlı oldukları­ na göre global savaş böyle olacak de­ mektir. Global bir savaş. Yaşanan iki dünya savaşı da yıllarca sürmemiş miydi? Şimdi D. Rumsfeld bu savaşın da yıllar süreceğini açıklıyor. Amaca gelince o da farklılık göster­ mektedir. Burada amaç toprak almak değildir. Ordular toprak parçası kazan­ --------- ------------------- —------ -------- 2 7 ----


— y o l---------------------------------------------mak için koşturup durmayacaklar. Diğer savaşlarda ya da Vietnam Savaşı’nda ol­ duğu gibi. Vur kaç savaşları olacaktır. Ordunun özel eğitilmiş timleri belirli bir görevi belirleyecekler, o hedefi vuracak­ lar ve günler değil birkaç saat içinde gö­ revi tamamlayıp tekrar geri dönecekler­ dir. Savaşın taktiği böyle çizilmektedir. ABD böylece kendisinden çok asker kaybını önlemeye çalışacaktır. Savaşın nasıl kazanılacağını Donald Rumsfeld gazetecilere şöyle anlatıyor: “ II. Dünya Savaşı’nda ilerlemeyi Pasi­ fik’te o adadan bu adaya, Avrupa’da ise şu kilometreden bu kilometreye olarak görürdünüz. Oysa soğuk savaşta ilerle­ me görmediniz. Görülen Sovyetler Birliği’nde imparatorluğun için için çürüdü­ ğüydü. Bu durumda da Taliban ve El Ka­ ide için hayat o kadar zorlaşacak ki halk bir noktadan sonra onları ülkelerinde barındırmaktan vazgeçecek.” (Financial Times, 12 Kasım ‘0 1) Sanırız tablo tamamlanmıştır. Özel komandolar vur-kaç eylemleri ile belirli özel görevleri gerçekleştirecekler. Ama asıl görevler uzaktan savaş uçakları, bombalamalarla yapılacaktır. Yani müm­ kün olduğu kadar kendi taraflarından az kayıp vermek amaçlanmaktadır. Böylece halk muhalefeti asgariye indirilmeye çalı­ şılacaktır. Zaten toprak almak, işgal et­ mek diye bir dert olmadığına göre böy­ le olmasında bir sakınca yoktur Ama savaş nasıl kazanılacaktır? Düş­ man nasıl yenilecektir? Sanırız ilginç olan budur. “ Hayat o kadar zorlaşacak ki halk bir noktadan sonra onları ülkelerin­ de barındırmaktan vazgeçecek” tir. Hal­ ka hayat zorlaştırılacaktır. Nasıl yapılabi­ lir bu? Halk bombalanacak. Halka eziyet

__ 2 8 ______________________________

çektirilecek. Halka ölümlerden ölüm be­ ğen denecektir. Bombaların altında, aç­ lıktan sefil olarak ölmektense teslim et şu istedikleri adamı, kurtul bu işten dedirtilecektir. Halk ile destekledikleri ki­ şilerin bağları koparılmaya çalışılacaktır. Afgan Savaşı’nda bunun başarıldığı a­ çıklanıyor. Bilindiği gibi günlerce bomba­ dan sonra işler Bağdat’ın bombalanması­ nı hatırlatınca ABD taktik değiştirdi. Taliban’a karşı dövüşen Kuzey İttifakı’nın karşısında duran güçleri bombaladı. Böylece bu güçler ilerleyip Kabil’i aldılar. Bu özünde Savunma Bakanı’nın öngör­ düğü gibi Taliban’ın içinde barındığı halk güçlerinin onları atması ile aynı şey de­ ğildir. Yani savaş onların istediği gibi ol­ mamıştır. Aslında Kuzey İttifakı’nı des­ teklemek ABD’nin biraz da zorunlu ola­ rak yaptığı bir olay olmuştur. Buna aşa­ ğıda daha ayrıntılı değineceğiz.

a. Te rö r nedir? Bu noktaya gelindiğinde işler çatallaş­ maktadır. T erör ve halk kurtuluş savaş­ ları birbirinden nasıl ayrılacaktır? Terör dendiğinde ne denmektedir. Terörist kimdir? Bu iki kavramın tanımı iyi yapıl­ malıdır. Bu ayrım özellikle Ortadoğu so­ rununda çok önemlidir. İkiz kulelerin yıkılmasından sonra AB üyeleri te rö r kavramı tanımlamasında anlaşamadılar. Çok uğraştılar ama anla­ şamadılar. 15 ülkenin üzerinde anlaşabi­ leceği bir te rö r tanımlaması yoktur. Şimdi Birleşmiş Milletler bu konu üze­ rinde çalışmaktadır. Sorun Filistin Kur­ tuluş Hareketi’nin te rö r kavramının dı­ şında tutulmasıdır. BM kararına göre de Filistin hareketi ulusal kurtuluş mücade­ lesi vermektedir. Onları terörist konu-


yeni bush dış politikası ve global savaş muna sokacak hiçbir tanımlama Arap ül­ keleri tarafından kabul edilemez. Ama tanımlamayı genişletirsek o zaman Ko­ lombiya’daki mücadeleden Bask örgütü­ ne, PKK’ye kadar uzanan bir liste te rö r tanımlamasının dışında kalacaktır. İşte bu noktada te rö r tanımlamasında işler gelip tıkanmıştır. Ancak A BD ’nin Filis­ tin’i bir devlet olarak tanıma kararı ver­ diği düşünülürse bu konunun önümüz­ deki günlerde çözülebileceğini düşün­ mek olasıdır. Ancak bundan sonra ne o­ lacaktır. Yeryüzünde ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin te rö r ve terörist tanımlamasını aşması çok zor o ­ lacaktır. Zaten göreceğimiz gibi bu sava­ şın amacı da bu deliği bir daha açılmaz şekilde tıkamak olacaktır.

b. Te rö rist Kimdir? Şimdiki durumda terörist ikiz kulele­ re saldırıları örgütleyen Osama bin La­ den ve örgütü El Kaide’dir. Afganis­ tan’daki Taliban rejimi Osama bin Laden ve örgütünü barındırdığı ve desteklediği için terörist olmaktadır. “ Only Afgan” değil “ first Afgan” dır. Yani uluslararası terörün hedefi ilk Afganistan’dır. O ne ilk ne de son olacaktır. Bu savaş uzun soluklu denmişti. Afganistan te rö r olayı bitince arkasından başka bir ülke gele­ cektir. Ya da başka örgüt hedef tahtası­ na oturtulacaktır. Şimdi sıkça adı geçen bir ülke daha vardır. Irak. Irak ile Osama bin Laden’in Prag’ta bağlantı kurdukları söylenmektedir. Ya da şarbon mikroplu mektupların Irak gizli ajanlarınca posta­ landığı dedikodusu yapılmaktadır. Fakat bu Afganistan gibi direk yapılmamakta, böyle söylentiler yayılmaktadır, çünkü AB ülkeleri genelde Irak’a karşı bir sal­

dırıyı desteklemeyeceklerini en yetkili a­ ğızlardan defalarca açıkladılar. Oysa ABD silah tekelleri savaşın mümkün ol­ duğunca yayılmasından yanadırlar. Sonuçta Afganistan’dan sonra Irak o­ labilir veya olmayabilir. Libya ile ilişkiler gerilebilir. Ya da Kuzey Kore. Ama el­ bette bu bir Üçüncü Dünya Ülkesi ola­ caktır. Kapitalizm kendini tehlikede gör­ mektedir. İçine girdiğimiz ekonomik kriz Üçüncü Dünya Ülkeleri’ni zor du­ rumda bırakacaktır. Küreselleşmenin dizginsiz sömürüsü Üçüncü Dünya Ül­ kelerinde patlayacaktır. II. Dünya Savaşı sonunda patladığında ne olmuştur? Ka­ pitalizmin bütün sömürgeleri patır patır mısır gibi patlayıp bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Şimdi de öyle olmasından korkmaktadırlar. O zamanlar birbirleriyle olan rekabetlerini, pazar kapma ya­ rışlarını ortak hedefte birleştirememişlerdi. Şimdi birleştirmeye çalışmaktadır­ lar. Kapitalizmin pazarına baş kaldıran Üçüncü Dünya Ülkesi ezilecektir. “ Ulus­ lararası terörizm ” söylemiyle oynanmak istenen oyun budur. Dünya panoramasına baktığımızda Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dünya ölçü­ sünde nasıl sorunlar altında kıvrandığını gördük. Hemen hemen tüm dünyada, her ulusta, burjuva iktidarlar iktidar ol­ ma yeteneklerini yitirdiler. Hiçbir parti tek başına iktidarda duramıyor. Sıradan halklar artık burjuvaziden umutlarını kestiler. Burjuvaziye olan güvenlerini kaybettiler. Halkın sevdiği ünlü yıldızlar ya da iş adamları lider yapıldı. Milyarder olmuş kişiler ülkeyi bir şirket gibi yönet­ sin, zenginleştirsin dendi. Koçlar, Saban­ cılar devlet başkanı koltuklarına o tu rtu l­ dular. Sonuç vermiyor. Ülke gibi sosyal bir kurum bir ticari şirket gibi yönetile-

-------------------------------------------- 29 —


— yol miyor. Eğer diktatörlük, askeri idare yoksa her yerde koalisyon hükümetleri var. Koalisyon hükümetlerinin çoğunun toplam oyu bile zar zor çoğunluğu tu t­ turuyor. Halk yoksulluğu ve muhalefeti burjuva partilerinin birleşmelerini zorlu­ yor. Koalisyonların başına kör, sağır, to ­ pal kişiler getirildi. Ama bunlar da işe ya­ ramadı. Halk muhalefetlerini burjuva ik­ tidarlar başaramıyorlar. Kimi ülkelerde bu muhalefetler teröre sarıldılar. Yok­ sullaşan halklar artık burjuva yasalarının içine sıkıştırılm ıyor. Üçüncü Dünya ülke liderleri bu du­ rumda olduklarında merkezlerden çeşit­ li yardımlar alırlardı. En başta pazarını aç, liberalleş, zenginleş denilirdi. Bunlar yapıldı. Kredi verilirdi. A rtık Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları ödeyemeye­ cekleri kadar yükseldi. Ve içine girdiği­ miz dönemde merkezlerin kendilerinin kredilere ihtiyacı var. A rtık kredi mus­ lukları tıkandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde bırakalım halkları, burjuvaların kendileri merkezlerin tehdidi altındadır. Bu da dünya burjuvalarını başkaldırıya it­ mektedir. İşte bunun göstergesi Dünya Ticaret Örgütünde (DTÖ) yaşanıyor. Üçüncü Dünya burjuvaları alttan halk muhalefeti üstten merkezlerin sömürüsü altında dayanamayıp isyan ediyorlar. 1999’da Seattle’da bu yaşandı. Özünde Seattle toplantısı Üçüncü Dünya burjuvalarının merkezlere isyanıdır. Bu korkunç isyan sosyalizmin yıkılmasından sonra kapita­ lizmin aldığı ilk büyük yenilgiydi. Peki şimdi Üçüncü Dünya burjuvaları halkla­ rına “ işte sizi sömürenler bunlardır” de­ se ne olacaktır? Halkları arkalarına alıp merkezlere karşı muhalefet bayrağı aç­ salar ne olacaktır? İki yıldır merkezler

__ 30

Üçüncü Dünya burjuvalarını yeniden kontrol altına almaya çalışıyorlar. Bun­ lar, baskı, tehdit, şantaj ya da rüşvet ile satın alınmaya çalışıldı. Cepheleri kırıl­ maya, birlikte davranmaları engellenme­ ye çalışıldı. Zar zor yeniden bir DTÖ toplantısı düzenlendi. Afganistan’a yağan bombalarla aslın­ da Katar’ın Daho kentindeki toplantıya mesajlar veriliyordu. Toplantı öncesi AB açık açık Üçüncü Dünya Ülkeleri tarafın­ dan “ köşeye sıkıştırılmaktan” korktuğu­ nu söyledi. Bu sıkıştırmaya karşı, bomba tehdidi yapılıyordu. “ T erörist mi olmak istiyorsunuz?” , deniyordu. Eğer anlaş­ maya varılamazsa bunun baş sorumlusu bombaları üstünde bilsin deniyordu. Baskı yapılıyordu. Ya da başka bir mesaj veriliyordu. A rtık halk baskılarına karşı sizi yalnız bı­ rakmayacağız. Silahımızla bombamızla yanınıza geleceğiz. Halk muhalefetini e­ zeceğiz. Böyle ülke pazarlarını yok ede­ rek yeni pazarlar açacağız. Sizi dar bo­ ğazdan kurtaracak kapitalist ekonomile­ ri yeniden canlandıracağız. Gene kar devşirme ortamını zorla bizzat yarataca­ ğız... Ve toplantı çok çetin geçti. Üçüncü Dünya Ülkeleri bazı tavizlerin sözünü al­ dılar. Ve de yeniden liberalleşme kararı ile anlaşmaya varıldı. Özünde halkların daha fazla sömürüsüne karşı burjuvalar dayanışmalarını gösterdiler. Daho ka­ rarları ile aslında dünya halkları daha çok sömürünün altına yatırıldı. Afganis­ tan halkları ile dayanışma göstermeme­ nin bedeli böyle olmalıydı. Oldu. DTÖ Afgan halklarının kanı ile sulandı. Bundan sonra da böyle olacaktır. A rtık toplantı sonralarında anti-küreselleşme grupları­ nın toz bulutu yerine ne yazık ki yoksul halkların kanlarının seli görülecek.


yeni bush dış politikası ve global savaş Terörist kimdir? Terörist burjuva ya­ salarına, onun sömürüsüne karşı gelen­ dir. Filistin Devleti’nin tanınması ile BM’de terörist tanımlaması sorunu çö­ zülecektir. Bundan sonra uluslararası diplomaside, ulusal kurtuluş örgütü kav­ ramı büyük bir olasılıkla uluslararası te ­ rö r kapsamına alınacaktır. Kapitalizm a­ çısından yükselen halk hareketleri artık kendi varlığını tehdit eden uluslararası te rö r olacaktır. Bu durumda Osama bin Laden ve örgütü El Kaide’yi bombala­ mak kapitalizmin yasalarına uyar. Kapi­ talizm kendi terörünü yasallaştırmakta­ dır. Bomba yağdırmasını haklı bir zemi­ ne oturtmaktadır. Halk hareketine karşı iktidardaki burjuva hükümeti mi destek­ lenecektir? Bizzat asker mi yollanacak­ tır? Yoksa muhalefet arkasına geçerek Talabani gibi o ülkenin kendisine de mi saldırılacaktır, her koşulda ayrı ayrı de­ ğerlendirilecektir. Yükselen halk hare­ ketleri tepelerinde zar zor duran ikti­ darları devirebilir. Ya da aksi, iktidarlar alttan gelen halk hareketlerini arkalarına alıp merkezlere baş kaldırabilirler. Han­ gi durumda olursa olsun, merkezler pa­ zarlarını korumak için karşı tarafı ulusla­ rarası terörizmin bir parçası yapmanın kitabını yazmaktadırlar. Afganistan Sava­ şı bu gibi olaylara karşı bir senaryonun hazırlanmasıdır. Bu saldırının ağlarının örülmesidir. Afganistan sadece bir kobay­ dır. Global savaşlara hazırlık kobayı.

c. Yeni Silah ABD bu savaşta dünyaya yeni bir dö­ vüş silahı tanıtmaktadır. Bize göre çok önemli ve de Batı açısından çok tehlike­ li bir silahla karşı karşıyayız. Ve de bu çok ciddi sorunlara neden olabilir. Bu si­

lah, te rö r finansı yasasıdır. A B D ’ye göre uluslararası terörün bir uluslararası finans sistemi vardır. Eğer terörle savaşı­ lacaksa bu finans kaynaklarını da dikkate almak, onunla da savaşmak gerekmekte­ dir. Uluslararası te rö r tüm dünyaya ya­ yılmış bir finans ağına sahiptir. Örneğin Osama bin Laden’in Suudi Arabistan’da ve Sudan’da kendine ait şirketleri vardır. Buralardan elde edilen karlar teröre kullanmaktadır. İkiz kulelere saldıranla­ rın finansı bizzat ABD ’de faaliyet göste­ ren Arap kaynaklı şirketlerce yapılmış­ tır. Uluslararası terörün bu kaynakları kurutulmalıdır. ABD bu doğrultuda yine dünya ulus­ larına yeni bir şey dayattı. ABD kendi kaynaklarıyla uluslararası terörle bağlan­ tısı olduğunu düşündüğü kurumlan be­ lirleyecek. Bunları dünyaya açıklayacak. Ve diyecek ki bu şirketlerin finanslarını dondurun. Bunu yapmayan, uluslararası terörle işbirliği yapmış durumuna düşe­ cek. Dondurulması istenen şey bir iş ye­ ri olabilir. Bu şirketin bankadaki hesap­ ları olabilir. Ya da mal varlığı olabilir. Bu hesapları dondurmak devlete düşebilir ya da herhangi bir finans kurumuna dü­ şebilir. Ya da iş yaptığı başka bir şirket olabilir. Ne olursa olsun, ABD ’nin ismi­ ni verdiği bu şirket veya kişi abluka altı­ na alınmalıdır. Ve A B D ’nin sözünü dinle­ meyen şirket, banka ve bunların barındı­ ğı ülke uluslararası teröre destek verdi­ ği gerekçesi ile ABD düşmanı olur. Çün­ kü ABD uluslararası terörizme savaş aç­ mıştır. Bu davranış ABD'ye bu ülkeye müdahale etme hakkını tanımaktadır. A BD ’nin dünyaya dayattığı yeni yaptırım budur. Tüm dünya ulusları böyle keyfi bir gerekçeyle cezalandırılabilirler. ABD kendi çıkardığı bu kararın arka­ --------------------------------------------- 31 ----


__ y o l_______________________________ sından hemen 36 tane şirket veya kişi is­ mi yayınladı. Sonra arkasından daha kü­ çük bir liste çıktı. Bunların Osama bin Laden ve örgütü El Kaide’ye finansal destek verdiği iddia edildi. Ve ABD bun­ ların finans kaynaklarının dondurulması­ nı istedi. Bu ağ Almanya’dan Somali ve Sudan’a ve Suriye’den Suudi Arabistan’a ve elbette Afganistan’a. Pakistan’a kadar uzanıyor. Kimisi bisküvi şirketi, kimisi ti­ cari şirketler. Arada özel kişiler de var. Ve de bunların bir kısmı itiraz etti. Bu kişilerin bankalardaki kaynakları dondu­ ruldu. Geçtiğimiz günlerde ABD Hamas’ın mal varlıklarının dondurulması talimatını verdi. İsrail de bunu amansız bir şekilde yürütüyor. Avrupa ülkeleri kendilerine düşen kısmı sessizce yaptılar. Bu şirketlerin mal varlıkları donduruldu. Ama Suudi A ­ rabistan yapmadı. Suudi Arabistan kendi ülkesine ait adı geçenlerin bir kaçının yardım kurumu olduğunu iddia etti. Bili­ yoruz. İslam ülkelerinde hayır kurumlan önemli işlevler görürler. Bunlar dinin sosyal adalet kurumlarıdırlar. Bu hayır kurumlarının kendilerine ait hastanele­ rinden, doktorlarından tutun da mahalle bakkalları ve büyük şirketleri vardır ve halka devlet elinin uzanmadığı noktada yardım ederler ve bu kanalla kitleleri din çerçevesinde örgütlerler. Ve de hemen hemen bütün İslam ülkelerinde aslında bu kurumlar halkın öfkesini bastırmaya yarayan kurumlardır. Ve de burjuvazi ta­ rafından desteklenirler. Suudi Arabistan işte bu gerekçelerle söz konusu şirket­ lerin fonlarını dondurmadı. ABD’nin is­ teğine karşı çıktı. Şimdi ABD’nin elinde bir koz vardır. Kendi keyfi uygulamasına uymayana dayatacağı bir koz. A B D ’nin bu kararı tamamen keyfidir.

__ 32

Ve hiçbir yasallığı yoktur. Ama ona rağ­ men bir yaptırım olarak dünya ulusları­ nın üstünde durmaktadır. Fakat bu, ABD’nin kullanmak istediği ve ileride ya­ sal zeminini kurmaya çalışacağı önemli bir silahtır. Afgan Savaşı sırasında dünya­ ya tanıtıldı. Afgan Savaşı, ABD çıkarları­ na karşı ayaklanan herhangi bir Üçüncü Dünya Ülkesi üstüne oynanacak bir o ­ yun olduğu için bu silah gelecekte ö ­ nemli işlevler görebilecektir. Saldırılacak herhangi bir ülkenin finans kaynakları ile oynanabilecektir. Ayrıca bu, merkezle­ rin kendi aralarındaki pazar savaşında da önemli bir silah olabilir. Kapitalizmin en değerli şeyi ile oynandığı için de bu, ken­ di çirkinliklerinin ortaya çıkmasında ö ­ nemli işlevler görebilir. Aslında ABD’nin bu silahı devreye sokması kendi aczin­ den kaynaklanmaktadır. A rtık ABD, i­ çinde bulunduğumuz yeni dönemde kendi yetiştirmesi burjuva kurumlara da saldıracaktır. Üçüncü Dünya Ülkele­ rimdeki burjuvaların pazarlarına el ata­ caktır. Oradaki küçük şirketleri öldür­ meye çalışacaktır. İşte bunun açacağı so­ nuçların ne olacağını önümüzdeki gün­ lerde göreceğiz. Sanırız bu silah ABD ’ye geri tepebilir ve onun istediğinin tam ak­ si sonuçlar verebilir.

BÖLÜM 4 DEĞİŞKEN İTTİFAKLAR POLİTİKASI Global savaşların diğer önemli unsu­ ru ittifak güçleridir. Dünyamız örgütler ve örgütlenmeler bazında değil de ulus­ lararası te rö r bazında ele alınınca ittifak­ ların nasıl kurulacağı ve nasıl işleyeceği de ortaya çıkmalıdır.


yeni bush dış politikası ve global savaş Fransızlar Amerikalıları pek sevmez­ ler. Ama I I Eylül sonrası Le Monde “ W e are ali Americans.” Biz hepimiz A ­ merikalıyız, diye manşet attı. Bush sü­ rekli tekrar ediyor. Sırf sempati besle­ mek yetmiyor. Boş laf yetmiyor. Eylem gerekli, savaşa destek vermelisiniz, di­ yor. Bu laflar A BD ’nin yeni örgütlenme anlayışını yansıtmaktadır. Yukarıda değinmeye çalıştık. ABD artık eski örgütlenmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanamıyor. Ya da eski örgütlenmeler günün sorunlarına yanıt vermiyor. Dar geliyor. Yenilenmesi ge­ rekiyor. Uluslararası terör, kapitalist sömürü yollarını açıcı bir ilke olarak kullanılacaktır. İnsanlığı tehdit eden asıl sorun açlık, hastalık, çevre, bizzat insa­ nın ortadan kalkması değildir de ulusla­ rarası terördür. Eski örgütlenmeler yerine ülkeler, u­ luslararası te rö r çerçevesinde geçici it­ tifaklar içine alınacaktır. Tüm ilişkiler bu ilke etrafında global düzeye oturtulmaya çalışılacak, daha çok sömürü için var o ­ lan örgütlenmeler belki de tazelenecektir. Eski yetmezler, el kol bağlayanlar kaldırılacaktır. Terörizm bahanesi ile yeni daha dakik sömürü ilkelerine o tu r­ tulacaktır. Bu koz ile yeni bağlayıcılıklar, yeni açılımlar sağlanacaktır. İşe yarama­ yanlar taviz olarak verilecektir. Kapita­ lizmin çıkarlarına uygun olanlar öne çı­ karılacaktır. Kısacası uluslararası te rö r bahanesi ile uluslararası ilişkiler yeniden küresel merkez sömürü çarkına o tu rtu ­ lacaktır. T e rö r bahanesi ile saldırı yapı­ lacak ülkeye göre yeni ittifaklar yeni iş­ birlikleri yapılacaktır. Yeni ittifaklar po­ litikası bu kadar basit ve pratiktir. Çok ama çok kısa süreli çıkarlar etrafında örgütlenebilir. Gel geç olabilir. Ve de

her ülke kendi yapısına ve konumuna göre bu ittifakların içinde yer alacaktır. Afgan Savaşı sırasında böyle bir anla­ yışla hareket edildi. Böyle bir ittifak kur­ mak konusunda gerçekten bütün güçler seferber edildi. Yalan, dolan, propagan­ da, tehdit, satın alma...vb. her yol meşru sayılarak bir ittifak güçleri yaratıldı. O ­ yun herkesin gözü önünde oynandı. Temel hilelerden biri şuydu. ABD i­ kiz kulelerine yapılan saldırının kınan­ ması ile ABD ’nin Afganistan’a saldırısı bilinçlice birbirine karıştırıldı. Bilinçlice bu birbirinden farklı iki şey zihinlerde aynı şey olarak kullanıldı. Sanırız yeryüzündeki bütün ülkeler saldırıyı kınamış­ lardır. Birey olarak da herkes kınamış o­ labilir. Ama bunu kınamak A B D ’nin A f­ ganistan’a saldırısını onaylamak anlamı­ na hiçte gelmez. Ama kapitalizm mese­ leyi dünya kamuoyu önünde böyle çar­ pıttı. Kulelere saldırıldığı için ABD de Afganistan’a saldırmalıdır diye bir pro­ paganda ile dünya halklarının beyni yı­ kandı. Neden Afganistan’a saldırıyor so­ rusu kule saldırısı ile bütünleştirilip en baştan sömürü gerçekliğinin üstü ö rtü l­ dü. Sanki daha ilk günden bütün devlet­ ler Afganistan saldırısını otomatikman kabullenmiş oldular. İtiraz etmenin yolu en baştan tıkanmış oldu. Yapılan itiraz­ lar hep istisna olarak sunuldu. “ Tüm ül­ keler asker veriyor, silah ve riyo r.” “ Tüm ülkeler Afganistan’a saldırı için her türlü kolaylığı sağlıyorlar.” “ Hava sahalarını, hava alanlarını, üslerini bu u­ ğurda savaşan güçlere açıyorlar.” Ve de “ Aaa herkes kabul ederken sen nasıl et­ mezsin?” havasına girildi. Tüm dünya ba­ sın yayını ile korkunç bir savaş propa­ gandası yapıldı.

------------------------------------------- 33 —


— y o l-----------------------------------------------

İttifak Güçleri Her gün gazetelerde okuduğumuz it­ tifak güçleri kimlerdir? Hiç de bütün dünya değildir. Özünde ittifak güçleri dendiğinde belli başlı Avrupa Birliği, Pa­ kistan ve bizim ülkemizi saymak müm­ kündür. İsrail zaten tam bir A BD ’cidir a­ ma onun şu anda başı Arap halkları ile yeterince derttedir. Sesini çıkaramıyor. Çıkarsa duyması engelleniyor. Bir de u­ zaktan Avustralya desteklemektedir itti­ fakı. İşte bu kadar. Hatta bunların içinde Pakistan zorla ittifaka yamanmaktadır. Bu ülkeler Afganistan’a saldırıyı da des­ teklemektedirler. Ama işte bu kadardır. İster inanılsın ister inanılmasın tam des­ tek bu kadardır. Latin Amerika ve Afrika ülkeleri za­ ten bu konuya uzaktırlar. Asya ve Avru­ pa ülkelerinin çoğunluğu Afganistan’a saldırının ancak BM kanalı ile yapılması görüşündedirler. Mısır ve Suriye ulusla­ rarası te rö r konusunda uluslararası bir konferans düzenlenmesini önerirler. İs­ viçre, Rusya, Ukrayna ve O rta Asya’da Özbekistan ve Tacikistan hava sahalarını yalnız hümaniter yardım taşıyan uçakla­ ra açtılar. Rusya istihbarat yardımı yapa­ bileceğini söyledi ve çeşitli koşullar öne sürdü. Özbekistan hava sahasını ve Sov­ yet döneminden kalma üslerinin birini hümaniter inişlere açtı. Çoğu ülkenin sesi duyulmuyor. Her­ kes tetikte bu savaştan kendisine nasıl bir pay çıkarır onu bekliyor. Bir tek İran bu genellemenin dışındadır. Ayetullah Ali Hamaney İslam ülkelerini bağımsız tavır almaya davet etti. “ New York ö ­ lümleri suçsuz insanlar için teker teker birer trajedi olsa da onlar aynı zamanda ABD ’nin baskıcı dış politikasının kurban­

larıdırlar.” dedi, (gazetelerden) A B D ’nin herkesten istediği gibi kendilerinden de yardım istemesine çok sinirlendi: “ İran’a yıllardır bunca saldırı yaptıktan sonra u­ tanmadan bizden nasıl yardım istersi­ niz?” diyerek sert bir tavır koydu. Tony Blair ikiz kulelere saldırıdan sonra yüzyılımızın stratejik konumlan­ ması yeniden çiziliyor demişti. Şimdi ye­ ni şekillenen bu ittifakları ele alalım. Dünya güçler dengesi bu yeni ittifaklar çerçevesinde yeniden yapılanmaktadır. Ve gelecek dengelerinin temel taşları konulmaktadır. Ancak bu taşlar ne ka­ dar sağlamdır? Barakalar mı kurulmakta­ dır? Kestirmek zordur, ama bize tem el­ ler pek sağlam gözükmemektedir.

I. Avrupa Birliği Ülkeleri Savaşın ertesi günü AB, N A T O çer­ çevesinde A BD ’ye yapılan bir saldırının tüm birliğe yapılan bir saldırı olduğu maddesini onayladı. ABD ’ye tam destek, hatta Almanya hükümet başkanı Schrö­ der ‘koşulsuz destek’ sözü verdi. Ama yasaya göre ABD’nin saldırıyı Osama bin Laden’in yaptığını kanıtlaması gerekiyor­ du. İşte bu kanıtlar ortada görülmedi. Tony Blair ‘ben gördüm çok çarpıcı’ tü ­ ründen laflar etti ve açıkçası olay bir sis perdesi arkasına gizlendi. ABD ’yi desteklemek için birlik içinde çeşitli yasal düzenlemeler yapıldı. Birli­ ğin ceza hukuku çerçevesinde ortak davranmasını engelleyen bazı boşluklar dolduruldu. Örneğin her hangi bir ülke­ deki tutuklama kararının tüm birliği bağ­ laması yasası kabul edildi. Uluslararası te rö r konusunda ortak bir istihbarat ö r­ gütü kuruldu ve var olanların aralarında­ ki işbirliğini artırması kararı alındı. Bu


yeni bush dış politikası ve global savaş doğrultuda memurlar karşılıklı olarak değiş tokuş edildi. ABD gizli servisinden memurlar Almanya’ya geldiler ve istih­ baratlarını birbirlerine açtılar. AB ve ABD polisi teşkilatları aralarındaki işbir­ liğini artırdılar. Ve bundan sonra böyle çalışma kararı aldılar. Yani uluslararası teröre karşı bundan sonra iki merkezin bir arada davranabilmelerinin yasal ko­ şulları artırıldı. Bilindiği gibi ittifaka ait 15 ülke var­ dır. Ama A BD ’ye destek vermede bu rakam değişmektedir. İngiltere ilk gün­ den donanması, özel tim leri ile işe cani gönülden soyundu. Zaten kimilerine gö­ re Tony Blair Bush’un albaylarından biri­ dir. Kulelere saldırının birkaç gün arka­ sından Fransa Devlet Başkanı Chirac A B D ’yi ziyaret etti. Söylentilere göre Fransa ilk kez iki ülkenin ilişkilerinde gö­ rüldüğü gibi ‘ama’ ve ‘belki’ ve ‘olabilir’siz bu ittifaka katıldı, donanmasını ABD güçlerinin yanına yolladı. Almanya gruba en arkadan katılıyor. Çünkü o geçmişindeki Flitler faşizmi sonrası alı­ nan bağlayıcı yasaları temizlemek işini bu arada yapıyor. Bu yüzden Schröder sü­ rekli ‘A B D ’li dostlarımıza tam destek veriyoruz’ diye önce sesini yolluyor. En başta H A W K uçaklarını ABD askerleri emrine verdi. ABD ziyareti dönüşünde Almanya’ya ayak basmadan henüz uçak­ tayken, 3900 kişilik asker yollama kara­ rını aldı. İtalya 2700 kişilik özel koman­ do ekibi ve deniz desteği ile zenginler konvoyuna katıldı. İspanya da yardım sö­ zü verdi, ama davet bekliyor. AB’nin bu askeri desteğinin yanında siyasi desteği de şimdiye kadar görülme­ dik boyuttadır. Yine en ön saflarda Tony Blair koşmaktadır. İlk önce Bush’la ko­ nuşmuş, sonra uçağına atlayıp soluğu

Ortadoğu ülkelerinde almıştır. Turları turlar izlemektedir. On gün içinde 15 ül­ ke dolaşmıştır. Blair’i Schröder izlemek­ tedir. Schröder, Pakistan ve Hindistan’ı 8 yıl içinde ziyaret eden ilk Alman hükü­ met başkanı ünvanını aldı. Almanya Dı­ şişleri Bakanı Fischer’ın Ortadoğu için zaten özel planı vardır. O da sürekli ola­ rak bölge liderleri ile görüşmeler yap­ maktadır. AB Dışişleri Şefi, komisyon başkanları da arada bölgeyi taradılar. Son olarak Stans (O rta Asya ülkeleri Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi 5. tan ül­ kesi) ülkelerini dolaşıp bölgeye yönelik AB politikasının belirlenmesi gerektiği görüşünü dile getirdiler. AB ülkeleri bu savaşta Ortadoğu’da çok aktif politika yapmaya başladılar. Sanki ABD siyasi o­ larak bölgeden çekilmiştir ve devreye AB girmiş gibidir. Ya da A B D ’nin sözcü­ lüğünü AB almış gibidir.

a. Sıkıntılar I I Eylül sonrası iki merkez ABD ve AB büyük ölçüde ortak davranıyorlar. AB ilk kez ABD’nin yürüttüğü bir savaşa bu kadar canı gönülden katılıyor. AB ilk kez ABD’nin bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne karşı yürüttüğü savaşta bu kadar aktif politik rol oynuyor. ABD koalisyo­ nuna destek sağlamak için Arap ülkeleri­ nin kapılarını aşındırdılar. Ayrıca AB askercii olarak da ilk kez bu kadar destek veriyor. Hem teçhizat, savaş malzemesi hem de askeri güçle katılıyor. Katılıyor, ama bunlar birlik içinde bir takım sıkıntılar doğurmakta. Birlik içinde en büyük üç ülke İngilte­ re, Almanya ve Fransa öne çıkmıştır. Es­ kiden AB içinde İngiltere, ABD yanlısı,


— yol hatta tabir yerinde ise onun ajanı olarak bilinirdi ve buna karşı Fransa ve Alman­ ya birlik içinde denge oluşturmaya çalı­ şırlardı. Şimdi bu durum değişmiş, A l­ manya ve Fransa İngiltere’nin yanına geçmişler ve ABD ile iyice yakınlaşmış­ lardır. Bu AB içinde önemli bir güç den­ gesi değişikliğidir. Kayma, AB içinde huzursuzluğa yol açmış, ilk sesini duyuran İtalya olmuştur. İtalya ilk önce eski İngiltere’nin işlevine soyunup ABD ile özel dostluğa soyun­ maya çalışsa da sonradan bu tavrından vazgeçer gibi olmuş ve A BD ’ye 2700 ki­ şilik asker gönderme kararı alınca AB i­ çindeki üç büyüklerin özel toplantılarına çağırılmaya başlanmıştır. Aynı yolu İs­ panya da iki savaş gemisi verme önerisi ile katederek AB içinde bir ABD destek­ çileri grubu oluşmuştur. Birlik başkanlığı sıfatıyla Belçika da içeri alınmıştır. Sonra Blair’ın açıkladığına göre Danimarka ve Hollanda başkanlarının telefon görüş­ mesi sonunda bu iki ülke de gruba alına­ rak sayıları 8’e çıkmıştır. Yani şimdiki hali ile AB, ABD koalisyonuna destek veren 8 ülke ve “ sesleri çıkmayan” 7 ül­ ke olarak bölünmüş gibidir. “ AB içinde büyük şirketler küçük şir­ ketleri yiyorlar” diyerek üstüne şimşek­ leri toplayan Finlandiya’nın AB’nin bu günkü ekonomik gidişinden hoşnutsuz­ luğu zaten biliniyordu. Norveç, İsveç’i de bu guruba katmak olasıdır. Portekiz ve Yunanistan ise küçük olmanın deza­ vantajlarından hep ezilmişlerdir. Şimdi de Pakistan’a tekstil konusunda verilen tavizlerden zarar göreceklerdir. Bu an­ lamda onlar da karşıdırlar. Afganistan Savaşı ve kurulan yeni itti­ fak, AB’nin büyük ve küçük ülkeler ola­ __ 36

rak var olan çatlağını artık üstü örtülemez şekilde ortaya çıkarmıştır. AB’de 15 üye ülkenin her birinin tek bir oyu vardır. Bu oy ülkenin nüfusu ve ekono­ mik gücü ile bağlantılı değildir. Elbette bu olgu AB içinde sorunlar yaratmıştı, a­ ma hiçbir zaman şimdiki gibi bir dayatma yaşanmamıştı. AB artık eski AB değildir. AB artık oybirliği ile alınan kararların birliği değil, büyük ülkelerin çıkarları doğrultusunda, politikaların zaman za­ man zorla da dayatılabildiği, dayatılabileceği bir birlik haline gelmiştir. Bu elbet­ te epey zedeleyicidir. Birliğin bir dışişlerden sorumlu şefi, komisyon başkanı vardı. Birliğin dış politikasını yürütmek bunların göreviydi. Kosova Savaşı sonra­ sı uzun tartışmalardan sonra birlik en sonunda ortak bir dış politika yürütme konusunda anlaşmıştı. Bu yetkilileri seç­ mişti. Ama şimdi her şey yeniden değiş­ miştir. Dış politikanın merkezi Brük­ sel'den üç büyük ülke başkentlerine ta­ şınmıştır. O rtak dış politika bu ülkelerin çıkarları doğrultusunda birden ABD gü­ dümüne oturtuluvermiştir. Birlik bağım­ sızlığını yitirmiş üç büyükler tarafından ABD kuyruğuna takılmıştır. Bu olgunun birlik olarak AB’nin geleceğinde büyük değişikler yapacağını kestirmek zor de­ ğildir. ¡kinci bir sorun daha vardır. Olaylar çok hızlı gelişmektedir. Baş döndürücü bir hızla adeta neler oluyor nerelere gidiliyor belli değildir. Daha on yıl önce sosyalizm yıkıldıktan sonra ABD ile AB arasında büyük anlaşmazlık konuları ortaya çıktı. İki merkezin dün­ yayı dizginsizce sömürüsü başlamıştı. AB artık ikili politik oyununu bırakmalıydı. Ya ABD’nin yanında ikinci süper güç ve kapitalizmin merkezi olarak dünya jan­


yeni bush dış politikası ve global savaş darmalığına soyunmak buna denk düşen politikalarda ABD ’yi desteklemeli, silahlanmalıydı. Ya da ABD boyunduruğuna girmeli onun dediğini yapmalıydı. Hem A B D ’nin gölgesinde dünyayı sömürmek hem de ona muhalefet yapıp pazarlan paylaşmak yoktu. ABD sürekli, olaylarla AB’yi karar vermeye zorladı. Yanıma gelmezsen karşıma geç dedi. AB hala ikili oynamayı sürdürdü. Körfez Savaşı’nda A BD ’yi bı­ raktı gitti. Ama ABD onu rahat bırakma­ dı. Yugoslavya’nın adım adım parçalan­ ması AB’nin çizdiği yolun da adımlarını oluşturur. Parçalanan Yugoslavya ABD’­ nin AB’ne tehdittir. AB Belgrat’ın bom­ balanmasıyla ortak bir savaş provası yaptı. Avrupa ordusunu, kendi öz silahlı gücünü kurma kararı aldı. N A TO içinde ABD boyunduruğuna girmeyi reddetti. Kosova olayları arkasından askeri güç, ortak bir dış politika kararı ile taçlandı­ rıldı. AB dış politika sorumlusu belirlen­ di. A rtık AB ortak dış politika yürütme ve ordusu ile de bunu dayatmaya hazır hale geldi. A B D ’den bağımsız. Şimdi Af­ ganistan’da da bütün bu adımların prati­ ği yapılacaktır. ABD ’nin karşısında değil onun yanında ama kendi öz gücüyle dö­ vüşecek bir AB. Şimdi sorun şudur. AB’nin ağırlıklı ül­ kelerinde merkez sol partiler iktidarda­ dırlar. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller partisi, yeşil-kırmızı ko­ alisyonu vardır. Fransa devlet başkanı sağdan olsa da başbakan Sosyalist Partili’dir, yani Fransa’da Sosyalist Parti ikti­ dardadır. İngiltere’de Blair, İşçi Partisi baştadır. Bunun anlamı şudur. Avru­ pa’nın bugün kaderini çizenler merkez sol politik anlayışta olanlardır. Ve yürüt­ tükleri politikalar onları dünyanın en sağ

partisi ABD cumhuriyetçilerinin politi­ kasıyla üst üste oturtmaktadır. Halkların merkez sol diye oy verdikleri böyle bir kavis çizmişlerdir. Fakat acaba halklar buna ne diyeceklerdir? Bu kadar büyük politik hat değişikliği halklarla olan ya da seçmenleriyle olan bağlarını nasıl etkile­ yecektir? Şimdi bu yürütülen politikala­ rın toz bulutu var. Daha her şey çok masum görünüyor. O nedenle savaşa karşı hareket Vietnam Savaşı’ndaki gibi yükselmedi. Ama yarın ne olacaktır? Sı­ nıflar savaşı daha yükseldiğinde ne ola­ caktır? Kriz AB halklarını daha yakından etkileyince ne olacaktır? AB’nin çıktığı bu yeni yola halklar ne diyeceklerdir? Bunlar belli değildir. Sonuçta hem birlik içinde bir kopuşma vardır, hem de halk tabanlarından bir kopuşma yaşanması o ­ lasılığı çok yüksektir. Partilerin kendi içlerindeki muhale­ fetler aslında kendi oy tabanlarından koptuklarının da işaretidir. Hatta bıraka­ lım halktan kopukluğu şimdi yürütülen hat zaman zaman partilerin kendi yasala­ rı ile zıtlıklar taşır. Örneğin Yeşiller Af­ ganistan'a asker yolluyorlar, ama kendi­ leri barış şiarları ile seçildiler. Fransa Sosyalist Partisi lideri olan başbakan, an­ ti-global hareket A ttac’ın yanındadır. Seçmen tabanı budur. İngiltere’de İşçi Partisi o kadar halktan koptu ki Blair i­ çin dış işlerdeki başarısını içte göstere­ miyor deniyor. Ayrıca sağ parti lideri a­ çıktan savaşa karşı olduğunu açıklıyor. Bunlar aslında halkla olan bağların yansı­ masıdır. Çok yakın gelecekte ya da ABD ile olan pamuk ipliğine bağlı birlikteliğin zorlanması durumunda ortalık hiçte sa­ kin kalmayacaktır. Ayrıca Avrupa halkla­ rı daha aydın, demokrasiye alışık, çıkar­ larını kollayan halklardır. Sosyalizmin ya­ --------------------------------------------- 37 —


— y o l----------------------------------------------nında yaşamak onları daha bilinçli yap­ mıştır.

b. Ödünler Elbette AB bu politik ve askeri adım­ ları sırf ABD zorluyor diye ikiz kuleler­ deki insanların intikamını almak için at­ mamıştır. Alman hükümet başkanı Schröder uluslararası terörizmin kendi­ lerini de tehdit ettiğini söylüyor. Onun için destek vermeliyiz diyor. Ama elbet­ te ABD ile koalisyona girmek, gücünü ondan yana kullanmak kapitalist pazar paylaşımında yeni dengeler demektir. Ne tavizler verilip alınmıştır? Avrupa güçler dengesi nasıl değişmiştir? Geçtiğimiz günlerde İrlanda Kurtuluş Ordusu silahları bıraktığını açıkladı. Yani IRA silahlı mücadeleyi bıraktı. Nedir o ­ lanlar? İngiltere’nin ABD yanlısı politika izlemesi yalnız iki ülke finans kapitalinin iç ¡çeliğinden kaynaklanmaz. ABD bunu IRA sopası ile de dayatır. İngiltere ne za­ man AB yanlısı politika izlemeye kalksa bu sopa ortaya çıkar. İngiltere AB ile i­ lişkileri sıklaştırdıkça baskı artardı. O r­ tak para birimi süreciyle birlik ile ilişki­ ler yakınlaşmak zorunda kaldığı için son zamanlarda ABD baskıyı artırmıştı. Bush hükümeti IRA militanlarının Kolombiya gerillalarını eğittiği doğrultusunda ha­ berler yayarak işleri iyice karmaşık hale sokmaya çalıştı. Sonra İngiltere savaş koalisyonuna girdi, Fransa ve Almanya katıldı ve karşılığında IRA silah bırakma kararı aldı. Yeni güçler dengesinde ulus­ lararası terörizm ve ulusal kurtuluş mü­ cadeleleri sınır çizgileri daha açık çizil­ meye çalışılacağından bu sorunun da o r­ tadan kalkması ya da şimdilik askıya alın­ ması uygundur

__ 38 _____________________________

Balkanlardan da pek ses gelmiyor. UÇK’nın ABD destekli olduğunu uçan kuş bilir. Yugoslavya A B D ’nin özellikle Almanya ve Fransa’ya karşı baskı yapma aracıdır. Burası AB politikasının ABD doğrultusunda bir yörüngeye oturması­ na yarar. Ne zaman AB ülkeleri ABD doğrultusu dışında bir politikaya soyun­ salar hemen Yugoslavya sorunu ile ku­ lakları çekilir. Şimdi Makedonya’daki hu­ zursuzluk büyük ölçüde dinm iştir. AB’nin ABD koalisyonu içinde oynadığı olumlu role bağlı olarak da böyle kalaca­ ğı tespitini yapmak yanlış olmasa gerek­ tir. Savaş öncesi ABD’nin çıkardığı finans yasasında AB’nin ne zamandır çıkması i­ çin mücadele ettiği bir bölüm vardır. Bu kısım, ABD ’nin AB’ye verdiği bir taviz niteliğindedir. A BD ’nin çevresindeki ba­ zı adalar ABD finans kapitalinin vergiden kaçma cennetleridir. AB sözde buralar­ da konumlu görülen çok uluslu şirketle­ rin vergi ödemeyerek maliyetleri düşür­ düğünü ve AB şirketleri ile haksız reka­ bete girdiğini savunurdu. Onun içinde ABD’ye bu konuda baskı yapar, bu şir­ ketlerin vergilendirilmesini ve finans kaynaklarının kontrol edilmesini talep e­ derdi. İşte ABD yeni yasa ile AB’nin is­ tediğini yaparak taviz vermiş oldu. Hatta Bush daha da ileri giderek ö ­ nemli bir konuyu pazarlık etmeye hazır­ lanacağı sözünü verdi. Bu konu finansın vergilendirilmesidir. Yani para oyunla­ rından elde edilen kazançların vergilen­ dirilmesidir. Fransa ile Almanya halkları, anti-küresel guruplar bu konuda çok hassastırlar ve hükümete baskı yapmak­ tadırlar. Kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin ana kaynağı bu guruplara göre finansın vergilendirilmemesidir. Finansın vergi­


yeni bush dış politikası ve global savaş lendirilmesi ile elde edilecek kaynakla­ rın, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin küresel­ leşmeden doğan sorunlarını çözeceğini savunurlar. Şimdi ABD bu konuda da AB’ye bir taviz verebileceğini ima et­ mektedir. Sonuçta Avrupa halkı Afganis­ tan’a savaşa giderken AB şirketleri ABD karşısında rekabet güçlerini artırıyorlar­ dı. AB için pazar açısından en önemli ka­ zanç Ortadoğu olsa gerektir. İki merkez petrol tüketiminin büyük bir bölümü buradan gelmektedir. Hatta AB için O r­ tadoğu hayati bir önem taşır. Şimdi Rus­ ya petrolü Batı ya açıktır, yarın ne olaca­ ğı belli değildir, ama eskiden AB’nin böl­ geye bağımlılığı çok fazlaydı. ABD İsrail ve Suudi Arabistan gerici rejimleriyle Ortadoğu petrolünü kontrolü altında tutuyor, AB’yi bu konuda da baskı altına alabiliyordu. Buna karşı AB, bölgede İs­ rail karşısında Filistin tarafını destekli­ yordu. Ya da ABD ’nin yasağını bozuyor, İran’la ya da Irak’la el altından ilişkiler kuruyordu. A B D ’nin bölgedeki politika­ sına ters düşecek, ABD hakimiyetini kı­ rabileceğini düşündüğü şeyleri yapmak­ tan çekinmiyordu. Şimdi bölgede bir buçuk yıldır adı konmamış bir savaş sürmektedir. A rtık Filistin’in İsrail’e karşı direnişi bastırılamamaktadır. Ayrıca bunun ötesinde sa­ vaş tüm bölgeye sıçrama, ABD yanlısı ik­ tidarları sandalyelerinden indirme nok­ tasına doğru tırmanmaktadır. Yani böl­ gede ABD politikası iflas etmiş, sadece İsrail eli ile Araplar bastırılamaz hale gel­ miştir. Bölgede A BD ’nin en sıkı mütte­ fikleri Suudi Arabistan ve Mısır artık A B D ’nin arkasında duramamaktadırlar. Ayrıca şimdiki Afganistan Savaşı’nın O r­ tadoğu’da Anti-Amerikancı öfkeyi daha

da yükselteceği biliniyordu. Pazarlık so­ nucu devreye AB sokuldu. ABD, açıkça Filistin Devleti’nin kurulmasını destekle­ diğini açıkladı. AB, Arap kentlerini do­ laşmaya başladı, İran ile ticaret anlaşma­ sı imzaladı. Böylece bölgede AB’nin ha­ kimiyeti arttı, ama sadece arttı. Henüz ABD etkinliği durmaktadır. Hatta Filistin sorununun çözülebilmesi için ABD ’nin aktif olarak olaya girmesi beklenmekte­ dir. Ama ABD hangi noktada hangi koz­ ları koparmak için ne zaman gireceğini i­ yi bilir. Bu yıldırım hızı ile gelişen olaylar silsilesi içinde bu yazıyı kaleme aldığımız­ da AB, ABD’ye bölgede gücünü göster­ mesi için baskı yapıyordu. Powel’ın yeni bir barış planı ile geldiği duyuldu. Olay­ ların nasıl sonuçlanacağını kestirmek Ortadoğu gibi sınıf mücadelesinin çok yüksek olduğu bir bölge için zordur. A ­ ma artık bir Filistin Devleti kurulma ça­ lışmaları başlayacaktır. Sınırlarının çizil­ mesi elbette sorunlar taşıyacaktır. A yrı­ ca AB bölgede daha etkin olarak yapıla­ nacaktır.

c. Kısa Sonuç Dünya sınıflar mücadelesi çok yük­ seldi. Üçüncü Dünya Ülkeleri ile mer­ kezler arası savaş şiddetleniyor. ABD ’nin bu mücadeleyi tek başına üst­ lenmesi zorlaşıyor. Bu nedenle AB’yi ya­ nına çağırdı. Birlikte dünya pazarlarını sömürme kararı aldılar. O nedenle AB bu işe eskisinden çok farklı olarak canı gönülden katılıyor. Dünya güçler denge­ sindeki dizilişte de bu kendini yansıttı. Avrupa’da İrlanda ve Balkanlar sorunla­ rında olduğu gibi Ortadoğu’da da AB’nin etkinliği ve kontrolü arttı. ABD finans kapitali de rekabet konusunda taviz ver-


— yol di. Şimdi bu iki merkez dünyamızı güçle­ rini birleştirerek sömürmeye çıkıyorlar. İçeride de bu konudaki düzenlemelerini geliştiriyorlar.

ve birliği parçalayıcı noktalara varması mümkündür. Bu da Avrupa halklarının krizin şiddetinden etkilenme durumla­ rıyla orantılı olacaktır kanısındayız.

AB yeni çıktığı yolda ABD ile ortak davranmaktadır. Bu ABD’nin peşine ta­ kılması onun kuyrukçuluğu olarak yo­ rumlanmamalıdır. AB kendisi bir mer­ kez olarak ABD yanında dünya sömürü­ süne çıkmaktadır. Bunu yapabildiği ka­ dar yapacaktır ve ABD ile ortak paylaşa­ caktır. Yeni çıktığı ve ABD tarafından kabul edilen yol onu kendi öz silahlı gü­ cünü geliştirmeye eskisinden daha çok zorlamaktadır. Her şey çok hızlı gelişi­ yor. Daha ortak Airbus projesi kesin so­ nuca bağlanmadan savaş uçağı projesi bir çırpıda imzalandı. AB içindeki altı ül­ ke insansız hava aracı dahil, geleceğin sa­ vaş uçakları teknolojisini geliştirmek için ortak davranma kararı aldılar. Böylece AB saldırı yeteneği artırılacaktır. Alman­ ya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya ve İs­ veç’ten birer büyük şirket seçilerek projeye ortak yapıldılar. Avrupa’nın var olan üç son savaş uçağı geliştirilecektir.

Şimdi dünyamız Üçüncü Dünya Ül­ keleri ve merkezler arası global bir pay­ laşım savaşı içindedir. Ancak bu ne ka­ dar sürecektir? Kapitalizmin uzlaşmaz çıkarları merkezleri birleştirdiği kadar birbirinden ayırmaktadır da. Üçüncü Dünya pazarlarıyla tek başlarına başa çı­ kamıyorlar. Ama iş paylaşmaya geldiğin­ de de birbirlerine rakip olarak davran­ mak zorunda kalmaktadırlar. Çıkarları ortaklığı emrettiği anda aslında ayrılığı da koymaktadır. Örneğin ABD, AB’yi Ortadoğu’da yardıma çağırdığında çıkarı onun bir şeyler yapabilmesidir. Ama ya­ pabilmesi aynı zamanda kendi aleyhine de çalışacaktır. Ya da Almanya, Rusya i­ le arasını düzeltmesi için A B D ’ye nere­ deyse yalvardı. Ama şimdi iki ülkenin iş­ birliği “ Acaba benim aleyhime ne karar aldılar?” kuşkusunu yaratacaktır. Bu kuş­ ku, ABD-AB ilişkilerini ya da AB-Rusya ilişkilerini baştan inmeli hale getirecek­ tir.

Dünya finans kapitalinin ortak dav­ ranma kararı iki özellikle inmelidir. Bi­ rincisi pazar kapma ve rekabet olayıdır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki yoksulluk daha da artıp, savaş daha da şiddetlen­ dikçe birliktelik bozulma noktasına gele­ bilecektir. Bu kendini iki şekilde dayata­ bilir. Birincisi, Üçüncü Dünya halklarının yükselen muhalefeti sonucunda iki taraf­ tan biri kendisine uygun başka çıkar yol­ ları bulabilir. Ö te yandan AB kendi için­ de de zengin ekonomiler ve daha az zengin ekonomiler olarak ayrışmaktadır. Kriz bu ayrışmayı da şiddetlendirecektir. O zaman şimdi öne çıkmış olan bu zengin ülkelerin birlik içinde ayrışması

__ 40

Yeryüzünde iki sistemin varlığı koşul­ larında politika sahnesinde bir sosyal de­ mokrasi ^siyasi yapılanması gelişmişti. Ka­ pitalizmin finans kapital çıkarları ve sos­ yalizmin proletarya çıkarları arasında güçler dengesinin herhangi bir andaki konumuna bağlı olarak bu politika, iki çı­ kar kutbu arasında gidip geliyordu. Halklara sosyal adalet, sosyal haklar, hümaniterlik vaadediyordu. Bilimin geliş­ mesine paralel olarak da çevre korun­ ması ve gen teknolojisi konularında po­ litikalar belirlemeye başladılar. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra sol parti­ lerin kimlik değiştirmesi ile birlikte bu


yeni bush dış politikası ve global savaş partilerde 3. Yol ya da Yeni Sol gibi ad­ lar almaya başladılar. Ve de talihin bir cilvesi olarak sosyalizm korkusundan Avrupa halklarına verilen tüm hakları geri almak bu siyasi görüşlere düştü. Sendikaların itibar yitirmesinden esnek işlere kadar bir sürü anti-sosyal uygula­ mayı bu siyasi akımlar gerçekleştirdiler. Kapitalizmin yeni girdiği kriz ile şimdi de bu sosyal demokrasiler, uluslararası po­ litikada kendini gösterecek. Hümaniterizmler, çevre konularındaki görüşlerini belki de böylece terk ederek ve de ta­ mamen finans kapitale yamanarak dünya siyasi yelpazesinde çıktıkları yolu ta­ mamlayacak olsa gerekler.

2. Rusya Rusya, ittifaklar politikasında başka noktadan örnek bir ülkedir. I I Eylül ön­ cesi ve sonrası Rus dış politikası tama­ men farklıdır. Rus dış politikası yeni bir U dönüşü yapmıştır. Putin’in uluslarara­ sı te rö r olayını Rus burjuvazisi açısından iyi kullandığı söylenmektedir. Putin, o­ layları belki de eski KGB şefi olmasının verdiği avantajla iyi değerlendirmiş, hızlı, etkin bir politika izlemiştir. Ya da eski bir süper güç olmanın verdiği deneyler­ le değişen güçler dengesini sezmiş ve ül­ ke burjuvazisinin işine gelecek şekilde davranmıştır. I I Eylül öncesi Rusya ve ABD arasında hiçbir temas kalmamıştır, oysa şimdi iki ülke liderleri Bush’un çift­ liğinde şömine karşısında eşleriyle birlik­ te aile sohbeti yapabiliyorlar. I I Eylül öncesi Rusya ve ABD ilişki­ leri yok gibiydi. Putin’e göre Berlin Du­ varı öncesi Batı kendilerine tüm dünyayı vaadetmiş ama gerçeklikte vaatlerinin çok azını yerine getirmişti. Körfez Sava­

şı’nda kapitalizmin arkasına geçen Rus­ ya, Belgrat’ın bombalanmasında kapita­ lizmin gerçek yüzünü görmüş ve daha kişilikli bir politika çizme, hiç olmazsa eski pazarlarını yeniden kazanma yoluna çıkmıştı. Bu noktadan itibaren İran ve Irak’la ilişkilerini düzeltmiş ve pazarını tekrar geri almıştı. Aynı şekilde Hindis­ tan ile de ticari ilişkiler içine girmişti. Su­ riye, Libya ve Kuzey Kore yani ABD ve Batı’nın karşı durduğu ülkeler Rusya’nın pazarıdırlar. Böyle kendine buyruk “ kişi­ likli" politika yapmanın bedeli olarak ba­ şına Çeçenistan sorunu sarılmıştır. Osa­ ma bin Laden destekli güçler Rusya’yı sı­ kıştırmaya başlamışlardır. Rusya kapita­ list dünyada istediğin zaman istediğin pa­ zarı elde etme diye bir özgürlüğün ol­ madığını, bütün bunların bileğinin hakkı­ na güçler dengesi içinde alındığını öğren­ di. Pazar ancak ABD ve AB arasındaki güçler dengesinde bin bir pis oyunla, zorla, el altından kazanılır. Bunun için de ABD ile ilişkiler yeniden kurulmalı ve AB’nin de içinde olduğu başka bir sevi­ yede sürdürülmeliydi. Rusya bunları öğ­ renmiştir. Fırsat kolluyordu. I I Eylül geldi. Avrupa liderleri Bush’u ziyaretten dönünce karşılarında Putin’i buldular. Putin, Avrupa içinde 30 bakanla konuş­ tu. Oradan oraya dolaştı durdu. Ya da dolaştırıldı durdu. “ Böyle ciddi bir ku­ rum (AB’yi kastederek, bn.) bir şeyler­ den sorumlu olmalı” diyerek ayrıldı. AB’de, Putin “ Alışveriş listesi ile gelmiş” dediler. Anlaşıldığı kadarıyla Putin ilk önce AB ile anlaşmak istedi. Putin’in elinde iki büyük koz vardır. Bir tanesi nükleer silah gücü, diğeri de petroldür. İki kozu da AB ile ortak çı­ karlar çerçevesinde kullanmak ve

------------------------------------------- 41 ----


— yol ABD ’ye karşı ittifak yapma şeklinde gö­ türmüş olabilir. Ama anlaşıldığı kadarı i­ le AB, Putin’in istekleri doğrultusunda ortak bir politika yürütme kararı alama­ mış, kararsız kalmış, ABD’ye danışması­ nı, asıl kararı onun vereceğini söylemiş­ tir. Yani anlaşılan AB, korkulu düşmanı ve en büyük rakibine karşı Rusya ile ba­ ğımsız bir ittifak kurma cesaretini göste­ rememiştir ve onu A BD ’ye yollamıştır. ABD ziyareti sırasında yapılan bir TV röportajında Putin, “ Rusya (ABD’den) bir yardım, bir tercih beklemiyor, Rusya ticaret yapmıyor, işbirliği öneriyor” de­ di. (Financial Times, 8 Kasım ‘01) Rus­ ya’nın önerdiği işbirliği neydi? En başta, Rusya I I Eylül’le kurulan ittifaka ucun­ dan katıldı. Hümaniter uçuşlara hava sa­ hasını açtı. Ama asıl önemli olan eskiden kendisine bağlı O rta Asya ülkeleri Stans’ları, ABD ile bu konuda işbirliği yapmada serbest bıraktı. Ancak Putin’in Bush’a en önemli ödünü Ulusal Füze Sis­ temi ile ilgili olsa gerektir. Ulusal Füze Savunma Sistemi denemelerinin var olan ABM nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasını ihlal etmeden yapılabilmesi­ ne izin verilebileceğini açıkladı Putin. Bush açısından tüm öneriler, özellik­ le de silah anlaşması cazip olabilirdi. Bu sistem ile dünya teröristi olmasının ö­ nündeki yasal engel kalkmış olacaktı. Böylece tüm ülkeleri tek başına daha bir tehdit etme silahını eline geçirmeye bir adım daha yaklaşmış olacaktı. Fakat pa­ zarlığın ne olduğu belli değildir ve Bush, bu teklifi reddetmiştir. Gerekçesi yapıla­ cak denemenin ne olacağının önceden kestirilememesidir. Ama nükleer başlık sayısnını 6000’den 2000'e indirilme an­ laşması imzalanmıştır.

__ 42 _____________________________

Ama Putin karşılığında ne istiyordu? En başta Çeçenistan’daki savaşın da u­ luslararası te rö r kapsamına alınmasını is­ tiyordu. Öyle ya orada da Osama bin Laden destekli güçler savaşmıyorlar mıydı? Öyleyse Batı’nın savunduğu gibi Çeçenistan’da ulusal bağımsızlık savaşı sürmemektedir. Yani Putin O rta Asya ülkelerinin kendisinden bağımsızlaşıp ABD ve Batı yörüngesine girmeleri ola­ sılığına karşı Çeçenistan’ı istiyordu. İkinci olarak Putin N A T O ’ya girmek istiyordu. Uluslararası te rö r çerçevesin­ de savaşacağına göre bu kurum artık gi­ derek politik bir kurum haline gelmek­ tedir ve Rusya da Batı’nın destekçisi o ­ larak bu kuruma girm elidir. Ayrıca D T Ö ’nün kapıları kendisine açılmalıdır. Çin girdi. Herkes girdi. Ama beş yıldır Rusya alınmıyor. Putin artık kendisinin de girmeye hazır olduğunu iddia ediyor. Batı hemen açıktan pazarlığa başladı. Bu yetmez Ortadoğu pazarını ver dedi­ ler. Rusya Savunma Bakanı, İran için “ Ortadoğu’da istikrar ve güvenlik için yapıcı ve tutarlı güç” dedi. (Financial T i­ mes, 01 Ekim ‘01) Rusya İran’a yılda en az 300 milyon dolarlık silah satmaktadır. Ayrıca 2 tane nükleer reaktör yapma ta­ ahhüdünün altında imzası vardır. İran dı­ şında Irak da Rusya’nın önemli bir paza­ rıdır. Yılda 1.3 milyar dolarlık ticaret yapmaktadır. Saddam, yaptırımların kalkmasının ardından Rusya’ya 40 milyar dolarlık yatırım imkanı vaadetmektedir. Ayrıca borçlarını ödeyecektir. Rusya baştan Ortadoğu pazarından taviz ver­ mek niyetinde olmadığını açıkladı. K ö r­ fez Savaşı’na Batı’nın arkasında girerek 30 milyar dolar zaten zarar etmiştir. Şimdi böyle bir kaybı göze alamayacak­ tır. Bu kez onun karşılığında kendisinden


yeni bush dış politikası ve global savaş__ başka şey istendi.

açısından önemli bir olaydır.

Nükleer silah dışında Rusya’ya mer­ kez ülkeler arasında yer verdirten şey sahip olduğu petrol gücüdür. Ve de bu gücün Ortadoğu ülkeleri ile birleştiril­ mesi, Batı açısından bir korkulu düştür. Ortadoğu ve Rusya petrol fiyatı ve poli­ tikaları konusunda anlaşabilseler herhal­ de dünyada çok şey farklı olurdu. Batı sırf bu nedenle baskı altına alınabilir. Bu iki petrol alanının birbiriyle yapabileceği büyük işbirlikleri vardır. Daha sonraki günlerde gelişen olaylar Rusya’nın bu konuda taviz verdiği doğrultusundadır. Bizce bu konu çok önemli bir konudur ve bu bölümün sonunda ayrı kısa bir bö­ lüm olarak işlenecektir.

N A T O ’ya ve D T Ö ’ye alınma sorun­ ları nasıl çözülecektir ve nasıl gelişmeler doğuracaktır, belli değildir, ama yine de Rusya’nın bir cephe değiştirdiğini rahat­ ça söylemek sanırız mümkündür. Rus­ ya’nın Batı açısından özel bir durumu vardır. Rusya ekonomik açıdan bakıldı­ ğında bir Üçüncü Dünya Ülkesi gibidir. Ama elindeki silah ve petrol gücü ele a­ lındığında bir süper güçtür. Körfez Sava­ şı sırasında süper güç olarak ele alındı. Ama ekonomi söz konusu olunca ona da diğerleri gibi muamele edilmektedir. Dünya güçler dengesinin silahtan yana kaydığı, yaptırımın ve zorun öne geçtiği günümüzde Rusya’nın elindeki nükleer gücün değerinin artması kaçınılmazdır. Üçüncü Dünya Ülkeleri saflarında kala­ cak bir nükleer güç Batı açısından şimdi pek kaldırılabilecek durum değildir. Rus­ ya mümkün olduğu kadar merkezler a­ rasında tutulmaya, N A T O ile bağlanma­ ya çalışılacaktır. Batı açısından önemi Rusya’nın elindeki gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasının sağlanma­ sıdır. Onun bu gücü Üçüncü Dünya Ül­ kelerinin yanında kullanması engellen­ melidir. İşin Rusya açısından anlamı ise Rus burjuvazisinin Batı burjuvazisi ile da­ ha iyi konumda pazarlık edebilmesi de­ mektir.

Bu günler gelecek günlerin haritaları­ nın çizildiği, dünya güçler dengesinde çok önemli kararların alındığı, anlaşma­ ların imzalandığı günlerdir. Daha petrol­ de verilen tavizin anlaşıldığı OPEC top­ lantısı biter bitmez N A TO toplantısı başlıyor. Rusya’nın N A T O ’ya alınması Avrupa’daki eski sosyalist ülkeler açısın­ dan can sıkıcıdır. Polonya, Çekoslavakya ve Macaristan yıllardır N ATO içine gir­ mek için çalışıyorlar, iç ve savunma gibi çeşitli yasalarını değiştiriyorlar ve şimdi Rusya içine alınıverecektir. Ve bu A vru­ pa güçler dengesini başka türlü değiştir­ mek demektir. Bir açıdan da Avrupa i­ çinde Putin’e taviz demektir. Putin, pet­ rolde taviz vermiştir, ama N A T O ’ya a­ lınma vaadini de koparmıştır. Elbette Rusya’nın N A T O ’ya alınması çözülmesi gerekli bir yığın sorun demektir. Kimile­ rine göre de bu Pandora’nın Kutusu’nun açılması anlamındadır. Rusya elbette ku­ rum içine diğer üyeler gibi alınmayacak­ tır, yeni düzenlemeler getirilecektir, a­ ma ne olursa olsun yine Rusya ve dünya

Görüldüğü gibi Afganistan halkının üstünde oynanan oyun aslında dünya yoksul halklarını daha çok ezebilmenin güç dengesinin kurulmasıdır. Batı, yok­ sul halkları daha çok ezebilmek için Rus­ ya’yı yanına almaya çalışıyor. Ama bu ne kadar durağan bir politika olacaktır? Ya­ ni her seferinde, her yeni bir olayda Rusya tekrar yeni çıkarlar dayatmayacak mıdır? Tersi de doğrudur. Batı Rusya’ya

43 —

I


— yol ne kadar güvenebilir? Onun geri ekono­ misini sırtında ne kadar taşıyabilir? Hele bu krizli günlerde. NATO'nun karar mekanizmasındaki bir Rusya, Batı’nın ne kadar işine yarar? Zaten son N A TO ba­ kanlar toplantısına gelen ABD heyetinin, Rusya’nın karar komitesine alınmasının N A T O ’nun nötralleştirilmesi anlamına geleceğini söyleyerek geri adım attıkları haberi geliyor. Sonuçta, Rusya dış politi­ kasının önümüzdeki günlerde Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Batı arasında sürekli dans etmesi büyük bir olasılıktır. Ö te yandan pazarlar daralıyor. Mer­ kezler arası rekabet artıyor. Pazar kap­ mak için yarış kızışıyor. Bu durumda Rusya’nın, Batı’nın yanında hangi pazarı elde edebileceği merak konusudur. Eğer ki var olan Ortadoğu pazarını kaybet­ mezse! Rusya eskiden dersler almış bir Rusya olabilir, ama Batı da eskisinden daha sıkışık durumda bir Batı'dır. İleride Batı ve Rusya arasındaki bu ilişkinin ne kadar devam edeceği görülecektir. Rus­ ya pazar kapma yarışında bakalım silah ve petrol kozlarını nasıl kullanacak? Gö­ receğiz. Ayrıca AB, Rusya ve ABD ya­ kınlaşmasından hiç memnun değildir. Her zamanki gibi ne A BD ’den bağımsız olarak Rusya ile bir ilişki kurabilmiştir ne de ABD’nin Rusya ile ilişkisinden memnundur. Elbette Rusya’nın Batı’ya yakın politika izlemesi AB’nin istediği bir şeydir, ama ABD ’yle birleşip kendisine baskı yapılmasından da çok korkmakta­ dır.

Petrol faktörü Irak yada Körfez Savaşı petrol fiyatla­ rını yükseltti. ABD bu artışı azaltmak i­ çin iç rezervlerini sonuna kadar kullan­

_ 44

mayı göze almıştır. Ancak şimdi durum farklıdır. Elbette savaş O rta Doğu pet­ rol alanından uzaktır ama Arap halkı ile yakından bağlantılıdır. Afganistan’daki savaş aslında Arap halklarına da açılmış bir savaştır, ama buna rağmen petrol fi­ yatları düşmektedir. “ İyi bir haberin iyice az duyulduğu günümüzde ucuz petrol haberi petrol tüketen ülkeler için mükemmel bir ha­ berdir. Petrol fiyatlarının düşmesinin tek başına çökmekte olan dünya ekonomisi­ ni kurtarmaya yetmeyeceği açıktır ama çok ihtiyaç duyulan teşvik yerine geçe­ cektir.” (Financial Times, 29 Kasım ‘01) Bir yıl önce petrol fiyatları varil başına 34 dolara kadar çıkmıştır. I I Eylül önce­ si 27-28 dolar arasında oynuyordu. Şim­ di ise 19 dolara düşmüştür. Batı’nın hesaplarına göre petrol fiya­ tının her I dolarlık düşüşü ABD vergile­ rinde 7 milyar dolarlık bir indirime eşit­ tir. Yani ABD ekonomik yavaşlamadaki düşüşü durdurmak için bir yandan vergi indirimleri açıklıyor öte yandan da pet­ rol fiyatlarındaki düşme ile ikinci bir teş­ vik yapılıyor. “ Petrol fiyatlarındaki her 10 dolarlık düşüş ABD işsizlik oranını en az % I derece azaltmaktadır” diye hesap­ lanmış. (a.y.) Yani savaş petrol fiyatlarını aşağı çekerek dünya ekonomisinin can­ lanmasına hizmet etmektedir. Fiyatın düşmesini nasıl açıklamak ge­ rektir? Dünya ekonomisindeki yavaşla­ ma doğal olarak petrole talebi azaltacak­ tır. Bu birinci etkendir. İkinci etken olsa olsa savaşın Batı lehine gelişmesi ile bağ­ lantılıdır. Arap ülkeleri şimdiye kadar görüldüğü kadarıyla henüz daha ayaklanmamışlardır. Bölgedeki geri rejim ler ik­ tidarda durmaktadırlar. Yani petrolün


yeni bush dış politikası ve global savaş kontrolü bu açıdan Batı’nın elindedir. İ­ kinci etken bu olsa gerektir. Üçüncü etken yukarıda değindiğimiz Rusya faktörü olsa gerektir. Rusya pet­ rolü ile Ortadoğu petrolü bir arada ele alınsa büyük bir dünya gücüdür. Bu iki gurup aralarında petrolün fiyatı üzerin­ de yürütülecek politikalarda anlaşabilseler Batı açısından üstünden gelinmesi çok zor bir güç yaratırlardı. Bu Batı’ya vurulacak çok büyük bir darbe olurdu. Ve zaten Batı buna izin vermez. Rusya i­ le aranın düzelmesi bu açıdan önemlidir. Putin, Batı ya petrol fiyatlarını yükselte­ cek davranışlardan kaçma tavizi vermiş gibidir. Rusya bölgede belki askeri paza­ rını tutm uştur ama petrolde tekel oluş­ turmama tavizini de tanımıştır. Bunun anlaşılması petrol fiyatlarının düşmesine yol açmaktadır. Afganistan petrol ve doğalgaz açısın­ dan Rusya içinde önemlidir. Afganistan petrol ve doğalgazın güney pazarlarına yayılma noktasıdır. Afganistan’ı içine al­ mayan bir petrol politikası O rta Asya’da düşünülemez. Bir yandan savaşın Batı le­ hine gelişiyor olması öte yandan Rus­ ya’nın tavrı petrol fiyatlarını aşağıya doğ­ ru çekmiştir. Ve de bu Batı finans kapi­ talinin cebine giren bir paradır. Ama bu para yoksul Ortadoğu halk­ larının sırtından çıkarılmaktadır. Fiyat düşüşünün Irak petrolü hariç tutulursa Ortadoğu’ya maliyeti 36 milyar dolar o­ larak tespit edilmiştir, (a.y.) Demek ki savaş bu kadar parayı Ortadoğu ve Rus­ ya halklarının cebinden almakta ve pet­ rol tüketen ülkelere aktarmaktadır. Rusya aslında kendi burjuvazisine bir ta­ kım tavizler koparmak adına Ortadoğu halklarını satmıştır. Ayrıca yüksek petrol

fiyatı kendi ülke halklarına da gelir de­ mektir. Demek ki Rusya’nın diğer taviz­ lerden elde ettiği çıkarlar buradan elde ettiklerinden daha fazladır. Tercihini dünya finans kapitalinin çıkarlarından ya­ na yapmıştır.

3. Pakistan a. Sık değişkenlik T erör bahanesi ile saldırılacak bir ül­ kenin şimdiye kadarki dünya güçler den­ gesi içinde aldığı yer pek önemli değildir. Hangi örgütlenme içinde olduğu, diğer ülkelerle şimdiye kadar yaptığı anlaşma­ lar eski ABD çıkarları politikasındaki ko­ numu, dikkate alınmaz. Temel ilke ABD ’nin o günkü çıkarıdır. Pakistan’da olduğu gibi ABD’nin askeri diktatörlük dediği ve iktidardan gitmesi için baskı yaptığı bir ülke olabilir. Önemli değildir. ABD artık çok sıkışmıştır. Uzun dönem­ li planlar yapıp stratejiler tespit edip ona göre yaptırımlarla, belirli örgütlerle dış politika yapılmayacaktır. Sosyalizm ol­ madığına göre, onun tek stratejisi var­ dır. Bütün dünya pazarları. Buna bağlı a­ ni dönüşler yapabilen bir dış politika iz­ lenecektir. Güncel çıkarlar etrafında ö r­ gütlenmeler “ dostluklar” , ittifaklar oluş­ turulacaktır. Başka gün başka çıkarlar ve başka ittifaklar kurulacaktır. Eskiler terk edilecektir. Eski “ dostlar” bir anda “ şey­ tan” , eski “ şeytanlar” bir anda “ dost” o ­ labilirler. A rtık ABD “ dostu” olan hiçbir ülke kendisini kapitalizm içinde güvende hissetmemelidir. Yarın değişen çıkarlar çerçevesinde en azılı “ düşman” haline gelebilir. Üçüncü Dünya ülke burjuvaları artık bunun bilincinde ABD ile ittifak yapmalıdırlar. Eskinin sıkı müttefiki Pakistan sosya--------------------------------------------- 45 ----


— y o l--------------------------------------------lizm yıkıldıktan sonra 10 yıl içinde bir düşman haline geliyordu ki birden ulus­ lararası te rö r onu yine dost koltuğuna oturtuverdi. Sosyalizm varken Afganis­ tan da Rusya’ya karşı kullanıldı. Üstelik Osama bin Laden, Taliban gibi şimdi baş düşmanlarla birlikte Sovyetler’e karşı aynı ittifak içinde yer almışlardır. Pakis­ tan öte yandan bir de Bağlantısız Ülke­ ler lideri ve kurucusu Hindistan’a karşı da sürekli baskı aracı olarak müttefikti. Sovyetler’e karşı baskı için Afganistan varsa Hindistan’a karşı baskı için Keşmir Sorunu vardı. Berlin Duvarı yıkılınca ABD Afganis­ tan’dan çıktı. Çıkarları değişmeye başla­ dı. Hindistan pazarı daha cazip hale gel­ di. Birden yardımsız kalan yeni yetme Pakistan burjuvazisi yoksul halklarına dinden başka dağıtacak bir şey bulamadı. G ittikçe kendi aleyhine kullanılmaya başlayan bir Keşmir Sorunu ile politik ve ekonomik kullanılabilirliğini yitirmiş bir ülke olarak yoksullukla boğuşuyordu. Ta ki Afganistan, ABD açısından yeni çıkarları için kullanılabilecek bir politika eksenine oturana kadar. I I Eylül sonra­ sı Pakistan birden Afganistan’a açılacak savaş için önemli bir ülke oluverdi. Bush, Müşerrefe telefon edip ABD is­ teklerinin listesini iletti. Pakistan zorla, hile ile ABD cephesine geçmek, 180 de­ rece politika değişikliği yapmak zorunda kaldı. 140 milyon nüfuslu müslüman ve yıllardır Taliban’ı destekleyen bir ülke birden rotasını tersine döndürüp Tali­ ban karşısına geçmeye zorlandı. Halklar bir gün önce omuz omuza silah kullan­ dıkları insanlara birden silah çekmek zo­ runda kaldılar. Burjuva çıkarlarının vahşiliğinni, ilkesizliğinin ve hiçbir değer ta­ nımadığının güzel örneklerinden biridir.

__ 4 6 _____________________________

Halkların bu konu üstünde iyi düşünüp dersler çıkarması gerekmektedir. Aynı şekilde yarın bizlerden de dostumuzu öldürmemiz istenebilir. Böyle durumlar sınıflar savaşının çok yüksek olduğu an­ lara denk düşse gerektir. O zaman da ya düşmana boyun eğilir ya da kendi ilkele­ rinin doğrultusunda davranılır. Dostuna silah çekilmez. Ama bunun için çok sağ­ lam bir inanç gereklidir. Pakistan burju­ vazisinin elindeki din felsefesi, onu tek­ rar ABD piyonu olmaktan kurtaramadı. Sadece satış fiyatının pazarlığına yaradı.

b. Pazarlık Pakistan’ın dış borcu 36 milyar do­ lardır. Ulusal gelirinin %60’ı dış borç ö ­ demeye, %25’i orduya, geriye kalan %5’i de sosyal harcamalara kullanılır. (Ra­ kamlar Herald Tribüne, 15-16 Eylül ‘01) I I Eylül sonrası pazarlıklar başladı ve Pakistan IMF’ye olan borçlarının hepsi­ nin, sonra bir kısmının silinmesini talep etti. Diğer borçlu ülkelere yanlış örnek olur(!) gerekçesi ile kabul edilmedi, sa­ dece 40 yıla yayıldı. Faiz ödemeleri indi­ rildi. Nakit olarak da 800 milyon dolar verildi. ABD ve AB pazarlarında tekstil ve giyim malları kotaları kaldırılarak tica­ ret yolu genişletildi. Ayrıca bir destek verilmedi. Ama yaptırımlar kaldırılarak, ABD ’den silah alabilmesinin önü açıldı. Pakistan burjuvazisinin dostuna silah çekmesinin fiyatı işte bu kadarcıktır. Ya da dünya burjuvaları madden ve manen işte bu kadar yoksullaşmalardır. Pakistan’a politik değişiklik yaptırt­ manın maddi değeri ABD ve AB açısın­ dan nedir ki? Faiz oranlarının düşürül­ mesi, borcun 40 yıla yayılması ve 800 milyon dolar hiçbir şey sayılmaz. Ama


yeni bush dış politikası ve global savaş göze alınan riskler korkunçtur. ABD dış politikasının pragmatikliğinin vardığı noktaları gösterir. A rtık bunun bir dış politika olup olamayacağı, bu aldatmaca­ nın ne kadar sürebileceği tartışılır. Çok dar görüşlü, esneme yeteneğini yitirmiş, yalnız burnunun ucunu gören bir politi­ kadır. Pakistan’ın 180 derece bir dönüş yapması iç dengesini alt üst edebilir. Ta­ liban, Osama bin Laden bu halklar için peygamber düzeyinde insanlardır. Onla­ ra silah çekmesinin istenmesi Pakis­ tan’da patlamalara yol açabilir. Müşerref al aşağı edilebilir. Ülke bölünebilir. Bu bölgede apayrı güç değişikliği yaratır. Bölgede milyonlarca yoksul müslüman yaşamaktadır. Onların üstündeki etkisi ne olacaktır? Ortadoğu halkları zaten a­ yaktadırlar. Bölgedeki ittifak güçleriyle bir çözüm üretilememektedir. Şimdi bu saldırı, ve Pakistan ABD aleyhine denge­ yi daha da kötüleştirebilir. Gerçekten ABD çıkarları açısından daha zor günle­ re ulaşılabilir. Hayır, ABD artık bunları dikkate ala­ bilecek güçte değildir. ABD dış politika­ sı artık başka çözümler üretemiyor, el­ leri kolları bağlanmış ne pahasına olursa olsun bir yerlerden çıkış bulmaktan baş­ ka çaresi yok. İnce hesaplar yapamıyor, uzun bekleyemiyor, esnekliği yok. Çok kabalaştı. Çok vahşileşti. Silah gücü ile her şeyi çözebileceğine inanıyor. Başka ilkesi, değeri kalmadı. Demokrasi, insan hakları, özgürlük umurunda değil. Dikta­ tö r dedikleriyle işbirliği yapıyor. Dikta­ törlükler kuruyor. İnsanları katlediyor. A rtık üstünü örtüp bunları saklamaya gerek görmüyor. Vakti de yok zaten. Şimdi savaş artık Afganistan toprak­ larında sürüyor. Yani artık Batı’mn Taliban’a direkt saldırabileceği bir kara par­

çası var. Askeri araçlarını buraya getire­ bilirler. Burada üslenebilirler. Bu şu de­ mektir. Pakistan üç ay önceki stratejik değerini kaybetmiştir. Batı güçlerinin kendi toprakları vardır. Pakistan’a bu anlamda ihtiyaçları kalmamıştır. Şimdi ne yapacaktır Pakistan burjuvazisi? Ancak sorun ihtiyaç olup olmaması­ nın ötesindedir. Taliban Paştun aşiretin­ den gelmektedir. Bu aşiretin bir yarısı Afganistan’da ise diğer yarısı Pakis­ tan’dadır. En başta Taliban’ın yenilmesi bu aşiret için kolay unutulur bir şey ol­ mayacaktır. Aşiret Afganistan içinde ye­ nilse bile Pakistan’da varlığını sürdür­ mektedir. Bu nedenle ABD yeni kurula­ cak hükümete Paştun aşiret liderlerin­ den birini getirmeye çalıştı. Ama bunlar ne dereceye kadar genel Paştun halkının istediği doğrultuda gelişecektir? Ve ge­ rilla savaşı sürdürülme ihtiyacı duyula­ cak mıdır? Böyle bir olası durumda Pa­ kistan eğer bölünmekten kurtulursa ku­ zeyi yeni gerilla savaşının arka cephesi olacaktır. Ve bunun Pakistan için hiçte arzulanan bir şey olmayacağı açıktır. Bu durumda da Pakistan sürekli iç karışık­ lık, baskı ve zulmün yaşandığı bir ülke o ­ lacaktır. Son gelen haberlerde Taliban Kandahar’da teslim olmaya karar verdi. Ama henüz ne kendisinden ne de Osa­ ma bin Laden’den haber vardır. İkisinin de Pakistan içlerinde olduğu söylentileri yaygındır. Böyle bir durum gerilla savaşı­ nın başlayacağı şeklinde yorumlanabilir ki bu da Pakistan’ın işini hiç kolaylaştırmamaktadır. Ayrıca böyle bir gerilla sa­ vaşı Pakistan bütçesine yeni yük demek­ tir. Sonuçta Pakistan aynı bizim Körfez Savaşı’nda kaybettiğimiz gibi Afganistan Savaşı’nda kaybedenler hanesinde ola­ caktır.

____________________________ 47 ------


— yol

c. Diktanın artması Bu savaş A BD ’nin Üçüncü Dünya Ül­ keleri üzerinde oynayacağı yeni oyunla­ rın ip uçlarıyla doludur. Pakistan bir gün içinde taraf değiştirtildi. Dostuna silah çekmeye zorlandı. Pakistan dini anlayışı ayaklar altına alındı. Taliban ve Osama bin Laden’e saldırı ile Pakistan burjuvazi­ sinin din arkasına saklanması olanağına darbe vuruldu. Pakistan halkı günlerce camilerde buluştu. Dini liderler fetvalar verdiler. Cihata davet ettiler. Yığınla Pa­ kistanlI Afganistan’a savaşa gitti. Pakistan Devlet Başkanı Müşerref dini liderleri ev hapsinde tuttu. Dini parti liderlerini tu­ tuklattı. Kimisi de yer altına çekildiler. Şimdi bu Pakistan burjuvazisi açısından yeni bir olaydır. ABD yeni çıktığı yolda müslüman ülkelerde dinin kullanılış biçi­ mine savaş açmıştır. Pakistan bundan sonra siyasetten dini temizlemek zorun­ da bırakılmaktadır. İslam dini artık ABD ve burjuvazinin arkasına gizlendiği bir i­ deoloji olmaktan çıkarılmalıdır. Çünkü ABD ’nin din silahı geri tepmiştir. Ama öte yandan bunu düşmanı ilan ettiği için de ayrıca beslemek gibi çirkeflikler de kendisinden elbette beklenmelidir. Pakistan bu konuda kendini hazırla­ maktadır. A rtık dini partilerin kapatıl­ masına başlanacaktır. Yeni bir anti-terör yasası hazırlanmaktadır. “ Yeni yasa ve Batı’nın yardımı ile ülkede etnik uçlara ve İslâmî guruplara saldırılacaktır. Ada­ let Bakanlığı, ABD ve AB ile Japonya kolluk kuvvetleri Pakistan'daki meslek­ taşlarına bu konuda profesyonel eğitim veriyorlar. Ayrıca modern teknikle takip etme, iz sürme için gerekli teknik yardı­ mı sağlayacaklar. Asya Kalkınma Bankası 3 yıl içinde bu konuda 320 milyon dolar kredi açma sözü verdi.” (Financial Ti­ __ 48

mes, 03 Aralık ‘01) Yani şimdi Pakistan halkına saldırı artacaktır. Batı, birkaç ay önce diktatör diye suçladığı bir iktidarın daha da diktatörce davranabilmesi ve daha sertleşebilmesine işbirliği yapmak­ tan en ufak bir utanç duymamaktadır. Pakistan halklarının Batı’nın bu iki yüzlü­ lüğünü iyi görmesi gerekmektedir. ABD’nin Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırı oyununun bir unsuru ile daha karşı karşıyayız. Üçüncü Dünya ülke burjuva iktidarları muhalefetleri bastır­ mak için çeşitli yollar deniyorlardı. Ve de bunları bizzat ABD’ye karşı da pazar­ lık gücü olarak kullanıyorlardı. A B D ’de bu kendi desteğinde olacak iktidarların ayakta durmalarına yardım edemiyordu. Ancak şimdi uluslararası te rö r bahanesi ile böyle yardımları da yapabilecektir. Kolluk kuvvetlerinin eğitimi, halk örgüt­ lenmelerinin daha iyi izlenmesi ve ele geçirilmesi konusunda danışmanlık ve kredi. Dünya Bankası ve IMF yeni dö­ nemde neden bu tü r işlere kredi açma­ sınlar? Zaten iki kurumun kendilerine yeni işlerlik bulmasından kastettiği bu olsa gerektir. Yani ABD kendi çıkarları­ na hizmet edecek iktidarların ayakta du­ rabilmesine madden destek verme ge­ rekçelerini bulmuştur. Ve de bunların neler olabileceğini tespit etmiştir. Sonuç olarak, Pakistan burjuvazisi e­ lindeki din ideolojisi ile ABD piyonluğunu birleştirince ülke fahişe gibi olmuş­ tur. Dünya güçler dengesinin neresinde duracağı belirsiz hale gelmiştir. Oradan buraya sallanmaktadır. Bunun ülke için­ de krizler doğurması kaçınılmazdır. Pa­ kistan’ı çok karışık günler beklemekte­ dir. Elbette bu yoksul halkların daha çok ezilmesi, aç kalması, ölmesi anlamında­ dır. Yeni te rö r yasaları da bu süreci da-


yeni bush dış politikası ve global savaş__ ha acılı hale getirecektir. A BD ’nin uluslararası ittifaklar politi­ kası Üçüncü Dünya Ülkesi halkları açı­ sından daha çok acı demektir. Onlar burjuvalarının arkasına takıldıkları süre­ ce, yalnız madden değil manen de ölüm­ lerden ölüm beğenmek zorunda kala­ caklardır. Küresel soygunun vardığı bo­ yut ve şiddet, kapitalist merkezleri buna zorlamaktadır. Ama zorladıkça da onları altından kalkılmaz noktalara itmektedir ve halk güçlerine dünya gerçekliğini can­ ları pahasına da olsa öğretme işlevi gö­ recektir. Bu, kapitalizmin dış politika o­ lamayacak ideolojilere düşmesidir, onla­ rın çözümsüzlüğünün son konağıdır. D i­ leyelim ki halklar en az acı ve ölümle bu dersleri bir çırpıda kavrayıversin. Tek bir Pakistan deneyi yetsin. Konvoya ni­ yetlerdeki gibi yeni ülkeler katılmasın.

BÖLÜM 5 NEDEN AFGANİSTAN? ABD uluslararası teröre karşı savaş için neden Afganistan’ı seçmiştir? Bunun çeşitli nedenleri vardır. Elbette görünür­ deki neden I I Eylül’ün sorumlusu oldu­ ğu iddia edilen Osama bin Laden ve ö r­ gütü El Kaide’nin burada üslenmiş olma­ sıdır. Ama bu aslında ABD’nin bölgede­ ki çıkarlarını arkasına gizlediği bir para­ vandır. Bize göre Afganistan’ın seçimin­ de bir yığın başka etken vardır.

I. Ekonomik nedenler Afganistan coğrafi olarak Asya kıtası­ nın ortasındadır. Asya kıtası ABD için hayati derecede önemli bir kıtadır. Eski­ den örneğin Avrupa çok önemliydi. Ö ­ zellikle sosyalizmin varlığı ve en temel

rakiplerinin AB ülkeleri olması açısından ABD stratejik hedeflenişini birincil ola­ rak bu kıtaya göre planlamaktaydı. Sos­ yalizmin yıkılması ve küreselleşme, As­ ya’yı ABD’nin birincil önemli kıtası yap­ mıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Asya kıtasını Afganistan’ın coğrafi konu­ muna uygun olarak belli başlı d ö rt gurup halinde incelemek uygundur. Afganis­ tan’ın kuzeyi, doğusu, güneyi ve batısı o­ larak.

a. Kuzey Burada Rusya ve sosyalizmin eski ül­ keleri Stans’lar vardır. Feodal özellikleri­ ni pek yitirmemişlerdir. Aynı Afganis­ tan’daki gibi kapitalist ilişkiler gelişme­ miştir. Kapitalizm açısından pazar olma­ ya adaydırlar. Zengin petrol yatakları vardır. Petrolün ve doğal gazın güneye açılım noktasında da Afganistan durmak­ tadır. Afganistan’ı geçemeyen bir petro­ lün hiçbir değeri yoktur. Rusya bu ne­ denle 20 yıl burada savaşmak zorunda kalmıştır. Aynı stratejik neden Batı açı­ sından da geçerlidir. Buradaki petrolle­ rin çoğunun üstünde şimdi Batı tekelleri şöyle ya da böyle Batı petrol şirketleri oturmaktadırlar. Ve de savaş sonrası Batı’nın yürüttüğü savaş biçimi ve ittifak­ lar politikası petrol fiyatlarının düşmesi­ ne yol açmıştır. Ayrıca bölge önümüz­ deki günlerin pazar olarak gelişecek ül­ keleridir. ABD kendine buralarda etki aianı ve yer ayarlamaktadır. Ayrıca Rus­ ya’ya yakınlığı da çok önemlidir. Afganis­ tan kuzey açısından önemlidir.

b. Doğu En başta dünyanın en önemli pazarı 1.5 milyar nüfusuyla Çin Afganistan’ın

49 ----


— y o l-------------------------------------------doğusundadır. Ve de yukarıda değindiği­ miz gibi şimdiki dünya krizinde ekono­ misi gelişmesini sürdüren iki ülkeden bi­ ridir. Kalkınma hızı belki eskilerin %12’lerinde değildir, ama son tahminle­ re göre %8’lerde seyretmektedir. Çin D T Ö ’ye yeni gireceği için sömürülmeye yeni açılacak sayılabilir. Kesinlikle ABD ’nin kaçırmak istemeyeceği bir pa­ zardır. Ancak Çin çok zorlu bir pazardır. Dünyanın en kalabalık ülkesidir. Toprak­ ları da çok büyüktür. Şimdi D T Ö ’ye gi­ rince ucuz işgücü komşu ülkeler açısın­ dan sorunlar yaratacaktır. Onun malları ile rekabet etmek zorlaşacaktır. Çin’in i­ ki komşusu Batı’nın en büyük müttefik­ leridir. Japonya ve Güney Koıe Bu ül­ kelerin içinde bulunduğu durum ABD’nin Afganistan’a çıkartma yapması­ nı çıkarlar açısından zorunlu yapar. Ay­ rıca pazar oluşu dışında Çin politik açı­ dan da kapitalizmin sürekli kontrol et­ mek istediği, baskı altında tutmak zo­ runda olduğu bir ülkedir. Gelecek dün­ yada, hele DTÖ içinde Çin’in ne yapaca­ ğı Batı açısından korkuyla beklenmekte­ dir. Üçüncü Dünya Ülkeleri muhalefeti­ ni örgütlemesinden korkulmaktadır. Ke­ sinlikle ABD, Çin’e baskı yapabileceği bir yerlerde sıkı durmak zorundadır. En uygun yer de Afganistan’dır. Japonya eski günlerinde olsaydı belki ABD Afganistan’a böyle bir müdahaleyi bir kez daha düşünebilirdi. Japonya yakın geçmişe -kadar kapitalizmin ikinci büyük ekonomisiydi, şimdi ise çökmenin eşi­ ğindedir. Kelimenin tam anlamı ile ayak­ ta zor durmaktadır. İşsizlik yükselmekte ve fiyatlar, düşmekte ve buna karşın ta­ lep artmamaktadır. Uzmanlar bu düşüşü ABD’nin 1933 krizi ile karşılaştırmakta­ __ 50 ______________________________

dırlar. (Financial Times, 14 Kasım ‘01) A rtık ekonomiyi kapitalist yöntemlerle kurtarma çareleri tıkanmıştır. Ve bu ABD ve kapitalizm açısından çok ciddi bir sorundur. Dünya halklarına parmak­ la gösterilen örnek ülke ekonomisi çök­ mektedir. Hem de “ ne yazık ki” kapita­ lizmin bu ülkeyi kurtarmak için çaresi yoktur. Kapitalizm bölgede korkunç bir itibar kaybı ile yüz yüzedir. ABD, mutlak bölgede bizzat bulunmak zorundadır. İkinci olarak Japonya bölgenin jan­ darmasıdır. A B D ’nin Batı’nın en büyük müttefikidir. Desteğidir. A rtık Japonya kapitalizme hele günümüz koşullarında destek vermekten çok köstek olabile­ cek bir ülke konumundadır. İçeride de anti-kapitalist hareket çok yüksektir. ABD Japonya’dan yardım İşleyemeye­ cektir. Kapitalizm açısından geleceği beklenen zorlu günlerde Japonya’dan bir yardım beklemek saflık olacaktır. ABD kendi başının çaresine bakmalıdır. Japonya’nın dışında ABD’nin ikinci büyük desteği Güney Kore’de çok sıkış­ mıştır. Krizin birinden çıkıp diğerine gir­ mektedir. Bush’un tüm uyarılarına rağ­ men Kuzey Kore pazarına bir can simidi gibi sarılmış duruyor. Kuzey Kore paza­ rı ile kendine bir açılım yaratmaya çalış­ maktadır. Yani Bush politikasının I I Ey­ lül öncesi kararsızlık dönemini sömür­ mektedir. Ö te yandan Güney Kore Çin’i kendisine büyük bir tehlike olarak görmektedir. Çin’e karşı ABD ’yi yanına istemektedir. Ama içindeki Anti-amerikancı hareket, hareket kabiliyetlerini sı­ nırlamaktadır. Açıkçası ABD ’nin bölge­ deki çıkarlarına hizmet etme güçleri yoktur. ABD Asya kıtasında nerede du­ racaktır? Nereye tutunacaktır? Afganis­ tan işte Çin’e yakınlığı açısından da çok


yeni bush dış politikası ve global savaş önemlidir.

c. Güney Pazar olarak baktığımızda Afganis­ tan’ın güneyinde Çin kadar önemli bir Hindistan pazarı bulunmaktadır. Ekono­ misi Çin kadar olmasa da ABD açısından çok önemli bir pazardır. Ayrıca Hindis­ tan eski Bağlantısız Ülkeler lideri olma­ sının verdiği özellikleri zaman zaman kullanmaktadır. Örneğin D T Ö ’nün son toplantısında Hindistan, Brezilya ile bir­ likte Batı’nın gümrük duvarlarını indir­ mesini yeni bir toplantı için şart koştu. Batı’ya karşı muhalefet örgütledi. Şimdi D T Ö ’ye Çin de girdi. İki ülkenin muha­ lefeti ABD ve AB açısından büyük so­ runlar yaratacaktır. Hindistan’a sırf Keş­ m ir’den baskı yapmak yetmez hale gele­ bilir. ABD bizzat kendisi burada bulun­ mak zorundadır. Afganistan bu açıdan da önemlidir. Bütün bunlara Güney Asya ülkelerin­ deki ABD üslerinin teker teker iç muha­ lefetler ile kapatılmak zorunda kalışını da eklersek Afganistan’ın ABD için stra­ tejik önemi ortaya çıkar. Sonuçta Asya pazarı çok büyüktür, a­ ma riskler de o kadar yüksektir. Ne pa­ hasına olursa olsun ABD bu üç devin, Rusya, Çin ve Hindistan’ın bulunduğu a­ landa daha aktif bir şekilde durabilmelidir. Asya’daki müttefiklerin kendilerine bakacak hali yoktur. ABD’nin burada a­ yağını basabileceği bir üsse hem de ba­ yağı güçlü bir üsse ihtiyacı vardır.

2. Sınıflar Savaşı “ 1998’de günde I doların altında ge­ lirle yoksulluk seviyesinde yaşayan 1.2

milyar insanın 522 milyonu Güney Asya, 291 milyonu Afrika kıtasının, ortasında ve 278 milyonu Güney Amerika’da bu­ lunmaktadır. Güney Asya ve Afrika’da yaşayan yoksulların genel nüfus içindeki oranı sırasıyla %40 ve %46’dır.” (Finan­ cial Times, 20 Aralık ‘00) Asya kıtasının güneyinde 522 milyon yoksul var. Ve de toplam nüfusun %40’ını oluşturuyorlar. Ayrıca bunlar yoksulun yoksulu halklar. En yüksek gelirli %10’u bir yana bırakır­ sak geri kalan halkın %50’si de yoksul halklardır. Birkaç on yıllık kapitalist sö­ mürünün bölgeye getirdiği rakamlar budur. Bunun anlamı bölgedeki sınıflar sa­ vaşının yüksekliğidir. Kapitalizmin içine girdiği krizle bölgede sınıflar savaşı daha da yükselecektir. Yani Asya kıtası hem yeni pazarlara hem de eski pazarlardaki sınıflar savaşının yükselmesine gebedir. ABD burada olmak zorundadır. Hem de bütün ittifak güçleriyle. Asya kıtasının güneyini şöyle bir dü­ şünelim. Çin’in güneyinden, en doğudan, Pasifik Okyanusu kıyılarından başlayalım. Malezya, Filipinler ve 120 milyonluk En­ donezya kapitalizmin bir zamanların me­ darı iftiharı Üçüncü Dünya Ülkeleri’ydi. 80’li yıllarda ABD Çok Uluslu Şirketleri (ÇUŞ) elektronik, oyuncak vs. sanayile­ rini burada kurup ucuz emekle milyar­ larca dolar devşirdiler. 1998 krizi ile de iflas ettiler. Binlerce ada halkı ayaklan­ mış, iktidarı dinlemiyorlar. Debelenip duruyorlar. Afganistan Savaşı’na altların­ daki müslüman hareketin yükseleceği ve iktidarda duramayacakları gerekçesiyle kesinlikle açıkça karşı olduklarını açıkla­ dılar. Filipinler’de Ebu Sayyaf müslüman hareketi Afganistan olayları sonucunda ayaklandı. ABD 15 tane danışman yolla­ dı. Ama Ebu Sayyaf ellerindeki 10 ABD ’li

------------------------------------------- 51 ------


— y o l-------------------------------------------tutukluyu öldürme tehdidi yapınca çekip gittiler. Şimdi Filipin hükümetine 100 milyon dolarlık askeri araç gereç verildi. Kamboçya, savaşın acılarından kur­ tulmuş değil. Biraz kuzeybatıda 140 mil­ yon nüfuslu Asya'nın en yoksul ülkesi Bangladeş var. Batı bu ülkeyi unuttu. Daha batıda yine 140 milyonluk Pakistan ve Afganistan. Keşmir çıbanını hatırlata­ lım. Batıya devam edelim. Irak, İran ile Ortadoğu’ya geliriz. Görüldüğü gibi As­ ya’nın güneyinde Filipinler’den başlayan Ortadoğu’ya kadar uzanan bir alan şerit halinde yoksulluk ve sınıf savaşları alanı­ dır. Hatta Mısır’la birlikte Afrika kıtasına geçebiliriz. Cezayir, güneyde kıtanın en kalabalık ülkesi Nijerya ve daha doğuda Sudan, Etiyopya, Kenya, hepsi artık yok­ sulluğun bastırılamayacak derecede art­ tığı ülkelerdir. Ortadoğu’da artık olaylar İsrail’in baş edemeyeceği kadar yükselmiştir. Bölge­ de A B D ’nin en yakın müttefiki Suudi A ­ rabistan ve Mısır’da sınıflar savaşı yük­ sektir. Suudi Arabistan’da kral hastadır. Taht varisi Abdullah İran yanlısıdır. ABD bazı Suudi şirketlerin finans kaynakları­ nın dondurulmasını istedi. Ama Suudi A ­ rabistan bunları bile yapamadı. Bu şir­ ketlerin yardım kurumu olduğunu savu­ nuyor. ABD Suudi Arabistan’ın kendi yörüngesinden çıkması durumunda ne yapacağını tartışıyor. Ayrıca bu savaş petrol fiyatlarının düşmesi ile birlikte ik­ tidardaki gücünü daha da sallamaktadır. Petrodolar akışı azaldıkça sosyal harca­ malar kısılmakta, Suudi’ler kemerleri sıkmak zorunda kalmaktadırlar. İşsizlik yükselmiştir. Nüfusun çoğunluğunu o­ luşturan gençler ABD emperyalizmine karşı sokaklarda müthiş bir baskı oluş­ turmaktadırlar. Ayrıca Afganistan’da yı­

ğınla Suudi genç vardır. Osama bin Laden’in kamplarında eğitim görmekteydi­ ler. Bu kamplar bir zamanlar Suudi des­ teği ile açılmıştır. Suudi uçakları bu gençleri kendi elleriyle bedava bu kamp­ lara göndermiştir. Şimdi bu eğitimli gençler ülke içindedirler. Ve Suudi Ara­ bistan’da yarın ne olacağı belli değildir. Sınıflar savaşı Mısır’da da farklı değil­ dir. Yani ABD, Ortadoğu’da tutunduğu dallarını her geçen gün kaybetmektedir. Şimdi Suudi’siz bir ABD etkinliği nasıl sağlanacak tartışmaları vardır. İran’ın ö ­ nemi artmaktadır. ABD Ortadoğu’da eski politikalarını yürütemez durumda­ dır. Onun politikaları iflas etmiştir. Aca­ ba bölgede AB politikası, Filistin’e daha yakın bir politika denemeli midir? Bu a­ şamada Filistin Devleti’nin kurulma tavi­ zini vermek uygun düşebilecektir. Evet bu uygundur. AB Ortadoğu politikası ve Filistin Devleti. Sonuçta, Asya kıtası kapitalizm için bir yandan hayati derecede önemli yep­ yeni pazarlardır, diğer yandan eskinin yüksek sınıflar savaşı alanıdır. Kıtanın bir yanı onlarca yıldır sömürülmenin tüm a­ cılarıyla kıvranmakta, diğer yanı sömü­ rülmeye yeni katılmaya hazırlanmaktadır. Afganistan bu iki çelişkinin at başı gittiği bir yerin ortasındadır. ABD ve AB açısından çok önemlidir. Bizzat kendi özgücü ile burada durması hayati önem taşır.

3. Din İdeolojisi Sınıflar savaşının yüksek olduğu bölge nüfusunun büyük bir çoğunluğu müslü­ man ülkelerdir. Endonezya, Malezya müslüman ülkelerdir. Filipinler iktidarına baş kaldıranlar müslümandırlar. Bangla-


yeni bush dış politikası ve global savaş deş, Pakistan ve gerisi müslümandırlar. Yani sınıflar savaşı burada İslam ideoloji­ sini kullanarak yükselmektedir. Eskiden sosyalizmin gördüğü işlevi şimdi İslam görmektedir. Kapitalizm sınıflar savaşını arkasına gizleyeceği bir düşman arar. O düşmanla varlığını sürdürür. Şimdiki düşman da İslam’dır. Ama ne yazık ki İs­ lam’ı sosyalizm gibi kullanamaz. En başta sosyalizm açıktan düşmanı olabilir, çün­ kü o kapitalizmin üstüne kurulacak, on­ dan daha gelişkin bir sistem olduğunu savunmaktadır. Oysa din feodalist siste­ min ideolojisidir. İslam dini en gelişkin en son gelen dindir. Ve şeriat yasası ile manevi bir inanç olmanın ötesinde eko­ nomik sistem özellikleri de taşır. Ve ka­ pitalizm feodalizmin içinden çıkarken dinle barışmıştır. Burjuvazi feodalizme baş kaldırırken dini ilerici bir araç olarak kullanmış, sonra kendisi iktidar olunca da sömürüsünü onun arkasına gizlemiş­ tir. Böyle olunca hem İslam’a yoksul halkların ideolojisi olarak saldırmaktadır hem de saldıramamaktadır. Afgan Savaşı bu çelişkilerle yürütülmektedir. Osama bin Laden ve El Kaide hare­ keti 1980’lerde Afganistan’ı Sovyet işga­ linden korumak için gerekçe arayışından doğdu. ABD yoksul halkları sosyalizme karşı örgütlemek için İslam dinini kullan­ dı. Sola bir baraj olarak düşündü. Dini yorumlamada Suudi krallığına destek verdi. Pakistan’da yaptırım gücü olarak kullandı. I980’li yıllarda yoksulluk bölgede arttıkça sosyalizmin yayılma tehlikesin­ den korkuluyordu. Buna karşı dövüşülmesi için ABD, müc^hitin güçlerini böl­ gede destekler. Osama bin Laden ve ar­ kadaşları, Suudi Arap gençleri Afganis­ tan’da Ruslar’a karşı dövüşmeye gitme­

ye örgütlerler. “Araplar için Afganistan bir üniversite gibidir. Orada yeni bir ide­ oloji ve düşünce okulu vardır. Tüm si­ lahlı direnişin buluşma noktasıdır. Tüm İslam direnişçileri Afganistan’da buluşur­ lar.” (Financial Times, 28 Kasım ‘01) Osama bin Laden’in görüşü olan Vahabilik 18 yy. yenilenme akımıdır. İslamın saf bozulmamış şekline dönüş özle­ midir. Din, ülkenin tüm kurumlarına ya­ yılır, yani şeriat sistemi kurulur. Eğitim­ den, yürütmeye hep İslam kuralları işler. Laden yoksullaşma sorununa politik ve ekonomik olarak bakar. Sonra onu dini çerçeve içinde açıklar ve yorumlar. La­ den günlük yaşamında bastırılan ve kurbanlaştırılan insanlara seslenir. Bu genel­ likle genç Araplar olur. Sorun çürümüş o to rite r Arap hükümetleri, ABD ve onu destekleyen Batı dünyasıdır. Bu nedenle İslam’ın tehdit altında olduğu bir dünya­ da yaşadığımızı savunur. Onu savunmak hem hakkımız hem de görevimizdir der. Cihat açar. Sofi bir anlayıştır. Önüne materyalist bir hedef değil, manevi bir hedef koymaya çalışır. Kapitalist toplu­ mun pisliklerine karşı tepkiyi yoksullu­ ğun açılımı, boşalımı yapar. Moral değe­ ri, manevi ahlaki- değeri, güncel maddi değerlere karşı savunur. Afganistan’dan Sovyetler’in çekilmesi ile birlikte ABD’nin de Osama bin Laden ve El Kaide’nin arkasından çekildiği söy­ lenir. Desteği çekilince asıl yoksul halk­ larla buluşuldu. Bu kez hareket ABD ’ye karşı cephe almaya başladı. Küreselleşme ve yoksulluğun yayıl­ ması ile birlikte El Kaide örgütü ulusla­ rarası bir düzeye sıçrar. Küreselleşme de insanları birbirine bağlar. Acıları aynılaştırır. Sorunları aynılaştırır. El Kaide


— yol kamplarına Filipinler’den Suudi Arabis­ tan’a, Sudan’dan, Somali’ye kadar çeşitli ülkelerden gençler gelirler ve militan e­ ğitim görürler. Sonra uluslararası yerler­ de dövüşürler. Bosna’da, Çeçenistan’da, Keşmir’de dövüşlere katılmışlardır. Suu­ di Arabistan ve Mısır, bu radikal islami hareketi yasaklamışlardır. Osama bin Laden ve örgütü El Kaide çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. ABD ve Suudi Arabistan destekli doğan örgüt başta sosyalizme karşı dövüş için kullanılmıştır. Çeçenistan’da da Rusya’ya baskı olarak kullanılmıştır. Çeçenis­ tan’da halkları ezdiği, katlettiği gerekçe­ si ile Rusya çeşitli Batı baskısı ile karşı karşıya kaldı. Hatta oranın Afganistan’laşmasına bir ara ramak kaldı. Aynı şekilde Keşmir’de Hindistan’a karşı bir baskı yapılır. Osama bin Laden’in bu ey­ lemleri, örgütün arkasında bir ABD, bir Batı parmağı olduğu şüphesini doğur­ maktadır. Ama Osama bin Laden’in başka bir takım Anti-Amerikancı olayların da al­ tında olduğu bizzat ABD tarafından iddi­ a edilmektedir. I993’te örneğin, şimdi I I Eylül’de saldırılan Dünya Ticaret Merkezi’ne bu kez alttan bomba konul­ muştur. I996’da Suudi Arabistan’da ABD üssüne saldırı ve 19 ABD askerinin ölümü. I998’de Kenya ve Tanzanya ABD elçilikleri bombalanması ve 100’lerce kişinin ölümü. I999’da Los Angeles havaalanına saldırı komplosu. 2000’de Yemen’de ABD askeri gemisine saldırı. Ve son I I Eylül saldırısı. Bütün bu saldırılar ABD ’ye karşıdır. Ve saldı­ ranlar müslümandır. ABD’ye düşman o ­ lan bir yoksul, müslüman bir örgüt var­ dır denmektedir tüm dünyaya. İslam’a karşı bir kapitalist cephesi, bir ittifak o­ __ 54 ______________________________

luşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak aynı örgütün hem ABD eliyle kurulmuş ol­ ması ve son zamanlarda ABDaleyhine kullanılması akıllarda soru işaretleri bı­ rakmaktadır. Sosyalizme karşı cephenin olmamasından sıkıntı çeken ABD ’nin böyle bir cepheyi kolayca kendi eliyle o ­ luşturabileceği düşüncesi akıllara elbette gelmektedir. Sanırız bunlar bir gün ka­ ranlıktan gün ışığına çıkacaktır. Hem de yakın zamanda. Hangi hileler, hangi yollar kullanılırsa kullanılsın sonuç olarak Asya kıtası ABD kapitalizmi için kelimenin tam anlamı ile çok hayati bir alandır. Rusya, Çin ve Hindistan gibi üç dev yıllardır göz diktiği pazarlardır. Bu pazarlara ulaşmak için bölgede Hong-Kong, Singapur, Tayvan gibi vitrinler yaratmıştır. Şimdi sosyaliz­ min yıkılmasından beride bu pazarlara girme işine başlamıştır. Ama ne yazık ki tam bu noktada eski girdiği alanlarda yıl­ ların sömürüsü geri tepme momentine girmiştir. Yoksulluk dayanılmaz hale gel­ miş ve sınıflar savaşı yükselmiştir. ABD eliye İslam’ın kullanılış biçimleri de tıkanmaktadır. ABD’ye duyulan öfke­ yi uyuşturma aracı olarak kullanmak da işe yaramamaktadır. Ya da şaşırabilece­ ği bir düşman olarak İslam’da çok kulla­ nılabilecek bir m otif değildir. Sanırız A f­ ganistan olayları ile artık bu ikili kullanı­ lış bir sona ulaşacaktır. A rtık halkların öfkesi din yorumlaması içine ABD em­ peryalizmini de almıştır. İran’ın mollala­ rının ülke politikası haline getirdiği, Irak’ta katmerlenen bu olgu Afganis­ tan’da doruk noktasına çıkmıştır. Tüm İslam dünyası yoksulluklarının gerekçe­ sini ABD emperyalizminde görmekte­ dirler. Ve artık şiisi, sünnisi bu savaşla birleşmektedirler. İran şiileri, Suudi sün-


yeni mısn aış p u ıııiM M »c gıuu nileri A BD ’nin Afganistan saldırısına kar­ şı aynı görüşü taşımaktadırlar. Bunlara Filipinler’den Nijerya’ya, Sudan’a kadar pek çük yerden destek gelmektedir. ABD bir yandan kendi saflarını birleştir­ meye çalışırken yoksul halklar da kendi cephelerini sıklaştırmaya çalışmaktadır­ lar. I I Eylül ve Afganistan saldırısı iki cephenin sıkılaşmasına bir hizmet anla­ mına gelmektedir.

Afganistan Savaşı Batı’nın Afganistan saldırısı, asıl çıkar gerekçelerinden arındırılır ve olaya Batı ittifak güçleri ve Afganistan arasındaki savaş olarak bakılırsa çok komik, elbet­ te trajikom iktir. Bir devle böceğin sava­ şı gibidir. 21. yüzyıl teknikli ülke 19. yüz­ yıldan kalma teknikli ülke ile savaşmak­ tadır. ABD uçakları bomba atmaya de­ ğer bir yapı bulamadılar. Milyonlarca do­ lar değerindeki füzeler mağara girişleri­ ni, eşekleri bombalamak zorunda kaldı. Bu kadar yoksul bir ülke koskoca bir de­ vi ancak bu kadar korkutabildi. ABD’nin tüm silah gücü komik hale geldi. Afganistan 20 yıldır savaş koşulların­ da yaşamaktadır. İki sistem bu ülkede bi­ lek güreşi yaptılar. Sonra kapitalist güç­ ler dengesinin savaşı halini aldı. Çeşitli a­ şiretler çeşitli güçler tarafından destek­ lendiler. Afganistan’da kapitalist ilişkilerin se­ viyesi, hala aşiret yani feodalizmden kal­ ma ekonomik yapıyı ortadan kaldırama­ mıştır. Kapitalist üretim tarzı ve ilişkile­ ri aşiret yapısı içinde gelişmiştir. Yani bi­ zim gibi Üçüncü Düny^ Ülkeleri’nde na­ sıl kapitalizm feodal aşılı ise, hala ağalıkbeylik makamının yeri varsa aynen Afga­ nistan’da da böyledir. Feodal kurum, a­

şiretler birbirleriyle bu bağlamda yerel pazar savaşına girmişlerdir. Taliban’ın i­ çinden çıktığı Paştun aşireti ülke nüfusu­ nun %40’ını oluşturan en büyük gruptur. Arkasından Tacik aşireti, sonra Hazara ve Almak aşiretleri, Özbekler ve daha küçük aşiretler gelirler. I I Eylül öncesi Taliban güçleri Batı İttifakı adını alan di­ ğer güçleri ülkenin en kuzeyine sıkıştır­ mış ve yenmek üzereydi. Savaşı bu noktadan alırsak üç dönem olarak incelemek mümkündür. I. dö­ nem, ABD ve müttefik güçlerin Afganis­ tan’da bombalanmaya değer olacak her şeyi bombaladığı hava saldırısı dönemi. Bir aya yakın sürmüştür. Savaşı kazan­ mak açısından herhangi bir etkisi olma­ mıştır. Bağdat da, Belgrat da böyle bir ay bombalanmıştı. Bir sonuç alınamamıştı. Daha geri bölge Afganistan’da bombala­ rın etkisi daha da azdır. Ve Batı güçleri arasında huzursuzluk çıkmış ve ilk çat­ laklar kendini göstermiştir. AB güçleri muhalefete başladılar. Hümaniter yar­ dımlar ulaşamayacaktı. İnsanlar ölecekti. Ramazan başlayacaktı. Ramazan’da saldı­ rı devam etsin mi, etmesin miydi? A vru­ pa kamuoyu buna duyarlıydı. ABD bas­ kıya alındı. Böylece savaşın ikinci dönemine ge­ çildi. Taliban’la zaten savaşta olan Kuzey İttifak (Kİ) güçlerinin önü bombalanma­ ya başlandı. Böylece Kİ askeri güçleri saldırıya geçtiler ve çok hızlı bir şekilde Afganistan’ın kuzeyine yayıldılar. Batı’nın çok zorlu gördüğü başkent Kabil düştü. Taliban güçleri kuzeyde Kunduz kentin­ de epey destek güçlerini bırakarak gü­ neye Kandahar kenti ve çevresine çekil­ diler. Savaşı Kuzey İttifak güçleri kazan­ dıklarını ilan ettiler ve hükümet kurul­ duğu açıklandı.

55 —


— yol Üçüncü dönemde iki olay iç içe geç­ miş olarak yaşandı. Taliban güçleri ile Kunduz ve Kandahar’da sıcak savaş, Taliban’ın teslim olacağını açıklaması sava­ şın bir yüzüdür. Bonn’da hükümet kur­ ma çalışmaları ikinci gerçekliktir. İkisi birbirinin içine geçmiştir. Birbirini etki­ ler ve birbirinin başlangıcı ve sonucu gi­ bi gözükmektedir. Bizce bunlar perde arkasında süren büyük bir pazarlığın yü­ zeysel görüntüleridir.

a. Cephelerin parçalanması Birinci dönemin uzun sürmesine rağ­ men gerisi çorap söküğü gibi gelmiştir. Kuzey İttifak güçlerinin önünün bomba­ lanması, arkasından Kabil’in alınması ve Taliban’ın Kandahar’a sürülmesi hızla gelişmiştir. ABD yetkilileri savaşın uzun süreceğini söylüyorlardı. Bu hesaba alı­ nırsa savaş hiçte ABD’nin tasarladığı gibi gelişmemiştir. İttifak güçleri arasında o­ lumsuzluklar yaşanmıştır. ABD ikinci dönemin başlamasına bizzat kendi ittifak güçleri tarafından zorlanmıştır. “ABD, Afgan Savaşı’nda liderliği paranoid şekil­ de başkasına bırakmıyor.” deniyordu. (Financial Times, 16 Kasım ‘0 1) ABD’nin liderliği hiçte “ demokratik” değildi. AB güçleri şikayet ediyorlardı. Sonuçta ABD de, AB’yi “ can vermeye” razı ede­ medi ve istemeye istemeye Kuzey İttifak içindeki can vermeye hazırların arkasına geçti. Kuzey İttifak güçleri eskiden beri İ­ ran ve Rusya desteklidirler. ABD anlaşıl­ dığı kadarıyla kesinlikle onların önünü açmak istemiyordu. Ve de ondan sonra­ ki olaylar ABD ’nin savaşı tekrar kendi istediği raya oturtma mücadelesi ile do­ ludur.

_ 56

Savaşın ikinci döneminde ABD kont­ rolü yitirdi ve ittifak güçleri dağıldılar. Afganistan parçalandı. Batı ittifak güçleri çeşitli köşeleri kaptılar. Birbirleriyle pa­ zarlıklar, birbirlerine kendi çıkarlarını dayatmalar dönemi başladı. Kuzey İttifak güçleri daha bombala­ ma öncesi başkent Kabil’e girmeme sö­ zü vermişlerdi ve bunu dinlemediler. Sonra da kendilerini savaş galibi ilan et­ tiler. Batı’nın bombardımanıyla bunu ka­ zanmış olmay: kabul etmediler. “ Onlar kendi stratejilerine göre bombaladılar. Biz dövüştük. Biz kazandık. Bizim ülke­ miz. Biz hükümeti kurarız.” dediler. Taliban’ın ‘92 yılında kovduğu ve hala BM’nin devlet başkanı olarak tanıdığı Burhanettin Rabbani yeni hükümeti kur­ du. Bakanlar kurulunu açıkladı. Batı ittifak güçleri de kendi bildikleri­ ni okuyorlardı. Kabil düşünce Tony Blair’e göre Taliban kendi deyimiyle “ bu­ harlaşmıştı” . Yani savaş bitmişti. Böylece Blair olaylara ne kadar dar kafayla baktı­ ğını da tüm dünyaya ilan etmiş oluyordu. Zaten sonraları da sesi soluğu kesildi. İngilizler Bagram’da, Kabil Havaalanı’nda üslendiler. Hümaniter yardımların gü­ venliğini sağlayacaklarını açıkladılar. Fransızlar kuzeyde Mezar-ı-Şerif kentine yerleştiler. Burası öldürülen es­ ki lider Mesut’un aşiretinin yeridir. Ve Mesut’un eskiden beri zaten Fransa ile dirsek teması vardı. Onun yerine geçen Raşit Dostum, Özbek lider hala eski bağlantıyı sürdürüyor olsa gerektir. Rusya Belgrat olaylarında Priştina Havaalam’nı işgal etmiş ve de bundan e­ pey avantajlar elde etmişti. Şimdi de Ka­ bil’e yerleşmesi zor olmadı. Elçilik kur­ ma bahanesi ile Kabil’e 17 kişilik bir ekip


yeni bush dış politikası ve global savaş yolladı. Arkasından 12 uçak dolusu mal­ zeme Kabil’e indi. Sonra üç nakliye uça­ ğıyla hastane malzemeleri taşıdı. Şimdi Kabil’de diplomatik ve askeri olarak bu­ lunmaktadır. Bu gelişmeler PovveN’ı, Putin ’e böyle tek taraflı davranmaların iki ülke ilişkilerini zedeleyebileceği uyarısını yapmaya itti. Almanya ise parlamentosunda asker yollama tartışmaları ve uzantısı sorun­ larla uğraşıyordu. Ama buna rağmen o da işin başka bir halkasını yakaladı. Par­ çalanan Kuzey ve Batı ittifaklarının pa­ zarlık masasını Bonn’da kuruverdi. Her gelişmenin kaynağında olmanın avantajı­ nı yakaladı. Kuzey İttifak’ın kurduğu hükümetin açıktan açığa tanınmadığı söylenmedi. Çünkü Burhanettin Rabbani aslında BM’nin hala tanıdığı Afgan devlet başka­ mdir. Ama ABD herkese baskı yapmaya başladı. Tanımayın komutu verdi. İttifak güçlerini baskı altına aldı ve de Kuzey İt­ tifak böylece parçalandı. Razı olanlar Bonn yolunu tuttular. Bunlar genç ve re­ formist olarak adlandırıldılar. A rtık Af­ ganistan eski klasik aşiret liderleri tara­ fından değil yeni genç kuşak tarafından yönetilmelidir havası yaratıldı. I I Eylül sonrası nasıl tüm dünya san­ ki ABD ’nin arkasından Afgan Savaşı’na gönüllüydüyse şimdi de sanki tüm aşi­ retler Bonn toplantısına evet diyorlar havası yaratıldı. Rabbani hükümetin za­ ten kurulduğunu savundu. Görüşmele­ rin sonuna kadar Rabbani, Afganistan hükümetinin ancak Afgan topraklarında kurulabileceğini boşuna savundu durdu. Ve en sonunda kendisinin “ razı edildiği” söylendi ve alkış tutuldu. 22 Aralık’ta da hükümet başkanlığını resmen devrede­

ceği yazılıyor. Ama bazı TV haberleri Rabbani’nin yeni hükümeti tanımadığı haberini veriyor. Açıkçası ortalık daha karışıktır. Kuzey İttifak’ın askeri lideri İsmail Khan’dır. İran’la yakın ilişkileri vardır. Çok sayılan Khan “ 23 yıldır düşmanla savaştık. A rtık hiçbir gücün geleceğimizi belirlemesini istemiyoruz.” diyerek Batı’yı kendilerini rahat bırakmaya çağırdı. (Financial Times, 22 Kasım ‘01) Batı’nın kendi kontrolü doğrultusunda kurmaya çalıştığı hükümetin kurulma görüşmele­ rini protesto etti. Bonn toplantısına ka­ tılmayacağını açıklayarak bağımsızlıktan yana tavrını zorladı. Ama Batı yine Khan katılacak, razı ediliyor havası yarattı.

b. Yapıştırma çabalan “ ABD güvenlik için güç yerleştiriyor­ du. İngilizler ve Fransızlar tersine doğru hazırlanıyorlardı. ABD kontrolü y itir­ mek istemiyordu. AB savunma uzmanla­ rı, İngilizler’in Bagram’a ve Fransızlar’ın askerlerini aynı şekilde ansızın Mezar-ıŞerif havaalanına yerleştirm elerine ABD’nin destek vermemesine şaşmış gi­ bi görünüyorlar.” (Financial Times, 26 Kasım ‘01) ABD bu parçalanmanın nasıl üstünü örtmeye çalıştı ve belirli ölçüler­ de nasıl başardı? Savaşın üçüncü dönemi bu çatışma­ larla geçmiştir. ABD başka bir taktik hat benimsedi. Afganistan çeşitli aşiretler­ den oluşur ve en büyüğü Taliban’ın Paştun aşiretidir. A BD ’ye göre Taliban aşi­ reti Paştun’un içinde olmadığı bir hükü­ met tanınamaz. Böyle bir hükümet Afga­ nistan halkını temsil edemez. Afganistan tüm aşiretlerin kendi oranlarında temsil edildiği bir hükümet tarafından yönetil­ --------------------------------------------- 57 ----


— yol melidir. Paştun aşiretinden biri bulun­ malıdır. Eğer bu yapılmazsa Paştunlar ay­ rı bir devlet kurma çabasına bile girebi­ lirler ve Pakistan içindeki aşiretdaşlarını alarak Paştunistan’ı kurabilirler. Pakistan parçalanabilir dendi. Böylece birinci dö­ nemde Kuzey İttifak’ın askeri olarak açı­ lan önü siyasi açıdan kapandı. Bu arada Kuzey İttifak liderlerinin karalanmasına başlandı. “ Kabil’deki dev­ let başkanı Rabbani’nin Osama bin La­ den ve Taliban lideri Molla Ö m er’den farkı yoktur. Osama bin Laden uluslara­ rası teröristse Rabbani yerli teröristtir. ‘92 yılında askerleri Kabil’de 50 bin sivi­ li katletmiştir.” (Financial Times, 26 Ka­ sım ‘01) Her bir Kuzey ittifak liderinin şöyle ya da böyle bir yerlerden katliama bulaşmışlığı vardır. Dostum güçleri şim­ di Kunduz’da katliam yaptılar. Teslim ol­ mak isteyen militanları öldürdüler. Daha önce aynı işi Khan güçleri yapmışlardı. Bu lafları çok dikkatli bir şekilde yayma­ ya başladılar. Böylece Kuzey İttifakı’nın gücünü ve itibarını kırmaya çalıştılar. Söylenenlerin kimisi doğru, kimisi yarı doğru, kimisi çarpıtma, karalama ya da aklamaydı. Ama ABD sırf karalamanın yetmeye­ ceğini ortaya bir eylem konulması ge­ rektiğini çok iyi bilir. ABD çok kurnaz eylem taktikleri yürütmeye başladı. Ku­ zey İttifak güçlerinin arabalarla, yürüye­ rek Kabil’den aşağıya akmaya başladığını duyduk. Kandahar’ı, Kunduz’u almaya indiler. Ama sonra ne oldu? ABD bu ara harıl harıl Paştun aşire­ tinden ama kendine bağlı birini aramak­ tadır. Paştun aşiretinden yıllar önce ABD’ye yerleşmiş, 3 Ekim’de apar topar Afganistan’a dönmüş Hamid Karza-

__ 58 _____________________________

i bulunur. Hamid Karzai’nin bir ordusu olduğu ve bununla Taliban güçlerine karşı Kandahar’da savaştığı haberleri gelmeye başlar. Güneyden de şimdi Batı cephesine geçmiş eski Kandahar valisi Gül Ağa Şerzai ikinci bir ordu ile destek vermektedir denilir. Yine bu sıralar Bonn hükümet kurma çalışmalarında devlet başkanı tartışılmaktadır. Üstünde tartışılan isimler listesine birden Hamid Karzai eklenir. Yine hemen o günler i­ çinde Hamid Karzai savaş galibi ilan edi­ lir. Hamid Karzai’nin zaferi kazanması i­ le devlet başkanlığına oturması aynı za­ manlara rastlamıştır. Bir hafta öncesin­ den kimsenin duymadığı Hamit Karzai birden savaşı kazanmış ve devlet başka­ nı koltuğuna oturtulmuştur. ABD’nin hem Kuzey İttifak güçlerini hem de çeşitli köşe başlarını tutmuş müttefiklerini kendi adayına razı etmesi yığınla diplomatik mücadelenin sonucu­ dur. Bu dönemde sık sık uluslararası te­ rörizm savaşının Irak’la devam edeceği gibi laflar duyuldu. ABD başından beri AB’nin Irak’a saldırmaya karşı olduğunu biliyor. Neden tam Bonn görüşmeleri­ nin en kritik zamanında bu lafları yaya­ rak bir ayrılık olduğu imajını vermeye kalksın? Ya da neden tam bu sırada O r­ tadoğu’daki yangına körükle gitmek an­ lamına gelen Hamas’ın finans kaynakları­ nın dondurulma kararını alsın? O rtado­ ğu, Afgan Savaşı’nın başlarındaki olumlu­ ya giden havadan tam tersi bir noktaya sıçradı. İsrail’in saldırısı şiddetlendi. Ara­ fat’a baskı arttı. Ya da Ortadoğu’da ABD politik hattı yine saldırıdadır. Ne olmaktadır? ABD savaş öncesi AB ile Ortadoğu konusunda yaptığı an-


yeni bush dış politikası ve global savaş laşmadan geri mi dönmektedir? Bizce değil. İki merkez başka bir düzeyde an­ laştılar çünkü. Gelecek için anlaştılar. Gelecekte Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırıda anlaştılar. Ama savaş ganimeti üzerinde anlaşmadılar. Şimdi onda anlaş­ manın pazarlıkları yapılmaktadır. ABD bizce şunu demektedir. “ Benim hava gü­ cüm ile Afganistan’a gireceksin, sonra Kuzey İttifak güçlerinin biri ile anlaşa­ caksın. Bir yerleri tutacaksın. Ondan sonrada karşımda pazarlık edeceksin. Olmaz. Bu iş bu kadar ucuz değil.” ABD ’nin istediği doğrultuda Hamid Karzai Bonn’da kurulan hükümetin dev­ let başkanlığına getirildi. Kuzey İttifak’ın genç elemanları da en önemli dış, iç ve savunma bakanlıkları koltuklarına o tu r­ tuldular. Ellerine 5 yıl içinde Batı'ya gös­ terecekleri sadakata uygun olarak 7 ile 12 milyar dolar arasında değişebilecek bir kredi “ sözü” verildi. Bu geçici hükü­ met 6 ay içinde Loya Jirga denilen yaşlı­ lar meclisini kuracak ve görevini onlara devredecek. Plan budur. Gerçekten bu hükümet bunları yapabilecek midir? Söylenenleri yerine getirebilecek midir? Önümüzdeki günlerde göreceğiz. Batı burjuvazisi kendine göre bir lé­ galité arar. Ancak böyle bir légalité ara­ cılığı ile baskı kurar. Kendi arasındaki o­ yunun kuralı budur. Şimdi bu legaliteyi kurmuştur. Saldırabileceği bir yasal çer­ çeve vardır. A rtık gerisi gelecektir. Af­ ganistan’da tarafların anlaştığı bir hükü­ met vardır. Bu hükümeti elinden geldi­ ğince zorla iktidar yapacaktır. Yapmaya çalışacaktır. Yarın BM barış gücü yolla­ nacaktır. Bunun arkasında da kendi o r­ dusu ile duracaktır. Gerisi AfganlIların kendi suçları olacaktır. Kendi bölünmüş­ lükleri olacaktır. Kendi ilkellikleri ola­

caktır. Onlar tanıdıkları hükümete zoru dayatacaklar, alttan baskı geldikçe de el­ lerine para verecekler ve “ cırtlak sesle­ ri" bastırmaya çalışacaklardır. Batı kendi yasal zeminini zorla da olsa örmüştür.

c. Savaş bitti mi? Bu satırların yazıldığı sıralar Tora Bo­ ra dağları ve mağaralarında Osama bin Laden ve Taliban lideri Molla Ö m er ara­ nıyor. Bush ölü ya da diri yakalanmaları emrini verdi. Yakalanırlar mı? Yoksa Pa­ kistan gibi başka bir ülkeye kaçabilirler mi? Bilemiyoruz. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld açıklıyor. “ Yapacak daha çook işlerimiz var.” (Financial Times, 7 Aralık ‘01) Yakalansınlar, yakalanmasınlar daha ABD’nin çok işi vardır. Bu savaşı ABD zaten elinden geldiği kadar uzatma niye­ tindedir. Başından beri uluslararası sava­ şın uzun dönemli olduğu söylenmişti. Bu türden savaşlar onun yeni dünya strate­ jisidir. Savaş ateşi ile yeni dış politika sürdürme niyetindedir. Aslında Afgan Savaşı’nı şimdiki halinden daha uzun tu t­ ma, bunun etrafında sürekli ittifaklar kurma derdindeydi. O nedenle savaşı e­ linden geldiğince uzatmak onun niyeti­ dir. Diplomatik olarak da bir şey bitmiş sayılmaz. Altına imza atılan hükümeti ta­ nımadıklarını söyleyenlerin sayısı her ge­ çen gün artmaktadır. “ General Abdul Raşit Dostum... kendilerinin azınlık Ö z­ bek çevresine yeterince temsil hakkı ta­ nınmadığı için anlaşmayı boykot edecek­ lerini açıkladı. Çoğunluk Paştun aşireti ruhani lideri Pir Seyid Ahmed Gailani’de anlaşmayı dengesizlikle eleştirdi... Zaten dün azınlık şii müslümanları anlaşmayı eleştirmişlerdfc” (a.y.) Taraflar Tacikler’in

---------------

-------

-------------- 59 —


— yol hükümette haksız yere ağırlıkta oldukla­ rını söylemektedirler. Dış ve İçişleri ve Savunma Bakanlıkları gibi en önemli üç bakanlık onların elindedir. Batı bunları, genç ve modern bulduğu için seçmiştir. Sonuçta diplomatik açıdan da savaşın bittiğini söylemek yanlış olur. Ayrıca 20 yıldır savaşan bu ülkenin kendilerine bu kez tepeden dayatılanları kabul edeceklerinin hiçbir güvencesi yoktur. Tepede gelişen bu politik ekonomik olayların altında bir insan gerçekliği, bir sosyal gerçeklik vardır. 20 yıldır yaşanan savaş Pakistan’a 2 milyon Afgan’ı göç et­ tirm iştir. I milyon göçmen de İran’da vardır. I I Eylül sonrası ise 8 milyon kişi daha eklenmiştir. Asya kara kıtasının so­ ğuk kış koşulları başlamıştır. Bu insanlar yalın ayak ya da lastik pabuçlarla, bulabi­ lenlerin sırtlarına sardıkları bir battaniye ile bez çadırlarda çoluk çocuk aç kalma ile yüz yüzedirler. Tarıma bağlı bu insan­ lar ekinlerini bırakıp geldiler. Pakistan’a alınmıyorlar. Pakistan’a göç etseler bile sorunları elbette çözülmüş olmamakta­ dır. I I Eylül’ün bedeli işte böyle milyon­ larca genç-yaşlı, kadın-erkek insanın ye­ rinden edilmesi olmuştur. Aç, susuz, hastalık ve soğuktan ölmesi anlamına gelmektedir. Ancak ABD’nin en başta a­ çıkladığı gibi bu görüntüler karşımıza gelmiyor. Çünkü bu alanlara basın alın­ mamaktadır. Buralarda yaşanan insanlık vahşeti ve dramı Batı halklarının gözün­ den saklanmaktadır. Günümüzün global savaşları halkların yoksullaşma tarihinin en karanlık sayfaları olacaktır. Savaş, hümaniter boyutta devam etmek zorunda­ dır. Afganistan Savaşı sırasında çeşitli so­ __ 60 ______________________________

runlar yaşandı. Bunların en önemlilerin­ den biri de savaş esirleri sorunu oldu. Osama bin Laden kamplarında binlerce Suudi, PakistanlI, Çeçen olduğu söyle­ nen militanlar vardı. Bunlar en başta Mezar-ı-Şerifte teslim olmak istediler. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld “ Ya ya­ kalansınlar ya ölsünler. Ülkeyi terk et­ melerine yarayacak görüşmelere karşı­ yız. Sonra gidip başka ülkeleri karıştıra­ caklar, ABD’ye saldıracaklar, engelleme­ ye çalışacağımız her şeyi yapacaklar.” di­ yerek bunların ölüm fermanını yazdı. (Financial Times, 22 Kasım ‘01) İşte bur­ juva yasallığı da bu kadardır. Aslında Sa­ vunma Bakanı bununla Cenevre Savaş E­ sirleri Anlaşması’na aykırı davranmakta­ dır. Savaşta teslim olanlar öldürülmez­ ler. Böylece bu militanlar Afgan Savaşı boyunca katledildiler. Ayrıca öldürüle­ ceklerini bildikleri için de bu militanlar sonuna kadar direndiler. Savaş çok kan­ lı oldu. Bu insanların sesi kesilmiş midir? Bunlar barışı kabul ediyorlar mıdır? Ha­ yır, sanırız Rumsfeld’in dediği doğrudur. Daha Afganistan’da her şey belki de ba­ şındadır.

c. B ir sorucuk Biz burada küçük bir soru sormak is­ tiyoruz. Afgan Savaşı sırasında, insanlar bunca acı çekerken, yerlerinden edilip, göçe zorlanırken ya da bombalar altında ölürken ya da savaş esirleri, ellerini kal­ dırmış insanlar arkalarından kurşunlanır­ ken Batı’nın sivil halk örgütlenmeleri ne­ relerdedir? Bunların arasında hümaniter olanı vardır. Çevreci olanı vardır. Savaşa karşı olanı vardır. Aralarında Üçüncü Dünya Ülkeleri sömürüsüne karşı olan­ ları vardır. Hatta kapitalizme karşı olan-


yeni bush dış politikası ve global savaş ları vardır. Anti-kapitalist örgütlenmeler olarak imza atmaktadırlar. Nerededir bunlar? Seattle, Davos, Prag, Cenova toplantılarında tozu dumana katan bu gruplar neredeler? Neden aynı araçlarla ortalığı tozu dumana katmıyorlar? Ne­ den kapitalizmin kurumlarına saldırmı­ yorlar? Çevre bombalarla kirlenmiyor mu? Ya da Üçüncü Dünya insanının acı çektiği günler değil midir bunlar? Kapita­ lizmin sömürüsünü güçlendirdiği eylem­ ler değil midir bunlar? Neredeler? İddia edildiği gibi bunlarda mı acaba I I Eylül günü ikiz kule enkazının altında kaldılar?

d. Batı’nm denedikleri Afganistan Savaşı başta da değindiği­ miz gibi global bir savaşın, Üçüncü Dün­ ya Ülkeleri’ne yapılacak savaşların ön provasıdır. Küreselleşmeyle sömürünün şiddeti arttı. Halkın yoksullaşması hız­ landı. Merkezler derin bir krize doğru yelken açtılar. Bunun tek sonucu olabi­ lir. Önümüzdeki dönemde dünya ölçü­ sünde halk hareketleri yükselecektir. Sonuçta ya Batı’nın desteklediği hükü­ metler devrilecek ya da tek başına ayak­ ta duramayacak hale gelecektirler. Yani Batı çıkarları doğrultusunda politikaların yürümesi zorlaşacaktır. Batı bu durum­ da ne yapacaktır? İşte Afganistan’da ilk provayı seyrettik. Birincisi ABD bunların altından tek başına kalkamayacaktır. O rtak ittifak i­ çinde olmak gerekmektedir. İttifakın ku­ rulması, yürümesi, sonra ayrılması ve tekrar ABD güdümüne girmesi yaşandı. İkincisi görüldüğü gibi kesinlikle hava bombardımanı herhangi bir iktidarın devrilmesi için yeterli koşul değildir. Mutlaka karadan dövüşecek bir güç bu­

lunmak zorundadır. Batı’nın savaşı bu­ nunla inmelidir. Tekniği yaratıyor, ama savaşacak insanı bulamıyor. Afganis­ tan’da saldırılan ülke insanı ile ittifak yapma denendi. Kuzey İttifak istenmedi­ ği halde kullanıldı ve sonra önü kesildi ve öz güç devşirilmeye çalışıldı. Bütün bu süreçte Batı ittifak güçleri arasında yaşananla: Kandahar önünde Paştun güçleri eğitildi. Onlara silah ve akıl veril­ di. Ve de bütün bunlar tüm riskler karşı tarafa aktarılarak mümkün olduğu kadar kendilerinden az kayıp verilerek yapıl­ maya çalışıldı. Tüm bunların nasıl örgüt­ leneceğinin provası yapıldı. Hepsi yeni bir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde oynanma­ sı olası oyunların provalarıydı. Ayrıca Pakistan başka bir örnektir. Afganistan’la olan yılların ittifakı parça­ lanmıştır. Baskı, zor, gerektiğinde kredi­ lerle, vaatlerle, ticari tavizlerle koskoca bir ülke iç ve dış politikası bir günden di­ ğerine 180 derece değiştirtilmiştir. Hü­ kümetin bu koşullarda ayakta durabil­ mesi sağlanmıştır. Yeni yasal değişiklik­ lerle baskıyı artırması ve de gelecekte de ayakta durabilmesi için neler yapıl­ ması gerektiği görülüp eyleme geçilmiş­ tir. Dış ülkelerle olan ilişkilerde ortaya çıkan Keşmir gibi çok ciddi sorunların üstesinden nasıl gelinebileceği konusun­ da deneyler elde edilmiştir. Her konuda da ittifak güçleri ile gerekli bağlar kurul­ muştur. Batı, gelecek savaşların çok güzel bir tatbikatını yaptı.

SONUÇ Kapitalizm en zor günlerini yaşamak­ tadır. İçten ve dıştan baskı altındadır.

------------------------------------------- 61 ----


— y o l_____________________________ Küreselleşme ve son teknik dünyamızı birbirine daha çok bağlamıştır. Sınırları çeşitli açılardan siyasal ve ekonomik ola­ rak kaldırmıştır. Sorunları yaymış ve ol­ madık derecede artırmıştır. Bütün bunlar kapitalizmi, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde çıkarlarını daha etkin korumaya zorla­ maktadır. Sosyalizm öcüsünün olmaması da elini kolunu bağlamaktadır. Uluslara­ rası te rö r ideolojisiyle bu eksikliği kapat­ maya, elini kolunu serbestleştirmeye ça­ lışacaktır. Afganistan olayı bunun pratikteki ilk denemesidir. Afganistan bir ihtiyacın par­ çasıdır. Afganistan bir modeldir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne saldırmanın gerekçe­ lerinin hazırlanmasına olanak tanımıştır. Ekonomik, siyasi, yasal, sosyal tüm ge­ rekçelerin hazırlanması ve provasının ya­ pılmasına olanak tanımıştır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne bundan böyle yapaca­ ğı saldırılarda söz konusu ülkeyi tecrit et­ mekten ve tüm dünyayı ona karşı kendi cephesine almaktan, saldırılan ülke içinde halk cephesini bölmeye kadar binlerce zenginliği denemiş ve dersler çıkarmıştır. Bugün Afganistan’da oynanan oyun yarın herhangi bir ülkede oynanmaya devam e­ decektir. Oynanabilme olgusunun kendi­ si bile kapitalizmin elinde tutmak istediği bir sopadır. O artık böyle sopalarsız yaşayamaya­ cak durumdadır. Bunu anlamak için ken­ dimizi şöyle bir şey düşünmeye zorlaya­ lım. Eğer ikiz kulelere saldırılmamış olsa acaba dünyamız bugün nasıl olabilirdi? İ­ çine girilen ekonomik, siyasi, sosyal kri­ zin şiddeti çok daha fazla olacaktı. Borsa düşüşleri, banka ve şirket iflasları, işçi çı­ kartmaları, ekonomik göstergelerdeki a­ şağıya inişler, dünya ticaretinin düşmesi, yarattığı ekonomik alt üstlükler, Üçüncü

Dünya borçları, ülke iflasları, baş kaldırılar ile ortalık tam bir cehennem görüntü­ sünde olacaktı. Ve bu onun zaten kalma­ yan itibarını yerlerde süründürecekti. Ve de kapitalizm, belki de bu fırtına sırasın­ da çökecekti. Afgan Savaşı ile bu felaket engellenmiş oldu. Kapitalist ekonomik çöküşün çirkin göstergeleri bu savaş pa­ ravanası arkasına gizlenebildi. Çökerken çıkardığı sesler bombaların gürültüsüne karıştı. Üçüncü Dünya Ülkelerindeki sa­ vaşlar, açlık sefalet vs. bütün olumsuz gö­ rüntüler flu bir fon olarak kaldı. Önümüzdeki günlerde kapitalizmin sorunlarının üstesinden gelebilmenin ka­ pitalizm açısından başka yolu kalmamış­ tır. Onun böyle paravanlara ihtiyacı var­ dır. O artık çıkarlarına en ufak dokunul­ mada böyle saldırılara girişmek zorunda­ dır. Krizlerini böyle savaşlarla, Üçüncü Dünya Ülkelerine saldırılarla gidermek zorundadır. Her krizde yeni ittifaklar, ye­ ni ortaklar, yeni düşmanlarla. Rol arkada­ şı diğer dünya burjuvaları da bütün bu ahlaksızlıklara, yalanlara, dolanlara, çir­ kefliklere, vahşete, kısacası insanlık dışı ne varsa her şeye katılarak ve kendi pay­ larını almaya çalışarak burjuva ekonomik düzeni bir yana, ahlakının ve ideolojisinin de dönemini çoktan kapatmış olmasının kanıtlarını sunacaklardır. Ancak unutmayalım yeryüzünde bur­ juvadan başka bir sınıf daha var. O sınıf dünyadaki tüm burjuva olumsuzlukların zıddının taşıyıcısı olarak durmaktadır. O yeryüzündeki tüm güzelliklerin taşıyıcısı olarak durmaktadır. Ama ne yazık ki he­ nüz böyle potansiyel bir taşıyıcıdır. Ve de durmaktadır. Bizlerin bütün derdi de bu potansiyelliği aktif hale getirebilmek. De­ ğil mi??? 1 0 A r a lık 2 0 0 1


Mehmet Akyol

CENOVA İLE KATAR ARASINDAKİ 11 EYLÜL Kasım ayı başında Katar’ın Doha ken­ tinde yapılan Dünya Ticaret Örgütü (W TO ) bakanlar toplantısı, 1999’dan bu yana ilk defa kitlesel protesto gösterile­ rine sahne olmadan tamamlandı. Elbette bunun ilk nedeni Katar gibi bir ülkede değil protesto gösterisi yapmak, bu ül­ keye böyle bir zamanda girmenin nere­ deyse imkansız olması. Hangi yöntemler denenirse denensin protestonun böylesi bir ülkeye girmesi imkansız gibi. Bu ger­ çeklikten hareketle küreselleşme karşıt­ ları Katar yerine, buraya yakın bir ülke­ de bir karşı konferans ve protesto dü­ zenlemeye giriştiler, ilk düşünülen Mısır ve Fas gibi ülkelerden olumlu bir ses gel­ meyince Lübnan’da bir karşı konferans düzenlendi. I I Eylül öncesi yapılan açık­ lama ve hazırlıklarda Beyrut’a 5000 pro­ testocunun gelmesi beklendiği belirtildi. Araya bıçak gibi giren I I Eylül tüm hesapları altüst etti, Beyrut’taki protes­ tocular 200 kişiyi aşamadı, pala bıyıklı Fransız köylü önderi J. Bove’nin varlığı bile ne protestocuların ne de basının il­ gi odağı olabildi. Cenevre’de W T O bi­ nası önünde yapılan protestoda yerel bir olaydan öteye gidemedi. Gene aynı gün Roma’da yapılan, savaş ve W T O karşıtı gösteriye 140.000 kişinin katılmasının i­ se bambaşka bir anlamı var. Bu gösteri aynı zamanda başbakan Berlusconi’nin 10 Kasım’ı ‘Amerikan halkıyla dayanılma günü’ olarak ilan edip bir miting örgütle­ mek istemesine tepki olarak bu kadar

çok insanı çekebildi. I I Eylül’le birlikte küreselleşme kar­ şıtı hareket belli bir sürede olsa yükseli­ şini kaybetmiş gibi görünüyor. Hemen hemen aynı günlerde her yıl Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) güvenlik nedeniyle ve de dayanış­ ma amacıyla, bu yıl New Y ork’ta yapıla­ cağı açıklandı. Geçen yıl protestoları ön­ lemek için neredeyse sıkıyönetim ilan e­ den İsviçre hükümetinin de kıvrak bir taktiği ile ’Davos Ruhu’ New Y ork’a ta­ şınacakmış! Kuşkusuz bu küreselleşme karşıtları için ufak bir zafer, ilk defa olarak protes­ tolar sonucu uluslararası bir toplantı başka bir yere taşınıyor, ama bunun bizi hareketin bugünkü durumu, özellikle I I Eylül sonrası gidişatı üzerinde daha çok kafa yormaya zorlaması gerek. Tamda gerilemeye başladığı gözlemlendiği sıra­ da küreselleşme karşıtlarının ufakta olsa bir zafer kazanması, bu sürecin ne kadar çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştü­ ğünü ve bu bilinmeyenlerin sayısının da giderek artacağını gösteriyor!

11 EYLÜL SONRASI KÜRESELLEŞME KARŞITLARI Beyrut toplantısı sonuç bildirgesinde, teröre karşı mücadele kılıfı altında azge­ lişmiş ülkelerin, daha çok taviz vermek i­ çin baskı altına alınması tehlikesine deği­


— y o l-------------------------------------------nilmekte, Afganistan’da süren savaş ba­ hane edilerek bu ülkelerden Batı’nın da­ ha çok taviz koparma peşine düştüğüne dikkat çekilmekte. Gerçekten de Katar’daki görüşmelerde havanın hiçte Ü­ çüncü Dünya Ülkeleri’nden yana olma­ dığı hemen hissedildi. Seattle’la başlayan küreselleşme karşıtlarının desteği ile ge­ lişmiş kapitalist ülkeler ve onların tekel­ lerine karşı biraz güçlenen Üçüncü Dün­ ya içinde bu hava tersine dönmüş görü­ nüyor. Bizzat gelişmiş kapitalist ülke temsil­ cileri kendi sorunlarını (!!!) dile getirme fırsatını ilk defa bulabildiklerini, Üçüncü Dünya temsilcilerinin ‘hırçın’ ve ‘küstah’ tutumlarını artık bırakmaya başladıkları­ nı dile getirdiler. Dışarda yüzbinlerce protestocu olmayınca, karşısında da ‘te­ röre karşı’ savaştığını öne süren ‘eli si­ lahlı’ bir süper güç olunca Üçüncü Dünya’nın temsilcileri elbette seslerini pek yükseltemeyecekler. Dünya jandarması rolündeki ABD hem bunun zevkini çıka­ rıyor hem de açıkça tehditle rantını top­ luyor. Küreselleşme karşıtları ile Üçün­ cü Dünya arasındaki dayanışma elbette sona ermiş değil, ama her ikisi geçicide olsa aynı anda geriye püskürtülmüş dü­ rümdalar. Katar’da, Seattle’da alınamayan bir dizi kararın fazla pürüz çıkartılmadan a­ lınması, özellikle de uluslararası ticaret anlaşmalarının, yatırım ve pazar gibi ko­ nularda genişletilmesi kararı alınması, (yeni bir görüşme turunun 2005 yılına kadar sonuçlandırılması kararı) bunun göstergeleri. Buna karşın Üçüncü Dünya’nın talepleri, örneğin tekstil ürünleri­ ne konan kotanın kaldırılması, yuvarlak kararlarla bir kez daha geçiştirildi. Başka bir deyişle bu kez tam anlamı ile gelişmiş

__ 64

kapitalist ülkeler bloku kendi isteklerini doğrudan dikte ettirme imkanı buldular. Geniş tepki topladığı için geriye çekilen MAI anlaşması, bu sefer VVTO çerçeve­ sinde başka bir kılıfla gerçekleştirilmeye çalışılacak gibi gözüküyor. Küreselleşme karşıtları içinde baştan beri var olan ayrılıklar bugün özellikle zor ve savaşa karşı tavır konusunda da­ ha belirgin hale geliyor denilebilir. Kuş­ kusuz düzen bu çatlaklarda gezinecek, bunları derinleştirerek bölünmeler ya­ ratmayı deneyecektir. Bugün gelinen noktada küreselleşme karşıtları arasında kaba hatları ile zor konusunda üç ayrı temel görüş şekillenmiş bulunuyor. Her türlü zoru reddeden, geçmişteki pasifist çizgilerini herşeye rağmen de­ vam ettirme kararlılığındaki çevreler ha­ la çoğunluğu oluşturmaya devam ediyor. Yeşillerden W W F, Greenpeace gibi kendilerini hükümetdışı kurumlar (NG O ) olarak adlandıran kesimler, en genel tanımlama ile mevcut düzenin (siz kapitalizm diye okuyun) kendine değil a­ ma sonuçlarına karşı çıkıyorlar. Serbest piyasa ekonomisi iyidir, ama sosyal bo­ yutu da olmalıdır ana duruş noktaları. Bu mantık çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü ve onun getirdiği-getirmeye ça­ lıştığı kuralların bir kısmının eşitsizlik ya­ rattığı, bu nedenle değiştirilmesi gerek­ tiğini düşünmekteler ve önerileri bu çerçevede kalmakta. Diğer grup daha çok son derece sı­ nırlı bir alanda faaliyet gösteren, küre­ selleşmenin bu alanlardaki sonuçlarına karşı çıkan kesimler, modern peygam­ ber gibi medyada boy gösteren posbı­ yıklı Bove’nin öncülüğünü yaptığı, geliş­ miş kapitalist ülke köylü hareketi gibi.


!

-----------------------------------------------------Onlara göre, örneğin tarım sorunu çö­ zülene kadar küreselleşme sorun olarak kalmaya devam edecektir. W T O ise on­ lara göre bu çözümün önündeki en bü­ yük engeldir, mutlaka ortadan kaldırıl­ ması gereklidir. Duruş noktası olarak ilk gruptan daha radikal bir çizgide olsalar bile düzenin-kapitalizmin sınırlarını aş­ mada, tıpkı zor kullanma konusunda ol­ duğu gibi, epey tereddütlü davranmakta­ dırlar. İlginç olanı, kendilerinin zor kul­ lanmalarını son derece meşru bulmaları­ na karşın, diğerlerinin zor kullanmaları­ na hiçte hoş gözle bakmamaları, ısrarlı bir şekilde buna engel olmak için çaba harcamaları. irili ufaklı ortodoks komünistinden, troçkist, ulusal kurtuluşçu çizgilere ka­ dar bir dizi anti-kapitalist kurumlar son grubu oluşturmaktalar. Perspektifleri kapitalizmi aşmak olan bu kesimlerin belli başlı iki önemli handikapları bulun­ makta. İlki bütünüyle bu hareketle bü­ tünleşmede gösterilen kirpilikler, örne­ ğin kuru öncülük söylemleri. Elbette kimsenin buna dönüp baktığı yok, ama bir güven ortamının ortaya çıkmasını da engellemekte. Bu tutum ise ister iste­ mez, asıl sorun olan kapitalizmin aşılma­ sı gerekliliği gerçekliğinin ciddi olarak tartışılmasının önüne set çekmekte, tıp­ kı 70’li yıllarda barış hareketi içinde ol­ duğu gibi.

KÜRESELLEŞME KARŞITLARI NE İSTİYOR? Bu denli renkli bir topluluğun talepleride ilk planda çok renkli gibi gözükse de, somuta indergendiğinde çarpıcı bir benzerlik ortaya çıkıyor, ortak payda

cenova ile katar arasındaki 11 eylül__ kapitalist sömürünün sınırlandırılması. Tipik bir küreselleşme karşıtı kurum o ­ lan A ttac’ın taleplerini buna örnek ola­ rak göstermek mümkün. Attac saygın Fransız dergisi Le Mon­ de Diplomatique çevresinde toplanan bir entelektüel grubunun somut bir ö­ nerisi ile hayat buldu, borsa karlarından alınacak bir verginin uluslararası kurum­ lar aracılığı ile dünya yoksullarına akta­ rılması (Tobin Vergisi). Bu karların de­ vasa boyutlara vardığı biliniyor, buna bağlı olarakta toplanacak vergilerde. Te­ melde devletlerüstü bir vergi talebi, kü­ reselleşme mantığını kabul anlamına ge­ liyor kuşkusuz. Ancak Attac bu taleple yetinmiyor, giderek uluslarası bir hare­ ket, bir kurum haline dönüşürken bir di­ zi talepleri de öne sürmeye başlıyor. Onlara göre sermayenin yeni liberal po­ litikaları tüm kötülüklerin müsebbibi, ta­ leplerde buna göre şekilleniyor, Onlara göre tüm ülkelerde yaşamı sürdürmeye yeterli asgari ücretler belir­ lenmeli, işsizlik sigortası mecburi olmalı, asgari düzeydeki sağlık ve eğitim hizmet­ leri ücretsiz olmalı, sermayenin dolaşımı sınırlanmalı, Üçüncü Dünya’daki yoksul­ luğu artıran borçların geriye ödenmesi durdurulmalı. Kuşkusuz güzel talepler, ama bunların nasıl, hangi örgütlenmeler­ le gerçekleştirileceği sorusu gözden ırak tutulursa. Gene bu hareket içindeki e­ konomistlerde Susan George, haklı ola­ rak bir tespitte bulunuyor. Ona göre ik­ tidarı elinde tutan sermaye sahipleri bı­ rakın iktidarı, en ufak hakları bile mec­ bur olmadan kimseye vermiyorlar. Por­ to Alegra’da bu yıl yapılan sosyal forum ­ da bu tespiti yaptıktan sonra hemen ila­ ve etmeden duramıyor, ‘ama polisle ça­ tışarak sermayedarların ekmeğine yağ

------------------------------------------- 65 —


— y o l-------------------------------------------sürmüyelim, televizyonlar hep bu tü r o­ layları öne çıkartarak bizleri bir avuç serseri gibi göstermeye çalışıyor’. Gene haklı bir tespitten yola çıkalım, ona göre protesto gerekli ama yeterli değil, kendi önerilerimizi de tartışmaya sunmamız gerekli diyor, merakla bekli­ yor dinleyiciler, ne gibi öneriler gelecek diye; uluslararası tekellerin yöneticileri, dünyanın herhangi bir yerindeki şubele­ rinin işledikleri suçlardan da sorumlu tu­ tulmalı denince herkes onaylıyor haliyle, kim karşı çıkar böyle bir öneriye. Bu haklılık karşısında kimsenin aklına, bunu hangi kurum, nasıl, hangi güçle yapar gi­ bi can sıkıcı sorular gelmiyor.

SEATTLE'DAN CENOVA'YA VEYA PROTESTODAN DİRENİŞE Mİ? Kendini rakipsiz ilan etmiş olan kapi­ talist düzene biraz hıncı olanlar, Cenova’da yaşananları seyrederken yürekleri­ ne biraz su serpilmiş hissettiler kuşku­ suz. Adeta tüm değerleri ayaklar altına alan bir düzene karşı şekli, yönelişi ne o­ lursa olsun gür bir ses çıkmasından kim şikayet edebilirki! Hele bu ses 99’dan bu yana Seattle’da başlayıp Praglar’dan Göteborglar’a, Cenovalar’a uzanmışsa bir süreklilik kazanmışta denilebilir artık. O zaman en azından bir ara bilanço çıkarılması, kabaca da olsa bir durum değerlendirmesinin yapılması da zorunlu hale gelmiştir. Derinlikli bir değerlendir­ me yapmanın ön hazırlığı olarak bu ‘ha­ reketin’ olumlu ve olumsuz yanlarını alt alta sıralamakla işe başlayalım. Olumlu ve olumsuz kriteri olarak kapitalizmi aş­ mayı perspektif edinenlerin duruş nok­ tası olarak alındığını ilave etmekte ge­

rekli kuşkusuz. 1. Herşeyden önce düzene muhalif yeni görünümlü bir hareketle karşı karşıyayız. Özellikle 68 Hareketi ile karşı­ laştırmayı giderek hak eden bir hareket bu. Düzen karşıtı pek çok sol yapılanma­ lardan farklı olarak yerel düşünce ve davranışı aşan, enternasyonal yanı he­ men göze çarpan bir yapılanma ortaya çıkmakta. 2. Egemenlerin güç gösterisine dö­ nüştürmek istedikleri zirveler, buluşma­ lar tam tersine, onların alternatifsiz ol­ madıklarının hatırlatıldıkları protesto gösterilerine dönüştürülmekte, yani dünya düzeninin tek seçenek olmadığı dosta düşmana gösterilmekte. Giderek sayısı artan bir topluluk egemenlere, siz bizim kaderimizi tartışırken bizde rahat­ ça televizyondan sizleri izlemekle yetin­ meyeceğiz denilmekte. 3. Bu karşı çıkış ister istemez top ­ lumsal kesim ve kuruluşları, olaylar kar­ şısında bir tavır almaya zorlamakta. Ö r­ neğin çevreci, yeşil hareket tamda dü­ zenle bütünleşme yoluna girmişken bir kez daha düzenle olan çelişkilerini so­ mut olarak hissetmekte, kendi kendini yeniden tanımlama ihtiyacını duymakta. 4. Hemen hemen her muhalif kesim bu hareketin içinde yer almakta, Cenova gösterilerini düzenleyen forumda yer alan 350 kuruluş 50’den fazla ülkenin sosyal muhalefetinin temsilcileri duru­ munda. Komünistlerle çevreciler, anar­ şistler fazla sorun çıkarmadan, globalleş­ me karşıtları olarak bir araya gelebilmekteler. 5. Gene olumlu sayılması gereken noktalar olarak, tabanın daha çok söz sahibi olduğu, dikeyden çok yatay bir


cenova ile katar arasındaki 11 eylül__ demokrasi anlayışının yaygın olduğu, ye­ ni haberleşme tekniklerinin başarılı bir biçimde (elektronik posta, internet) kul­ lanıldığı sayılabilir. Kuşkusuz biri diğerin­ den bağımsız olarak düşünülemez. Ancak Cenova’da fiziki zor yanlıları­ na karşı tavır almada zorlanmanın gös­ terdiği gibi belli konularda sınırlarında yavaş yavaş ortaya çıkması da sözkonusu. Bu zaafları da şu şekilde sıralamak mümkün: 1. Giderek 300.000’lere varan bir protesto hareketi oluşmasına karşın he­ nüz güç dengelerinde bir değişme sözkonusu değil. Gerek hareketin niteliği gerekse de gelişmesi böylesine bir duru­ ma yol açacak gibi görünmüyor. Kapita­ lizmin kendine karşı değil, daha çok so­ nuçlarına karşı çıkan bir konumdan ileri­ ye gitme düşüncesi de pek gündeme gel­ memekte. 2. Başlangıçta protestolarla irkilen sermayenin siyasetçileri giderek buna a­ lışmakta, polisiye, askeri yöntemlerle bu karşı çıkışı kontrol altına alacaklarından emin görünmekteler. Onlar bu protes­ toları, bu tü r zirvelerin katlanılması ge­ reken yan etkileri olarak çoktan sineye çekmiş gibi görünüyorlar. 3. Başlangıçta çok geniş çevreleri içi­ ne çekmiş gibi gözükse de, özellikle pra­ tikte kaçınılmaz olarak yapılan hatalar sonucu hareketin daralma tehlikesi o r­ taya çıkmış durumda. 4. Başlangıçta çok değişik, inisiyatifli eylemler sözkonusu iken, giderek ken­ dini tekrar eder hale gelme tehlikesi de ortada. Medya bu tü r olaylara ilgi duyar­ ken, protestonun nedeni çoğu kez güme gitmekte, adeta medya için eylem yapılır hale gelmekte. Can alıcı nokta ise fiziki

zor kullanılması; büyük bir çoğunluk kendilerine göre barışçı yöntemlerde ıs­ rarlı olurken, medyanın da kışkırtması i­ le fiziki zor öne çıkmakta, geniş kamuo­ yuna bu tablo yansıtılmaktadır. Radikal eylemcilerin küçük bir azınlık olduğu gözlerden kaçmaktadır. 5. Büyük bir çoğunluğu genç kuşak­ tan olan globalleşme karşıtlarının, fiziki zoru reddetmeyen değişik mücadele yöntemlerine yönelmesi gerekirken, bu­ nun tek mücadele yöntemi olarak kulla­ nılması, bir araç olmaktan çıkıp amaç ha­ line gelme tehlikesi ile karşı karşıyayız. 6. Globalleşme karşm gösterilere katılanlara baktığımızda ister istemez bun­ ların önemli bir kesiminin çalışmayan, a­ ma maddi imkanı olan kişilerden oluştu­ ğu dikkat çekiyor. Neredeyse ‘protesto turizmine’ dönüşen bu eylemliliklere başka türlü katılmak mümkün değil, bir kuruluşun maddi imkanları ile değil ken­ di imkanlarıyla Seattle’dan Cenova’ya gi­ denler, bu hevesleri geçince Cenova’ya gitmek yerine, aynı gün Berlin’de yapılan tekno gösterisine gideceklerdir kuşku­ suz. Hemen bunların, kapitalizmin aşılma­ sına yönelik mücadele edenlere yükle­ dikleri görevler olduğunu bilelim. Hiç bir sosyal hareket kendini küçümseyen­ lere dönüp bakmaz, ama ‘yaşa-varolcu’ hurra edebiyatıda ne bize ne de bu ha­ rekete birşey kazandırmayacaktır. Bu o ­ luşuma ilgisiz kalınmamalıdır, uzaktan e­ leştirme ile yetinilmemeli, bizzat hare­ ketin oluşumuna, gelişimine katkıda bu­ lunulmalıdır. Bunun için de hareketin kendisinin ne olduğunun bilinmesi önem kazanır. Daha derinlikli bir incelemenin ge­ ---------------------------------------------- 67 —


__ yol rekliliği de ortada, özellikle tanımanın önşart olduğu, değiştirmenin gerekli ol­ duğu bilincini kazanmak için böylesine bir giriş gerekli.

NGO'LAR VE DÜZEN Giderek artan bir şekilde W T O ve benzeri kurumlarda kapılarını, yukarda belirtilen ilk gruptan kurumlara açmak istiyorlar. W T O başkanı Wolfenson fır­ sat buldukça N G O ’ların kendileri için ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktan geri durmuyor. Onların kendileri için ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için­ de toplantı ve konferanslar sırasında N G O ’lar için ayrı birer forum düzenle­ niyor. Bu daveti kabul eden bazı N G O ’lar forum programı içinde “ yeryüzündeki sefalete” ilişkin bir dizi tartışma düzenli­ yorlar. Başka bir deyişle bazı N G O ’lar dışarda protesto gösterisi yaparken ba­ zıları da içerde sermayeye birşeyler an­ latmayı deniyor. Sermaye, politikacıların yerine kendilerine “ sivil toplum kurulu­ şu” diyen kurumlan kullanmak istiyor diye bir düz mantık elbette olamaz, ama bu kuruluşlar attıkları adımlara dikkat etmeliler, bizlerin gözleri bunların üze­ rinden eksik olmamalı denmesi bugün i­ çin yeterli. Bazı NG O yöneticileri bu tür toplantılara katılmak için epeycede ne­ fes tüketiyorlar, gözden kaçırmamalı. Dünya sermayesi için bugün resmi düzeyde üç önemli kuruluş, askeri dille söylersek üç ordu birliği var. Bunlardan ilki IMF neredeyse sermayenin en uçta­ ki keşif birlikleri gibi, bir ülkede işler kö­ tüye gitmeye başlayınca hemen orada IMF bitiyor, sanki paraşütle düşman hat­ ___ 68

larının arkasına indirilen öncü ekip. IMF ilk adımda daha sonra gelecekler için ze­ min hazırlıyor. Hemen ardından gelen Dünya Bankası ise gerekli altyapıyı oluş­ turma görevini üstlenen hücum birlikle­ ri. Sermayeye dikensiz gül bahçesi hazır­ lama işi W TO(Dünya Ticaret Örgütü)’ya ait, yani tam anlamı ile işgal birlik­ leri. Davos ve benzerleri ise işgal edilmiş bu ülkelerin nasıl kullanılacağının konu­ şulduğu “ sivil toplantılar” . Ve N G O ’lar bu toplantılarda düzen karşıtlığından dü­ zenle uzlaşma çizgisine çekilmeye çalışı­ lıyor. Kuşkusuz bunlar henüz dünyayı nasıl yöneteceğini bilemeyen sermaye için ilk deneyimler, kendi hakimiyetini kurmak için feodalizme karşı dayattığı demokra­ si ile işlerin yürümeyeceğinin farkındalar artık. Sosyalist sistemin çöküşü ile karşı­ larındaki en önemli engel ortadan kalktı denilebilir, ama ellerinde henüz dikensiz gül bahçesi yok. İşte Davas'taki gösteri­ ler, Seattle bu dikenlerin bir kısmı. Sen­ dikalara, çevrecilere. Üçüncü Dünya’daki homurtulara bu yeni dikenler ekleni­ yor. Sermayenin tekerleğine batan bu dikenler henüz onu yolundan çıkarmı­ yor, ama soğuk terler dökmesine, hızını azaltmasına neden oluyor. K a s ım 2 0 0 1


Mehmet Yılmazer

DEVRİMCİ HAREKETTE KRİZ DİBE VURAN TASFİYE SÜRECİ SORUNLAR VE SORULAR 12 Eylül sonrasında, özellikle de sosyalizmin yıkılışından sonraki süreç­ te devamlı işlenen ancak “ çaresi ’ bulu­ namayan bu sorun günümüzde yeni bir derinlik kazanmaktadır. Kabaca çevre­ mize baksak genel olarak sol, özel o ­ larak devrimci harekette daralma ve bozulmalar üstünden atlanamayacak ölçüde yoğunlaşmıştır. Sorunun öldü­ rücü olan yanı, uzun süredir farkında olunmasına rağmen, yaratıcı bir yakla­ şımla üzerine gitmek yerine adeta ka­ dere boyun eğen bir bekleyiş içinde o ­ lunmasıdır. Süreç tahrip edici bütün yanlarıyla akarken Devrimci Hareket sürüklenmekten başka bir tavır göste­ remiyor. Böyle k ritik bir noktaya gelin­ diği için Devrimci Hareket’in yaşadığı tasfiye süreçlerini ve nedenlerini bir kez daha değerlendirmek gerekiyor. Bugün liberal sol da, radikal sol da ay­ nı ölçüde kriz içindedir. Solun iki zıt kanadında da aynı zamanda kriz yaşan­ ması ve tasfiye dalgasının içinde sürük­ lenmesi ilginçtir. Radikalizm ve libera­ lizm, genellikle biri diğerinin yenilgisin­ den beslenerek yaşarlar. Bugün ikisi de dip noktalara itiliyor. Solun durumun­ dan yakınmak yerine sorunların irdelenmesinde derinleşmek; bunun için i­ se iyi bir durum tespiti yapmak gereki­ yor.

YAŞANAN TASFİYE SÜREÇLERİ VE Ö ZELLİKLERİ Bugüne dek hep burjuvazinin ve dü­ zenin krizinden söz ederdik; bize düşen “ gericilik yıllan” nın sıkıntıları ve zorluk­ larıydı. Ancak 12 Eylül sonrasının “geri­ cilik yılları” bitmek bilmedi. Üstelik, dü­ zen tarihinin en derin krizini yaşarken, Devrimci Hareket yükselmek bir yana son tasfiye dalgasının vuruşları ile iyice dip noktalara itilmektedir. Aslında so­ runların nedenleri ya da “gericilik yılla­ rımın uzayıp gitmesinin ana sebepleri çok da bilinmez şeyler değildir. Sorun şuradadır: Sosyalizmin yenilgi­ si ile birlikte devrimcilere kılavuzluk e­ den teorinin bazı temel dayanak nokta­ ları; içinde mücadele yürütülen pratik politika koşulları o ölçüde köklü ve ra­ dikal değişimlere uğradı ki, önce bu de­ ğişimi cesaretle kabul etmek başlı başına zorlu bir görev oldu. Pek çok siyaset bu adımı atmak yerine eski koşulları varsa­ yarak sanal yaratılan bir ortamda, ger­ çek olmayan ya da gerçekliğe denk düş­ meyen sanal taktiklerle mücadele ver­ mektedir. Durum böyle olunca tasfiye süreci adeta otomatik olarak işlemekte­ dir. Günümüze gelmeden yaşanan tasfiye süreçlerinin koşul ve özelliklerine bir kez daha değinelim. 12 Eylül sonrası yıl-

6 9 ----


__ yol ları ele aldığımızda başlıca iki ana tasfiye süreci yaşanmıştır. Birkaç yıldır üçüncü ve en öldürücü dalganın içindeyiz. İlk tasfiye dalgası 12 Eylül’ün başların­ da yaşandı. Bu sürecin en belirgin özelli­ ği doğrudan zora dayalı olarak devrimci örgütlenmelerin tasfiye edilmesiydi. Bi­ lindiği gibi bir devrimci örgütlenme açı­ sından tasfiye olgusu sadece düzenin zo­ ru ile bazı örgütsel yaralar almak değil­ dir. Z o r veya başka araçlarla örgütün i­ deoloji ve hedeflerinden kopuşması; bir bakıma başkalaşması, bozulmasıdır. 12 Eylül başlarında sol hareket böyle bir sü­ reç yaşamıştır. Bu tasfiye dalgasında be­ lirleyici araç düzenin çok yoğunlaştırıl­ mış zoruydu. Sol hareketin bir bölümü, daha çok burjuva sosyalistleri ve bazı ra­ dikal küçükburjuva hareketler ideoloji ve hedef kaybına uğrayarak tasfiye ana­ forunun içine yuvarlandılar. Bu durum kendini ya doğrudan eski hedeflerden a­ çıkça kopuşma ya da bitmez tükenmez, yıllar süren “ iç tartışmalar” biçiminde gösterdi. Bu sonsuz “ iç tartışma” süreç­ leri aslında başkalaşmanın, öz değiştir­ menin doğum sancılarıydı. Bu sürecin ardından 85 sonlarından başlayarak işçi ve öğrenci hareketinde bir yükselme yaşandı; bu yükseliş 90’lı yılların başına kadar sürdü. Pek çok ha­ reket bu dönemi 12 Mart çıkışına ben­ zeterek siyasal taktik ve hazırlıklarını bu hava içinde yürüttüler. Benzerliklerin çok sınırlı olduğu, hem dünya hem de Türkiye’nin koşullarında köklü değişim­ lerin yaşanması ile ortaya çıktı. Koşullar­ daki radikal değişim yeni bir tasfiye sü­ recini tetikledi. 92-94 arasında, Devrimci Hareket’in tarihinde çok özel bir yere sahip olan,

__ 70 _____________________________

klasik kriz sınırlarını aşan bir tasfiye dö­ nemi yaşanmıştır. Bu dönemde devlet Kürt Hareketi’ne karşı “ topyekün sa­ vaş” ilan etmesine rağmen, tasfiye süre­ cinde 80-84 arası olduğu gibi doğrudan düzenin zoru değil, çok başka nedenler rol oynamıştır. Bu nedenler dolayısıyla bu süreç özel bir yere sahiptir. Dünyada büyük bir altüstlük yaşan­ mış, Sovyetler Birliği inanılmaz görünen bir çabuklukla tarih olmuştur. Bu büyük yıkılış dalgasının etkileri Devrimci Hare­ ket’in kıyılarına ancak birkaç yıl sonra vurdu. Öte yandan, Türkiye’de de ko­ şullar oldukça radikal bir şekilde değişi­ me uğramaktaydı. Başlıca iki temel para­ metre değişmişti. Özal politikaları ile e­ konomide kapitalizmin ikinci gelişim dal­ gası yaşanmış, neoliberalizmin Türkiye uygulamaları ile 50’li yıllardan çok daha hızlı bir biçimde sosyal yapı değişmiştir. Kentler kısa bir sürede iki kat irileşmiştir. Aynı zamanda devletin yapılanması da değişmiş, Devrimci Hareket’le “ on yılda bir hesaplaşan” devlet bu durum­ dan radikal bir şekilde kopuşmuş, gün­ delik hesaplaşmayı öğrenmiştir. Bütün bu köklü değişimlerin yanına 84 sonrası yükselen Kürt Ulusal Kurtuluş Mücade­ lesini de yerleştirdiğimizde tablo ta­ mamlanır. Kürt Hareketi bir yandan yetkin ve usta mücadele tarzı ile Devrimci Hare­ ket’in stratejik ve taktik zaaflarına ayna tutarken; öte yandan yürüttüğü müca­ dele ile “ kırlara” dayalı bazı siyasetlerin stratejik varoluş koşullarına çok önemli bir darbe vuruyordu. A rtık hiçbir şey eskisi gibi yürümüyordu. Böylece 60’lı yıllarda ikinci doğuşunu yapan, 85-90 a­ rasında “ eski güzel günler” inin bir ben­ zerini arayan, fakat bulamayan Devrimci


__________ devrimci harekette kriz___ Hareket’in bir tarihsel dönemi kapanı­ yordu. Devrimci Hareket’in 90’lı yılların başlarında içine girdiği tasfiye sürecinde başrolü oynayan güç, mücadele koşulla­ rının radikal bir şekilde değişimidir. De­ ğişen koşulların ve bu yeni koşulların da­ yattığı görevlerin kavranmasındaki her gecikme Devrimci Hareket’te stratejik bir erimeye yol açıyordu. Mücadele ko­ şullarındaki değişim, o güne kadar sınıf­ lar savaşının adeta klasikleşmiş git-gel’lerinden çok başkaydı. Sosyalizmin çöküşü sınıflar mücadelesinin temel dayanak noktalarını ister istemez gölgeliyordu. Dünya dengelerinin elli yıllık döneminde oluşmuş ideolojik, stratejik ve siyasi fo r­ müller yaşanan fırtınayla savrulup git­ mişti. Koşulların böylesine altüst oluşuna sol içinde başlıca iki tepki oluştu. Bu tepkilerin kökleri elbette 90 öncesine kadar sarkar, yeni koşullar tepkileri hız­ landırıp derinleştirmiştir. Liberal Sol, ye­ ni koşulları devrimin ve sosyalizmin in­ karı olarak yorumlayarak, yeni araziye uyum yapmanın yollarını aramaya başla­ dı. Radikal ruh halini koruyan siyasetle­ rin pek çoğu ise değişimi sadece sözde kabul etmekle yetindiler, onun mantık sonuçlarına ulaşamadılar. Bunun yarattı­ ğı politika yapış biçimi olarak eski fo r­ müllerin tekrarı yıllar aktıkça siyasetler­ de bir kireçlenme, tıkanma ve hatta çü­ rüme yarattı. 96 ve 97 yıllarında yaşanan yükselme hareketlere geçici bir soluk aldırmış ol­ sa da, bu yükselişin temelsiz ve ömürsüz olduğu yine o süreçte yaşanan ölüm o­ ruçlarının sonuçları ile anlaşıldı. Ölüm oruçları belli etkiler yaratmış, bazı mev­

ziler elde edilmişti; ancak hemen ardın­ dan güçbirliği çalışmaları sırasında siya­ setler arasındaki tartışmalar, devrimci politikanın çok fazla kalite kaybına uğra­ dığını çok açık bir şekilde ortaya koydu. Zaten I Mayıslar’daki “ sayı tartışmaları” bunun tüm ipuçlarını veriyordu. Fakat hiç değilse önemli ve büyük fedakarlık­ larla yürütülen ölüm oruçları sonrasında farklı davranılması beklenirdi. Siyasetle­ rin seviyesiz rekabeti, yeni dönemin kavranmamasının nelere mal olduğunun en insafsız kanıtı oluyordu. Hemen her devrimcinin yakındığı “ değerler erozyo­ nu” bizzat devrimci siyasetler içinde çok şiddetli bir şekilde yaşanmaya başlamış­ tı. Dünya ve Türkiye’deki köklü değişim­ ler siyasetlerin ideolojik duruşlarını ve stratejik zeminlerini çok zayıflatınca, bu­ nun kaçınılmaz sonucu olarak devrimci değerlerde büyük bir aşınma başladı. Yeni dönem kavranamadığı ölçüde bu e­ rozyon hızla devam etti. Siyasetleri daha önceleri birbirinden kalite olarak ayıran stratejik kavrayışları, altüst olan koşullarda çok fazla anlam kaybetti. Yeni dönemin görevlerine yak­ laşımdaki her yeteneksizlik büyük ideo­ lojik ve stratejik boşluk yarattı; bu boş­ luklar tutarlı çabalarla doldurulmadıkça, günümüzün postmodern zehirli otları­ nın istilasına uğradılar. Özellikle radikal siyasetler postmodernizmi çok küçüm­ semelerine rağmen, onun en zirvede davranışı olan ufuksuz bencilliği her tu ­ tumlarıyla açığa vuruyorlar. Küçükburjuva dar görüşlülüğü ile postmodernizmin günü kurtarma bencilliği birleşince ortaya tam şark usulü ucube bir sentez çıkmıştır. Bir yandan postmodern dün­ yanın sözde radikal bir inkarı, davranışta ise onun bütün zehirleriyle adeta bütün­ ______________________________ 71 ----


— y o l------------------------------------- _— leşerek yaşamak;., şizofren-kişilik parça­ lanmasına uğramış, çürüyen siyasetler yaratmıştır. Olayların gidişi ve olumsuzlukların birikimi yeni bir kırılmayı alın yazısı hali­ ne getiriyordu. Böyle akan süreç bir noktadan sonra üçüncü ve en güçlü tas­ fiye dalgasına dönüştü. Bu süreç 28 Şu­ bat ile başlamış, PKK’nin stratejik dönü­ şü ile derinleşmiş; son ölüm oruçlarıysa adeta tasfiyenin vardığı derinliğin sarsıcı bir göstergesi olmuştur. Son yaşadığımız tasfiye sürecinin en belirgin özelliği nedir? 90’ların başında i­ deolojik ve stratejik duruşunu kaybeden Devrimci Hareket’in bu sarsıcı değişime tepkisi geleceği yitirmek, gündelik taktik ve reflekslerle “ günü kurtarmaya” yö­ nelmek olmuştur. Düzen 28 Şubat’la Devrimci Hareket’in taktik alanını da i­ yice daraltmış, “ gericilik-laiklik” ve “ şovenjzm-bölücülük” kutuplarına sıkıştır­ mıştır. Böylece günü kurtarma olanakla­ rı da gittikçe daralmaya başlamıştır. İkti­ dar ufku ve stratejisi büyük ölçüde eroz­ yona uğrayınca düzenin binbir pisliği hergün ortaya dökülmesine rağmen, bü­ tün bunlar önemli taktik sonuçlar yarat­ maz olmuştur. 28 Şubat sonrası süreç aslında 90’larla başlayan büyük altüstlüğün derinleşen bir devamıdır. Erozyona uğrayan devrimci stratejiler bambaşka paradigmalarla kurulan yeni dönemin dayattığı görevlerle yenilenmeyip; bu ye­ nilenmenin gerektirdiği hazırlıklar titiz ve inatçı bir şekilde sürdürülmeyince ge­ riye “ günü kurtarmaya” yönelik ufuksuz sözde taktikler kalıyordu. Bunları da dü­ zen kendi yarattığı gerilimlerle hızla et­ kisiz hale getirebilecek ustalık ve gücü Eylül sonrası kazanmıştı.

Son yaşanan tasfiye sürecinin şüphe­ siz en önemli olgusu PKK’nin içine girdi­ ği stratejik dönüştür. Bu stratejik deği­ şim için ileri sürülen ideolojik ve siyasal tezler tasfiye sürecini derinleştiren bir zemin yaratmıştır. Kürt Hareketi’nin ye­ ni ideolojik yönelişleri sosyalizmin yıkılı­ şıyla büyük bir darbe alan Devrimci Ha­ reket için ikinci büyük sarsıntı olmuştur. Sovyetler’in yıkılışıyla sosyalizme duyu­ lan inançlar büyük yaralar almıştı; PKK’nin ideolojik değişimi ile devrime beslenen pratik inançlar önemli bir dar­ be yedi. 90’lı yıllara sosyalizmin yıkılışı­ nın yarattığı yıkıcı dalgalarla girilmişti; ikibinli yıllara PKK’nin stratejik dönüşü­ nün yarattığı etkiler ve AB’ye aday üye olmanın estirdiği “ demokrasi” umutları ile girildi. Yaşanan son iki yıl ne PKK’nin ideolojik kurgularını ne de “ demokrasi” beklentilerini doğruladı. Buna rağmen Devrimci Hareket’in krizi derinleşerek sürmektedir. Gelinen noktada krizin ö ­ zelliklerini birkaç başlıkta özetleyelim: * Bugün soldaki kriz hemen tüm ha­ reketleri kapsayan bir yaygınlık kazan­ mıştır. 80’li yılların başlarındaki ilk tasfi­ ye dalgasında çözülen ve liberalleşen sol hareket de; radikal bir zeminde durma­ ya çalışan fakat tüm değişen koşullara eskiyi tekrarla cevap bulmakta inat eden Devrimci Hareket de bugün derin bir kriz içindedir. Birbirine zıt uçlarda du­ ran bu hareketler daha önceki mücade­ le deneylerinin gösterdiği gibi genellikle birbirlerinin aleyhine gelişirler. Ortam birini beslerse genellikle diğerinin yolu­ nu tıkar. Fakat 90 sonrası gelişmelerde bu olgu değişmiştir. Hatta 28 Şubat mil­ li güvenlik belgesinde radikal solun dü­ zen içine çekilip ehlileştirilmesi hedefi olmasına rağmen, Liberal Sol’da bir ge-


devrimci harekette kriz__ lişme yaşanmamıştır. Ne sırf yumuşaya­ rak ne de eskiyi tekrar etmekten öteye gitmeyen keskinliklerle artık politika ya­ pılabiliyor. Sistemin çöküşüyle sola karşı oluşan güvensizlik, döneme cevap ver­ meyen tutumlarla iyice beslenmekten ö­ teye gitmiyor. * Devrimci Hareket’teki krizin derin­ liğini gösteren bir diğer işaret taşı, dü­ zen “ cumhuriyet tarihindeki en derin krizini” yaşarken kendisinden korkulan “ sosyal patlama” nın kapıyı bir türlü çal­ mamasıdır. Ortada güvenilir örgütlülük ve açık hedefler göremeyen kitleler dü­ zene yönelmesi gereken öfkelerini ken­ di özel dünyalarında bireysel bunalımla­ ra dönüştürerek çürüyüp gidiyorlar. Bu koşullarda medyanın ahmaklaştırma gü­ cü daha da artmaktadır. * 60’lı yıllarda çizilen stratejilerin bü­ yük ölçüde erimesi Devrimci Hare­ ket’teki krizin temel nedenidir. Dünya ve Türkiye koşullarında yaşanan köklü değişimler stratejilerin dayandığı veya dayandığını iddia ettiği zeminleri, selin toprağı sürüklediği gibi alıp götürmüş­ tür. Bu gerçekliğe radikal zeminlerde tu ­ tunma iddiasında olan siyasetlerden eski değerler içinde katılaşmaktan başka bir tepki gelmemiştir. Bu kireçlenmenin he­ sabını yaşamın insafsız inadı her geçen gün daha fazla sormaktadır. * Yeni dönemin görevlerini tespit et­ me zorunlu çabasının yerini stratejik e­ rimeyi gündelik taktiklerle karşılamaya çalışmak aldı. Böylece büyük zemin kay­ masının yarattığı boşluğun doldurulabi­ leceği sanıldı. İş, sadece taktiklerle günü kurtarmaya kalınca siyasetlerin iç doku­ larında ve aralarındaki ilişkilerde olağa­ nüstü seviyesizlikler yaşanmaya başlandı.

Düzen 28 Şubat sonrası yaptığı manev­ ralarla devrimcilerin taktik alanlarını da oldukça daralttı. Yolsuzluklar istisna de­ ğil günlük olay olurken, medya bunlara karşı sözde savaş açınca devrimcilere sanki taktik alan kalmadı. Ayrıca kitleler özellikle Eylül sonrasının zoru ile örgüt­ lenme ve kendi gücünü kullanmaktan soğutulunca; buna ilave medya ile beyin­ ler tam anlamıyla bombalanıp, her olay cıvıklaştırılınca; en yaşamsal sorunlar bi­ le magazin hafifliği ile ele alınmaya başla­ yınca; düzenin en dehşetli rezilliklerine bile tepki göstermek anlamını sanki yi­ tirm iştir. Bu zavallılık içinde bunaltılan yığınlar bu gidişe tepki göstermek yeri­ ne bir biçimde kendilerini yaşatmanın en “yaratıcı” yollarına saptılar. Böyle bir ortamda, hem stratejik hedeflerden ko­ puk hem de yığınların yeni ruh haliyle buluşmayan taktikler hiçbir sonuç yarat­ madı. Bu gerçeklik sanki taktiklerin an­ lamsızlaşması gibi bir görüntü yarattı. En son yaşanan ölüm oruçları pek çok ha­ tasının yanında, taktik tıkanmaların ade­ ta intiharla aşılması gibi bir görünüm al­ mıştır. Kitleler boğaz köprüsünden hergün birinin atlamasına alıştıysa, ölüm o­ ruçlarındaki ölümleri nasıl farklı yorum­ layabilir. Herşey sonsuz bir yaratıcılık ve inatla yeni mücadele strateji ve taktikle­ rini dayatıyor. Eskinin en kahramanca taktikleri bile bugün bir değer taşımıyor. Bu acı gerçeğe istediğimiz kadar öfkele­ nelim, yaratıcılık silahını kullanamazsak durum değişmez. * Bütün bunların mantık sonucu, Devrimci Hareket’in krizinde bütün si­ yasi yapıların dokusunu bozan bir değersizleşme yaşanmaktadır. Çünkü devrim­ ci değerler, sadece ahlaki olanlar değil, i­ deolojik, stratejik ve siyasal pek çok de-


— y o l-------------------------------------------ğer zemin kaybettiği için örgütleri ve kitleleri sürükleme gücünü yitirmiştir. Postmodern dünyanın yarınsızlığı, dev­ rimci örgütlenmelerin zeminini inatçı bir şekilde kemirmektedir. Böyle bir o r­ tamda en pragmatik davranışlarla, yersiz katılaşmalar çok rahatlıkla birbirinin içi­ ne girebilmektedir. Değerler yitiminin bir diğer en ağır sonucu şizofren yapılar yaratmasıdır. Bir yanda sözde bazı de­ ğerlerin yaşadığı ve hala savunulduğu id­ dia edilirken; öte yanda yaşamın zorla­ maları sonucu bu değerlerden apayrı davranışlar gündelik hale gelmektedir. Ortaya karakter olarak parçalanmış ya­ pılar çıkmaktadır. Bu durum bir rastlan­ tı ve geçici bir olgu değildir; büyük altüstlüklerin çözümlenmesi ve yeni gö­ revlerin tespiti yerine özü boşalmış eski formül kabuklarına sığınılmaya devam e­ dildikçe şizofrenleşme derinleşecektir. Olay öyle bir noktaya yaklaşmaktadır ki, siyasi yapılardaki sorunlar politik olmak­ tan çıkıp moral ve düşünce hastalıkları­ na dönüşmenin sınırlarında gezinmekte­ dir. Devrimci Hareket, krizini çözümle­ yebilmek için önce bu gerçekliğini cesa­ retle kabul etmek zorundadır. Kof ajitasyonların, içi boş inatların çözüm yeri­ ne yıkım ürettiği yeterince açıktır. Eylül başlarında düzenin doğrudan zoru ile başlayan tasfiye dalgası, bazı kesinti ve gerilemelere uğrasa da, derinleşerek de­ vam etmektedir. Eylül’den hemen sonra olay mücadele tarihlerinde görülen tipik “gericilik yıllan” nın özelliklerini taşıyor­ du. Bütün yıkımına rağmen tasfiye ideo­ lojik seviyelere henüz tırmanmamıştı. Ancak mücadele koşullarında radikal değişimler ortaya çıkmaya başladıktan sonra sürecin anlamı ve derinliği tama­

men farklı özellikler kazanmıştır. Olaya hala klasik gericilik yıllarının özelliklerine sahipmiş gibi yaklaşmak artık sadece çö­ küş yaratıyor. Gerçekliklere gözleri ka­ payıp bir biçimde “ idare etme” nin yolla­ rı artık tıkanmıştır.

SORUNUN KO NULUŞU Devrimci Hareket’in 12 Eylül sonra­ sı bir türlü kendini toparlayamadığından yakınarak soruna yaklaşmak epey za­ mandır egemen refleks haline geldi. Ö ­ zellikle Kürt Hareketi bir türlü toparlanamayan Türkiye Devrimci Hareketi’ni sık ve oldukça sert eleştirdi. Ancak so­ runun çözümüyle ilgili ortaya yakınma­ lardan, sırf olumsuzlamalardan öteye bir düşünce sürülemedi. Kendimizi sorgu­ larken konu temelsiz olarak ele alınırsa subjektivizmin dipsiz kuyusuna düşülür. Solun bir bölümü böyle davranarak yer­ li yersiz günah çıkartmalara, hatta kendi­ ni aşağılamalara kadar vardı. Bütün olan­ lardan yalnızca devrimci örgütlenmeleri sorumlu tutmak belki insana bir “ fail” bulmanın rahatlığını vererek tatmin ede­ bilir; ancak kesinlikle bir çözüm üret­ mez. İçinde yaşadığımız günlerin kapanan bir dönemden kopuşmayı kapsadığını ve dayattığını kavramadan sorunlara yaklaş­ mak insanı hemen sübjektif zeminlere sürükler. Dönemin özelliklerinin kav­ ranması ilk yapılması gereken görevdir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir. Ezbere bildiğimiz “ objektif ve sübjektif şartların tahlili” formülü, temel paradig­ malar değişince işe yaramayan bir araç haline gelebilir. Dünyada özellikle Ekim Devrimi sonrası, kendi iç iniş çıkışlarıyla


devrimci harekette kriz__ birlikte komünist ve devrimci hareket­ ler sürekli mevzi kazanmışlardır. Bu sü­ reç 70’li yılların ikinci yarısından itibaren bir duraklamaya girmiş, 80’lerin sonun­ da ise sistem olarak sosyalizm çökmüş­ tür. Bu devasa olguyu hafife almak, 19. yüzyılın ortalarında başlayan komü­ nist hareketin mücadele tarihinde dö­ nem dönem yaşanan sıçrama ve gerile­ melerden birisi olarak algılamak, “ objek­ tif ve sübjektif şartlar” tahlilini formül o­ larak ezberlemek, ancak içeriğini göz ar­ dı etmek olurdu. Olayların böyle formül­ lere zaten pek aldırış ettiği yoktur. 20. yüzyılın son on yılından itibaren giri­ len süreçte pek çok konuda henüz “ fo r­ mül” bulunmamıştır; bilinmeyen sularda yelken açtığımızın bilincinde olmalıyız. Bilinmeyen sulara yelken açmak yerine bilinen sularda “ kıyı kıyı” gitmek de te r­ cih edilebilir. Fakat son on yıldır yapılan zaten budur; günü kurtaran taktik tıkan­ ma ve darlıklarla “ kıyı kıyı” bıktırıcı, sü­ rekli kendini tekrarlayan, coşku, enerji ve gelecek tüketen bir yolculuk yapmak­ tayız. Bunun zıttı elbette kör bir mace­ raya atılmak değildir. Ancak kapanan bir dönemin öldürücü, çürütücü alışkanlık­ larından sürekli bir kopuşma gerilimi i­ çinde olmalıyız. Bilinç ve davranışları­ mızla böyle bir kopuşmaya kilitlenmeliyiz. Böyle bir duruş noktasında mezvilenmek bilinmeyenleri bilinir kılacak bir enerji üretebilir; aksi durumda eskinin gittikçe ağırlaşan havasında tükenmek kaçınılmazdır. Devrimci Hareket’i son on yıldır da­ raltan sadece düzenin bildik, eski tarz kuşatma ve imhaları değildir; dünya öl­ çüsünde yaşanan köklü değişimlerin ya­ rattığı yeni koşullara yaratıcı bir tarzda yaklaşamamanın bedelleri ödenmekte­

dir. Belirttiğimiz gibi “ yaratıcı yaklaşım” söylendiği kadar kolay değildir; ancak bunun bilincinde olmakla, değişimin de­ rinliğini iyi tespit etmekle bu zorlu görev bir ölçüde “ kolaylaştırılabilir.” Bu duruş noktasını her türlü hafife alış her türlü ezbere davranış, kesin ve öldürücü be­ deller öder. Yeni Dünya Düzeni denen emperya­ list yeniden paylaşıma dünya ölçüsünde tepkiler hiç de azımsanacak ölçüde de­ ğildir. İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra tepkiler yükselmeye başlamıştır. Ancak yine görüldüğü gibi bu tepkilerin yönü, derinliği ve örgütlenmelerin yapıları, ka­ rarlı ve uzun soluklu bir mücadele için çok yetersizdir. Fakat mucizelerle yola çıkılamayacağına göre, bu sallantıları, e­ meklemeleri büyük çöküşten sonra aya­ ğa kalkışın sancıları olarak görmek zo­ rundayız. Öte yandan, bu ayağa kalkışın özelliklerini eski şablonlarımızla okuma­ ya çalışırsak, ortada okunacak dişe de­ ğer bir şey bulamayabiliriz.

SORULAR VE SORUNLAR Elimizde 20.yüzyılın başında kurul­ maya başlayan dünyanın ve onun yarat­ tığı güç konumlanmalarının ürettiği denklemler olmadığına göre, 21.yüzyıla giriş yaparken hangi sorunlarla ve soru­ larla yüzyüze olduğumuzun bir bilanço­ sunu çıkartmaya çalışalım.

I . Hedef kaybı ve yarattığı sorunlar 1917 Ekimi’nde Rus proletaryası ikti­ dar olduğunda yarım yüzyıl ön.ce Paris Komünü’nde sadece üç ay süren düş ya-

75 -—


— y o l------------------------------ -------------şam bulunuyordu. Bütün ezme çabaları­ na rağmen II. Dünya Savaşı sonrası tek ülkeden yeryüzünün üçte birine yaygın­ laşan sosyalizm bir dünya sistemine dö­ nüşürken, böylece “ kapitalizmden sos­ yalizme geçiş çağı” pratik gerçeklik olu­ yordu. İnsanlık, inananı ve inanmayanı i­ le yetmiş yıl bu “ çağın” içinde yaşadı. Dünyanın herhangi bir ülkesinde kapita­ list düzene karşı en küçük tepki sosya­ lizme geçiş çağı için bir birikim olarak kabul ediliyordu. Yenilen devrimler bir umutsuzluk yaratmak yerine dünya dev­ rimci hareketi için deney oluyor, aynı hataları tekrarlamamak için dersler çı­ kartılıyor, “ bıçaklar yeniden bileniyo r” du. İçinde yaşarken çok fazla fark etme­ sek de 1975’li yıllardan sonra dünya devrimci sürecinde bir tıkanma başladı. 1979 Sandinista Devrimi sosyalizmle bağlantılı son devrim oldu. 1982 Polon­ ya olayları sistem içinden güçlü bir uyarı olmasına rağmen o yıllarda genellikle böyle algılanmadı. Berlin Duvarı’nın yıkı­ lışıyla sistem çöktü. Böylece “ kapita­ lizmden sosyalizme geçiş çağı” kırılmaya uğradı. Sadece pratik bir kırılma değil, teorik-ideolojik olarak da derin bir kırıl­ ma yaşandı. A rtık dünyada kapitalizme tepkiler bir kanala ve yöne akan güçlü bir akıntı etkisi yaratmıyor. Küreselleş­ me karşıtı Cenova eylemleri bütün gü­ cüne ve yankısına rağmen sosyalizme doğru bir akış etkisi yaratmadı. O zaman “ kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” nın bir serap gibi kaybolup kaybolmadığını sormak çok doğaldır. Bugünün dünya­ sında bu soruya teorik olarak verilecek cevapların etki gücü sınırlı kalacaktır. Sa­ dece teorik değil olaylarca pratik cevap­ lar da verilmesi gerekir.

__ 76

Sosyalizmin yıkıldığı noktadan tarihe bir kez daha bakınca, proletarya iktidar­ ları ile sonuçlanmış devrimlerin ortak bir özelliği çok açıkça göze çarpmakta­ dır. Bu devrimler kapitalist üretim güç­ lerinin gelişip kendi mülkiyet ilişkileri ile çatışmasından doğmamış, tam tersine kapitalist gelişmenin, kapitalizm öncesi feodal üretim ilişkileri tarafından yolu­ nun kesilmesinden dolayı patlak vermiş­ tir. Bu ülkelerde işçi sınıfı, burjuvazinin yapmaya göze alamadıklarını yapmıştır. Tarihsel olarak işçi sınıfı, burjuvazinin yerine üretici güçlerin önündeki engel­ leri tasfiye ederken, bu ülkelerdeki yete­ neksiz ve genç kapitalist sınıfı da tasfiye etmiştir. O günlerin “gelişmiş” kapitalist ülkeleri olan Fransa, Almanya ve İtal­ ya’daki başarısız proleter devrimleri için de aynı zemin söz konusudur. Bu ülke­ lerde hemen her restorasyon süreci, sonunda bir işçi ayaklanması ya da dev­ rim yaratmış; ancak burjuvazi çok daha güçlü olduğu için devrimler yenilmiştir. Fakat o yüzyılın kapitalist olarak en ge­ lişmiş ve dünyayı sömüren İngiltere’sin­ de ise proleter devrimi yaşanmamıştır. İnsanlık esasında kapitalist toplum yapısı içinde üretici güçlerin tükenip tı­ kanmasından kaynak alan bir devrimi henüz yaşamamıştır. 20,yüzyılın özgün koşullarında, kapitalizme geç giren bazı ülkelerde, dünya işçi hareketinin güçlü rüzgarının da etkisi ile, feodal artıkların yanında bu artıklara güçlü bir darbe vuramayan cılız burjuvalar da süpürülmüş­ tür. Olaylar, Kıta Avrupası’nda devrim bekleyen Marksizm’in kurucularının beklentilerine göre akmadı. Hatta, Rus­ ya’da Bolşevikler iktidara geldiklerinde bile, Rus Devrimi’nin alınyazısını patla­ mak üzere olan Alman Devrim i’ne bağ­


__________ devrimci harekette kriz___ lamışlardı. Bu kez de olaylar, Rus dev­ rimcilerine tarihin en büyük süprizini ya­ pıyordu. Avrupa’nın en geri ülkesinde gerçekleşen devrim, daha gelişkin olanlardakiler başarısızlığa uğrayınca tüm dünyada biricik olarak kalıyordu. 21.yüzyıla girerken insanlık hala kapi­ talist üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluktan kaynak alan bir devrim yaşamadığı gibi, sosyalizmin de yıkılışını gördü. Yaşanan sosyalizm deneyine baktığımızda, sistemin bir dö­ nem üretici güçleri kapitalizmden çok daha hızlı ve devasa boyutlarda geliştire­ bildiğini, ancak bir dönem sonra tıkanışa girdiğini; sosyalizmin en büyük düşü, işçi sınıfının üretimde yaratıcı bir şekilde yer almasının ise gerçekleşemediğini görü­ yoruz. Sonuçta gerçekleşen, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında eski dü­ zenle kıyaslanamayacak ölçüde bir iyileş­ medir. Sanki işçi iktidarları dev boyutlu sendikalar gibi çalışmış, yaşam koşulları­ nı ilerletmiş, ancak buradan öteye gide­ memiştir. Yıkılışla birlikte yetmiş yılda gelinen yaşam seviyesi de adeta bir gün­ de en geri noktalara kadar yuvarlanmış­ tır. Durum böyleyse hangi soruları sor­ malıyız? Henüz kapitalizmden sosyaliz­ me gerçek geçişi yaratan bir devrim ya­ şamadık rrıı? Yaşanan sosyalizm değil miydi? işçi sınıfı yetmiş yılda yönetmeyi ve yaratıcı üretimi öğrenip sınıf olarak kendini in­ kar yoluna giremediğine göre, nasıl ve ne kadar zamanda bu yola girebilecek? Günümüz dünyasında bu sorular yersiz değildir. Ancak bu sorulara bugün veri­ lebilecek cevaplar dünün “ kesinliğinde” olamaz.

Önce soyut insan düşüncesinin pra­ tik yaşamla bağına değinmek gerekiyor. Teorik öngörülerin pratikte gerçekleş­ mesi hiçbir zaman mutlak ölçülerde ol­ maz. Bu konuda yaşam pratiği son sözü söyler. Sosyalizmin yıkılışından sonra “ teorinin doğru pratiğin yanlış” olduğu çok sık tekrarlandı. Ancak tek başına bu yaklaşım bile bilimsel sosyalizmin sınırla­ rı dışına çıkmak için yeterlidir. Gerçek­ leşen pratikten hız alarak, demoralize o­ larak değil, teorimize dönüp yeniden ba­ kacağız. Yoksa ellerimizde değişmez bir kutsal kitap tutmuyoruz. Bu noktada ta­ rihsel materyalizmin kaba yorumlarıyla hesaplaşma başlar. Bir başka deyişle ka­ ba determinizmin adeta kaderciliğe dö­ nen gelecek okuyuşu ile kaçınılmaz he­ saplaşmalar gerekiyor. Sosyalist düşün­ ce de Aydınlanma’nın aklından çok u­ zaklara gidememiştir. Bilim, yerinden et­ tiği tanrıların tahtına kurulmaktan başka yol bulamamıştır. İnsan düşüncesi bin­ lerce yıllık tanrısal düşünce zırhından çı­ kıp bilimsel gelişmenin heyacan verici serüvenine başlayınca, bu çetin yolculu­ ğun bazı konaklarında eski alışkanlıkla­ rıyla buluşmadan edememiştir. Olaylar öngörülerin dışına taştıkça, düşünce pratikten koptuğu ölçüde taşlaşmış, tıp­ kı tanrısal düşünce gibi kalın zırhların ar­ kasına dokunulmazlık tahtına kurulmuş­ tur. Düşünce ve pratiğin birbirini çok daha kıvrak ve yetkince tamamlayacağı bir döneme girmeden önce postmodernizmin eliyle bilimselliğin, tanrılaşmasın­ dan dolayı inkar edildiği bir konaktan geçmekte olduğumuzun bilincinde ol­ malıyız. Her türlü büyük öngörünün la­ netlendiği, düşüncenin bataklık durgun­ luğuna dönüştürülmek istendiği bu dö­ nem istesek de istemesek de yaşanıyor.

------------------------------------------- 77 —


— y o l-------------------------------------------Buradan toplumsal gelişmelerin res­ torasyon duraklarına uğrayışlarına geli­ nir. Gelişmenin doğru bir çizgi izlemedi­ ği biliniyor. Daha doğrusu kapitalizm ön­ cesinden kapitalizme geçerken yaşanan bu gerçeklik 1917 Devrimi’nin ayakta kalmayı başardığı tarihten sonra düşün­ celerden silikleşti. Böyle olması da çok doğaldı. Sosyalist hareket kendi iç iniş çıkışlarıyla birlikte sürekli yükseliyordu. Düşünce zaafımız onun bu yükselişini teslim etmekten değil; yükselirken ken­ di içinde taşıdığı çürük noktaları görme­ mekten veya görmek istemeyişten kay­ naklanıyordu. Aydınlanma çağının aklı sosyalist iktidarlarda kendini bir kez da­ ha kutsuyordu. Bu kutsamanın, doku­ nulmazlık tahtına kurulmanın bedeli çok ağır oldu. Devrimler toplumları alışılmışın öte­ sinde bir hızla ileriye doğru sürüklerken, aynı zamanda kendi içlerinde uzun yılla­ rın alışkanlıklarının yarattığı bütün ipleri sonuna kadar gererler, bu gerilimler bir süre sonra toplumda geriye doğru bir savruluş yaratır. Devrimlerden sonra restorasyonlar yaşanır. Ancak tarihsel gidişin bize öğrettiği, devrim ve resto­ rasyon dalgalarının yaşanmasıyla sanki i­ leriye doğru gidişin güçlere göre bir bi­ leşkesinin oluşmasıdır. Restorasyonlar sanki tarihin akışını fırtınalaştıran devrimlere bir uyarıdır; onun hızını keser ve sanki bu delice hızlanıştan geriye vuruş darbeleriyle intikamını alır. Sosyalizmden tarih şimdi böyle bir intikam almaktadır. Kapitalizmin iki yüz­ yılda yaptığı sermaye birikimini ve sana­ yileşmeyi elli yıla sığdıran; üstelik bunu işsiz ve açlar ordusu yaratarak değil, bunları ortadan kaldırarak yapan, kapita­ lizmin henüz doyamadığı kar hırsını ve

__ 78 _____________________________

bireysel bencilliği kutsayışım toplumsal­ lık adına lanetleyen sosyalizm dünyanın üçte birine elli yıl gibi çok kısa bir süre­ de yayılınca, bir restorasyon için bütün güçleri ayaklandırmış oldu. Bu alın yazısı mıydı? Sorusu sorulabilir. Bu sorunun cevabı “ olasılıklar determinizminin” en­ gin bilinmez sularında spekülasyon yapı­ larak değil, olan olaylarla verilebilir. Ola­ sılıklardan birisi gerçekleşmiş, tarih bu zaman diliminde böyle yazılmıştır. Sosyalizmin bu hızlı kuruluşu sadece kendi örneğini yaratmamış, özellikle devrimlerin yaşandığı Kıta Avrupası’nda kapitalizme kendine ait olmayan özellik­ ler dayatmıştır. “ Sosyal refah devletleri” Kıta Avrupası’nda ortaya çıktı. Bilindiği gibi Amerikan refahı ya da “ Amerikan t i­ pi yaşam tarzı” tamamen başka türlü şe­ killenmiştir. Kıta Avrupası’nda doğan Keynes, kapitalizmin planlı ekonomisini yarattı; iş gücüne pazarda bir meta gibi davranışa sosyalizmin dünyadaki gölge­ sinden dolayı sınırlar getirildi. Bunların hiçbirisi kapitalizmin kendi özgünlükleri değildi. Yaşadığımız restorasyon süre­ cinde kapitalizm, kendinde olmayan bu özellikleri birer birer yapısı dışına yeni­ den kusmaktadır. Elbette 20.yüzyılın başlarına dönülemez. Zaten restoras­ yonlar tümüyle mutlak bir geri dönüş değil, ileriye gidişte güçlerin bileşkesinin oluşmasıdır. Bu süreç kapitalist anayurtlar için söz konusuyken, eski sosyalist ülkeler de bunun dışında değildir. Sosyalizm bir alt­ yapı ve egemen kültür olarak yıkılsa da, “ tarihin sonunu” özleyenlerin beklediği gibi insanlığın gelişme ufkundan silinme­ miştir. Başka renklerle, başka söylem­ lerle kapitalizmin geri dönme çılgınlığı ve hatta sarhoşluğuna tepkiler üretmekte-


devrimci harekette kriz__ dir. Eski sosyalist ülkelerde iktidar oyu­ nunun tamamen dışına itilememişler; Walesa ve Yeksin gibi restorasyon yıl­ dızları gökyüzünden çoktan kaymıştır. Bu “gelişmeler” eski şanlı iktidar günle­ riyle kıyaslandığında ne kadar silik ve cansız! Ancak işimiz kahramanlık des­ tanlarından öteye dünyanın akışını kav­ ramak, etkilemek ve değiştirmekse olay­ ların rengini ve kokusunu iyi algılamak zorundayız. Küreselleşme, sosyalizmin yıkılışıyla başlayan restorasyon anaforunda em­ peryalizmin dünyayı büyük bir pervasız­ lıkla yeniden yağmalamasının adıydı. En­ formasyon çağının parlak buluşları, insan hakları ve demokrasi söylemleri bu pay­ laşımı o kadar allayıp pullayıp tanınmaz hale getirdi ki, insanlık bir on yıl bam­ başka yeni bir çağa koştuğunu sandı. Restorasyon günlerinin bu çılgın tempo­ su kapitalizmin kabesine dört uçağın çarpması ile bir uyanışa zorlandı. Güçlü bir uyanış için elbette ki böyle bir darbe hiçbir şekilde yeterli değildir; ancak dünyanın küreselleşmenin ilk büyülü günlerinden kurtulup bir uyanış süreci­ ne girdiğini söyleyebiliriz. Restorasyon sürecinin sadece maddi altyapılarda değil, düşüncelerde de yaşa­ nacağı çok açıktır. Bunun düşünce pla­ nında en evrensel karşılığı hiç şüphesiz postmodernizm oldu. Siyasal karşılığı ise sosyalizm hedefinden vazgeçilmesi onun yerine demokrasi hedefine geri çekilinmesi olmuştur. Sosyalizm düşlerinin bir karikatürü bugün burjuva demokrasile­ rine atfediliyor. Sınıflar ve sınıf savaşları sosyalizmin yıkılışıyla sanki tarihin çöp­ lüğüne atılmış gibi, demokrasi de sınıf köklerinden kopuk soyut bir iyilik, gü­ zellik veya bugünün dünyasında ulaşılabi­

lecek en akılcıl hedef olarak görülüyor. Bu hedef kopması veya sapması komü­ nist ve devrimci hareket için büyük bir handikap yaratıyor. Hedef böyle konu­ lunca bunun siyasal anlamı kapitalist dü­ zenin sınırları içine geri çekilmektir. Sosyalizmden geriye kalan kırık dökük düşleri burjuva demokrasilerine yükle­ menin yanlışlığı bir yana, bütün muhalif eğilimlerin çeşitli demokratik taleplerle düzen içine çekilmesinin yükünü kapita­ lizmin taşıyıp taşıyamayacağı sorusu gündeme gelmelidir. Bu soru sorulma­ dan yürütülecek “ demokratik mücade­ leler” baştan bir illüzyonla inmeli de­ mektir. İnsanlığın siyasal demokrasi an­ lamında göreceği en son sınırın burjuva demokrasileri olduğu kabul edilmiş olur. Olaylarca yalanlanan Fukuyama’nın böy­ le bir doğrulanmasına gerek yoktur. Sosyalizm hedefinden demokrasiye geri­ lemek yaşanan dünyasal restorasyonun bir bakıma kaçınılmaz siyasal sonucudur. Ancak anaforlarda sürüklenmekten öte­ ye bir siyasal hedef ve iradeye sahip o ­ lanlar restorasyon süreçlerinde de he­ defi yitirmez, bütün güçleriyle bu süre­ cin siyasal ömrünü azaltmak için müca­ dele verirler. Üstelik yaşadığımız günler­ de burjuva demokrasilerinin aşırı ölçüde kirlendiği bir dönemden geçiyoruz. Siya­ sal çekiciliğini yitirmiş demokrasiye taze kan vermek sosyalistlerin işi olamaz. Restorasyon anaforunda karşımıza çıkan ve gözümüzü kamaştıran demok­ rasiye biraz daha yakından bakmak gere­ kiyor. Burjuvazinin derebeylere karşı açtığı demokrasi bayrağı bilindiği gibi devrimlerle kazanıldı, ancak bu demok­ rasi burjuva sınıfıyla (vergi veren mülk sahipleriyle) sınıriı kaldı. Onun “ genel oy hakkına” ve halk örgütlenmelerine ka-

79 —


— yol dar genişlemesi tamamen işçi sınıfı ve halk kitlelerinin mücadelesi ile gerçek­ leşmiştir. Burjuva demokrasilerinin böylesine genişlemesinin ardından onların çöküşü gelmiştir. Bu genişlemeyi burju­ va demokrasileri taşıyamadılar. I. Payla­ şım Savaşı’nın tetiklediği devrimlerle burjuva demokrasileri işçi ve halk hare­ ketleri tarafından aşılma noktasına gel­ mişti. Bu başarılamayınca kendilerini fa­ şizmle inkar ettiler. Demokrasilerin ye­ niden doğuşunda Sovyetler’in büyük ka­ yıplar pahasına verdiği faşizme karşı sa­ vaş yatar. Bu kez demokrasiler sosyal refah devleti gibi bir maddi temelle yeni­ den kuruldular. Kapitalizmin altın çağı o ­ lan bu dönem yarım yüzyıl sürdü. Sosya­ lizmin çöküşüyle burjuva demokrasileri de ikinci çöküşlerinin içine girdiler. Bu çöküşün işaretlerini sıralamaya çalışalım. * Önce demokrasilerin maddi teme­ li, yani refah devletleri erime sürecine girmiştir. Hatta ABD kendi kapitalizm tarzını tüm dünyaya dayatarak (küresel­ leşmenin diğer bir yanı da budur) refah devletinin erimesi için elinden geleni ar­ dına koymuyor. * Kapitalizm serbest rekabetçi günle­ rini çoktan geride bıraktı; bunun sınıfsal anlamı egemenliğin tüm burjuva sınıfın­ dan bir avuç azınlık finans kapitale geç­ mesidir. Bu durum burjuva anlamda de­ mokrasilerin bile özünü boşaltan, onu bir kabuğa dönüştüren bir durum yarat­ tı. * Burjuva demokrasileri üçyüz yıldır silahlarını, sömürge valilerini, papazları­ nı, metalarını, sermayelerini dünyanın dört bir yanına yaymalarına rağmen ün­ lü demokrasilerini dünyanın başka bir toprak parçasına taşıyamadılar. Demok­

__ 80

rasinin bu evrensel ikiyüzlülüğü sosya­ lizm yıkıldıktan sonra daha açık olarak görülüyor. * Sosyalizmin çöküşüyle ellerinde de­ mokrasi ve insan hakları bayrağını salla­ yan kapitalist merkezler, I I Eylül çarp­ masıyla bu örtüyü de üstlerinden atarak, “ özgürlükler mi, güvenlik mi” tartışması­ nı başlatarak, Amerikan tipi postmo­ dern bir faşizmin politik yollarını döşe­ meye başladılar. Bunun nedeni sadece i­ kiz kulelerin çöküşü değildir, o sadece bir semboldür. Kapitalist merkezler yoksullaşan ve sürekli merkezlere karşı öfke biriktiren geniş geri ülkeler deni­ zinden yükselen dalgalarla nasıl başa çı­ kacaklardır? Ünlü Batı demokrasilerinin bir maliyeti olduğu genellikle unutulur. Bu maliyetin ise bir bölümü dünyanın sömürülmesinden karşılanır. Geri ülke­ ler batı ülkelerinin demokrasi faturaları­ nı artık ödemeye gönüllü görünmüyor­ lar. Eylül başında toplanan Güney A fri­ ka’daki Durban Konferansı bunun açık i­ şaretlerini vermiştir. * Bu sözde demokrasilerde tekeller öylesine güç haline geldi ki, enformas­ yon çağının tüm buluşlarını kullanarak medya denen muazzam silahla düşünce­ lere ve davranışlara eskiyle kıyaslanma­ yacak ölçüde hızlı ve yaygın şekil verme güç ve yeteneğini kazandılar. Bu haber, bilgi ve görüntü bolluğunun içinde de­ mokrasi kısır bir oyun haline geldi. * I I Eylül’le açılan sürecin anlamını i­ yi yorumlamak gerekiyor. Küreselleş­ me, dünya zenginliklerinin tek yanlı paylaşılmasıydı; herhalde süreç felaketlerin de paylaşılması noktasına ilerliyor. Böy­ le bir süreçte Batı demokrasilerinin ve­ receği sınav insanlığın hangi yönde bi-


__________ devrimci harekette kriz___ linçleneceğini güçlü bir şekilde etkileye­ cektir. Sonuçlandırırsak, sosyalizmin çöküşü ile ortaya çıkan hedef boşluğunda bir yanda yıpranmış burjuva demokrasisi bu boşluğa sarkarken; öte yandan Siyasal İs­ lam da dünyanın bir kesimi için ideolojik zemin oluşturmaktadır. Ancak hiçbirisi­ nin insanlığı geleceğe taşıma gücü ve kapsamı yoktur. Esasında bugünün dü­ şünce boşluğunda çok somut olarak gö­ rünmeyen ama hava molekülleri gibi her tarafta dolaşan postmodernizmdir. Bü­ yük hedeflerin parçalandığı günümüzde kapitalizme ve onun yeni emperyalist paylaşımına tepkiler de parça parçadır. Tarih postmodernizmin öngördüğü gibi bu noktada çökelip kalmayacaksa, bu tepkiler parçalandıkları alanlardan bir ana birikime akacaklardır. Ancak bunun hangi yollardan yürünerek gerçekleşe­ ceğini kestirmek zordur. Süreçlerin ö­ zelliklerini derinliğine ve erken kavra­ mak, hedeflerimiz doğrultusunda etkile­ mek yapılması gerekendir. Bugün kapitalizm dünya ölçüsünde kendini yıkıma götürecek iki yönlü çeliş­ kiyle boğuşmaktadır. Birisi, zengin kapi­ talist merkezlerle geniş yoksul geri ülke­ ler denizi arasındaki çelişkidir. Kapitaliz­ min iki yüzü bu tablo ile tamamlanır. Cennet yüzü Batılı merkezlerdir; cehen­ nem yüzü Üçüncü Dünya Ülkeleri’dir. Dünyanın yeniden paylaşımı bu köklü çelişkiyi azdırmaktan başka bir rol oyna­ mayacaktır. Bunu hergün yaşanan olay­ lar kanıtlıyor. Diğeri, kapitalist merkez­ lerde üretici güçlerin gelişmesinin yarat­ tığı çelişkidir. Üretici güçlerin gelişmesi üç önemli sınıra dayanmak üzeredir. İlki, coğrafya ya da doğa sınırıdır. Dünyamız üretim ile zenginleşirken aynı zamanda

kirlenmekte ve patlayıcı sonuçlar ürete­ bilecek yapısal değişmelere zorlanmaktadır. Bu konu kapitalizmin gündemine çoktandır girmesine rağmen ortada he­ nüz bir sonuç yoktur. Olmadığı gibi, sü­ reç her geçen gün felaketlere doğru de­ rinleşmektedir. İkinci sınır, üretici güçle­ rin gelişmesi ve dünyanın aşırı maddileş­ mesi sonucunda insan üretici gücünün yitirilmekte oluşudur. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yoksulluğun insanı çürüt­ mesi bir bakıma anlaşılırdır; ancak kapi­ talist merkezlerdeki çürüme yoksulluk­ tan değil, yaşamın aşırı mekanikleşmesi ve maddileşmesinden dolayıdır. Psiko­ loglara taşınan insanlar batı toplumlarının yarısını çoktan geçmiştir. Maddi ola­ rak zenginleşen insan moral dünyasında yoksullaşıyor. Bu gelişme artık sınırları zorlamaktadır. Üçüncü sınır, üretici güç­ lerin gelişmesi öylesine dev boyutlu im­ kanlar ortaya çıkartıyor ki, bunların kul­ lanımının hangi moral ve ahlaki değerle­ re göre yapılacağı yoğun bir çelişki ola­ rak kendini hissettiriyor. Nükleer silah­ ların yanında, yapay zeka, gen teknoloji­ sindeki gelişmeler “ kimlerin bu gücü na­ sıl elinde tutacağı” sorusunu gündemin en üst sırasına tırmandırıyor. Kapitaliz­ min şimdiki kar ve özel mülkiyet düzeni bu güçlerle birleşince ortaya tam bir in­ sanlık felaketinin çıkması kaçınılmaz gö­ rünüyor. Bu gidişe karşı dünyada iki ana akı­ mın gelişme şansı görünüyor. Birisi, ya­ şanmış deneylerden ders çıkartarak kendini yetkinleştirmiş ve kapitalizmi hedef alan bir sosyalist hareket; diğeri i­ se kapitalizmin çeşitli zaaf ve “ kötülükle­ rine” karşı çıkan muhalif hareketler bile­ şimidir. Bugün henüz yeni ve yetkin bir sosyalist hareket göze çarpmıyor; daha

------------------------------------------- 81 —


— yol doğrusu varolanların hepsi haklı olarak eskinin damgasını üzerinde taşıyor. An­ cak doğum sancılarının yoğun olduğu bir dönemden geçiliyor. Kapitalizm yakın gelecekte kendini “ ikili kuşatma” altında hissedecektir. Bir yanda, doğrudan ken­ dine karşı sosyalist hareketler; diğer yanda, küreselleşme karşıtı hareketlerin de içinde olduğu muhalif hareketler. Bunların ittifakı veya zaman zaman bir­ birlerine karşı konumlarının ne olacağını bugünden formüle etmek yerinde ol­ maz. Yaşadığımız postmodern konakta sapla saman karışık durumdadır. Sosya­ lizm, kendini teorik ve pratik olarak yetkinleştirebildiği ölçüde bu karışımdan ayrılabilecek, insanlığın geleceği için çe­ kim merkezi olacaktır. Keskin sloganlar veya davranışların bir yetkinleşme olma­ dığı, öz çürümesinin biçimsel uçlaşmalarla kendini açığa vurması olduğu bıktı­ rıcı şekilde defalarca kanıtlanmıştır. Gü­ nümüz herşeyden çok yaratıcılığı dayatı­ yor. Yaratıcılık sanıldığı gibi ilham perile­ rinin işi değildir; onun hamurunun bü­ yük bir bölümü çalışma ve bilgi biriki­ miyle yoğrulmuştur. Ancak böyle bir topraktan yaratılabilir. Hedef kaybının veya silikleşmesinin en somut sonucu, düşüncenin maddi gü­ ce dönüşme sürecinin paralize olması­ dır. Tasfiye süreci bütün gücüyle bu yol­ dan işliyor. Büyük hedefler yıkılışlarla u­ zaklara kayıp gittiğine göre “yakın” ve “ akılcı” hedeflerle mi yetinmeliyiz? Bu soruyu insanlık yüzlerce kez kendine sormuştur. Kalkış noktası yıkılışların ya­ rattığı düş kırıklıklarıyla çevrili olursa bir hedefe; bunun yerine kalkış zemini yaşa­ nan düzenin çelişkileri ve tarihsel ders­ lerle örülmüşse başka bir hedefe yönelinir.

__ 82

2. Stratejilerin erozyonu ve iktidar ufkunu yitirme Devrimci Hareketler, üstünde dur­ dukları stratejik zeminin önemli ölçüde erozyona uğradığını görseler de, bunun mantık sonuçlarına doğru adımlar atma­ mak için büyük bir direnç gösteriyorlar. Fakat mücadele enerjilerimizdeki diren­ ci başka hedeflere yöneltmemiz gerekti­ ği yeterince açık; bu yapılmadıkça eri­ mek kaçınılmaz oluyor. Dünyada stratejik güç kapsamında değerlendirilen Sovyetler artık yok; Çin’in ise günümüz dünyasında hangi ro ­ le soyunacağı yeterince açık olmasa da devrimci bir rol oynamaktan uzak görü­ nüyor. Öte yandan, ulusal kurtuluş sa­ vaşları eski rengini ve hedefini yitirdi. U­ lusal, etnik ve kültür farklılıklarının bir çoğu yeni paylaşım savaşının haritaların­ da emperyalizmin değerlendireceği “ çe­ lişki noktalarına dönüştü. Örneğin, Kosova’nın “ kurtuluşu” devrimci strateji­ lerde hangi anlama sahip olabilir? Bütün bu gerçekler uluslararası planda strate­ jik konumlanışı tümüyle altüst etti. Türkiye ölçüsünde kapitalizmin ikinci gelişim dalgasının yarattığı sonuçlar kır­ ları ıssızlaştırırken kentleri inanılmaz öl­ çüde büyüttü. Ayrıca kır stratejilerinin ulusal boyutta bir uygulaması olan PKK hareketinin mücadelesi aynı şekilde Devrimci Hareket’in önemli bir bölü­ münün stratejik duruşunu olumlu yön­ den eritti. “ Kır” kavramının arkasında Kürt Ulusal Hareketi’nin olduğu ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler 65-75 yılları a­ rasında inşa edilen stratejilerin üstünde durduğu toprağı büyük ölçüde sürükle­ di. Bu stratejik kaymanın sonuçları ne yazık ki daha çok tasfiye süreci biçimin­


_ devrimci harekette kriz__ de trajik olarak yaşandı. Emperyalizm değişen dünya koşulla­ rındaki egemenliğini ayakta tutabilmek i­ çin yoğun strateji tartışmaları yaparken; devrimci hareketlerin önünde benzer görev durmuyor mu? Yoksa bu tartış­ malar yapılıp yeni stratejiler çoktandır belirlendi mi? Yeni stratejilerin dış ve iç güçleri nelerdir? Konumlanmaları nasıl­ dır? Liberal Sol açısından sorun yaşamsal değildir. Düzen içi bir mücadele zemini­ ne çekilen, hatta daha da ötesi düzen güçleri ile nasıl ittifaklar kurabileceğini tartışan Liberal Sol aslında stratejik te r­ cihinin ana yönelişini zaten yapmıştır. Ancak aynı şeyi Devrimci Hareket açı­ sından söylemek mümkün değildir. Yeni koşulları kucaklayan bir strateji oluştur­ mak şöyle dursun, Liberal Sol’un “ ihane­ tin i” eleştirmekle yetinmek, son olarak da K ürt Hareketi’nin stratejik dönüşünü yerden yere vurarak strateji yaratıla­ maz. Bu durum şizofrenik yapılar yarat­ maktadır. Söylemi ile yaptığı ve gerçek­ likler arasındaki açı büyüdükçe siyaset­ ler inandırıcılıklarını yitirmekte; böylece kitlelerle aralarında aşılmaz duvarlar örülmektedir Bu durumu “ aşmak” için sanki ya liberalleşmek ya da sekterleşmek alınyazısı haline gelmektedir. Stratejik erozyon iki açıdan önemli­ dir. Geçmişle hesaplaşmayı göze alama­ mak ve geleceği tasarlayamamak anlamı­ na gelir. O zaman ikide bir yıldırımları­ mızla yok ettiğimizi sandığımız postmodernistlerden ne farkımız kalır? Stratejik erozyonun en önemli sonu­ cu iktidar ufkunun yitirilmesidir. Bugün Devrimci Hareket’in davranışlarına bak­ tığımızda bir iktidar ufkunun olduğunu

söylemek mümkün değildir. Strateji ana taktiklerin, ana taktikler de günlük tak­ tiklerin çerçevesini çizer. Yoksa günde­ lik olayların rüzgarında kalan taktikler bir hedefe güç taşımaz, bu anlamda mü­ cadeleyi geleceğe taşıyan taktikler ola­ maz. Devrimci Hareket’in radikal görü­ nüşleri kimseyi yanıltmasın; en azından son on yıldır stratejik erozyonun yarat­ tığı bütün tahribatları yaşadığı için, ken­ dini geleceğe taşımak bir yana, gününü kurtaramaz hale gelmiştir. Sosyalizmin yıkılışı ve dünyada yeni­ den paylaşımın başlaması stratejinin dış ayaklarını nasıl etkileyecektir? T ü rki­ ye’de kapitalizmin ikinci gelişim dalgası­ nın yarattığı sonuçlar; işçi sınıfındaki ge­ rileme ve parçalanma; köylülükteki eri­ me; K ürt Hareketindeki stratejik dönüş Devrimci Hareket’in stratejisinin iç konumlanışlarında hangi sonuçları yarata­ bilir? Hatta Türkiye’nin AB rotasındaki ağır aksak yürüyüşlerinin stratejik bir sonucu olabilir mi? Bütün bu sorular bizi yeni bir döne­ me taşır. Hareketimiz bunu III.Dönem olarak adlandırdı. (M.Yılmazer, Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve III.Dö­ nem, Yol 6, Nisan 97) Türkiye Devrim­ ci Hareketi için stratejisiyle, ana taktik­ leriyle, esas örgüt biçimleriyle ve hatta militanlarının özellikleriyle bir dönem kapanıyor bir başkası açılıyordu. Kapa­ nan dönemin özelliklerini görmek iste­ yen gözler yeterince açık olarak görebi­ lirler; bu aynı zamanda kapanan dönem­ le bir hesaplaşmadır da; ancak içine a­ dım atılan dönem için aynı şeyler söyle­ nemez. Dönemin bazı özellikleri netlik kazansa da, orada daha pek çok özellik henüz bulanık, filiz halindedir. Bu durum stratejik ve taktik alanda büyük bir yara-


— yol tıcı enerjiyi dayatmaktadır. Hemen tüm siyasetlerin yayınlarına bakıldığında II.Dönem’in söylemlerinden olan “ işçi köylü ittifakı” , “ kızıl bölgesel üsler” , “ kırlardan şehirlerin kuşatılması” , “ Bolşevik tipi ayaklanma” gibi kavram­ lar sessizce yok olmuştur. Fakat bu de­ rinlikli bir hesaplaşma ile yapılmamış o­ layların zoruyla adeta kendiliğinden ya­ şanmıştır. O nedenle, stratejilerin yarat­ tığı erozyon ve boşluklar yeni dönemde­ ki karşılıklarıyla giderilmek yerine eğreti yamalar halinde durmaktadır. Türkiye Devrimci Hareketi II. Dönem’inde stratejik olarak yaşamsal bir hata yapmış ve bu hata onu kaçınılmaz olarak yenilgiye taşımıştır. Hareket’in radikal kesimleri genellikle kırlara dayalı stratejik tespitler yapmışlardır. Böylece kentlerdeki işçi sınıfı burjuva sosyalizmi­ ne ve bir anlamda düzen güçlerine terk edilmiş oluyordu. Bu hatanın bir yanıydı. Fakat öte yandan, stratejik olarak kırlar­ dan kurgulanan savaş 60-80 arası yoğun­ lukla pratik olarak kentlerde akmıştır. Böylece savaş kurmayının düşüncesi kır­ larda, fakat gövdesi kentlerde gündelik mücadele içindedir. Böyle parçalanmış bir strateji kazanamazdı. Hele kırlardaki mücadelenin gerçek sahipleri ve tam da yapılması gerektiği gibi mücadeleyi yü­ rütmeye başlayınca Devrimci Hareket’in kıra dayalı stratejilerine tasfiye girdabına yuvarlanmak kalıyordu. Burada kıra da­ yalı stratejilerin doğruluğu veya yanlışlı­ ğını tartışmıyoruz. Doğru olduklarını varsaysak bile yaptıkları pratik ile kendi­ lerini yalanlamışlardır. Ancak çok daha tehlikeli olan düşünce ve pratiğin bu öl­ çüde birbirinden kopuk olabilmesidir. Düşünce ve tüm tasarımıyla kırlara endekslenmiş bir strateji gündelik olarak

__8 4 ______________________________

kentlerde akan bir mücadeleye hiçbir şekilde uzun dönemli, kazanan bir şekil­ de yol gösteremezdi. Bu şizofrenik du­ rum bugün hala sürmektedir. Bu kez çok daha derin bir kopma vardır. Strate­ jiler pratikte büyük ölçüde erozyona uğ­ ramıştır; ancak düşünce seviyesinde ha­ la stratejiler varmış gibi davranılmaktadır. Bu, düşünce ve pratik parçalanması­ nın sonucu çok açık bir trajedi ve tasfi­ yedir. Stratejilerdeki erozyon siyasetler a­ rasındaki nitelik farklarını sessizce ke­ mirdi. Liberal Sol ile Devrimci Hareket arasındaki nitelik farkı elbette açıkça o r­ tadadır. Ancak Liberal Sol içinde dünün oldukça etkili ve farklı siyasi yapıları var­ dır; bu anlamda onlar arasındaki strateji farkları da erimiştir. Devrimci Hareket'e bakıldığında uzun süreli halk savaşı stra­ tejisinden ayaklanma stratejisine kadar uzanan en azından üç farklı stratejik du­ ruş, bugün dünkü kadar net çizgilerle kendini ortaya koymuyor. Bu erozyon sonunda siyasetler arası nitelik değerler de silikleşmiş, bu durum olumlu yöne taşınamadığı ölçüde hiçbir siyasal derin­ liği olmayan gündelik basit üslupsuz re­ kabetlere yol açmıştır. Eski stratejik du­ ruşlar eriyince herkes sınır çizgisini ken­ di tarihiyle çizer hale gelmiş, geleceğin tasarlanmasında ortaya çıkan boşluklar geçmişin kutsallaştırılmasıyla aşılmaya çalışılmıştır. Devrimci Hareket içinde bulunduğu stratejik erozyonu görmezden geldiği ölçüde eski kalıplarının içinde taşlaşarak ölümünü kaçınılmazlaştıracaktır. Oysa kompleksiz bir şekilde geçmişi ile hesap­ laşıp dönemin özellik ve görevlerini kav­ rayabilirse önemli çıkışlar yapma şansına sahiptir. Ancak bugün ibre tasfiye süre­


__________ devrimci harekette kriz___ cinin derinleşmesi yönünde seyrediyor. Olaylar bizden inatçıdır; dönemin gö­ revleriyle buluşulamadığı ölçüde tarih tarafından yol kenarına süpürülmek ka­ çınılmazdır.

3. Öncü sınıfta erime ve teorik-pratik sonuçları Yaşadığımız dönemin devrimci mü­ cadelenin önceki süreçlerinden farklılığı­ nı en çarpıcı bir şekilde sergileyen işçi sınıfının durumundaki değişimdir. Müca­ dele sırasında onun sendikal ve siyasal örgütlenmeleri tahrip olur, mevzilerinin bir bölümünü yitirebilirdi; ancak “ hava dönünce” kaybedilen mevzileri ele ge­ çirmek için mücadele yeniden başlardı. Günümüzde sorun alışık olduğumuz bu yükseliş ve inişlerden çok farklıdır. “ Proletaryaya elveda” mı ediyoruz? Ediyorsak, sınıflar mücadelesi dönemi tarihsel olarak kapanıyor mu? Nasıl bir dönemin eşiğindeyiz? Etmiyorsak, sınıfın toplumsal zemin kaybını nasıl açıklayaca­ ğız? Sadece “ kötü” devrimci partilerle ve sarı sendikacıların ihanetleriyle mi? Türkiye Devrimci Hareketi’nin ö­ nemli bir bölümü 60’lı yıllarda yola çıktı­ ğında sınıfı görmedi; ya mücadele “ kızıl üsler” yaratmak için tümüyle kırlarda a­ kacaktı ya da kentler emperyalizmin iş­ gali altında olduğu için sınıf “ fiili” müca­ dele veremeyecek, onun yerine kırlarda “ işçi sınıfının ideolojik öncülüğüyle” mü­ cadele yürütülecekti. Zaman akıp 90’lı yıllara gelindiğinde görmeyen gözlerin bazıları sınıfı görmeyi becerdi; fakat san­ ki bu kez de tarihin bir alayı gerçekleşi­ yordu, artık sınıf eski sınıf değildi. Her sorunda olduğu gibi çözüme yaklaşabilmek için doğru sorular sormak

gerekiyor. Sorulara işçi sınıfının yok o ­ lup olmadığı ile başlanırsa bir adım öte­ ye gidilemez. Sınıfların ve elbette işçi sı­ nıfının varlığı kanıt gerektirmeyecek ka­ dar ortadadır. Ancak sınıflar mücadele­ sinde ve işçi sınıfının yapısında hangi çar­ pıcı değişimlerin olduğu çözümlenmesi gereken esas sorundur. Stratejik duru­ şumuzun öncü gücündeki değişim büyük önem taşımaktadır. Bazı tespitleri yap­ madan önce sınıftaki değişimle ilgili biri­ kimlerin dönemsel kalıcılık taşıyıp taşı­ madığı sorunu da peşimizi bırakmaya­ caktır. Günümüzde işçi sınıfının mücadelesi­ ni başlıca üç faktör etkiliyor. Birincisi, sosyalist sistemin yıkılışıdır. Böylece sı­ nıfın bilinç ve moral gücünde büyük bir kırılma yaşanmıştır. İkincisi, yaşanmış o­ lan sınıflar mücadelesi dönemlerinden çıkan derslerdir. Bu her ülke özgülünde farklı bir zaman diliminde gerçekleşmiş olsa da, çıkartılan derslerin bir evrensel­ liği vardır. Sınıfların tarih sahnesine çıkış dönemleri mücadelenin en sert momen­ tini oluştururken, ilk büyük raund so­ nunda güçlerin birbirini tanıdığı ve buna göre pozisyon aldığı bir süreç başlamak­ tadır. Bizde bu süreç Eylül sonrasına denk düşer, fakat hemen sosyalizmin yı­ kılış yıllarıyla kesişmek gibi bir talihsizlik yaşamıştır. Üçüncüsü, sınıfın yapısında kapitalist üretim biçimlerindeki değişi­ me paralel olarak yaşanan farklılaşmalar­ dır. Bu yazı sınırlarında sadece üçüncü nedeni irdelemeye çalışacağız. Bilinç ve hafızalarımıza yerleşen bu anlamda kla­ sikleşen sınıflar mücadelesi I9.yüzyılın ilk yarısında başlar 20.yüzyılın son çey­ reğine kadar uzanır. Hemen hemen ikiyüz yılı kapsayan süreç bilinç ve hafıza­ --------------------------------------------- 85 —


— yol larda adeta silinmez izler bırakmıştır. Ancak “ değişim” fırtınası her geçen gün güçleniyor; güçlendikçe klasik kavrayışın sınırlarını zorluyor. Elbette işçi sınıfı mü­ cadelesi, sözünü ettiğimiz dönemden önce de vardı; sonra da, yani günümüz­ de de varolmaya devam ediyor. Fakat bu dönemlerin kendine özgü yanlarının ol­ duğunu söylemek çok da gerekli değil; gerekli olan bunların neler olduğudur. Erken işçi sınıfı mücadelesi yılları ka­ pitalizmin gelişmesinin ilk yılları ile baş­ lar ve sanayi devrimiyle başlayan fabrika dönemine kadar gelir. Manüfaktür üre­ tim yıllarının en temel özelliği henüz ü­ retimde iş bölümünün çok sınırlı olması ve işçilerin alet kullanma hüner ve yete­ neklerinin olmasıdır. Ürün baştan sona bir ya da birkaç işçinin elinden çıkar. Yüzelli yılı aşkın bu sürede grevler veya başka işçi eylemleri yaşansa da istikrarlı bir özellik kazanmamıştır. Klasik deyimi ile sınıf henüz “ kendinde sınıf’ bile değil­ dir. Doğuş halindedir. İşçiler olarak de­ ğil, işçi çok önceleri tarih sahnesine çık­ mıştır; bir sınıf olarak doğum sancıları i­ çindedir. Fabrika üretimine geçiş, “ makine kı­ rıcıların” ortaya çıkışı ve kayboluşu, iş bölümünün yaygınlaşması sınıfın şekil­ lenmesinin tamamlandığı dönemdir. Ta­ nıdığımız ilk işçi sendikaları ve hemen ardından siyasi örgütlenmeler bu tarih­ sel dönemde sahneye girer. Fakat bu dönem aynı zamanda işçinin manüfaktür döneminde sahip olduğu iş yetenekleri­ ni yitirdiği dönemdir. İşçinin yeteneği makinalara geçtikçe kendisi sanki makinaların bir uzantısına dönüşmüştür. Bu süreç Taylorizm olarak isimlendirilen bant sistemiyle zirveye çıkar. Dev fabri­ kalarda çalışan, yetenekten yoksun ve

__ 86 _____________________________

belirli semtlerde toplu olarak yaşayan iş­ çi sınıfı insanlık tarihinde yepyeni bir dö­ nemin itici gücü olmuştur. Ve işçi sınıfı mücadelesinin klasik dönemi bu süreçle başlar ve koşulları ortadan kalktıkça bu dönem kapanır. Bu dönemin kapanışını Thacher dönemi İngiltere’sindeki tersa­ ne ve maden işçileri grevleri sembolize eder. Yaşadığımız dönemin özelliklerini sı­ ralarsak şunlar öne çıkıyor: * Dünün dev işyerleri bugün küçül­ me eğilimindedir. Bu eğilimi sürekli diri tutan neden, üretim araçlarının yenilen­ me periyodunun çok kısalması, nere­ deyse üç-beş yıla kadar inmesidir. Sınıfın aynı işyerinde bile birbiriyle teması ön­ ceki süreçlerle kıyaslandığında çok azal­ mıştır. * Üretici işçi kitlesi hem sınıf içinde hem de toplum içinde azalmaktadır. Sı­ nıf içinde % 30’lar seviyesindedir. Ancak toplam ücretli sayısı çalışan nüfusa oran­ la artmaktadır. Bu artma daha çok “ hiz­ met sektöründe” gerçekleşmektedir. Bu bileşim sınıf mücadelesini doğrudan et­ kilemektedir. Klasik dönemin ünlü ma­ den, metal ve tekstil işçileri sınıflar müdacelesinin sahnesinden neredeyse çe­ kilmiştir. * Sınıfdaki parçalanma II. Enternasyonal’in çöküşüne neden olan aristokrat işçi farklılaşmasıyla sınırlı değildir, daha öteye niteliksel, yapısal farklar kazan­ maktadır. Bant sisteminden “ çalışma adacıkları” na geçiş yeni niteliklere sahip bir işçi kesimi yaratmaktadır. Kaybedi­ len üretim yetenekleri bir başka biçimde yeniden kazanılmakta, üretim bilgisine sahip ve üretim süreciyle belli bir bağı o ­ lan işçi kesimi ortaya çıkmaktadır.


devrimci harekette kriz__ * İşçi sınıfı artık klasik dönemdeki gi­ bi ortak mekanlarda oturmamaktadır. Bu onun moral ortamını ve kolektif dav­ ranış yeteneğini doğrudan etkilemekte­ dir. * Kapitalizm bilimsel teknik devrimle üretici güçlerin değişim sürecini hızlan­ dırmış, verimliliğin artışı kapitalist üre­ tim sürecinin mantığından dolayı toplu­ mun önemli bir bölümünü üretim süre­ cinin dışına itmiştir. “ Esnek üretim” iş­ sizliğin yeni adı olmuştur. Çözülemeyen işsizlik sorunu bu anlamda kangrenleş­ miş, toplumun üçte birini gözden çıka­ ran “ üçte ikilik toplum” projeleri çözüm olarak düşünülmektedir. Bir bölüm in­ san kapitalist toplum için “ fazla” hale gelmektedir. Böylece, hele bizim gibi ül­ kelerde, bir işte çalışmak imtiyazlı bir konumu ifade eder hale gelmiştir. Bu durum sınıf mücadelesini pasifize eden sonuçlar yaratmaktadır. Sosyalizmin yıkılış gerçekliğini de bu yapısal değişimlerin yorumlanmasının i­ çine dahil ettiğimizde dönemsel anlamda hangi sonuçlar çıkarılabilir? Ücretli emek ve artı-değer sömürü­ sü olduğu müddetçe işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele sürecektir. Kapitalizmin kriz­ leri bu mücadeleleri tetikler. Fakat öte yandan, bugünkü adı “ team w o rk” veya “ üretim adacıkları” olan, Fordizm son­ rası üretim biçimleri eğer derinleşirse, bilim ve üretim tekniğindeki gelişmeler eğilimin böyle olacağını gösteriyor, bu­ nun sınıflar mücadelesine etkisi nasıl o­ labilir? Üretim bilgisi ile kısmen donanmış ve üretim sürecine daha bilinçli olarak dahil olan işçilerin mücadele hedefleri­

nin içine, yeni üretim düzenlemeleri; ya­ ratıcılıklarını geliştirici bir üretim atmos­ ferinin sağlanması ve hatta yaşamlarını sadece basit tüketici olmaktan çıkaran boş zamanlarını daha nitelikli olarak de­ ğerlendirebilecek koşulların yaratılması için mücadele de girebilir. Ancak bu mü­ cadelenin hangi araçlarla, nasıl verilece­ ğini bugünden kestirmek oldukça zor­ dur. Klasik dönem mücadele biçimleri­ nin belki de pek çoğu bu süreçte öne çı­ kan mücadele biçimleri olmayacaktır. Ü­ retimde giderek yetenek kazanan işçi, kapitalist pazarın kurallarına göre bunun karşılığını bir biçimde isteyecektir. Üre­ timde giderek yetenek kazanmak, manüfaktür döneminin henüz lonca esnafı karakterinden kopuşamamış işçilerinin iş maharetlerine bir geri dönüş değil, ü­ retimde yaratıcılığın gelişmesi ve üretim örgütlenmesinde yetenek kazanmak bi­ çiminde olabilir. Sınıf, daha doğrusu sını­ fın en azından bir kesimi böyle bir yete­ nek kazanırsa, hem kapitalist toplumun çıkarlar üzerine kurulu temel mantığı nedeniyle hem de insan gelişmesinin ka­ rakterinden dolayı, bunun karşılığını dü­ zenden talep edecektir. Bunun hangi yollardan yürünerek yapılacağı, hangi ge­ rilimler! yaratacağı daha çok pratik mü­ cadelenin cevap vereceği sorulardır. Sınıfın daha az nitelikli ve hiç nitelik­ siz kesimleri klasik dönem mücadele bi­ çimlerini mi sürdürecektir? Mücadele e­ nerjisi ve düzene karşı eylem yeteneği sadece sınıfın bu kesiminde mi yoğunla­ şacaktır? Veya tam tersine niteliksiz işçi­ nin günümüz koşullarında pazarda şansı­ nın çok daha az olmasından dolayı mü­ cadele pasifize mi olacaktır? Bu sorula­ rın cevabı kapitalizmin yaşayacağı krizle­ rin derinliği ve kapsamına göre değişir.


— yol Sınıfdaki bu parçalanmanın bugün ortaya çıkardığı görev, farklı kesimler için fark­ lı taktik ve örgütlenmelerin yaratılması­ dır. Tarihsel bir dönem olarak baktığı­ mızda sınıf mücadelesinin yeni dönemi i­ çin neler söylenebilir? Sınıflar mücadele­ sine sınıfın yapısındaki değişim açısından baktığımızda yukarıdaki sonuçlar çıkarı­ labilir, ancak bu yetmez. Ö te yandan bü­ yük bir gerçekliğin, sosyalist sistemin yı­ kılış gerçekliğinin ışığından da bakmak gerekir. Bu noktadan sınıflar savaşına yeniden baktığımızda hangi sonuçlar çıkartılabilir? Yıkılış, sınıf mücadelesi ve iktidar so­ runu açısından bazı önemli sonuçlar ya­ ratmıştır. Yazımızın başlarında değerlen­ dirdiğimiz gibi sadece restorasyon kav­ ramıyla açıklanamaz. Feodal düzenden kapitalizme geçerken yaşanan restoras­ yonlarda hem üretim sistemi hem de si­ yasal iktidarın esas özünde değişimler olmuyordu. Restorasyon, eski egemen­ lerle yeni genç burjuvazi arasında iktida­ rın yeniden düzenlenmesi anlamına geli­ yor, devrimin ve genç kapitalizmin siya­ sal ve ekonomik bazı “ aşırılıkları” belli ölçülerde törpüleniyordu. Bu “ aşırılık­ lar” törpülendikçe bu kez işçi sınıfı ve çalışan halk kesimleri bu gericileşmeye ayaklanmalarla karşılık veriyordu. Kıta Avrupası’nda olaylar böyle yaşandı. Ka­ pitalizm gelişmesine rağmen, burjuva sı­ nıfının ve devrimlermın cılız, derebeyli­ ğin yeni süreci tıkayışının güçlü olduğu ülkelerde ise proletarya devrimleri sö­ kün etti. Sosyalizmin yıkılışıyla ortaya çıkan tablonun tarihte bir tekrarı elbetteki yoktur. İlktir, yorumları da bu ilk olma­

_ 88 _____________________________

nın zorluklarını taşıyacaktır. Sosyalist sistem çökünce üretimin teknik yapısı değilse bile siyasal iktidarın yapısı ve mülkiyet ilişkileri değişmiştir. Yaşanan restorasyon esas özellikleri açısından ta­ mamen bambaşkadır. Ortaya çıkan yeni burjuvazi, eski egemen sınıfın yetmiş yıl­ lık işçi iktidarı sırasında sürekli kendini yaşatması sonucu doğmamıştır. Tama­ men düzenin tıkanmasının ve yıkılışının yarattığı bir sınıftır. Bu anlamda tama­ men kendine özgüdür. Klasik burjuvazi­ nin kendine özgü ne kültürüne ne de davranış normlarına sahip değildir. Eski sosyalist ülkelerin özellikle kentlerinde “ herşeye egemen olan mafya” dan söz e­ dilir. Esasında bu “ mafya” denen olgu, çok kısa sürede toplumsal mülkiyetin yağmasından ortaya çıkan yeni burjuva­ zidir. “ Vahşi” olduğu kadar tutarsız ve ufuksuzdur. Adeta birkaç yılda şekillen­ diği için hiçbir değer sistemine sahip de­ ğildir. “ Mafyalığı” buradan gelir. Ancak iktidardadır. İşçi sınıfı, iktidarı yitirdiği i­ çin, yeni mülkiyet ilişkileri şekillendiğin­ den dolayı, olanlar kapitalizmin gelişir­ ken yaşadığı restorasyondan farklıdır. Sosyalizm yıkılmasına rağmen, kapita­ lizm “ son” toplum biçimi olmadığı, onun da toplumsal bir ömrü olduğu için bu geriye yuvarlanışa genel anlamda resto­ rasyon diyoruz. Yoksa sosyalizmin geri­ ye gidişi kendine özgü yönlere sahiptir. Bu süreçte sınıfın iktidarı yitirmiş ol­ ması, işçi sınıfının tarihi olarak iktidar yeteneğini kaçınılmaz bir şekilde sorgu­ lamayı gerektiriyor. Tam bu noktadan sınıflar mücadelesi tarihine bir kez daha bakalım. İnsanlığın sosyalizme kadar ta­ nıdığı dört toplumsal sistem var. Bunu bir soyutlama olarak ele alıyoruz; tarihin detaylarına inildiğinde hem geçit top-


__________ devrimci harekette kriz___ lumları yaşanmıştır hem de bu toplumsal düzenleri tüm kıtalar, yani tüm insanlık sanki sıra savar gibi ardı sıra yaşamamış­ tır. Konumuz sınıflar savaşı olduğu için insanlığın ilk toplumsal düzeni olan ilkel komünal toplumdan sonrasına bakmak zorundayız. Kent medeniyetleri, koloni­ lerini yaygınlaştırdıkça antik imparator­ luklara büyümüşlerdir. Burada egemen sınıf hem toprak düzenini hem de aske­ ri yapıyı elinde tutan efendilerdir. O dö­ nemin üretimi içinde olan ancak “ vatan­ daş” bile olmayan köleler en alt sınıftır. En ünlüsü Spartaküs İsyanı olmak üzere pek çok köle ayaklanması yaşanmıştır, ancak köleler hiçbir zaman iktidar ola­ mamıştır. Bu düzen dışarıdan, daha doğ­ rusu medeniyet bozulup çürümeye baş­ ladıkça çevresine üslenen barbarların akınlarıyla yıkılmıştır. Barbar şefler yeni toplumun egemenleri olmuş, yıllar ak­ tıkça bunlar feodal düzenin beylerine evrimleşmiştir. Köle emeğine dayalı tarı­ mın çökmesinde bir neden artan bezir­ gan ticaretiyle efendilerin safahata bat­ masıysa, diğeri isyanlar dışında kölelerin üretimdeki her yenilenmeye pasif dire­ nişi, üretimi sistematik olarak sabote e­ dişidir. Derebeylik düzeninde üretim topra­ ğa bağlı köylü veya serf tarafından yapı­ lırdı. Bu düzenin egemen sınıfı toprak mülkiyetini elinde tutan kendine özgü askeri güç besleyen derebeylerdi. Yine pek çok köylü isyanı yaşanmasına rağ­ men köylüler de köleler gibi iktidar ola­ mamıştır. Derebeylik düzeni bozulmaya başladıkça bu düzenin kanallarında hayat bulan yeni bir sınıf, burjuvazi, iktidarı a­ lıp derebeyliği tasfiye etmiştir. Düzen­ lerdeki egemen ve ezilen sınıf çatışmala­

rının tarihsel sonucu ezilen sınıfın iktida­ ra gelmesi biçiminde gerçekleşmemiştir. Bu sınıfların çatışması düzenin ömrünün dolmakta olduğunu göstermiş, ancak bozulan düzende ezilenlerin iktidarı al­ ması gibi bir sonuç yaşanmamıştır. Tarihsel devrimler başka bir meka­ nizmayla işliyordu. O zamanın dünyasın­ da “ medeni” kentler ve henüz barbar topluluklar olduğu için, çürüyen mede­ niyetler üzerine çekilen barbarlar “ dışa­ rıdan” vuruşla kölelerin yapamadığını yapıyor, ancak kendileri egemen konu­ ma yükseliyordu. Sosyal devrimler çağında “ medeni” olmayan barbar topluluğu kalmadığı için, tüm toplumlar sınıflı hale geldiğinden ar­ tık sınıf mücadelesi toplumun sırf kendi yapısı haline geliyordu. Derebeylik dü­ zeninde kılıç ve kutsal kitap egemenliğin iki vazgeçilmez aracıydı. Köylü isyanları da inanç ve düşünce olarak bu çerçeve­ yi aşamadı. Ancak düzendeki bu gerilim arttıkça, karşılıklı iki sınıfında artık ko­ numlarını eskisi gibi sürdürmelerinin mümkün olmadığı bir ortam oluşuyor­ du. Üretim geliştikçe bunun yarattığı maddi erozyon hem köylüde hem de derebeyler arasında çözülmeler yaratı­ yordu. Burjuvazinin tarihsel olarak olu­ şumunda tüccarlar, özgürleşen köylüler ve döneme kendini uyduran derebeyler vardı. Hiçbir toplumda sınıflar savaşı ya­ lın bir şekilde yaşanmamıştır. Düzenin karşılıklı duran egemen ve ezilen sınıfla­ rı dışında başka sınıf ve tabakalarda ol­ muş, sınıflar savaşı bu kompleks ortam­ da yaşanmıştır. Ancak sınıflar çatışması­ nın esas gerilimi iki ana sınıf arasında o ­ luşmuştur; dolayısıyla bu gerilim sürece damgasını vurmuştur.

------------------------------------------- 89 —


— y o l-------------------------------------------Kapitalist düzene gelinceye kadar düzenlerin klasik egemen ve ezilen sınıf­ larının çatışmasının sonucu ezilen sınıfla­ rın iktidarına yol açmamıştır. Bu sınıfla­ rın çatışması düzenin tarihsel ömrünün dolduğunun çağrısı olmuş, ancak iktidar yolu bu iki sınıf dışında başka sınıflara a­ çılmıştır. Feodalizme baktığımızda düze­ nin kanallarında uzun yıllar yavaş yavaş şekillenen yeni bir üretim biçimini inşa eden burjuvazi, bazen köylü isyanlarının yol açıcısı olmuş, bazen de isyanlar ken­ di hedeflerinin de ötesine gitmeye başla­ yınca derebeylerle uzlaşarak isyanların kırıcısı olmuştur. Burjuvazi bir başka topraktan gelmeyip düzenin klasik yapı­ sı çözülmeye başladıkça varolan sınıfla­ rın bazı elemanlarının dönüşmesinden yani derebeylerden, tüccar kesimden, hatta özgürleşen köylüden kendini devşirmiştir. Sosyalizm yıkılınca tarihin bu alınyazısı kapitalist düzen ve işçi sınıfı için de geçerli midir, sorusunu bilimsel düşün­ cenin mantığı gereği sormak zorundayız. Ancak cevap basit bir analojiden, kaba benzerlikten hareketle verilemez. I9.yüzyılın ortalarında teorik olarak, işçi sınıfının ezilen sınıfların geçmiş alınyazı­ sının dışına çıkabileceği; en son teknik­ lerle sürekli temasta olması nedeniyle ü­ retim gücüne sahip olması, örgütlenme ve toplu davranış gücünün bulunması nedeniyle iktidar olarak sınıflara son ve­ ren tarihi bir adımı atabileceği öngörül­ müştü. Tarih oldukça değişik yollardan da olsa 20.yüzyılın başında bu öngörüyü doğruladı. İşçi sınıfı, kapitalist üretimin kendi gücünü ortaya koyup tükettiği ve tıkandığı bir noktada değil, derebey artı­ ğı üretim ve mülkiyet ilişkilerini süpürüp aşamadığı ve bu nedenle henüz doğup

__ 90

gelişirken gücünü tükettiği ülkelerde, ik­ tidara gelmiştir. Yetmiş yıllık bir ömür sonunda topyekün bir yıkılışla bu ülkeler kapitalizme -şüphesiz tamamen kendine özgü koşullarda- geriye dönüş yaptılar. En alt ezilen sınıf olarak köleler ve serilerin tarihi alınyazısı işçi sınıfı için de tekrar mı ediyordu? Bu soruya cevap vermeden önce burjuvazi ve işçi sınıfının dünya ölçüsündeki mücadelesinin sınıf yapılarında bir değişime yol açıp açmadı­ ğına bakalım. - Sosyalist ülkelerde ilk kuruluş süre­ ci uygulamaları zaten çok geri olan üre­ tici güçlerde sıçramalı gelişmelere yol açmış; aynı zamanda sosyal güvenlikli bir yaşam yaratmıştır. İşçi sınıfı belli bir noktaya kadar iktidar olma yeteneğini ortaya koymuştur. - Bu gelişmelerin kapitalist toplumlardaki burjuvaziye doğrudan etkisi ol­ muş, burjuvaziyi adeta sosyalleştirmiştir. Sosyal devlet uygulamaları sınıflar savaşı­ nın gerilimini oldukça aşağı noktalara çekmiş, kendinden önceki yüzyıldan ol­ dukça farklı bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. - Öte yandan, sosyalist ülkelerde işçi sınıfı iktidarı kendini yıkılmaz kılacak bir üretim sistemi yaratamamıştır. Sonuç o­ larak, sistemin yarısı toplumsal artı-değer üretmeyen ve sübvanse edilen işlet­ melere dönüşünce, işçi sınıfı yetkinleşe­ rek kendini aşmak basamağı ile değil, tam tersine iş enerjisi, disiplin ve yaratı­ cılığından yoksun bir bozuluş sürecini yaşamaya başlamıştır. İşçi sınıfı iktidarı­ nın yaratma ve değiştirme gücü sistemin kendi çelişki ve tıkanmalarıyla bir sınıra dayanmış, kendi içinde devrim yapamayınca güçlü restorasyon fırtınasıyla dip


devrimci harekette kriz__ noktalara kadar geri püskürtülmüştür. - Kapitalist ülkelerde fabrika sistemi Fordizm ile işçi sınıfının bütün yetenek­ leri yok eden bir üretim biçimine tırma­ nınca, bu üretim tarzı sınıfın tepkisiyle yüzyüze gelmiştir. A ktif tepkilerin yanın­ da sınıf bant sistemine her zaman pasif bir direnç göstermiş, üretime yabancı­ laşmasının bir sınırı olduğunu burjuvazi­ ye göstermiştir. - Kapitalist sistemin II.Dünya Savaşı sonrası “ altın dönemi” 70’li yılların orta­ larında sona ererken bu tıkanma aynı zamanda bilimsel teknik gelişmelerde büyük sıçramaları tetiklemiştir. Bu sü­ reçle birlikte işçi sınıfı mücadelesini yüzelli yıldan fazla şekillendiren iş ve üre­ tim koşulları değişmeye başlamıştır. Bant sistemiyle işçilerin kas hareketleri­ ni olabilecek en rasyonel biçime sokan kapitalizm, bu zemin üzerinde verimliliği artıramayınca, yeni üretim tekniklerinin de sağladığı imkanlar ile sınıftan üretim­ de yaratıcılığı, yani kaslarından öteye ak­ lını da talep edebilecek donanıma geç­ miştir. Bu noktadan itibaren işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki ilişki de değişime uğramaya başlamıştır. Egemenliğini değil, ancak üretim bilgisini işçiyle paylaşan bir burjuvazi; öte yanda işyerindeki üreti­ min verim ve organizasyonuyla ilgilenen bir işçi sınıfı ortaya çıkmaya başlamıştır. Sınıflar mücadelesinin uzun yılları iki sı­ nıfta böyle karşılıklı bir eğrilme yarat­ mıştır. - Bir diğer eğrilme klasik dönemin kapitalist ve işçi arasındaki en temel iliş­ kisi olan ücret ve çalışma zamanında gerçekleşmiştir. Üretim, dolaşım ve ha­ berleşme tekniklerindeki gelişmeler “ esnek üretimi” gündeme getirmiştir.

Pazarla üretim merkezlerinin bağlantısı çok daha dakik hale gelince işçiler “ iş ol­ duğunda” üretime çağrılıp olmadığında beklemeye alınmaktadırlar. Bir yandan üretime yaratıcılığını katmaya itilen, öte yandan katı çalışma saatlerini esnekleşti­ ren sistemde, çalışma zamanının yaratı­ lan değerin ölçüsü olması çok daha kompleks hale gelmiş, tam anlamıyla “ esnekleşmiştir” . Bu noktada kapitalist, ücret pazarlıklarında büyük bir manevra alanına sahip olmuştur. Bu durum işçi sı­ nıfının 1800’lü yılların başlarından beri yaşayagelen sendikal örgütlenmesinin zeminini büyük ölçüde erozyona uğrat­ maktadır. Sınıfın örgütlenme ve davra­ nışları büyük değişimlere zorlanmaktadır. Sonuç olarak, sosyalizm deneyi ve yüzelli yılı aşkın süren sınıflar mücadele­ si işçi sınıfında ve burjuvaziyle ilişkilerin­ de belli eğrilmeler yaratmıştır. Analojimize geri dönersek, burjuvazi ve işçi sınıfının mücadelesi aynı zamanda klasik sınıf yapılarında bir eğrilme ve de­ ğişim yaratarak mı gelişiyor? Evet. An­ cak analojimiz buradan ötesine net ce­ vap vermeye yeterli değildir. Sınıflar mü­ cadelesi sınıfların yapılarında bazı eğril­ melere neden olmuştur. Klasik dönem sınıf yapılarının değişimi bir gerçek iken buradan düz mantık yürütmeyle yeni ik­ tidar adayı bir sınıfın şekillenip şekillen­ meyeceği sorununa cevap bulamayız. Ancak sınıflar mücadelesi alanında olan bilimsel sosyalistler bu değişimi, yarattı­ ğı sonuçları, olası gelişimleri büyük bir dikkatle izlemeli sonuçlarını sürekli yenilemelidirler. Bilimin doğrudan bir üre­ tici güç haline gelmesiyle değişimin hızı çok yükselmiştir. Böyle bir sınıflar mü­ cadelesi ortamında yapılabilecek olan en

------------------------------------------- 91 _


— y o l-------------------------------------------kötü şey içi boşalan kalıplara sarılmaktır. İşçi sınıfı çok açık bir şekilde 19 ve 20.yüzyılda sahip olduğu topyekün dav­ ranış yeteneğini yitiriyor. Yeni üretim biçimleri, işyeri ve yaşam alanlarındaki köklü değişim bu yeteneği alt noktalara çekiyor. Buna karşılık sınıfın bir kesimi klasik dönemde kaybettiği üretim yete­ neğini yeni koşullarda başka bir biçimde yeniden kazanıyor. Burjuvazi yeni üre­ tim ve dünya koşullarında sınıflar müca­ delesinin eski karabasanlarından kurtul­ muş görünüyor. Egemen sınıfların saflarında ise mali sermaye ve spekülasyonun öne çıkması yaşanıyor. Sanki üretim alanındaki kapi­ talistlerin değer sömürüsü biraz daha “ meşru” bir görünüme bürünüyor. A r­ jantin’de halk kısa süre önce ayaklandı­ ğında bankaları ve yolları işgal etti, fabri­ kaları değil. Sonuç olarak, sınıfların karşılıklı ko­ numlanmasında yani egemenlik ilişkile­ rinde değil, fakat yapılarında gerek sınıf mücadelesinden gerekse üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklanan değişimler yaşanıyor. Bu değişimler ise doğrudan sınıflar mücadelesi koşullarını etkiliyor. Bu çarpıcı değişimlere en uygun strate­ jik ve taktik cevaplar üretebilen devrim­ ci partiler yaşayabilir. “ Eski güzel günle­ re” ağıtlar yakmak kaçınılmaz bir şekilde tasfiye girdabına çıkar.

4. Taktik alandaki tıkanma ve kendini tekrar Stratejik erozyonun en kaçınılmaz ve doğal sonucu taktiklerin büyük ölçüde anlam ve hedef yitirmesi, günü kurtar­ maya yönelik tekrar ve tıkanmalara uğ­ ramasıdır. Ölüm oruçlarının geldiği nok­

__ 92 __________________________

ta, taktik tıkanmaların hangi noktalara kadar varabileceğini en açık ve en kör gözlere batıracak ölçüde göstermiştir. Gerçekten göstermiş midir? Bu so­ ruyu sormak yersiz değildir. Devrimci Hareket o ölçüde bozulmaya uğradı, stratejik, taktik ve değerler anlamında büyük erozyonlara uğradı ki, en açık ol­ gulardan bile ders çıkartma yeteneğini yitirmiş görünüyor. Taktik boyutta sorun çok açık bir şe­ kilde ortada duruyor. Yolsuzluk, vur­ gunculuk, düzenin pek çok kurumunun değer yitirmesi her göze batacak boyut­ lara varmıştır. Gerçekler eskisi ölçüsün­ de örtülü değildir, çamur gibi sokak o r­ talarından akıp gidiyor. Ö te yandan, e­ konomik olarak düzen en derin krizini yaşıyor. Son yarım yılda iki milyona ya­ kın insan işsizler ordusuna katıldı. Bütün bunlara rağmen beklenen hayalet “ sos­ yal patlama” bir türlü gelmiyor. Bir dev­ rimci örgütlenme açısından ise sorun, nefes nefese taktik bir zenginlik ve mü­ cadelenin yaşanabileceği böyle bir o r­ tamda sanki hiçbir taktik anlam kazan­ mıyor. Neden? Cevap bir bilmece değildir. Nedenle­ ri sıralamak bir ölçüde kolaydır, ancak sorun bundan sonra başlıyor. Bu gir­ daptan nasıl çıkılacaktır? Önce “ kolay” olandan, nedenlerin sı­ ralamasından başlayalım. - Yukarıda belli ölçülerde değerlen­ dirmeye çalıştığımız, hedef kopması, ide­ olojik zayıflama; stratejik erime; öncü sınıfdaki değişimler, toplumsal mücadele alanına kararsızlık, umutsuzluk, hatta çü­ rüme olarak yansıyor. Sosyalizm hedef ve düşüncesinin büyük mevzi kaybı, tak­ tikleri sanki bilinen kısır bir döngü için­


devrimci harekette kriz de umutsuzca çırpınışlara dönüştürü­ yor. - Diğer bir neden düzenin ustaca yaptığı kuşatmalardır. Hatta bazı parola­ larımızın düzen sınıf ve tabakalarının eli­ ne düşmesidir. Bahar eylemlilikleriyle sı­ nıf yeniden gövdesini ortaya koyunca düzen iki başarılı taktik kuşatma yaptı. Bu potansiyelin Devrimci Hareket’le ve Kürt Ulusal Mücadelesiyle buluşma ka­ nallarını tıkadı. Şovenizm şahlandırıldı. Liberalizme yol açılırken radikalizm so­ kakta ve dağda infaz edildi. Hemen ar­ dından Siyasal İslam gündemleştirilerek ilerici kamuoyu “ irtica - laiklik” girdabın­ da boğuldu. - Bütün bunlar yapılırken açıkça yol­ suzluk ve vurgun en üstten en alta kadar meşrulaştırıldı. “ Köşeyi dönmek” tek değer haline geldi. Her türlü çürütme yolu işletildi. Tarih defalarca kanıtlamış­ tır, isyan için sadece yoksulluk yetmez, en rezil koşullar bile otomatik olarak is­ yana yol açmaz; mutlaka acıları umuda dönüştüren yeni değerler parolalar ha­ linde ortaya çıkmalıdır. Bir “ dürüst” cumhurbaşkanının bu kadar sevgi topla­ ması neden? 12 Eylül faşizmi ilk günün­ den itibaren ezilenler için anlam taşıyan değerlere saldırdı, onları lanetledi. Sos­ yalizmin yıkılışıyla birlikte bu değersizleşme iyice koyulaştı. Düzen sınırsız ve en vahşi bencilliği en kutsal değer haline getirmek için çok uğraştı. Bu anaforda her türlü dini ve kültürel değerin yeni­ den dirilmesi rastlantı değildir. Ancak bı­ rakalım açık din ticaretini ve Siyasal İs­ lam’ın kolektif sermaye birikimi için İslâ­ mî değerleri kullanmasını; en samimi kültürel ve inanç dirilişleri bile mevcut ortamda eninde sonunda sermaye biri­ kiminin bir aracı haline gelmeden ede­

mediler. Bu müthiş değersizleşme süre­ ci sonuç olarak isyanın moral dokusunu parçaladı. Öfkeler içe döndü. “ Sosyal patlama" yaratmak yerine bireysel ve a­ ile dramları yarattı. Bütün bu nedenler eski bildik dev­ rimci taktikleri önemli ölçüde anlamsızlaştırdı. Enerji ve umut vermeyen kendi­ ni tekrarlayan, bıktırıcı eylemlere dö­ nüştüler. Bu girdaptan nasıl çıkılacaktır? Önce bu sürecin özelliklerini iyi kavrayarak. Değişimlerin zembereğini elimizle tuta­ rak. Eskinin ömrü dolmuş düşünce ve davranışlarından radikal bir şekilde kopuşarak. Nereye doğru? Belirsiz bir boşluğa doğru mu? Zaten sorunun en “ zorlu” yanı da burasıdır. Burada hiçbir “ kolaylık” yoktur. M etot olarak yazının başından beri sıralamaya çalıştığımız te ­ orik, ideolojik, stratejik sorunların var­ lığıyla yüzleşmekten kaçınmamak gere­ kir. Yokmuş gibi davranarak değil, han­ gi eksik ve boşluklarımızın olduğunu bi­ lerek davranmak doğru duruş noktası­ dır. Ancak bu duruş noktası bizi sorun­ ların çözümü için enerji ve yaratıcılıkla yükler. Sorunlarla yüzleşememek onlaT rın esiri olmak anlamına gelir. Teorik eksik ve boşluklarımızı günlük davranış­ larımızda zaaf yaratacak yakınmalara dönüştürmemek için, en son sınırı zo r­ layan öngörülerimizle siyasal hareketi­ mize üstünde davranılacak bir zemin ya­ ratmak gerekiyordu. “ III.Dönem” tezle­ ri herşeyden önce budur. Bilinmezlerin ortasında kesinleşmiş öngörülerimizin çerçevesidir. Ana taktik olarak diğer belirlemele­ rin yanında perspektif olarak en önem­ lisini vurgulamakla yetinelim. Güçlerin


— yol dağıldığı bu süreçte “ cephe savaşı” ver­ mek gibi bir konumdan uzak durmak; “ mevzi savaşlarla” pozisyon güçlendir­ mek gerekir. Yaşadığımız günlerin, bi­ reyselleşen öfkelerin (herşey gibi öfke­ ler de sınıf zemininden koparılıp birey­ selleştirildi) toplumsal ve sınıfsal nitelik kazanması yolunda bir birikim dönemi olduğunun bilincinde olmalıyız. Tüm toplumu düşünerek konuşursak bu gün­ ler, sosyalizmin yıkılışının ve Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüşün yarattığı düş kırıklıklarının; liberal ekonominin yarattığı beklentilerin, Siyasal İslam’ın büyümesinin estirdiği dalganın yerine o­ turduğu, bilinçlerde ve morallerde he­ men tümüyle bir hesaplaşmanın yapıldı­ ğı olağanüstü karmaşık bir dönemdir. Bu anlamda bu yaşanan süreçte eskiyle benzerlikler aramak yerine her yeni işa­ ret ve filizi yaratıcı bir enerji ve coşkuy­ la değerlendirmek gerekiyor. Bu anlam­ da “ öncü taktikler” yaratmak kaçınıl­ maz bir görev oluyor. Taktiklerimizle ve davranışlarımızla gerçeklikleri açıklamaktan çok -gerçek­ likler hiç olmadığı kadar ortalıktadır- u­ mut yaratacak, yeni moral değerler inşa edecek adımlar atılmalıdır. Bunun çok zorlu bir birikim gerektirdiği görülebi­ lir. Bugünün çürümeleri dikkate alınırsa, yığınlara “ yol göstermeden” önce ve yol gösterebilmek için önce onların karşısında ayna olmak gerekir. Cesaret­ le herkes kendisiyle yüzleşmeyi göze a­ lamadıkça “ kurtarıcılar” beklenir, dö­ nemlere göre bu kurtarıcılar yüceltilir ya da lanetlenir. Zorla, medya ile Siyasal İslam’ın avuntularıyla uyuşturulan kitle­ leri, en usta ve titiz yollarla kendileriyle hesaplaşmaya çekebilmek gerekir. Taktikler yeni dönemin davranış ve _

94 ______________________________

ruhunu yaratma amacıyla yüklü olmak zorundadır; bunu başardıkları ölçüde gerçek rollerini oynarlar.

5. Örgütsel doku yozlaşması Hedefi erozyona uğramış örgütlerin giderek bozulacağı yeterince açıktır. Hedef ve değerler erimesi örgütleri böyle bir yozlaşma sürecine çoktandır sokmuştur. Dünün mücadele koşulları­ na cevap verebilen örgüt biçimleri, ko­ şullar değişince hızla değişmek zorun­ dadır. Devrimci Hareket’te ise Eylül sonrası süreçte sanki tam tersi olmuş­ tur. Ayağımızın altındaki toprağın kaydı­ ğını hissettikçe, refleks olarak örgütler kemikleşip katılaştılar. Öz kayboldukça, zayıfladıkça biçimin kabuğu kalınlaştı. İ­ çeriye adeta hiçbir şey sızdırmaz oldu. Bunun en dramatik sonucu örgütsel moral ortamın bozulması, hatta yozlaş­ ması olmuştur. Sözleri ve davranışları a­ rasındaki açı büyüdükçe her örgütlen­ menin alınyazısı budur. Bir yanda liberal solun adeta sonsuz özgür gibi görünen örgütsel yapı o rta ­ mı, öte yanda kabuğu kalınlaştıkça do­ kusu bozulan devrimci örgütlenmeler, dönemin alınyazısı değil, çıkmazlarını temsil ediyorlar. Her iki yol da çıkışsızlığın iki farklı uçtan kendini açığa vuru­ şudur. Stratejik tercih ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ana taktik yönelişler dö­ nem örgütlenmesinin iskeletini şartlan­ dırır. Bu yapılmadığında ortaya yeni ko­ şulları taşıyabilen bir örgüt yapısı çık­ maz. Devrimci Hareket’in krizinin ken­ dini en açık bir şekilde gösterdiği, daha doğrusu örtülemez kıldığı alan, örgüt­ lenmelerin alanıdır.


________________________________________________devrimci harekette kriz___

SONUÇ Devrimci Hareket’in krizinin altında gerçekler ile söylemin arasındaki açının büyümesi yatıyor. Düşünce eski döne­ min kalıpları içinde kaldıkça pratikten kopuşmaktadır. Bu durum düşüncelerde kaçınılmaz katılaşmalar ve parçalanmala­ ra neden olurken, pratikte ise günlük a­ kışlar içinde sürüklenmeyi getiriyor. Kriz genellikle Batılı literatürde “ fela­ ketle” eş anlamlıdır. Oysa Uzakdoğu dil­ lerinde “ fırsat” anlamına da geliyor. K ri­ zin gerçekten fırsata dönüştürülmesi i­ çin en başta yönetilebilmesi gerekiyor. Bunun için ise nedenlerinin sağlam bir şekilde tespiti; hiç değilse ilk kilimi vere­ cek çıkış yollarını keşfetmeyi; bunun yürütümü için kesin bir iradeyi gerektiri­ yor. Devrimci Hareket bu adımları attı­ ğı ölçüde krizi fırsata dönüştürür; yoksa tarihin yol kenarına itilmek kaçınılmaz olur. Fırsatı yakalamanın yolu, Liberal Sol’un belkemiksiz sözde özgürlüklerin­ den geçmediği gibi; tekrarla kendini tü ­ keten Radikal Sol’un söylem ve davra­ nışları arasındaki açının büyümesiyle o r­ taya çıkan şizofrenleşmeden hiç geçme­ diği çok açıktır. Strateji, ana taktikler ve söylem olarak bu zeminler dışında bir duruş ve çıkış noktası gerekiyor. Kapa­ nan dönemin terkedilmesi gereken alış­ kanlıklarından kopuşulmadıkça, bu alış­ kanlıklarla kenetlenerek ölmek alınyazısı olur. Kopuşma gerçekleştirildiği ölçüde, her şey bir yana, bu kopuşmanın ortaya çıkaracağı enerjiler krizden çıkış için ge­ rekli ivmeyi verecektir. 2 7 .1 1 .0 1

95


Mehmet Yılmazer-Haluk Gerger

YILMAZER HALUK GERGER'LE TARTIŞIYOR: KÜRESELLEŞME VE YENİ DÜNYA DÜZENİ Yılmazer: Hocam YDD hakkında çok yazıldı, çok konuşuldu; daha da çok konuşulacağa benziyor. Çünkü “ düzen” dedikleri aslında hiç de oturmuş bir dengeyi ve bu anlamda bir düzeni anlat­ mıyor. YDD esas olarak sosyalizmin çö­ küşü ile gündeme geldi ve pratik olarak da Körfez Savaşı ile ilk ve en önemli uy­ gulaması yaşandı. Bu tarihten yola çıkar­ sak bu düzen henüz on yaşını ancak dol­ durdu. O nedenle Y D D ’nin özellikleri de bir bakıma zaman aktıkça belirginle­ şiyor. Hocam, isterseniz Y D D ’nin özellik­ lerini önceki dünya düzenlerine bir göz attıktan sonra derinleştirelim. Bugünden bakarsak “ soğuk savaş” öncesi dünya düzeni ve “ soğuk savaşla” ortaya çıkan düzenlerin ayırıcı özellikleri nelerdi?

Gerger: Çağdaş uluslararası sistem, yani ana aktörleri/birim leri ulus-devletler olan ve belki de “ çelişkili bir bütün” olarak niteleyebileceğimiz; ilişki süreçle­ ri kapitalizmin öteki sosyal formasyon­ larla eklemlenmesi, giderek yerleşmesi/yayılmasıyla belirlenen; sermayenin uluslararasılaşmasıyla uyum/işbirliği-çelişki/çatışma düzlemlerinde gidip gelen; yeryüzü tek pazara dönüştükçe sömürü/direniş/eşitsiz gelişme diyalektiğiyle biçimlenen yapı, Avrupa’da Otuz Yıl Sa­ vaşlarının o zamana dek görülmemiş vahşetinin yatağında 17. yüzyılın ortala­ rında belirginleşip “gelişti.” A rtık yaşlı

__ 96 _____________________________

kıtada çoğulcu devlet yapısı ortaya çıktı. Bu çoğulculuk/farklılık içinde birimler, yani devletler “ egemen” diler, yani hu­ kuk üstüydüler. Bir başka ifadeyle, onla­ rın üzerinde bir üstün irade, bir merke­ zi otorite mevcut değildi. Devletin bu hukuk üstü, en yüksek iradesinin mutlak bir iç otorite tarafından temsil edilmesi ve kullanılmasından daha da önemlisi, o ­ luşmaya başlayan uluslararası düzende merkezi o toritenin bulunmamasıydı. Devletler Hukuku da böylesi bir ortam ­ da ortaya çıkıyordu ve onun da ayırdedici özelliğini bu yapı belirliyordu; huku­ ki yaptırımların dayandırılacağı bir mer­ kezi otorite, onun kolluk kuvvetlerinin mevcudiyeti sözkonusu değildi. Zarar gören, kendi başının çaresine bakacak, hasmını gücüyle ya caydıracak ya da za­ rarını misilleme yoluyla ondan kendisi tazmin edecekti. Hukuk üstü egemenle­ rin dünyasında kaba kuvvet son karar vericiydi. Böylesi bir çerçevede ortaya çıkan “ çatışma ve işbirliği” nin denetim altında tutulma biçimi ise, uluslararası düzenle­ rin yapısını belirledi... Kapitalizm/burjuvazi İkilisiyle ilintilendirebileceğimiz, biri teknolojik/ekonomik, öteki siyasal/hukuksal iki “ dev­ rim ” , bu yapının “ dışsal” çerçevesini o­ luşturdu. Birinci devrim, Sanayi Devrimi, esas olarak, yeryüzünün tek pazara dö­ nüşmesi ve sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki engelleri yıkıcı bir dizi


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ etki yarattı. Buna karşılık ikinci devrim, Fransız Devrimi, aksine, yeni sınırlar, engeller yaratıcı bir etki yaptı. Bu etki, milliyetçilik düşüncesinin yarattığı zihni engellerden, silahlı güçlerce korunan u­ lusal pazarın sınırları, gümrük duvarları gibi maddi olgularla pekiştirdi bölün­ müşlüğü. Bu iki devrimin yarattığı bu çe­ lişkiye, bir temel belirleyici girdi olarak, ulus devlete ölümüne sadakat ve topyekün savaş gerçeği eşlik etti. Milyonların gönüllü olarak ulusal devlet için yaşam­ larını feda edecek bir ideolojik/ruhi şekilleniş içine sokulabilmeleri, yığınsal milli orduların ortaya çıkışı ve savaşların artık sivil halkın yaşamını da doğrudan kökten etkileyebilecek biçimde cephe i­ le gerisi arasındaki farkı ortadan kaldır­ ması, uluslararası ilişkilerin ayırdedici ö­ zelliklerini oluşturdu. Bu arada yavaş yavaş önce Avrupa sonra da yeryüzünün büyük bölümleri, insanlık, pazarın, daha doğrusu kapitalist pazarın egemenliği altına giriyordu. Böy­ le bir süreç başlamıştı. Kapitalist pazar farklı bir yapı taşır. Bunun mutlaka üs­ tünde durmalıyız. Ondan önce de elbet­ te pazar vardı. Nüfusun çok küçük, var­ lıklı kesimine hitabeden, onun lüks tüke­ tim ihtiyacını karşılamaya yönelik, üçe a­ lıp beşe satan tüccarlar eliyle işleyen bir pazardı bu. Toplumun büyük bölümü ve bu arada üretici köylüler bu pazara tabi değildiler, temel ihtiyaçları için ona ba­ ğımlı değildiler, çünkü zaten üretim ara­ cından, topraktan kopmamışlardı. Oysa kapitalist pazara, tüketiciler bütün ihti­ yaçları için bağımlıdırlar, üreticiler, yani işçiler, üretim araçlarından kopmuş ol­ duklarından, yaşamlarını idame ettirebil­ mek için emeklerini orada pazarlamak mecburiyetindedirler ve nihayet kapita­

list de hem işgücünü oradan temin et­ mek, hammaddelerini buradan satın al­ mak hem de “ ürettiği” metayı burada satmak, karını burada gerçekleştirmek durumundadır. Tüketiciler de tüm ihti­ yaçlarını karşılamak açısından yine paza­ ra bağımlıdırlar. Bu; insanoğlu ve top­ lumlar, sınıflar açısından farklı bir bağım­ lılık türüdür ve tarihte ilk kez ortaya ka­ pitalist pazarla çıkmıştır. A rtık insan e­ meği dahil, herşeyin alınıp satıldığı bir çerçevedir egemen olan. Bu pazarın bir ikinci özelliği ise, yani bütün yaşamı be­ lirleme özelliği dışındaki bir başka özelli­ ği, dayattığı rekabettir. Bu pazarda kapi­ talist öldürücü rekabet içinde varolma mücadelesi verir. Maliyetleri düşürmek, karın maksimizasyonunu sağlamak ve ra­ kiplerini altetmek zorundadır. Bunun i­ çin de, üretim güçlerini ve bu arada tek­ niği geliştirmek bir zorunluluktur. Bu­ nun kapitalistlerin yanısıra, işçiler, yani üreticiler, ki onlar aynı zamanda tüketi­ ci kitledir de, üzerinde yarattığı baskılar hayatın bir başka temel belirleyeni ola­ rak çok boyutlu biçimlerde karşımıza çı­ kar. Kapitalist pazarın ayırdedici ve ke­ sin belirleyici etki ve dayatmalarını anlamaksızın artık yaşamı kavramak olanak­ sızdır... Ticaret kapitalizminin merkantiliz­ minde, esas olarak altın stokuna dayalı bir zenginliğin devlet gücünü tanımladığı bir ortamdaki rekabet, yeryüzü ölçeğin­ de “ keşfedilen” halkların, kültürlerin, uygarlıkların toptan yokedilişini ve buna eşlik eden acımasız bir servet transferi­ ni beraberinde getirdi. Kolomb’un vah­ şetiyle şekillenmeye başladı “ uluslarara­ sı” ilişkilerin seyri ve yapısı. Kapitalizmin özünde bulunan genişleme güdüsü, dün­ ya çapında, “ ulusal pazar” ın silahlı gücü,

------------------------------------------- 97 —


— y o l-------------------------------------------dünya pazarının yeni vurucu gücü olarak ortaya çıkıyordu. Herşeyin metalaştığı, yani değişim için sunulduğu kapitalizmin pazarı insanlık üzerindeki egemenliğini kurmaktaydı. Bu pazara işçiler, emekle­ rini pazarlayıp yaşamlarını idame ettire­ bilmek için mahkumdular. A rtık tüketi­ ciler, neredeyse bütün ihtiyaçlarını pa­ zarda karşılayabilecek duruma indirgen­ mişlerdi. Kapitalist bile pazara bağımlıy­ dı, çünkü işgücünü orada satın alıyor, ü­ rettiklerini orada satarak karını gerçekleştirebiliyordu. İnsan yaşamı, bütün veçheleriyle, burjuvazinin, pazarın da­ yatması sonucu üretim araçlarını, tekni­ ğini, ilişkilerini ve dolayısıyla da toplum­ sal ilişki süreç ve yapılarını sürekli olarak dönüştürme güdüsüyle yarattığı anafor­ da yeniden yapılandırılıyordu. Dünyanın merkezi Avrupa’da Napolyon Savaşları’nın sonunda tutucu o to ri­ telerin zaferi ile gericilik uluslararası ni­ telik kazandı. Kutsal Bağlaşma’nın yarat­ tığı bu “ Avrupa Uyumu,” devrimcilerin, radikallerin, özgürlük, eşitlik gibi taleple­ rin kanla boğulduğu bir yeni uluslararası düzeni ifade etti. Gerici rejimler, akra­ balık bağlarıyla serpiştirilmiş hanedanlar tarafından yönetiliyor, Viyana Kongresi’ne damgasını vuran bir diplomasi pra­ tiği ile aralarındaki ilişkilerini yürütüyor, dünyayı da sömürgeleştirerek vahşice sömürüyorlardı. Gerici monarşilerin cenderesi içinde kurumsallaşmış sömü­ rü ve şiddetti dünya düzenini şekillendi­ ren. Üzerinde güneş batmayan Britanya imparatorluğu, bir tür, “ güç dengeleyici­ si’ ydi. Birbirlerinin güçlerini dengeleyen hasım ittifaklar karşısında, İngiltere, den­ genin bozulmasını, ağırlığını gerekli yana kaydırarak önleyen, böylece de düzenin

__ 98

istikrarını sağlayan hegemonik konu­ mundaydı. Ayrıcalıklı konumunu esas o­ larak deniz yollarının kendi egemenliği altında “ açık” tutulmasına ve paylaştıkla­ rı yeryüzünü talan edenler arasındaki düzenli ilişkilerin sürdürülmesine dayan­ dıran baş emperyalist güçtü İngiltere. Bu tek kutuplu bir dünya değildi. İngiltere, oynak bir statükoyu koruyordu. Dünya­ yı kendi yaşam biçiminin kalıbına dök­ meye soyunan bir mutlak hakim değil, e­ şit sömürücüler arasında birinci ve den­ geleyici olmaya soyunan bir gevşek den­ geleyici, denetleyiciydi... Ne var ki, emperyalistlerarası hasmane rekabetin son ölçütü olan şiddetin devreye girmesiyle, bu düzen, Birinci Paylaşım Savaşı’yla yıkıldı. Bugün tarihçi­ lerin “ İki Savaş Arası Dönem” diye ad­ landırdıkları vuzuha kavuşmamış, denge­ leri yerine oturmamış dönemin ardın­ dan II. Dünya Savaşı ile beynelmilel ser­ mayenin emperyalist devletleri kozlarını bir kez daha alışageldikleri biçimde, yani şiddet yoluyla paylaştılar. Bu tarihsel süreçte, yeni yeni kurulan uluslararası örgütlere ek olarak, iki yeni aktör çıktı sahneye. Kapitalist bunalım ve emperyalistlerarası rekabetin yarattı­ ğı faşizm ile devrimci işçinin anavatanı Sovyetler Birliği. Avrupa’da sol, emek adına elde et­ miş bulunduğu sivil, sosyal, politik, eko­ nomik, hukuki hakları korumanın derdi­ ne düşüp, giderek statükocu bir hareke­ te dönüşürken, bir başka ifadeyle, bir zamanlar burjuvaziye karşı kan dökerek gerçekleştirdiği reformlarla ufkunu sı­ nırlayıp reformistleşir ve ana kaynağı devrimci Marksizm’i de bu yolda reviz­ yona uğratırken, Lenin’in önderliğindeki


. yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ Bolşevikler, yeni bir insan, yeni bir ya­ şam perspektifiyle, sınıfsız topluma ev­ rilmek üzere, kapitalizmi yıkıp sosyaliz­ min inşası projesini sundular sınıf hare­ ketine. Bu dünya devrimi çağrısıydı ve sadece işçi sınıfına değil, sömürgelerin mazlum halklarına da dönük bir davetti. Bu arada asla unutulmaması gereken temel olgu ise, 20. yüzyılın başından iti­ baren ortaya çıkan ve varlığını yaşamın her alanında duyumsatan sınıf hareketiy­ di. Büyük fabrikalarda ve ağır sanayide yoğunlaşmış, kentler ve çevresinde bü­ tün ağırlığıyla fizik gücünü gösteren, yı­ ğınsal sendika ve komünist partilerde örgütlenmiş, Marksizm ile mücehhez bir görkemli hareketti bu. Dostunun ve düşmanın üzerinde etkisi tam, yaşamın seyrini belirleyen, uygarlığın ve kültürün, moral değerlerin ölçütlerini belirleyen, geleceği kurmaya tek aday olan sınıf ha­ reketinin iktidar sorunsalı etrafında dü­ ğümleniyordu aslında yaşam. Dolayısıyla bu kısa parantezde belirttiğim sınıf hare­ keti ve rolü belirleyici bir etmen olarak 20. yüzyılın tüm çözümlemelerinde mut­ laka yerini almalı. 20. yüzyılın sefil sonu, onun görkemli ve parlak başlangıcıyla, ö­ zünde devrimci, dönüştürücü seyrini as­ la gölgelememeli... İki Savaş sonrasında, Nazizm’in “ bin yıllık projesi,” başını Sovyetler Birliği ile bütün Avrupa ülkelerindeki komünist partizanların çektiği müthiş insani dire­ niş ve A BD ’nin belirleyicisi olduğu “ de­ mokrasi cephesi” nin savaş makinası kar­ şısında yenilgiye uğratıldı. Bolşevikler’in “ Cihan İnkılabı” ise, ne yazık ki, gerçek­ leşemedi, sosyalist inşa yapıları Doğu Avrupa’da bir alt-sistem olarak uluslara­ rası politikada yerini aldı.

II. Dünya Savaşı bittiğinde, kapitaliz­ min anayurdu yaşlı kıta Avrupa galip ve mağluplarıyla büyük bir yıkım içindeydi. Kapitalizm, savaş ve faşizmin canlı anıla­ rıyla kitleler nezdindeki bütün inandırı­ cılığını yitirmişti. Her ülkede komünist partizanların faşizme karşı yiğit direnişi­ nin anıları ve muzaffer Kızıl O rdu’nun Sovyet halkının müthiş özverileriyle baş­ latmış olduğu özgürlük yürüyüşü yeni bir başlangıca işaret ediyordu. Savaş ve faşizm suçlusu burjuvazi panik içindey­ ken neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde komünistler, prestijlerinin doruğunda, koalisyon ortağı olarak iktidardaydılar. Avrupa'nın sömürgelerinde ise, emper­ yalizmin çözülüşü ve mazlum halkların kurtuluşu artık kaçınılmaz görünmek­ teydi. Buna karşılık, okyanusun öte yanında da savaş zengini yeni bir güç-Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası egemen­ liği için dizginlenemez bir iştiha ile bey­ nelmilel sermayenin hamiliğine, kapita­ list dünyanın tartışılmaz liderliğine ha­ zırlanıyordu. Dünya hızla iki “ devrimci” gücün karşıtlığı çerçevesinde örgütlenmeye doğru sürükleniyordu. Kuşkusuz ABD ’­ nin “ devrimciliği” farklıydı; O, Büyük Britanya gibi hegemonların aksine, sade­ ce ayrıcalıklı konumunu sürdürmekle yetinecek bir güç değildi. Statükoyu, ya­ ni kapitalizmde elde kalanı korumak acil göreviydi ama O, ayrıca, tanrısal bir gü­ cü oynayacaktı. Tanrının insanlığa indir­ diği bir deneyim olarak gördüğü “ Ame­ rikan yaşam biçimi” ni bütün halklara da­ yatacak ve yeryüzünü, tanrının insanı kendi “ gül cemalinden yaratması gibi, i­ lahi göreviyle kendi yaşam biçiminden yeniden yapılandıracaktı. Mutlak silah a­ --------------------------------------------- 99 ----


— y o l-------------------------------------------tom bombasıyla mutlak yıkıcılığa, muaz­ zam zenginliğiyle savaş yıkıntıları üzerin­ de mutlak imar gücüne sahip görünü­ yordu. Tek eksiği, bir mutlak düşmandı. Onu da Sovyetler Birliği’nin tüzel kişili­ ğinde komünizmde bulmuştu... Soğuk savaş, iki büyük gücün kanatla­ rı altında karşı karşıya konumlanan silah­ lanmış ideolojik kampların yaşamın her alanını ve tüm araçlarını kapsayan bir bi­ çimde savaşın kıyısında sürdürdükleri bir gergin ilişkiyi ifade etmekteydi. Bu i­ ki kutuplu yapıda tarafların kazanacakla­ rı bütün bir dünya sözkonusuydu ve yeryüzünün öteki bölgeleri başlıca mü­ cadele alanıydı. Nükleer kutupların ça­ tışmasında insanlık, bildiğimiz anlamıyla yaşam ve mavi gezegenimiz çaresiz kur­ ban ya da rehine olarak konumlanmıştı. Soğuk savaş ilişkilerini ve yapısını, ABD’de Truman yönetimi başlattı. Paul Svveezy’nin dediği gibi temelde herşeyin altında yatan, “ kapitalizmin, kendi kendi­ ne ayakta durabilen ve kapitalist dünya düzeninin içine sokulup eritilmeye direnebilen alternatif bir sosyal sisteme kar­ şı duyduğu temel düşmanlıktı... Amerika açısından, Sovyetler Birliği, ne yaptığın­ dan dolayı değil, varolduğu için düşman­ dı.” Bu büyük saldırıda ABD’nin Avru­ pa’daki eski düzen yandaşı kapitalist müttefikleri de Avrupa’nın bölünmesin­ de baş rolü oynadılar. Batı Avrupa’da komünist partileri hükümet koalisyonla­ rından attılar; Doğu’da ise oynanan ku­ mar ters tepti, komünist partiler, esas olarak Kızıl O rdu’nun himayesinde ikti­ darı tek başlarına ellerine aldılar; Alman­ ya’yı bilinçli bir biçimde böldüler; sonuç­ ta hem Doğu’da hem Batı’da “ demokra­

__ 100

tik ” seçimler sonunda her ülkede hangi ordu vardıysa, Amerikan ya da Sovyet, onun yeğlediği hükümetler sandıktan çıktılar!.. ABD’nin kapitalizmi korumak, bütün kapıları yeniden beynelmilel ser­ mayeye açmak, Sovyetler’i yıkmak, Paxamerikana’yı yeryüzüne dayatmak sal­ dırganlığı ile ortaya çıkan, sadece ulusla­ rarası düzlemde yürütülüyor gibi görü­ nen ve fakat yerel uzantılarla ülke içle­ rindeki mücadeleyle de kesişen bu kar­ şılıklı hasmane konumlanış, sonuçta, her yerde, her alan ve boyutta çözülme, çar­ pıtma, çürüme yarattı. Ekonomiler militarizasyonun yıkımına uğratıldı, teorik tartışma kısırlaştı, ideolojik mücadele saptırıldı, siyaset rayından çıktı, demok­ ratik katılım, kendi yazgısını belirleme, paylaşım sorunsalı, özgürlükler ve hak­ lar, hatta sınıflar mücadelesinin kendisi bozunmaya uğratıldı, ulusal bağımsızlık sermaye militarizmine ve işbirlikçiliğe yenik düştü, sosyal yaşam ve kültürel gelişme soğuk savaşçı ilahlara kurban verildi, teknoloji ve bilim de soğuk savaş saldırganlığının araçlarına indirgendiler... Sorunların çarpıtılmasına, çözümsüzleştirilmesine, uluslararası planda en güzel örneği Kore Savaşı oluşturdu ve sık tek­ rarlanan kötü bir örnek oldu. Savaş son­ rasının ilk savaşı öncesinde Kore’nin u­ lusal ve sınıfsal nitelikli iki sorunu vardı. Şayet o dönemde Kore halkının kendi yazgısını belirleme hakkına saygı gösteri­ lerek çözüm onun özgür iradesine bırakılsaydı, ulusal açıdan sorun iki Kore’nin birleşmesiyle, sınıfsal açıdan da demok­ ratik devrimin kazanımlarıyla kesinlikle çözülecekti. Kore’de halkın büyük ço­ ğunluğunun onayı ve katılımıyla milli de­ mokratik nitelikli bir devrimin gerçek­ leştirileceği kesindi. Kore halkı hem tek


yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ ülkede ulusal bağımsızlığına kavuşacak hem de sömürüden, baskıdan, eşitsizli­ ğin, sosyal geriliğin pençesinden kurtula­ caktı. Oysa Amerikan müdahalesiyle hem ülke ikiye bölündü, ulusal sorun de­ rinleşti hem Güney’de bütün ekonomik/politik/sosyal hastalıklar artarak sürdü hem de Kuzey’in yapısı bozunmaya uğradı çatışma, şüphecilik, kuşatılmış­ lık ortamında. ABD, elindeki para ve silah gücüyle Sovyetler’i önce “ kuşatma” (contain­ ment) sonra da “ püskürtme” (roll-back) ve Doğu Avrupa’yı “ kurtarma” strateji­ sini uygulamaya koydu, dünya çapında, Nato gibi askeri paktlarıyla, propaganda makinasıyla, Holyvvood filmleriyle, gangster iktidarlarıyla, bankalarıyla mu­ azzam bir saldırı kampı oluşturdu. Plan, yalnızlaştırılmış, kuşatılarak can damar­ ları kesilmiş ve yaşam alanı kendisine dar edilmiş Sovyetler Birliği’nin “ çürümesi’ ydi. Bu arada insanlık da “ Am eri­ kan rüyası” ile çürütülecekti... Soğuk savaş tüm taraflarını, hatta dı­ şında kalanların ilişki ve bünyelerini, kurumlarını, yapılarını, perspektiflerini bo­ zucu etkiler gösterdi. ABD içindeki antikomünist isteri, giderek, müttefiklerinde yarattığı ulusal güvenlik kültü ile yıkıcı diktatörlüklerin, m ilitarist darbelerin, düşünce yaşamının zehirlenmesini, de­ mokratik kurumların çarpıklaşmasını ge­ tirdi. ABD’nin saldırılarının hedefi olan hasımları da, ya güvenlik kaygılarıyla iç yapılarında kuşku, şiddet,, baskı, disiplin gibi boğucu etkiler altında kaldılar ya da rekabet içinde düşmanlarına benzediler. Her koşulda doğal gelişim seyrini göste­ remediler, soğuk savaş ortamının ezici baskıları altında kalıp ciddi bozunma ve çürümelere uğradılar... A rtık Çin, K.

Kore, K. Vietnam gibi bağlaşıklarla güç­ lenmiş ve fakat esas olarak savunmadaki Doğu Bloku’nda ise bu kuşatılmışlığın, dehşet dengesinin sırat köprüsündeki kurumsallaşmış çatışmanın her bakım­ dan öğütücü, aşındırıcı, düşmana benze­ tici etkileri ortaya çıkmaktaydı. Üçüncü Dünya’da ise, bu çatışmanın girdabından kurtulmaya çalışanlar, kapağı bir tarafa atarak bu işten avanta yemeye bakanlar, iki blok arasında gidip gelerek şantaj po­ litikası uygulayanlar, kendi içlerinde ve aralarında bir başka hengame yaratmış­ lardı. Soğuk savaşın kurumsallaşmasıyla ve aradaki göreli yumuşama dönemlerinde ise, kapitalizm “ altın çağı” m yaşadı. Kuş­ kusuz, bugünden bakınca, tekelci devlet kapitalizminin, gerek silahlanmanın ve i­ rili ufaklı savaşların, beyaz eşya ve o to ­ motiv sanayisindeki gelişmelerin, tekni­ ğin ve bilimin üretime uygulanmasındaki başarıların, yığınsal tüketim toplumunun ortaya çıkışı gibi olguların canlandırıcı etkileriyle, gerek içerde dayatılan iç di­ siplin ve bilinç çarpıtmasıyla, gerekse re­ kabet zorunluluğuyla yaratmak zorunda kaldığı “ sosyal refah devleti’ yle ve karşı tarafta, yani hem kendi emekçileri ara­ sında hem de “ Doğu Bloku” içinde ya­ ratmakta başarılı olduğu uyuşma/aşınma/çarpılma/bozunma ile, son tahlilde, kazançlı çıktığı düşünülebilir... Sovyetler Birliği’nin çürüyerek ortadan kalkması, herhalde kazandığı zaferlerin sadece son bir simgesel taçlanması olarak görülebi­ lir... ~ Nükleer Dehşet Dengesi, iki blok a­ rasındaki nihai nükleer hesaplaşmayı ön­ lerken, onların karışma ve dolayısıyla da nükleer çatışmaya dönüşme eğilimi gös­ terebilecek konvansiyonel savaşlar üze1 0 1 ----


— yol rinde de bir fren etkisi yapmaktaydı. El­ bette bu dünya bir barış dünyası değildi; sıcak savaşları önleyecek Dehşet Den­ gesi de geçerliydi... İşte soğuk savaş kav­ ramı tam da bu durumu ifade etmektey­ di. Bu kavram, uluslararası ilişkiler süre­ cini tanımlarken, “ iki kutuplu dünya” da düzenin yapısını ifade etmekteydi... Şayet K risto f Kolomb talancılığı, merkantilizm, sömürgecilik/emperyalizm gibi sermayenin uluslararasılaşma sürecinin perspektifinden değerlendirir­ sek dünya düzenlerini, I. ve II. Savaşlar sonrasında, Sovyetler Birliği’nden Doğu Avrupa’ya, Çin’den “ kapitalist olmayan yol” un yolcusu Üçüncü Dünyaya, yer­ yüzünün geniş bir bölümünde kapıların beynelmilel sermayeye kapandığını (ya da onun açısından aynı anlama gelmek ü­ zere) kontrollü açık tutulduğunu görü­ yoruz. Soğuk savaş ve iki kutuplu dünya düzeni, açık kapı politikasıyla ona dire­ nenler arasındaki bir saflaşmanın sonucu olarak da görülebilir. Ne var ki, bu nok­ tada, Sovyet ya da Çin perspektifinden bir “ devrim sorunsalı” nın varlığı (ya da yokluğu) da elbette ayrıca tartışılmalı...

Yıl mazer: Y D D ’ye gelirsek Ho­ cam... Emperyalist merkezler arası ilişki­ ler açısından bugünün özellikleri ile I. Dünya Savaşı öncesi dönemin önemli benzerlikleri olduğu görünüyor. Dünya belli büyük güç merkezleri tarafından yeniden paylaşılıyor. Elbette bu paylaşım bugün daha çok ekonomik alanda yaşa­ nıyor. Bu paylaşıma Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da yaşan­ dığı gibi halkların birbirine kırdırılması ve bölgesel savaşlar eşlik ediyor. Fakat olayın derinliklerine biraz inilince ben­ zerliklerden çok benzemeyen yanların __ 1 0 2 _____________________________

ağır bastığı görülüyor. En önemli farklı yan, bugün dünyada etkin bir işçi sınıfı hareketinin olmamasıdır. Oysa I. Dünya Savaşı öncesi belli kesintilerle de olsa yarım yüzyılı kapsayan bilinçli bir işçi ha­ reketi vardır. Öte yandan, o günlerde ulusların şekillenme süreci henüz canlılı­ ğını koruyordu. Ortaya çıkan pek çok u­ lus devletin yaşı oldukça gençti. Kapita­ lizmle birlikte yaşanan uluslaşmanın ta­ rihsel olarak canlı yaşandığı bir süreçti. Aynı zamanda, emperyalizmin doğuşu da çok daha yeniydi. Lenin bu süreci I9.yy’ın ortalarından başlatır. Dolayısıy­ la güneşin altındaki yerini alan emperya­ list güçler dünyayı paylaşmanın bedelinin ne olacağına dair bir deney ve öngörüye sahip olmadan yağmaya giriştiler. İngiliz egemenliği zayıflamaya başlayınca payla­ şımın hızı ve kapsam alanı iyice büyüdü. Oysa bugüne bakınca yine emperya­ list merkezler vardır. Fakat emperyaliz­ min, içine iki dünya savaşının da sığdığı, en az yüzelli yıllık bir deneyi vardır. Dünyayı pervasızca paylaşmanın bedel­ lerinin neler olabileceği yaşanmış, bilinç­ lere yerleşmiştir. Olayların basitçe tek­ rarını beklemek herhalde yanılgı olur. Ancak dünya hangi yollardan paylaşıla­ caktır? Hangi yollardan yürünecektir? Bunlar bugünün teori bir yana pratik po­ litikasının cevap bekleyen sorularıdır.

Gerger: Evet, sınıf hareketinin bilinç ve belleğinin parçalandığı, buna karşılık emperyalizmin, beynelmilel sermayenin deneyim birikimini muhafaza ettiği bir il­ ginç dönemi yaşıyoruz. Burada birinci mesele, bana göre, sermaye mantığının ya da belki daha doğrusu kapitalizmin işleyiş yasa ve me­ kanizmalarının, bilgi ve tecrübe biriki-


. yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ miyle çelişen, onu hiçe sayan doğasıdır. Bu iki biçimde işliyor. Tabii hayatta kal­ mak en temel içgüdüdür. Bu sermaye i­ çin, kapitalist için, şirketler için de böyledir. Kapitalist pazar, yaşam kavgasını, hayatta kalmak, devam etmek, rakiplerce yutulmamak ya da iflas edip sahneden çekilmemek anlamında, şirkete her an bütün acımasızlığıyla dayatmaktadır. Üstelik bunun garantisi, sigortası da pek yoktur çünkü zemin, üretici güçler açı­ sından, teknik ve bilimin üretime uyar­ lanması bakımından, finans mekanizma­ larının kaypak istikrarı bakımından, siya­ sal ve sosyal bilinmezlikler bakımından oldukça kaygandır. Şimdilerde Swissair gibi bir büyük devin ne hallere düştüğü konuşuluyor. Bir zamanlar “ Amerikan rüyası” nın, insanları o rüyanın kalbine götürmenin çelik kanatlı simgesi Pan American’ı hatırlar mısın? Şimdi o impara­ torluk simgesi PanAm yok! Bir ara his­ selerinin önemli bölümü galiba İran Şahı’na satılmıştı, sonra iflas etti gitti. A r­ kasında Belçika olan Sabena da artık yok! Konkardato ilan etti. Elbette bu sa­ dece havayollarına özgü bir süreç değil, kapitalizme içkin. İkincisi, karın maksimizasyonu güdüsü, ki tabii bunlar birbirleriyle organik olarak bağlıdırlar, sermaye­ yi yeryüzünü yokoluşa götürecek bir doğa yıkıcılığıyla bile malul kılabiliyor, yani bir yandan da en temel güdü olan yaşamı sürdürmeyi bile gölgede bıraka­ biliyor. Çelişki ve dramı görüyorsun. Hayatta kalabilmek için verilen sürekli uğraşın sonunda hayatın kendisini yoketmeye yönelik bir barbarlığa dönüş­ mesi... Tabii bu emperyalist kapitalizmin beyninin bütünüyle dağıldığını, deneyim­ lerini hiç kullanamadığını göstermiyor.

Farklı, çelişkili gerçeklerin birarada bulunduğu, geçerliliklerini koruyarak, kendi hükümlerini icra yönünde etkiler yaparak birlikte bulundukları bir dönem bu. Bir yandan o sözünü ettiğim nesnel öldürücü rekabet var. Bunun ne zaman ve nasıl hasmane bir rekabete, çelişki ve çatışmaya dönüşeceğini kestirmek her zaman kolay değil. Nihai ölçütün zor ol­ duğu gerçeği de unutulmamalı. Rekabe­ tin “ gizli eli” sorunun kaynağı. Dolayısıy­ la çözüm başka yerde aranmalı. Kar maksimizasyonu ve hayatta kalma güdü­ sünün uygar ölçütleri yoktur, onu karga­ şa, endişe, antagonist çelişkiler ve aman­ sız çatışmalar oluşturur, besler; şiddet, nihai karar verici, tayin edicidir, ondan başka tahkim heyeti olamaz, çünkü ya­ şam ve ölümün kararını belirleyecek öl­ çüt ve otorite olamaz, tanrısal, işlerin doğası dışı belirleyici gerekir. Bu, herke­ sin kendi çıplak gücüdür... Buna karşılık, sermaye için bölüşüle­ cek, yağmalanacak koskoca bir “ bolluk dünyası” varken, krizler bir ölçüde de­ netim altında tutulur ya da kurumsalla­ şıp hayatın bir parçasına dönüştürülür­ ken, tehditler en aza indirilmişken, üste­ lik nükleer silahlar gibi büyük savaşları intihara dönüştürerek anlamsızlaştıran olgular ortadayken, “ sömürü ve talanı ortaklaşa düzenlemek” ihtiyacı gerçek­ leşebilir olmuyor mu? Kautsky, böylesi bir dönemde, dün­ yaya Antimarksist bir yöntem seçip “ u­ yum penceresinden bakarak, pekçokları gibi, uzun süreli bir işbirliği ve barış dönemi öngörmüştü. Ultra ya da süper emperyalizmdi bu. Buna karşılık, o dö­ nemde çok küçük bir azınlığın sözcüsü olarak Lenin, hayata Marksist bilimin ön­ gördüğü gibi “ çelişkiler perspektifinden

------------------------------ 103 —


— y o l-------------------------------------------bakarak, paylaşım savaşlarının kabusunu haber vermişti. Bu burada bitmiyor el­ bette. İki görüş, işçi sınıfı ve partileri a­ çısından aynı zamanda iki ayrı mücadele yolu anlamına geliyordu. Barış ve işbirli­ ği çağı bekleyen uyum teorisi demokratik-reform ist bir çerçeve çiziyordu. İs­ tikrarsızlık, çelişki ve paylaşım savaşları öngören Marksist analiz ise, emperyalist savaşı devrimci iç savaşa dönüştürmeyi salık veriyordu. Demek ki, emperyalist ilişkilerin sey­ riyle ilgili konuşmak, aynı zamanda, ister istemez, bir devrim ve siyaset yöntemi oluşturmak anlamına da geliyor. Üç çelişki açıkça karşımıza çıkıyor. Bunların nasıl tezahür edeceğini, hangi boyutlarda seyredeceği ayrı bir konu. Önce çelişkiler: Birincisi, malum. Sömürü ve baskı, ki bu ikisi aynı madalyonun iki ayrı yüzü­ dürler, sonuçta mutlaka birlikte varolur­ lar, kaçınılmaz olarak, bulundukları yer­ de kendilerine karşı çıkışların tohumları­ nı da ekerler. Bu evrensel ifade edilişiy­ le “ ezenle ezilen arasındaki” çelişkidir, çatışmadır. Bugün uzun tarihinde insa­ noğlu ilk kez, bütün hem cinslerini bes­ leyecek, barındıracak, temel ihtiyaçları karşılanabilecek bir düzeyde yaşatabile­ cek duruma gelmiştir. Bu müthiş bir ge­ lişmedir. Bu, milyarlarca insanın beslen­ meden temiz suya, en basit sağlık hiz­ metlerinden başını sokacak bir barınağa, en temel ihtiyaçlardan yoksun yaşadığı gerçeğiyle birleşince sözünü emiğimiz çelişki açısından daha da çarpıcı hale ge­ liyor. Bu sadece öznel bir çelişki/çatışma algılaması değildir elbette; nesnelliğidir dünyayı sarsacak olan. İkinci olarak, ezilenlerin kendi içle­

__ 104

rinde ve aralarında, esas olarak da, ezil­ mişliklerinden kaynaklanan çelişki ve ça­ tışmaları, yerkürenin büyük bölümünde artarak, patlayarak, derinleşerek sür­ mektedir. Kapitalizmin kendisi istikrar­ sızdır ama pazarda ve dışsal çevresinde bir tü r istikrar da gerektirir. Sermaye de istikrara muhtaçtır, dolanımı istikrarla doğrudan orantılıdır. Aksi, krizdir. Kriz, çelişki ve çatışmaların yaygınlaşması, de­ rinleşmesi, yoğunlaşması ve merkezi et­ kileme anlamında merkezileşmesidir. Üçüncü olarak, emperyalistler ara­ sındaki çelişkilerden sözetmek gerekir. Burada bunların kendilerini icra edişleri­ ni değil, varlıklarını tartışıyoruz. Kuşku­ suz, belli merkezler arasında uzun vade­ li ve her an keskinleşebilecek çelişkilerin varlığı kesindir. Bu noktada sadece eko­ nomi ve rekabet değil, tarih, coğrafya, kültür gibi ulusal kolektiviteleri biçim­ lendirip yönlendiren unsurlar da devre­ ye girebiliyor elbette ve tablo karmaşık­ laşıyor. Birleşmiş Avrupa, Almanya, Ja­ ponya, ABD, Rusya, Çin... Arap dünyası, İslam periferisi, Pasifik, Asya... Bu tablo­ ya çelişkilerin perspektifinden, istikrar­ sızlık ve kriz olasılıklarından, kapitalist/emperyalist rekabetin acımasızlıkla­ rından, pazarın dayatmalarından, sınıflar mücadelesinden ve ozon tabakasının de­ liklerinden bakarsanız ürkütücü bir tab­ loyla karşılaşabilirsiniz. Şimdi buralardan, hemen, bir III. Dünya Paylaşım Savaşı sonucuna ulaş­ mayız kuşkusuz. Ama buna gerek de yoktur. Çelişkileri, saflaşmalar, çatışma­ lar penceresinin söyleyebileceği şeylerin çok olduğu açıktır... Biz, Japonya’yı bom­ balayalım diyen Amerikalı siyasetçileri, Japonya sonunda Sovyetler Birliği ile it­ tifak kurup Amerika ile savaşabilir diyen


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ Japon bilimcilerini, Alman tehlikesine karşı en iyi çare Avrupa’da konumlan­ mış Amerikan askerleridir diyen Batılılar’ı biliyoruz. Sermayenin uluslararasılaşması, ulusal/merkezi kontrolü orta­ dan kaldırmıyor, şirketlerin güçlenmesi, emperyalist sermayenin devlet bazında­ ki örgütlenme ihtiyacına karşı daha ge­ çerli bir model sunamıyor ve bugünün emperyalist ortaklık dünyasında silah­ lanma yarışı, militarizasyon, güçlerin tahkimi ortadan kalkmıyor... Deregülasyon ve onun yarattığı finansal bütünlük en küçük bir müdahale­ nin bile anında yaygın yaşamsal sonuçlar doğurmasını da beraberinde getiriyor ve istikrar gerçekten her anlamda pamuk ipliğine bağlı olabiliyorsa, acaba alttan al­ ta işbirliği/dayanışma ihtiyacı kadar kuşku/güvensizlik de ortaya çıkmıyor mu? Karşılıklı bağımlılık aynı zamanda hasımların birbirlerinin kaprislerine, atakları­ na, hamlelerine ve oyunlarına bağımlı ol­ mak anlamına da gelmiyor mu? Rakiple­ rin birbirlerine bu denli bağımlı olması karşılıklı şüpheleri de besler çünkü, ta­ rafların birbirine zarar verme ya da baş­ ka ifadeyle rakipten zarar görme, isti­ datlarını da artırır, dolayısıyla da iki ucu keskin bıçak gibi işler.

Yılmazer: Kapitalist pazarın sınır tanımazlığından, oysa kapitalizmin siyasi yapısının ulus sınırlarını inşa ettiğinden biraz önce söz ettiniz. Kapitalizm bu ya­ pısal iç gerilimini sürekli yaşıyor. İlk em­ peryalist paylaşım döneminde egemen eğilim olan uluslaşma sürecinin bugün tarihsel olarak başka bir basamağında olduğumuz kesin. Ulusun ve devletin, sosyalizmin öngördüğü biçimde değil de küreselleşme yoluyla “ aşılmakta” olduğu

iddiaları oldukça yaygın... Elbette genel­ likle bu iddiaların sahipleri sosyalistler değil, emperyalist merkezlerdeki “ dü­ şünce üretim” kurumlandır. Böyle bir süreç yaşanıyor mu? Gerçekten ulus ve devletin erozyona uğradığı bir dönem­ den mi geçiyoruz? O zaman “ düzen" na­ sıl hakim kılınacaktır? Bir büyük gücün oldukça kesin egemenliğinin olmadığı veya bu egemenliğin zayıfladığı dönem­ lerde sömürü ve yağma üzerine kurulu düzenler arasında savaşlar, moda deyimi ile “ kaos” öne çıkmaktadır. En yoğun sömürü düzeni kapitalizm koşullarında devletlerin erimesinden ne ölçüde söz edilebilir? Dünya devleti ortada olmadı­ ğına göre, hatta tek ABD egemenliğinin bile artık eskisi ölçüsünde kesin olmadı­ ğı günümüzde “ düzen” nasıl sağlanacak­ tır? Uluslararası tekellerin artan gücü gerçekten böyle bir süreç yaratabilir mi?

Gerger: Ulus devletin aşındığı doğ­ ru. Ne demektir bu? Herşeyden önce “ sınır” ve burada hakimiyet demektir devlet. Elbette bazı kritik alanlarda sınır­ lar deliniyor, devletin kontrol gücü za­ yıflıyor. Devlet, ayrıca, güvenlik demek­ tir. Sadece nükleer silahları bile düşün­ sek, onlara göre inanılır bir savunma mümkün olmadığına göre, bu geleneksel alanda da devletin aşındığını söyleyebili­ riz. Devlet, egemendir, yani üstünde bir başka otorite tanımaz, bu anlamda bir merkezi otorite sözkonusu değildir, a­ ma sadece uluslararası örgütlere ya da AB gibi oluşumlara devredilen egemen­ lik hakları bile bu alanda da önemli aşın­ malar yaşandığını gösteriyor. Bütün bun­ lara başka olgular da ekleyebiliriz kuşku­ suz. Örneğin, bugün devletlerden zengin ve dolayısıyla güçlü şirketler var ve on­ --------------------------------------------- 105-----


__ y o l_____________________________ lar uluslararası ilişkiler ve hukukun öz­ neleri olarak devletlerle karşı karşıya bi­ le gelebiliyorlar, kimi klasik devlet işlev­ lerini bu alanlarda yerine getirebiliyor­ lar, üstelik bunu devletlere rağmen ve onlara karşı da yapabiliyorlar. Ne var ki, gerek temel sadakat odağı olarak, gerek şiddet tekeliyle kesin otorite olarak ve gerekse de sermayenin, özellikle de emperyalist/uluslararası sermayenin temel örgütlü biçimi olmayı sürdürdüğünden ulus devlet realitesi de stratejik odak ol­ ma özelliğini koruyor. Ayrıca, emeklilik, eğitim, sağlık hizmetleri gibi öyle kamu­ sal görevler söz konusudur ki, kapita­ lizm de bunları yerine getirmekte devlet dışında bir organizasyon yaratamıyor. Bunca yoğun sömürünün de bir baskı aygıtına ihtiyacı yok mudur? Bunun en i­ yi örgütlenmiş biçimi hala ulus devlet o­ larak duruyor karşımızda... Tabii devletin aşılması, bu biçimde ve bu çerçeve içinde aşılması, kimilerinin iddia ettiği gibi ilerici özellikler de taşı­ mıyor. Her devlet, örneğin, belli yasa, kural ve normlarla bir anlam taşır, bir başka ifadeyle her devlet aynı zamanda bir hukuk düzenini, kendi yasal altyapısı­ nı da içerir. Bu, bunları sürekli ve siste­ matik olarak ihlal eden devletler için de geçerli bir tesbittir. Zaten “ ihlal” olabil­ mesi için referans kuralların varlığı ge­ reklidir. Oysa, şirketin tek bir yasası vardır: Kar, daha fazla kar, hissedarlara daha fazla gelir. Hissedarlar dedim, on­ lar şirketin yurttaşlarıdır; oysa, devlet gerçek vatandaşlardan oluşur, onları ezse de, onlara baskı da uygulasa, nihayet onlarla anlam kazanır. Demek ki, iki te­ mel kavram “ yurttaş’ ve “ hukuk” şirket realitesinde söz konusu olamaz, en kötü devletin ise varlık nedenidir.

Şunu söyleyebiliriz: Günümüz em­ peryalist yapılanmasında ve kapitalizm i­ çi ilişkilerde görece zayıf kapitalist dev­ letlerin “ egemenlik” leri sistem için bir yüktür ve dolayısıyla da devletlerin gü­ cüne göre bu “ hak” aşındırılmakta, zayıflatılmakta, sınırlandırılmakta, inkar edil­ mekte ve yer yer de parçalanmakta, işlevsizleştirilmekte, hatta ortadan kaldı­ rılmakta. Bu böyle ama bazı hegemon konumdaki devletlerin gücü ve egemen­ lik hakları da o ölçüde artmakta, mutlaklaşmakta, onları hukuk dışı eşkiyalar ha­ line getirmekte. Bugünün saldırgan A ­ merika Birleşik Devletleri böyle değil midir?

Yılmazer: Kesinlikle... Gerger: Bugün, kimi aidiyet ve sa­ dakat odaklarının ortadan kalktığı ya da güçlerini yitirdikleri bir dönemde, kaçı­ nılmaz olarak, değerler dünyasında sar­ sıntılar ve politik/sosyal alanlarda da ye­ ni arayışların hakimiyet çatışmaları orta­ ya çıkıyor. Toplumlar bir de ekonomik güvenliklerini, giderek geleceklerini yi­ tirdikçe kaos iyice belirginleşiyor. Düze­ nin efendisi ABD ise, bir yandan hege­ monyanın ölçütleri olan kritik alanlarda, ekonomide, üretimde, yer yer teknolo­ jide, kültürde, geri kaldıkça ana belirle­ yen ölçüt olarak askeri gücü ikame et­ mek istiyor. Bunun için de uluslararası i­ lişkilerin militarizasyonunu dayatıyor. Bunu ise, kendisinin mutlak güvenliği, dolayısıyla da geri kalan herkesin mutlak güvensizliği ve dünyanın büyük bölümü­ nün de mutlak köleliği koşullarında yap­ mak istiyor. Topraklarında tek kurşun patlamaksızın, tek bir askerinin kaybının kabul edilemez bir bedel sayıldığı bir an­ layışla, istediği kenti istediği süre bom-


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ balama hakkını ve gücünü buluyor ken­ dinde. Üstelik bunu akıl almaz haksızlık­ ların, eşitsizliklerin, yoksulluk, yoksun­ luk ve geriliklerin sürmesi uğruna yapı­ yor. Bugün dört, sadece d ö rt kişi kırksekiz, 48, ülkeden daha varlıklı. Bugün Toyota’nın yıllık satışları, Portekiz ve Polonya gibi iki orta büyüklükteki devle­ tin yıllık gayrısafi milli üretimlerinden daha geniş. General Motors’un varlığı, dünyanın 150-160 ülkesinden daha bü­ yük. Unilever, Yeni Zelanda’dan daha büyük bir mali tabloya sahip ama sadece Türkiye’de işgücünün üçte birini tasfiye ediyor. Yani, akıl almaz bir zenginlik, da­ ha çok istihdam da yaratamıyor emekçi­ ler açısından. Bu nasıl bir dünyadır, bel­ ki tanımını yapamayız, adını koyamayız ama istikrarlı, barışçıl, uyumlu olamaya­ cağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Y D D ’yi anlamak için onun altyapısına bakmamız gerekiyor esas olarak. Küre­ selleşme ile YDD aynı madalyonun iki ayrı yüzü olarak karşımıza çıkıyorlar. YDD, finans kapitalizminin ve emperya­ lizmin üretimden kopuk, spekülatif ve yıkıcı bu yeni evresinin siyasi/hukuki üst­ yapısı olarak beliriyor. Ama şu noktada Y D D ’nin ya da onun efendilerinin stra­ tejik hedeflerinden söz edebilirz. Küreselleşme, sermayenin yeryüzü­ nün her yerine nüfuz edebilmesi süreci­ ni anlatıyorsa, işte YDD de bu penetrasyonu sağlamak için dünyanın dörtbir ya­ nında gerekli politik/hukuki/sosyal ola­ nakların sağlanmasını, bunun için de bey­ nelmilel sermayenin ana aygıtı olan em­ peryalist devletlerin, ABD öncülüğünde dünyanın her yerine askerisi de dahil ol­ mak üzere, müdahale edebileceği bir dü­ zeni anlatıyor.

Küreselleşmenin değerlerinin, yani özelleştirmenin refah, serbest ticaretin zenginlik, pazarın rasyonalite getireceği inancının, yoksul ülkelerin politik hare­ ket ve önderliklerinin terörist sayılması­ nın, liberal kapitalizmin insanın doğasını ve dolayısıyla da bin yıllık geleceğini temsil ettiğinin kabulüne dayanan bir i­ deolojik altyapısı var. Sözünü ettiğim “ müdahale hukuku” nun oluşması süreci var. Ve nihayet bu müdahale ve penetrasyonun kurumlarının yaratılması var. YDD kurma süreci esas olarak bu. Bunlar üzerinde tek tek etraflıca dur­ mak gerekiyor. Her düzenin olduğu gibi, Y D D ’nin de bir değerler yapısı, bir ortak çıkar bilin­ ci yaratma çabası, yani bir ideolojik sis­ tematiği var. Bu yanılsamanın insanlığın önemli bir bölümünü tutsak alabilmesi i­ çin kuşkusuz herşeyden önce insanların sistematik olarak ahmaklaştırılması, “ A ­ merikan rüyası” ile uyuşturulması gere­ kiyor. Temel insani değerlerin parçalan­ ması, toplumsal normların ve kültür de­ ğerlerinin yozlaştırılması, ahmaklaşma ve sürüleşmenin birey olmanın yerine i­ kame edilmesi, hepsi bu ideolojik saldı­ rının bir parçası. Hatta özelleştirme bile, bir ve önemli yanıyla ideolojik bir saldı­ rıdır, milyarlarca emekçide bilinç çarpıl­ masının yaratılmasının bir aracıdır. Kuş­ kusuz dünyanın her yerinde medya, ö­ zellikle de görsel medya, bu saldırının a­ sıl tetikçisi, asıl te rö r aygıtı konumunda­ dır. Daha derinden ise, Y D D ’nin ideolo­ jik saldırısını en iyi “ tarihin sonu” tezin­ de görebiliriz. Ne deniyor? Tarih, yalnız yaşaması sözkonusu olmayan insanoğlu­ nun birlikte nasıl yaşayacağını belirleyen

------------------------------------------- 107 —


— .yol-------------------------------------------sosyoekonomik örgütlenme projeleri arasındaki mücadeleden ibarettir. Libe­ ral kapitalizm, rakip bütün projeleri, en son olarak da Marksist projeyi, niha­ i yenilgiye uğratmıştır. Böylece de insan­ lık doğasına en uygun düzeni bulmuştur. A rtık rakip kalmadığına ve dolayısıyla da alternatif projeler arasındaki mücadele bittiğine göre tarih de sona ermiştir. Ta­ bii buradan ulaşılacak örtük sonuç da bellidir: Bundan sonraki arayışlar, daha i­ yi bir dünya, daha anlamlı bir yaşam ya­ ratma arzuları ve eylemleri arkaiktir, ge­ ricidir, lüzumsuzdur, tarihin çöplüğün­ den alınmadır ve insan doğasını dinamit­ leyen yıkıcılıktır, tanımı gereği terördür. Totaliter ve doğasında militarist bir ide­ olojik yaklaşım tabii, ama refah, demok­ rasi, barış gibi ambalajlarla beyinlere zerkediliyor zehir... Demin düzenin kurallarından ve bu bağlamda da “ müdahale hukuku” ndan sözettim. Uluslararası hukukun temel kaynağı gelenekler, görenekler. Onun i­ çin bir adı da teamül hukuku diye geçer literatürde. Yani, uluslararası alanda, bir davranış yinelene yinelene, ötekilerce benimsene benimsene, giderek, her biri­ nin kabul ettiği, uyguladığı, davranışlarda beklediği, yeğlediği, bazan de kodifiye e­ dilen bir kurala dönüşür. Uluslarası hu­ kuk kuralları da işte böyle bir zaman sü­ reci içinde oluşur. Sözünü ettiğim “ mü­ dahale kuralı” da böyle bir süreç geçiri­ yor. Bugün insanlık giderek herhangi bir yerdeki herhangi bir soruna ABD’nin müdahalesini olağan bulmaya, hatta yer yer gereksinmeye, talep etmeye başladı bile. Amerikan müdahalelerine sıcak bakmayanların bile, kendileri açısından önemli bir yer ve konuda, kendi tarafla­ rı güç durumdayken, yollarda ABD ve ___ 108

Batı’nın çifte standardını protesto eden, yani onların müdahale etmemesini kına­ yan ve onları “ insanlık namına” müdaha­ leye çağıran yürüyüşler yaptığını göz­ lemliyoruz. Bilinçler böyle çarpıtılıyor, insanlar böyle çaresizleştirilip ahmaklaş­ tırılıyorlar ve egemenlerin hukukunun kuralları da böylece sinsi sinsi hayat bu­ luyor, ete kemiğe bürünüyor, görenek ve gelenekleri saptırıp yeniden yaratı­ yor... Şimdilik YDD bu yeni kurallarını bir yandan çeşitli yol ve yöntemlerle oluştu­ rurken, bir yandan da onlara işlerlik ka­ zandıracak kurumlan yaratmaya çalışı­ yorlar. Bu kurumlar yaratılana kadar da Birleşmiş Milletler gibi eski kurumlan, varlık nedenlerini, hukuklarını çiğneye­ rek kullanıyorlar. Yeni kurumların yara­ tılması elbette kolay değil, kurallar gibi uzun zaman alabiliyorlar. Bugün için Ba­ tı esas olarak N A T O ’yu ve ABD’nin ad hoc oluşturduğu koalisyonları, ittifakları kullanıyor. Bu arada iki de stratejik politik he­ deften sözetmek gerek. Bunlardan biri sınıfsal, ötekiyse daha genel olarak ulu­ sal içerik taşıyorlar. Doğrudan sınıfsal oian şu: Ne zaman başlatabiliriz bilmem ama, tarihin seyri, daha genelde ezilenle ezen, daha özelde de emek ile sermaye arasındaki mücadelede ezilenin, emeğin, geri dönüşlerle bezenen bir süreç için­ de, sürekli yeni mevziler, yeni haklar, yeni olanaklar kazanmasıyla gelişiyor. Tarihsel eğilim böyle seyrediyor ve tabii büyük, kanlı, kahramanca mücadeleler sonucunda oluyor bu. Kerhen egemen­ lerden, burjuvaziden elde ediliyor irili u­ faklı bütün siyasal, hukuki, sosyal, eko­ nomik haklar. Dediğim gibi, bu, mutlak kazanımlar, nihai zaferler ve doğrusal bir


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ çizgi göstermiyor, Bolşevik Devrimi gibi mutlak zaferler, faşizmin yükselmesi gibi stratejik geri çekilmeler, yenilgiler ara­ sında gidip gelen, mevzii ama tarihsel sü­ reç içinde sıçramalı sıçramasız süreklilik arzeden, zigzaglı ama yükselen bir eğri gösteren bir trend sözkonusu. İşte YDD efendilerinin bir temel amacı, ön­ ce, bu tarihsel eğilimi durdurmak, sonra da geri çevirmek. Bu, sanayileşmiş ülke­ ler de dahil olmak üzere dünyanın pek çok yerinde başarıldı ve tabii çabaları hala devam ediyor. Emek, hemen her yerde, sadece kimi temel kazanımlarını yitirmekle kalmadı, çark sermaye lehine işlemeye de başladı. İkinci olaraksa, sömürgeciliğin tasfi­ yesi, ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşmasıyla mazlum ulus devletlerinin ortaya çıkması, kapitalist olmayan yolu seçen Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin doğu­ şu, Doğu Avrupa’dan Çin’e, Küba’ya, Vi­ etnam’a sosyalist inşa rejimlerinin zafer kazanmasının yarattığı bir süreç var. Bu sürecin sermaye açısından stratejik bir sonucu elbette beynelmilel sermayenin uluslararasılaşması ve hareketliliğiyle il­ gili. Sermayeye kapıların kapatılması ya da daha doğru bir ifadeyle ardına kadar değil de kontrollü olarak açılıp kapan­ ması bu sonuç. Bu genel olarak serma­ yenin, özel olarak da A BD ’nin “ açık ka­ pı politikası” ile elbette temelden çeli­ şen düşmanca bir gelişme. İşte YDD bu süreci de önce durdurmak, sonra da e­ gemenlikleri aşındırarak, yıkarak, ülkele­ ri bağımlılaştırarak kapıları yeniden ardı­ na kadar ve kontrolsüz açmayı hedefli­ yor, bunu da büyük oranda başarıyor... Temelde bugün de emperyalizmin yönetme sistemi fiziki şiddet, bastırma ve ideolojik saldırı ile bilinçleri karart­

ma, ahmaklaştırma, beyin ve vicdanları tutsak alma, bireyi toplumun, insan do­ ğası dışı bir bireyciliği toplumsal dayanış­ ma ve paylaşma güdülerinin karşısına koyma biçimlerinde gerçekleşiyor. Kla­ sik böl ve yönet entrikaları, imar (para) ve yıkım (silah) gücünün şantajını dayat­ ma, teknik üstünlük ve eşitsiz mübadele­ ye dayalı yapıyı koruma, klasik yöntem­ ler olarak beliriyor... Bugün özellikle savaş teknolojisinde­ ki gelişmeler emperyalist saldırganlığa büyük olanaklar sağlıyor. Global Positio­ ning System ile, yani uzaydan yönlendiri­ len ve “ akıllı bombalar” diye de adlandı­ rılan Precision Guided Weapons, aynı zamanda, insansız saldırıları da mümkün kılıyor ve emperyalizmi kendi halkının i­ tirazlarından bir ölçüde koruyor. İrade­ lerin mücadelesi olan ve bir tarafın hasmın iradesini kırarak zafer kazandığı sa­ vaş olgusundaki bu gelişmeler halkların iradesinin en üst düzeyde test edilmesi­ ni getiriyor ve dolayısıyla da antiemperyalist yönetimler, halklar, devletler önü­ ne yeni meydan okumalar koyuyor. U­ zayın da silahlandığı böylesi bir dönem­ de emperyalist teröre karşı savunma ye­ ni boyutlar kazanmak zorunda... Y ılm a z e r: Hocam, son söyledikleri­ nizle aslında Y D D ’nin sanırım iki önem­ li yönüne gelmiş olduk; onun maddi alt­ yapısı ve bunun üzerine adeta giydirilen ideolojik saldırı silahları... YDD deyince benim aklıma daha çok dünyaya kapita­ list merkezlerin vermek istediği siyasal düzen geliyor. “ Küreselleşme” kavramı ise bu düzenin ekonomik-maddi altyapı­ sını çağrıştırıyor. İsterseniz önce Y D D ’­ nin maddi altyapısı olarak küreselleşme­ nin neleri kapsadığından başlayalım.

-------------------------------------------109 —


__ yol Küreselleşmenin motiflerine baktığı­ mızda özelleştirme ve sermaye hareket­ lerine tam bir özgürlük tanınması en ö­ ne çıkıyor. 60’lı yıllarda millileştirmeler ve devletleştirmeler oldukça itibarlıydı. Şimdi lanetleniyor. Günümüzün büyülü sözcüğü, sadece maddi bir altyapı kavra­ mı olarak değil, biraz önce vurguladığı­ nız gibi ideolojik saldırı aracı olarak da “ özelleştirme” dir. Dünya nasıl bu nokta­ ya geldi? Sadece söylendiği gibi devlet iş­ letmelerinin çok kötü yönetilmesinden mi? Sermaye hareketlerine özgürlük çağ­ rısı da “ sıcak para” denen bir hayalet ya­ rattı. Aslında sanırım tersi doğru. Kapi­ talist merkezlerdeki yoğun sermaye bi­ rikimi, hazır sosyalizmin de olmadığı bir dünyada spekülasyon özgürlüğünün ta­ dını çıkartmak istiyor olmalı. Küreselleş­ me ile mallar ve sermayenin dolaşımına tam bir özgürlük istenirken, insanın (e­ meğin) dolaşımına da tam tersine engel üstüne engel inşa ediliyor. Y D D ’nin ekonomik altyapısı olan neoliberalizmin özellikle dünya halkları için ne anlama geldiğini biraz daha açsak. G e rg e r: Evet şimdi küreselleşmeyi, senin dediğin gibi Y D D ’nin ekonomikmaddi altyapısını tartışabiliriz. Kapitalizm 1970'li yıllardan beri bir kriz yaşıyor dünya ölçeğinde. Bu yıllar emperyalizmin yeni bir saldırı için hazır­ lık yaptığı bir dönemi de ifade ediyor. 1980’li yıllar önce “ yeniden yapılandır­ ma", “ yapısal düzenleme” adı verilen programın borçlu ülkelerde uygulamaya konulmasıyla başladı. Gelişmiş ülkelere muazzam bir kaynak transferiyle birlikte borçlu yoksul ülkeler tam bir yıkıma uğ­ ratıldılar. Metropol ülkelerdeyse, Thatc-

__ 1 10 _____________________________

her ve Reagan’ın monetarist poltikaları benzer bir ekonomik/politik/sosyal yı­ kım gerçekleştirdi. Şili’de Friedmancı Chicago Okulu ekonomistlerinin Pinoc­ het şiddeti ile yaptıkları hemen her yer­ de yerel koşullara göre yinelendi. Bu a­ rada, kapitalizmin fazla üretim (ve tabi­ i yetersiz tüketim) ve sermaye fazlası problematiğinin yarattığı kar hadlerindeki azalma krizi derinleştiriyordu. Serma­ ye fazlasının üretime kaydırılamamasının yarattığı bunalım yeni bir birikim mode­ liyle aşılabilirdi. Finans sermayesinin, ü­ retim sermayesine ve dolayısıyla da reel ekonomiye akamayan kısmı, ki bu büyük meblağlara ulaşmıştı, sadece finansal iş­ lemlerle, borsa ve döviz spekülasyonla­ rıyla, imaj, patent satma, bilgi pazarlama, kara para, tahvil, bono, faiz gibi rant ge­ lirleriyle kar maksimizasyonuna yöneldi. Bugün iki, üç, belki dört ya da beş tr il­ yon dolar bilgisayarlar aracılığıyla 24 sa­ atte dünyayı dolaşıyor ve üretimden ko­ puk olarak, sanal ve finansal işlemlerle kar ediyor, büyüyor, büyüyor ve fakat insanlar için mal ve hizmet üretmiyor, global piyasadaki hacmin sadece çok kü­ çük, yüzde 10 -15’lik bir bölümü fiziki mal ve hizmetlerden, gerisi mali işlem­ lerden oluşuyor. Biliyorsun buna eski­ den VVeber’in adlandırdığı gibi “ gazino kapitalizmi” belki daha iyi bir Türkçe tercümeyle “ kumarhane kapitalizmi" deniyor. Paradan, sanal işlemlerden, ü­ retimden değil de spekülasyondan, faiz­ den, kara paradan, imajdan para kazanı­ lıyor, kar ediliyor. Eskiden üretim ser­ mayesine bağlı, yani reel ekonomiye kaynak sağlayan, gücünü sermaye içi ka­ rar almadaki ve denetimdeki üstünlü­ ğünden alan finans sermayesi bugün kendi başına sadece kendi büyümesini


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ gerçekleştirerek devinen ve büyüyen bir kar topuna ya da daha doğrusu büyük çığlara dönüşen devasa kar topuna ben­ ziyor. Dev tekeller, holdingler bile artık asıl gelirlerini ana üretim faaliyetlerin­ den değil, rantlardan elde eder hale ge­ liyorlar. Bu kuşkusuz çarpık, hastalıklı bir yeni birikim modelini ve ekonomik yapıyı ifade ediyor kapitalizm açısından bile, çünkü insanlar için mal ve hizmet ü­ reten bir sermayeden sözetmiyoruz ar­ tık. Bu ucube ve yıkıcı çarkın dönebilme­ si için de kuşkusuz finansal deregülasyon gerekiyordu, bütün ulusal sınırların ve denetimlerin yıkılması, yeryüzünü dola­ şan sermayeye tam özgürlük, vur-kaç ve spekülasyon serbestisi gerekiyordu. Ta­ bii bunun ideolojisi, siyasal, hukuki me­ kanizmaları da ve elbette militer daya­ nakları da... Karşımızda serseri, hatta terörist bir para var, sıcak para diye de adlandırılan, hergün yeryüzünün dört bir yanında tril­ yonları bazen dakikalar ya da saatler i­ çinde vurup kaçan, önünde kovaladığı yeni talan alanları ve arkasında da vira­ neler bırakan bir kasırga bu. Mal ve hiz­ met üretiminden, reel ekonomiden ko­ puk bu kar realizasyonu ve maksimizasyonu mekanizması, tümüyle spekülasyo­ nun kaprislerine terkedilmiş ve rant pa­ zarına dönüştürülmüş finansal pazarda i­ kili etki yapıyor. Birincisi, istikrarsızlığı yaşam biçimine dönüştürüyor ve ikinci olarak da bir yerel krizin derhal küresel sarsıntılar yaratarak dünya çapında daha büyük depremlere dönüşmesini getiren bir tü r entegrasyon (olumsuzluklarda karşılıklı bağımlılık yaratan) ortaya çıka­ rıyor. Bu da öte yandan merkezleştirmeyi getiriyor. Bugün Singapur, Meksika

ya da Arjantin ve Türkiye gibi aslında marjinal bir yerellikte ortaya çıkan bir bunalımın sistemin beyni A B D ’yi ve Wall Street’i de vurma olasılığı, Am eri­ ka’yı kontrolsüz tüm global finansal ağı siyaseten denetlemeye mecbur ediyor, bu da başka ekonomik/siyasal çelişkiler/istikrarsızlıklar/çatışmalar yaratıyor elbette. Bu Lenin’in anlattığı emperyalizmin olgunlaşmış, yüksek bir aşamasını ifade ediyor bence. Ve bu arada da üretici güçleri geliştirerek, daha fazla, daha kali­ teli, daha ucuz mal ve hizmet üreterek sosyal formasyona kan taşıyan bildiğimiz klasik rekabet anlamını yitiriyor, çünkü üretici güçlerin gelişmesi, bilim ve tek­ nolojinin doğrudan üretime uygulanma­ sının sistem açısından yarattığı olanaklar, devasa sermaye fazlası üretimden, reel ekonomiden koptukça ve sadece kendi büyümesi ile malül hele geldikçe, siste­ me taze kana dönüşemiyor. Bu sosyal formasyonun üretici güçleri geliştirebil­ mesi artık onun yaşaması için, bekası i­ çin yeterli olamıyor, çünkü oradaki ge­ lişme sisteme hayatiyet kazandıramıyor. Muazzam zenginlik ortasında, milyarlar korkunç bir yoksulluk ve yoksunluk için­ de çürüyorlar. Giderek, dünyada “ insan fazlası” ortaya çıkıyor. Refah devletinin çöküşüyle de bu “ insan fazlası” (ki hem emperyalist m etropoller içinde hem de mazlum insanlık içinde ortaya çıkıyor) şimdilik bir tü r global apartheid rejimi i­ le kontrol altında tutulmaya çalışılıyor a­ ma bundan kurtulmanın daha şiddetle ö ­ rülmüş yolları da günün birinde günde­ me gelecek gibi görünüyor. İşler o hale geldi ki koca kıtalar “ fazlalık” oluyor. Ünlü Amerikalı iktisatçı Lester Throw Türkçe’ye de çevrilen “ Head to Head”

--------------------------------------- Ill ---


— yol adlı kitabında “ Afrika’yı ücretsiz verse­ ler almayın” diyebiliyor! Bu iki fazla “ sermaye fazlası” ve “ insan fazlası” ara­ sındaki çelişki ilerde insanlığın gündemi­ ni belirleyecek. Bu aşamasında emperya­ list kapitalist sosyal formasyonu, üretici güçlerin gelişmesinde ayakbağı olan ya da aynı anlama gelmek üzere onun geliş­ mesini kendi hayatiyetine aktaramayan tüm sosyal formasyonlar gibi ölüme mahkum oluyor. Bütün yeryüzünün ve insanlığın her aşamadaki katkılarıyla tam anlamıyla toplumsallaşan üretim, kapita­ lizmin üretim ilişkileriyle çelişiyor, küre­ selleşmiş emperyalizm bu çelişkiyi artık sürdürülemez ölçülerde derinleştiri­ yor... Bugün ABD’nin elinde tuttuğu spe­ külasyon ve rant özgürlüğü meşalesi, ta­ lan ve yağma hakkı, geçmişin refah ve paylaşım hakkı, demokrasi, insan hakları gibi emperyalizmin ideolojik ajitasyon kavramları karşısında büyük dezavantaj­ lar taşıyor insanların bilincini çarpıtma hedefi açısından. Bugün kapitalizm yer­ yüzünü gerçekten tek pazara dönüştür­ müş durumda ve burada da rakipsiz, ya­ ni tek başına, çıplak. İnsanoğlunun tarih­ te ilk kez herkesi doyurabilecek düzeye geldiği bir evrede, finans kapitalizmin doruğunda ve emperyalizmin bu aşama­ sında...

Yılmazer: Biraz önce çok güzel vurguladığınız gibi “ sermaye ve insan fazlasının olduğu” dünyamızda, bu ger­ çekleri perdelemenin en önemli aracı yaratılan ideolojik illüzyonlar olmalı... Hocam isterseniz bu noktada Y D D ’nin ideolojik çerçevesini ve onun yarattığı il­ lüzyonları değerlendirelim. Bilindiği gibi emperyalist merkezler uzun süredir dil­ __ 112

lerine “ insan haklan” ve “ demokrasi” yi doladılar. İnsanlığı en azından iki kez topyekün yıkımın eşiğine getiren, pek çok geri ülkede ve elbette bizde de as­ keri darbeleri örgütleyenler şimdi de­ mokrasi havarisi kesildiler. “ İnsan hakla­ rı ihlalleri” gerekçe edilerek bir ülkeye müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyor­ lar. Bunun Balkanlar’da provasını yaptı­ lar. Dünyadaki yıkımlardan sorumlu em­ peryalist merkezler açıkça dünya halkla­ rı ile alay mı ediyorlar? Yoksa bu ideolo­ jik propagandanın bir zemini ve hatta bazı gerçek yanları var mı? Bilindiği gibi bugüne dek yaşanan her emperyalist paylaşım dalgası aynı zaman­ da kendine ideolojik bir zemin de yarat­ mıştır. İngiltere’nin başını çektiği ilk bü­ yük emperyalist paylaşım yıllarında onla­ rın parolaları “ vahşi toplumlara uygarlık götürmek” di. Bir yanda sömürge valileri öbür yanda koltuğunun altında İncili ile misyonerler “ tanrısız vahşileri uygarlaş­ tırdı” . Emperyalizmin bu sözde uygarlaş­ tırma oyununa halklar ulusal kurtuluş savaşları ve devrimlerle cevap verdiler. Ardından ABD’nin başını çektiği yeni sö­ mürgecilik yıllarının parolası, Sovyetler’e karşı “ hür dünya” nın korunması ve geri ülkelerin “ yardımlarla kalkındırılması” oldu. Bu söylenenlerin büyük yalanlar olduğu özellikle 60’lar sonrası dünyada yeterince yaşandı. Şimdi emperyalizm, hazır sosyalizm “ tehdidi” de yokken, ye­ ni paylaşım sürecinde kendine inanılma­ sı zor bir ideojik zemin yaratmaktadır: İnsan hakları ve demokrasi! Bu ideolojik çerçevenin nasıl ortaya çıktığını, aslında nelerin amaçlandığını ve böylesine bü­ yük yalanların nasıl olup da dünyada kar­ şılık bulabildiğini biraz irdelesek ho­ cam... Tabii tam bu noktada Türkiye’de­


. yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ ki aktüel sorunlara da girebiliriz. Avru­ pa’dan gelecek bir demokrasi dalgası bekleniyor. Y D D ’den Türkiye’nin payına neler düşebilir? Y D D ’nin ideolojik zemi­ nini irdelerken Türkiye’ye de bir göz a­ tabiliriz sanırım.

Gerger: Kapitalizm, doğası gereği, eşitsizliklerle örülmüş, eşitsizliğe daya­ nan bir sistem demek ve dinamizmini, yaşamsal kaynaklarını eşitsizliğin sürgit devamında buluyor. Buna karşılık, burju­ va demokrasisi eşit oya dayanan bir po­ litik eşitliği öngörüyor. Böylece de altya­ pıyla üstyapı arasında bir çelişki, bir u­ yumsuzluk ortaya çıkıyor. Sermayenin bu uyumsuzluğu gidermekteki en büyük silahı ideolojik manipülasyon olarak kar­ şımıza çıkıyor. Bu ideolojik saldırının a­ na yöntemi kitleleri, emekçileri depolitizasyon ile safdışı bırakmak oluyor. Bu, i­ kinci yönteme de kapı açıyor, olanak sağlıyor, böylece bilinç çarpıtması ve uyuşturma/ahmaklaştırma gündeme sokulabiliyor. İnsan hakları ve demokrasi söylemi işte bilinç çarpıtma yönteminin araçları. Emekçilerin söke söke aldıkları haklar ve onların olgunlaştırdığı demok­ rasi burjuvazinin birer lütfü gibi sunulu­ yor örneğin. Tabii bu propagandist söy­ lem sistemi ve egemenleri bir ölçüde bağlıyor da. Bu bağlamda bazı konulara dikkat edilmesi gündeme geliyor. Mao bunu emperyalizmin çelişkilerinden biri olarak tanımlıyordu ki doğrudur. Ayrıca, demokrasi ve hukuk devletini finanse e­ debilecek güce sahip az sayıdaki m etro­ polün, alternatif arayışların burjuva de­ mokrasisini aşacak başarıyı gösterememelerini, görece güçsüz kapitalist rejim­ lerin kaçınılmaz kıyıcılıklarını, “ kapitalist olmayan yol” u deneyen yapıların bu ko­

nulardaki zaaflarını ve nihayet biçime ö­ zü kaybettirebilmekteki yeteneklerini, yani bilinçleri çarpıtıp beyinleri uyuşturabilmelerini kullanarak ciddi bir ideolo­ jik atılım yapabildikleri de ortada. Met­ ropollerin şanslı bireylerinin kullanabil­ diği, oralardaki çoğunluğun kullanabile­ ceklerinin de çeşitli mekanizmalarla anlamsızlaştırıldığı kimi bireysel hakları ö ­ ne çıkararak, insanlığın büyük bölümü­ nün asla sahip olamadığı temel insan haklarını, toplumsal, ekonomik, politik özgürlükleri gizleyebilen, giderek büyük insanlık için kullanılamaz hale getiren bu egemenlik sisteminin gücü de herhalde bu yeteneğinde yatıyor. Sözünü ettiğin eski sömürgecilerin “ Beyaz Adamın Misyonu” aldatmacası bugün de değişik kılıklarda yürüyor. “ Uygarlığın sembolü beyaz adam” bugün de “ demokrasinin havarisi ve refahın ta­ şıyıcısı” konumunda. Oysa sömürgeci “ beyaz adam” uygarlığın yıkıcısıydı, bunu Amerika kıtasında da, Afrika’da da en vahşi biçimlerde gösterdi. Bugünkü ise, yeryüzünün büyük bölümünde demok­ rasiyi katlediyor, en temel insan hakları­ nı ihlal ediyor, refahı kendi tekeline hap­ sederek insanlıktan esirgiyor. Ne var ki, propaganda ve etkileri devam ediyor. Yeryüzünün en büyük ve acımasız savaş makinasına sahip, sivil kentlere atom bombası atmış, yeryüzünün d ö rt bir ya­ nında füzeleriyle, tanklarıyla, jetleriyle ö ­ lüm kusmuş, sabotaj ve kitle kırımlarını, darbeleri örgütlemiş, her türlü terörü cesaretlendirmiş ya da doğrudan uygula­ mış ABD, barış ve insanlık adına konuşa­ biliyor. Bugün ABD hala “ Amerikan de­ neyiminin insanlığa tanrı tarafından indi­ rilmiş bir armağan” olduğunu vaazeden bir ideolojiyle hareket edebiliyor, kendi­ --------------------------------------------------------------11 3 —


— yol sinin “ aşikar yazgısı” nın insanlığı kendi i­ deallerinden yeniden yaratmak olduğu­ nu dayatabiliyor. ABD’nin kurucularına dayanan, Monroe Doktrini ile uluslara­ rası politikaya uyarlanan, Soğuk Savaş başlangıcında Truman Doktrini ile pe­ kiştirilen bu misyoner saldırganlık bugün de emperyalist saldırı ve terörün itici ideolojik/kültürel unsurlarını oluşturu­ yor... Bilinç çarpıtma ve bozunması yarat­ mak, ideolojik saldırı ve antipropaganda her egemenlik düzeni ve saldırısının ol­ mazsa olmaz parçalarını oluşturur kuş­ kusuz. İşte emperyalizmin ideolojik sal­ dırısı da bir yönüyle böyle tezahür edi­ yor ve bu burjuvazinin yerel ideolojik konumuyla da örtüşüyor... Türkiye’ye gelince, bu konuda he­ men temel bir tespit yapmalı, bir gerçe­ ği net bir biçimde belirlemeliyiz. 1945’den bu yana, genel olarak Batı ve özel olarak da ABD, Türkiye’de demok­ rasinin gelişmesiyle kendi stratejik çıkar­ ları arasında temel bir karşıtlık olduğuna inanmışlardır, bu nedenle de, gösterme­ lik, biçimsel, çarpık, gerçeğinin özüne ve çağdaş içeriğine aykırı hilkat garibesi “ Türk demokrasisi” ni bile zaman zaman askıya almak için darbeler düzenlemiş­ lerdir. “ Türk demokrasisi” nin bütün kontra güçleri, işkence timleri, polisi, jandarması Amerikalılarca eğitilmişler, finanse edilmişlerdir. Demokrasi ve in­ san haklarına saygının içerideki bütün di­ namiklerinin yine Batı’nın ve ABD’nin komutasında berhava edildiğini de bili­ yoruz. Yalnız Türkiye’de mi? Unutmaya­ lım, faşist Portekiz ve İspanya, insan hak­ ları ve demokrasinin koruyucusu batı it­ tifakının, N A T O ’nun üyesiydiler. Bir başka N A TO üyesi Yunanistan’ın Papa­ . 114

dopoulos Cuntası doğrudan ABD ’nin e­ seriydi. Mussaddık ve Ailende gibi de­ mokratik hükümet önderlerini ABD de­ virdi. Darbe kışkırtıcılığı, sabotajlar, o to ­ rite r rejimlerin oluşturulup desteklen­ mesi, suikastler, toplu cinayetler, irili u­ faklı çatışma ve savaşlar, gizli yıkıcı ope­ rasyonlar, bütün bunlar soğuk savaşta ABD ve Batı politikalarını özetleyen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu­ gün de, demokrasi ve insan haklarına saygı dinamikleri ile çelişen, onların alt­ yapısını aşındıran, temellerini dinamitle­ yen, taşıyıcılarını tutsaklaştıran, düşman­ larını da güçlendiren bütün politikaların AB ve ABD tarafından dayatıldığı yanlış mı? Türkiye militarizmini olağanüstü güçlendirip demokrasiyi kalbinden vu­ ran askeri/stratejik rolleri/m isyonları dayatan ve bunun için de militarist ku­ rumlan genişleten, kültürünü yaygınlaş­ tıran kimlerdir? Özelleştirmeden yeni­ den yapılandırma saldırısına, deregülasyondan liberalizasyona, mezarda emekli­ likten sendikasızlaştırmaya, uluslararası tahkimden kamu harcamalarının kısıtlan­ masına, eğitim ve sağlık hakkının orta­ dan kaldırılmasına. Bütün IMF/Dünya Bankası saldırısının sadece ekonomik değil, sosyal, politik, hukuki, ahlaki tahri­ batının sorumlusu kimdir? Demokrasi­ nin dışardan, emperyalist merkezlerden bekleniyor olması bile müthiş bir tahri­ batı, yıkımı göstermiyor mu? Türkiye’de emperyalizm rejime, dü­ zene içkindir, içselleşmiş bir olgudur, dolayısıyla da bu ülkede demokrasi mü­ cadelesi de emperyalizme karşı mücade­ leden soyutlanamaz elbette...

Yılmazer: Hocam, son olarak “teh­ likeli” bir konuya girmek istiyorum, em-


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ peryalizm teorilerine... Aslında konuş­ mamızın başlarında Kautsky’nin görüşle­ rinden söz ederken konuya değindiniz. Ancak biraz daha açmakta yarar var. Ö ­ zellikle Kautsky ve Lenin’in emperya­ lizm teorilerine göz atmadan geçmek Y D D ’nin teorik zeminini eksik bırakmak olur diye düşünüyorum. Kautsky’nin “ emperyalist güçlerin uzlaşarak dünyayı barışçıl bir ortamda geliştireceği” yolun­ daki “ süper emperyalizm” tezini hemen ardından gelen I. ve II. Emperyalist Pay­ laşım Savaşları yalanladı. Ancak günü­ müz dünyasına baktığımızda sanki bir “geç kalmış doğrulanma” gibi benzer gö­ rüşler tekrarlanıyor; kimi görüntüler de sanki bu tezi doğruyor. Topyekün savaş olasılığının çok sınırlanması; kapitalist merkezlerin daha önce sözünü ettiğimiz “ insan hakları ve demokrasi” savunucu­ luğu ve ABD ’nin şefliğinde uzlaşarak dünyayı barışçıl bir biçimde paylaşarak “geliştirme” eğilimleri sanki Kautsky’nin tezlerine yeni bir canlılık kazandırmıştır. Bu tezlere ne diyorsunuz Hocam. Ö te yandan, Lenin’in “ emperyalist paylaşımların askeri, sermaye ve teknik gücüne dayandığı için barışçıl olmasının mümkün olmadığı” tezi savaşlarla doğ­ rulandı. Ancak emperyalizmin “ kapitaliz­ min son aşaması olması” ve “ üretici güç­ lerin gelişmesini engellediği” , bu anlam­ da “ çürüyen kapitalizm” olduğu tezleri sanki olaylarca tam doğrulanmamıştır. Son yarım yüzyıldır üretici güçler geliş­ miş, üstelik oldukça hızlı ve kapsamlı ge­ lişmiştir. Elbette bu gelişmenin yanında spekülasyonun artmasıyla bir çürümenin de yaşandığını gözlemliyoruz. Vurguladı­ ğınız gibi “ kumarhane kapitalizmi” yay­ gınlaşıyor. Ancak bu tarz bir çürümenin kapitalist üretim biçiminin sonuna ne öl­

çüde işaret ettiği oldukça tartışmalı bir konudur. Borsalar çökebilir, bir anlam­ da belki bir süre kumarhaneler kapatıla­ bilir, ancak sistemin üretici güçleri geliş­ tirme gücü bu yolla tıkanacakmış gibi görünmüyor. Emperyalizm ve üretici güçlerin gelişmesi sorununa günümüz dünyasından nasıl bakabiliriz? Küresel­ leşme, emperyalizm tarihinde yeni bir basamağa işaret ediyor mu? YDD ve kü­ reselleşme üretici güçlerin gelişimi ve insanlığın geleceği açısından hangi “ geli­ şim” ve “ çürümelere” yol açabilir?

Gerger: Emperyalizmin çözümlen­ mesinde karşımıza bu bağlamda iki ayrı yöntem çıkıyor. Kautsky, gelişmelere u­ yum penceresinden baktı ve elbette ö ­ nündeki dünyanın kimi gerçeklerini gör­ dü, kimilerini ise göremedi. Bu onun a­ çısından yöntemsel bir sorundu. Lenin i­ se, işin bu yöntemsel boyutu üzerinde durdu, Kautsky’i eleştirdi ve hayata Marksist analizin penceresinden, uyum değil de çelişki perspektifinden baktı, sermayenin devinim yasalarının seyrini gördü, sonunda da doğrulandı. Lenin iki temel çelişkiyi saptamıştı; emperyalistler arası çelişkiler ve emperyalizmle maz­ lum sömürge halkları arasındaki çelişki­ ler. Bunu saptadıktan sonra da bu çeliş­ kilerin devrimci tarzda çözümüne yö­ neltti çözümleme ve pratik çalışmalarını. İki paylaşım savaşı birinci çelişkinin pat­ lak vermesiydi. Ulusal kurtuluş savaşları ise, ikinci çelişkinin sonucu olarak orta­ ya çıktı. Burada önemli olan, tespitlerin aynı olması değil kuşkusuz. Bizim vurgu­ lamamız gereken yöntemdir. Marksist yöntem, hayata çelişkiler penceresinden bakar ve sermayenin yasallıkları üzerin­ de kurulur, sonra da devrimci praksis i-

115 —


— yol le bütünleştirilir. Bugün de yapılması ge­ reken bu teorik yetkinlik ve pratik yara­ tıcılığı göstermektir... Üretici güçlerin gelişmesine ilişkin o ­ larak ise, kısaca şunlara işaret edebiliriz. Bizim için önemli olan dünyanın değiş­ mesidir. Bu noktada, “ üretici güçlerini geliştirmek potansiyelini taşıyan ve bu­ nu hayata geçiren bir sosyal formasyon yıkılmaz. Ancak üretici güçlerin geliş­ mesine engel olduğu zaman ölüm zama­ nı da gelmiştir” önermesi önemlidir ve soruna bu açıdan bakmalıyız. Bu nokta­ da başta kapitalist pazar ile ilgili olarak söylediklerimizi anımsamalıyız. Komü­ nist Manifesto, “ burjuvazi üretim araç­ larını ve dolayısıyla da üretim ilişkilerini ve onunla da bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak dönüştürmeden varolamaz” der. Böylece de daha fazla pazar ihtiyacı, daha fazla üretim, daha fazla t i­ caret, daha fazla sanayi... hem burjuvazi­ yi hep kovalar hem de onun düzenine fazla gelir, baskı yapar, karmaşa, altüst oluşlar, istikrarsızlık ve düzensizlik da­ yatır. Üretici güçlerin gelişmesi dolayı­ sıyla sosyal formasyona bir yandan kan verir, öte yandan da kapitalizmi ve onun üretim ilişkilerini, özel karakterini zor­ lar. Bugün de benzer bir durum var, ü­ retici güçlerle ilgili olarak daha önce söylediklerimize ek olarak belirtilebile­ cek. Kapitalizm bugün bir yandan özel­ likle de bilim ve teknolojiyi doğrudan ü­ retime uyarlayarak üretici güçleri geliş­ tirirken, bir yandan da en büyük üretici güç olan insanı çürütüyor. Daha da ö ­ nemlisi, en temel üretici güç olan insa­ nın doğası ve genetiği üzerinde oynanı­ yor. Seninle bunu daha önce tartışmış­ tık bir seminerde. “ Özel çıkarlar uğru­ na en büyük üretici güç insan genetiği­ __ l l o

nin manipülasyonuna sonunda insanlık karşı çıkar” demiştin. Gerçekten de böylesi bir karmaşa ve stress yaratıyor insanlık üzerinde burjuvazi. Yarın büyük insanlık manipülasyon ve çürütme/köleleştirme, hatta bildiğimiz anlamıyla in­ sanlıktan çıkartma girişimlerine karşı çı­ karken çareyi de kendi yazgısına kolek­ tif sahip olmakta, ortaklaşa üretim araç­ ları sahipliğinde bulmasını da düşüne­ mez miyiz? Sosyalizmin böylesi bir ufku da beslediği açık gibi görünüyor bana. İnsanlık ile proletarya arasında bu sü­ reçlerden geçen bir organik bütünlük, bir füzyon oluşuyor... Ya barbarlık, hat­ ta yokoluş ya sosyalizm şiarı ne kadar da gerçekçi ve kaçınılmaz görünüyor bi­ limsel pencereden bakınca, Marksist ta­ rih ve toplum bilimin ufkundan izleyince gelişmeleri...

Yıl mazer: Hocam, konuşmamız kesintili devam ederken I I Eylül’de A BD ’ye yapılan saldırı yaşandı. Bu saldı­ rı YDD için yepyeni bir milad olarak e­ le alınıyor. I I Eylül 2001 sonrası önce­ si gibi olmayacak deniyor. Neler değişe­ cek? Huntington'ın “ uygarlıklar arası savaş” tezi gerçeklik mi oluyor? Bu ko­ nuda yorumlar doğal olarak hızla çoğal­ dı. Diğer bir konu bu saldırı sonrası ABD’nin Körfez Savaşı sırasında olduğu gibi bütün Batı’yı arkasına alarak kendi politikaları doğrultusunda güçlü bir cep­ he yaratacağı söyleniyor. Bu ne ölçüde mümkün? Bu saldırı emperyalist m er­ kezler arasındaki çıkar çatışmalarını o r­ tadan ne ölçüde kaldırabilir? Gerger: Yeryüzünde bunca şiddet, bunca eşitsizlik, adaletsizlik varken el­ bette her zaman söylediğimiz gibi uyum, işbirliği, barış bekleyemeyiz. ABD ’deki


_ yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ saldırılar bu söylediklerimizin acı bir ka­ nıtı. Kuşkusuz biz saldırıların arkasında­ ki güç ya da güçlere ilişkin spekülasyon yapamayız, ama onun anlamına ve so­ nuçlarına ilişkin kimi nesnel tespitler yapmaya çalışabiliriz. Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu tü r sal­ dırılar kuşkusuz sınıf savaşımının bir yöntemi olamaz. Bu açıdan, nesnel anla­ mı üzerine yapabileceğimiz ilk tespit, bu­ nun ezilenlerin kör şiddetini simgeleme­ sidir yapanların amaçlarından, niyetlerin­ den bağımsız olarak. İkinci bir tespit ise şu olabilir: A BD ’nin tarihsel olarak ve e­ sasta da coğrafi konumundan kaynakla­ nan dokunulmazlık zırhı, giderek, örne­ ğin füze kalkanı projesiyle de birlikte, bir tü r mutlak güvenliğe dönüşüyordu. Bir ülkenin mutlak güvenliği ötekilerin ta­ mamının mutlak güvensizliği anlamına gelir ki, bu çağımız uluslararası ilişkiler ve devlet yapısıyla, anlayışıyla asla bağ­ daşmayan bir durumu ifade eder. Şimdi nesnel olarak saldırı bunun da sonuna i­ şaret ediyor. Üçüncü olarak, bu mutlak güvenlik-mutlak güvensizlik bir mutlak müdahale ile beraber gidiyordu ve ABD yeryüzündeki bütün eşitsizlikler, adalet­ sizlikler, haksızlıklar sürsün diye ekono­ mik, politik, askeri müdahalelerde bulu­ nuyordu ve üstelik bir de tanrısal bir rol oynayarak, tanrının insanı kendi gül ce­ malinden yaratması misali, insanlığı ken­ di yaşam biçiminden yeniden yapılandır­ maya oynuyordu. Bunun insanlık açısın­ dan ayrıca mutlak kölelik anlamına geldi­ ği belliydi. Demek ki, insanlık bunu da reddetti, bir nesnel sonuç da böyle beli­ riyor. Toz duman ortadan kalktıktan sonra Amerika’da bir iç tartışma süreci her­ halde yaşanacak. Mutlak güvenlik ve

mutlak müdahaleden yana olanlarla gö­ reli güvenlik-göreli müdahaleye razı o­ lanlar tartışacaklar ve buna Amerikan geleneğinin izolasyonist eğilimleri de eş­ lik edecekler. Batı içinde de çelişki ve çatışmalar su yüzüne çıkacak. Denkle­ min öteki tarafındakiler, Çin, Rusya, O r­ tadoğu güçleri de elbette bir biçimde müdahil olacaklar bu tartışmaya. ABD’nin ne yapacağı ve tabii ona karşı tepkiler, önümüzdeki dönemde ulusla­ rarası ilişkilerin seyrini ve yapısını belir­ leyecek büyük ölçüde. ABD ve onun o­ luşturduğu koalisyon içinde savaşı geniş­ letmeyi öneren güçlü sesler, kışkırtıcılar var. Bunlar Irak’ın işgalinde, İran’ın, Suri­ ye’nin, Sudan’ın, Mısır ve Lübnan’ın belli yerlerinin, hatta Filipinler ve Endonez­ ya’nın vurulmasını öneriyorlar, dayatı­ yorlar. Bankerlerin gazetesi Wall Street Journal’de nükleer silahların kullanılması bile tartışılabiliyor. İnsanları öldürüp ya­ pılara zarar vermeyen Geliştirilmiş Rad­ yasyon (Enhanced Radiation) Nötron Bombası’nın mucidi Amerika’da kapalı kapılar ardında brifingler veriyor. Bu kış­ kırtmaların sonucunu bekleyip görece­ ğiz, ama kesin olarak saptayabileceğimiz bir yönelim sözkonusu A BD ’de. Bu da önümüzdeki yıllarda eski soğuk savaş u­ sulü kontrgerilla yıkıcılığının, sabotaj, su­ ikast, cinayet, kışkırtma tekniklerinin is­ tihbarat örgütlerinin liderliğinde uygula­ maya konulacağı. Bu yeni, sinsi, son de­ rece yıkıcı bir şiddet dalgası demek. Her yerde bütün demokratik, sol, etnik, din­ sel ve sınıfsal muhalefetin hedef alınaca­ ğı ise ortada. Yeni bir saldırganlık karşı­ sındayız hepimiz. İnsanlık, ezilenlerin kör şiddeti ile emperyalist terörün cen­ deresi içinde sıkışacak görünüyor... Bu durumda, kendisini moral, politik,

-------------------------------------------117 —


__ y o l_____________________________ vs. açılardan her ikisinden ayırmış bulu­ nan Marksist devrimcilerin, sadece bü­ tün bunların ardındaki nedenleri ve in­ sanlığın önündeki gerçekçi çareleri üret­ mede değil, aynı zamanda, insanı, vicda­ nı, kültürü de savunabilecek tek güç ola­ rak yeniden ortaya çıkması sözkonusu olabilir. Bugün gerçekten proletarya ve onun akli silahları, bu şiddet ve sömürü ile örülmüş kör gidişte aklı, vicdanı, gi­ derek, insani uygarlık değerlerini temsil eder durumdadır. Türkiye rejimi ise, pusuda bekleyen kışkırtıcılardan biri olarak öne çıktı. On­ lar ekonomik olarak, savaşta, örneğin bir zamanlar Kore’de olduğu gibi, ön safta yer alarak IMF’den, Dünya Banka­ sından kan parası peşinde koştular, da­ ha önemli olarak öte yandan da, Kürtler’i ve demokratik muhalefeti bastır­ mak için savaşın kargaşasına, insanların yılgınlık, öfke ve şaşkınlığına ve te rö r ba­ hanesine sarılmak istediler. Ne var ki, son zamanlarda hükümette bir geri çe­ kilme gözleniyor. Bunun nedeni belli: Türkiye savaşın kendi bölgesini de kap­ sayacak biçimde genişlemesinden yarar­ lanarak Güney Kürdistan’da bir Kürt o­ luşumunu sonsuza dek olanaksızlaştıra­ cak türden katliam yapamayacağını, bu­ nun izninin olmadığını gördü. Böyle bir durumda ABD ’nin kendi çözümünü, ya­ ni Türkiye denetiminde bir Kürt oluşu­ mu projesini dayatacağını gördü ve şim­ di kuşku içinde geri çekilmiş bekliyor....

Yılmazer: Çok teşekkürler hocam. Eylül 2001

__ 118


Hasan Oğuz

SINIF MÜCADELESİ KURAMI VE SINIF DIŞI TOPLUMSAL GÜÇLERLE İLİŞKİSİ Sınıf mücadelesi kuramının hem Marksizm açısından yeniden irdelenmesi hem de bizim gibi bağımlı ülkelerdeki iki ayrı toplumsal yapının sınıf mücadelesi üzerindeki sonuçlarının yeniden ele alın­ ması, mutlak surette tartışılması gereki­ yordu. Kuşkusuz sınıf mücadelesi sorun­ salında bu ayrışık yapının doğru bir ana­ lizinin yapılamadığı noktada, hareketin kaderi büyük oranda sınıf dışı kimliklere ve onların politik öznelerine terk edilir ve onlar tarafından belirlenir. Büyük o­ randa olan da budur. Çünkü doğru kurgulanamayan bir sınıf mücadelesi strate­ jisi, doğal olarak sınıf dışı teorilere kay­ naklık etmiş ve sosyalist sınıf mücadele­ si stratejisini darbelemiştir. Yazının ana çerçevesi daha çok bu sorunlara cevap arama çabasında dü­ ğümlenecektir. Bu yazıda esas olarak şu noktalar üzerinde duracağım; a- Sınıf mücadelesinin toplumsal anla­ mı ve Marksizm’de sınıf mücadelesi ku­ ramı, b- Sınıf çıkarları ile sınıf mücadelesi a­ rasındaki ilişki sorunu, c- Sınıf mücadelesi öğretisinde bir deney; kitle hareketi, d- Sınıf mücadelesi kuramında üstya­ pı kurumlarının rolü, e- Kapitalizm öncesi toplumlarda sı­ nıf mücadelesi düzeyi, f- Sınıf dışı toplumsal aktörlerin sınıf mücadelesi ile ilişkisi.

A. SIN IF MÜCADELESİNİN TOPLUMSAL ANLAMI VE MARKSİZM'DE SIN IF MÜCADELESİ KURAMI Sınıf mücadelesi sömürünün var ol­ duğu üretim sisteminin ana mantığında vardır. Toplumsal çatışma olarak görü­ nen her türden ilişki ve gerilim biçimle­ ri kaynağını, şu veya bu şekilde sınıf mü­ cadelesinden alır. Sınıf mücadelesi bilinç ve örgüt konumuyla da ilgili bir sorun­ dur. Ancak onun nesnel olarak yoğun­ laşması ile mücadelenin varlığı sorunu, bilinç ve örgüt sorunundan daha ayrıdır. Bugün sermayenin yönetimi ile mülkiyet sahibi sınıfın birbirinden ayrışması, çatışmalı antagonist yapıyı görünür biçimde bütünleştiren ve uzlaşmacı yapıyı güç­ lendiren bir etki yaratmıştır. Ancak o hiçbir şekilde toplumsal sınıf çatışmaları­ nı ortadan kaldırmamıştır. Toplumsal i­ lişkilerin karmaşık yapısı, sınıf yapısının da anlaşılmasını güçleştirmiş, dolayısıyla sınıf mücadelesi düzeyini de karmaşık ve anlaşılmaz bir hale sokmuştur. Marksizm’de toplumsal ilişkiler bütü­ nü sınıfsal yapıdan bağımsız bir olgu de­ ğildir. O, sınıf pratiklerinin şu veya bu şekilde kendini “ dışsal” olarak yansıtma­ sıdır. Toplumsal sınıflar arasındaki ilişki­ ler, sınıf ilişkilerinin açık veya örtük dü­ zeyinde, sınıf mücadelesi pratikleri için­ de karşı karşıya gelirler. Dolayısıyla sınıf


__ yol pratiklerinin bir sonucu olarak yansırlar. Kuşkusuz toplumsal sınıflar veya top­ lumsal ilişkiler dediğimizde salt iki temel sınıf anlaşılamaz. Ara sınıf ve katmanlar­ da bu ilişki bütünü içinde vardır. Bu ara veya temel sınıflar arasında var olan ça­ tışmak yapı, temel sınıfların varlığı süre­ cinde anlaşılırlar, dolayısıyla sınıf müca­ delesi ile tanımlanırlar. Sınıfların bu pra­ tiğinden çıkarılması gereken sonuç, fark­ lı düzlemde üç ana mücadele biçimi ola­ rak karşımıza gelir. Ancak bu üç ana mü­ cadele biçimi (yani ekonomik, politik ve ideolojik mücadele biçimleri) tüm sınıf­ ların pratiği olarak ele alınsa bile, esas o­ larak temel yapıları iki temel sınıf olan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf pratiklerinden alırlar ve onlar tarafından belirlenirler. Diğer bütün toplumsal iliş­ kiler bu iki temel sınıfın bütünsel toplum projesinden kaynağını alır ve mücadele pratiği de bu politik ve ideolojik temele göre biçimlenir. Ancak buradan ara sı­ nıfların kendine has ve özerk konumları olmadığı sonucu çıkarılamaz. Çeşitli toplumsal yapılar içinde, egemen yapıya göre çeşitli özgül yapılar, dolayısıyla çe­ şitli düzeylerde çatışmak yapılar gözlem­ lenebilir. Bu özgül yapıların anlaşılır ol­ ması ancak yine de sınıf mücadelesi pra­ tiğinde ortaya çıkar. Temel iki sınıfın di­ ğer sınıflarla kurduğu ilişki, ittifak veya uygulama biçimleri vs. farklılıkları ve öz­ gül yapıları yok saymaz. Sınıflar sadece ekonomik alan tanımı içinde anlaşılamazlar. Her ne kadar sınıf­ lar üretim ilişkilerinin içsel bir konusu olsa bile, tek başına onların anlaşılır ol­ ma sınırları ekonomik alanın içine hapsedilemeyecek kadar karmaşık bir gö­ rüntü verir. Sınıfların toplumsal yapısı ve toplumsal mücadele içindeki konumu i­ __ 120

zah edilecekse, onun ideolojik ve politik yapılar içindeki hareket konumu da ir­ delenecek demektir. Çünkü her zaman politika ile ekonomi arasında varolan i­ lişki yadsınamayacak kadar açık ve nes­ neldir. Sistemin yapısı, bu iki alan ilişkisi ve paralelliği üzerine kurulmuştur. Eko­ nomi ile politika arasındaki ilişkinin ku­ rulmasında, genellikle sınıfların etkin ro ­ lü kabul edilegelmiştir. Haklı olarak Marksizm, bu iki alan arasındaki ilişkiye gerekli önemi sürekli olarak vermiştir. Toplumsal sistem, ekonomisiyle, ide­ olojisi ve politikasıyla bir bütünü ifade e­ diyorsa, toplumsal yapının dönüşümü de toplumsal sınıfların rolleri ile ilgili olaca­ ğıdır. Dolayısıyla toplumsal dönüşümde sınıfların rolü ve sınıf mücadelesi anlaşı­ lacaksa, o zaman sınıflar, geleneksel an­ layışın tersine sadece ekonomik alanın bir oluşumu olarak değerlendirilemez. Aksi taktirde sorunu salt üretim ilişkile­ ri düzeyindeki görüntüleriyle ele almak demek, sistemin bütün toplumsal ilişki­ leri bağlamındaki görüntülerini yok say­ mayı zorunlu kılar. Zira üstyapı kurum­ lan olan, politika, ideoloji, kültür, hukuk vs. ekonominin basit bir dişlisi ve görün­ tüsü değildir. Sınıf mücadelesinde sınıfların “ ken­ dinde sınıf’ olma düzeyi, üretim ilişkile­ rinin rolü içinde, yani ekonominin alanı içinde anlaşılabilir birşeydir. Oysa işçi sı­ nıfının “ kendisi için sınıf’ olma düzeyi, e­ konomik alan içinde değil, tersine eko­ nomi dışı ilişkilerin, yani politika, ideolo­ ji, kültür vs. alanlar düzeyinde anlaşılabi­ lir bir konumu ifade eder. Kuşkusuz sı­ nıfların toplumsal mücadeledeki rolünü kavrayabilmek için, bu iki alanın bileşke­ sini doğru kurmak gerekir. Zira tersin­ den sınıfların rolünü sadece üstyapı ku-


__________sınıf mücadelesi kuram ı___ rumları düzeyinde ele almak, başka bir deyişle salt toplumsal mücadele içinde siyasal özneler olarak görmek, aynı dü­ zeyde yanılgılı bir sonucu doğuracaktır. Böyle bir anlayışa göre sınıflar, egemen sistem yapısından, dolayısıyla kapitalist üretim sisteminden bağımsız ve ayrık bir konum olarak anlaşılırlar. Bu durum zo­ runlu olarak üretim ilişkisi içinde nesnel sınıf tanımını, daha açıkçası sınıfın objek­ tif temellerini paralize eder. Burada ikili bir nokta vardır; ekonomi ile politika a­ rasındaki ilişki bağlamında sınıfların rolü, toplumsal mücadele de belirleyici bir ay­ rım noktasıdır. Eğer politik-ideolojik dü­ zeylerle ekonomik yapı arasındaki bu i­ kili konum doğru bir tanıma kavuşturulamazsa, işçi sınıfının “ kendisi için sınıf’ olma süreçleri de anlaşılamaz. Nitekim sınıf bilinci süreci, salt ekonomik ilişkile­ rin politik ilişkiler düzeyine yükseltilme­ si süreci olarak anlaşılamaz. Böyle bir yorum kaba bir materyalizme aittir ve mekaniktir. Bu yaklaşım zorunlu olarak ideolojik, politik ve diğer üstyapı kurumlarmı temel yapıdan ve üretim ilişki­ leri sisteminden kopartır. Dolayısıyla e­ konomi ile politika arasındaki ilişki düze­ yi karmaşık bir görünüm kazanır. Marksist kurama göre, toplumsal dö­ nüşüm ile sınıf mücadelesi arasındaki i­ lişki temel bir öneme sahiptir. Zira top­ lumsal ilerleme sınıf mücadelesi kuramı­ na bağlıdır. Toplumsal mücadelenin dü­ zeyini de belirleyen sınıf mücadelesinin kendi pratiğidir. Ancak sınıf mücadelesi, ekonomik düzey olarak nesnel sınıf ol­ gularının, son kertede politik bir içerik kazanmasını öngerektirir. Onu biçimlen­ diren de budur. Marx’a göre sınıflar ay­ nı zamanda toplumsal bir güçtür. Genel olarak toplumsal mücadele

kendi öznelerinden kopuk bir mücadele pratiği değildir. Sınıfların pratikleri tara­ fından içselleştirilen, ancak salt kuramsal düzeyde ekonomi ile politikanın türdeş ilişkisinin bir sonucu olarak da anlaşıla­ mazlar. Toplumsal sınıf mücadelesi bir süreç olarak, hem ekonomik ve politik pratiklerin doğal bir sonucu olarak hem de sınıfların ekonomik alan üzerinde et­ kide bulunan süreçler toplamı olarak düşünülmelidir. Toplumsal ilerlemenin sağlanabilmesi ve sistemi devrimci bir dönüşüme tabi tutması, başka bir deyiş­ le sınıfın devrimci rolü, ancak bu ilişkinin doğru kurgulandığı bir yapı içinde anlaşı­ labilir olacağıdır.

B. SIN IF ÇIKARLARI İLE SIN IF MÜCADELESİ ARASINDAKİ İLİŞKİ SORUNU İşte bu noktada karşımıza, sınıf çıkar­ ları ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki sorunu gelmektedir. Bu ikili yapı arasın­ daki ilişki doğru kurgulanamazsa bugü­ nün tartışmalı konusu olan sorun, yani sınıfın neden devrimci rolünü oynaya­ madığı sorunu da anlaşılamaz. Dolayısıy­ la sınıf mücadelesi kuramı da. Sınıf çıkarları dediğimizde ekonomik alan ve onun sonuçlarından bahsediyo­ ruz demektir. Çünkü sınıf çıkarları üre­ tim ilişkileri düzeyinde anlaşılabilir birşeydir. Emek ile sermaye zorunlu olarak bir üretim sürecinde karşı karşıya gelir­ ler ve bunlar birbirini koşullar. Daha faz­ la kar için daha fazla sömürü gerekir; da­ ha fazla çalışma, daha az ücret vb. Buna mukabil işçi sınıfı da sosyal ve ekonomik hakları için daha fazla direnmek duru­ munda kalır. Ve buradan sömürünün sı­ --------------------------------------------- 121 -----


— yol nırlanması süreci başlar. Bu daha az kar demektir. Ama kapitalist buna razı ol­ maz. Bö/lece iki sınıfın karşılıklı müca­ delesinin temelleri de doğmuş olur. Bü­ tün bunlar işçinin insanca yaşayacağı o r­ tak talepler bütününü ifade eder. İşte iş­ çi sınıfını biraraya getiren ve üretim sü­ recinden kaynaklanan taleplerin kendisi­ dir. Ancak bu, henüz ilkel sınıf çıkarları düzeyini belirtir. Burada hem sınıf çıkar­ larının nesnel temelini bulabiliriz hem de kendiliğinden oluşan ilkel düzeydeki sınıf bilincini. Sınıf bir toplumsal güçtür demiştik. Dolayısıyla bu toplumsal güç onun kapa­ sitesini de göstermesi gerekir. Yani o­ nun potansiyel gücü ancak toplumsal i­ lişkiler içinde anlam kazanabilir. Diğer bir tanımla, sınıf kapasitesinin anlaşılabi­ lir olabilmesi için, onu nesnel sınıf çıkar­ ları düzeyinde, başka bir ifade ile ekono­ mik oluşum sürecinde ele alıp sınırlamak anlamına gelmez. Nesnel sınıf çıkarları i­ le onun potansiyel sınıf kapasitesi ara­ sında doğrudan bir bağ olsa da, hatta sı­ nıf kapasitesinin varlığı nesnel sınıf çıkar­ ları olmadan bir anlam ifade etmiyor ol­ sa bile, onun toplumsal gücü ve kapasi­ tesi başka bir alanda, yani sınıfların karşı karşıya geldiği alanda, sınıf mücadelesi a­ lanında anlamlılaşır. İşte sınıfın toplumsal bir güç oluşu Tülin Öngen’in söylediği gibi, ancak “ toplumsal formasyon” için­ de kavranabilir birşey olacağıdır. (Daha ayrıntılı bilgi için T. Öngen’in “ Prometheus’un Sönmeyen Ateşi” kitabının 228. sayfasına bakılabilir.) “ Toplumsal formasyon” kurgusunun Marksist analizi için, ekonomi ile politi­ ka ilişkisinin diyalektik bağını doğru kur­ mak gerekir. Bu ikili ilişki; hem sınıf di­ namiklerinin hem de toplumsal mücade­

__ 122

le içindeki dinamiklerin ortak yapısının anlaşılmasının bağını ifade eden en ö ­ nemli anlatım biçimidir. Ancak T. Ö n­ gen’in de belirttiği gibi, bu ilişkide dikkat edilmesi gereken nokta şudur; “ sınıfın ü­ retim süreci içindeki konumunun yeni­ den üretimi ile onun toplumsal özne o ­ larak yeniden üretiminin farklı olgular olduğudur.” (s.229) Bu belirleme son de­ rece önemlidir. Çünkü burada iki ayrı kategorik yapı vardır. Her ne kadar birbiriyle ilişkili bir yapı olsa bile, sınıf mü­ cadelesinin sorunlarını çözebilmek için bu iki farklı kategorik yapı ayrımının bi­ lincinde olmak gerekir. İşte buradan ha­ reketle bugün, sınıfın devrimci rolüne i­ lişkin tartışmalı bir konunun anlaşılır ol­ masını sağlayabilecek, dolayısıyla sınıf mücadelesi kuramını kavrayabilecek bir yaklaşımı gösterebiliriz. Çünkü sınıf ka­ pasitesinin anlaşılabilir olabilmesi için, sı­ nıfın toplumsal mücadelede kendini ye­ niden üretmesi gerekir. Burada sınıfın ü­ retim süreci içindeki konumunun yeni­ den üretiminden bahsetmiyoruz. Dola­ yısıyla sınıfın toplumsal özne olarak ken­ dini yeniden üretmesinde, politika, ideo­ loji, kültürel biçimleniş, dönemsel aktör­ lerdeki düşünsel kaymalar, kolektif irade ve örgütlenme vs. gibi bir dizi faktör rol oynar. Bunların bütünü aynı zamanda “ toplumsal formasyonu” ifade eden ol­ gular anlamına da gelir. Ayrı bir kategori olarak sınıf çıkarla­ rı dediğimizde, daha öncede belirtmiş olduğumuz gibi, ekonomik alanın ortaya çıkardığı ve üretim ilişkileri süreci için­ deki konumdan kaynaklanan nesnel bir durumun anlatımı olarak anlaşılır. Dola­ yısıyla toplumsal hareketlerin maddi te ­ melini esas olarak oluşturan elbette bu alandır. Toplulukların veya bireylerin ar-


__________ sınıf mücadelesi kuramı___ kasında ortak sınıf çıkarları vardır. Çün­ kü topluluk veya bireylerin hareketini bu ortak sınıf çıkarları belirler. Ancak bu çıkarların anlaşılır olması da sınıf yapıla­ rına bağlıdır. Çünkü sınıf yapıları ile sınıf çıkarları arasında doğrudan bir ilişki var­ dır. Bu şorun üzerinde önemle duran T. Öngen şu belirlemeyi yapar; “ Nesnel sı­ nıf çıkarlarının niteliğini belirleyen pra­ tikte var olan sınıf yapısıdır. Nesnel sınıf çıkarları toplumsal yaşam içinde çeşitli biçimlerde somutlaşırken, aynı zamanda sınıf kapasitesinin gerçekleşmesi için ge­ rekli koşulları da yaratmaktadır.” (age. s. 230) Sınıf kapasitesinin yaratılması koşul­ larına temel teşkil eden sınıf çıkarları gö­ rünüşte çok kolay anlaşılan bir olgu gibi gelmektedir. Oysa durum hiçte öyle de­ ğildir ve karmaşık bir sorundur. Bugün dünyada sınıf çıkarlarının ne olduğu so­ rusu tartışmalı bir konu kapsamına gir­ mektedir. Genel olarak bizim bildiğimiz, nesnel sınıf çıkarları, ekonomik alanın kapsamı içinde olan ve üretim ilişkileri­ nin ortaya çıkardığı sorunlar yumağı ola­ rak anlaşılır. Ama bugün nesnel sınıf çı­ karlarının varlığını sürdürmesine rağ­ men, önemli derecede bu nesnel sınıf çı­ karlarının silikleşerek, yerine farklı çı­ karların (örneğin kimlik sorunu vs. gibi bir dizi sorunların gelmesi) öne geçtiği bir dönemden bahsediyor olmamız ge­ nel olarak kabul edilmektedir. Bu her ne kadar geçici bir süreç olsa da, hatta bir dönem daha varlığını sürdürecek gibi görünse de, elbette bunun böyle devam edeceği ve uzun bir süreci kapsayacağı düşünülemez. Fakat yine de nesnel du­ rum budur ve bundan kaçınılarak politik stratejiler kurulamaz. Herşeye rağmen böyle bir durum, toplumsal sınıf müca­

delesinin arkasında, bu sınıf çıkarlarının bulunup bulunmadığı gibi bir düzeyde tartışma konusu olmaktadır. Ülkemiz sosyalist hareketi ise, adeta bu dünyada yaşamıyormuşcasına bu sorunu ya gör­ mezlikten gelmekte ya da üzerinden at­ layarak es geçmektedir. Genel düzeyde klasik söylemlerin dar ufkundan kurtul­ mak ne yazık ki çok fazla mümkün ol­ muyor. Şu ayrım gözden kaçmamalıdır; sını­ fın varlığı ile sınıf kapasitesini kullanma biçimi, dolayısıyla sınıf bilinci, örgütlen­ me vb. her zaman paralel bir ilişki gös­ termez. Çoğu zaman sınıf, kendi sınıf konumunun bilincinde, dolayısıyla dev­ rimci rolünün farkında olmayabilir. Ama farkında olup olmamadan bağımsız bir konum vardır ki, o da sınıfın kendi ko­ numundan ileri gelen ortak sınıf çıkarla­ rıdır. Ancak sınıf üyelerinin bunu algıla­ ma düzeyi, “ dışsal” bir olgu üzerinden gerçekleşir. Özellikle sınıf bilinci ya da politik bir bilinç düzeyi, ideolojik ve po­ litik bir alan çalışmasıyla ilgilidir. İşçi sını­ fı zaten doğasından gelen bir kapasite (ya da buna isterseniz iş yapma kapasite­ si de diyebiliriz) gücüne sahiptir. Ama buradaki sorun, onun bu kapasitesinin bilincinde olup olmama sorununda dü­ ğümleniyor. Başka bir ifade ile gizli kal­ mış olan sınıfın bu kapasitesini açığa çı­ karacak yapısal argümanları işleyip işleyememe gerçekliğinde. Herşeyden önce sınıf çıkarları ile sınıf kapasitesi sorunu, öncede belirttiğimiz gibi birbirini dışla­ maz, tersine birbirine bağlıdır. Burada somut ve anlaşılır bir diyalektik ilişki vardır. Sınıf kapasitesi sınıf çıkarı olma­ dan tanımlanamaz. Sınıf kapasitesi de, sı­ nıfın çıkarlarını mücadele içinde tanımla­ yabilecek olguların yaratılmasına hizmet

------------------------------------------- 123 —


— y o l-------------------------------------------eder. İşçi sınıfı bilimi, kendi sınıf çıkarın­ dan dolayı kurtuluş projesini zorunlu o­ larak sosyalizmde bulur. Ama elbette sadece bu değildir. Aynı şekilde işçi sını­ fı, sosyalizmi gerçekleştirecek bir kapa­ siteye sahip olduğu için onu gerçekleşti­ rebilecek devrimci bir konuma da sahip­ tir. İşte bu nedenle Engels bir önsözün­ de Marx’in dehasal açıklamasını bize şöyle ulaştırmıştır; “ ...ister siyasal, ister dinsel, felsefi ya da tamamen başka ide­ olojik bir alanda yürütülmüş olsun, bü­ tün tarihsel savaşımların, aslında top­ lumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasa­ yı, karşılık olarak, bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derece­ si ile, bu gelişme derecesinden doğan ü­ retim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx o r­ taya çıkarmıştır.” (L. Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, s. 11-12, Sol Yay, A.b.ç.) Günümüz koşullarından hareketle şöyle bir paralellik kurulmuştur; sınıf devrimci rolünü oynayamadığına göre, o zaman sınıf çıkarları dediğimiz olgu da ortadan kalkmış, en hafif deyimiyle de­ ğişmiştir! Dolayısıyla proletarya toplum­ sal dönüşümü sağlamaktan yoksundur! İşçi sınıfı artık üretici güçlerin gelişme­ sinden çıkarı olan bir sınıf değildir! Nite­ kim bu düşüncenin en parlak savunucu­ su olan Andre Gorz şöyle diyor; “ Son yirmi yıl boyunca üretici güçlerin geliş­ mesiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi ara­ sındaki ip koptu... Üretici güçlerin geliş­ mesi, yalnızca ve yalnızca kapitalizmin mantığı ve gereksinmeleri açısından iş­ levseldir. Bu gelişme, sosyalizmin maddi temelini yaratamayacağı gibi, sosyalizme engel de olur.” (Elveda Proletarya, s.9-

10, Afa Yay.) Oysa nesnel durum, üretici güçlerin gelişmesi ile sınıf çıkarlarının, dolayısıyla sınıf çelişkilerinin arasındaki ilişkide bir kopuşu değil, tersine bağlantılı bir derin­ leşmeyi yaratmıştır. Kuşkusuz sınıfın devrimci rolü, salt nesnel sınıf çıkarları­ nın varlığı ile kendiliğinden ortaya çık­ maz. Bunun olabilmesi için, derinleşen çelişkinin, (ki kapitalizm, bilim ve tekni­ ğin üretime uygulanması ile yıkıcı rolü her geçen gün daha da ağırlaşarak de­ vam etmektedir) işçi sınıfı kendi mecra­ sında sınıf kapasitesini kullanabilmesi i­ çin, örgütlenme ve bilinç sorununu çöz­ müş olması gereklidir. Esas mesele de bu noktada bulunmaktadır. İşte bu so­ run çözümlenebildiği oranda sınıfın dev­ rimci rolü daha da anlaşılacak ve sosya­ lizmin kuruculuğunda maddi öğeleri ta­ mamlayarak işlevsel rolünü oynayabile­ cektir. Sübjektif yapıdaki bu olumsuz tabloya bakarak Gorz’un vardığı sonuca varmak, en azından bugünün nesnel iliş­ kileri açısından bile (bırakalım teorik tu ­ tarsızlığını) anlamsız ve umutsuz bir tab­ lonun göstergesi olur. Kuşkusuz bura­ dan kapsamı gelişmiş modern anlamda bir sınıf mücadelesi pratiğini yeniden kurmak olası bir gerçektir, ama onun kurulabilmesi için, sınıf çıkarları ile sınıf kapasitesinin birleşik ve uygulanabilir ya­ pısını kurabilecek, dolayısıyla onu kulla­ nabilecek bütünsel bir stratejiye olan gereksinme çözümlenmeden olmaya­ caktır. Bu olumsuz öznel tablo, sınıfın kapasite ve sınıf çıkarları gibi nesnel ol­ guların, kapitalizmin manipülasyonu ile neden somut bir görünüm kazanamadı­ ğını kavramak daha da kolaylaşacak de­ mektir. O halde T. Öngen’in belirlediği şu sonuca ulaşmak mümkün; “ Yanlış bi-


__________ sınıf mücadelesi kuram ı___ linçlerime, emekçi kimliğinin zayıflaması, kapitalist düzenin meşrutiyet süreçlerini yeniden üreten ideolojilerin güçlenmesi vb. etmenler, sınıf çıkarı ve sınıf kapasi­ tesi başta olmak üzere pek çok kavra­ mın mistifikasyonuna, dolayısıyla bunla­ rın gerçek yaşamdaki izdüşümlerinin görülememesine neden olmaktadır.” (age. s. 233) Sorunun daha iyi anlaşılabilmesi için, burada belli başlı şu noktalar üzerinde durmak gerekir; 1. Sınıfın nesnel çıkarlarından ne an­ laşılmaktadır? Bundan kısa vadeli günde­ lik çıkarlar düzeyi mi (ki ekonomik ta­ leplerle sınırlanan), yoksa sınıfın uzun vadeli politik çıkarları düzeyi mi anlaşıl­ malıdır? Kuşkusuz bundan bugün nesnel sınıf çıkarları düzeyi olarak kısa erimli gündelik çıkarlar anlaşılmaktadır. Elbette genel düzeyde sınıfın çıkarları denildiğin­ de her iki konumda bunun içine girer. Ama şimdiki yapı, esas oiarak gündelik çıkarlar ile belirginleştirilmiştir. Elbette bugün çağımızın düşünce eksenine otu­ ran postmodernizmin yıkıcı etkisi anlaşı­ labilmededir. Ancak yine de sınıfın uzun erimli politik çıkarları çok fazla anlaşıla­ rak sınıfın elinde maddi güce dönüştürü­ lecek bir açıklaması pek fazla yapılama­ maktadır. Daha çok soyut açıklama ile yetinilmektedir. Politika yapma tarzı da­ hil olmak üzere birçok argüman yeniden gözden geçirilmeye muhtaç olduğunu gösteriyor. O zaman bütün bunların ye­ niden bir tanımı gerekmektedir. 2. W right, bir sınıfın sahip olduğu ya­ pısal kapasite ile örgütsel kapasitesi bir­ birinden farklıdır der. Burada o, ‘belirle­ me modeli’ dediği bir model geliştirir. Bu modele göre; sınıf yapısını, sınıfsal o­

luşumu, sınıf bilincini ve sınıf kapasitesi­ ni birbirine bağlayan ve buradan sınıfın dönüştürücü rolünü tanımlamaya çalışan bir yaklaşım gösterir. (W right E.O. G a­ ses, New York Verso, s.29-30 1985/ akt. T. Öngen, s.235) Gerçekte bugün, sınıfın yapısal konu­ mundan ileri gelen potansiyel (kapasitesel) güç ile onun sınıf mücadelesi prati­ ğinde uyguladığı güç birbirine eşdeğer değildir. Pratikteki güç doğal olarak ö r­ gütsel bir yapı içinde anlamlaşır. Oysa durum hiçte böyle değildir. Bugün işçi sınıfının devasal olan yaptırımcı gücüne karşın, bu hiçte sınıf mücadelesi pratiği­ ne aynı düzlemde yansımıyor. Bu ikili ya­ pının dengesini kurabilecek yeni bir ö r­ gütsel model ve araçlar yeniden tartışıl­ maya açılarak ortak bir sonuca götürül­ melidir. Elbette bütün bunlar stratejik bir kurgulanma üzerinden başarılacak şeylerdir. Mesela bunlardan birisi, sendi­ kal yapılar ve bu yapıların adeta değiş­ mez gibi görülen örgütsel yapıları mut­ lak surette yeni koşullar içinde ele alın­ maya muhtaç olduğunu gösteriyor. 3. Sınıf mücadelesi üzerinde doğru­ dan etkide bulunan öğelerden olan, din­ sel, ulusal, etnik veya cinsel vb. gibi olgu­ ların ele alınıp yeniden tanımlanması ge­ rekir. Sonuçları ne olursa olsun, bu ya­ pılar görünür yanıyla sınıf mücadelesin­ den “ bağımsız” ve onun dışında geliştiği için, ister istemez sınıf mücadelesi üze­ rinde tahripkar ve olumsuz bir sonuç yaratmaktadır. Dolayısıyla hem sınıf güç­ lerinin bölünmesine hem de sınıf kapasi­ tesinin daralmasına yol açmaktadır. Ama sorun doğru kurgulandığı zaman, sınıf dışı bu toplumsal kesimlerin pratikle­ rinin, sınıf mücadelesine ivme katacağı da unutulmamalıdır. Bunu aşağıda ele a­ 125----


— yol lacağız. Burada konuyla bağlantısı açısından önemli gördüğüm bir görüşün kısaca e­ le alınmasında yarar var sanıyorum. Laclau ve Mouffe’nin “ Hegemonya ve Sos­ yalist Strateji” kitabında şu yaklaşım gös­ terilmektedir; bu yazarlara göre sınıf çı­ karları kavramı gerçek kabul edilse bile bu çıkarlara bağlı olanların bunu keşfet­ mesi ancak eyleme ilişkin sonuçların gerçekleşmesiyle olanaklıdır. Bu yüzden sınıf çıkarı kavramı öznelerin toplumsal yerleri ile eylemleri arasındaki ilişkiye a­ çıklık getirecek güçte değildir, (akt. T. Ongen, age. s. 230) Bu görüş iki ana noktada özetlenebi­ lir; 1. Sınıf çıkarları ancak eylemden son­ ra anlaşılabilir veya gerçekleşebilir birşeydir. Çünkü sınıfların bunu keşfetmesi eylemden sonra olanaklıdır. 2. Bu yüzden sınıf çıkarları, sınıf ile eylemleri arasındaki ilişkiyi açıklayamaz. Eğer Marksist sınıf kuramını temel a­ lacak olursak, öncelikle sınıfın kolektif hareketinin temelinde yatan ve onu ha­ rekete geçiren temel özneler, sınıfın nesnel sınıf çıkarları dediğimiz olgular­ dır. Nitekim T. Ongen burada önemli bir belirleme yapar; “ Çünkü kolektif öz­ nelerin karar alma ve eyleme geçme sü­ reçlerinin biçimlenmesi sınıf çıkarlarının gerçek kabul edilip edilmemesine göre değişmektedir.” (age, s.231) Sınıfın ko­ lektif hareketinin gerisinde nesnel sınıf çıkarları bulunduğunu kabul eden stra­ teji, doğal olarak bir sınıf stratejisi çizgi­ sidir. Bu strateji sınıflararası antagonist bir çelişki temelinde oluşturulmuştur. E­ ğer Laclau ve Mouffe’nin önerilerini ka­ bul edecek olursak, yani sınıfın nesnel sı­ __ 126_______________________________

nıf çıkarları eylemden sonra gerçeklik kazanır ise, doğal olarak stratejik kurgu, sınıflararası antagonist çelişki üzerinden değil, sınıf dışı toplumsal güçler arasın­ daki çelişki üzerinden kurulur. Burada öncelik çevre, kadın sorunu, demokra­ tik mücadele vs. verilecektir. İster iste­ mez bu stratejinin sınıf mücadelesi stra­ tejisi ile hiçbir ortaklığı olamaz.

C. SIN IF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİNDE BİR DENEY: KİTLE HAREKETİ Kavranabilir birşeydir. Feodal veya kapitalist sistemlerin kendini kurma bi­ çimlerine tekabül eden yapısal örgütlen­ me süreçleri, çeşitli sınıf ve katmanların toplumsal pratiklerini de belirler. Ama buradaki pratik üç ayaklı mücadele için­ de kendini açığa çıkarır. Sözgelimi ülke­ mizde kapitalizm egemen bir yapı olsa da, sanayi devrimi sürecinden geçerek demokratik süreci tamamlayamadığı i­ çin, iki ayrı sistem yapısının (feodal yapı ile kapitalist yapı arasındaki ilişkilerde) uygulamaları ve sınıfsal kuşkusuz bütün bu çelişkili toplumsal yapılar, sistemin var oluş biçimlerinde pozisyondaki ilişki­ ler karşılıklı çelişkili yapıları yok saymaz, tersine onu besler. Ekonomide belirleyi­ ci olan burjuvazi, üst yapı kurumlarında belirleyici olsa bile, diğer sınıf yapılarının ideolojik ve politik eklemlenişini ve çe­ lişkili ilişkileri ortadan kaldıramaz. Mese­ la burada daha fazla anlaşılması için bir örneği Marx’dan seçelim; Marx, 1690 sonrası İngiltere’ye ilişkin bir inceleme­ sinde, bu çelişkili yapı ve özgül konumu ele alarak bazı sonuçlara varmıştı. Kapi­ talist üretim biçiminin hızla egemen du-


__________ sınıf mücadelesi kuram ı__ ruma gelmesine karşın, üstyapı kurumlarında feodal yapı egemen bir konumday­ dı. Bu durum 1853 yılına kadar sürdü. Devlet feodal karakterde olduğu halde, devletin başında bulunan soylu sınıf (soylu sınıfın partisi Tories’dir) gerçekte burjuvazinin politik çıkarlarını temsil et­ mektedir. Elbette bu ilişki sorunsuz ve türdeş bir ilişki değildi ve çelişkilerle varlığını koruyordu. Devletin feodal ka­ rakterinden gelen sınıfsal pozisyonla burjuvazinin egemen yapısı arasındaki çelişkili konumlanış, iki yapı arasındaki sınıf mücadelesi düzeyini de içeriyordu. Ekonomik alanda egemen olan burjuvazi devletin feodal karakterine rağmen, (ö­ zellikle feodal soylu sınıfın burjuvazinin egemenliğini benimsemesi anlamında) politik egemenliğini kurmuş olması, sı­ nıflar mücadelesinin olmadığı bir düzeyi tanımlamaz. Buradan çıkan sonuç şudur; ekonomik mücadele politik mücadeleye, politik mücadelenin de ekonomik müca­ deleye göre almış olduğu biçimler özel olarak incelemeyi gerektirir. Burada sıkıcı olma pahasına ekono­ mik mücadele ile politik mücadele ayrı­ mının ne anlam ifade ettiğini bir kez da­ ha belirleyelim; bu sınıf mücadelesi ku­ ramı açısından önemlidir. Bu üç farklı mücadele biçimleri Marx ve Engels tara­ fından temelleri atılarak belirlenmiş olsa da, esas olarak Lenin tarafından izah edi­ lerek anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Bu ayrım Lenin’de temel olarak iki nokta ü­ zerine oturtulur; bunlardan ilki, ekono­ mik mücadele “ kendinde” sınıf mücade­ lesi düzeyidir. Yani bunun örgütsel biçi­ mi sendikal, kooperatif vb biçimler ola­ rak karşımıza gelir. Engels’in “ kapitaliz­ me karşı” direnme olarak belirlediği bir mücadele biçimidir. İkincisi ise, politik

mücadele olarak kapitalist sisteme ve o ­ nun özgül yapısı olan devlete karşı mü­ cadele düzeyidir. Belirleyici olan sınıf mücadelesi bu mücadeledir. Bu mücade­ lenin sınıf haraketinde acil bir görev ola­ rak çözümlenmesinin iki temel nedeni vardır; işçi sınıfının hem politik sınıf bi­ lincine kavuşması hem de bir bütün ola­ rak sınıfın eğitime olan gereksinmesinin karşılanmasıdır. Politik sınıf bilincinin gerçekleştirilmesinin yolu olarak “ eko­ nomik mücadelenin kendisine politik bir nitelik kazandırmak” biçiminde olmaz. Çünkü “ bu çerçevenin kendisi dardır” der Lenin. (Ne Yapmalı, s. 87, İnter Yay.) Haklı olarak bu mücadelenin içeriden bir mücadele düzeyi olarak değil, “ dı­ şarıdan” , yani ekonomik alanın dışından götürülmesini gerektiğini söyleyen Lenin devamla şöyle der; “ Bu bilginin edinile­ bileceği biricik alan, bütün sınıf ve kat­ manların devletle ve hükümetle ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı i­ lişkiler alanıdır, (aynı yerde) Kuşkusuz her iki mücadele arasında diyalektik bir ilişki vardır. Lenin yine adı geçen eserde şu iki temel sonucu çıkarır; ilki politik mücadele ekonomik mücadeleye göre öncelikli bir mücadeledir. Tersi aşamalı devrim anlayışıdır. O nedenle Lenin “ E­ konomik çıkarların tayin edici bir rol oy­ namasından, ekonomik (sendikal) müca­ delenin birinci derecede önem taşıdığı sonucu kesinlikle çıkmaz, çünkü en ö ­ nemli, “ tayin edici” sınıf çıkarları genel­ de ancak radikal bir politik değişiklikle tatmin edilir; özelde proletaryanın te ­ mel ekonomik çıkarları ise ancak burju­ va diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünü geçiren bir politik dev­ rimle tatmin edilebilir.” (Ne Yapmalı, s. 53, İnter Yay, 1993)

------------------------------------------- 127-----


— y o l-------------------------------------------İkincisi ise, bu iki mücadele arasında­ ki ilişki düzeyidir. Bu mücadelede karşı­ lıklı bağımlılık ve ilişki, birbirini etkileyen farklı eğilimler olarak her zaman olacak­ tır. Örneğin politik mücadelenin geliş­ mediği dönemlerde ekonomik mücade­ lenin politik bir etkinlik gösteremeyece­ ğine ilişkin görüşleri eleştiren Lenin, bu­ nun olanaklı olduğunu teslim eder. Poli­ tik sınıf mücadelesi dediğimizde, sınıfla­ rın sistem karşıtlığı temelinde devlet ik­ tidarına karşı mücadelesi olarak anlarız. Ancak sınıfın henüz böyle bir politik dü­ zeyde bir konum kazanmadığı dönem­ lerde, ekonomik mücadele düzeyi aynı şekilde politik bir etkinliğe de sahip ola­ bilir. Sözgelimi çiftçilerin, Bergama köy­ lülerinin, kamu emekçilerinin vs. ekono­ mik ve demokratik talepleri için Anka­ ra’ya yürümeleri, aynı şekilde politik et­ kinlik düzeyini de göstermiştir. Burada önceliği ekonomik mücadele ile sınırla­ yan ve politik etkinliği bunun içinde gö­ rünmez kılan mücadele biçimi, Lenin ta­ rafından “ trade-unionist” politika olarak değerlendirilir. Niyet ne olursa olsun bu politika sonuçta “ işçi sınıfının burjuva politikasıdır.” Peki ama politik sınıf bilincine ilişkin Lenin’in belirlemeleri, ülkemiz sosyalist haraketi açısından genel kabul gördüğü halde, hem politik mücadele düzeyi hem de “ sınıf bilinci” düzeyi neden böyle bir görünüm (dünde, bugünde) arzediyor? Kuşkusuz bunu uluslararası küresel ka­ pitalizmin sonuçlarından kaynaklanan, dolayısıyla “ sosyalizmin krizi” ve benzer faktörlerin etkisinden bağımsız olarak söylüyorum. Çıplak olarak tartışma ko­ numuz açısından ele alarak belirtiyorum. Burada sorun tek başına politik ajitasyonun eksik ve yanlışlığı üzerine kurulduğu

__ 128

için mi (bir neden olsa bile) bu sonuçla karşı karşıya gelmiş olduk? Sanmıyorum. Görünen şuydu; 1. Politik propaganda ve ajitasyon, dogmatik ve soyut bir tarzda ele alındığı için, anlaşılır olmasını güçleştiriyor ve o­ nu kendi nesnel temelinden kopartıyor­ du. 2. İstikrarlı ve kalıcı bir örgütlenme i­ le yürütülmesi gereken politik ajitasyon ve ona dönük bir eğitim, kesintisiz bir şekilde sürdürülmekten uzaktı. İstikrarlı bir örgütlenme ve dolayısıyla politik eği­ tim sürecinin kalıcılaştırılamamasının bir dizi sebebi olduğunu biliyoruz. Bunların başında sık sık darbeler ile kesintiye uğ­ rayan örgütlenmeler ve buna bağlı ola­ rak sınıf eksenine oturmayan örgütlen­ melerin küçük burjuvazinin yapısal ağır­ lığı ile ideolojik bölünmelere sahne ol­ ması gibi sebepler sayılabilir. Kuşkusuz bu sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci çalış­ ması üzerinde olumsuz sonuçlara neden olmuştur. 3. Ekonomik talepler ve ekonomik ajitasyon ile politik etkinlik arasında ikili bir alan olarak dengeli bir ilişki kurula­ mıyordu. Var olan toplumsal hoşnutsuz­ luklardan ve mücadele sürecinden orta­ ya çıkan deneylerin, Lenin’in de b elirtti­ ği gibi “ toplama ve işleme” becerisi gösterilemiyordu. Yoksa bugünün devrimci krizinden yararlanamama nasıl açıklanabilirdi? 4. Politik ajitasyon ve politik teşhir, emekçi kesimin aydın tabakasında, so­ runları irdeleyerek tahlil eden, moral değerleri ayakta tutan, ortak bir gelenek ve tutku yaratan bir tarz da egemen o ­ lamamıştır. Zira ne yazık ki işçi sınıfı çok fazla kendi organik aydınlarını yaratama-


__________sınıf mücadelesi kuram ı___ mış, hareket küçük burjuva aydınının i­ hanetine uğramıştır. 5. Politik mücadele, doğal olarak mokratik mücadele alanı ile sağlıklı bir i­ lişki kuramadığı için, süreç birbirini ta­ mamlayan değil, tersine birbirini dışla­ yan bir kayma göstermiştir. Burada kitle hareketleri üzerinde bi­ raz daha durmak istiyorum; geçmiş on onbeş yılın tecrübesi, önümüze son de­ rece önemli görevler koymuştu. Gerek kamu emekçilerinin gerekse bahar ey­ lemleri ile başlayan ve bir on yılı alan özelleştirrnelere karşı direnişler ve diğer toplumsal kesimlerin eylemleri vb. sos­ yalistlerin yerel düzeyde de olsa krizi at­ latmasının nesnel bir temelini gösteri­ yordu. Bu büyük bir olanaktı. Ama bu o ­ lanak değerlendirilemedi. Bunun birkaç temel sebebi olduğunu sanıyorum; kuş­ kusuz tekrar belirtelim; sosyalistlerin krizden çıkışı salt ulusal düzeydeki so­ runların çözümü ile olamayacağını gös­ teriyor. Bu anlamda kriz enternasyonal bir özelliğe sahip ve bunun da hem teo­ rik sorunlarla hem de politik ve örgütsel sorunlarla ilgili yanları olduğu açıktır. A ­ ma yine de durum böyledir diye kendi düzlemimizde var olan sorunları tartış­ mayacağımız anlamına gelmez. Dünden bugüne kadar devam eden kitle hareketi ciddi bir tıkanma süreci yaşamıştır. Tıkanmanın en önemli yapı­ sal özelliği, önünü açan yeni taktik du­ ruşlarla kimi zaman geri adımlar kimi za­ man ileri adımlar anlamında bir esnek mücadele hattı, bu anlamda taktik bir önderlik yaratılamamıştır. Sınıf kesimleri ise aynı mücadele biçimleri ile haklarının kalıcılaştırılmasını bir yana bırakalım bu hakları da kaybetmiştir büyük oranda.

Dolayısıyla sınıf büyük bir açmaz içinde bulunduğu kadar, ciddi bir moral yıkıntı de­içinde yorulmuştur da. Bu yorulmanın kritik noktası; bir üst aşama olan politik mücadele ve onun örgütsel yapısı ile bü­ tünleşen ve bu anlamda hem moral hem de mücadele inancı kertesinde bir sıçra­ ma yapamamış olması ile tanımlanabilir. Çünkü ekonomik karakterli bir mücade­ le uzun bir tarihi süreç içinde aynı temel üzerinde, üstelik egemen sistemin ağırlı­ ğı artarak devam ediyorsa, doğal olarak bıktırıcı ve aynı zamanda yıkıcı bir süre­ ce kayabilir. Burada sadece yorgunluk ve tıkanmada yoktur. A rtık politikaya dolayısıyla sosyalist yapılara karşı bir “ direnme” noktasına da yol açmıştır. Yı­ kıcılıktan kastettiğim budur. Anlaşılmalıdırki sınıfın bir üst aşamaya sıçraması kendi iç olanakları ile mümkün değildir. Bunun yolu, içeriden ve dışarıdan sosya­ lizm bilimi ile donanmış aydınların ve politik inisiyatiflerin girişkenliği ile ola­ naklı olabilirdi. Sözgelimi klasik anlamda işçi hareketinden daha farklı bir mecra­ da gelişen kamu emekçileri hareketi, bu vurguya daha yatkın olmasına rağmen (çünkü hem yeni bir hareket olarak sis­ temin ayaklarının içeride daha az oluşu hem de kendi iç devrimci dinamiği ile gelişmesi kendisine bu olanağı tanıyor­ du) politik yapıların dar ve kısır bıktırıcı grup zeminlerinin alanı içinde önemli derecede bu olanak da heba edilmiştir. Erken iktidar hastalığına yakalanan yapı­ sal oluşumlar, sınıf mücadelesi stratejisi­ nin öğretici ana mantığını yakalamaktan uzaktılar. Kuşkusuz burada politika bir rol oynayabilir ve hareketi yeni taktik a­ şamaya taşıyarak onun yarattığı değerler üzerinden sıçrama yapabilirdi. Mesela kendi içinde başta sosyalist kadroların

____________________________ 129 —


— y o l-------------------------------------------var olması hem bir olanaktı hem de ye­ ni kadroların yaratılmasının zeminlerine sahipti. Ama gerek eski kadroların yok olması gerekse tek bir yeni kadronun yaratılamamış olması sosyalist hareketi­ mizin içler acısı bir tablosunu çıkardı karşımıza. Bu hareketin kendi ilerici ro ­ lünü oynamadığı anlamına gelmez ama onun kendi sınırlarını tanımlar. Bir kez daha belirtelim; elbette siya­ sal koşullar politik düzeyde sosyalist bir sıçramayı olanaklı kılmayabilirdi. Zaten biz bunun nesnel olarak tayin edecek durumda değilsek bile, olumsuz koşulla­ rı kavrayabilmekteyiz. Ancak anlatmak istediğimiz şudur; koşullar ve düzeyler ne olursa olsun, her dönemde o döne­ me uygun taktik yönelimler sosyalistle­ rin yapabilme ve kendi tasarruflarında gerçekleştirme becerisi ile ayrımlaştırı­ lır. Sosyalistlerin üstünlüğü de buradan gelir. O halde KESK sürecinde, yerinde sayan ve monotonlaşan bir tarzın, üste­ lik kitleyi hem yoran hem de bıktıran, kullanıla kullanıla eskitilmiş tarz ve bi­ çimlerden, yeni ve tarz ve biçimlere, ö r­ neğin içine doğru derinleşen bir örgüt­ lenme ve geleceğe dönük yeni taktik planlar ile sürecin önünü açan, kitleyi politik bilinç olgusu içine çekerek derin­ leşen ve buradan yeni örğütse! modelle­ re atlayabilen esnek bir çalışma tarzı, ye­ ni bir toplumsal projenin kurulmasına kaynaklık edebilirdi. Dahası bu yönelim, hem emekçi sınıfların demokratik cep­ hesinin yaratılmasına hem de kendi için­ de Marksist bir öncüler kuşağının yara­ tılmasına temel teşkil edecek olgusal bü­ tünlüğü oluşturabilirdi. Ama bu olumsuz aralıktan sistemin bulaşıcı hastalıklarını hızla öğrenen Liberal Sol’un temel kul­ varına kayması hiçte şaşırtıcı değil. Bu

olsa olsa bize özgü Marksistlerin ne yazıkki çapsızlığının bir göstergesi olurdu.

D. SIN IF MÜCADELESİ KURAMINDA ÜSTYAPI KURUM LARININ ROLÜ (M. Çulhaoğlu'yla bir diyalog) Marx, tüm toplumsal ilişkilerin ana kaynağının kapitalist üretim biçimi içinde saklı olduğunu, dolayısıyla toplumsal çö­ zümlemenin bu konum içindeki sınıfsal çözüm analizlerine dayandığını öngörür. Sınıfsallık kavramı, rafine edilmiş “ saf’ bir üretim biçiminin içine yerleştirilemeyecek kadar geniş ve kapsamlı bir to p ­ lumsal yapıdır. Sınıfsailığın kaynağı ile et­ ki gücü ve toplumsal rolü çok rahatlıkla eşitlenemez. Konuyu belirli sınırlarla yu­ karıda ele almıştık. Onun yapısı, toplum­ sal yaşamın ve toplumsal ilişkilerin tü ­ münü belirleyen kapitalist üretim biçimi­ nin zorunlu ve doğal bir sonucu olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıdır. Mark­ sist çözümlemede, sınıf kavramı içinde tüm toplumsal şekilleniş kendi suretini bulur ve bu toplumsal yapının bütünsel karakterini belirleyen ana nirengi nokta­ sıdır. Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur; bu yapısal alan ve bütünlük süre­ cinin toplumsal ilişkilerde ve sınıf müca­ delesi sürecinde içselleşen konumu ve etkinlik derecesi, bu analizin çerçevesi i­ çinde ancak anlam kazanıyor. Dolayısıy­ la burada anlaşılması gereken nokta şu­ dur; sınıf mücadelesi bağlamında bir sını­ fın varlığı salt ekonomik ilişkiler düze­ yinde anlaşılır birşey değildir. Toplumsal ilişkiler ekonominin kuralları tarafından belirlenmiş olsa bile salt ekonomik alan ile sınırlandırılan bir analiz gücünü ifade


__________ sınıf mücadelesi kuram ı___ etmez. Olsa olsa bu ekonomist bir yo­ rumu içerir. Gerçekte sınıf mücadelesi pratiği, kapitalist yapının şekillendirdiği bütün toplumsal ilişkiler ve oluşturulan egemen yapıların bütünlüğü içinde (buna politika, ideoloji, hukuk, kültür vs. dahil­ dir) incelendiğinde bir izah gücüne kavu­ şur. Doğal olarak bu yaklaşımdan şu so­ nucu çıkarmak olasıdır; bütün yapılar a­ rasındaki ilişkilerde farklı özgün yapılar olabileceğini ve bu anlamda sınıf pratik­ lerinin oluşan yapılar içinde özgün pra­ tiklere dayanacağını varsayar. Ancak yi­ ne belirtelim; yalıtık ve özgün pratiklere karşın unutulmaması gereken nokta, ka­ pitalist üretim biçimi tarafından belirlen­ miş olan egemen sistem içindeki bu öz­ gün yapıların, yine bu yapı tarafından be­ lirleniyor olmasıdır. Dolayısıyla Marx’ın, ekonomik, politik veya ideolojik yapılar­ daki özgün konumlarının birbiriyle diya­ lektik ilişkisini ve kapitalizmin işlevsel yapısı içindeki konumunu öngören yak­ laşımı bu noktadan sonra daha anlaşılır olur. Toplumsal ilişkiler denildiğinde Marksist kuram buradan şu sonucu çıka­ rır; kapitalist üretim biçimi içinde ideo­ lojik, ekonomik, politik, kültürel vb. sınıf ilişkilerinin ve mücadelesinin toplamı o ­ lan bir yapı anlaşılır. Toplumsal ilişkiler bütünü, sonal yapısı itibariyle politik sınıf mücadelesinin vazgeçilmez uygulamala­ rını içerir ve doğal olarak sistemin radi­ kal dönüşümünü öngörür. Bir yerde tüm toplumsal ilişkiler ve toplumsal dö­ nüşüm sürecinin kilit noktası, politik sı­ nıf mücadelesinin bütünsel yapısı içinde saklanmış olmasıdır. Başka bir deyişle her üç mücadele biçiminin toplumsal ya­ pının dönüşümünde oynayacağı rol, po­ litik sınıf mücadelesi tarafından belirleni­

yor olacağıdır. Kuşkusuz politik müca­ delenin tayin edici olabilmesi için, işçi sı­ nıfının bu mücadele içinde içselleşmesine ve onun sınıf bilinci kültürü ile eğitil­ mesine bağlıdır. Sınıf tarihin yapıcı bir öznesidir. Toplumsal tarihin kritik nok­ tası, günümüz açısından işçi sınıfının po­ litikada kendisi için sınıf kimliğini ve de­ ğerlerini (dolayısıyla bunlar insanlık de­ ğerleridir) sahiplenmesi sorunun çözüm noktasıdır. Bu ise sınıf bilinci sorunsalı­ nın da en kritik noktasıdır. Bu noktada tarihte iki ana akım tüm görüntü ve gö­ reli farklı yaklaşımlarına rağmen sürekli varlığını korumuştur; birincisi bizim de i­ çinde yer aldığımız Marksizm’in bilimsel yaklaşımıdır. Bu yüzyıl içinde Lenin’in temsil ettiği, daha sonra ise farklı kay­ malara rağmen Lucas ve III. Enternasyo­ nal kuramcılarının temsil ettiği gelenek­ sel çizgidir. Bu çizgiye birçok kuramcıyı dahil edebiliriz. Bu çizgiye göre, ekono­ minin kendine özgü yasaları vardır. Bü­ tün yapısal oluşumlar ekonominin man­ tığına göre kurgulanmıştır. Ama bu hiç­ te ekonomist görüş çizgisi değildir. Bu­ nu izah ettik. Ekonominin yasaları onun yapısal bir özellik taşıdığını gösterir. Sınıflar ise bu yapının içindeki olgulardır. Ancak onla­ rın bu üretim ilişkileri içinde var olması, sınıfın “ kendisi için” sınıf olma bilincini kendiliğinden varsaymaz. Dolayısıyla sı­ nıflar, Poulantsaz’ın tersine yapılar için­ de ancak kendilerini sınıf mücadelesi sü­ reci içinde kurarlar. Politik sınıf bilinci bu tarihsel süreç içinde gerçekleşir. Ta­ rihsel süreç, ekonomik yapı içinde eyle­ me geçirilen sınıfların, sınıf mücadelesi tanımını ifade eder. Aslında sınıfın “ ken­ dinde sınıf’ olması, bu ekonomik yapının içindeki nesnel bir olguyu ifade eder.

------------------------------------------- 131 —


__ y o l_____________________________ Oysa sınıfın “ kendisi için sınıf’ olması süreci, yani politik sınıf bilinci kimliğine kavuşması, bu yapının dışındaki bir et­ kinliği ifade eder. Bu esas olarak ideolo­ jik ve politik bir etkinliktir. Bu anlamda politik sınıf bilincini edinim süreci “ dış­ sal” bir çaba tarafından belirlenir. Oysa Poulantsaz bunun tersini söyler. Ona göre sınıflar, ekonomik mücadele düze­ yi içinde politik mücadele de vardır ve politik sınıf bilinci bu süreç içinde içsel­ dir, der. (bkz; Siyasal iktidar ve Toplum­ sal Sınıflar, S. 69, Belge Yay.) Kuşkusuz Poulantzas, sınıfın “ kendisi için” sınıf olma sürecini, ideolojik ve po­ litik bir etkinlik süreci olduğunu bildiği halde, ısrarla “ sınıfların politik düzeyde tarihsel olarak belirlendiklerini göster­ mez” diyebilmektedir. Nitekim Poulant­ zas aynı yerde “ kendiliğinden sınıf' ile ‘kendisi için sınıf’ olma formüllerinin Hegelci bir bulanık tespit olduğunu belirtebilmiştir. Marksizm’de sınıf analizinin diyalek­ tik yöntemi, sadece sınıfları değil, toplu­ mun bütününü kavramaya yönelik top­ lumsal bir yaşam projesi olmasıyla belir­ ginleşmiştir. Elbette farklı toplumsal ke­ simler böylece kendi iç zemini üzerinde ayrışık olarak irdelenmeyi dışlamaz. O ­ nu bütünsel program dahilinde kavra­ maya çalışır ve yerine oturtur. Ancak burada önemli olan şudur; bu ayrışık toplumsal kesimlerin bütününü anlama­ yı, ayrışıklığa neden olan yapıların tümü­ nü ele almayı ve onları içselleştirerek kavramayı gerekli kılan sentezci bir dü­ şünce yapısına sahip olabilmektir. Mark­ sizm’in üstünlüğü diğer tüm tasarımlara göre burasıdır. Zira Marksizm’de bilim­ sel kurgu, ideolojik, politik, hukuk, kül­ tü r vs. yapılar, birbirinden bağımsız alan­

lar değil, tersine toplumun gelişmesine dönük bütünsel yapılar toplamıdır. Bu yapılar tarihsel maddeciliğin süzgeci için­ de bilimsel olarak izah edilebilecek, do­ layısıyla toplumsal dönüşümün ilerletici dinamikleri olarak sınıf mücadelesine koşulacak olguları içerir. Burjuvazi ise, toplumsal olaylara bireyin bakış açısın­ dan bakarak kendi sınıf egemenliğini sür­ dürmenin yapılarını kurar. Üstyapı kurumlarının kapitalizmde işlevi budur. Bu yaklaşım bütünü kavramaya dönük bir anlayış üzerine oturmaz. Toplumsal güç­ leri kendi iç sınıf egemenliği sürecinde birbirinden ayrıştıran, dolayısıyla bunları bölerek birbirine düşüren ve buradan daha kolay yönetebilirle araçlarını yara­ tan bir egemenlik sistemidir kapitalizm. Aslında farklı görünse de kapitalizm ta­ rihsel bir olgu olarak bir toplum proje­ sidir ve bu bütünsel bir yapı anlayışına dayanır. Ancak bu bütünsel yapının olu­ şumu sınıflar olmadan kurgulanamıyor. Dolayısıyla modern kapitalizmde bütün­ sel yapı anlayışı, sınıflar ile anlaşılabiliyor. O anlamda bu toplumsal yapıyı kapita­ lizmde sınıflar temsil ediyor. Ancak bu bütünsel yapı oligarşik düzeyde bir sınıf egemenliğini içerse de, diğer toplumsal güçleri bu sınıf egemenliğine bağlayarak ayrıştırıyor ve onları paralize ederek da­ ha kolay sermaye iktidarını kurarak yö­ netebiliyor. Kapitalizmde toplumsal ilişkiler sınıf dışı ilişkiler biçiminde görülmez. Binler­ ce bağ içinde sınıfsal ilişkiler düzeyinde birbirine eklemlenmiş ilişkiler toplamı vardır. Mesela Marx, “ Felsefenin Sefalet i” nde burjuvazinin yaklaşımını eleştirir­ ken şöyle der; “ Öyleyse M. Proudhon tarafından diriltilen bu Prometheus so­ nuç olarak neyin nesidir? Toplumdur,


__________ sınıf mücadelesi kuramı uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, kişi ile kişi arasındaki ilişkiler değil, işçi ile kapi­ talist, kiracı çiftçi ile toprak sahibi vb. a­ rasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkileri yok e­ din, bütün toplumu da yok edersiniz ve Prometheus’unuz kollardan ya da ba­ caklardan yoksun bir hayaletten başka birşey olmaz. Yani otomatik atölyeler­ den yoksun, işbölümünden yoksun, tek sözcükle bu artı-emeği elde etmesi için ona başlangıçta vermiş olduklarınızın hepsinden yoksun.” (Karl Marx, Felsefe­ nin Sefaleti, s. 105, Sol Yay, 1979) O zaman şu noktaya geliyoruz; top­ lumsal yapı sınıf ilişkileri üzerinden kuruluyorsa, altyapı ile üstyapı arasındaki i­ lişki düzeyinde sınıf mücadelesinin gö­ rüntüsü ve biçimi nasıl oluyor? Şimdi bi­ razda bu konuya ilişkin gerekli noktaları tartışalım. Üstyapı dediğimizde ekonomik alan dışındaki ideolojik-politik vb. süreçler anlaşılır demiştik daha önce. Ama bu be­ lirleme kendi başına soyut olarak ele a­ lındığında mekanik yorumlara yol açmış, hatta ekonomist bakış egemen olarak karşımıza gelmiştir. Bu süreç kurulmuş ve zamana bağlı olarak çalışan bir makina gibi işlemiyor. Kendi yapısal süreçleri içinde özgül konumları varsayıyor. Açık­ tır ki ekonomik sistemin bütünsel yapısı üstyapı kurumlarını da koşulluyor. Bu iş­ levsel bir süreç bütünü olarak karşımıza geliyor. Şimdi küçük bir ara verelim, bu işlevsel sürece ilişkin M. Çulhaoğlu’nun görüşlerini ele alalım; M. Çulhaoğlu bu işlevsel süreci “ belirli bir dönem” le sı­ nırlıyor. Böyle olduğu için, o belirli dö­ nem bir süre sonra geride kalıyor ve ko­ şullanma giderek “ uzaktan” koşullanma­ ya dönüşüyor, (bkz. M.Ç. Binyıl Eşiğinde

Marksizm ve Türkiye Solu, s.225, Sarmal Yay.) Ne yazıkki Çulhaoğlu burada da durmuyor ve şöyle bir sonuca varıyor; “ Zaman olarak geride kalan temelin iizerine yığıla yığıla biriken siyaset ve ide­ oloji, bir noktada, bu temeli dönüştüre­ cek güce ulaşıyor.” (age, s.225) Çulhaoğ­ lu biraz daha hareket ederek, “ bu nok­ tada, ekonomi alanındaki dinamiklerle, i­ deoloji ve siyaset alanının dinamikleri a­ rasındaki bağ büsbütün koparılıyor” di­ yebiliyor. (aynı yerde) Bu tanımlamanın eksik ve yanlışlıkları şu noktada ortaya çıkıyor; herşeyden önce ekonomik alanla politika ve ideo­ loji alanındaki farklılaşma süreci, işlevsel-yapısal düzeyde Marksizm kuramını geçersiz kılan değil, sadece özgün top­ lumsal yapıların geçiş sürecindeki ilişki­ leri, ekonomik alanla üstyapı alanı ara­ sındaki ilişkilerdeki “ çatışmalı” konumla­ rı, hatta yer yer birbirine baskın özgün yapıları göstermesi bakımından bir fark­ lılaşma süreci olarak kavranabilir. Yoksa buradan Marksizm’in kuramı olan sistem çözümlenmesi, dolayısıyla ekonomik ya­ pının belirleme özelliği ile üstyapı ku­ rumlan arasındaki ilişkilerin geçersizlik­ lerine yol açan bir bakış tarzını ifade et­ mez. Zira bizim gibi ülkelerde feoda­ lizmden kapitalizme geçiş sürecindeki yapılar ilişkisi, Marksist kuramın genel çözümleme formülleri içinde özgün ya­ pıları dikkate almadan matematiksel bir denklem gibi ele alıp ona bağlı kalarak, başka bir deyişle dogmalar yığını olarak ele alıp aktarmacı bir yaklaşımla çözüm oluşturulamaz. Aynı toplumsal süreçte farklı üretim ilişkileri birlikte vardır. Ki­ mi zaman egemen kapitalist yapıya kar­ şın, üstyapı kurumlarında bu yapının tam karşıtı olan, bir politik ve ideolojik yapı­ --------------------------------------------- 133 —


— y o l-------------------------------------------lar (mesela feodal ideolojiler gibi) kuru­ labilir. Bu konuya ilişkin Marx’dan daha önce örnekler vermiştik. Mesela yine Marx, Asya toplumlarınm özelliklerini incelerken, bu toplumların ekonomik yapılarının politik süreçlerden etkilen­ meden uzun süre varlıklarını koruduğu­ nu söylerken, bu öznel yapılara atıfta bulunmuştu. Başka bir deyişle eski eko­ nomik yapılar üzerinde egemen olan ka­ pitalist yapılar ne kadar belirleyici olarak varlıklarını sürdürüyor olsa bile, hatta si­ yasal yapılar egemen kapitalist devlet ya­ pılarına dönüşüyor olsa bile, bu “görece özerk” yapıları büyük oranda dönüştür­ meye yetmiyor. Öncelikle ekonomik temel belirle­ mesi hangi düzeyde “ belirli bir dönem­ le” sınırlıdır? Ya da belirli dönemin sını­ rı nedir ve bu nasıl tayin edilebilir? Eğer buradan şu anlaşılırsa Çulhaoğlu’yla an­ laşmak daha da kolaylaşmış olur; ekono­ mik alanın kurulması (ister kapitalist is­ terse feodal) zaten uzun bir tarihi döne­ mi kapsar ve bu süreç içinde egemen ya­ pı kendini inşa eder. Dönüşüm ister devrimci yoldan olsun isterse iç başkala­ şım sürecinde oluşsun, burada zorunlu kerte bu sürecin bir zaman dilimini ala­ cak olmasıdır. Ama eğer bu belirli dö­ nem, bu sürecin içinde kurgulanmadan, ama kesintili bir ara dönem gibi algılanır­ sa (sanıyorum Çulhaoğlu böyle algılı­ yor), bu dönem geride kalıyor, o zaman “ uzaktan” bir koşullanmaya dönüşüyor. Yani “ uzak dönem” , Çulhaoğlu’nun tanı­ mından koşullanmaya dönüşmüş oluyor. Başka bir deyişle artık ekonomik alan politika ve ideolojiyi koşullamıyor ve o­ nu belirlemiyor. Çünkü Çulhaoğlu’nun anlatımı bu anlayışı doğrularcasına “ za­ man” diyor geride kalan temelin üzerine

__ 134

yığila yığıla ekonomik temeli de dönüş­ türecek gücü eline alıyor ve ona uygun bir politika ve ideoloji alanı oluşuyor. “ Yığıla yığıla biriken ideoloji ve politika, bir noktada bu temeli dönüştürecek gü­ ce ulaşıyor” (aynı yerde) anlatımı böylece hiçbir bilimsel temele dayanmıyor. Bu anlatımda var olan ve biriken politika ve ideoloji, altyapı öğelerinden bağımsız ve soyut bir açıklamayı ifade eder. Baş­ ka bir deyişle ideoloji ve politika, yığılma ve birikme ile açıklanamayacak kadar altyapı öğelerinden kopmuş bağımsız bir söylemi içermez. Sorun böyle olunca, sı­ nıf temellerinden kopartılmış böyle bir i­ deoloji ve politika anlatımı niyet ne o ­ lursa olsun egemen bir düşünce olarak ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla altyapı sis­ temini dönüştürecek ve iki alan arasın­ daki dinamik ilişkileri kopartacak bir so­ yut tasarım olarak karşımıza gelir. Çul­ haoğlu’nun bu hipotezinin ne Marksizm kuramı açısından ne de yaşanan somut veriler üzerinde hiçbir anlamı yoktur. Devam edelim. Kuşkusuz bu farklı­ laşma sürecinin iki toplum açısından in­ celemeye değer olduğunu yadsımıyo­ rum. Modern kapitalist toplumlarda e­ konomik yapı, bütün diğer yapılar üze­ rinde tam bir belirleme özelliği taşır. Bu­ nun nedeni üretim sisteminin, yani kapi­ talist üretim ilişkilerinin egemen yapısı­ nın tüm toplumsal sistemi de biçimlen­ diren bir karaktere sahip olmasından ile­ ri gelir. Ancak yarı-feodal ve feodal yapı­ larda ekonomik alan, kapitalizme göre iç bağlantıları açısından, dolayısıyla top ­ lumsal sistem yapılarını belirlemede da­ ha zayıf ve güçsüzdür. Yapılar arasındaki ilişki daha özerktir ve yapıların birbirine bağımlılığı daha zayıftır. Kendi iç dinami­ ğiyle burjuva demokratik devrim görev-


__________ sınıf mücadelesi kuram ı___ lerini tamamlayamamış, daha çok bağım­ lı ve dış dinamikler üzerinden egemen kapitalist yapıların oluştuğu Türkiye gibi toplumlarda, ekonomik alanın sürekli bir iç sarsıntı geçirmesi, bu anlamda po­ litik ve ideolojik alanın görece “ özerk” olması daha anlaşılır bir yoruma kavu­ şur. Çünkü burada hala varlığını koruyan kapitalizm öncesi güçlü tarihi yapılar vardır. Özellikle politika alanlarında kit­ leleri kazanma ve politik sistemi inşa et­ me sürecinde, eski yapıların değer yargı­ larına ve buna uygun söylemlerine baş­ vurulması bilinçli bir seçimdir. Burada ö­ zellikle milliyetçilik ve dinsel söylem öne çıkan iki temel ideolojik belirlemedir. Hatta egemen burjuvazi egemenliğini in­ şa etmek için bunu teşvik bile edebilir. Bu anlamda her iki yapı arasında zımni bir ittifak da vardır. O nedenle toplu­ mun büyük bir bölümü devletten bağım­ sızlaşmış bir politik yapı içinde yaşıyor­ muş gibi bir algılama içine girebilir. Ken­ dini yeniden üreten bu toplumsal yapılar sürekli ayrışık yapılar içinde kendini ko­ numlandırır. Alın size Siyasal İslam hare­ ketinin politika ve ideoloji alanındaki ye­ ni biçimlenişini, bütün bunlar toplumu biraz daha sisteme bağlayan volan kayış­ larıdır. Kendi denetimi dışına çıkan bu “ özerk” yapıları, bir iç başkalaşım süreci içinde ideolojik ve siyasal olarak parça­ lamanın ve düzenin arabasına koşarak denetim süreçlerini gerçekleştirmenin yolları da böylece bulunmuş olur. Kuş­ kusuz burada ayrımlaşan yapıların kendi­ lerine özgü özerk yapıları izah edilebilir. Ama konumuz şimdilik bu değil. Hatta bu Asya ve Doğu toplumlarının bir özel­ liği olarak da tanımlanabilir. Buradan çı­ karmamız gereken sonuç şudur; mo­ dern kapitalist toplumlardaki ekonomik

alanın belirleme süreci, teorimizi geçer­ siz kılmaz, ama nesnel bir durumun öz­ nel bir açıklanmasını gösterir. Toplumun büyük kısmı Türkiye gibi ülkelerde, kırsal ve şehir varoşlarında yaşıyor. Oysa bu toplumsal kesim, mo­ dern anlamda üretim ve emek sürecinin bilinen yapısından ve ilişkilerinden uzak­ laştığı ve bu anlamda konunun anlaşılma­ sı açısından söylemek istiyorum “ asalak” yaşam sürdürdüğü için, devlet yapısı kendi sınıf egemenliğini inşa etmek için bu toplumsal gücü rahatlıkla çeşitli poli­ tik yapılar içinde bölerek harekete geçi­ rebilmektedir. O nedenle Marx’ın Asya toplumlarında vergi ile rantın birbiriyle örtüştüğünü ve bunun da ekonomi dışı zor yoluyla gerçekleştiğini söylerken konu bugün için daha da anlaşılır olmak­ tadır. Çünkü feodal düzende meta mü­ badelesi biçimleri, toplumun yapısını da biçimlendirecek ve etkileyecek durum­ da değildir. Bizim gibi ülkelerde ise me­ ta mübadelesi toplum yapısını belirliyor olsa bile, bu belirleme düzeyi bir Ingilte­ re veya bir Almanya düzeyinde işlemi­ yor. Eski yapılarla birlikte doğrudan iş ve emek sürecinden kopmuş işsiz milyonla­ rın varlığı, ikili toplumsal yapı içinde (bu­ rada kastettiğim ikili toplum yapısı ola­ rak; iş sürecinden kopan büyük bir e­ mek gücünün varlığı ile bu emek gücünü sarmalayan kapitalizm öncesi eski yapıla­ rın konumu ele alınmaktadır), meta mü­ badelesi de dengesiz bir süreç olarak iş­ liyor. Hala ülkenin milli geliri (GSMH) düzeyinde kayıt dışı bir ekonominin var­ lığı bu çarpık yapıyı göstermesi bakımın­ dan ilginçtir. Daha ilginci son şubat kri­ zinin göstergeleriyle ortaya çıkan global sermayenin müdahalesidir. Rant ekono­ misi ile verginin içiçe geçtiği bir toplum135__


— yol sal yapıya küresel sermayenin müdaha­ lesi, bu iki toplumsal yapının hassas den­ gelerim anlamak açısından öğretici bir örnek olmuştur.

E. KAPİTALİZM ÖNCESİ TOPLUMLARDA SINIF MÜCADELESİ DÜZEYİ Nitekim kapitalizm öncesi toplumlarda sınıf mücadelesi de aynı düzeyde sorunludur. Burada modern anlamda bir sınıf mücadelesi düzeyinden bahsede­ nleyiz. İster istemez içinde bulunulan toplumsal kesimler kendi talepleri ve ya­ pısal özellikleri ile sınıf mücadelesine ka­ tılırlar. Nitekim Marx, prekapitalist dö­ nem için şunları belirtmiştir; “ Eski dün­ yada sınıf savaşımları, borçlu ile alacaklı arasında bir savaşım biçimini almış ve Roma’da borçlu pleblerin mahvolması i­ le sonuçlanmıştır... Bu iki dönemdeki borçlular ile alacaklılar arasındaki para i­ lişkisi, yalnızca sözkonusu sınıfların da­ yandıkları genel ekonomik koşullar ara­ sındaki derin uzlaşmaz karşıtlığı yansı­ tır.” (Kapital, c. I, s.ISO, Sol Yay.) Marx, bu çelişkinin (alacaklılarla borçlular ara­ sındaki) para ilişkisi biçimi olduğunu söylese de, aslında bu çelişkinin derinde yatan ekonomik yaşam koşullarının antagonizmasını yansıttığını belirtmekte­ dir. Ancak tarihsel belleğimiz göster­ mektedir ki, bu yansıtma kendini mo­ dern anlamda sınıf mücadelesi düzeyin­ de bir varlık olarak kendini ortaya çıka­ ramamıştır. Kuşkusuz çıkarması düşünü­ lemezdi. Bu antagonizma derinleşmiştir, ama hiçbir şekilde bir sınıf mücadelesi­ nin bilinci ile donanacak nesnelliğe ka­ vuşmamıştır. Dolayısıyla kapitalizm önı.w.

cesi toplumlarda sınıf mücadelesinin kendisini dinsel, hukuksal, etnik, ulusal vb. biçimlerde ortaya çıkarmasının esvab-ı mucibesi de bu noktadır. Nitekim Marx, bu çatışmanın kendini toplumsal yapıda dinsel olarak, devlet yapısında ise hukuksal biçimlere büründürdüğünü be­ lirtmektedir. Bu toplumsal yapıların böl­ gesel liklere, kastlara, zümrelere, dinsel ve ırksal vb. ayrılıklara yol açması hiçte tesadüfi bir ayrışma süreci değildir. Ya­ şamın doğasından akıp gelen bu yapılar, hem doğal yapının hem de gelenekçi tavrın Marx’daki ifadesiyle “ hukuksal ka­ lıba” dökülmesinden başka birşey değil­ dir. işte bu konum ve ayrışma süreçleri, her yapının sınıf egemenliği biçimi olan devlet tarafından belirli bir yasal hukuk­ sal yapılar içinde bir kalıba dökülmesi anlaşılabilmektedir. Doğal olarak bu ya­ pılar, kapitalizmden farklı olarak çeşitli işlevlerle donatılmıştır. Kapitalizm öncesindeki bu toplumsal yapılar, ekonomik alanın oluşumunda parçalama rolünü, dolayısıyla bütünsel yapıların ayrışmasını olanaklı kılıyor. O nedenle feodal toplumlarda oluşan bu nesnel yapılar, feodal ekonominin parça­ lanma sürecini durduran değil, hızlandı­ ran bir özellik taşıyor. Böylece bu yapı­ ların ekonomik olarak işlevsel rolü, hu­ kuksal yapılar gibi üstyapının da parça­ lanma sürecini derinleştiren bir etkiye sahiptir. Elbette feodal sistem içinde oiuşan bu yapıların, düzeni değiştirmek gi­ bi ne bir rolü ne de bir işlevi vardır. Bu­ radan çıkardığımız sonuç şudur; demekki üstyapı biçimleri (devlet, ideoloji, politika, hukuk vb.) ile altyapı (ekono­ mik alan) biçimleri arasındaki çelişkili ya­ pı, doğrudan sınıf mücadelesi biçimleri­ ne, dolayısıyla sınıf bilinci sorununa yan-


__________ sınıf mücadelesi kuram ı__ sıyor. Bu anlamda henüz burjuva de­ mokratik devrim görevlerini gerçekleş­ tirememiş geri toplumlarda, sınıf müca­ delesi modern anlamda iki temel sınıfın soyut düzeyde karşı karşıya geldiği bir düzey değil, ama farklı ve parçalı top­ lumsal yapıların içinde hareket ettiği çe­ şitli sınıfların ana sınıf eksenindeki bö­ lünmeye ve mücadeleye müdahil olduk­ ları bir düzeyi gösteriyor. Dolayısıyla bu modern sınıf mücadelesinin niteliğini be­ lirlemede önemli bir ayrışık zemin yara­ tıyor. Doğal olarak bu ana yapıların hem sı­ nıf mücadelesine hem de sınıf bilincine yansıma düzeyleri değişik oluyor. Bu ya­ pıların biçimsel özellikleri, hem bu yapı­ ların kendi aralarında hem de egemen sistem ile ilişkilerinde egemen yapının rolünü ve ilişki düzeyini gizliyor ve anla­ şılmaz kılıyor. İlişki ve çelişkiler bu yapı­ ların içinde görülemeyerek kayboluyor. Oysa bu yapıların ekonomik düzeyde ayrışmasına ve parçalanmasına rağmen (mesela ülkemizden örnek verelim; Si­ yasal İslam, Alevilik ve Kürt Sorunu’nda olduğu gibi toplumsal tabanın ekonomik olarak parçalanma sürecine rağmen), başka bir deyişle sınıfsal ayrışmanın ya­ şanıyor olmasına karşın, bu yapılar ortak bir kültür ve söylem etrafında ideolojik birliğini koruyabiliyor. Çünkü Siyasal İs­ lam’ın nesnel yapısal öğesi olan kitle, tüm sınıfsal ayrışmasına rağmen “ İslam bilincini” , dolayısıyla “ zümre bilincini” koruyabiliyor. Burada İslam bilinci züm­ re veya grup bilincinin (bir arada ortak hareket etme bilinci) gelişmesine katkı sunuyor ve onu besliyor. Bu koşullanma diğer toplumsal kesimler içinde böyledir. Bu bilinç bütünsel yapıyla kurduğu i­ lişkide, sınıf bilincini sınırlıyor, onun üze­

rini örterek anlaşılmaz kılıyor. Dolayı­ sıyla sınıf bilincinin su yüzüne çıkışını en­ gelliyor. Bu durumu ekonomik ifadeyle söylemek gerekirse, bu kesimin emekçi karakterini gösterse bile, onu bu sınıf karakterinden soyutladığı için, sınıf mü­ cadelesi sürecine karşı olumsuz bir ko­ numa itiyor. Bu durumda doğal olarak sınıf mücadelesi süreci, kapitalizm döne­ mi ile kapitalizm öncesi dönemlerde farklı gelişme göstereceği anlaşılır ol­ maktadır. Nitekim Marx; “ A ntik çağda ve modern zamanlarda sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğundan, bu koşullardan do­ ğan siyasal biçimler arasında...” ki farklılı­ ğa işaret etmiştir. (Louis Boııaparte’ın 18 Brumaire’i, s. 9, Sol Yay.) Zira kapi­ talizmde sınıf mücadelesi gerçeği, tarih­ sel bir gerçek olan toplumsal yapılar ü­ zerinde ve onun hareketleri içinde sim­ geleşir. Burada sınıflar bu toplumsal ger­ çeklik içinde vardırlar. Bu sorunun çö­ zümü kuşkusuz tarihsel maddecilik için­ de çözüme kavuşturulmuştur. Oysa prekapitalist yapılarda sınıf gerçeği, ta­ mamıyla farklı bir oluşum grafiği çizer. Burada sınıflar, “ karmaşık” yapı içine gizlenmiş bir görüntü içindedir. Bu top ­ lumlarda ekonomik sınıf çıkarı, henüz tarihsel sürecin ilerletici bir konumu o­ larak çıplaklıkla ortaya çıkmış değiller­ dir. Tarihsel dönüşüm görevi ve toplumların değişim sürecini gerçekleştire­ cek tarihsel moment, ancak kapitalizm şafağında olası olmuştur. O nedenle ka­ pitalizm öncesi toplumlarda sınıf müca­ delesi, toplumların itici gücü olarak yeni bir toplumsal yapının inşa edilebileceği bir konuma kavuşmamıştır. Ancak kapitalizmde devletin bu ideo­ lojik aygıtları, bizzat devletin kendisi,

------------------------------------------- 137 —


— yol hangi düzeyde olursa olsun ekonominin sarsıcı sonuçlarını örtemiyor, kapatamı­ yor. Henüz bizim gibi ülkelerde, bu ide­ olojik aygıtlar ve diğer üstyapı kurumları, nesnel sınıf gerçeklerini örtmede bir rol oynasa bile, bu artık çıplak sınıf ger­ çeğini istenilen düzeyde gölgeleyemiyor ve saklayamıyor. Fakat bu gerçeği paralize edecek ideolojik ve politik yoğunlaş­ ma araçlarının olağanüstü olarak devre­ ye girmediği anlamına gelmiyor. Sınıf mücadelesinin antagonist yapısı yok edi­ lememiş olsa da ve kapitalist burjuvazi yoğun bir ideolojik kampanya örgütle­ miş de olsa, ne sınıf mücadelesi durdu­ rulabiliyor ne de sınıf bilincinin nesnel sı­ nıf temelleri yok edilebiliyor. Aynı dü­ zeyde olmasa da toplumsal ilişkilerde sı­ nıf mücadelesi, ideolojik mücadeleyi de harekete geçirecek temelleri de yaratı­ yor. Sınıf mücadelesi aynı düzeyde sınıf­ ların kurulması mücadelesi olacaksa, bu­ nun tarihsel bir bakışı, dolayısıyla ideo­ lojik bir yaklaşımı da olmak zorundadır. Burjuvazi herşeyden önce kendi sınıf e­ gemenliğini ideolojik olarak kurmadan edemez. Proletarya da öyledir. O halde işçi sınıfı kendi sınıf ideolojisine kavuş­ madan ne kendini ne de kendisi ile bir­ likte diğer toplumsal kesimleri kurtara­ bilir. Sınıf mücadelesi aynı zamanda yeni olanakları da karşımıza çıkarır; sınıf çe­ lişkilerinin derinleşmesine hizmet eden sınıf mücadelesi, sistemin çözülüşünü sağlayan en büyük dinamik güçtür. Bu­ gün hem sistemin çözülüşünün önüne geçiliyor hem de derinleşen çelişkiyi farklı gündemlerle başka bir kanala aktarabiliyorlarsa, bunun nedeni proletarya­ nın ideolojik, politik ve örgütsel dağınık­ lığı, daha da ötesi birleşik bir kurtuluş

projesine olan güvensizliğidir. Sorun ka­ pitalizmin güçlü olmasından değil, tersi­ ne işçi sınıfının sınıf birliğinin kurulama­ mış olmasından kaynaklanmaktadır

F. SIN IF DIŞI TOPLUMSAL AKTÖRLERİN SIN IF MÜCADELESİ İLE İLİŞKİSİ Kapitalizmde ekonomi ile politika birbirinden ayrışmıştır. Ancak bu ayrış­ ma sınıf mücadelesini ortadan kaldırma­ mış, ama onun daha fazla anlaşılır olma­ sını güçleştirmiştir. İki alan arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşim düzeyi, çatışmalı yapıyı yok etmemiş, ancak onu farklı düzeye büründürerek anlaşılır ol­ masını zorlaştırmıştır. Bu egemen siste­ min yeniden yapılandırmasının doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Çatışmak yapı farklı biçim ve görünümler alsa da­ hi, sistemin üzerine oturduğu temel e­ konomik yapı tarafından belirlenirler. Aynı toplumsal yapının ve üretim ilişki­ leri sisteminin ürünüdürler. Zira kapita­ list sömürü ortadan kalkmadıkça, sınıf mücadelesinin dinamik güçleri her za­ man var olmaya devam edecektir. Marksizm’de sınıf mücadelesi kuramı ikilidir; ilki üretim ilişkisi sürecindeki an­ tagonist sınıf yapılarının varlığı düzlemin­ de ortaya çıkan karşılıklı ilişki ve konumlanışı ifade eder. Yani üretim süre­ cinde ortaya çıkan sınıf mücadelesinin tarafları olarak proletarya ve burjuvazi vardır. Diğeri ise, bu ana yapının şekil­ lendirdiği ve ayrık bir konumda kendini yansıtan diğer toplumsal ilişkiler düze­ yinde ortaya çıkan çatışmak yapılardır. Bunlar kültürel, dinsel, etnik, hukuki vs. düzeyleridir. Sınıf mücadelesinin diğer


__________ sınıf mücadelesi kuram ı___ tüm toplumsal ilişki ve gerilim noktaları­ nın kaynağı esas olarak, sistemin temel omurgasını oluşturan ve ekonomik iliş­ kilerde varolan ve bu ilişkiler içinde sak­ lanan, proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmalı yapılardır. Başka biçim ve dü­ zeylerin anlaşılması demek, bu temel an­ tagonist çelişkinin toplumsal formasyon­ la karakterize edilecek olan yapıların i­ zah edilmesi demektir. Başka bir deyişle üstyapı kurumlan olan, politik, ideolojik, kültürel, dinsel veya etnik ilişkiler düze­ yinin bu temel çelişki üzerinden analizi demektir. Bugün sistemin kurumsal yapısı, ça­ tışmaları yumuşatıcı ve aynı şekilde bastırıcı sonuçlara yol açacak stratejiler ge­ liştirmiştir. Ortada var olan çatışma her düzeyde bir sınıf mücadelesi biçimini temsil etmeyebilir. Ancak bu tarz müca­ dele biçimleri yine de sınıf mücadelesi tarafından belirlenirler. Mesela dinsel veya ulusal bir mücadele bir sınıf müca­ delesi düzeyi değildir. Ama sınıf yapıları­ nın da içine yerleştiği ve yine sınıf müca­ delesinin ilkel düzeyi içinde var olduğu nesnel bir konumu ifade eder. Dolayı­ sıyla sistemin egemen ideolojisi tarafın­ dan kuşatılmış bir biçimde kendini oluş­ turur. Daha anlaşılması bakımından fark­ lı bir örnekde, ücret ve sendika hakkı gi­ bi benzer taleplerdir. Bu tü r mücadele Lenin’in de belirttiği gibi, sınıf mücadele­ sinin bir embriyonu düzeyindeki müca­ deledir. Başka bir deyişle “ tohum halin­ de” bir bilinç düzeyini ifade eder. (Ne Yapmalı, s.35, inter Yay, 1993) O mo­ dern anlamıyla bir sınıf mücadelesi düze­ yi değildir. Sendikal mücadele sınıf mü­ cadelesinde çekirdek düzeyinde vardır. Çatışmanın siyasal bir içerikten yoksun oluşu, çatışmayı ortadan kaldıran bir ne­

den olarak sayılamaz. Siyasal karakter­ den yoksun olan veya soyutlanan bir mücadele, sınıf mücadelesi biçimine dö­ nüşü engelleyecek bir dizi argümanları i­ çerir. Toplu pazarlık, sendikal örgütlen­ me, partiler veya meclis, sınıf çatışması­ nı kuşatarak, onları denetleyerek sistem içi bir yapının temellerini atar. Bu durum devrimci anlamda sınıf mücadelesini sı­ nırlandırır ve onu anlaşılmaz kılar. Burada ikili yapı gözlenir; ilki, bazı düşünürler çatışmasız bir toplumsal ya­ pının olası olduğunu söylerken, diğerleri ise, toplumsal sınıf mücadelesinin varlığı­ nı kabul etse bile, bu süreçlerin sınıf mü­ cadelesi dinamiklerinden koptuğunu be­ lirtirler. Bu yaklaşım yüzyıl öncesinin fi­ kirlerinin (Bernstein örneğinde olduğu gibi) diriltilmesine yol açmış ve bu çatış­ maların vatandaşlık hakları bağlamında ele alınması biçiminde değerlendirmele­ re yol açmıştır. Sanayileşme ve yeni teknolojik sü­ reçler, sınıf mücadelesinin ve toplumsal çatışmaların değiştiğine, en azından bi­ çimsel düzeyde yeni olgular yarattığına ilişkin analizler, kendi içinde iki farklı gö­ rüşü ortaya çıkarmıştır; bu görüşlerden ilki şudur; günümüzde üretim ilişkileri­ nin farklılaşması veya değişmesi, sınıfları ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmış­ tır! En hafif deyimi ile toplumsal sınıf ça­ tışmaları, kapitalist üretim biçiminin bir sonucu olmaktan çıkmıştır! Bu tezlerin anlamsız olan yanlışlıklarını bu yazıda tartışmayacağız. (Bunları “ İşçi Sınıfının Anatomisi” kitabında tartışmıştık.) İkin­ cisi, bazı postmarksistlere göre (bize gö­ re bunlar yeni revizyonistlerdir), sanayi ve teknolojik değişim süreci içinde, sınıf­ lar ortadan kalkmamış olsa bile, sınıf mücadelesinin değiştiğinden hareketle,

------------------------------------------- 139 —


— y o l-------------------------------------------sınıflararası uzlaşmaz çelişkinin yerini iş­ birliği ve uzlaşmaya dayanan toplumsal i­ lişkilerin aldığını iddia etmektedirler. Kuşkusuz bu görüşlerin azımsanmaya­ cak taraftarlarının olması hiçte tesadüfi değildir. Bu biraz da günümüzün içinde bulunduğu süreçle ilgilidir. Sanıyorum bu görüşlerin “ Marksizm’in pazarında” hala rağbet görmesi, işçi sınıfının kendi rolünü oynayamaması gerçekliği içinde, özellikle sınıf dışı aktörlerin baskın rolü ile birlikte bir paket olarak karşımıza ge­ tirilm iştir. O halde işçi sınıfının mücade­ lesinin diğer aktörlere göre baskın bir konuma gelememiş olmasının nedenleri ele alınırken ve bu süreç incelemeye ta­ bi tutulurken, Marksizm’in şaşmaz göz­ lüğü olan, bütün sistemlerin ana omur­ gası olan ekonomik yapının belirleyici olduğu ilkesi asla gözden uzak tutulma­ malıdır. Ancak Marksizm’i revize eden­ lerin ve onların çeşitli varyantlarının çı­ kış noktası, Marksizm’in bu temel dü­ şüncesine karşı geliştirilmiş olan argü­ manlar toplamıdır. Ancak bu eleştiri ve değerlendirmelerin hiçbir anlamı olma­ dığı gibi bir yaklaşım elbette göstermi­ yoruz. O halde burada, sınıf dışı toplum­ sal mücadele ile sınıf mücadelesinin iliş­ kisini ele almanın gerekli olduğu nokta­ ya geliyoruz. Gerçekte günümüzde var olan, hatta egemen bir konuma sahip olan, sınıf dışı toplumsal çatışmalar Marksist hareketin en önemli paradoksal gündemi olmaya devam ediyor. O halde bunun izahı ge­ rekli bir ihtiyaç olarak karşımıza gelmek­ tedir. Sınıf sömürüsü kapitalist üretim yapı­ sının karakteristik bir özelliğidir. Bu ka­ rakteristik özellik, tüm teknik iş bölümü ve yeni üretim biçimlerine rağmen, kapi­

__ 140_____________________________

talizmin değişmeyen özünü gösteriyor. Dolayısıyla burada soracağımız temel soru şudur; sınıf sömürüsü günümüz toplumsal çatışmalarının temeli olmaya devam ediyor mu, etm iyor mu? Bu ça­ tışmanın ikincil noktada kalmasından ve­ ya baskın rolünü yitirmesinden bağımsız olarak söylüyorum. O halde öncelikle bu nokta üzerinde anlaşmamız gerekli­ dir. Üzerinde anlaşmamız gereken ikinci nokta ise; toplumsal sınıf çatışması ken­ dini modern anlamda bir sınıf mücadele­ si düzeyinde gösteremiyor olsa bile, bu çatışmanın tüm maddi öğeleri ile birlikte keskinleşerek devam edip etmediği so­ runudur. Ancak burada paradoksal sorun, bu toplumsal sınıf çatışmalarının nasıl algı­ landığı sorunudur. Şu doğru; belirttiği­ miz gibi modern anlamda bir sınıf müca­ delesi (proletarya ile burjuvazi arasında) gündemin baskın bir gücünü ifade etmi­ yor. Her ne kadar emek sermaye karşıt­ lığından kaynaklanan tüm toplumsal çe­ lişkiler varlığını sürdürse bile, emek ser­ maye karşıtlığı gölgeleniyor veya anlaşı­ lır bir şekilde görülemiyor. Zira kapita­ list yapılar, ekonomi ile siyasetin ayrış­ ması sürecini derinleştirerek onun ö r­ gütsel yapılarını inşa ederek, bu ana çe­ lişkiyi görünmez kılıyor. Bunun için ege­ men yapı, ideolojik-politik ve kültürel a­ raçları hızla devreye sokuyor. Devlet aygıtı bu noktada işin belirleyici özelliği­ ni oluşturmaya devam ediyor. Devletin yeniden yapılanma süreci, gerilimleri ve kutuplaşmaları derinleştirmesine rağ­ men, bu sınıf mücadelesi düzeyine yansı­ mıyor. Bunun asıl nedeni, toplumsal güç dengelerinin bozulmasıdır. Ancak bu güç dengelerinin bozulması sürecinde, egemen sınıf ideolojik ve politik aygıtla-


__________ sınıf mücadelesi kuram ı___ rı ile devreye giriyor, gerçek süreci, ya­ ni emek sermaye karşıtlığı sürecini paralize ediyor. Buna kuşkusuz bizim gibi ül­ kelerde militarist zorda eşlik ediyor. Bu noktada sınıf dışı toplumsal çatışma ak­ törleri var olan paradoksal yarıktan o r­ taya çıkıyor. Bunun ortaya çıkmasının ö­ nemli tarihsel nedenleri var; toplumların tarihi ve kültürel yapılarının, Asya ve Doğu toplumlarında dinsel yapının ku­ şaklar boyu toplumun yaşam biçimini belirleyen kültürel ve ahlaki biçimlenişi, özellikle kriz dönemlerinde sanal bir kurtuluş projesi olarak algılamaya neden oluyor. Zulümden kaçış ve “ sığıntı çadı­ rı” olarak ortaya çıkan ilişkiler bütünü, ister istemez etnik kimlik ve dinsel ina­ nış gibi kültürel biçimlere bürünüyor ve yaşama damgasını vuruyor. Böylece yapı egemen bir karakter alıyor. Burada birbirine bağlı birkaç temel noktaya vurgu yapılabilir; İlki sınıf dışı aktörler olarak günü­ müzde baskın olan toplumsal çatışma a­ lanlarının izah edilmesi gerekiyor. Özel­ likle din, ulus, cinsiyet, birey, etnik kim­ lik ve diğer sınıfsal olmayan ideolojiler vs... Bu yapısal güçlerin, sınıf mücadelesi üzerinde oynayacağı olumlu veya olum­ suz sonuçların irdelenmesi gerekmekte­ dir. Ki biz bu yazıda sadece bu noktala­ ra vurgu yaparak geçmek zorunda kala­ cağız. Ancak yine de şu soru önemlidir; bu toplumsal güçler kapitalizmin dönüş­ türücü gücünü oluşturabilirler mi? Başka bir deyişle sınıf politikaları dışında, bu sı­ nıf dışı güçler antikapitalist bir programa sahip olarak kapitalizmin ortadan kaldı­ rılmasına yol açabilir mi? Bu soruya evet dememiz güçtür. Bunun esas nedeni, bu güçlerin sistemin ekonomik yapısı üze­ rinde değiştirici bir role sahip olmaması­

dır. Zira bu sınıf dışı aktörler, daha çok üretim ilişkisi dışındaki “ dışsal” olgular­ dır. Ancak bunlar en olumlu düzeyde e­ le alınsa bile, üstyapı biçimlerinde etkili olabilecek, ancak sistem yapısını dönüştüremeyecek bir alan olarak düşünülebi­ lir. Yine de bu yapılar, toplumdaki çeliş­ kili konumların anlaşılmasında bir role sahip olabilirler. Belki olumlu düzeyde bir başka nokta da şu olabilir; sınıf dışı toplumsal çatışmaların sınıf mücadelesi süreçlerine kanalize edilmesinde manivile bir güce sahip olması önemli bir so­ runsaldır. Mesela K ürt Hareketi’nin son 15 yılda yürüttüğü ulusal savaş, değerlendirilebilseydi sınıf mücadelesine hem olumlu bir katkı ve olanak sağlardı, hem de becerilebilseydi Kürt Mücadelesi sınıf mücadelesine kanalize edilerek karşılıklı olarak devrimci bir sınıf stratejisinin ya­ ratılmasında önemli bir temel oluştura­ bilirdi vs. Sınıf dışı toplumsal dinamikler, sınıf çatışmasının algılanmasını güçleştiren, hatta onu denetlenir bir noktaya kadar çekecek süreçlerin yaratılmasında, ege­ men otoritenin önemli manipüle aracı olarak bir işlev görmüştür. Böyle bir strateji, hem sınıf çelişkilerinin anlaşıl­ masına ve sınıf ilişkilerinden bağımsız i­ lişkiler gibi sunulmasına hem de sınıf mücadelesi perspektifinden kopuşa yol açacak, dolayısıyla liberal burjuva de­ mokratik tezlerin diriltilmesine hizmet edecektir. Sınıf mücadelesi, sermayenin strate­ jik eğilimlerine bağlı olarak değişen top ­ lumsal ilişkiler içinde var olan antagonist çatışmalı yapıları, kendini sınıfsal bir ek­ sende açığa çıkaramıyor. Dolayısıyla kendini de tanımlayamıyor. Dışa vurarak kendini açığa çıkaran esas eğilim, daha

------------------------------------------- 141 -----


— yol çok sınıf dışı toplumsal güçler düzeyinde kalıyor. Sınıf dışı toplumsal yapılardaki bölünme süreci, hem etnik, din, çevre, kadın, kültür vb. alanlardaki çatışmak ya­ pılara kaynaklık ediyor hem de sınıf içi bölünme ve çelişkilere... Zira kapitaliz­ min kendisinin bir kriz rejimi olduğunu düşünecek olursak, egemen yapının bu özelliği tüm toplumsal yapı üzerinde de krizin doğal bir sonucu olarak yansıyor. Daha öncede belirttiğimiz gibi, Mark­ sizm kuramında sınıf mücadelesi, esas o­ larak iki temel sınıf arasındaki uzlaşmaz çelişki tarafından belirlenir. Bütün diğer çelişkili yapılarda bu temel yapının şu ve­ ya bu şekilde belirlediği doğal bir sonu­ cudur. Bunda anlaşılmayacak veya yadır­ ganacak bir yan yoktur. Ancak bizim gi­ bi ülkelerde kapitalizmin bağımlı karak­ teri, modern anlamda sınıf mücadelesi sürecini sancılı kılmış ve anlaşılmaz bir hale sokmuştur. Burada anlaşılması ge­ reken (veya anlaşılmasını güçleştiren), sınıf dışı toplumsal yapıların baskın ko­ numu ve gerilim noktasının yüksek olu­ şudur. Ancak belirtmek gerekirse, bu nokta sosyalist hareket açısından para­ doksal bir noktadır. Özellikle sistemin kendini yapılandırma süreçlerinde, bu gerilim noktaları artan bir yüksek tem­ poyla gündeme düşmektedir. Sistemin kendisinin de, bu toplumsal güçlerin ta­ leplerini çözme iradesini gösteremediği­ ni bir gerçeklik olarak alırsak, bu sorun ve sorunlar yumağı daha da büyüyecek demektir. Bu süreç, hem sosyalist stra­ tejiler açısından hem de sınıf mücadele­ si paradigması açısından kaotik yapıyı derinleştiren bir etki yapmaya devam e­ decektir. Ancak uzun yıllar sosyalist ha­ reket, sınıf dışı bu toplumsal çatışma sü­ reçlerini, ya görmezden gelerek soyut

__ 142______________________________

bir sınıf mücadelesi pratiğinden yola çık­ mış ya da üzerinden atlayarak onu gör­ mezden gelmiş ve ayakları yere basma­ yan stratejilerin üretilmesine neden ol­ muştur. Bu her iki noktanın kesiştiği yerde konumlanan sosyalist bir strateji, marjinal ve gündem dışı kalmaya yol aça­ rak tarihsel yıkımı derinleştiren en bü­ yük etken olarak karşımıza gelmiştir. Dogmatik ve ezberci bir sınıf mücadele­ si söylemi, yalnız teoriyi kavramadaki kı­ rılgan noktayı açığa çıkarmıyor, aynı za­ manda kendi sonunu da hazırlayan te­ meller yaratıyor. Örneğin K ürt Sorunu’ndaki sosyal şoven konumlanış, sade­ ce bu alandaki egemen ulus milliyetçiliği ile izah edilemez. Bununla birlikte, sınıf mücadelesi kuramını kavramada ve o ­ nun sınıf dışı toplumsal güçlerle olan iliş­ kisindeki dogmatik yorumlarda da aran­ malıdır. Aynı şey ‘teorisiz praksizm’ an­ lamında, bir dizi siyasal sorunda kendini göstermektedir. Ancak bir başka paradoksal nokta şudur; bizim gibi ülkelerde doğru bir sı­ nıf mücadelesi stratejisi kurulamadığı i­ çin, bu ara sınıfların toplumsal mücade­ ledeki baskın konumu, sınıf dışı liberal sol stratejilerin hızla üretilmesine kay­ naklık etmiş ve belli bir toplumsal temel de yaratmıştır. Bu konu son derece ö­ nemlidir ve ayrı bir yazıda incelenmesi gerekmektedir. Şimdilik bu kadarla yeti­ nelim. Bütünsel toplum tasarımı burjuvazi i­ le proletaryaya aittir demiştik. Onun ö r­ gütsel planı da bu tasarımla ortaya çıkar. Bunun esas nedeni, kapitalist üretim sü­ recinin gelişmesine dayanıyor olmasıdır. Oysa sınıf dışı toplumsal akımların veya ara sınıfların (bu iki temel sınıf dışındaki sınıf ve katmanlar anlamında) böyle bü­


sınıf mücadelesi kuram ı__ tünsel bir toplum projesi yaratma özel­ liği yoktur. Sallantılı ve kararsız olan bu sınıflar, hem kapitalist üretim içindeki kaygan konumları hem de eski yapıyla (feodal, yarı-feodal sistemle) olan bağla­ rı, onları böyle bir bütünsel stratejiden uzak tutmuştur. Onların sınıf çıkarları genel olarak toplumun tümünü kucakla­ yacak ortak bir tasarım yoksunluğu ile belirlenir. Dolayısıyla sistemin özüyle değil, daha çok onun görünen arızi so­ nuçlarıyla uğraşır. Bu konumlanış doğal olarak, sınıf mücadelesine kısa erimli bir öngörü ile katılması anlamına gelir. Sal­ lantılı ve güvensiz bir profil çizer. Dola­ yısıyla daha çok ekonomik reform talep­ leri ile kendini sınırlar. Marx’in, bu top­ lumsal kesimler için şu belirlemeyi ya­ parken ne kadar doğru- bir tarihsel tes­ pit yaptığını anlarız; “ Ama demokrat kü­ çük burjuvaziyi, dolayısıyla bağrında kar­ şıt iki sınıfın çıkarlarının birbirlerini kö­ relttikleri bir ara sınıfı temsil ettiği için, sınıflararası uzlaşmaz çelişkilerin üstün­ de olduğunu sanır.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, s. 56, Sol Yay.) Zira bir a­ ra sınıf olan küçük burjuvazinin burada­ ki rolü ‘sermaye ve ücretli emek gibi iki aşırı ucun ikisini birden ortadan kaldır­ manın değil, tersine olarak bu karşıtlığı yumuşatmanın ve uyumlu hale getirme­ nin’ (Marx) yollarını aramak olacaktır. Sonuç olarak diyebilirizki, ara sınıflar, sı­ nıf mücadelesi stratejisinde yalpalayan, kararsız ve bilinçsiz bir sınıf kimliği ile bu mücadeleye müdahil olurlar. Ara sınıfların hedefleri, tarih boyun­ ca, sınıf mücadelesinde esas olarak ‘ide­ olojik’ biçimlere bürünerek etkili olmuş­ lardır. Özellikle toplumsal devrimler sü­ recinde, bu ideolojik etki belirgin bir şe­ kilde görülebilmektedir. O nedenle sol

yapılar içinde bu kadar ideolojik farklı­ lıkların ve siyasal kimliklerin ortaya çıkı­ şı tesadüfi değildir. Burada küçük burju­ vazi her zaman kaypak bir toplumsal kimlikle mücadelede taraf olmuştur. O anlamda tarihsel örnekler konunun an­ laşılmasında bizim için önaçıcı bir rol oy­ namaktadır. Bu anlamda küçük burjuva­ zi zaman zaman radikal bir kimlik de ka­ zanabilir. Bunun tarihte örnekleri çok. Mesela en belirgin örnek olarak Fransa’­ da 1848-51 dönemlerinde Jakoben Montagnard ile Rusya’da Narodnikler verilebilir. Çünkü kapitalizm bunların varlıklarını ortadan kaldırdığı için, radi­ kal kimlik edinebilmişlerdir. Mesela fark­ lı bir örnek olarak şubat krizi ile birlikte Ankara’daki küçük ve orta ölçekli esna­ fın eylemleri verilebilir. Bu ara sınıfların sınıf savaşımı döne­ minde, sınıf çıkarları ile sınıf bilincinin birbirini dıştalayan ve birbiriyle çelişen bir karşıtlık ilişkisi içinde görünebilir. Oysa burjuvazi için, sınıf çıkarları ile sı­ nıf bilinci birbirini karşıt olarak dışlamaz. Burjuvazi arasında da bir çelişki vardır. Ancak bu çelişki, Lucas’ın da dediği gibi bağrında taşıdığı “ diyalektik çelişki” ola­ rak değerlendirilebilir. Küçük burjuvazi için sınıf bilinci frenlenirken, burjuvazi i­ çin bu sınıf bilincinin gelişmesinin önü a­ çılır. İşçi sınıfı açısından da durum budur. Nedeni burjuvazi ile işçi sınıfının üretim sürecindeki çıkarları bunu koşulladığı i­ çindir. Ama burjuvazi için sınıf bilinci, kendi içinde var olan ve çözümü müm­ kün olmayan amansız bir çelişki ile belir­ lenir. Bu durum hem proletaryanın do­ ğuşuna kaynaklık eder hem de sınıf bilin­ cinin gelişmesine. Kuşkusuz burada işçi sınıfının sınıf bilinci ile sınıf çıkarları bur­ juvazinin tersine çözümlenemez bir


__ y o l_____________________________ rir olmasıdır. Onun üstünlüğü buradan gelir. Bu çatışmalara kaynaklık eden esas neden, kapitalist ekonominin yarattığı ve O halde şu noktaya geliyoruz. Bura­ onun üzerinde kurulan sistem yapısının da sosyalist sınıf mücadelesi stratejisi a­ egemen rolüdür. Başka bir deyişle alt çısından ikili bir durum vardır ve bu izah yapının belirlediği sistem biçimlenişi ve onun üzerinde inşa edilen tüm üstyapı edilmelidir; kurumlan, bütün gerilim ve çelişkilerin 1O to rite r egemen sistem yapısın­ ana kaynağıdır. Ancak bu ana değerlen­ dan kaynaklanan sınıf dışı tüm toplumsal dirme üzerinden 'görece bağımsız’ yapı­ yapı ve sorunlar, sınıf yapısı ve sınıfsal ların izahı da kolaylaşmış olur. strateji hesaba katılmadan çözümlenme­ Temmuz 2001 si mümkün değildir. Sosyalist politikanın dışındaki birçok arayışın temelinde, çö­ züm gücü olarak sistem içi bir arayış vardır. Bu çözümsüzlüğün sınıf politika­ ları dışındaki sınırını gösterir. Buna ken­ dine sosyalist ünvanı veren bir dizi çev­ re ve gruplar da eşlik etmektedir. noktada bulunmaz. O artık bu noktadan sonra alternatif bir toplum projesi ile bütünleşmiştir.

2- Sınıf dışı tüm toplumsal güç aktör­ lerinin, doğrudan kapitalist sömürü sü­ reciyle ilişkisi bulunmasa da, yani ekono­ mik alanın doğrudan bir yapısal özelliği­ nin sonucu değilse bile, bu güçlerin çe­ lişkili konumunu sınıf mücadelesinin dı­ şında değerlendirmek, yanlış sınıf politi­ kalarına kapıyı aralar. Zira sınıf dışı bu toplumsal yapıların, sınıf politikaları dı­ şında ele alınması, sonuç olarak siyasal mücadeleyi de sınıf dışı temellerde kur­ gulamaya yol açar. Bu ise tarihsel olarak politika ile sınıf ilişkisinin bağını kopara­ cak en büyük paradigma olarak karşımı­ za gelir. Özellikle Liberal Sol’un bu nok­ tada kabul edilemez tezleri, bu yanlış kurgulanmadan ileri gelmektedir. Sosyalist politikalar için nirengi nok­ tası, tüm toplumsal çatışmaların sınıfsal analizini gerekli kılar. Ama bu hiçte ken­ di kendini tekrar düzeyinde değil, karşı­ sına çıkan her yeni olguyu Marksist sınıf kuramı düzeyinde üreterek gerçekleşti­

__ 144



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.