Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz politik durum değerlendirmesi
emperyalizmden ‘imparatorluğa’ ya da postmodern emperyalizm
Mehmet Yılmazer
'aptalca bir eylem'
Ayşe Tansever
Politik Durum Değerlendirmesi
3
11 Eylülün Birinci Yılında Dünya Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Orsanizasyon Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi: Edip Bal Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. No: 18 D: 13 Yusufpaşa-Aksaray / İSTANBUL
27
M ehm et Yılmazer
Emperyalizmden ‘imparatorluğa’ ya da Postmodern Emperyalizm
Arjantinazo Kurulu Saatli Bomba
Tel: 021 2 589 73 84 Faks: 021 2 589 73 96 W eb: http://direnis.com E-Posta: direnisciier@ direnis.com Yurtdışı Satış Fiyatı . Almanya 10 Euro İsviçre 15 SF Baskı Ö zd e m ir Matbaası 0 212 565 17 74 Ayda bir çıkar
32
M ehm et Yılmazer
43
Ayşe Tansever
‘A ptalca Bir Eylem’
66
Ayşe Tansever
Üretici Güçlerin Tek Yanlı Gelişimi ve işçi Sınıfı
80
Haşan Oğuz
_________________________________________________________________________________
POLİTİK DURUM DEĞERLENDİRMESİ A- DÜNYA RAPORU I- Emperyalizmin yarattığı dünya tablosu Kapitalizmin geldiği aşama; üretici güçlerin temeli olan insan ve doğanın gi derek daha fazla ve geri dönülmez bi çimde tahribine dayanmaktadır. Bu tah ribat “ önlenebilir dışsal bir sonuç” veya “ yan etki” değil, kapitalizmin meta üreti mi gibi içsel niteliği, mantıksal sonucu dur. Kapitalizm vitrinleri dolduran şata fatlı tüketim mallarıyla birlikte, yaygın ve yoğun olarak yoksulluk üretmektedir. Son 50 yılda dünya GSMH’si 9 katına çıkmış ve bugün 30 trilyon dolara ulaş mıştır. Fakat bu gelirden dünya nüfusu nun en zengin yüzde 20’si yüzde 86, en fakir yüzde 20’si ise ancak yüzde 1.3 pay almaktadır. Sadece 358 dolar milyarde rinin servetlerinin toplamı, dünya nüfu sunun en yoksul yüzde 45’inin gelirleri nin toplamı kadardır. Eşitsizlik çarpıcıdır ve giderek daha fazla derinleşmektedir. 1999 “ İnsani Gelişim Raporu” na göre en zengin ve en yoksul ülkeler arasında ki yaşam standartı oranı; I820’de 3:1 iken 19 13’te 11:1, I950’de 35:1, 1973’te 44:1, 1997’de ise 72:1 seviyesine yüksel miştir. Kitleler halinde açlıktan ölüm, tarih te hiç olmadığı kadar insanlığın karşısına dikilmiştir. Bu durum burjuva ideologla rının söylediği gibi aşırı nüfustan veya gelişmemişlikten değil, bizzat kapitaliz min “ gelişmesinin” sonucu olmaktadır.
Aşağı Sahra Afrikası’nın; Ruanda, Zim babwe, Somali, Uganda gibi yoksul ülke leri ‘70’lere kadar gıda bakımından ken dine yeterli ülkelerdi. ‘80’lerden sonra ise; dış borçlarının ödenmesi için dayatı lan IMF tarım politikaları, tarımsal üreti mi çökertmiş ve yüzbinlerce insan açlık tan kırılıp, milyonlarcasının göçetmesine neden olmuştu.iBir Ugandalı’mn I995’te kişi başına sağlık harcaması 2.60 dolar ken, ödediği dış borç miktarı 30 dolardı. Afrika’nın bu tarzda finanse ettiği Ame rikan halkı ise zayıflama rejimleri ve re çeteleri için yılda 35 milyar dolardan faz la para harcıyor. Bu miktar Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde her yıl engellenebilir ve kötü beslenmeden kaynaklanan has talıklardan ölen 30 milyon çocuğun ha yatını kurtarabilecek büyüklüktedir^} Küreselleşme söylemlerinin arkasın da, emperyalist sistemin dünyanın belli bölgelerini bataklığa çevirerek, merkeze doğru çekildiği bir tersine hareket de gizlidir. Sistemin zenginliklerini soğurarak yarattığı bataklıklarda; açlıktan, has talıktan, kışkırtılmış savaşlardan giderek daha büyük boyutlarda inşan üretici gü cü tahrip edilmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan 4.4 milyar kişinin dörtte üçü (3.3 milyar) temel gereksi nimlerini karşılayamaz haldedir. D örtte birinin ( I . I milyar) temiz içme suyu yok tur, dörtte birinin barınacak uygun me kanı yoktur, yaklaşık beşte birinin (900 milyon) okuma yazması yoktur, yine yaklaşık beşte biri her gün aç yatmakta dır. Her yıl 17 milyon kişi, ishal, sıtma veya tüberküloz gibi tıbben tedavisi 3
5)
— yol mümkün olan, ateşli ve paraziter hasta lıklara yakalandığı için ölm ektedir Sade ce Afrika’da on milyonlarca insan çağın vebası denilen AIDS’in pençesi altında dır. Emperyalist devletlerin denetiminde yürütülen ve büyük karlar sağlayan sek törlere dönüştürülmüş uyuşturucu, fu huş, kumar gibi illetler, yoksullukla yarı şırcasına insanlığı çürütmektedir. Yıllık 600 milyar dolar civarında olan kara pa ra trafiği 100’den fazla ülkenin GSMH’sinden daha büyüktür. Uyuşturucu tüke timi ilkokul çağına inmiş, fuhuş “ seks tu rizmi” adı altında Tayland gibi bir çok Üçüncü Dünya Ülkesi’nde resmi olarak desteklenir hale gelmiştir. İnsan üretici gücünü böylesine tahrip eden sistem benzer bir yıkımı insanlığın ortak malı olan doğa üretici gücü üze rinde yaratmaktadır. vÇ9. yüzyıldan beri katı yakıtlardan gökyüzüne salınan karbondioksit mikta rı yüzde 25 oranında, atmosferin ortala ma ısısı ise 0.3-0.6 derece artmıştır. A t mosferde toplanan gazların yarattığı se ra etkisiyle artan ısı; ani iklim değişiklik lerine ve kitlesel ölümlerle gelen “ doğal olmayan” afetlere neden olmaktadır. ^ F A O ’nun açıklamalarına göre 1993-2000 yılları arasında tüm tropik ormanların yüzde 40’ı yok edilmiş du rumda. Çokuluslu şirketler ise, 1995 yı lında ağaç ihracatından 5.5 milyar dolar kâr elde ettiler. Ormanların tükenmesi sonucu artan erozyon milyonlarca yılda oluşan ince toprak tabakasını hızla e rit mektedir. ^E kilebilir toprak sürekli azalıyor. Kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal güb reler sonucu artan tuz oranı toprağı ve______
4
_________________________________________________________________
rimsizleştiriyor ve çölleştiriyor. S Atıklarla ve aşırı tuzlanma nedeniy le içilebilir ve kullanılabilir su sürekli azalıyor. Temiz su sorununun 2 1. yüzyılın en temel sorunlarından birisi olacağı ön görülmektedir. ^Hava kirliliği kentleri yaşanmaz ha le getirmiştir. Araştırmacılara göre bu kirlilik sonucu; 2020 yılında her üç ölümden birisi akciğer hastalıklarına bağlı olacaktır. ^Hayvanat bahçesine çevrilen kimi sınırlı alanlar dışında, doğal yaşam ve canlı çeşitliliği aşırı avlanma ve ekolojik tahribat nedeniyle büyük bir hızla kuru tuluyor. Bütün bu tahribatın yüzde 75’inden zengin ülkelerde yerleşik yüzde 25 nüfus sorumludur. Bugün bir Bangladeşli’nin tükettiği enerji miktarı kömür cinsinden 69 kg. iken, bir A B D ’linin tüketimi 10.127 kg.’dır. Çelik 2 kg.’a 417 kg., ka ğıt l ’e 308, çimento 3’e 284 kg.’dır. Bir Bangladeşli’nin ABD’li düzeyinde tüket mesinin, yani tüketim çılgınlığına dayalı emperyalist kapitalist sistemin evrensel leşmesinin ise doğada maddi karşılığı yoktur. Merkezlerin tüketim seviyesinin sürdürülebilmesi ancak insanlığın gide rek daha büyük bölümünün zora daya narak yoksullaştırmasıyla mümkün ola bilmektedir.
II- Emperyalist ekonominin krizi ve asalaklaşan sermaye ‘70’lerde yaşanan ve adına petrol kri zi denilen, fakat esasta kapitalizmin do ğasından gelen, kar oranlarının düşüş eğilimi ve aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklanan yapısal kriz; uluslararası pa ra sistemini (Bretton VVoods) çökert-
politik durum değerlendirmesi__ miş ve günümüze kadar etkilerini göste recek bir durgunluk (resesyon) dönemi başlatmıştı. İlk olarak Ford’un fabrikala rında uygulandığında sömürü oranını olağanüstü büyüten (Fordist) bant sistemi sermaye birikimini sürekli genişletmek zorunda olan sistemin ihtiyaçlarını karşı layamaz hale geldiğinde, kar oranları dü şüşü ve üretime yönelemeyen bir ser maye fazlasının oluşmasıyla kendisini gösteren ekonomik bunalım ‘70’lerden sonra merkez ülkeleri hızla kuşatmaya başladı. ‘73 petrol krizinin ardından bü yük miktarlara ulaşan petro dolarların merkez ülkelere akışı, sigorta ve kredi fonlarındaki birikim, sermaye fazlası so rununu daha da yakıcı hale getirmişti. Emperyalist ekonomiler yaşadıkları yapısal krizi öncelikle bağımlı ülkelere aktararak aşmaya yöneldiler. Bunun için uluslararası işbölümü yeniden düzenlen di ve merkez ekonomilerde yük oluştu ran kar oranı düşük emek yoğun sek tö rle r “ ihracata yönelik sanayileşme” adı altında bağımlı ülkelere kaydırıldı. Bu yolla bağımlı ülkelerden ucuz tüketim malı sağlanarak, metropollerdeki yüksek emek maliyeti düşürülecek ve kar oran ları artırılabilecekti. Bağımlı ülkelerdeki göreli yüksek ücrete ve iç pazara dönük -ithal ikameci- ekonomiler tümüyle tah rip edildi. Yerine iç tüketimin aşırı dere cede kısıldığı, ucuz emeğe dayalı ihracat ekonomileri geçirildi. Meksika’dan Gü neydoğu Asya’ya kadar uzanan bir ku şakta uygulanan ve sendikal-siyasal ö r gütlülüklerin dağıtılmasını gerektiren bu ekonomi politika; ancak faşist iktidarlar aracılığıyla hakim kılınabildi. Dönemin revaçtaki kavramı “ ekonomik entegras y o n d u . Emperyalist merkezler daha sonra ekonomik bloklara dönüştüreceği
bu kuşağı; bir nevi serbest böige haline getirerek, aşırı meta üretimini ve buna lım yaratan sermaye fazlasını eritme ze mini yarattı.! Krizi merkezden çevreye taşıyan bu akış, bağımlı ülkelerde üreti mi daraltıp hızla tahrip ederken, aktarı- ^ lan sermaye fazlası da büyük borç kriz lerine yol açtı. ‘73-‘80 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde borç seviyesi % 81 I artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara çıktı. ; Diğer yandan merkezlerde kredi me kanizmalarıyla pompalanan tüketim çıl gınlığı resesyona çözüm olmayınca, neoliberal politikalar ‘80’lerle birlikte başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere em peryalist ülkelerde devreye sokuldu. Çevre ülkelerde uygulanan işçi sınıfına topyekün saldırı bu politikayla merkez ülkelere taşınıyordu. ‘29 dünya bunalı mından sonra kapitalist sistemin can havliyle sarıldığı devlet kapitalizmi geçen sürede ekonomilerin neredeyse yaçısını oluşturacak seviyelere ulaşmıştı.'; Neoliberalizm, açlıktan kendi kuyruğunu yi yen yılan gibi özel sermayenin kamu ekonomisini yağma tarzında tüketmesi sürecini başlattı. Özelleştirmeler, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırmalar, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, kamu servetinin özel sermayeye dönüştürül mesinin aracı olarak devlet borçlanma ları ve sermaye hareketinin önünde en gel oluşturan her türden yasanın ulusal ve uluslararası düzeyde kaldırılması neoiiberal politikaların temel unsurları oldu. Böylelikle uluslararası finans kapitalin önünde iki yol açılıyordu. Birincisi işçi sı nıfının geriletilmesine ve daha fazla artı değer sömürüsüne olanak tanıyan “ es nek üretime” geçiş. İkincisi ise; özelleş tirmeler, devlet borçlanmaları, rant ve . 5
—
-
— yol---------------------------------------döviz piyasası vb. ile mali sektörün; do layısıyla spekülatif kazanç olanaklarının olağanüstü genişlemesi. iTümüyle esnek üretime geçilmesine rağmen merkez ül kelerin ‘70’lerden beri devam eden bü yüme oranlarındaki gerileme durmadı. Grafikte yukarı doğru yükselen yalnızca spekülatif sermayenin artan karı ve bü yüyen hacmidir. Mali piyasalarda faiz, rant, döviz ku ru, hisse senedi gibi araçların arz-talebiyle oynayarak, değer ve fiyat arasında ki ilişkiyi dilediği yönde bozabilen spekü latif sermaye, üretim zahmetine girme den artı değerin büyük bölümünü ele geçirebilmektedir. Sermayenin iki bile şeni (kapital ve finans sektörleri) arasın daki dengenin finans kesimi lehine bo zulması; emperyalist dönemin ayırdedici karakteridir. “ Kapitalizmin çürümesi, son derece büyük bir rantiyeler, ‘kupon keserek’ yaşayan kapitalistler tabakası nın doğmasında kendini gösterir.” Lenin’in yüzyılın başında tespit ettiği bu gerçeklik günümüzde olağanüstü boyut lara ulaşmıştır. U NC TAD ‘94 raporuna göre “ reel olarak yatırımlar 1914 sevi yesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin yüzde 20’si spekülatif alana yönelikti, şimdi yüzde 95’i” . Dünya Tica ret Ö rgütü’nün 1996 açıklamasına göre ise; 1991’de dünya çapında mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon do lar civarındaydı, bu seviye ‘96’da ise 34 trilyon dolara çıktı. Neoliberal politikaların uygulanma sıyla merkezlerdeki borsalar ‘83-‘87 ara sında ortalama yüzde 300 büyüdüler. 1980-90 arasında, tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlem hacminin GSMH’iere oranı büyük bir sıçrama göstererek; A B D ’de %9’dan %93’e, Almanya’da ______
6
%8’den % 85’e, Japonya’da % 7’den % I 19’a ve İngiltere’de de I985’de %386’dan % 690’a yükseldi. Sermayenin spekülatif alana doğru bu hızlı kayışı; pa ra ve tahvil piyasalarının meta piyasaları na oranını; ‘79’daki 6 katından, ‘86’da 20 kata ulaştırdı. Bu sermaye, girdiği alan larda üretimi kışkırtan sonuçlar yaratsa da, esas olarak üretimle değil, paylaşım aşamasıyla ilgilidir. Mali piyasalardaki pa ra oyunları üzerinden kapitalizm tarihin de görülmedik ölçülerde; çevreden mer keze, kamudan özele, küçükten büyüğe doğru sermaye el değiştirmektedir. Spekülatif sermayenin kanserleşme tarzındaki büyümesi; artı değerin gide rek daha büyük bölümünün rantiyeci kesimlerin elinde toplanmasına, üretken sermayenin spekülasyona kaymasına ve mali krizlerin kalıcılaşmasına yol açmak tadır. Üretimin bolluğundan değil, kıtlık tan kazanan, ticaretten elde edilen fazla nın üretime dönmesini koyduğu ağır fa izlerle engelleyen tefeci bezirganlık; D o ğu toplumlarında kapitalizmin gelişmesi nin önündeki temel engel ve sistemde açık bir çürüme belirtisiydi. Benzer ilişki günümüzde spekülatif sermaye için ge çerli olmaktadır. Gerek merkezlerde spekülatif ser mayenin maddi karşılığına göre ölçüsüz büyümesi nedeniyle gerekse bağımlı ül kelerin varlıklarına el koymanın kolay yolu olarak mali krizler; istisna olgular olmaktan çıkmış ve sermaye hareketinin kuralı haline gelmiştir. Merkez ekono milerde bile denetlenemeyen spekülatif sermaye hareketi; Üçüncü Dünya’nın kaderi olan istikrarsızlık ve sık sık gelen mali çöküntüleri merkez ekonomilerinin de işleyiş tarzı haline getirmiştir. ‘87 ABD borsa krizi, ‘92 İngiliz paundunun
politik durum değerlendirmesi__ çöküşü, ‘92-‘93 Avrupa döviz piyasasın daki kriz, ‘97’den bu yana Japonya’nın içinden çıkamadığı kriz, ‘98 ABD’nin özeliikle teknolojik alanda yatırım yapan şirket hisselerinin yüzde 50’lere varan düşüşü yakın dönemin birkaç örneğidir. Amerikan Down Jones borsasında bir günde 500 milyar doların buharlaştı ğı ‘87 krizine kadar merkezlerde yoğun laşan ve ölçüsüzce büyüyen spekülatif sermaye; bu tarihten sonra çevre ülke lere yöneldi. Sadece ‘90-‘94 arasında, 50 Üçüncü Dünya Ülkesi’nde yeni b o r sa faaliyete açıldı ve ‘89’dan ‘93'e kadar bu ülkelere akan net sermaye miktarın da 15 kata varan bir yükseliş oldu. ‘86’da 2 .1 milyar dolar olan yabancıların elindeki hisse senedi miktarı ‘93’e gelin diğinde 200 milyar dolara çıkmıştı, ileti şim tekniğindeki gelişimin sağladığı ola naklarla, dünya çapında muazzam bir hareket hızı kazanan “ spekülatif serma ye yayılması", aynı süreçlerde gündemleştirilen “ küreselleşme” söylemlerinin de maddi temeli olmuştur. Kavramın teknik bir durumdan ideolojik bir söyle me yükselmesi ise, yine aynı tarihlere denk gelen sosyalizmin çözülmesi ve kapitalizme yeni yayılma alanlarının açıl masıyla ilgilidir. “ Küreselleşme” ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde önceki tüm sömürge dö nemlerini aşan derinlikte bir talan başla tılacaktır. Aşırı borçlanma, ulusal para ların devalüasyonlarla yıkımı ve ekono milerin “ dolarize” edilmesi, merkez bankalarının “ özerk” leştirilerek ulusal devletten koparılması ve uluslararası finans kurumlarının kontrolüne verilme si, özelleştirmelerle kamu ekonomisinin tasfiye edilişi, tarımsal üretimin çöker tilmesi ve yeraltı yerüstü zenginlikleri
nin hızla ÇUŞ’ların eline geçişi, küresel leşmenin bağımlı ülkelere dönük temel uygulamaları oldu. Türkiye, Arjantin, Brezilya, Meksika, Rusya, Endonezya, ■£j Güney Kore, Cezayir, Nijerya, Tayland ve Malezya gibi ülkelerde son on yılda krizler kalıcı karakter kazandı. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dış borçları 2 trilyon dolara ulaştı. Spekülatif sermaye hareketinin önü nü tıkayan Üçüncü Dünya Ülkelerimde ki sosyal-siyasal-iktisadi engeller ise; IMF programları, OECD, W T O , MAI üzerinden dayatılan kurallar ve suni ola rak yaratılmış mali krizlerin zoruyla aşıl dı. Bağımlı ülkelere dönük bu dayatma lar bir yandan ulusal devletleri fiilen tas fiye ederken diğer yandan NAFTA, ASEAN, AB ve OPEC gibi daha geniş bloklarda eritilme sürecine soktu. Bu bloklaşmalar burjuva ideologları nın dillendirdiği “ küreselleşme” söylem lerinin bir başka açıdan inkarıdır. Em peryalist egemenlik ilişkilerinin hakim olduğu bir dünyada sermaye yayılması “ küreselleşmeyi” değil, aksine her em peryalist gücün kendi iktisadi-siyasi-askeri hegemonya alanlarını yarattığı, da ha keskin sınırlarla ayrışmış bir bloklaş mayı dayatmaktadır. Dünyanın geri ka lan bölgeleri ise sistemin içine alamadı ğı bataklıklara dönüştürülmektedir. Birleşmeler yoluyla çok uluslu şir ketlerin muazzam gelişmesi, ekonomi lerin birbirleriyle bağlarının derinleşme si ve çeşitlenmesi, emperyalist güçlerin çıkarları gerektirdiğinde ortak davran maları; küreselleşmeci tezlere dayanak oluştururken, aynı olgu sol kesime de toptancı bir emperyalizm anlayışı olarak yansımaktadır. Bu yaklaşım emperyaliz-
— yol---------------------------------------mi anlaşılmaz hale getirirken paylaşım savaşları gerçeğini de görünmez kılıyor.
111- Yeni Dünya Düzeni ve emperyalist paylaşım mücadelesi
Bugünkü “ küreselleşme” olgusunun benzeri Birinci Dünya Savaşı öncesinde çok uluslu şirketlerin sahneye çıktığı mali yayılma döneminde yaşanmıştı. Kautsky bu olguyu; paylaşımın barışçıl yol lardan yürütüleceği “ ultra emperyalizm” e doğru bir gidiş olarak yorumlar ken, Lenin; kapitalizmin “ eşitsiz gelişim yasasfyla işlediğini tespit etmiş ve deği şen güç ilişkilerine göre paylaşımın yeni den düzenlenmesinin zorunlu olduğunu, bunun ise esas olarak savaşlar yoluyla gerçekleşeceğini öngörmüştü. “ Kapita list düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çı karların, sömürgelerin paylaşılması ko nusunda paylaşmaya katılanların gücün den, bunların genel ekonomik-mali-askeri vb. gücünden başka bir esas düşü nülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişim lerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. A l manya, yarım yüzyıl kadar önce kapita list gücü o zamanki İngiltere’nin gücüy le karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaştırıldığı za man Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emper yalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değiş meden kalacağını söyleyebilir miyiz? Ke sinlikle söylenemez” , “güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra kapi talist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mı dır?” Emperyalizmin hareket yasasını açıklayan bu tespitler; yirminci yüzyıl bo yunca gerçekleşen iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar tarafından doğ rulanmıştır.
“ Küreselleşme” nin siyasal karşılığı “ Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla tanım landı. ABD Başkanı Bush’un 90’da dillen dirdiği bu kavram;
______
8
__________________________________________________________________
Kiki kutuplu dünya dengelerinin çö zülmesiyle dizginlerinden kurtulan em peryalistler arası rekabetin dünya eko nomik krizinin de etkisiyle olağanüstü artışı, K Bolşevik Devrimi ve Halk Demok rasilerinin emperyalist paylaşımın dışına çıkardığı alanların yeniden paylaşım ko nusu olması, KVe neoliberal politikalar etrafında dünya halklarına yöneltilecek emperya list saldırının, askeri siyasi ihtiyaçları ta rafından belirleniyordu. Bu olguların üzerinde oturduğu ze minde ise; ana hatları II. Dünya Savaşı’nda kurulan emperyalistler arası güç dengelerinin süreçteki eşitsiz gelişim ne deniyle değişime uğraması ve oluşan ye ni dengelere göre dünyanın yeniden paylaşımının zorunluluğu bulunuyordu. Tarihsel süreklilik içinden bakıldığında Sovyetler’in çözülüp yerini bir emperya list güç olarak Rusya’ya bırakması ve paylaşılacak yeni alanlar açılmasının; mevcut emperyalist rekabete sadece ye ni bir boyut kazandırdığı daha açık görü lebilir. Emperyalizm, savaş yoluyla dün yanın yeniden yeniden paylaşılması de mek olduğu iki kutuplu dünya atmosfe rinde oldukça silikleşmişti. Peşpeşe iki dünya savaşına yol açtıktan sonra sosya lizm prangasıyla dizginlenen emperyalist güçler; uzlaşma ve koalisyonların istisnai, keskinleşen rekabet ve savaşların ise ku ral olduğu gerçeğini 90’dan sonra tüm
___ politik durum değerlendirmesi__ çarpıcılığıyla bir kez daha dünyanın gün demine dayatacaklardır.
IV- Emperyalist güç dengelerindeki değişimin tarihsel niteliği II. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan ve anayasaları Amerikan silahlarının göl gesinde yazılan Japonya, Almanya ve İtal ya emperyalist rekabetten düşürülmüş, savaş yorgunları İngiltere ve Fransa ise egemen güç olma konumlarını yitirmişti. Dünya, SSCB ve ABD şahsında sosya lizm ve emperyalizm dengesine oturdu. ABD ’nin yükselişine rağmen, “ bir bütün olarak” emperyalizm, sosyalizm karşı sında bir çok cephede yenilgiye ve mu azzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Em peryalist kamp Nazi Almanyası’nın Sovyetler’i dize getireceğini beklerken, Sovyetler Avrupa’nın yarısını da kapitalizm den koparmış, kalanı ise sosyalizmin ka zandığı itibar ve savaşın yıkıcı etkileri ne deniyle devrim tehdidi altına girmişti. Bi rinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısından dönüşü egemen lerin hafızalarından silinmediği için, em peryalizm önce cephe gerisinde savaş mak zorunda kaldı ve ABD tüm olanak larını Avrupa’da kapitalizmi yaşatmak için seferber etti. ABD, kapitalizmin ge leceği için Avrupa'yı imar ederken kaçı nılmaz olarak egemenliğini alttan alta oyacak dinamikleri, karşıtlarını da üreti yordu. Savaşla yıkılan Avrupa ve Japon ya’nın ekonomileri sanayilerini inşa et meye günün en ileri teknikleriyle başla dılar ve geleneksel engellerden sıyrılmış ekonomi A BD ’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve bu ülkelerde büyük bir yenilenme o
lanağı yarattı. Savaş sonrası eşitsiz geliş me yasası bu temelde işleyecek ve 70’lere gelindiğinde emperyalist güç dengele rini bir kez daha değişime zorlayacaktır. İkinci savaştan üstün çıkan ve kapita lizmin dümenine geçen ABD emperya lizmi ise; kurumlan da (BM, NATO, IMF, OECD), kuralları da (Bretton W oods) belirliyor, yeni sömürgeci metodlarla müttefiklerinin elinden sömürgele ri parça parça koparıyor, sömürge teke lini ele geçirmek ve kapitalizmin dünya sal sorunlarıyla boğuşmak için askeri gü cünü sistemli olarak artırıyordu. Savaş sonrasında uzun bir süre dünya GSMH’sinin yüzde 40’ını üreten A BD ’nin, diğer emperyalist güçlerle karşılaştırılamaya cak açık bir üstünlüğü vardı. Fakat ‘60’larla birlikte demir-çelik, dayanıklı tüketim malları, otom otiv gibi standart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Amerikan pa zarında etkili olmaya başladılar. ‘70’lere gelindiğinde dış ticaret açığı sürekli bü yüyen ABD; korumacı önlemler almak ve aşırı ithalatı azaltmak amacıyla dola rın değerini düşürmek zorunda kaldı. İkinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton W oods Anlaşma sını (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın itirazlarına rağmen tek yanlı iptal etti. ‘70’te ABD’nin dünya GSMH’si içindeki payı dörtte bire düşmüştü. 1955-73 yıl ları arasında ABD ekonomisi yıllık yüzde 3, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomisi yüzde 5-6 büyürken, Japon ekonomisi her yıl ortalama bir önceki yıla göre yüz de 9’luk bir büyüme gerçekleştirdi. Bu süreçte Avrupalı emperyalist güçler ABD ile rekabet edebilmek için önce AET’yi, sonra AB’yi oluşturacak ve Kuzey ---------------------------- ----------------------------------------------------------------------------------
9
-----------
— yol---------------------------------------Afrika’yı da içine alacak şekilde kendi iktisadi-siyasi hegemonya alanını yaratma ya girişecekti. Japonya da Uzakdoğu’da benzer bir arka bahçe yaratabilmişti. ABD’nin iktisadi gerilemesi bu gelişme leri engellemeye yetmedi. Güç dengele rindeki bu değişimin siyasal karşılığı ise; I. Dünya Savaşı’nda ölenlerden daha faz la can kaybının olduğu 30’u aşkın bölge sel savaştır. Ekonomik açıdan rakiplerine hakimi yet kuramayacağının anlaşılmasının ar dından, ABD’nin dünya sömürge tekeli ni ele geçirme hayali de onbinlerce as keriyle birlikte Vietnam bataklıklarına gömüldü. Kapitalizmin dünyasal sorunla rı ABD ’nin gücünü çok aşmıştı. Vietnam yenilgisi bir dönüm noktası oldu. Nikson D oktrini’yle II. Dünya Savaşı sonrası dö nemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üst lenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetim lerin görevinin, dünyanın neresinde çı karsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın ol masını önlemek’ olduğu söyleniyordu. ABD ilk kez Sovyetlerle nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu krizle bağlantılıydı. Nikson ve onu izleyen Carter döneminde uygula nan askeri harcamaların kısılmasına da yalı ekonomik strateji; kısmi bir genişle meye yol açsa da, istihdam yaratıcı sana yiler beklendiği düzeyde gelişmedi. 1970’lerin sonunda enflasyon ve işsizlik hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürü yordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırı 10
ma dönüştürebilirken ABD ancak %12’lik bir seviye tutturabilmişti.
V- Keskinleşen emperyalist rekabetin askerileşme eğilimi Siyasi hegemonya için daha çok savaş sanayisi ile, ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar ABD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişki Roma, Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarının çöküş gerek çesi olan; hegemonyayı korumak için kaynaklarını artan oranda askeri alana kaydırma eğilimi yönünde çözülecek, I I Eylül’e ve günümüze kadar gelen Am eri kan ekonomi politikasının da temelini atacaktır. ‘79’a gelindiğinde İran, Nikaragua devrimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alan larını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yönetimi önceki dönemin tersine bütün ağırhğıyla ekonominin militarizasyonuna yöneldi. Askeri sanayi, onun araştırmageliştirme çalışmalarıyla beslenen bilgi sayar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü, ser maye birikiminin öncü alanları kabul edildi. Reagan döneminde ABD askeri harcamaları; ‘83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O süreçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. Ye niden pişirilmiş anti-komünizm ve Rambo filmlerinin eşliğinde Amerikan toplu mu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizasyon yükünün altına çekildi. Si vil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık, 40 dolar askeri harcama lara gidiyordu. Bu oran Almanya’da 13, Japonya’da 3 dolar seviyesindeydi. 2.5
politik durum değerlendirmesi__ milyonu asker, yaklaşık yedi milyon kişi ğer ayağını Çin, Rusya, Hindistan ve İran yi istihdam eden Amerikan Genelkur gibi güçlerin dünya askeri güç dengeleri mayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapı ni bozabilecek girişimlerinin ve özellikle yor hale gelmişti. O dönemde General emperyalist rakipleriyle olası ittifakları Electric, Tenneco, General Dynamics, nın önünü kesmek oluşturur. MC Donnel Douglas, Rayheon gibi te ABD’nin ikinci savaş sonrası dünya keller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz GSMH’sinin yüzde 40’ını üretebilirken, milyar doları aşan karlar elde ettiler. Re- 2020 yılında ancak yüzde 10-20’lik bir eagan’ın ilk dönemindeki ekonomik par konomik seviyeye gerileyeceği kendi ilaklık, iran-lrak savaşının bitişi ve Sov- deologları tarafından söyleniyor. Askeri yetler’in çözülmesinin silah pazarında alandaki üstünlüğünü sürdüremezse, ya yarattığı önemli daralmalar nedeniyle; şadığı iktisadi gerileme ABD ’yi hegemoyükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye nik konumdan “ güçlerden birisi” duru başladı. ‘87 borsa krizinin de etkisiyle muna düşürecektir. Bu gerçeklikler bir kaç yıl içinde ABD ’nin dış ticaret açı ABD ’nin neden sistemli bir askerileşme ğı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve eğilimi içinde olduğunu açıklamaktadır. işten çıkarmalar çoğaldı. ‘89 yılında Ja I I Eylül ve sonrası gelişmeleri de esas pon ekonomisi ABD ekonomisinin yarı olarak bu tarihsel süreklilik içinde görsı kadar olmasına rağmen 549 milyar ‘ mek gerekir. I I Eylül A BD ’nin saldır dolarlık bir yatırımla, A BD ’nin 515 mil ganlığına meşruiyet uydurma ve ortala yarlık yatırımını geride bırakıyordu. ma yıllık 300 milyar dolar olan silahlan “ Boş kalan değirmen taşının kendisini ö- ma harcamalarını (2003 için ) 379 milyar ğütmesi” gibi askeri sınai kompleks ABD dolara çıkarma imkanı vermiştir. Bu si ekonomisinin temelini öğütmeye başla lahlanma eğilimine hız kazandırması dı mıştı. Savaş sanayisi kendi pazarını ya şında I I Eylül’ün ayırdedici yanı; A BD ’ ratmak zorundaydı. Libya ve Somali zor nin içine dönük amaçlarıyla ilgilidir. Bun landıktan sonra Saddam’a yapılan provo lar egemen sınıf içi ilişkilerin, en saldır kasyonla amaca ulaşıldı. gan kesimleri oluşturan petrol silah ve ABD’nin; YDD sürecine de damgası bilgisayar tekellerinin lehine düzenlen nı vuracak bu savaş bağımlılığı, ekonomi mesi ve “ Vietnam sendromu” , “ Am eri deki tıkanmaları silah aşısıyla giderme kan tarzı yaşam” ıyla, egemenlerinin stra çabasının ötesinde; birbiriyle bağlantılı i- tejik ihtiyaçlarına karşılık veremeyen Aki temel stratejik nedene dayanmakta merikan toplumunun, Nazi Almanyası dır. Birincisi; yüzde 90 oranında ithal veya İsrail tarzı bir askeri toplum olma petrole bağımlı Japonya ve AB’ye karşı ya doğru sürüklenmesidir. ABD emper rekabet üstünlüğünü korumak için ham yalizmi dışta savaştığı kadar içte de sa madde kaynaklarını, dağıtım, fiyatlandır vaşmak zorunda kalacaktır. ma ve gelirleri düzeyinde denetim altın da tutabilmek, İkincisi; yine AB ve Japon ya’nın “ ekonomik güçleri ije doğru orantılı bir askeri siyasi konuma ulaşmala rını engelleyebilmektir’’. Bu hedefin di
Vietnam yenilgisinden sonra bir yal palamanın ardından 30 yıldır istikrar ka zanan militarizasyon ABD için geri dö nülmez bir eğilimdir. Bizde her on yılda bir darbeyle ekonomik ilişkilerin yeni li —
__ yol den düzenlenmesi gibi ABD ekonomisi de her on yılda bir devreye sokulan sa vaş dalgasıyla belini doğrultabilmektedir. I I Eylül öncesinde faizler son elli yılın en düşük seviyesine çekilmesine rağmen hemen hemen tüm sektörleri kuşatan gerileme engellenememişti. I I Eylül’ün ardından ise; askeri harcamalar Vietnam Savaşı’ndan bu yana olan en büyük artış la yüzde 19.6’ya çıkartıldı. Bu artış eko nomide karşılığını derhal üretti ve büyü me oranı 2001’in son dört ayında yüzde 1.7, 2002’nin ilk dört ayında ise yüzde 5.8 seviyesine çıktı. Askerileşme yoluyla krizlerini erteleyebilen ABD; emperya list ekonominin siyasi hegemonyaya ne düzeyde bağımlı olduğuna açık bir kanıt tır. Tersine örnek ise Japonya’dır. Sa vunma harcamalarını GSMH’sinin yüzde Tinden yukarıya çıkarması II. Savaşla yasaklanan Japonya; 97 öncesinde ulus lararası finans hareketinde kesin bir ağırlığı olan ve yüzde 8-9’la büyüyen bir ekonomiye sahipti. Fakat özellikle spe külatif sermaye hareketini siyasi hege monya ile destekleyemediği için ‘97’den beri iktisadi etki alanındaki ülkelerle bir likte derin bir mali krizde debelenmek tedir. Emperyalizmin zora dayalı karakteri diğer emperyalist güçleri de bu yöne sevketmektedir. A BD ’nin askeri üstün lüğünü kullanarak elde ettiği rantı daha fazla ödemek istemeyen AB ise; kendi askeri organizasyonunu oluşturmaya gi rişmiş, AGSK ( Avrupa Güvenlik ve Sa vunma Kimliği) adı altında N A T O ’dan “ maksimum otonomiye sahip” bir birim kurmuştur. Avrupa ordusunun nüvesi kabul edilen bu organizasyonun; Prusya militarizmi ve Fransız sömürgeciliği gele neğine sahip AB emperyalizmi tarafın ______
12
_________________________________________________________________
dan hızla etkili bir güce dönüştürüleceği açıktır. Ekonominin militarizasyonunda ise alınan mesafe çok daha ileri seviye dedir. ABD’nin I I Eylül öncesi savun maya ayırdığı 300 milyar dolara karşılık, AB 140 milyar dolar harcamaktadır. Emperyalist güç dengelerindeki deği şim ve yeniden paylaşımın zora dayanma diyalektiğinin bir başka kanıtı da; iki dün ya savaşı öncesinde olduğu gibi uluslara rası hukukun ve kurumların deformasyonunda görülüyor. Hegemonik güç olarak ABD; hem BM, N A TO gibi ku rumlan kendi istekleri doğrultusunda karar almaya zorlar ve işlevsizleştirirken hem de uluslararası ilişkilerini tek taraflı (unilateral) kurma eğilimi içindedir. İki kutuplu dünya dengesinde bir karşılığı olan uluslararası hukuk ve kurumlar, gü nümüzün giderek kızışan emperyalist paylaşım gerçekliğine artık karşılık gel miyor. Güçler değişince hukuk ve kurumların da çözülmesi ve yerini zor hu kukuna bırakması kaçınılmazdır. Ta ki hesaplaşmanın ardından yeni bir güçler dengesi oluşana dek.
VI- Yeniden paylaşımın pratik uygulamaları Paylaşımı yürüten emperyalist irade lerin başında ABD, AB ve Japonya bulu nuyor. Bunların ardından; Sovyetler’in yerini alan ve sahip olduğu hammadde kaynakları ve nükleer güce dayanarak etkili olmaya çalışan Rusya ve muazzam büyüklükteki iç pazarında yüzde 10’lara varan yıllık büyüme hızıyla Çin gelmek tedir. 90’la birlikte Sovyetler’in çözülmesi Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar ve O rta Asya’ya kadar uzanan bir emper-
___ politik durum değerlendirmesi__ yalist paylaşım kuşağı yarattı. Bu kuşakta Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya kısa sürede ve daha çok ekonomik metodlarla AB tarafından ka patıldı. Bu gelişmeyi engellemesi iktisaden mümkün olmayan ABD; N A T O ’nun bu ülkelere doğru genişletilmesiyle askeri varlığını derinleştirmeye yöneldi. Kendi stratejik önceliği ise; O rtado ğu’daki petrol kaynakları üzerindeki kontrolünü, Kafkaslar ve O rta Asya’ya yayma temelindeydi. Henüz Sovyetler çözülmeden Amerikan tekelleri Rusya ve Kafkaslar’daki; toplam üretimin yüz de 60’ını kapsayan ölçüde petrol ve doğalgaz anlaşmaları yapmıştı. ABD em peryalizminin bu stratejisinin zora daya nan ikinci adımı ise Körfez Savaşı’yla atıldı. Irak “ Yeni Dünya Düzeni” nin ilk ic raatıydı. Uluslararası kurumların “ huku ki” desteğinde, en gelişkin teknolojiler kullanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bomba lamalar, ambargo ve iç muhalefetin ö r gütlenmesine varan saldırı bir anlamıyla emperyalizmin dünya halklarına gövde gösterisi oluyordu. Saldırıda ABD’nin temel amacı; emperyalist rakiplerinin kendi denetimi dışında petrol alanlarına girişinin önünü kesmekti. İran’a uygula nan ambargo ile AB ve Japonya’nın yap tığı büyük miktardaki petrol anlaşmaları boşa düşürülmüştü, Körfez Savaşı’yla da Fransa’nın Irak’la yaptığı petrol ve silah anlaşmaları bozuldu. Ekonomilerinde enerji maliyetinin ağır yükünü taşıyan ve bu petrolün yüzde 65’ini Ortadoğu’dan karşılayan AB ve Japonya; böylelikle en önemli ilişkilerinden mahrum edilmiş oluyordu. Saddam’a yapılan provokasyon Ku
veyt’in işgaliyle sonuçlandıktan sonra, AB ve Japonya’nın ABD’nin haracını ödemekten kaçınması ve sorunun dışında kalması mümkün değildi. Saldırı koalis yonuna gönülsüzce de olsa dahil oldular. ABD Körfez Savaşı’nın ekonomik mali yetini rakiplerine ödetirken ve silah satı şından altyapı ihalelerine kadar bölge ül kelerine dayattığı faturayla, askeri üs tünlüğünün rantını fazlasıyla alıyordu. Fakat kurulan emperyalist koalisyon üç ay sonra dağıldı. A BD ’nin emperyalist rakipleri günümüze kadar yürüttükleri politikayla Körfez Savaşı’nı olmamışa çe virecek düzeyde Amerikan ambargosu nu boşa düşürdüler. Gelinen noktada Irak kapısı ABD’nin savaş amacının aksi ne rakiplerine açılırken kendisine tü müyle kapanmış ve A BD ’yi yeni bir mü dahalenin eşiğine getirmiştir. Y D D ’nin Balkanlar’da yarattığı fela ket Irak’tan daha geri olmadı. Elli yıl bo yunca etnik kaynaşmanın en ileri örneği olan Yugoslavya; başını AB’nin çektiği emperyalist kışkırtmalarla tam bir etnik kıyım coğrafyasına dönüştürüldü. ‘92’de Yugoslavya’nın dağılmaması için Miloseviç’e AB ve ABD’nin bir milyar dolarlık yardım yapmasının ve “ ayrılıkçıların ödüllendirilmeyeceğinin” ilanının üzerin den iki ay geçmeden, Alman federal par lamentosu ters bir çıkışla Slovenya ve Hırvatistan’ın “ Kaderini Tayin Hakkım” tanıdı. Ayrılıkçı eğilimleri kışkırtan bu gelişme Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, ikiyüzbin kadına tecavüz edildi, milyonlar ca insan topraklarından göçetmek zo runda bırakıldı. AB emperyalizmi demokrasi, insan hakları söylemlerinin gölgesinde Sloven ya, Hırvatistan ve Bosna’yı kapatmıştı. 13
—
-
— yol__________________________ ABD karşı hamleyi Kosova üzerinden yaptı. Tarihsel ilişkilerini kullanmak için TC ’yi de bölgeye taşıyan ABD; Arnavut luk ve Kosova’da etkili olmaya çalıştı. Fakat T C ’nin “ bayrak, kitap” söylemleri Kosova’ya 9 1’den günümüze 6 milyar dolar aktaran AB’nin karşısında etkili ol mamış ve adım adım AB emperyalizmi Kosova’yı da kapatmıştır. TC ’nin bölge deki varlığı alan tutmaktan çok, AB gü venlik doktrinine bir ABD saplaması olarak durma amaçlıdır. ABD bu politika sıyla bağlantılı olarak N A T O ’ yu, AB o r dusundan önce bölge ülkelerinde yer leştirmeye çalışmaktadır. Balkanlarda henüz paylaşım bitmedi. Sırbistan’a bağlı Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölgesi emperyalist müdahalenin hedef tahtasındadır. Sırp hükümeti kendi liderini para karşılığı teslim edecek kadar dize getirildi, fakat asıl çatışma AB ve ABD arasında olduğu için sayılan özerk bölgelerin geleceğini de bu paylaşım ilişkisi tayin edecektir. Nitekim Montenegro yerel hükümeti Avrupa Birliği’ne girme hevesiyle peş peşe ayrılıkçı kararlar çıkarmaya devam etmektedir. Doğu Akdeniz’e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs; Türkiye ve Yunanis tan arasındaki bir sorunmuş gibi görün se de, özde AB ve ABD arasındaki geri limin şiddetle yaşandığı, yeniden paylaşı mın en önemli gündemlerinden birisidir. Kıbrıs sorunu; AB emperyalizminin sı nırlarını Doğu Akdeniz’e taşıyacak ve Ortadoğu’daki stratejik ağırlıkları önem li oranda etkileyecek bölgesel nitelikte bir sorundur. AB tıpkı Yugoslavya’da yaptığı gibi; Türk ve Rum kesimleri ara sında uluslararası anlaşmalarla güvence ye alınan “ denklik ilkesini” tek yanlı bo
14
zarak Güney Kıbrıs’ı AB üyeliğine alma çabasındadır. Diğer yandan Kıbrıs’taki imkanlarını yitirm ek istemeyen ABD; TC ’nin direnciyle, bu girişimlere engel olmaya çalışmaktadır. Türk Devleti kara para merkezi ve kontrgerilla eğitim kampına çevirdiği Kıbrıs’ta halkın istek leriyle ilgili değildir. Politikasını belirle yen temel unsur; Ecevit’in de ağzından kaçırdığı gibi Bakü-Ceyhan Hattı’nın açılmasıyla daha da önemli hale gelecek Kıbrıs’ın stratejik değeridir. Bu paylaşım gerçekliğinden bakıldığında Türk Devle ti ve onun soldaki hempalarının sözde ulusalcılığının; AB ve ABD arasındaki pa zarlık terazisinde gramaj ağırlığı olmak tan öte bir anlam taşımadığı daha açık görülebilir. Kıbrıs konusu TC ’nin AB macerasını da, Avrupa ordusu denilen AGSP’nin gidişatını da doğrudan belirle mektedir. Pazarlıklar komplekstir ve şimdilik diplomatik siyasi yöntemlerle sürdürülmektedir. Fakat paylaşım süre cinin Yunanistan ile TC arasında bugün kü sahte dostluğu sıcak çatışma seviyesi ne sıçratma ihtimali küçük değildir. Kilit coğrafyalardan birisi olan Kürdistan’da; Kuzey’deki haklı direniş, em peryalist güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de Irak sömürgeciliğinden koparılan alan, ABD eliyle fiili bir devletieşme seviyesine ge tirildi. ABD stratejik önemi çok yüksek olan bu alanda işbirlikçi bir devletleşmeyi Körfez Savaşı’nda planlamış, fakat böl gedeki güç dengelerinin uygun olmama sı ve özellikle T C ’nin itirazları bu adımı atmasını engellemişti. Bölge devletlerin den birinin koruması olmadan, bir devletleşmenin yaşatılmasının olanaksız ol duğu; ‘96’da Irak ve İran ordusunun ala na girip muhaliflerini dağıtmalarıyla açık-
___ politik durum değerlendirmesi__ ca anlaşılmıştı. Aynı dönemlerde ger çekleşen İsrail-TC-ABD stratejik işbirli ğinin ardından Türk Devleti bu ittifakın hedefleri doğrultusunda Güney Kürdistan’ın gardiyanı konumuna çekildi. İran, Suriye ve Irak tecrit edilirken T ürk Devleti’nin istediği gibi alana girip çıkmasına, istihbarat ağını kurmasına, iktisadi ilişki lerini geliştirmesine ve Türkmenler üze rinden derinliğini artırmasına bu strate jik anlaşma çerçevesinde izin verildi. Es ki Alman başbakanı Kohl’un “ Türki ye’nin doğu sınırları belirsizdir” diye gösterdiği tepki bu gerçeklikle ilgilidir.
yıflaması ABD’nin asıl hedefi olan İran’ın fazlasıyla güçlenmesine yol açtı. İran’ın güçlenmesi ise; Kafkaslar ve O rta As ya’da pratik sonuçlar yarattığı gibi Kuzey Afrika’dan O rta Asya’ya kadar İslam ide olojisi temelinde bir etki alanının oluş ması anlamı taşımaktadır. Arap yönetim leri ABD ’nin etkisi zayıfladığı oranda özellikle Suudi Arabistan’da olduğu gibi A BD ’ye ödedikleri haraca itirazlarını ar tırıyorlar.
A BD ’nin Irak’a yeni bir saldırı hazırlı ğı içinde olduğu biliniyor. Bu saldırının amacı ne olursa olsun bölgesel güç den geleri bir Kürt Devleti’nin oluşturulma sına izin vermeyecek niteliktedir. Böylesi bir müdahale eğer fiyaskoya dönüş mezse; olabilecek en ileri sonucu Irak’ta rejim değişikliğini sağlamak ve Kürt ve Şii bölgelerinin fiili durumunu özerklik veya federasyon temelinde hukukileştirmektir. Türk Devleti bu gelişmeleri ken di lehine çevirebilmek için oluşacak bir federasyonda Türkmenler’in de etkili olmasını sağlamaya çalışmaktadır. İsrailABD stratejik anlaşmasının gereklilikleri doğrultusunda gardiyanlık görevini yeri ne getiren Türk Devleti’nin; “ Kürt dev letini savaş nedeni sayarız” sözleri ise, ABD ’ye karşı değil, bölge devletlerinin ve yerel iradelerin denetimsiz çıkışlarını engelleme amacı taşıyan sözlerdir.
Bush hükümetinin Irak saldırısı böylesi geniş çapta bir düzenlemenin parça sı olmaktadır. Bu düzenlemelerin ilk adı mı ise; İsrail’in Filistin halkına dönük kat liamlarla yürüttüğü operasyondur. ABD bu pervasız saldırıyla; Arap yönetimleri nin dirençlerini kırmak ve kesin bir saf laşmaya uğratmak, Irak saldırısı sırasında cephe gerisinde patlak verecek Filistinİsrail çatışmasını engellemek ve Filistin özelinde Oslo sürecinin, genelde ise Ortadoğu’da elini bağlayan Clinton dö neminin Pax Amerikana politikalarını bütün sonuçlarıyla süpürmeyi amaçla mıştır. Fakat Filistin halkı yalnızlaştırıl masına ve dünyanın gözü önünde acıma sız yöntemlerle saldırıya uğratılmasına rağmen hala dize getirilemedi. ABD ’nin Filistin’i Irak’ın basamağı yapma politika sı feda eylemleri direnişine takıldı. AB emperyalizminin soruna duyarsızlığı ve göstermelik itirazları ABD ’yi Ortadoğu bataklığına itme ve yalnızlaştırma taktiği ile ilgilidir.
ABD emperyalizmi I I Eylül atmosfe rini kullanarak, Ortadoğu’da Körfez Sa vaşı sonrası kurulan, fakat geçen süreç te önemli ölçüde erozyona uğramış güç dengelerini kendi lehine yeniden düzen lemeye girişmiştir. Irak zayıflatılmış, fa kat kesin sonuç alınamamıştır. Irak’ın za
O rta Asya’ya açılan kapı olarak Kaf kasya çok daha şiddetli bir paylaşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğalgazın dünya enerji ihtiyacı içindeki payı % 60’ın üzerindedir, bölgenin taşıdığı tr il yonlarca dolar değerindeki petrol ve doğalgaz zenginliği, bunun yaratacağı pa
— yol---------------------------------------zar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üze rinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı rekabet üstünlüğü, emperyalist güçleri şiddetle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’dakinden çok daha kanlı geçmeye adaydır. Rusya Kafkasya’da inisiyatifi kaybetmesi nin bedelini emperyalist konumdan sö mürge konumuna düşerek ödeyeceğinin farkındadır. Bunun için dezavantajlı ol duğu ekonomik metotlara karşı tek da yanağı, çatışma ve savaşı sürekli gün demde tutmaktır. Rusya ‘93’lere kadar iç sorunları ve Baltık Cumhuriyetleri ile uğraşırken ABD ve Türk Devleti yeni oluşan Kafkas Cumhuriyetlerine derinle mesine girebilmişti. Fakat ‘93 sonrası Rusya’nın geliştirdiği yeni savunma konseptinin ardından Azerbaycan’da darbe, Gürcistan’da darbe girişimleri, Ermenis tan’ın Karabağ’ı işgalini kışkırtma ve böl ge ülkelerinin tümüyle askeri üsleri de içeren yeni anlaşmalar yaptı. ‘93 sonrası Rusya, Kafkasları yeniden ele geçirdi. Rusya’nın darbeci yöntemlerine karşı ABD ’nin kışkırttığı TC de bölgede karşı darbeler ve provokasyonlarda rol aldı. Bu çatışmalı sürecin ardından gelinen noktada Gürcistan; Şevardnadze’ye dar be girişiminde bulunanların kaçıp saklan dığı Rus üslerini ve boru hatlarını koru ma bahanesiyle davet edilen Amerikan askerlerini birlikte barındırmaktadır. Bu durum Gürcistan’ı olası bir ABD-Rusya geriliminin ilk patlak vereceği coğrafya yapmaktadır. Ermenistan, Rus inisiyatifi altındadır, ABD ’ye yakınlaşan her yöne tim ‘99 parlamento baskınında olduğu gibi pervasızca Rusya tarafından tasfiye edilmiştir. Azerbaycan, TC üzerinden ABD ’nin denetiminde olmasına rağmen ancak Rusya’ya verdiği çeşitli ayrıcalık 16
larla ayakta kalabilmektedir. İran, Rusya ile geliştirdiği ilişkiye dayanarak Hazar havzasında etkili olmaya çalışıyor. Buna karşılık TC ise Tebriz bölgesindeki Aze ri nüfusu kışkırtarak ve Güney Kürdistan’daki Halkın Mücahitleri’ni destekle yerek İran’ı sıkıştırma politikası yürütü yor. Emperyalist dış politika dünyasına “geç gelen” Rusya, diğerlerini geride bı rakacak kadar ilkesiz ve pragmatik tu tumlar geliştirebilmektedir. ABD ve AB arasında kıvrılarak yürütülen bu politika lar; aslında bir emperyalist güç olarak uzun vadeli stratejik çıkarları yerine kısa vadeli çıkarları esas alma zayıflığının bir göstergesidir. Bir yandan Çin ve Hindis tan’la stratejik işbirliği yaparken, tümüy le bu ittifaka karşı bir üs oluşturma ça bası olan ABD’nin Afganistan saldırısına onay verilmesi bu pragmatizmin sonucu dur. Dünyanın en büyük petrol tekeli olan Gasfrom’un yüzde 25’inin Alman ya’ya satılmasıyla; enerji konusunda AB emperyalizmiyle stratejik bir ortaklık geliştirildi. Bu yakınlaşmanın diğer ayağı da Türkiye içindeki AB uzantılarının ma rifeti olarak gerçekleştirilen ve Türk men doğal gazını ABD inisiyatifinden Rusya’ya aktaran Mavi Akım projesiydi. Ancak Rusya; AB emperyalizmiyle kur duğu bu sıcak ilişkiyi pragmatik politika ları gereği dengelemiş ve bir kaç yıl ön ce “ Doğuya yayılması savaş nedenidir” dediği N A TO ile işbirliğine girmiş ve petrolü olabildiğince AB’den uzak tu t maya çalışan ABD ’nin öne sürdüğü Bakü-Ceyhan Hattı’na, aktif karşı olma tu tumundan vazgeçmiştir. Bizdeki sahte ulusalcıların bağımsız politika diye yuttur maya çalıştıkları ve açıklandığında san sasyon yaratan; Genelkurmay’ın “ Rusya
___ politik durum değerlendirmesi__ ile ittifak” önerisi, özünde ABD ’nin Rus ya ile taktik yakınlaşma politikasıyla bağ lantılıdır. Bu politika Afganistan ve Irak saldırı larında müttefiklerinden yeterli destek görmeyen A BD ’nin Rus engelini aşma taktiğidir. Rusya’nın yürüttüğü denge politikalarının ömrü de ABD’nin Kafkaslar’ı gündemleştirme sürecine kadardır. Rusya; Kafkaslar’daki yaygın Rus nüfusu ve etnik gerilimlere dayanarak istediği anda istikrarsızlık yaratabilecek konu muna güvenerek, bugünkü pragmatik politikaları yürütebilmekte ve ABD’nin sızmalarına göz yummaktadır. Tek üs tünlüğü elinde kalan askeri güç olan Rusya’nın diplomasiden çok gerilim po litikasına yatkın olacağını kestirmek zor değildir. I I Eylül sonrası ABD ilk hedef ola rak Afganistan’a yöneldi. Bu seçim; As ya’da aleyhine oluşan stratejik dengeleri, dünya çıkarları açısından öncelikli tehdit olarak görmesiyle ilgilidir. Hint-Çin-Rus stratejik işbirliği anlaşması ve daha de rinlemesine bir ilişki olan (Çin, Rus, Öz bek, Kazak, Kırgız ve Taciklerin oluştur duğu) Şanghay İttifakı bölgede ABD’nin hareket alanını oldukça daraltan geliş melerdir. Diğer yandan geçmişte Sovyetler’i çevreleme politikasının üssü ola rak kullandığı Afganistan’ın kendi eliyle beslediği Taliban yönetiminde giderek denetimden çıkması; bölgede bir boşluk oluşturmuş ve bölge güçlerinin, özellikle Çin ve İran’ın etkinliğini fazlasıyla artır mıştır. Afganistan saldırısında ABD’nin ilk amacı stratejik mevziyi yeniden sağlama alma çabasıdır. İkincisi; Afganistan kay naklı yıllık ortalama yüz milyar dolarlık
uyuşturucu ticaretini denetime almaktır, üçüncüsü ise; O rta Asya’dan Hint Okyanusu’na indirilecek petrol boru hatları nın rakiplerinin eline geçmesini engelle me amacıdır. Yapılan saldırının Am eri kan ve onun kuyruğuna taktığı Türk as kerinin alana yerleşmesinden öte ne ka dar amaçlarına ulaştığı şüphelidir. Afga nistan’a verilen biçimin kalıcı olmayacağı ve gerek dış güçlerin müdahalesi gerek se iç güçlerin iktidar mücadeleleri nede niyle bir bataklığa dönüşme ihtimalinin son derece yüksek olduğu açıktır. N ite kim ABD’nin en yakın müttefiklerinin askerlerini alel acele çekip sorumluluğu Türk askerine devretmesi böylesi bir beklentinin göstergesi olmaktadır. Uzakdoğu’da Japonya’nın zayıflaması, eşitsiz gelişim ilişkisini bir başka biçimde işletmiş ve Çin’in öne çıkarak kendi he gemonya alanını yaratma girişimlerine hız kazandırmıştır. I997’de Hong Kong’un devredilmesinin ardından stra tejisini daha dışa dönük hale getiren Çin; Tayvan’ı da topraklarına dahil etmenin çabası içindedir. 1992-1995 arası dö nemde 33 milyar dolarlık silah alımıyla dünyanın en büyük silah ithalatçısı olan Tayvan, A BD ’nin bölgedeki yegane da yanağıdır. Tayvan’ın düşürülmesi A BD ’yi Güneydoğu Asya’dan süpürecek bir ge lişme olacaktır. Çin’in hak iddia ettiği ve gerilimi artırdığı diğer alan zengin petrol yataklarının olduğu Spratly takım adala rıdır. Çin, petrol bakımından da son de rece zengin olan Spratly takım adalarının kendi karasuları içinde olduğu ve Tay van, Malezya, Filipinler ve Vietnam’ın haksız işgali altında olduğunu öne sür mektedir. Çin’in hegemonya alanını ge nişletme adımları Japonya’yı da ürküt müş ve ABD ile kapsamlı bir savunma iş --------------------------------------------------------------------------------------------------------------
17
-----------
— yol---------------------------------------birliği antlaşması imzalamaya itmiştir. Ja ponya’nın bu doğrultudaki diğer adımı BM Güvenlik Konseyi üyeliğine başvuru sudur. Fakat Çin veto etme hakkını kul lanarak bu girişimi engellemektedir. Çin'in bu yayılmacı eğilimlerine karşı ABD insan hakları söylemleriyle ve Sincan-Uygur bölgesindeki müslüman azın lık ile Tibet’i kışkırtarak Çin’in iç gerilimlerini derinleştirmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak; neoliberal politikaların tıkanmasıyla emperyalist paylaşım müca delelerinin artışı arasında doğrusal bir ilişki vardır. Liberalizmin tükenişinin en açık belirtileri; tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi krizlerin kalıcılaşması ve em peryalist rekabetin askerileşme eğilimiy le kendini göstermektedir. Liberalizmin geçmişteki çöküşü, temelini askeri sana yinin oluşturduğu Keynesyen politikalar la (devlet kapitalizmi) ikame edilmeye çalışılmış, bu da insanlığı da iki dünya sa vaşına ve faşizmlere sürüklemişti. Rosa Lüksemburg’un yüzyılın başında libera lizmin çöküşünü değerlendirirken söyle diği “ ya sosyalizm ya barbarlık” sözü, “ yeni liberalizmin” çöktüğü günümüzde bir kez daha ve bütün ağırlığıyla insanlı ğın gündemine girmiştir.
B- TÜRKİYE RAPORU Uluslararası finans kapitalin; ‘70’lerde başlayıp esas olarak ‘80 sonrasında ha kim kıldığı neoliberal politikaları ve ‘90 sonrası Sovyetler’in çözülmesinin ardın dan azgınlaştırdığı emperyalist paylaşım mücadeleleri; bağımlı ülkeleri çeşitli şid detlerde etkisi altına alan temel uluslara rası dinamikleri oluşturmaktadır. Bu iki yönlü emperyalist dayatma; devletsizleş______
18
tirmeden sınır değişimlerine, iktisadi si yasi yapıların deformasyonundan sınıf ilişkilerinde köklü değişimlere kadar, ba ğımlı ülkelerin kaderini belirleyen çarpı cı sonuçlara yol açmıştır. Türkiye her iki emperyalist dinamiğin keşistiği, dolayısıyla sonuçlarını bütün unsurlarıyla yaşayan ender ülkelerden birisi konumundadır. Son onbeş-yirmi yıl içinde milli hasılasına göre dünyanın en borçlu, gelir dağılımı en bozuk, kriz lerin kronikleştiği, gelirine göre en fazla silahlanan vb. ülkesi konumuna gelişi, sözü edilen kesişmenin görünen sonuç larıdır. Arka planda ise yakın döneme olduğu gibi, geleceğe de damgasını vura cak daha derin zemin kaymaları bulun maktadır.
I- Ekonomik durum Neoliberal politikaların ilk büyük dal gası 24 Ocak ‘80 kararlarıyla Türkiye’ye dayatılmıştı. Ekonomi yapısal bir değişi me uğratılarak; iç pazara dönük olmak tan çıkartılıp, merkez ülkelerdeki emek maliyetini düşürecek ucuz tüketim malı üreten ihraç ekonomisine dönüştürül dü. Bunun zorunlu koşulu ülke içindeki üretim maliyetinin radikal bir şekilde kısılmasıydı. 12 Eylül faşizmi neoliberal uy gulamaların siyasi yanını üstlendi. İşçi sı nıfının sendikal ve siyasal örgütlülükleri dağıtılarak, reel ücretler büyük oranda geriletildi. Emperyalizmin dayattığı uluslararası işbölümüne göre tekstil, gıda, turizm, hafif metal vb. bir kaç sektörde uzman laştırılarak tek yanlı bir gelişim içine so kulan Türkiye ekonomisi, merkez eko nomilerine daha derin bir bağımlılık iliş kisiyle “ entegre” edilmiş oluyordu. ‘65-
politik durum değerlendirmesi__ ‘80 arasında uygulanan “ ithal ikameci sa nayileşmede” temel olan yaygın fabrika üretimi; ekonominin tek yanlaştırılma sı, iç pazarın daraltılması ve serbestleşti rilen ithalat nedeniyle bir yandan daha yüksek tekelleşmeye doğru, diğer yan dan fason üretim yapan yan sanayiye ve hizmet sektörüne çözülerek büyük oranda tasfiye edildi. sonrasında ortaya çıkan üretim temelindeki değişimin en önemli sonu cu; toplumsal muhalefeti de zayıflatacak şekilde işçi sınıfının yatay ve dikey parça lanmaya uğramasıdır. Yaygın fabrika üre timine dayanan ithal ikameci model, kır dan gelen göçün hızla proleterleşmesine olanak tanıyor ve yarı proletarya ile sa nayi proletaryası arasında kendiliğinden bir ittifak kurulabiliyordu. Kent küçük burjuvazisinden köylülüğe kadar etki alanına sahip olan bu ittifak, ‘65-‘80 arası nın büyük kitle hareketlerinin de teme lini oluşturmuştu. ‘80 sonrasında üre timdeki daralma ve farklılaşma, toplum sal muhalefetin her iki bölüğü arasındaki bu geçişkenliği büyük ölçüde kırdı. Va roşlardaki nüfus kayıtdışı ekonomiye ve yarı proleter konuma hapsedildi. Müca delenin m otor gücünü oluşturan sanayi proletaryası ise kamu işçisinin eritilmesi, hizmet sektörünün yaygınlaşması ve yüzde 30’lara varan işsizler ordusunun kuşatması nedenleriyle daha uzlaşmacı bir çizgiye geriletildi. Diğer yandan kü çük ve orta burjuvazinin çıkarı işçi sınıfı nın daha yüksek ücret almasına bağlı ol duğu ve siyasal eğilimleri de bu yönde şekillendiği ‘60-‘80 döneminin aksine; kırdaki mülksüzleşmenin artışı, göçler ve emeğin zor yoluyla ucuzlatılması te kellere olduğu gibi burjuvazinin diğer kesimlerine de bir emek yağması olana
ğı yaratmış, orta ve küçük burjuvazi fa son üretim ve hizmet sektörü üzerinden yağmaya katılarak siyasi tutumunu da bu gerçekliğe göre yeniden şekillendirmiş tir. Muhalefetin üç dinamiği arasındaki ilişkinin bu tarzdaki değişimi kendiliğin den kitle hareketlerinin bitişinin de te mel nedeni olmuştur. Ekonomideki yapısal dönüşüm ‘90’ların ilk yıllarına kadar Türkiye kapitaliz minde belli bir genişleme yarattı. Bu ge nişlemenin kaynağı; benzer ekonomik modelin uygulandığı Güney Kore, Tay van vb. ülkelerde olduğu gibi ihracatın katlanarak büyütülmesinden çok reel ücretlerin faşizm zoruyla geriletilmesine, ranta ve kamu ekonomisinden çeşit li yollarla özel sermayeye değer aktarıl masına dayanmıştır. Türkiye finans kapi talinin geleneksel eğilimi olan bu aktarım ilişkisi; “ ihracata yönelik sanayileşme” nin tıkanmasıyla devreye sokulan neoliberal politikaların ikinci dalgasında olağanüstü boyutlara ulaşacaktır. İhraç ekonomileriyle merkez ekono milerine aşırı derecede bağımlı kılınan ülkeler, merkezlerdeki her tıkanmanın bedelini büyük dış ticaret açıklarıyla o r taya çıkan ekonomik krizlerle ödediler. “ İhracata yönelik sanayileşme” de başarı lı olamayan ve ‘90’ın ilk yıllarından itiba ren peşpeşe krize giren Türk ekonomi si, bütün ağırlığıyla kamu servetinin yağ malanmasında derinleşti. Merkez eko nomilerinde ‘90’lar sonrası büyük bir iv me kazanan sıcak para hareketi, Türk ekonomisinin bu eğilimiyle üstüste düşü yordu. Özelleştirmeler, devlet borçlan maları yoluyla açıktan, banka kurtarma, batık krediler ve “ görev zararları” ola rak üstü kapalı yoldan kamu serveti deh şetli bir hızla özel sermayeye dönüştü
19 ---
— yol---------------------------------------rüldü. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreç te bu aktarım ilişkisinin en aktif meka nizması haline getirildi. Devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Ka yıtlı verilere göre en büyük 100 şirketin gelirlerinin yüzde 80’i faiz ve rant gelir lerine dayanmaktadır.) Kamunun tasfi yesi ve özel sermayenin spekülasyona kayması ekonominin üretim temelini tü müyle daralttı ve yüzde otuzlara varan işsizlik, ihracatın kesilip ithalatın patla ması gibi yıkıcı sonuçlara rağmen, aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalı şıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası; ‘96’da milli gelirin yüzde 59’u seviyesinde ve 108 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamı nı, 6 yılda ikiye katlayarak 204 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 134’üne çı kardı. Neoliberal politikaların birinci dalga sı Türkiye ekonomisini merkez ekono milerine entegre ederken, ikinci dalgası ise ekonominin tümüyle uluslararası finans kapitalin denetimine geçişini sağla dı. Günümüzde bu denetim; sıcak para hareketinin kriz yaratma potansiyeli de kullanılarak siyasal kararların yönlendi rilmesi seviyesine sıçramıştır. Latin Amerika’daki benzerlerinden farklı olarak emperyalist paylaşım kuşağının kritik coğrafyalarından birisinde bulunması Türkiye’nin, en az iktisadi gerekçeler ka dar siyasi gerekçelerle de krize sürük lenmesine neden olmaktadır. Kıbrıs’daki gerilim nedeniyle Alman Merkez Bankası’nın 6 milyar doları bir günde çekerek finansal krize yolaçtığı 2001 Şubat Krizi
buna örnek verilebilir. Spekülatif karak teri ekonomiyi siyasi gelişmelere aşırı derece duyarlı hale getirmiş ve geçmişte on yılda bir olan kriz periyodunu; ‘90 sonrası neredeyse iki yılda bire indirmiş tir. (‘94, ‘96, ‘98, 2001-02 krizleri.) Neoliberal uygulamalar ekonomide yarattığı yıkımla birlikte sınıf ilişkilerinde de köklü zemin kaymaları yaratmıştır; S Geçmişte kamu ekonomisi, burju vazinin çeşitli kesimleri arasında artı de ğerin paylaşımını dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma konumuyla) burjuvazinin iç ilişkilerini düzenleme fonksiyonuna sa hipti. Kamu ekonomisinin tasfiyesiyle bu düzenleyici mekanizma büyük oranda boşa düştü. Askeri bürokrasiyle finans kapital arasındaki siyaset ve ekonomi yönetiminin paylaşıldığı geleneksel işbö lümünü hızla erozyona uğratan bu geliş me; Genelkurmay’ı siyasi gücünü kaba laştırmanın zorunlu şartı olarak iktisadi ayaklarını inşa etmeye yöneltirken, TÜSİAD’la temsil olunan en iri sermaye gruplarını da askeri bürokrasiye teslim ettikleri siyasi vekaletlerini, adım adım uluslararası finans kapitalin “ küreselleş me hukuku” na devretmeye yöneltti. Ka mu ekonomisinin tasfiyesi ve yerini rant ekonomisinin vahşi rekabetine bırakma sı; ucuz emek yağmasıyla palazlanan te kel dışı burjuvazinin de geleneksel ser maye bloğundan kopuşmasına ve islami kesimin açık, ticaret odaları çevresinin ise daha belirsiz olmak üzere kendi siya sal temsiliyetlerini oluşturmalarına ne den oldu. ^Egemen sınıf içi rekabeti sertleşti ren ve ittifak ilişkilerini deforme eden diğer unsur; kamu servetinin özel ser
___politik durum değerlendirmesi__ _ mayeye dönüştürülmesi sürecinin iktisa di metodlardan çok siyasi metodlara da yanmasıyla ilgilidir. Kamu servetinin yağ malanmasına, kirli savaşa ve uyuşturucu gelirlerine dayanan rant ekonomisinde; paylaşımın aşırı derecede siyasallaşması, hatta mafyalaşması bir yanda türedi zen ginler yaratırken, diğer yanda siyasi ola nakları daralan kimi finans kapital grup larını iflasın eşiğine sürüklemiştir. “ Yol suzlukla mücadele” görüntüsünün arka sında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi bulunmaktadır. S Geçmişte siyasi partilerin kamu sektöründe yaratılan değerleri kendi ta banlarına bir çeşit patronaj ilişkisiyle ak tarması, burjuvazi gibi kitlelerin de ikili parti sistemi etrafında toparlanmasını sağlıyordu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dı şındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradı lar. Ortaya çıkan tablodan da anlaşılabi leceği gibi; neoliberal politikalar gerek ekonomik yapıda gerekse sınıf ilişkilerin de derin bir paralizasyona yol açmıştır. Bu olgu önümüzdeki süreçte de etkili olmaya devam edecektir. İhraç ekono misinin merkezlerdeki tıkanıklık nede niyle başarı şansı kalmamıştır. Ekonomi içine düştüğü borç girdabı nedeniyle sı cak para hareketine tümüyle bağımlıdır ve bu nedenle mevcut yağma politikası mantıksal sınırlarına kadar sürdürüle cektir. Bu süreç aynı kategorideki ülke lerde olduğu gibi tarımın tasfiyesini, ka mu servetinin son kuruşuna kadar özel leştirilmesini ve mülkiyetin artan oranda yabancı sermayeye devrini getirir. Sistemin yeni bir sermaye birikim
modeli şansı yoktur. Yalnızca Genelkur mayın öncülüğünü yaptığı savaş sanayisi ile mevcut ihraç ekonomisine “ asker ve silah ihracını” ekleme seçeneği gündemleştirilmektedir. Bunun ne derece uygu lanacağı ise bölgede yürütülen emperya list paylaşım mücadelesi tarafından belir lenecektir.
II- Politik durum ‘90 sonrası süreçte Türkiye’nin poli tik ortamı önemli oranda, bölgedeki emperyalist paylaşım mücadelesinin so nuçları tarafından belirlenmiştir. Neoli beral politikaların iktisadi yapı ve sınıf ilişkilerinde yarattığı paraiizasyonun bir benzeri de, emperyalist paylaşım tarafın dan Türkiye’nin stratejik konumlanışı ve siyasi kurumsal yapısı üzerinde yaratıl mıştır. Türk Devleti’nin emperyalizme bağımlılığının yüksekliği dış politik geliş melerin doğrudan iç siyasetine yansıma sına ve onu biçimlendirmesine neden ol muştur. İki kutuplu dünyada N A T O ’nun gü neydoğu kanadının en önemli ülkesi ve sosyalizme karşı kapitalizmin uç karako lu olan Türkiye; bölgedeki her türden sosyalist ve anti emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenmiş ve aynı poli tikaları iç siyasetine de yansıtmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da, stratejik işbölümünde Türkiye’ye biçilen bu statik rol neredey se kırk yıl önemli bir değişikliğe uğrama dı. Türkiye’nin siyasal kurumsal yapısı da ana hatlarıyla bu statik rolün gereklilik lerine göre biçimlendi. Askeri ve siyasi olarak ABD’ye, eko nomik ilişkileri bakımından büyük oran_________________________________________________________________
21
-----------
— yol da AB’/e bağlı olan Türkiye; geçmişte, Sovyetler’e karşı blok tutum alan em peryalist güçler tarafından aynı doğrul tuda yönlendiriliyordu. Fakat Sovyetler’in çözülmesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun emperyalist yeniden paylaşı ma tabi olması Türkiye’nin statik konu munu tümüyle boşa düşürmekle kalma dı, çelişen çıkarlar ve hegemonya müca delesi nedeniyle farklı emperyalist stra tejiler arasında şiddetli bir gerilime düş mesine yol açtı. Emperyalist tarafların tarihsel derinlikleri ve kendi uzantılarını yaratmaları, paylaşım mücadelesinin iç sel bir olgu olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum Türkiye’nin siya sal kurumsal yapısının hızla deformasyonuna, egemen sınıfın emperyalist tarafla ra göre saflaşmasına ve iktisadi ve siyasi krizlerin kalıcılaşmasına yol açmıştır. Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen olgunun hangi evrelerden geçtiği daha net görülebilir. ‘90’da Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’nin güneyinde ABD eliyle yaratılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu Rusya’nın Baltık ülkeleri ve iç sorunlarıyla uğraşması nedeniyle etki sinin azaldığı Kafkaslar’da; petrol ve doğaigaz bakımından son derece zengin ye ni devletlerin ortaya çıkışı izledi. Bu önemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Birliği’nin genişleme rotasını Doğu Avrupa ve Balkanlar’a doğru değiştirmesi ve Türkiye’nin adaylığını geri plana düşür mesi eklenince; Türk Devleti 90 önce siyle karşılaştırılamayacak bir stratejik konum belirsizliğine yuvarlandı. Sovyetler’in çözülmesiyle kaybettiği jeostratejik rantı yeniden kazanmak is teyen Türk Devleti, ‘90 Körfez Savaşı sı rasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. ‘90-‘93 arası ______
22
Özal’ın başını çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan’da hamilik önerisi ve destek lediği Elçibey’in Azerbaycan’da iktidara gelişine ve Balkanlarda Boşnaklar’la ge liştirilen ilişkilere dayanarak “ Adriya tik ’ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye” söy lemleriyle Neo-Osmanlıcılık hayalinin peşine takıldı. ‘90-‘93 arası; Türk Devlet i’nin geleneksel statik konumunu değiş tirerek, ABD hattında yayılmacı eğilim lere girdiği bir süreç olmuştur. Bu yöne lişin içteki yansımaları ise kuzeydeki KUKM engelinin aşılabilmesi amacıyla “federasyon bile tartışılabilir” ifadeleri, ikinci cumhuriyet tartışmaları ve baş kanlık sistemi önerileriydi. Olaylar T C ’nin hayalleri yönünde de ğil, bölgedeki emperyalist güç dengeleri tarafından belirlendi. Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkasları kolaylıkla bı rakmayacağını ‘93 başında ilan ettiği ye ni savunma konseptiyle kanıtladı. Erme nistan’ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yi ne Azerbaycan’da örgütlediği darbeyle Elçibey’i indirdi, Çeçenistan’ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böylelikle TC ’nin bölgedeki gi rişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü. Bu gelişmelerin ardından Türk Dev leti; Kürdistan’ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbe ci taktiklerle yöneldi. A BD ’nin isteği doğrultusunda Azerbaycan ve Gürcis tan’da darbe girişimleri, Çeçenistan’ın kışkırtılması gibi adımlarla Rusya’yı geri letmeyi amaçlayan bu yöneliş, iç siyase te de benzer nitelikte yansıtıldı. Genel kurmay güdümünde MHP kadroları ve DYP’nin parlamento desteğiyle oluştu rulan özel savaş yönetimi; yükselen KUKM’nin batıdaki işçi sınıfıyla birleş
___ politik durum değerlendirmesi__ mesi ihtimaline karşı; Gazi tipi kitlesel katliamlardan yargısız infazlara, aydınlara dönük provokatif suikastlardan Hizbullah tipi kontra örgütlenmelerine kadar cumhuriyet tarihinin en kirli uygulamala rını hayata geçirdi. Bugün demokrasinin şampiyonluğunu yapan AB emperyalizmi Rusya’nın geriletilmesinde çıkarı olduğu için Türk Devleti’nin bu politikasını PKK’nin faaliyetlerine yasak koyarak desteklemişti. Fakat özel savaş ne dışarıda ne de içeride beklenen sonuçları vermedi. Özellikle Güney Kürdistan’da ‘96’da yaşa nan fiyasko, Kafkaslar’da Rusya’nın haki miyetini sağlamlaştıması ve Körfez Savaşı’nda kurulan dengelerin erozyona uğ raması ABD ’yi bölgede daha ileri adım lara zorladı. Temelleri kirli savaş döne minde atılan TC-İsrail ilişkisi, ABD gü dümünde stratejik işbirliği seviyesine sıçratıldı. Bölgedeki güç dengelerinde köklü bir değişim yaratan bu ittifakın he defleri; Kürdistan ve Kafkaslar başta ol mak üzere Doğu Akdeniz’den O rta As ya’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsa maktadır. T C ’nin Sovyetler’in çözülmesiyle o r taya çıkan stratejik konum belirsizliği; ‘96’da yapılan bu işbirliğiyle ABD-İsrail hattına perçinlenmiş oluyordu. Bu derin ilişkinin iç siyasete yansıması da kapsam lı oldu. Önce içeride ve dışarıda işlevini tamamlayan ve giderek denetim dışına çıkmaya başlayan MHP kökenli kirli sa vaş kadroları, emniyet içindeki uzantıla rıyla birlikte tasfiye edildi. Ardından bü yümesi engellenemeyen Siyasal İslam’a karşı 28 Şubat “ postmodern darbe” si yapıldı. Arkasını stratejik anlaşmaya da yayan ve böylelikle geniş bir hareket ala nı kazanan Genelkurmay, gerek burjuva
siyaseti üzerindeki ağırlığını, gerekse si yasi inisiyatifini kullanarak iktisadi im kanları olağanüstü genişletti. Rant eko nomisinin aşırı derece siyasallaşan payla şım sürecinde, diğer finans kapital grup ları gerilerken, O YAK Holding yüzde 500’lere varan karlılık oranlarıyla Türki ye’nin en büyük beş holdinginden birisi haline getirildi. Bütçeden alınan yüzde yirm ilik pay, her yıl ortalama 7-8 milyar dolarlık silah alım harcamaları, savunma sanayi fonları ve bu sektörde öbeklenen sermaye biraraya getirildiğinde Genel kurmayın açık veya dolaylı olarak de netlediği sermaye miktarı diğer finans kapital gruplarının çok ötesine geçti. ABD bölgedeki stratejik ittifakının elini sonraki yıllarda da kuvvetlendirmeye devam etti. TC ’nin Kafkaslar ve O rta doğu’ya dönük müdahalelerinde önü aç mak için PKK Genel Sekreteri Öcalan, Mossad ve C lA ’nın tezgahladığı bir ope rasyonla Türk Devleti’ne teslim edildi. Aynı yıl yapılan AGİT zirvesine gelen ABD Başkanı Clinton meclis konuşma sında; OsmanlI’nın geçmişteki etki alan larında mirasçılarının yeniden söz sahibi olması gerektiğini söylüyor ve T C ’nin stratejik ufkunu çiziyordu. Hemen zirve öncesinde Yunanistan’ın şiddetli itirazla rına rağmen Türk askeri ABD eliyle Bosna’dan sonra Kosova ve Arnavutluk’a taşınmıştı. Yine AGİT zirvesinde ABD’nin T C ’ye biçtiği rolü pekiştiren diğer gelişme Bakü-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaş ma ile TC, Kafkas petrollerine eklemle nirken bölgedeki askeri varlığının da önü açılıyordu. Boru hatlarını koruma gerek çesiyle Gürcistan ve Azerbaycan’a Ame rikan askeri ile birlikte Türk askeri de yerleştirildi. Diğer yandan sözü edilen --------------------------------------------------------------------------------------------------------------
23
—
— yol anlaşma çerçevesinde Irak, Suriye ve Iran Güney Kürdistan’dan tecrit edilir ken, Türk Devleti’nin iktisadi-siyasi ve askeri olarak derinlemesine nüfuz etme sine olanak tanındı. Aynı süreçlerde TC ’nin Helsinki zir vesinde aday olarak kabul edilmesi için AB ülkelerine yoğun bir diplomatik bas kı uygulandı. Bugün de devam ettirilen bu yönelişle ABD ’nin ulaşmak istediği esas amaç; askeri inisiyatifini tekelinde tuttuğu Türk Devleti’ni bir “ truva atı” olarak Avrupa Birliği’nin ordusu kabul edilen (AGSK) Avrupa Güvenliği Savun ma Kimliği’ne sokabilmektir. ABD’nin bu adımını; “ AB’nin ekonomik gücüyle doğru orantılı bir askeri-siyasi güce ulaş masını engelleme” stratejik hedefiyle bağlantılı ve AB’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa’da ekonomik yoldan kapattığı alanları N A TO üzerinden askeri olarak kuşatma politikasının bir parçasıdır Bu gelişmelere karşılık Avrupa Birli ği verdiği aday üyelikle Türkiye’yi yörün gesinde tutarak, sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişecek sonuçlarını azaltmayı ve eğer becerebilirse ekono mik ağırlığı ve içerideki uzantıları üzerin den kendi hegemonya alanını Kıbrıs ve Türkiye’nin doğu sınırlarına kadar geniş letmeyi planlamaktadır. AB emperyaliz minin sürekli gündemleştirdiği “ demok rasi" söylemleri; elbette demokratik bir toplum istediğinden değil, daha zayıf bir emperyalist güç olması nedeniyle -tıpkı bir zamanlar İngiltere’ye karşı “ ulusların kaderlerini tayin hakkım” savunarak sö mürgelerde yayılan ABD gibi- hegemon güce karşı oluşmuş tepkileri kullanarak yayılma amacından kaynaklanıyor. “ De mokrasi” söylemlerinin daha özeldeki amacı ise; ABD-İsrail stratejik işbirliğinin 24
içerideki uzantısı olan Genelkurmay’ın, siyaset üzerindeki ağırlığını boşa düşür mek ve böylelikle A BD ’nin, Türkiye ve bölgedeki etkinliğini daraltmaktır. ‘90’ların ortasından itibaren yoğunla şan müdahalelerle emperyalist paylaşım mücadelesinin içsel bir olguya dönüştü ğü Türkiye’de; her iki emperyalist gücün çıkar çatışmasının sonuçları ekonomi den siyasete, askeri alandan kültürel ala na kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşanmaktadır. Siyasal-kurumsal yapı bu gerilim altında hızla deforme olurken, zaten neoliberal politikalarla iç ilişkileri gevşeyen egemen sınıf da emperyalist ikiliğe göre yeniden ve keskin bir saflaş maya uğramaktadır. Bu doğrultuda Ge nelkurmay “ güvenlik” kavramını öne çı kararak, ABD-İsrail hattının gereklerini yasaklar ve provokasyonlarla topluma benimsetmeye çalışırken, TÜSİAD’ın ar kasında durduğu “ Avrupacı kesimler” ise sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist hegemonyayı ülkeye ha kim kılma çabasındadır. Fakat özellikle İsrail’le yapılan strate jik işbirliğinin ardından T C ’nin AB ve ABD arasında duran geleneksel dengesi ABD lehine önemli oranda bozulmaya başlamıştır. AB gündemlerinde kopartı lan cayırtılar ABD-İsrail eksenindeki katlanarak yürütülen ilişkinin üstünü ö r ten bir işlev üstlenmektedir. Bu stratejik gidişatın getireceği sonuçları ise tahmin etmek güç değildir. Genelkurmay öncü lüğünde daha fazla ABD ’nin emrine çe kilen Türk Devleti’nin, bölgede “ ikinci bir İsrail” rolü üstleneceği, bölge halkla rına olduğu kadar Türkiye halklarına da daha fazla anti-demokrasi ve daha fazla gericilik getireceği açıktır.
___ politik durum değerlendirmesi__ Truman D oktrini’yle “ siyasi sorum luluğunu” Ingiltere’den devraldığı 1947’den bu yana ABD’nin TC ile kurduğu ilişkinin tarihi; topraklarını füze rampası ve askeri üs olarak kullandığı, dış politi kasını anti-sovyetik paktlarla, “ yeşil ku şak” projeleriyle yönlendirdiği, askeri darbelerle ve istikrarsızlaştırma operas yonlarıyla iç siyasetine derinlemesine nüfuz ettiği pervasız bir istismarın tarihi dir. Bu ilişki bugün gerek stratejik işbir liği gerekse ABD’nin yeni saldırı politi kalarında T C ’nin bölgedeki en önemli it tifakı olması nedeniyle en üst noktasına tırmandırılmıştır. Bu doğrultuda ABD emperyalizmi; uzun yıllar AB’nin üzerine yıktığı TC ’nin “ iktisadi yükünü” , askerisiyasi inisiyatifini süreklileştirebilmek adına belli düzeyde üstlenmek zorunda kalmaktadır. IMF’den yapılan büyük mik tarda sermaye aktarımı, yeni bir serma ye birikim modeli olarak savunma sana yinin önünün açılması, İsrail üzerinden ABD ’ye ihracat imkanı tanınması, yük sek teknoloji üretimi yapılacak “ nitelikli sanayi bö!geleri” nin kuruluşu, petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçirilmesi, Gü ney Kürdistan’ın petrol ve pazar imkan larının açılışı vb. bu yönde atılmış adım lardır. Sistem iç siyasetini de şiddetle belir leyen iki temel stratejik seçenek arasın da salınmaktadır. Daha baskın olanı Ge nelkurmay öncülüğünde Türk Devleti’nin A BD ’nin bölgesel ihtiyaçlarına doğru hızlı bir stratejik kayma yaşaması, AB ile ilişkilerin kopma noktasına getirilmesi ve dışa dönük saldırgan politikaların, ki mi sermaye gruplarını da kapsayacak şe kilde içteki muhalefete de yöneltilmesi durumudur. Orgeneral Kılınç’ın sansas yon yaratan açıklamaları bu doğrultuda
bir niyetin ifşasıdır. Yine Genelkur mayın kendi teamüllerine aykırı olarak en saldırgan unsurlarını başa getirmesi bu temelde bir pozisyon alma olarak yo rumlanmadır. Diğer seçenek ise; AB’nin karşı ataklarla ağırlığını artırması ve top lumun tüm kesimlerinin emperyalist iki leme göre saflaştığı uzun yıllara yayılan bir iç gerilim ve çatışma sürecine giril mesidir. Ancak henüz ne bölgede emperya listler arası ne de içeride egemen sınıf klikleri arasında kalıcı bir güç dengesi oluşmamıştır. Neoliberal politikaların egemen sınıf içi geleneksel ittifak ilişkile rini çözmesi, emperyalist paylaşımın iç sel bir olguya dönüşerek yeni bir saflaş ma dayatması ve bir bütün olarak bu di namiklerin siyasal kurumsal yapıyı eroz yona uğratışı sürecin temel belirleyenle ridir. Güç ilişkileri köklü bir değişime uğramasına rağmen ona karşılık gelmesi gereken siyasal kurumsal yapı böylesi bir değişim yaşamamıştır. Sistemin yeni den yapılanma sorununu tarif eden bu durum, her kesimin “ kendi yeniden ya pılanma modelini” hakim kılma çabası nedeniyle siyasi krizlerle yaşanmaktadır. Sistemin içinde bulunduğu konak gele neksel bağların çözüldüğü, her kesimin kendi ittifak güçlerini oluşturmaya çalış tığı bir dağılma ve yeniden saflaşma ko nağıdır. Bu paralizasyon süreci kapsamlı bir iç hesaplaşmayla tamamlanmadan, ne iç siyasette bir denge ve istikrar oluşma sı ne de herhangi bir stratejik hattın ka lıcılaşması mümkün değildir. Her sermaye grubunun kendi dolay sız temsilcisini siyaset sahnesine sürme ye çalışması, AB ve ABD ’nin uzantıları üzerinden yaptıkları müdahaleleri ve kirli savaşla derinleşen “ MGK direktifle-
— y o l---------------------------------------------riyle hükümet yönetme” tarzı, burjuva siyaset merkezinin tümüyle dağılmasına neden olmuştur. Uzun yılların faşizm koşullarında iradesizleşen burjuva parti ve hükümet sistemi, sözü edilen çok yönlü müdahaleleri dengeleyememiş ve tam anlamıyla çökmüştür. En geniş koa lisyona ve muhalefetsizliğine rağmen mevcut hükümetin çözülmesi, çok sayı da ve birbirine tümüyle benzeyen parti nin ortaya çıkışı, partilerin sübjektif zaaf larının değil temeldeki bu dinamiklerin sonucudur. Ancak paralizasyon sadece parlamenter düzlemde değil, sistemin tüm kurumsal yapısını kapsayacak bo yuttadır. Yasama alanında mahkemelerin birbirini boşa düşüren ve tümüyle siya sal nitelikteki kararları, yürütme alanın da MİT ve Genelkurmay’ın özellikle AB ve K ürt konusunda birbirleriyle çelişen açıklamaları bu durumun örneklerini oluşturmaktadır. Böylesine çok yönlü paralizasyonun hakim olduğu koşullarda yapılacak se çimlerin sistemin siyasi istikrar sorunu nu çözemeyeceği, aksine dağılıp bozulan koalisyonlarla kalıcı bir kriz sürecine gi rilmekte olduğu açıktır. Ancak bu süre cin son on yılda yaşanan krizlerden kimi farkları da vardır. Burjuva parlamenter yapısının iradesizliği, özellikle kirli savaş döneminde MGK’nın hareket alanını ge nişleten bir nitelik taşımıştır. Fakat par tile r teker teker kullanılarak posalarının çıkartıldığı, siyasal merkez erirken dış lanmaya çalışan kesimlerin güç kazandığı bugünkü süreçte Genelkurmay aynı ha reket kolaylığına artık sahip olamayacak tır. Herhangi bir stratejik hat salt dış güçlere dayanarak hakim kılınamaz. Ge rek egemen sınıf kliklerinin birbirlerine
güç yetirememeleri nedeniyle gerekse yeniden yapılanmanın kitlesel dayanakla rını oluşturma amacıyla geçmişe oranla kitleler siyaset alanına daha fazla çekile cektir. Avrupacı kanat liberal temelde kitleleri kapatmaya çalışırken, diğer yan da yarı proleter kesimleri faşizmin kitle tabanına dönüştürme çabaları vardır. Sonuç olarak olguların kapsamından da anlaşılabileceği gibi mevcut durum basit bir “ egemen sınıf içi çatlak” olmak tan çok daha öteye, sınıf ilişkilerini ve politik akışı belirleyecek derinlikte bir zemin kaymasıdır. Dolayısıyla bu ger çeklikten “ emperyalistler arası veya egemen sınıf içi çelişkileri kullanma” tar zında yüzeysel bir taktik çıkartılamaz. Çıkartılması gereken sonuç; politik akı şın temel dinamiklerini doğru kavraya rak Avrupacı ve Amerikancı stratejilere karşı “ üçüncü ta ra f’ın inşa edilmesi zo runluluğudur. Halkların ittifakı temelin de ve demokratik devrimin asgari prog ramı çerçevesinde bir siyasi irade oluş turulm adığı sürece demokrasi güçleri nin emperyalist kategorilere dahil olma sı ve bunların siyasi sermayesine dönüş mesi engellen«vneyecektir.
Mehmet Yılmazer
11 EYLÜL'ÜN BİRİNCİ Yi U N DA DÜNYA I I Eylül’den sonra “ hiçbir şeyin es kisi gibi olmayacağı” çok söylendi. Evet, değişen şeyler var, ancak Yeni Dünya Düzeni’nin esaslarında bir değişim var mı? Sorulması gereken soru budur. Sovyetler’in yıkılışından sonra, em peryalist merkezler tarafından dünya ye niden paylaşılmaya başlandı. Bu payla şım, günümüzün en temel özelliği ve gerçekliğidir. Bu temel özellikte I I Eylül’le birlikte bir değişim olmadı. Payla şım devam ediyor; fakat ikiz kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırıdan sonra önemli bir değişim oldu: Emperyalist pay laşımın temposu arttı. Afgan Savaşı’ndan sonra şimdi dünya Irak’a karşı başlatıla cak savaşın eşiğine geldi. Irak’a karşı ya pılacak bir operasyonun, tüm Ortadoğu dengelerinde ve büyük bir olasılıkla bazı Arap ülkelerinin iç siyasal dengelerinde önemli değişimlere yol açacağı öngörü lebilir. Dolayısıyla dünya oldukça köklü değişimlerin eşiğindedir.
olduğu hemen ortaya çıktı. Dünyadaki durumu gerçek zemininde gören gözler için bu durum hiçbir şekilde sürpriz de ğildir. Daha I I Eylül saldırısından hemen sonra NA TO 5. Maddeyi yürürlüğe koymaya niyetlenince, ABD Savunma Bakanı, hemen yardımcısını Brüksel’e yollayarak bunun gerekli olmadığını, ko alisyonun görevi değil, “görevin koalis yonu belirleyeceği” haberini iletmişti. (Bush and the W orld, Michael Hirsh, Foreign Affairs, Sep/Oct 2002) Bunun anlamı yeterince açıktı. ABD, I I Eylül sonrası çıkacağı yolda sürekli olarak “ müttefikleri” ile birlikte davranmak ye rine elini kolunu bağlayabilecek bu ko şullardan kendini bağımsızlaştırmak yo lunu tercih etmiştir. O günlerde yapılan NA TO toplantısına gelen ABD Savunma Bakanı’nın “ dostlarından” açık hiçbir ta lebi olmamıştır. Irak’a karşı operasyona hazırlanan ABD, bugün bu tavrını iyice derinleştirme yolunu seçmiştir.
Ö te yandan, I I Eylülle birlikte kuru lan büyük koalisyon bugün dağılmıştır. Saldırıdan hemen sonra atılan “ Biz de Amerikalıyız!” çığlıkları artık atılmıyor. Dünya bu anlamda I I Eylül öncesine dönmüştür. Bush yönetimiyle Ameri ka’nın unilaterist (tek yanlı) politika izle meye başlaması ve “ müttefiklerine” füze kalkanı projesini dayatmasıyla güç mer kezleri arasında gerilim yükselmişti. I I Eylül saldırısı sırasında ortaya çıkan söz de dayanışmanın ne ölçüde kısa ömürlü
Bush’un başkanlığa seçilmesinden sonra ABD yönetiminde ve iç dengele rinde zaman zaman açığa çıkan bir mü cadele yaşanmaktadır. Bu sürtünme baş lıca üç kutup arasında seyretmiştir. Bi rincisi, “ Dışişleri Bakanı Colin Povvell ve onun tecrit edilmiş ılımlı mültilaterist destekçileri” ; İkincisi, “ Donald Rumsfeld-Dick Cheney’in gerçekçi unilateralistler ekseni” ; üçüncüsü, “ Paul VVolfow itz’in etkili neo konservatif çizgisidir” . (M. Hirsh, a.g.y.) Bu güç dengesinde Co27
----------
■
— yol lin Povvel’ın “ ılımlı mültilaterist” çizgisi şahinler karşısında gerilemiştir. “ Sonuç olarak, Bush’un şahinleri politik müca deleyi kazanıyorlar.” (M. Hirsh, a.g.y.) I I Eylül sonrasının güç dengelerinde en önemli değişim budur. Bu mücadele sa dece ABD iç dengelerini ilgilendirmiyor, VVashigton’un uluslararası politikasının eksenini oluşturuyor. I I Eylül’ün birinci yılında Clinton döneminin mültilaterist politikalarının kesinlikle sona erdiği söy lenebilir. Bunu en iyi Bush’un güvenlik konularında danışmanı Condoleezza Rice açıklamıştı: “ Hayali bir uluslararası topluluğun çıkarlarından hareketle değil, ulusal çıkarların katı zemininden yola çı kacağız.” (M. Hirsh, a.g.y.)
"YENİ GRAND STRATEJİ" “ Soğuk savaşın bitiminden sonra, Washington’da ilk kez yeni bir temel strateji şekilleniyor.” (American’s Imperial Ambition, G. John Ikenberiy, Foreign Affairs, Sep/Oct 2002) Yeni Dünya Düzeni, Baba Bush ile başlamıştı. Clin ton ile devam etti. Oğul Bush ile yepye ni bir sürece doğru derinleşiyor. ABD temel stratejisi, oğul Bush ile yeniden şekilleniyor. İlk on yıl bir bakıma sosya lizme karşı zafer kazanan Batı dünyasının kutlama şenlikleriyle geçti. Öne çıkan stratejik yöneliş, ABD’nin “ müttefikle riyle birlikte” (mültilaterist) dünyayı yö netme biçimindeydi. Ancak bu süreçte bile ABD sürekli dünyayı tek başına yö netme eğilimleri gösterdi. Müttefikleri nin Körfez Savaşı’ndaki “ vefasızlığı” , Bal kan Savaşı’ndaki “ beceriksizlikleri” zaten ABD yönetiminde önemli etkileri olan şahinlerin sürekli elini güçlendirdi. I I Eylül, stratejik bir dönüş için en iyi fırsa ______
28
tı yarattı. ABD artık kendi içinde ve dünyada bu konudaki beklenti ve tartış malara bir nokta koyuyor. Kongreye su nulan “ yeni güvenlik stratejisi” , Yeni Dünya Düzeni’nin ilk on yılında yaşanan müttefikler arasındaki balayı dönemine son veriyor. Bu anlamda “ soğuk savaşın bitiminden sonra Washington’da ilk kez yeni bir temel stra tejinin şekillendiği tespiti doğrudur. “ Bu yeni temel strateji yedi esası içermektedir. “ Birincisi, ‘bu strateji, ABD ’nin ken disine denk bir rakibinin bulunmadığı tek kutuplu bir dünyanın varolduğu esas tespitiyle başlar.’ ” (G.J.Ikenberiy, a.g.y.) Bu tespitin önemi ve ne anlama geldiği yeterince açıktır. A rtık iki kutuplu dün ya sistemi sona ermiştir. Y D D ’nin ilk on yılındaki eski müttefiklerin “ çok kutuplu bir dünyanın inşa edilmesi” düşü böylece ABD tarafından geri plana itilmekte dir. Herkes gücü ölçüsünde konuşacak tır. Condoleezza’nın dediği gibi “ hayali bir uluslararası toplum ” un çıkarları pe şinden gidilmeyecektir. Bu bir hayaldir. Gerçek; ABD’nin rakipsiz tek güç olma sıdır. “ İkinci esas, küresel tehditin drama tik yeni analizi ve onlara nasıl karşılık ve rilmesi gerektiği üzerinedir. ‘Bu terörist gruplar yatıştırılamaz ve caydırılamaz, yönetim onların imha edilmesi gerektiği ne inanmaktadır.’ ” (Ikenberiy, a.g.y.) İki kutuplu dünyada düşmanın “ caydırılma sı” esastı; şimdi bu mümkün görülmedi ği için imha edileceklerdir. “ Yeni stratejinin üçüncü esası, soğuk savaş döneminin caydırıcılık kavramının ömrünü doldurduğunu ileri sürmekte dir. Bu yüzden güç kullanımı, tehlike bü-
_11 EylüPün birinci yılında dünya___ yümeden potansiyel tehditi dikkate ala rak, önceden davranılması (preemptive; bu deyim yeni stratejinin esas kavramı dır. b.n.) ve hatta engellenmesi biçimin de olmalıdır.” (a.g.y.) Gerçek tehdit ve caydırıcılığın yerine “ potansiyel tehdit” ve “ imha” geçmektedir. Bu stratejik esas, insanlığın gerçekten yeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğunu göste riyor. Karşı ağırlığı olmayan bir dünyada bir tehlike potansiyeli keşfetmek ve im ha etmek kararını tek başına VVashington alacaktır. “ Sonuç olarak, ortaya çıkmakta olan yeni temel stratejinin dördüncü esası, egemenlik kavramının yeniden kalıba dö külüp şekillendirilmesini içermektedir.” (a.g.y.) Açık konuşmak gerekirse tek egemen ulus ABD olacağı için, diğer ulus ların egemenliği veya bağımsızlığı Washington’un izin verdiği ölçüde olacaktır. Ulusal egemenliğin yeniden tanımlanma sı Clinton döneminden beri tartışılmak tadır. Clinton bu kavramı “ insan hakları için müdahale hakkı” tanımlamasıyla sı nırlamaya çalışmıştı; VV.Bush aynı işi “ potansiyel terörist tehdit” tanımlama sıyla yapmaya soyunmaktadır. Hedef ay nıdır; Dünya egemenliği ve ABD ulusal çıkarları için herhangi bir ulusa müdaha le hakkının meşrulaştırılmasıdır. Bu yol da Clinton ve Bush’un sadece araçları farklıdır. Şüphesiz ki, bu araç farkı büyük bir öneme sahiptir. “ Bu yeni temel stratejinin dayandığı beşinci esas, uluslararası kuralların, an laşmaların ve güvenlik için işbirliklerinin genel olarak değersizleştirilmesidir. Şe killenen unilateral strateji, keza uluslara rası anlaşmaların değeri hakkında derin şüphelerle yüklüdür. Bu görüş kısmen, Birleşik Devletler’in çok yanlı kural ve
kurumların çürük ve zorlayıcı dünyasına karışmaması gerektiği biçimindeki, derin sezgi ve güvene dayanan Amerikan inan cından kaynaklanmaktadır.” A B D ’nin Birleşmiş Milletler dahil pek çok ulusla rarası kurum ve anlaşmaya soğuk baktı ğı sır değildir. İki kutuplu dünyada bu kurum ve anlaşmalar bazen A BD ’yi sık sa da kapitalizmin genel çıkarları açısın dan katlanılabilir bir yönü vardı. Ayrıca sosyalizm karşısında kapitalist dünyanın tartışılmaz liderliğini yürüten ABD, pek çok konuda müttefiklerini ardına dizebi liyordu. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nde artık kapitalizmin genel çıkarları yoktur, bunun yerine kapitalist ülkelerin tek tek çıkarları vardır. Bu noktadan bakınca uluslarası pek çok kural ve kurum Washington’un elini kolunu bağlamaktadır. ABD yeni stratejisiyle kendisine daha fazla özgürlük alanı yaratmayı hedefle mektedir. “ Akıncısı, yeni temel strateji, tehdit lere cevap vermede ABD’nin doğrudan ve sınırlandırılmamış bir rol oynaması gerektiğini öne sürmektedir. Bu inanç, kısmen diğer başka bir ülkenin veya ko alisyonun -AB dahil- dünyadaki, terörist ve haydut devletlere karşı güç planlama yeteneği olmadığı yargısına dayanıyor.” ABD, Sırbistan’ın bombalanması sırasın da müttefiklerini bu konuda uyarmıştı. Avrupa’nın savaşma yeteneğindeki geri lik N A T O ’nun davranış yeteneğini ya vaşlatıyordu. Pentagon bu konuda yete rince özgür olmak istiyor. Hatta son Varşova’daki N A TO toplantısında ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, terörizme karşı bir “ vurucu güç” inşasından söz et ti. Bu öneri, bir bakıma, ağır aksak giden Avrupa Ordusu projesinin rafa kaldırıl ması anlamına geliyor. 29
—
__ vol “ Sonuncu olarak, yeni temel strateji uluslararası istikrara küçük bir değer at fediyor. Unilaterist blokta, eski gelenek lerin bir kenara bırakılması gerektiği şeklinde duygusallıktan uzak bir görüş var. Örneğin, Kuzey Kore’ye karşı yö netimin şahince politikası bölgeyi istik rarsızlığa sürükleyebilir, fakat böyle bir istikrarsızlık Pyongyang’daki kötü ve tehlikeli rejimin defedilmesi için öden mesi gerekli fiyat olabilir. “ Bu yeni zorlu dünyada, yeni bir im paratorluk isteyen düşünürler eski ger çekçi ve liberal temel stratejilerin çok yararlı olmadığını iddia ediyorlar. “ Asimetrik tehditler dünyasında, kü resel güç dengesi, savaş ve barışı belirle yen kriter değildir.” (a.g.y, G.J.Ikenberiy) Oğul Bush’un ABD Kongresi’ne sun duğu yeni temel stratejinin ana hatları budur. Doğal olarak hemen akla gelen ilk soru Amerika’nın bu stratejiyi uygulama kararlılığı ve gücünün olup olmadığıdır. ABD bu sorunun cevabını yakın gele cekte verecektir. Ancak şu kadarı kesin dir ki, dünya güç dengeleri ve Ameri ka’nın kendi iç sorunları böyle bir stra tejiyi kaçınılmaz kılıyor. Dünyadaki genel gidiş için şu tespit ler yapılabilir: I - Küreselleşmenin ilk büyüleyici dal gası tamamlanmıştır. Küreselleşmeyle hızlanan uluslararası finans kapitalin ser maye devşirme süreci bir tıkanma nok tasına gelmiştir. “ I I Eylül’den önce, ger çekte, dünya ticaret ve yatırım miktarla rında büyük bir çöküş vardı. Ticaretteki büyüme 2000 yılındaki % 12.5 seviyesin den 2001 yılında %2’den daha aza düştü. Doğrudan dış yatırımlar, 2000’de varılan _
_
30
1.3 trilyon dolar seviyesinden 2 0 0 l’de yarısına geriledi. Son otuz yılın en keskin düşüşü ve 1990’ların başından beri ilk düşüş.” (A Turning Point fo r Globalisation?, Lael Brainard, Cambridge Revievv of International Affairs, July 2002) 2- Küreselleşmenin yaldızları dökül meye başladıkça ilk önemli tepkiler de yükselmeye başlamıştır. Arjantin, U ru guay olayları bunun en belirgin kanıtıdır. I I Eylül, küreselleşmenin sembollerine vurarak aslında bir dönemin kapandığı nın dünyaya sarsıcı bir şekilde duyurul masıdır. Dünya, küreselleşme ile yaratı lan beklenti ve düşlerden gerçekler kar şısında yükselen tepkiler sürecine giri yor. Tepkilerin gelişmeye başladığı bu süreçte öfkelerin en çok üzerinde yo ğunlaştığı ülke Amerika’dır. ABD, sosya lizme karşı zafer kazandığı için el üstün de tutulacağını beklerken, öfkeleri üze rine çeken bir hedef tahtasına dönüşü yor. 3- Küreselleşme sürecinde multilaterist (karşılıklı çıkarları dikkate alan) po litikalar ABD egemenliğinin zayıflaması anlamına gelmektedir. Güç merkezleri nin “ barışçıl rekabeti” giderek ABD aleyhine gelişmeler yaratıyor. Özellikle sosyalizmin yıkılışından sonra ABD iç dengelerinde önemli kay malar yaşanmaktadır: 1- En güçlü olan silah, havacılık ve enerji sektörleri, ‘90’lar sonrası yaşanan ilk süreçte büyük daralmalar yaşadı. O y sa Amerika, ancak bu kulvarda koştu ğunda ipi göğüsleyebileceğini, aksi du rumda kaybedeceğini düşünüyor. 2- ABD ekonomisi önemli ölçüde dış sermaye girişine bağımlıdır. Günlük ola rak, yaklaşık 1.5-2 milyar doların ABD
_11 Eylül’ün birinci yılında dünya__ ekonomisine girmesi gerekiyor. Ancak güçlü bir ekonomi yabancı sermaye çe kebilir. Bu nedenle Wall Street sürekli parıltılı olmalıdır. Oysa son yaşanan dev iflaslarla (Enron, VVorldCom gibi) ABD ekonomisinin nasıl spekülatif şişirmeler yaptığı gözler önüne serilmiştir. Üstelik, I I Eylül’ün bir sonucu olarak Am eri ka’daki Arap petro-dolarlarının 100 mil yarı aşkın bölümü Avrupa’ya kaçmıştır.
menliğine hizmet etse de, orta vadede Amerikan ekonomisinin kırılganlığını ar tıracaktır. Lideri kırılganlaşan emperya list dünya için bu noktadan sonrası, ön cesinden daha dayanılmaz olacaktır. 2 7 .0 9 .0 2
3“Amerikan tarzı yaşam” ın sonucu olarak Amerikan toplumu son 40-50 yıl da bencilliğin zirvelerine tırmanmış, mo tivasyonunu ve ünlü “ Amerikan iyimser liğini” yitirm iştir. Ulusal duyguları yeni den canlandırmak için şok edici tedavi ler gerekiyor. Şarbonlu mektuplar ve sa vaş çığlıkları bu işlevi görüyor. Sonuç olarak, 21. yüzyıl ABD ege menliği için büyük bir sınav olacaktır. ABD ’nin stratejik hedefinin, dünya ener ji kaynaklarını egemenliğinde tutarak ra kiplerini denetlemek olduğu bir sır de ğildir. AB, Japonya ve hızlı gelişen Çin, bugünün dünyasında yoğun bir şekilde enerji olarak petrole bağımlıdır. Kıya metin kopma noktası bu alandaki ege menlik savaşındadır. Irak savaşı gerçek leşirse, bunun nasıl bir seyir izleyeceğini bugünden kestirmek zor olsa da, bu sa vaşın dünyadaki saflaşmaları daha da keskinleştireceği bellidir. Bu noktada ABD için büyük riskler başlamaktadır. Fakat ABD egemenliği için diğer multilaterist tercih de büyük risk taşımaktadır. Bu kritik kavşakta Washington, Afganis tan ile 21. yüzyılın ilk savaşını başlattı, bütün gelişmeler bunun Irak savaşı ile devam edeceğini gösteriyor. Bu savaşla daha derin ve yaygın bir gerilim, dünya güçler dengesinin merkezine yerleşe cektir. Bu durum kısa vadede ABD ege 31
Mehmet Yılmazer
EMPERYALİZMDEN 'İMPARATORLUĞA'; YA DA POSTMODERN EMPERYALİZM Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Harvard çıkışlı emperyalizm incelemele ri günümüz düşünce karmaşasına ve postmodern emperyalizmin “ tahliline” iyi bir örnektir. Kavramlar üzerinde “ kutsallık” yaratmanın elbette bir anlamı yoktur. Bu anlamda, emperyalizm kavra mı dokunulmaz bir tabu değildir. Fakat hangi nedenlere dayanarak yeni bir kav ramın tercih edildiği; hiç şüphesiz bu ye ni kavramın içerik olarak neyi kapsadığı ortaya konmak kaydıyla emperyalizm kavramı yerine bir başkası kullanılabilir. Bu nedenle, eleştirimiz “ imparatorluk” kavramına değil; onun içeriğinedir. Günümüzde sorunlara yaklaşırken yaşanan büyük altüstlüklerden dolayı başlıca iki tuzak vardır. Bütün bu alt-üstlükleri yorumlamakta zorluk çekince, hele dünyanın karşı devrimci gidişine sübjektif bir tepki de biriktirince, en sık düşülen hata eski düşüncelerin “ O rto doks” savunucusu konumunda durarak yaşamdan kopuk bir düşünce zırhının içine çekilmektir. Bunun diğer ucu, deği şimlerden sarhoş olup, hatta hafıza kay bına uğrayarak “ yeni” adı altında bilimsel temele dayanmayan tutarsız, derinliksiz, moda düşüncelere yönelmektir. Bilimsel düşüncede “ inkar” kendi içinde bir dev rimdir. Eskiyen ve olaylarca yalanlanma ya başlayan düşünce sistemlerinden bir diğerine geçiş sancılı bir devrimdir. Bu yapılamazsa metafizik düşünce savrul maları kaçınılmazdır. Günümüz dünya ______
32
sında postmodernizm tam da budur. Ta mamen “yeni” ile ilgili olmak gibi bir özelliği ve övüncü vardır; ancak ne tarihi kapsayan ne de geleceğe bakan bir dü şünce sistemine sahip olmadığı gibi buna gerek de duymaz. Tarih bilincinden ko puk ve insanlığı geleceğe taşımayan bir “ yeni” ne ise, postmodernizm de odur. Tarihle bağlantı kurmayan bir düşünce neye göre “ yeni” dir. İnsanlığı geleceğe taşıma iddiasından yoksunsa “ yeni” ol masının bir anlamı olabilir mi? İnsanlık çok özgül bir süreçten geçi yor. Yeni bir düşünce sentezine varma dan önce ve böyle bir senteze varmak için günümüzde savrulmalara uğruyor. Bir dönem, ağırlıklı olarak böyle yaşana cağa benziyor. Günümüz dünyasına ve büyük güçler arası ilişkilere baktığımız da, 20. yüzyıldaki ilişkilerle benzerlikler de vardır, farklılıklar da. Yöntem olarak, benzerlik ve farklılıkları mekanik olarak alt alta sıralamak fazla bir değer taşımaz. Sorun, emperyalizmin özünde, yani ona varoluş ve davranış özelliklerini kazandı ran temel yapı taşlarında bir değişiklik olup olmadığındadır. Bir metale pek çok şekil verebilirsiniz ve görünüş olarak çok değişik formlara girebilir, ancak ısı karşısındaki davranışlarını onun molekül yapısı belirler. Dünyanın “ yeni” düzeni ne bakarken düşüncelerin odaklaşması gereken alan, görüntü değil,onun temel yapısındaki değişimlerdir. Bu konuda Hardt ve Negri’nin çarpı-
_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__ cı iddiaları vardır. Bunları izleyerek gü nümüz emperyalizmini ne ölçüde açıkla dığını irdelemeye çalışalım. “ Bugün biz İmparatorluk’un modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kal dırdığını ve aynı zamanda özgürlük po tansiyelini çoğalttığını görüyoruz. “ Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni olan mo dern ulus-devlet dünya sahnesinden sili niyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun.” (İm paratorluk, Hardt&Negri) Burada iki temel tespit vardır. Mo dern ulus-devlet, emperyalist tahakküm ve savaşların nedenidir. Öte yandan, modern ulus-devletlerin sahneden silin mesiyle “ zalim rejimlerden” “ özgürlük potansiyeline” geçiliyor. Şüphesiz ki, ulus devletler savaşın ya ratıcısı değil, ancak yeni tip bir savaşın yaratıcısıdır. Emperyalist tahakkümün nedenini ulus devletlere bağlamak ise, onun kapitalizmin gelişim aşamalarıyla olan bağlantısını koparmak olur. Kapita lizm, feodal imtiyazlara karşı mücadele ederken ve kendini güçlendirmek için, ulus devletleri yarattı; ancak kapitalist genişleyen yeniden üretimin özelliği ise aynı zamanda ulusal sınırları zorlayan bir özelliğe sahipti. Emperyalizmin maddi altyapısı; üretimin tekelleşmesi, banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan finans kapitaldir, sadece “ ulus devlet” değildir. Sermaye, ulus sınırlarını aşındırır. Ancak buradan hareketle, san ki doğru bir çizgi izleyerek ulus devlet lerin yok olacağı sonucunu çıkartmak, ancak emperyalizmin bazı temel özellik lerini unutarak mümkündür. Emperya list yayılmacılık sermaye, teknik ve zor
(askeri) gücüne dayanarak yürümekte dir. Özellikle günümüzde, sosyalizmin yıkılışı ile ortaya çıkan tabloda bazı yanıl gılar koyulaşmıştır. Dünya ölçüsünde kapitalist rekabetin, daha klasik deyimiy le pazar paylaşımının sırf barışçıl yollarla sermayeye, teknik güce ve “ risk alma” yeteneğine bağlı olarak sürdürülebilece ği yanılgısı, 20. yüzyılın başlarındakine benzer bir şekilde ortalığı kaplamıştır. Bu paylaşımda zorun rolü (askeri gücün rolü) unutulduğunda, esasında emperya lizmin, başka bir ifadeyle tekelci kapita lizmin temel özelliklerinden birisi de unutulmuş olmaktadır. Buradan hareket le artık emperyalizmin niteliğini değişti recek ölçüde yorumlamalara gidilebilir. Eğer emperyalist paylaşımda zorun rolü unutulmazsa buradan tekrar ulusal dev letin rolüne gelinir. Ulusal devlet, tarihin gördüğü en organize zor araçlarını ya ratmıştır. Bir tanesi ve en önemlisi ulu sal ordulardır. Sermayenin sınır tanı mazlığı ulus devletlerin sınırlarının eroz yona uğraması sonucunu yaratıyor; an cak pazar paylaşımında zorun rolü ise ulusal ordu örgütlenmelerini kaçınılmaz kılıyor. AB, buna güzel bir örnektir. Eğer tarih bugünkü yönünde akarsa, Avrupa devletleri arasında, ulusal egemenlikle rin yerini Avrupa ölçüsünde kurumlar alacaktır. Avrupa parasıyla birlikte hemen Avrupa ordusu da gündeme gelmiştir. Bunun anlamı çok açıktır. Avrupa, em peryalist merkezlerden birisi olarak dünyanın paylaşımında yer alıyorsa, kaçı nılmaz bir şekilde bunun zora dayalı ö r gütlenmesini de yaratmak durumunda dır. Birkaç ulus belki ortadan kalkacak tır; ancak ortaya yeni bir “ Avrupa Birle şik Devletleri” çıkacaktır. Böylece, bazı sınırlar ortadan kalkarken güç durumla-
--------------------------------------- 33 —
— yol rina göre başka sınırların inşa edildiğini görmek zor değildir. “ Modern ulus devletin dünya sahne sinden silindiğine” dair tespitler insanlı ğın tarihsel gidişi açısından belli bir anla ma sahipse de, günümüz gerçekleri ve özellikle politik güç dengeleri açısından yanıltıcı sonuçlar doğuran “ erken” ön görülerdir. Tarihe baktığımızda, ulus devletlerin oluşma ve gelişme dönemi 17. yüzyılda başlayan 20. yüzyılda olgun luk dönemine giren bir süreçtir. Tarih sel olarak, artık bu süreç kendinden sonraki yeni bir doğum için birikim dö nemine girmiştir. Ancak döl yatağındaki yeni oluşum henüz hiçbir belirgin özellik kazanmamıştır. Hatta kabaca bakıldığın da sanki dünyada yeni bir uluslaşma dal gası yaşanmaktadır. 2001 yılında dünya daki yaklaşık 120 çatışmanın sadece 10’u devletler arasındadır; diğerleri ulus-devletin kendi içindeki etnik veya başka ne denlerle yaşanan çatışmalardır. Balkan lar, Kafkaslar, Merkez Asya, Doğu ve Güney Asya ve özellikle Afrika’dan yeni ulus devletler doğmaktadır. Ancak bu doğumların hemen hepsi emperyalist paylaşım gerçekliğinden dolayı bir büyük gücün “ kurtarıcı” lığında olmaktadır. Ye ni ortaya çıkan ulus devletler, kendi öz gün renklerinden çok, yeniden paylaşı mın çeşitli egemenlik alanlarının rengini taşımaktadır. “ Küçük ulusların” bu alın yazısı elbetteki yeni değildir. I. ve il. Dünya Savaşlarında pek çok “ küçük” ulusun sınırları büyük güçlerin masaların da çizilmiştir. “ Küçük” ulusların sınırla rıyla böylesine pervasızca oynamak, şim di “ insan haklan” veya “ uluslararası te rörizm ” koşullarına bağlanmıştır. Burada ortadan kalkan bir “ sınır” vardır; ancak bu sınır büyük güç merkezlerinin sınırla
__ 34
rı değil, “ küçük” ulusların sınırlarıdır. Bu sürece paylaşım gerçekliği dışından bakı lınca demek ki, “ sayısız savaşlara neden olan ulusal devletin tarih sahnesinden si linmesi” , buna karşılık “ özgürlük potansiyeli” nin çoğalması olarak görülüyor. Işığı önünü görmek için ileriye tutmayıp yüzüne tutanların uğradığı körlük, “ mo dern” ve “ zalim” iktidarlar döneminin kapandığını, postmodern özgür dünya nın doğmakta olduğunu sanmak, “ modernizmin krizi” yle büyülenmektir. Fa kat ortada gelecekle ilgili en küçük bir öngörü yoktur. Ulus devletleri tarihe gömen bakış açısı, günümüz dünyasını ister istemez bu kalkış noktasından tanımlayacaktır. “ Bir zamanlar tanık olduğumuz bir kaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir-örnek yapılandıran ve tartışmasız postkolonyal ve postemperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu al tında toplayan) tek bir iktidar fikri almış tır. Bu bizim imparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır: Yani yeni bir hak nos yonu, daha doğrusu, yeni bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvenceye alan ve anlaşmazlıkları çözümleyen) ya sal baskı aygıtlarının ve normların üreti minde yeni bir tasarım.” (Hardt & Negri, a.g.y.) Bütün bu söylenenler Körfez Savaşı’nın yanlış okunmasından kaynak lanıyor. Yazarların da belirttiği gibi kitap Körfez Savaşı sonrası yazılmaya başlan mış, Kosova’daki savaş başlamadan önce bitirilmiştir. Evet, Körfez Savaşı litik ortamını Başkan bir şekilde koordine “ muhteşem bir ABD
öncesi dünya po Bush mükemmel etmiş ve ortaya zaferi” çıkmıştı.
_emperyalizmden ‘imparatorluğa’__ Ancak bütün bu olanlar nasıl okunmalıy dı? Emperyalist güçler arası çatışma ve rekabetin ortadan kalkması; postemperyalist bir döneme geçiş; çatışmanın yeri ni tek bir iktidar fikrinin alması; bu ikti dar nosyonu ile sözleşmelerin güvence altına alınması ve anlaşmazlıkların çö zümlenmesi; yazarlar Körfez Savaşı ve sonuçlarını böyle okuyorlar. Ulusların üstünde, “ üst-belirleyen, bir-örnek yapı landıran” “ tek bir iktidar fikri” impara to rlu k çalışmasının kalkış noktasıdır. Ortada büyük güçlerin bir rekabet ve çatışması yoktur. İnsanın bir Körfez Sa vaşı ile bu ölçüde körleşmesi için, dü şünce sisteminin çok önceleri postmodernizmle felç edilmiş olması gerekir. Bu savaşta aynı zamanda emperyalist güçler arası bir bilek güreşini görmek için çok zeki olmak gerekmiyor. Ardın dan gelen tüm olaylar, hele Kosova Sa vaşı ve Afgan Savaşıyla başlayan süreç büyük güçler arası rekabet ve çatışmala rın günümüz dünyasındaki tartışmasız örnekleridir. Çatışmaların gözlere bat ması için I. ve II. Dünya Savaşlarının bir biçimde tekrarı mı gerekiyor? İmparatorluk kavramı ve tespiti el bette sadece büyük güçlerin davranış bi çimlerine dayandırılmıyor. Postemperyalizmin maddi temelleri şu birkaç temel başlıkta toplanır. “ Günümüzde modernleşme sona er miştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel üretim artık tahakkümünü öteki ekono mik biçimler ve toplumsal olgulara ge nişletemiyor. Modernleşme süreci, emeğin tarım ve madencilikten (birincil sektör) endüstriye (ikincil sektör) gö çüyle tanımlanırken, postmodernleşme ya da enformatikleşme süreci emeğin endüstriden hizmet alanına (üçüncü sek
tör) göçüyle tanımlanır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Emperyalizmin maddi temeli finans-kapital egemenliği ve üretimin te kelleşmesidir. Yukarıda bir dönem deği şiminden söz edilirken, emperyalizmin bu altyapısı konusunda açık hiçbir şey söylenmez. Kavram ve tanımlar da tam anlamıyla yeni ve karmaşıktır. Modern leşme, sadece “ üretim sektörlerinde” bir değişim değildir. Toprağa dayalı feo dal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına bir geçiştir. Bu geçişle üretim, üretici güçler, üretim ilişkileri, sömürü bi çimi tümüyle değişmiştir. Üretim, basit yeniden üretim olmaktan genişleyen ye niden üretime dönüşmüş; üretici güçler de (feodal dönemde coğrafya ve tarihgelenekler baskındır) kesin bir şekilde teknik ve insan (özellikle teknik) en ağır basan konuma gelmiş; üretim ilişkilerin de özel mülkiyet ve serbest pazar feodal mülkiyet ve imtiyaz tekelini parçalayarak öne çıkmıştır; sömürü biçimi serf angar yasından modern artı-değer sömürüsü ne dönüşmüştür. Ancak “ modernizmden postmodernizme geçişte” ya da “ emeğin ikinci sektörden üçüncü sektöre geçişiyle” birlikte bu temel özelliklerden hemen hiçbirisinde bir nitelik farkı ger çekleşmemiştir. Yazarlar, bu konuda be lirgin bir tespit yapmıyorlar, sadece “ en düstriyel üretimin tahakkümü” nün dur masından söz ediyorlar. Bu ne olduğu belli olmayan ya da kapitalist üretim ve artı değer sömürüsü açısından bir anla ma sahip olmayan tespitin, modernizmin sonunu nasıl açıkladığı tümüyle karanlık tır. Ayrıca emperyalizmin maddi altyapı sı açısından açıklayıcı bir yanı yoktur. “ Hizmet sektörü” ile “ endüstri sektörü nü” kapitalizm koşullarında karşı karşıya getiren hiçbir neden yoktur. “ Enformas-
--------------------------------------- 35 —
■
— y o l---------------------------------------------yon çağı” ile, üretim biçimi olarak Fordizmin ömrünü doldurmasıyla, “ endüst riyel üretimin tahakkümünü öteki eko nomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletememesi” nden hangi sonuçlar çıkar? Yeni esnek üretim biçimi, eğer üretkenliği ve artı değer sömürüsünü art ırıyorsa, tahakkümünü bütün toplumsal olgulara yayacaktır. Şimdilik süreç bu yönde işliyor. Bu gelişmede, egemenlik ilişkileri açısından herhangi bir nitelik değişim' yoktur. “ Postemperyalizm” in maddi temeliy le ilgili yapılan diğer tespit, üretim yapı sındaki değişimle ilgilidir. “ Endüstriyel ekonomiden enformas yon ekonomisine geçişin ilk coğrafi so nucu üretimin çarpıcı bir biçimde merkezsizleşmesidir.... Çalışanlar tam anla mıyla yeni enformasyon teknolojilerini kullandıkça bazı sektörlerde fabrika me kanı ortadan kalkmıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Üretimin hemen tüm aşamaları nın aynı mekan ve aynı kent içinde top landığı fabrika döneminin özellikleri en formasyon teknolojisiyle değişiyor. Üre tim sürecindeki bu yığılma ve merkezilik yavaş yavaş farklı mekanlara yayılıyor. Bu yeni üretim biçimiyle depolama, iş letme hantallığının verdiği zararlardan kurtulunuyor. Haberleşme ve ulaşım çok yüksek hızlara ulaştığı için, üretimin çeşitli aşamaları farklı yerlerde yapılabi liyor. İşgücünün ucuz olduğu alanlar, bu yeni mekan seçiminde etkin oluyor. Fa kat üretimin fizik süreçlerindeki merkeziliğin belli ölçülerde gevşemesiyle, üre timde tekelci yapının “ merkezsizleşmesi” arasında hiçbir bağlantı yoktur. Tam tersine, mali ve üretim alanlarındaki te kellerin gücü özellikle küreselleşme yıl larında çok daha fazla artmıştır. Bu tarz
__ 36 __________________________
bir “ merkezsizleşme” den “ özgürlük po tansiyelleri” üretmek tam bir yanılgı olur. “ PostemperyalizırTin bir diğer teme li “ altyapı-üstyapı” ilişkileriyle ilgilidir. “ Postmodernleşme ve İmparatorluk’a geçiş eskiden beri altyapı ve üstya pı olarak adlandırılan alanların reel ola rak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir. İm paratorluk, dil ve iletişim, daha doğrusu maddi olmayan emek ve ortaklaşa faali yet, hakim üretici güç haline geldiğinde oluşur. Üstyapı işe koşulmuştur; içinde yaşadığımız evren üretici dilsel ağların bir evrenidir. Üretim çizgileriyle temsil çizgileri aynı dilsel ve üretici alanda bir birini çapraz keser ve karışır. Bu bağ lamda, politik ekonominin merkezi ka tegorilerini belirleyen ayrımlar bulanık laşır. Üretim, yeniden üretimden ayrıl maz hale gelir; üretici güçlerle üretim ilişkileri birbirine karışır; sabit sermaye beyinlerde, bedenlerde ve üretici özne lerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi ta şır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu cümle ile Marksist ekonomi politik alt-üst edil mektedir; ancak bu teorik yaklaşımın kanıtları yoktur. “ Enformasyon çağı” nın parıltılı görüntüleri kanıt yerine geçe mez. “ Maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç haline gel mesi” , yazarlara göre, İmparatoriuk’a geçişin koşuludur. “ Maddi olmayan emek” düşünce üretimidir; bunun hakim üretici güç haline gelmesinin ölçüsü ne dir? Yazarlar, bir tespit yaparken ne ya zık ki, “ enformasyon çağı” nın görüntüle rinden öteye bir derinliğe sahip değiller. Üretimde, maddi olmayan emeğin ege-
_ emperyalizmden "imparatorluğa’__ menliği, toplam işgücü içinde düşünce üretiminin baskın hale gelmiş olması de mektir. Henüz kapitalist üretim süreçle rinde böyle bir olgu gerçekleşmemiştir. Kalite çemberleri, üretimde işçiden kas larının dışında aklının da istenmesi, kapi talist üretimde fordizmin dönemini ka patmasıyla ortaya çıkan yeni ve çok önemli bir süreçtir. Ancak üretimde ha kim güç haline gelmesi başka bir basa maktır ve işçi sınıfı henüz böyle bir ko numdan çok uzaktadır. Ayrıca bu konu yeni olduğu için ister istemez yeni kav ram ve tanımları gerektiriyor. Bütün “ hizmet sektörünü” “ maddi olamayan emek” olarak ele almak, üretim ve emek ilişkisinde hangi nitelik farklılıklarını o r taya çıkartır? Bu tü r yaklaşım, amacını aşan hatalara yol açar. Fabrikada sürekli aynı kas hareketlerini tekrarlayan işçi ile bir büroda -hizmet sektöründe- tüm gün aynı “ maddi olmayan” işleri yapan işçi arasında, üretim ve emek ilişkisi açı sından bir nitelik farkı yoktur. Fark, üre tim ve emek ilişkisinin içine yaratıcı dü şünce katılımının girmesiyle ortaya çı kar. “ Team VVork” , kapitalizm koşulla rında bunun bir uygulaması ve deneme sidir. Ancak bu üretim biçimi henüz ha kim üretici güç haline gelmemiştir. Bugün, düşünce üretiminin denetimi ve ürünleri açısından olaya baktığımızda; sınıfın nicelik olarak sayısını bütün üc retli kesimlere genişleterek ele alıp, bü tün düşünce gücü ile çalışanları dikkate aldığımızda bile sonuç değişmez; bütün bu üretim gücü, üretim araçlarının mül kiyetine sahip olanlar tarafından yönlen dirilmekte ve denetlenmektedir. “ Ortaklaşa faaliyetin hakim üretici güç” haline gelmesi ne anlama geliyor? Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırmış-
tır; birbirine bağlı halkalar haline getir miştir. Bu, “ enformasyon çağfnda da devam ediyor. Ancak olaya emeğin to p lu davranma yeteneğini sağlayan, yoğun birlikte üretim süreçleri -ki fabrika dö nemi ve bant sistemiyle üretim, bunun en tepe noktasını temsil eder- açısından bakarsak, bu özellik yeni teknolojilerle gittikçe zayıflamaktadır. Üretimin “ merkezsizleşmesi” yoğun toplu üretim sü reçlerini dağıtıcı bir sonuç doğurmakta dır. Dolayısıyla, İmparatorluğun maddi temellerinden birisi olarak sunulan “ maddi olmayan emeğin ve ortaklaşa üretimin hakim üretici güç haline gelme si” tespiti, pratikte karşılığı olmayan bir abartmadır. Yazarlar, İmparatorlukta “ politik ekonominin merkezi kategorilerini belir leyen ayrımların bulanıklaştığını” vurgu luyor. İkisi çok ilginçtir: Üretici güçlerle üretim ilişkileri ve sabit sermaye ile de ğişen sermaye arasındaki sınırların birbi rine karıştığı iddia ediliyor. Doğrusu, bu birbirine karışmanın, yine karşımızda ana hatlarıyla olsun kanıtları yoktur. An cak çok iyi biliyoruz, postmodernizm, felsefede “ ikiciliği” , madde ve düşünce ayrımını bir çırpıda (dil oyunları lehine) ortadan kaldırdığı için, neden ekonomi politiğin kategorileri arasındaki sınırları aynı yolla havaya uçurmasın! İnsan toplumlarının gelişiminde hare kete geçirici güç, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Eğer, bu çelişki, “ birbirinin içine geçerek” postemperyalist toplumlarda ortadan kalk mış ise, böylece kapitalizm öldürücü so rununu da çözmüş olmaktadır. Bugünün dünyasında başlıca iki üretici güç, bilim
37 —
■
— yol (teknik) ve insandır; yine başlıca iki üre tim ilişkisi, üretim araçlarının özel mül kiyeti (özel mülkiyet) ve ünlü serbest pazardır. Bunlar birbirinin içine girip sı nırlar bulanıklaşınca, kapitalist üretim bi çiminin de can alıcı çelişkisi “ bulanıklaş mış” olur. Demek ki, İmparatorluk, çe lişkilerin bulanıklaşarak ortadan kalktığı bir sosyal düzendir. Ne diyelim? Yaşayıp göreceğiz! Günümüzde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye, ya zının sonuç bölümünde, emperyalizmin sınırları anlamında, değineceğim için, di ğer bulanıklaşmaya geçiyorum. “ Sabit sermaye beyinlerde, bedenler de ve üretici öznelerin eşgüdümünde, değişen sermaye içinde oluşma ve tem sil edilme eğilimi taşır.” (a.g.y.) Marksist ekonomi politikte bilindiği gibi sabit ser maye, işgücü dışındaki tüm üretim araç ve gereçlerini kapsar. Bunlar üretim sü recine sadece kendi değerlerini katarlar, üretim sürecinde kendi değerleri değiş mez. İşgücü ise, üretim sürecine “ ücret” olarak girer, ancak üretime kattığı de ğerden dolayı, üretim süreci sonunda meta, değer olarak bu ‘artıyı da içerir. Ödenen ücretle bu artı farklı olduğu için, işgücü “ değişen sermaye” dir. “ Sabit sermayenin değişen sermaye içinde oluşma ve temsil edilme eğilimi” ile ne anlatılmak isteniyor? Kanıtı olmayan, ekonomi politik açısından hiçbir değeri bulunmayan bu cümle, öte yandan, çok yaşamsal bir anlama sahiptir. Bu birbiri nin içinde “ oluşma ve temsil edilme” ile, yani sabit sermayenin değişen sermaye içinde temsili ile sonuçta artı değer sö mürüsü tarih olmaktadır. Kapitalist sis temin bir önemli çelişkisi daha, böylece birbirinin içine girerek, buharlaşıp yok oluyor. Bu kadar saçmalık yeter!
__ 38
Böylece, “ modern toplumsal dü zenden “ postmodern toplumsal düzen” e geçişle, kapitalizmin, öldürücü iç çelişkilerinden kurtulmuş olduğunu gör dük! “ İmparatorluk” böyle bir düzendir. “ Postmodern bir dünyada bütün ol gular ve kuvvetler yapaydır ya da tarihin parçasıdır denebilir. İçerisi ve dışarısı arasındaki modern diyalektiğin yerini bir oranlar ve yoğunlaşmalar, melezlik ve yapaylık oyunu almıştır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) “ İmparatorluk” böyle postmo dern bir dünyada hüküm sürmektedir. “ Olguların ve kuvvetlerin yapay” olduğu bir dünya! Yugoslavya’nın bombalanma sı; ardından I I Eylül’le ikiz kulelerin ve Pentagon’un çöküşü; Afganistan’ın bom balanması, tabii bombalarla birlikte yiye cek paketlerinin atılması, tüm bu olanlar "melezlik ve yapaylık oyunu” dur. De mek ki, Harvard Üniversitesi’nden ba kınca dünyanın yeniden paylaşımı böyle görünüyor. “ İçerisi (sübjektif ortam, bn.) ve dışarısı (objektif ortam, bn.) ara sındaki modern diyalektiğin yerini oran lar ve yapaylık oyunu almıştır.” Evet, bu söylenenler postmodernizmin amentüsüdür. Maddi dünyanın insan düşüncesi ni belirlemesi, düşüncenin yeniden mad di pratiğe yönelmesi, bu “ modern diya lektik” işleyiş artık yoktur. Ortada “ me lez ve yapay oyunlar” vardır. O nedenle, örneğin; Afgan Savaşı’nı çözümlemek için Körfez Savaşı sonrası gelişen dünya güçler dengesini, büyük güçlerin kendi çıkarları için tercih ettikleri stratejik yö nelişleri, derinliğine kavramak gerekmi yor. I I Eylül saldırısı da, Afgan Savaşı da “ yapay” oyunlardır. İnsanlığın gelişme süreciyle birlikte onun düşünce sistemi de değişiyor. O b jektif ve sübjektif koşulların birbiriyle i
_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__ lişkisi insanlığın bilinçlenme süreciyle birlikte değişiyor. Fakat buradan “yapay lık” sonucuna varmak, ancak dünyayı ve olayları tarihsiz ve geleceksiz görmekle mümkündür. Bu çok önemli ve düşünce sistemleriyle ilgili konuya bu yazı çerçe vesinde daha fazla yer vermek mümkün değil; ancak bizzat yazarların mantığıyla “ içerisi ve dışarısı” nın ilişkisi “ melez ve yapaylık oyunu” ysa, “ İmparatorluk” un bu yapaylıktan kendini ne ölçüde kurta rabileceğini sormak gerekiyor? “ İmparatorluk çağına modern ege menliğin alacakaranlığından geçilerek gi rildi. Emperyalizmin aksine İmparator luk toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da en gelleri de tanımaz. İmparatorluk, gide rek bütün yerküreyi kendi açık ve geniş leyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim ay gıtıdır.” “ İmparatorluk’un bu pürüzsüz uza mında hiçbir iktidar mekanı yoktur; ikti dar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmpa ratorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Bu, postmodern parlak cümleler, dünyamızı mı yoksa başka bir gezegeni mi tanımlı yor, insan gerçekten -gülmeyeceksekşaşırmadan edemiyor. Günümüz emperyalizmi, 19. ve kıs men de 20. yüzyıldaki gibi toprak temel li bir yayılma göstermiyor. Tüm yerkü reye, bazen silah zoruyla, bazen sırf ser maye akımlarıyla yayılıyor. Bunlar belli ölçülerde açık. Ancak günümüzün dün yası “ merkezsiz” midir? Hiçbir iktidar mekanı yok mudur? iktidarın “ her yerde ve hiçbir yerde” olması -bu güzel diya lektik demagoji- ne anlama geliyor?
Dünyada büyük güçler, yani paylaşanlar ve “ küçük” güçler, paylaşılanlar vardır. Egemen olma anlamında “ iktidar” büyük güçlerin tekelindedir. Bu anlamda, bu ik tidarların açık adresi, belli mekanları vardır. Onları “ yok-yer” gibi postmo dern kavramlarla gizlemeye çalışsak da bu boşuna bir çaba olur. Bu soyut gevelemelerden öteye, ya zarlar, “ dışarısı” ile ilgili biraz daha so mut konuşmak zorunda kalınca daha an laşılır şeyler söylemektedirler. “ ABD bir emperyalist projenin mer kezini oluşturmuyor ve aslında günü müzde hiçbir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miyadını doldurmuştur. Hiçbir ulus, modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır. “ Her şeyden önce, oluşmakta olan İmparatorluk bir Amerikan İmparator luğu olmadığı gibi, ABD de onun merke zi değildir. İmparatorluk’un bu kitap bo yunca anlattığımız temel ilkesi, İmpara torlu k gücünün fiili ve tespit edilebilir bir yerinin ya da merkezinin olmaması dır.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Emperyalizmin ve onun en büyük gü cü ABD’nin, daha güzel aklanması nasıl yapılabilir? Yukarıda söylenenler arasın da bir tek doğru kırıntısı vardır. Tek egemen güç olması anlamında “ ABD İm paratorluğu” bugünün dünyasında müm kün değildir. ABD, diğer güçlere göre oldukça güçlü olmasına rağmen, bu mümkün değildir. Ancak, ABD, bir em peryalist projenin merkezini oluşturu yor. Neoliberalizm, yani dünya kapitaliz minin Amerikanlaştırılması, ‘80’li yılların başlarından itibaren hız alan, ‘90’h yıllar da ise adeta çılgınca koşturan bir Ame
39 ---
— yol—------------------------------------rikan projesidir. Yoksa bu, emperyalist bir proje değil de, dünyayı “ kalkındırma projesi” midir? “ Emperyalizm miyadını nasıl doldurmuş” tur? Özelleştirmelerle, mali liberalizm sonucu sıcak para oyun larıyla, enerji bölgelerinin silah zoruyla yağmalanmasının adı ne olabilir? Ve bun ların planlandığı, yönlendirildiği “ iktidar mekanları” gerçekten yok mudur? “ Bu dönüşümün belki de en önemli belirtisi müdahale hakkı denen bir hak kın gelişmesidir. “ Bu yeni müdahale hakkının, birincil olarak acil insani sorunları çözmeyi amaçladığı için meşruluğunun evrensel değerlere dayandığını varsaymamız ge rekmiyor mu?” (Hardt&Negri, a.g.y.) Şu ünlü “ insan haklan” adına “ müdahale hakkı” nın “ merkezsiz, iktidarsız İmparato rlu k ’un” parolası olmayıp, bizzat ABD’nin Sovyetler’e, daha sonra tüm dünyaya müdahale edebilmek için uygu ladığı bir strateji olduğunu görmek bu kadar zor mu? Postmodernizmin düşün ce dehlizlerinden bakınca imkansızdır. Emperyalizmin aklanması nasıl derin leştiriliyor, görelim. “ Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitmiştir. Bu tarihin sonu barışın hükümranlığını ge tirm iştir. Daha doğrusu küçük ve iç ça tışmalar çağına girmekteyiz.” (Hardt& Negri, a.g.y.) Bu “ küçük ve iç çatışmala rın” niteliği nedir? Emperyalist paylaşım için mutlaka topyekün dünya savaşı ge rekmiyor. Bu “ küçük” savaşların niteliği önemlidir. Öte yandan, anti-emperyalist savaşların da sona ermesi yazarlar açı sından çok doğaldır. “ Emperyalizm miyadını doldurunca” kime karşı savaşıla caktır!
__ 40
“ Bugün politik felsefenin ilk sorusu direniş ve isyanın olup olmayacağı ya da niçin olacağı değil, isyan edilecek düşma nın nasıl belirleneceğidir. Aslında, düş manı tayin edememe, direniş iradesini sıklıkla paradoksal döngülere sokan şey dir. Bununla birlikte, sömürünün artık özgün bir yeri olmadığı ve artık özgün fark ya da ölçü belirleyemeyeceğimiz ka dar derin ve karmaşık bir iktidar siste mine gömüldüğümüz düşünülürse, düş manı tayin etmek hiç de azımsanacak bir iş değildir. Düşmanlarımız olarak sömü rü, yabancılaşma ve alt-üst ilişkilerini gö rüyor ve yaşıyoruz, ama baskı üretimi nin yerini bilmiyoruz. Ve buna rağmen hala direniyor, hala mücadele ediyoruz.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Görünmeyen ve “ yeri olmayan” bir düşmana karşı ne umutsuz bir mücade le! “ Enformasyon çağı” nın tüm buluşları na, bilgilenmenin bu ölçüde yaygınlaşma sına, dünyanın “ global bir köye” dönüş mesine rağmen, tüm didinmelerimiz bo şa çıkıyor, “ baskı üretiminin yerini bilmi yoruz.” Harika! Emperyalizmin bu kadar güzel perdelenmesine ne demeli? Onu bir sihirbaz ustalığı ve şıklığıyla yok et mek, emperyalizme ne büyük bir hiz met! Sosyalizmin yıkılışından sonra, postmodern dünyada, düşmanın kamuflajının gittikçe mükemmelleştiğinin farkındayız; ancak onun “ yerini” bulamayacak kadar izini kaybetmedik. Bu ancak postmodern hafıza kaybı ile mümkündür. Hardt ve Negri bu hafıza kaybının mükemmel örneklerini veriyorlar. Bu görünmeyen düşmana karşı nasıl mücadele edilecektir? “ Mücadeleler (Tiananmen Meydanı,
_ emperyalizmden ‘imparatorluğa’__ Los Angeles isyanı, Paris ve Seul’deki grevler, vb.) televizyonda, internette ve akla gelebilen her türlü kitle iletişim ara cında son derece medyatikleşmiş olma larına rağmen, iletişim kuramıyor. Bura da bir kere daha iletişimsizlik paradok suyla karşılaşıyoruz.” (a.g.y.) Bu tespitten hareketle yazarlar şu sonuca varıyorlar: "Bu noktalar yeni bir mücadeleler dalgasına benzer bir şey oluşturacaksa, bu aralarında iletişim kuran bir mücade leler dalgası değil, tek tek ve şiddetli bir biçimde patlayan bir dalga olacaktır. Kı saca, bu yeni aşamayı tanımlayan olgu şudur: Bu mücadeleler yatay olarak bağ lantılı değildir, her mücadele dikey ola rak, doğrudan İmparatorluk’un virtüel merkezine sıçrar.” (Hardt&Negri, a.g.y.) Farklı noktalardaki mücadelelerin di li birbirine çevrilemiyor, bir iletişimsizlik paradoksu yaşanıyor. Yazarlar, bu tespi ti yaptıktan sonra nedenleriyle ilgili en küçük bir irdeleme yapmadan bu olguyu sabitleştirip, günümüz mücadelelerinin “ stratejisini” çiziyorlar. Yatay bağlantıla rı olmayan, birbiri ile iletişim kurmayan, bulunduğu yerden doğrudan İmparator luğun görünmeyen merkezine dikey olarak vuran mücadeleler, günümüzün mücadele biçimi olacaktır. Sosyalizmin bir sistem olarak varol duğu koşullarda, bilindiği gibi dünyanın herhangi bir tarafındaki mücadelelerin söylemi, hemen ortak sosyalizm diline çevrilebiliyordu. Bugünün dünyasında ise, bu merkez hem pratik olarak hem de bir siyasal program olarak ortadan kalktığı için, mücadeleler kendi bağlantı sız kanallarında akıyor. Ancak bunun ge çici bir süreç olduğu, bu dalgaların ortak
düşmana karşı birleşeceği, birleşmek zo runda olduğu anlaşılabilir. Elbette, dün yaya postmodernizmin penceresinden bakmazsanız bu mümkündür. Daha doğ rusu böyle bakmayanlar, eninde sonun da mücadeleleri paralel kanallarda bu luşturmak için bütün çabayı gösterecek tir. Bunun için, “ enformasyon çağı” nın iletişim ağları doğrusu oldukça olumlu roller oynuyor. Küreselleşme karşıtı gösterilerin örgütlenmesi, hep bu ileti şim ağlarında yürüyor. Bu mücadelelerin dillerinin birbirine çevrilmesi, hem belli bir zaman alacak hem de sosyalizm teo risinin yetkinleşmesine ve pratikte yeni den güç olmasına bağlıdır. Ancak dünya ya postmodernizmin penceresinden ba kınca, düşünce ve davranışların sentezIeşmesi, birbirine çevrilebilirliği müm kün olmadığı, sadece düşünce ve davra nışların farklı kaplarda çökelip tortulaş ması mümkün görüldüğü için, İmpara torluğa karşı birleşik mücadeleler im kansızdır. Ancak dikey olarak İmpara to rlu k’un görünmeyen merkezine, ayrı ayrı darbeler vurmak mümkündür. Sadece bu kadar da değil, yazarlar İmparatorluk’a karşı başka bir mücadele biçimi de ileri sürüyorlar: “ Burada bir kez daha ilk haliyle de mokratik ilkeyi görüyoruz: Terk, çıkış ve göçerlik. Disiplinci çağda sabotaj te mel bir direniş nosyonuyken, emperyal kontrol çağında bu nosyon terk edilebi lir. Modernlikte karşı-oluş, sıklıkla kuv vetlerin doğrudan ve/veya diyalektik karşı karşıya gelişleri anlamına gelirken, postmodernlikte karşı-oluş eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük etkiyi sağlayabilir. İmparatorluk’a karşı savaş lar eksilme ve çekilme yoluyla kazanılabilir. Bu terkin bir yeri yoktur; iktidar a---------------------------------------------------------- 4 1 -----
— yol---------------------------------------lanlarım boşaltmak anlamına gelir.” (Hardt-Negri, a.g.y.) Emperyal kontrole karşı mükemmel bir mücadele biçimi: Terk! Ancak terkin bir yeri yoktur. Ha reket kanunları dışında olmayan bir ye re nasıl gidilecektir? “ İktidar alanlarını boşaltmak” ! Bütün bunlar, dil oyunun dan başka bir anlama sahip midir? Düş man tespit edilemediği için modern çağ daki gibi mücadeleler, bir “ karşı-oluş” biçimine giremiyor. Bunun yerine “ eğik ya da diyagonal bir duruşla en büyük et ki” sağlanabileceği ileri sürülüyor. Bütün bu postmodern dil oyunu saçmalarının gerçek yaşamda bir tek karşılığı vardır: Emperyal kontrole boyun “ eğmek” ! Sonuç olarak, İmparatorluk, günü müz emperyalizminin postmodern bir büyücülükle “ yok” edilmesidir.
__ 42
A y şe T a n se v e r
ARJANTINAZO KURULU SAATLİ BOMBA Arjantin’in dünyanın 7. zengin ülkesi olduğu söylenir. Yeraltı ve üstü zengin likleri açısından yokun belki de yok ol duğu bir ülkedir. Bu zenginlik onun daha 1950 yıllarından itibaren hızlı bir şekilde sanayileşmesine yol açar. 1943’lerdeki popülist Peron Hareketi ve II. Dünya Sa vaşı sonrası sosyalizmin bir sistem olma sının kapitalizmde yarattığı korku, A r jantin’de sanayileşmeye özel ilgi göste rilmesini sağlar. Arjantin ekonomisi Bre zilya dahil tüm Güney Amerika ekono misi büyüklüğündeydi. Daha o günlerde tahıl ve büyükbaş hayvan dışında, orta düzey endüstrileşmiş bir ülke olmuş, manüfaktür meta ihraç edecek duruma gelmişti. Arjantin bir İspanya, bir Porte kiz gibi gelişkin ülkedir. İşçi sınıfı genel çalışan nüfus içinde %40’lara ulaşmış, ül ke nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı bir ülkedir. 70’li yıllarda Arjan tin kapitalist anayurtlarda görüldüğü şekliyle sendikalar, tarım kooperatifleri, iyi eğitim görmüş halkı ile kalkınmış bir ülke düzeyine ulaşmıştır. Ama her zaman Arjantin’de çok zen ginler olduğu gibi çok yoksullar da ol muştur. Çok zenginler ABD ve İngiliz zenginleri gibidirler. Örneğin başkent Bounes Aires kuzey ve güney olarak o r tadan ikiye ayrılır. Kuzeyde manikürlü köpeklerini dolaştıran kürklü yüksek burjuvalara karşılık güneyde karnı aç do laşan milyonlarca insan kartondan evler de yaşarlar. Sokakta bırakılan çocukların
kendi kendine büyümek zorunda oldu ğu, suç oranının korkunç derecelere ulaştığı, ahlaksızlığın akıllara durgunluk verecek bir durumda olduğu bir ülkedir. Aradan bir yirmibeş yıl geçer ve 20 Aralık 2 0 0 l’de Arjantin 150 milyar do lar dış borcu ile iflas etmiş bir ülkedir. Ne dış ne de iç borçlarını ödeyemeye cek hale gelmiş, yoksullaşmıştır. Burjuva legalliğini de çiğner. Özel mülkiyetin kutsallığını da kaldıramaz. Halkın banka lardaki hesapları dondurulur. Ya da he saplarına el konulur. Ülke nüfusunun üçte birinin yani 10 milyon insanın yaşadığı başkent Buenos Aires dahil tüm ülkede süpermarket ta lanları başlar. Halklar çoluk çocuk so kaklara dökülür. Kimisinin ellerinde ten cereler, tavalar sokaklarda devleti pro testo ederler. Karınlarının aç olduğunu dile getirmeye çalışırlar. Başkentin ana meydanında toplanırlar. Başta IMF göz desi Maliye Bakanı Domingo Cavallo ve devlet başkanının istifasını talep ederler. Hiçbir politikacıya güvenlerinin kalmadı ğını bağırırlar. Polis saldırır. Gözyaşartıcı bombala rın, plastik ve sahici mermilerin, tazyikli suların kullanıldığı bir dövüş yaşanır. Ha la resmi olarak açıklanmamasına karşın en az 30 kişi ölür. Yüzlerce yaralı ve bi ne yakın tutuklama yapılır. Halk öncüle ri devlet sarayına girerler. Ortalığı yakıp yıkarlar. Cavallo istifa eder. Devlet Baş-
43 —
— yol---------------------------------------kanı Rua da bir helikopterle devlet sa rayının damından kaçmak zorunda ka lır. Başa halkın sevgilisi olduğu söylenen R. Saa gelir. “ Ne devalüasyon, ne peso, ne dolar” der. Üçüncü bir para birim i ni çözüm olarak önerir. Bunun ne de mek olduğunu anlayan halk yılbaşından bir gün önce yine sokaklara dökülür. Bu kez başa Eduardo Duhalde gelir. Şimdi olaylar durulmuş gibi. Arjantin yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemin ne kadar süreceği ve olayların nasıl ge lişeceği önümüzdeki günlerde yaşana rak görülecektir. Böylesine zengin bir ülke yaklaşık 25 yıl içinde nasıl böyle borçlu bir ülke ko numuna gelmiştir? Ya da getirilmiştir? Bir on yıldır neredeyse hergün Menemler ve Cavalloların uyguladıkları politi kalarla beyinlerimiz yıkanıyordu. IMF ve Dünya Bankası ya da dünya finanskapitali bu kişileri bize örnek olarak su nuyorlardı. Bu politikacıların neoliberal politikaları uygulamada gösterdikleri başarı dillerden düşmüyordu. Nasıl herşeyi özelleştirdikleri ve bunun ülke yi nasıl kalkındıracağı ballandıra ballan dıra anlatılıyordu. Evet, Arjantin bir mali kriz içindeydi; ama borçlarını öde yecekti. Gayri safi hasılasına göre borç lanması çok sayılmazdı, diye duyuluyor du. Ve birden halk ayaklanarak nasıl da durumlarının içler acısı olduğunu dün yaya duyurdu. Evet, dünyanın bu 7. zengin ülkesinin halkı nasıl böyle yoksul bir halk konumuna getirilmiştir? Ve bu na başkaldırma nasıl örgütlenmiştir? A ltta yatan halk güçlerinin örgütlülük leri nelerdir? Bunları incelemek yerindedir.
PERONİZMİN KÖKLERİ I900’lü yılların, başından itibaren A r jantin işçi sınıfı hareketi başlar. 1930’lar kapitalizmin krizi en derin yaşadığı gün lerdir. Sosyalizm kurulmuştur. Tüm dünyada işçi sınıfı hareketleri başlamış tır. Arjantin’de de işçiler sınıf mücadele sini artırmışlardır. İşçi Federasyonu et kinliğini artırır. Ve gelecekte bu güç Peronizm’in çekirdeği olacaktır. Peron iktidarını 3 dönemde incele mek uygundur. Ordu iktidardadır. İs panya faşizminden etkilenerek faşizmin yararlarını savunmaktadır. Peron işçi komisyonunda komünizmin etkinliğini kurmuştur. İşverenlere giderek halkların durumlarının kötü olduğunu, sosyalizmi örnek alarak bir devrim gerçekleştirebi leceklerini savunur. Cunta, Peron’u hap se atar. Halk sokaklara dökülünce de serbest bırakmak zorunda kalır. Peron’un iktidar olması ile ikinci döneme geçilir. 1946-55 yıllarındaki bu dönemde işçiler bir çok hak elde ederler. “ Peron iktidarında sosyal güvenlik çok genişledi. 5 milyon işçiyi kapsadı. Yaklaşık bütün işgücünün % 70’ini. Sağlık sigortası genişledi, yiyecek ve temel maddelerde sabit fiyat getirildi, işçilere ev kredisi garanti edildi; kamu sektörü genişledi ve gerçek ücretler 1946-49 arasında %60 yükseldi. İşçi sınıfının ulusal gelir içindeki payı 1946-50 arasında hız la yükseldi. (Shaping the Political Arena, Critical Junctures, The Labor Movement and Regime Dynamics in Latin America, Berins Collier ve David Collier, Princeton Uni. Press, 1991, sf. 341) Bundan sonra Peron döneminin üçüncüsü başlar. Peron’un bu politikaları
____________________ arjantinazo__ sonucu ilk yüksek enflasyon başlar. Dış ticaret durma noktasına gelir. Ekonomi kötüleşmeye başlar. Bu kez Peron veri len hakları geri almaya kalkar, kemer sıkma politikaları uygular. Sendikacılarla da anlaşır. Ama işçi sınıfı bu sendikacıla rı kapı dışarı ederler. Ve bundan sonra Peron ve anti-Peron iktidarlar bir iner, bir biner. Ve bu ara Peron ölür. Ancak Arjantin halkı Peron dönemini asla unutmayacaktır. Peron Partisi özünde sendikalizm temelinden bir işçi hareketi gibi çıkmış, popülist bir harekettir. Ve sonuçta devletçilikle beslenen finans-kapitalle kaynaşmış bir kesim yaratmıştır.
BORÇ BİRİKİM TARİHİ 1976-1983 yılları arasında iktidarda askeri cunta vardır ve de ilk ciddi borç lanmalar bu dönemde yapılır. Cunta A r jantin’in ABD ve İngiliz zenginleri kadar zenginleriyle kaynaşmış en zengin bir avucun iktidarıdır. Sınıflar savaşı yüksel miştir. IMF’ye borçlanılıp silah alınır ve halkın üstüne sıkılır. 30 bin genç bu dö nemde katledilir. Başkent Buenos A i res’in en önemli merkezinde çocukları nın arkasından ağlayan ya da kaybolan evlatlarının fotoğrafları ellerinde onları arayan analar toplanırlar. Aynı bizim Ga latasaray Meydanı’nda toplanan Cumar tesi Anaları gibi. Bu meydana da bu ne denle Analar Meydanı denir. İktidara geldiklerinde 8 milyar dolar olan borç, birkaç yıl içinde 45 milyara çı kar. Cunta üyeleri, silahtan geri kalan paraları İsviçre ve ABD’de bankalara kendi hesaplarına yatırırlar. 2000 yılında Arjantin Yüce Mahkemesi, cunta döne minde alınan kredilerin yasadışı harcan
dığı tespitini yaparak borçların ödenme mesi kararını aldı. Yani bu dönemin borçları bu derece şaibeliydi ve cunta üyeleri tutuklanmış lardı. Ama yerine geçen Alfonsin hiç bunları önemsemedi, gözünü kırpmadan borçları üstlendi. 1989 yılına kadar ikti darda kaldı ve borçlara kendisi de bir 15 milyar ekleyerek bunu 60 milyara çıkar dı. Döneminde en başta Renault ve ABD Citibank’ı gibi çok uluslu şirketleri zenginleştirdiği söylenir. Halklar yine sokaklara dökülürler. Peron Partisi’nin önde gelenlerinden -bizim halkımızın ka nında Türklük olduğu için Türko dediğiMenem popülist talepleriyle ortaya çı kar ve iktidar olur. Menem 89-98 yılları arasında iki dönem devlet başkanlığı ya par. Menem, Peronizm geleneğinden ge len burjuva temsilcisi olarak gerçekten neoliberal politikaların uygulanmasında parmak ısırtacak başarılar sergiler. Halk ayaklanması ile gelip orta burjuvaziyi zenginleştirmeye yarayacak neoliberal politikaları eşine az rastlanır bir şekilde uyguladı. Her şeyi, evet ama her şeyi, postasından tren yollarına, hava alanla rından emekli sandıklarına, ulusal petrol şirketlerinden bankalarına tüm ülke sa nayini, her şeyi özelleştirir. Öylesine özelleştirme derdine düşmüştür, buna öylesine inanmaktadır ki borçlu özel şir ketlerin borçlarını devlet borcu olarak üstlenir ve çok uluslu yabancı şirketlere satar. Bir yabancı bankacı o zamanlar özelleştirmelerle ilgili olarak “ Herhalde bir servet elde edeceğiz, hayatımızda elimize bir daha böyle fırsat geçmeyece ğini biliyoruz.” diyor. (Financial Times, 19 Mart 2002) Hayvanat bahçesindeki aslanlardan sokaklardaki kaldırım taşla-
--------------------------------------- 45 ---
— yol rina kadar her şey çalınır. Tüm dünyaya açıklık, şeffaflık nutukları çeken IMF, Dünya Bankası ve tüm dünya finans-kapitali bunu yapan kişileri gizleyerek de onların suçlarına aslında ortak olmuşlar dır. Menem, neo-liberal politikanın önemli diğer ilkesini de aynı özelleştirme deki gibi aşırı uçta uygulayacaktır. Ülke para birim değerinin dalgalanmaya bıra kılması, yani serbest kur politikası. Borç ların kolay ödenmesinin yolu enflasyon dur. Bu canavar % 5000’lere tırmanır. Halk sokaklara dökülür. İlk süpermarket yağmalamaları yaşanır. Süpermarketler deki yiyecek madde fiyatlarının günde 3 kez değiştirildiği günler hala halkın anılarındadır. Halk 50’lerdeki gibi bir Peron aramaktadır. Ancak % 5000’lere varan bir enflasyon yaşayan ülke parasının ne resi artık dalgalanmaya bırakılacaktır. Kimsenin pesoya güveni yoktur. Ne ya pılacaktır? Bizim Derviş’le birlikte IMF’de çalış mış olan Domingo Cavallo pesonun do lara eşitlenmesinde bulur çareyi. Enflas yonun yarattığı peso korkusu, ancak do ların yarattığı pembe düşler dünyasından yatışabilecek olsa gerektir. Kimsenin gü venmediği peso ancak dolar gibi tüm dünyanın güvendiği bir para biriminin şa nı şerefi ile değer kazanacaktır. 1991 yı lından itibaren I peso = I dolar politika sı uygulanır. Aslında bu devalüasyon yağ murundan kaçarken neo-liberalizm do lusuna tutulmak gibi bir şeydir. Ücretler de dolara bağlı olunca Arjantin dışarı mal ihraç edemez duruma gelir. Batı üretim tekniğinin yüksekliği ile Arjantin tekniği aynı değerde değildir. Üretim di ğer ülkelerden daha pahalı hale gelmek tedir.
__ 46
Özelleştirme ve dolara eşit peso uy gulamalarının bilançosu ‘96 yılında 120 milyar dolardır. Yani hem tüm ülke ta şından toprağına satılmış hem de bu ka dar borcun içine düşmüştür. Neoliberal politikalarla vadedildiği gibi tüm hizmet ler hiç de ucuzlamamış aksine halkın ya rarlanma imkanlarının dışına çıkmıştır. Elektrik, telefon borçları ödenemez. Özelleştirilen okullara çocuklar yollana maz. Özelleştirilen hastanelere gidilip tedavi görülemez. Ne trenlere binilir, ne uçaklara. Ö te yandan verimlilik artırmak adına işçilerin yarısı işten çıkarılarak ge ri kalan yarısı 2 kat çalışmaya zorlanır. Yani bütün bu borçlara rağmen halkın yaşamında bir iyileşme değil, tam tersine bir kötüleşme yaşanmaktadır. 1998’de adı uluslararası yolsuzluklara da karışan Menem iktidardan gider, evinde göz hapsi yılları yaşamaya başlar. Devlet Başkanlığı’na Rua gelir. A rtık ekonomide hiçbir iyileşme yoktur. İhra cat gelirleri borçların ancak 5’te birini karşılamaktadır. IMF’den gelen krediler le borç taksitleri ödenmeye başlanmış tır. Bunlar da yetmemektedir. Özel emeklilik paralarına el konulur. Ücretler % 13 oranında azaltılır. Yerli bankalar devlet tahvili almaya zorlanır. İç borç lanma çok artmıştır. Buna rağmen aylar ca devlet memurlarının maaşları ödene mez. Ordu paraları ödenemez. Yarım gün çalışmaya başlarlar. Bu kez bohç taksitleri önüne gelen her şeyi yemeye başlamıştır. 1999 yılından beri kimsenin Arjantin ekonomisine güveni yoktur. IMF sürekli olarak ihracatı artırmak için ‘finans poli tikasına çekidüzen vermeye’ davet edil mektedir. Bunun anlamı ortadadır. Pe sonun değerini dolardan ayır ve yine
arjantinazo__ dalgalanmaya bırak. Devalüasyon yap. Halk bu nedenle tekrar dolara kaçmak tadır. Bankalarda dolar hesapları açıl maktadır. Zenginler paralarını dışarı ka çırmaya başlarlar. Bugün yabancı banka kasalarında Arjantin’e ait 150 milyar do lar olduğu söylenmektedir. Tam da dış borçlara denk düşen bir para miktarı. İçeride bankalarda ise 45-60 milyar dolar paranın olduğu da tahmin edil mektedir. Rua hükümeti işte 19 Aralık günü bu paralara el koyar. Bankadan pa ra çekilmesi ayda 1000 dolarla tahdit edilir. Aslında bu paranın da IMF’ye öde nebilmesi için atılacak son adımın bir öncesidir. Ya da artık 10 yıldır uygula nan I pesonun I dolara eşit olmasının yükünden Arjantin burjuvazisi kurtul mak istemektedir. Bunun bedelini halka yüklemek istemektedir. Dolarlara el ko yup 10 yıllık devalüasyonu bir çırpıda ya kacaktır. Halk ayaklanır. Zenginler para larını zaten internet aracılığı ile borsalardan hisse senedi alarak kaçırmışlardır. O rta burjuvazi elindeki son dolarları kaybetmemek için sokaklara dökülür. Arjantin bilindiği gibi futbolun anava tanıdır. Arjantinlilerin futbolla yatıp fut bolla kalktığı söylenir. Gol kelimesi de aynı bu ülkeden alınmıştır. Arjantinliler gollerin golüne golazo derler. Yani gol kelimesinin arkasına bir azo eki ekleye rek bir katmerleme yaparlar. Cordoba kentinde halk ‘69 yılında ayaklanır. Ve devrin yönetimine karşı çok güzel bir di reniş sergiler. Kentin adı o günden beri Cordabazo olmuştur. Arjantinli’ler 19 Aralık’taki direnişlerine de Arjantinazo diyorlar. Tercüme edersek Arjantin hal kı hükümetlerine bir gol atmıştır. Ya da bu halk direnişi Arjantin’de herşeyi de ğiştirecek, onu daha güzelleştirecek, o-
nu Arjantinliler’in Arjantin’i, Arjantinazo yapacaktır. 20 Aralık 2001 günü Arjantinazo dünya halklarına şunu duyurdu. IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, özelleştirme ve liberal politikalar halklara refah değil borç, yoksulluk, açlık, hastalık, cahillik getirirler. Bu politikalar karları özelleş tir, borçları millileştir demektir. Neoliberal politikalar halkların tüm birikimle rini, ellerinde avuçlarındakini almakla kalmaz, ayrıca geleceklerini de ipotek al tına alır. Arjantin halkı bunu tüm dünyaya ilan etmekte ve Arjantinazo yoluna çıktığını duyurmaktadır. Başa Sua geçer. Arjanti nazo doğrultusunda sözde bir takım ön lemler açıklar. Çok kısa bir zamanda I milyon işyeri açacak, halka bedava yiyecek-içecek dağıtacaktır. Ne devalüasyon ne de dolara eşitlenme çözümdür. Üçüncü bir para birimi çıkarılacaktır. Halk bu son maddenin ne demek olduğunu iyi bilmektedir. Tekrar halk sokaklara dökülür. Bu kez devlet başkanlığına Menem’in yaveri Eduardo Duhalde gelir. Batı finans kapitalini çok kızdıracak halk taleplerine uygun bir program açıklar.
DUHALDE PROGRAMLARI Bush ve AB’nin, Duhalde’nin banka ların millileştirilmesi, fiyatların dondu rulması, IMF borç ödemelerinin durdu rulması taleplerine kızmalarında anlaşıl mayacak bir yan yoktur. Duhalde, yerli orta burjuvaları koruyan, iflaslarında on lara dolar borçlarını ödemede ayrıcalık tanıyan iflas yasası çıkarmıştır. Ayrıca şimdi ortada açık bir gerçek lik vardır. Peso-dolar eşitliği bozulmalı-
47 ---
— yol---------------------------------------dır. 10 yıllık devalüasyon birden yapıla caktır. Peki bu durumda bankalarda var olduğu söylenen 45-60 milyar arasındaki dolar ne olacaktır. Bir kez bu dolar, do lar olarak geri ödenmemelidir. Pesonun değer kaybetmesinden doğan zarar ki min hanesine yazılacaktır. Duhalde şu sözle iktidara gelmiştir: “ 100 bin doların altındaki miktarlarda I dolar 1.4 peso’ya eşittir.” Şimdi bunu kim ödeyecekti? Ay rıca dolar borçları I dolar = I peso ba zından borç olarak tahsil edilecektir. Pe ki bu farkı kim ödeyecektir? Duhalde başta bu zararın çok uluslu şirketlere yazılmasının planlarını yapmaya başlar. Bütün bu önerileriyle Duhalde, çok yönlü bir dış baskı altına alınır. Bush kar şı çıkar, ispanya eski hükümet başkanı özel olarak ricaya gider. Arjantin’e en çok yatırımı olan İspanya, kendi şirketlerinin üstünden yükün kaldırılması koşulunda I milyar dolarlık yardım önerisi ile gelir. AB dışişleri bakanları Brüksel’de “ tavsi ye kararlan” alırlar. Bir yandan IMF, bir yandan Dünya Bankası baskı yaparlar. Tehditler başlar. Ülkedeki yabancı ban kalar ülkeyi terk edeceklerini açıklarlar. Kısacası dünya finans kapital kurumlan bu kez Arjantin hükümetini top ateşine tutarlar. Tüm ilişkileri kesip yalnız bırak makla tehdit ederler. Duhalde yumuşa ma belirtileri gösterir. Devalüasyondan doğacak bedellerin işte şu şekilde öden mesi, yok bu şekilde filan diye geri adım atmaya başlar. Bu sırada Devlet Yüce Mahkemesi Rua hükümetinin aldığı banka mevduat larının dondurulması kararını anayasaya aykırı bulur. Bu uygulamanın derhal kal dırılmasını ister. A rtık bu bir rastlantı mıdır, nedir bilinmez; Duhalde ikinci programını açıklar. Ve Menem gibi po
pülist politikası 180 derece dönüş yapar. Millileştirmelerden vazgeçilir. Fiyatla rın dondurulmasından vazgeçilir. Peso dalgalanmaya bırakılır. 100.000 dolara kadar olan hesaplar I dolar = 1.4 pesodan, gerisi ise I dolar = I peso olarak ödenecektir. Böylece nispeten az doları olanların hakları korunmuş olacaktır. Ama temelinde tüm halka kazık atılmış ve 10 yıllık devalüasyon halka ödettirilme yoluna çıkılmıştır. Bu yazıyı kaleme aldı ğımız sıralarda I dolar, 4 peso olmuştu. Yani bir ay içinde % 400’lük bir değer kaybı. Böylece enflasyonun yolu açılmış ve halk bir de bu yoldan soyulmaya baş lanmıştır. Bu gidişle eskilerin % 5000’li rekorları kırılacağa benzer. Zaten halk perişan haldedir. Nüfusun yarısı, 19 milyon insan zaten yoksuldur. Şimdi 15 milyon insanın da yaşam için gerekli ihtiyaçlarını alamadığı söylen mektedir. Hergün 2000 kişinin yoksul ların safına geçtiği, 10 çocuğun öldüğü söylenmektedir. Ücretler son zamanlar da % 50 düşmüştür. Ama Duhalde buna çözümü tekrar IMF kredilerinde bulmaktadır. Ülke bir kez daha neoliberal politikaların peşine takılmıştır. Tükürülenler tekrar yalan mış, suçun neoliberal politikalarda değil uygulamalarda olduğu, Arjantin’de sivil örgütlenmelerin eksik olmasının da bu yanlış uygulamaları azdırdığı sonucuna varılmıştır. IMF de boyuna eskisi gibi re form önerilerini sürdürmektedir. Du halde son yaptığı reformlarla IMF kredi yolunun açılacağı umudunu besliyordu. Ama halkın ayaklanmadığını gören IMF ve ABD, daha da zorlayabilecekleri dü şüncesine varmış olsalar gerek ki, Du halde reformlarını yeterli bulmadılar. A-
____________________ arjantinazo__ Iışık olduğumuz şekilde “ sosyal harca maları 7 milyar dolar kes, vergileri 4 mil yar dolar a rtır” diyorlar. Bunların anla mını bir ekonomist incelemiş, aynı mik tarda vergi artırımı ABD için 400 milyar dolarmış. “ Acaba Bush bu kadar vergi artırımını bir çırpıda yapabilir mi?” diye soruyorlar. Latin Amerika geneli ve Arjantin özelinde her şey aşırı uçlarda yaşanır. Bu bizdeki gibi koyu bir feodal baskı yaşama sonucu yoğurdu üfleyerek yeme alışkan lığı olmayışlarından mı geliyor, yoksa ka pitalizmin disiplinini yaşamadıklarından mı kaynaklanır bilinmez, ama her şeyi aşırı yaşarlar. Bir 25 yıl içinde 150 milyar lara varan borçlanma. Kılıfını bulmadan minare çalmalar. İnsan aklına durgunluk verecek % 5000’lere varan enflasyonlar ve sonra da I peso = I dolar. Şimdi de I ay içinde 180 derece değişen politik hat lar. Bu gidişin sonu nereyedir? Arjantin halkı bir gol attı Arjantinazo oldu. Şimdi dünya finans kapitali ve ortaklarından bir gol yediler. Bunun adı nedir bilmiyoruz, ama acaba halk Arjantinazoların Arjantinazosuna hazırlanıyor mu? Şimdi biraz da halkları tanımaya çalışalım.
HALK ÖRGÜTLENMELERİ Duhalde hükümetinin birkaç yıl için de değil, bir ay içinde 180 derece dön mesi, daha doğrusu dönebilmesinin ne denlerini elbetteki, alttaki halk örgütlen melerinde aramak gerekir. Halklar so kaklara dökülüyorlar, devlet başkanları helikopterle kaçıyor ve sonra yerine ge len hükümetin kararlarını beğenmiyor, onu da al aşağı ediyor. Sonra Duhalde iktidar oluyor. Programını bir ay sonra
en baştakilere yakın yapıyor ve bu kez ses yok. Sanki ayaklanan halkla şimdi se sini çıkarmayan halk aynı değil gibi. Bu nun nedenlerini sanırız halk örgütlen meleri içinde aramak gerekmektedir. Elbette çoğu sol çevreler Arjantin olaylarına büyük umutlarla baktılar. Batı’nın neoliberal politikalarına karşı bir halk direnişi nasıl ortaya çıkacak? Sosya lizm yıkıldıktan sonra yeniden bir sosya list ülke kurulabilir mi? Kurulabilirse ve eskiyi tekrar etmeyecekse nasıl bir şey olur? Kimilerine göre de günümüz A r jantin’i hala devrimci bir durum yaşa maktadır. Devrim hazırlığı içindedir. Öyleyse alttaki örgütlenmelere daha ya kından bakmak uygundur.
a) Sendikalar Arjantin’de 3 sendika federasyonu vardır. Birincisi resmi olan CG T’dir. İkincisi muhalif CGT’dir. Arjantin’de yo ğun bir işçi sınıfı geleneğiyle bu sendika ların grev yapmaları çok rastlanan şey lerdir. Hatta genel grevler bile bir uç ol ma özelliği taşır. Dünyada en çok grevin yapıldığı ülke Arjantin’dir. Arjantin’de herkes genel grevlerin ne anlama geldi ğini çok iyi bilir. “ Bir taksi şoförüyle ko nuşup sorun; ‘Bu genel grevle ilgili ne düşünüyorsunuz?’ diye. Hemen ‘Bürok ratlar öfke atmak için kullanıyorlar.’ ya nıtını alırsınız. Bunlar hiç aktif bir mobilizasyonun ya da fabrika işgalinin yapıl madığı bir günlük eylemliliklerdir. İşve ren bilir ve devlet de bilir ki, eğer bir günlüğüne birşey yapmazlar, karşı koy mazlarsa ertesi gün herşey normale dö necektir.” (internet, www.zmag.org) Bu gelenek ve alışkanlık içindeki sen dikaların 20 Aralık ayaklanmasında ol-
49
— yol madıklarını tahmin etmek için kahin ol maya gerek yoktur. Herkes onların olaylar sırasında yataklarının altına sak landıklarını bilmektedir. “ Arjantinliler, bakacak yüzleri yok demektedirler.”
(a-g-y-) Üçüncü sendika federasyonu daha çok memurlar arasında örgütlü C T A ’dır.
b) Sol Örgütlenmeler Sendikaların dışında sol örgütlenme ler de 20 Aralık ayaklanmasında bir ön cü yol oynamamışlardır. Marksist ve Troçkist sol partiler bireyler olarak olaylara katılmışlar, bildiri ve gazetelerini dağıtmışlardır. Sol örgütler tüm dünyada olduğu gibi parçalıdırlar.
“ Çok önemli yapısal sorunlar ortaya koydular. Ama hiçbir noktada kapitalist sistemi sorgulamadılar. Dahası militan eylemlilikler içine girip, sonra geri adım atıp pazarlığa oturma eğilimleri var... İş çi sınıfı sorununun eylemden çok lafını yapıyorlar.” (a.g.y.)
Arjantin Devrimci Komünist Partisi olayların içinde olmayışlarına bir gerek çe daha eklemektedir. “ Devrimci hattımız vurucu güç içinde çalışma yürütme den düşünülemez. Ordu içindeki bir ke sim kazanılıp diğer gerici kesim pasifize edilmeden bir halk ayaklanmasının mümkün olamayacağını defalarca söyle dik.” (Aufbau, Sayı 25, Mart 2002) Dev rimci Komünist Parti, neden ordu içinde çalışma yapmamıştır ya da yapamamış tır?
A rjantin’de yoğun bir işçi sınıfı var dır. Toplam çalışan nüfusun % 40’ı en düstri işçisidir. Bu az bir rakam değil dir. Ve ilginç olanı, bunlar gruplar halin de bir arada işçi semtlerinde yaşarlar. Şimdi neoliberal politikalar sonucu bu işçilerin % 20’si işsizdir. Sendikaların bu duruma tavrı % 20’nin peşine takılmak tır. Yani bu % 20'nin, ellerindeki çalı şanların çıkarlarını savunmaktadır. El bette bunda da şu anlamda anlaşılmaya cak bir sorun yoktur. Neoliberalizmden başka bir ufuk taşımayınca ya da kapitalist düzenden kopuşmayınca baş kası da düşünülemez. Sendikaların sarı lıktan kurtulmaları yaşanan sosyalist sistemin eleştirisinin yapılması ile ger çekleşebilir. Böyle bir eleştiri ancak Marksizm’in de günümüz kapitalist üre timi çerçevesinde yeniden gözden geçi rilmesi ile mümkündür.
20 Aralık olaylarına baktığımızda o r duyu göremeyiz. Ordu barakalarından çıkıp polis ve kolluk kuvvetleri yanında yer almamıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ordu, Arjantin finans kapitali, ABD ve İngiliz finans kapitalleri ile et-tırnak gibidir. ‘76-‘83 yıllarında cunta yönetimi halkı orduya düşman ettirm iştir. Halka kan kusturmuş, madden de soyup soğa na çevirmiştir. Yaptıkları yolsuzluklara karşı Peronistler iktidarda orduyu lağvetmemişlerdir elbette; ama maddi ma nevi tüm yetkilerini ellerinden öylesine almışlardır ki kimi çevrelere göre Arjan tin’in savunması ortadan kalkmıştır. Ve son parasızlık döneminde ordu perso neli % 50 çalışmaya başlamıştır. Yani o r dunun arası halk kadar iktidarla da pek iyi olmamıştır. Ama elbette nihai olarak iktidar ile ordunun çıkarlarının birleş mesi kaçınılmazdır. Ancak son yaşanan
“ CTA sendikaların içinde en radikal ve aktif olanıdır ve kamu çalışanları sen dikası ATE şemsiyesi içindedir. İşsizler le ve karakol kuranlarla bağlantılıdırlar.
__ 50
arjantinazo__ olaylarda Peronistler, orduyu halka kar şı ya kullanmadılar ya da kullanamadılar, daha büyük bir olasılıkla halkın nefretini üstlerine çekmek istemediler. Bu durumda özelde Devrimci Komü nist Parti'değerlendirmesi ve genelde de tüm sol partilerin olayların gerisinde kaldıklarını söylemek sanırız yanlış ol mayacaktır. Bizim ülkemizde devrimci ler bir 12 Eylül yenilgisi yediler. Sonra üstüne bir de sosyalist sistemin yıkılma sı gelince kendilerini toparlaması zorlaş tı. Aynı şekilde Arjantin devrimcileri de cunta altında 30.000 şehit vermişlerdir. Devrimci siyasetler birinci olarak bu nun, ikinci olarak da sosyalizmin hatala rının altında ezilmektedirler. Kendilerini daha toplayamamışlardır.
c) Kaseterol Hareketi Banka hesaplarının dondurulması 20 Aralık günü Kaseterol Hareketi’ni do ğurmuştur. Aslında bu sol hareketlerin yapamadıklarını halkın kendi kendine yapmasıdır. Sanırız bundan da çıkacak sonuç, halk hareketlerinin ölmediğidir. Halklar hala yaşam koşulları kemiğe da yandığında ayaklanacaktır. İster sol ö r gütlere bağlı, isterse de bağımsız. Onla rın öncülüğünde ya da öncülüğü olma dan. Ama Kaseterol Hareketi böyle bir öncüsüz davranmanın sonuçlarını da göstermektedir. Orjinal adı CACEROLAZO’dur. Cacerola büyük kazan demektir. Büyük lo kantalarda kullanılan cinsinden. Sonuna azo ekleyince de en büyük anlamına gel mektedir. Kazanların kazanı anlamına gelecek bir kelimedir. Yani dilimize çevi rirsek kaseteroller kasetoreli. Kazanla rın kazanı hareketi.
Bu hareketin anavatanı Şili’dir. Pinochet diktatörlüğüne karşı Şiii halkı aç ol duğunu dile getirmek için tencerelerle sokaklara dökülmüştü. Şimdi Arjantin halkı aynı şekilde sokaklara döküldüler. Bunlar Arjantin orta sınıf burjuvalarıdır, yoksul halk kesimleri değildir. “ Toplan tıya katılanların çoğu ideallerine ihanet eden, kendilerini kandıran politik parti lerden bıktıklarını dile getiren gençler. Ancak içlerinde pek çok işsiz de var. İşi ni kaybetmiş esnaf, emekliler, öğret menler ve birçok meslek sahibi de bu toplantılarda aktif rol oynuyor. Çoğu daha önce böyle vatandaşa dayalı bir ey lemlilik içinde bulunmamışlar.” (inter net, commondreams.org) Bunlar banka daki hesapları dondurulunca yoksullaşan burjuva kesimlerdir. İflas eden küçük es nafından doktoruna, avukatına ve muha sebecisine kadar herkes katılmaktadır. Ama bunların ortak noktası bankada do lar hesaplarının olmasıdır. Ve şimdi ya las etmiştir ya da paralarına el konul muştur. “ ‘En az 20 kişi toplanınca toplantı yapılıyor. O mahallede oturan herkes bir oy ve bir sözle katılabilir.’ Köşe ba şında durmuş eline de bir megafon almış kadın elindeki kağıttan okuyor. Yüzün üstünde mahalle sakini de çevrelemiş kadını dinlemektedir. “ ‘Yürütme komitesi toplantıdan 15 dakika önce toplanıp komşuların verdiği önerilere göre gündem belirleyecek.’ di ye okumasını sürdürüyor ve megafonu yanındakine iletiyor. ‘Burada kimse bir şeyleri kontrol etmiyor herkes sırayla konuşacak.’ ” (a.g.y.) 20 mahalle sakini nin bir araya gelmesi ile oluşmuş mahal le komiteleri halkın kurduğu örgütlen melerdir. “ Sonra bunlar birer temsilci
51
— yol---------------------------------------seçiyorlar ve bu temsilciler her pazar günü mahallelerarası toplantı yapıyorlar. Buralara 4000’in üstünde temsilcinin ka tıldığı söyleniyor.” Ayaklanmalar sırasında en çok duyu lan slogan “ Bütün politikacılar defolsun!” du. “ Biz seçim sırasında oy atmak la tatmin olmuyoruz. Katılmak istiyoruz. Bizi de daha çok dinlesinler istiyoruz...” “ Politikacılarsız yaşayamayız, bu anarşi demektir... Bizi soyanları istemiyoruz. Onların yerine geçenleri yakından izleyeceğiz.” (a.g.y.) Bu grupların taleplerine bakalım. “ Girişimlerin çoğu emeklilere ve işsizle re yardım etmek için gönüllüler ekibi kurmak ve hastane personelinin önerile ri doğrultusunda yardım etmek. Ancak sorunları ulusal zemine çıkarmak öneri si öncelikli. Mahalle toplantıları yasaların yapıldığı binaya bütçe konuşmaları sıra sında bir yürüyüş düzenlemeyi düşünü yor. Ya dolar birikimlerinin pesoya çev rilmesini protesto etmek için banka merkezine yürümek ya da IMF temsilci leri ülkeye geldiğinde onları protesto gösterileri yapmak gibi öneriler dile ge liyor.” (a.g.y.) Görüldüğü gibi bu burjuva halk ma halle örgütlenmelerinin talepleri, banka da dondurulan dolarlarının peso olarak ödenmesini protesto etme zemininde olmaktadır. Ve bunun düzenin temelle rini sarsıcı bir yapısı yoktur. Elbette; ama giderek de radikalleşmektedirler. Ancak çok karışık örgütlenmelerdir ve çeşitli zaaflarla inmeli olmaları kaçınıl mazdır. Herkesin tek oyla temsil edildi ğinin ve kontrolün kimsenin elinde ol madığının söylenmesi aslında örgütlülük lere karşı duyulan bazı şüphelerin belir
___ 52 __________________________
tisi gibi yorumlanabilir. Ayrıca bunların içinde devlet yanlısı faşist gruplar vardır. Hatta 20 Aralık olayları sırasında bunlar halkı provoke etmişlerdir. Sanırız Duhalde hükümetinin bir ay içinde 180 de rece dönebilmesinin altında bu mahalle löse örgütlenmeleri gerçeği ve Kaseterol Hareketi’nin sırf tencereler tavalar vurup, düdükler çalarak dolaşmasında yatmaktadır. Sırf protesto zemininde kalmaktadırlar.
d) İşsizler Hareketi 20 Aralık olaylarının militan gücü, olaylara damgasını vuran asıl bu harekettir. İşsizler Hareketi isminden de anlaşılacağı gibi eskiden işçi, şimdi işsiz olanların ö r gütlü bir hareketidir. Ancak içinde eski işçiler kadar henüz hiçbir işte çalışmamış gençler de vardır. Kadınlar, hareketin % 60’ını oluştururlar. “ Daha ilginci eski en düstri işçilerinin eşleridir. Bu işçilerin eş lerinin yüksek katılımı ve militanlıkları kayda değerdir. Kocaları artık uzun işsiz lik dönemi sonucu moralini neredeyse tamamen yitirdiği için aile sorumluluğunu daha çok üstlenmektedirler. Kocalarını grev alanlarına çağıran ya da iş elde et mek için daha çok eyleme katılmaya zor layan onlardır. Çünkü eğer yol kesme ey lemi sırasında orada bulunmazlarsa komi te toplandığında iş alma hakları da yok demektir.” (www.zmag.org) Hareket nasıl başlamıştır? “ Özelleş tirmenin sokağa attığı, üretim deneyi olan, bir fabrikada çalışmış ama şimdi işsiz olan işçilerin sorunlarını duyurmak ama cıyla ortaya çıktı. “ Bu son harika başarılar birkaç yılın sabırlı ve genellikle de karmaşık örgüt lenmeleri üstünde yükseliyordu. İşsizler
_____ ______________arjantinazo__ belediyelere, devlete ve federal hükü metlere dilekçeler gönderdiler. Barışçıl olarak gösteriler yaptılar. Ancak bu tak tiklerinden bir sonuç alamayınca daha direkt eyleme geçtiler. Devlet, belediye binalarını işgal etmeye, zaman zamanda ateşe vermeye başladılar. Yolları kapat mak ve kitlesel karakol kurmak eylemle ri ülke içindeki Cutrol Co ve Plaza Huincal kentlerinde 1996 Haziran ve tek rar 1997 Nisan aylarında başladı. Bu gösteriler binlerce kişiyi işten çıkartma lara ve fabrika kapatmalarına karşı ö r gütledi. 1990’ların sonuna gelindiğinde kitlesel yol kesmeler Buenos Aires’in iş çi sınıfı varoşlarında yaşanmaya başladı. Buralarda özelleştirilmiş elektrik santra li ve dağıtım şirketlerinin yolladığı yük sek elektrik faturalarını ve bu faturaları ödeyemeyen işsizlerin elektriklerinin kesilmesi protesto ediliyordu. 2000’lere gelindiğinde eskinin zengin petrol çıka rım kentleri Neuquen ve General Mosconi de kitlesel gösteriler başladı. Özel leştirme iş alanlarının kapatılmasına ve kitlesel işten çıkarmalara karşı devlet al ternatif iş alanları açma sözünü IMF’ye borç ödemek için bütçe kısıntıları yaptı ğından yerine getiremeyince yapıldı.” (monthlyreview.org ) İşsizler Hareketi’nin örgütlenmesi ‘96 yılında, yani özelleştirmelerin sonuç larının alınmaya başlamasına denk düşer. Hizmetlerin bu nedenle pahalılanması ve kitlesel işten çıkartmalara karşı bir ey lem olarak başlamıştır. Ve de ancak legal zeminde dövüşmesinin bir sonuç ver memesi ile de şiddete kaymaktan başka seçeneği kalmamıştır. Daha sonra 2001 Eylül ayında hareket ulusal kongresini yaparak ulusal çapta bir örgütlenme ol duğunu tüm dünyaya duyurmuştur.
İşsiz İşçiler Hareketi (İİH)’nin teme linde herhangi bir sendika ya da siyaset yoktur. Genellikle belediyeler çerçeve sinde merkeziyetçi olmayan bir anlayışla örgütlenirler. “ Her belediyenin kendi sınırları için deki tek tek varoşlar olarak örgütlüdür ler. Her bir varoş alanı da büyüklüğüne göre çeşitli bloklardan oluşabilir. Her bloğun kendi gayri resmi lideri ve ey lemcileri vardır. Her belediye tüm aktif eylemcilerinin katıldığı genel kongreyle örgütlenirler. Bu kongrelerde politika belirlenir. Talepler ve yol kesmelerin örgütlenmesi, tüm aktif üyelerin katıldı ğı genel kongrede ortak olarak yapılır. Bir otoyol ya da merkez yolun kesimi hedeflendi mi, kongre bloklar arası des teği de örgütler. Yüzlerce, hatta binler ce kadın, erkek ve çocuk bu yol kesme ye katılırlar, çadırlar kurulur, yol kenar larına çorba mutfakları açılır. Eğer polis tehdit ederse, yüzlerce insan bölge va roşlarından akın ederler. Eğer hükümet görüşme kararı alırsa, hareket görüşme lerin tüm yol kesenlerin ortasında yapıl masını talep eder. Kararlar eylem yerin de ortak kongrede alınır.” (a.g.y.) Elde edilen işlerin ya da yiyecek paketlerinin dağıtılması hekesin eyleme katılış dere cesine göre yapılır. Herkes eyleme katı lış biçimi ile puanlar alır ve bunların top lanması da ganimetin paylaşımında temel ölçüdür. Yıllardır bu yol kesme eylemleri ba şarıyla devam etmektedir. İİH’nin ne tür talepleri olduğunu görelim. “ İşsizler Hareketi’nin yerel yönetim lerin denetiminde devletin finanse ettiği istihdam alanı gibi acil taleplerinin dışın da şunlar bulunur: Yiyecek paketleri da
53
— yol ğıtımı; tutuklanmış yüzlerce işsiz milita nın serbest bırakılması; su, yol ve sağlık hizmeti olanakları gibi kamu yatırımları, istihdam talebi, karın tokluğuna geçici bir iş dışında geçim sağlayıcı kalıcı bir iş te olabilir. General Mosconi’de hareke tin liderleri 300’ün üstünde proje geliş tirdiler. Bunların bir kısmı başarıyla işle mektedir. Taleplerde yiyecek dışında fı rın, organik bahçeler, su arıtma tesisleri, mahalleye ilkyardım kliniği kurulması gi bi birçok başka proje de vardır. Bir an lamıyla kent, bu yerel işsizler komiteleri tarafından yönetilmektedir. Yerel bele diye kenara itilmiştir. Bazı işçi mahallele rinde İşsizler Hareketi sözde kurtarılmış bölgeler yaratmışlardır. Çünkü bunların gücü ve hareket yeteneği yerel yetkilile rin ya elini koluna bağlamakta ya da on lardan daha üstün çıkmaktadırlar ve devlete ya da federal iktidara söz konu su konuda meydan okumaktadırlar. Sı nırlı ölçüde de olsa yaratılan ‘paralel ekonomi’ işsizlerin kendileri ve çevrele rindeki insanların yaşamlarını kendi ken dilerine yönetebilecekleri yeteneğini göstermekte olduğundan halkın desteği ni de kazanmaktadır.” (a.g.y., s. 10) Görüldüğü gibi varoşlarda halk kendi idarelerini kurmaya başlamakta yerel ve federal yönetimlere meydan okumakta dırlar. Tutukluların serbest bırakılması talebinden de anlaşılacağı gibi elbette za man zaman çatışmalar olmaktadır. An cak devlet çatışmanın kenar mahalleler den gelecek akın akın destekle ufak çap lı bir iç savaşa dönüşmesinden korkmak tadır. Sonuçta bu hareketler giderek yaygınlaşmakta, talepleri gelişmektedir. Talepler güncel ihtiyaçlardan çıkmış tır. Eylül 2001’in başında 2000’in üstün de delege, sendikacı, öğrenci, sanatçı ve ___
5 4 _______________________________________
N G O gruplarının katıldığı Matanza ve La Plata’da iki ulusal toplantı yapıldı. Bura da şu ortak kararlar alındı: “ Eylemlerin bağlantısını artırmak, fi kir alışverişinde bulunmak, ulusal bir program oluşturmak ve bunun için mü cadele planı yapmak.” (a.g.y., s. I I) Bu toplantıda 6 tane acil talep belir lenmiştir. Kemerleri sıkan devlet politi kasının kaldırılması, polislerin ateş aç masının yasaklanması, her işsize yiyecek yardımı ve küçük köylülüğe ödeme ya pılması gibi konuları içerir. “ Kongre eylül ayında taleplerine des tek sağlamak için iki tane ulusal bazda yol kesme eylemi gerçekleştirdi. Kongre ay rıca 5 tane stratejik hedef belirlemiştir. (I) Hileli ve yasadışı dış borçların öden memesi, (2) Emekli ödentilerinin kamu kontrolü, (3) Bankalar ve stratejik ko numdaki işletmelerin yeniden millileşti rilmesi, (4) Küçük çiftçilerin boçlarının affı ve ürünlerine uygun koşullarda fiyat ödenmesi, (5) Açlığa yol açan rejimlerin ve politikacıların indi hindisine son veril mesi. Kongre aktif bir 36 saatlik genel grev ve yasadışı Central de Trabajadores Argentinos (CTA) sendikası ile koordi nasyon sağlayacak ulusal kongre çağrısı yaptı.” (a.g.y., s.l I) Görüldüğü gibi İşsiz İşçiler Hareketi ulusal bazda örgütlenme, ortak eylemler yapma kararı ve eylemliliği dışında önem li bir adım atmış, güncel taleplerin dışında ulusal talepleri önüne koymuştur. Ancak ulusal talepleri koyuşu ve örgütlülüğünü yükseltme isteği 20 Aralık ayaklanmasın dan yaklaşık üç ay öncedir. Ve bu anlam da erken yakalanıldığını ya da gerekli se viyede bir örgütlülük ağı örülemediğini söylemek yanlış olmaz sanırız.
___________________ arjantinazo__ İİH'DEN ve KASETEROLCULARDAN ÇIKAN BAZI SONUÇLAR Sosyalizm yıkılalı bir on yıl geçti. Ka pitalizm neoliberalist ve global politika larla dünyamızda cirit atıyor. Halklar inim inim inliyor. Kimse memnun değil, ama buna karşı iktidarı devirmek seviye sinde baş kaldıran yok. Elbette bu ola cak, ama acaba açılışı kim yapacak? Kim şu dünyada kapitalizme ‘Yeter be karde şim!’ diyecek? Kim öncü olacak? Hangi kıtadan gelecek? Yoksulun yoksulu A fri ka kıtasından mı? Yok yok, sömürünün katmerleştiği, yoksulluğun en dizginsizi nin yaşandığı Asya kıtasından mı? Yok canım, bu olsa olsa Latin Amerika kıta sından mı çıkar? Acaba Arjantin olur mu? Arjantin halkı acaba bunu yapabile cek mi? Belirleyici olan halk hareketleri. Bu anlamda Arjantin halk hareketleri ikti darın alınması anlamında yeni bir şeyler öğretiyor mu? Öyle ya sosyalist sistem varken bir devrim gerçekleşmesi bir şey, onun yıkılmasından sonra gerçek leştirmek başka şey. Bu anlamda Arjan tin halk hareketlerine dışarıdan baktığı mızda temel belki bazı tespitleri yapmak mümkündür.
I. Politikleşme İlk olarak görülen en önemli olay herhalde halkların politikleşmesidir. Bi zim ülkemizde de olduğu gibi dünya halklarında politikadan soğuma vardı. Burjuva politikalarının, halk kitlelerinin çıkarına bir şey getirmediğini gören halklar ilk önce kendi partilerini kur muşlardır. Ama uzun bir süreç içinde sol
partilerin burjuva politik arenasından ‘püskürtülmeleri’ sonucu, zor sonucu halklar kendi çıkarlarını savunan parti olmayınca, bu doğrultuda dövüşenler zindanlarda çürüdüğü için halklar politi kadan uzaklaşmışlardır. Kitleler apolitikleşmiş, daha doğrusu ölmemek için apolitikleşmeye, politikayla uğraşmamaya başlamışlardır. Basın-yayın, eledeki tüm araçlar bu doğrultuda propaganda yap maktadırlar. Politika öcü, kaka ve pistir. Sonuç bu işe karışmama olmuştur. Bırak ne halleri varsa görsünler. Burjuvazi boş politika alanında at koşturmuştu. Hele sosyalizmin yıkılmasından sonra da bir birlerinin pisliklerini ortaya dökmede sanki yarıştılar. Tüm dünyada burjuva politikacılarının üç kağıtçılıkları, rüşvet yemeleri, tüm pislikler hepsi ortaya dö küldü. Halklar politikadan soğudukça soğudu. Tüm dünyada seçimlere katılma oranları düştü. Halkların güvenleri sar sıldı. Ama buna rağmen bir türlü de ken dilerini savunacak partileri kurup des teklemek doğrultusunda kararlı olama dılar. Korktular. Ama işte bu anlamda Arjantin halkla rına bakarsak halkların kesinlikle tekrar politikaya dönmekten başla seçeneğinin olmadığını anladıklarını görüyoruz. Daha doğrusu eğer aç kalmak istemiyorlarsa, bu işe el atmaları gerektiğini ve bu kara rı vermeleri gerektiğini anladıklarını gö rüyoruz. Politika insanların yaşamlarını belirleme uğraşı, yaşamın bir parçasıdır. Eğer bu görevi yerine getirmezsen ken di kaderini başkalarının eline bırakıyor sun demektir. Halkların bilinçlenmeye adım atması ve bundan kaçış olmadığını görmesi ve bundan zevk almayı öğren mesi demektir. ‘İnsan politik bir hayvandır’ın gerçekleşmesidir.
55 ---
— yol---------------------------------------Arjantin halkı politikayla uğraşmazsa ölümünü görmektedir. Demek ki artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Ya da genel lersek bıçak kemiğe dayandığında halklar politikleşmektedirler. Sokağa dökülmek bu işin başlangıcıdır. Yoksul halklar politikleşin!
2. Örgütlenme İkinci olarak politikleşme bir örgütlü lük demektir. Arjantin halkı örgütlenme peşindedir. ilk örgütlenmeye başlayanlar ilk so yulanlardır: İşsiz İşçiler Hareketi! Bu nedenle doğmuştur. Onlar eğer aç kalmayacaklarsa örgütlenmek ve ö r gütlü davranmak gerektiğini zorla öğ renmişlerdir. Sorun iş bulmaksa ortak karar alınır. Eylem planlanır ve gerçek leştirilir. Eyleme katılanlar iş elde eder ler. Örgütlenenler aç kalmaktan kurtu lur. Bunun başka yolu yoktur. Örgütsüzlük ölüm demektir.
yatlarında ilk defa mahalle komitesi için de yer alıyorlar. Bölge komiteleri, ulusal komite, ulusal kongre, gündem, herkese eşit oy ve söz hakkı gibi kavramlarla kar şı karşıya gelmektedirler. Sonuçta Arjantin’de görüldüğü şek liyle de halkların canlarını korumaya karşı ilk tepkisi örgütlenme olmaktadır. Örgütlülük modern toplumun birincil ihtiyacıdır. Halklar gene bıçak kemiğe dayanınca örgütlenmenin değerini ve gerekliliğini anlamaktadırlar. Ancak şimdi örgütlülüğün kalitesi gi bi sorunlarla karşı karşıyadırlar. Ö rgüt lülük hem çok basit hem de çok zor bir iştir. Bütün bunlar bir gün içinde derin liğine sağlanacak işler değildir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla da geç kalınmış yani hazırlıksız yakalanılmıştır. Halklar ne ka dar erken bunu kavradılar ve çıkarlarına uygun örgütlülük içine girdiler, o kadar iyidir. Yoksul halklar örgütlenin!
Bugün finans kapital dünyanın en ö r gütlü gücü. Devletinden basınına, banka larından borsalarına, ordusuna kadar herşeyiyle örgütlü. Halkları, karşısında zayıflatmak için örgüt düşmanlığı yapı yor. Son örgütlenmelerde buna itiraz ettiği için zindanlarda çürütülüyor. Ve halkı politikasız, örgütsüz bıraktığı içinde onlara istediğini yaptırtıyor, kemikleri ne, iliklerine kadar soyuyor.
Elbette demokratik. Halklar bunda hemfikirdirler. Herkes bir ağızdan de mokraside hemfikirdir. Ama nasıl bir demokrasi?
Ne yazık ki solun bu dediklerini halk lar ancak acı deneylerle öğreniyorlar. Arjantin orta burjuvazisi 20 Aralık ban ka hesaplarının dondurulmasına ilk tepki olarak, örgütlenme ihtiyacını yerine ge tirmeye çalışıyor. Burjuva mahalleler mahalle örgütlenmeleri kuruyorlar. Ha
Kaseterolcular burjuva demokrasisi ne, yani temsili sisteme itiraz ettiklerini dile getirmektedirler. 4 yılda bir oy atıp sonra kendisini kimin temsil ettiğini, na sıl temsil ettiğini, oylamalarda el kaldır dığı ya da kaldırmadığı zaman gerçekten halkın çıkarını mı, yoksa kendi çıkarını
56
3. Ve diğerleri... Politikleşme ve örgütlenmenin he men arkasından elbette işler derinleş meye başlamaktadır. Örgütlülük, ama hangi prensipler içinde?
_____________________arjantinazo___ mı düşünerek davrandığından kuşkusu nu dile getirerek bujuva demokrasisini sorgulamaya başlamıştır. Onun kendile rine hizmet etmediğini anlamış, tüm burjuva politikacıları lanetlemektedir. Onların hiçbirine en ufak bir güven duy mamaktadır. İyi de nasıl bir demokrasi? Arada sanki bir fark gelişmektedir. Modern üretim iki sınıf yarattığına göre iki sınıfın kendisine göre demok rasi anlayışı vardır. Burjuva demokrasi si ve proleterya ya da işçi sınıfı demok rasisi. Eleştirilen burjuva demokrasisi dir. Arjantin halkı burjuva demokrasisi istemiyor. Ama proletarya demokrasisi istiyor mu? Canım başka alternatif yok mu? Anarşizm? Yok onu da istemiyor lar. Şimdi işler buraya gelince atılması gerekli ikinci adım karşımıza çıkıyor. Eğer başka bir alternatif yoksa, o zaman işçi demokrasisine bakmak zorundayız. Ama işte ne yazık ki 1917 Devrim i’nin işçileri iyi bir örnek veremediler. Eğer böyle diyorsak o zaman demek ki bir yanlışlık arama peşindeyiz. Uzatmayalım. Arjantin halkı burjuva demokrasisini lanetleyerek sosyalist demokrasiye istese de istemese de adım atmıştır. Ama önce eskinin yanlışı nı bulduğu taktirde yaşayabileceğini bil mektedir. Ve de bunun korkusu ürkek liği ile yeni bir yoldadır. Demokrasi kavramı ile eşitlik kavra mı madalyonun iki yüzüdürler. Eşitlik görüldüğü kadarıyla İİH içinde peşinde koşulan bir değerdir. Herkesin emeğinin karşılığını alması bazında bir eşitlik uygulanmaya çalışıl maktadır. Ama bu yine de bazı değerle ri gözardı etmeden.
“ Devlet fonlu geçici iş kotası talebi kabul ettirildikten sonra işlerin bölüşü mü kolektif kararlarla ailenin ihtiyaçla rına ve yol kesme eylemine katılımdaki eylemliliğe göre yapılmaktadır. Eğer el de edilen iş sayısı işsiz sayısından az ise rotasyon sistemi uygulanmaktadır. Ka rakol kuranların her biri devletle pazar lıkta bulunurlar, çünkü iş dağıtmaya başlarlarsa aile dostları, arkadaşlar ve diğerleri kayırılmakta ve herkes kendi sini liderlik konumuna getirmeye çalış maktadır ve bizzat bu hareketin kendi sini yozlaştırm aktadır.” (internet, monthlyreview.org) İş dağılımı ya da ganimetin paylaşımı herkesin bileğinin hakkıyla kazandığı bir olaydır. Birilerini kayırma insan doğa sında vardır. Belki de basit insan duygu sunun kendisini ortaya koyuşu temelin de güzel bir doğallıkta olabilir. Ama bir hareketi yozlaştırmamak için buna kar şı önlem alınmalıdır. İİH bunu yapmak tadır. İlk olarak herkes emeği karşısın da eşitlenmektedir. Herkes verdiği emek ile ürüne ortak olmaktadır. Elbet te uzun süredir işsizlik, hastalık vs. gibi değerler dikkate alınmaktadır. Kaseterolcular ya da mahalle örgüt lenmeleri daha geri, daha yüzeysel dü zeyde ve içinde burjuva pislikleri taşı yan örgütlenmedir, elbette bu işin çok başındadırlar. İİH içine baktığımızda da daha derinlemesine tartışmalar olması olasıdır. Ulusal kongrelerini yapmış o l maları böyle bir olasılığı artırmaktadır. Yani artık bölgesel zeminde değil ulus çapında sorunlarına çare arayıp bulma uğraşındadırlar. Ama henüz örgütlen melerin sosyalist bazdaki derinlikleriyle ilgili bilgi yoktur.
--------------------------------------- 57 —
— yol---------------------------------------4. Deklaselik (sınıf dişilik) İşsiz İşçiler Hareketi adı üstünde işsiz işçilerden oluşmaktadır. Marksist term i nolojide bunlar lümpen, dejenere, deklase, yani sınıf dışı unsurlardır. Ve Mark sizm, sosyalizm mücadelesini üretim içinde olan işçilerle verir. Ancak onlar üretimi ellerinde tuttukları için işçi iktida rını kurabilirler. Diğerleri lümpendirler. Disiplinleri yoktur. Oysa Arjantin’de İİH Hareketi 20 Aralık’ta ve daha öncelerinde örgütlü dav ranışlarla devleti sarsıcı eylemlilikler göstermiştir. Ulusal zeminde örgütlülük yoluna çıktılar ve bu düzeyde taleplerle karşımıza çıkıyorlar. Brezilya’da Topraksız Köylü Hare keti ve Arjantin’deki İİH içinde I I yıldır çalışan James Petras, Marksist teoriyi eİeştiren bu soruyu sorduktan sonra ya nıtlıyor: “ İşsizlerin yol kesmesi endüstri işçisi nin üretim kayışında makinaları durdur masıyla aynı işlevi görmektedir: Biri ka rın gerçekleşmesini, diğeri değerin yara tılmasını engellemektedir... Deneyler yeni kitle hareketlerinin mücadele yürü tebileceğini, şiddete karşı durabileceğini ve geçici ve acil tavizler koparabileceği ni göstermiştir... Ulusal koordinasyon komitesinin kurulması ve köylüler ve küçük çiftçiler arasında da benzer ulusal düzeyde örgütlenmelerin olması yerel hareketlerin ulusal hale gelebileceklerini ve devlete karşı çıkacak bir potansiyel taşıdıklarını göstermektedir.” (internet, monthlyreview.org) Hiç şüphesiz James Petras doğru bir konuya parmak basmaktadır. İİH, yani işsiz olmalarına karşın gerçekten Arjan tin burjuva devletinin temellerini sarsıcı
eylemlilikler içindedir ve bu olgu gide rek gelişmektedir. Ancak Petras’ın ken disinin de zaman zaman değindiği gibi bu işçiler zaten endüstri işçisi olmanın ne olduğunu bilen işçilerdir. Hatta bazıları eskiden sendika içinde bile çalışmışlar dır. Ve bu deneylerini gençlerle paylaşa rak yol kesme eylemlerini gerçekleştir mektedirler. Yani geçmişlerinde bir işçi lik deneyi vardır. İşçilerin disiplini ve ö r gütlü çalışmasını bilmektedirler. 1900’lerin kapitalist üretimi ile günü müzün robotlu, bilgisayarlı üretimi ara sında dağlar kadar fark vardır. Elbette özel mülkiyet temelinde bir değişiklik yoktur, ama sömürü biçimi çok değiş miştir. Bu nedenle Marksizm’in temel taşları günümüz koşullarına doğru daha geliştirilmelidir. İşsizliğin artması ve özelleştirme politikaları görüldüğü gibi kitlesel işten çıkarmalara yol açmakta dır. Merkezlerde işsizler sosyal şemsiye altındadırlar. Ancak bunun olmadığı merkez dışı ülkelerde sürekli işsizlikler ve iş bulma umudunun kalmaması işsiz leri alternatif çözümler bulmaya itmek tedir. Arjantin’deki şekliyle devletten zorla iş isteme ya da yiyecek paketi gibi şekillerde kendini göstermektedir.
5. Sendikalar James Petras İİH’yi incelerken sendi kalara da değinmektedir. Daha 1945 yılında, Peron sendikaları devlet güdümüne almıştır. Arjantin finans kapitali daha o günden sendikal mücadeleyi kendi düzeninin çarklarına sıkıca bağlamıştır. Ancak şimdi bu sendi kalar işsizleri kendi bünyeleri içinde örgütleyememekteler ve o işsizler düzen lerini sarsıcı hale gelmektedirler.
______ _____________ arjantinazo__ “ İşsizler Hareketi, alttan yukarıya doğru ve varoşlarda yüzyüze örgütlenir. Sendika bürokrasisi aidatlarını ödeme yen işçilerle ilgilenmezler ve örgütlenir ken ‘profesyoneller’ yollarlar. Sonuçta işsizlerin güvenini kazanmazlar ve onları örgütlemekte daha az başarılıdırlar. İkin ci olarak İşsizler Hareketi yatay bir yapı ya sahiptir ve liderleri ve sempatizanları aynı kesimden gelirler ve toplantılarda eşit olarak tartışırlar. Sendikalar dikey örgütlenmelerdir ve üst bürokratlara sadık olan kişiler bazında yapılanırlar ve çoğu işverenlerle karşılaştırılabilecek düzeyde maaş alırlar. İşsizler Hareketi direkt eylem yapar ve açık toplantılarda pazarlık kolektif olarak yapılır. Sendika elitleri sembolik protestolarla uğraşır ve devlet ya da işverenlerle kapalı kapılar arkasında pazarlık yapar ve işçilerin ana ihtiyaçlarını pek dikkate almayan anlaş malar imzalarlar. Sonrada anlaşmayı üyelere ‘satarlar’ ya da dayatırlar. Sonuç ta İşsizler Hareketi’nin liderleri sempati zanların güven ve desteğini kazanırken sendika patronlarına devlet ve işveren lerle işbirliği içinde olanlar olarak bakılmasalar bile kendilerine güven duyul maz. (internet, monthlyreview.org) Bu alıntı bize İİH ile sendikal hareket arasındaki örgütlenme farkını çizmekte dir. Neden işsiz işçiler sendika çerçeve sinde örgütlenmemekte ve başka bir ö r gütlülük aramaktadırlar. Sendikalar işsiz lerle ilgilenmezler. Onların hiyerarşik yapıları vardır. Eşitlik yoktur. Sendika li derleri işveren gibi olmuşlardır. Çok maaş alırlar. Yani satılmışlardır. Kendi bencil ve işveren çıkarlarını nihai olarak temsil ederler. Sendika tepesinin çıkar larına hizmet eden eylemlilikler haline gelmiştirler.
“ Hiçbir sendika patronu varoşların çamurlu, düzensiz yollarından geçip, buz kesen ya da cehennem sıcağındaki top lantı yerlerine gidip, ağlayan çocuklar, derhal yiyecek talep eden kadın militan lar ya da küreselleşme ve işsizlik konu sundaki derslerden canları sıkılmış genç işsizler arasında toplantılara katılmaktan hoşlanmaz.” (a.g.y.) “ Hiçbir sendika patronu elinde sa pan, karşısında sahici mermilerle, yanan araba lastiklerinden barikatların arkasın da durmaz. Bunun yerine kemer sıkma politikalarının nasıl yumuşatılabileceğini ve böylece programın uygulanabileceğini tartışabilecekleri bir üçlü komite kur mak için İş Bakanı’ndan yarım saatlik bir randevu ayarlamayı yeğler.” (a.g.y.) Yazımızın başında 20 Aralık olayları içinde sendikaların olmadığını söylemiş tik. Sendikalar ve içlerindeki işçiler bu radan da anlatıldığından çıkarılabileceği gibi toplumun ayrıcalıklı kesimi haline gelmiştir. Günümüz yaşam koşullarında ne koşullarda olursa olsun çalışıyor ol mak bir ayrıcalıktır. Çalışıyor olmak iyi koşullarda yaşıyor olmak demektir. A r tık işçi sınıfının koşullarından daha kötü koşullarda yaşayanlar da vardır. Elbette buna ne kadar yaşamak denecekse, ya şamaktır. Marksizm’in teorisinin yapıldığı yıllar da Marx, işçileri zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlar olarak tanımlar. Ve de o dönemde işçiler ger çekten bir lokma ekmeğe saatlerce çalı şırlarmış. Bugünkü işçiler yılların sınıflı mücadelesinde yığınla haklar elde etmiş lerdir. Elbette merkez işçileri ve geri ül keler işçileri yaşam koşulları arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak her iki
--------------------------------------- 59 —
— yol---------------------------------------durumda da işçilerin yaşam koşulların dan daha kötü durumda olanlar vardır. Elbette örgütlülük sonunda işçiler kapi talist üretimden elde ettikleri paylarını artırmışlardır. Elbette kardan aldıkları oranın yüzdesinden söz etmiyoruz. Bütün bunlara bir de son globalleşme ve neoliberal politik uygulamaları katar sak ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Arjantin bunun en çarpıcı örneğidir. İşçi sınıfı yarı yarıya azalıyor. Çalışan nüfus içinde % 40 olan işçi sınıfı % 20’ye düşü yor. Biz solcular özelleştirmelerin yok sulluk getireceğini hep söyledik. Üçüncü Dünya Ülkeleri sanayileri merkezlerin ÇUŞ üretimi altında dayanamıyorlar. İf las ediyorlar. İşçiler sokaklara dökülü yorlar. Nasıl bir zamanlar traktörler, bi çerdöverler kırlara girince kırlarda yok sul köylülük iflas edip kentlerin kenarla rında varoşlar kurdularsa, şimdi aynı şe kilde ÇUŞ’lar sınırların inmesi ile Üçün cü Dünya Ülkeleri’ne giriyorlar ve bura daki fabrikaları kapattırıyorlar. İşçiler ulusal sınırlara takıldığından dışarı çıkamı yorlar, kentlerde kalıyorlar ve İİH’ler doğuyor. Eskinin kır işçileri işçi sınıfının deney lerine, disiplinine sahip değildiler. Onlar geri bir üretim biçiminin kalıntıları gibiy diler. Ama şimdi kent varoşlarındaki iş siz işçiler modern üretime çok yabancı değillerdir. Bu anlamda da burjuva dev letini sarsıcı eylemlilikler içine girebilir ler. Bunun elbette ayrıntılı şekilde ince lenmesi ve Marksizm içinde teorikleşti rilmesi gerektiği görüşündeyiz. Öte yandan da özelleştirme ve glo bal politikalar işi olan işçileri sanki bur juvalar haline getirmiştir. İşte kalmak demek bir ayrıcalık olmuştur. Burjuva
__ 60 __________________________
politikalar işten çıkarılanlarla işte kalan lar arasında bir fark koyarak işçileri ken di saflarında tutmaya çalışıyorlar. Ya da bunu modern üretim biçiminin doğurduğu başka bir sonuçla açıklamak mümkündür. İşverenleri işveren yapan yalnız sermayeleri değildir. Onlar aynı zamanda üretimin işçiler tarafından bi linmez örgütlenmesine de hakimdirler. Ancak günümüz modern üretiminde bil gisayarlar ve robotlar işverenleri işve ren yapan bu özellikleri işçilerin bilgisine de açmıştır. Yani işverenlerin elindeki kendilerinin yokluğunda üretimi sekteye vurduracak özellikler şimdi işçi sınıfının da bilgisi içindedir. Bunun doğurduğu sonuç ise işçilerin daha yetkin ve bilgili olmasıdır. Ve ayrıca günümüz koşulla rında zaten işverenler yoktur. Yönetim kurulları vardır. Bunlarda zaten üretim den kopuk, üretileni idare eden konu mundadırlar. Eskinin mülk sahibi, fabri kasının başında sürekli durup denetim yapan fabrika sahipleri yoktur Bu gelişim işçilerin üretimdeki gücü nü çok artırmıştır. Yani artık işverenler ya da yönetim kurulları olmasa bile üre tim süreci aksamadan devam edebilir. İşverenlerin ya da yönetim kurullarının bütün yaptıklarının belki de daha alasını işçiler yapabilirler. İşverenler de elbette bu değişimin farkındadırlar. Ve bundan sonsuz derecede korkmaktadırlar. Bu korkular işçi ücretlerinde kendisini gös termektedir. İşçi sınıfında bir kesim ser best meslekle uğraşan burjuvalar kadar maaş alabilirler. Bu da işçiler ve işsizler arasındaki gelir farklılığını artırmıştır. Sonuçlandırırsak, kapitalizmin bu ka dar zenginliğine karşın sömürüsü öylesi ne artmıştır ki, artık işi olanlar ayrıcalık
arjantinazo lı konuma gelmişlerdir. Bu da işçi sınıfını bölmeye hizmet etmektedir.
6. İktidar sorunu Bize göre sorunlar gelip bu noktaya dayanmaktadır. Kaseterolculara baktığı mızda onların önünde henüz örgütlenip bankadaki dolarlarına kavuşmaktan öte bir hedef yoktur. Elbette olaylar geliş mektedir. Aralık ayından beri yaşananlar sonunda dolarlarına bir daha kavuşama yacaklarını ya da bir şekilde kavuşsalar bile o dolarların o dolar olmayacağını gö rüyorlar. Altlarındaki yoksullarla arala rındaki fark hergün korkunç bir hızla kal kıyor. Bu onları elbette iktidar sorununa isteselerde istemeselerde itiyor. Sendi kalı işçiler bu grubun içindeler. Her ge çen gün ya işlerinden olup işsizler safları na katılacaklarını ya da aldıkları ücretin eriyip yok olacağını için için hissediyor lar. Şimdiye kadar iktidar sorununa ha zırlıkları yoktu. Onun için güvenmedikle rini dile getire getire yine aynı şeye razı oldular. ‘Al bizi yönet ama gözümüz üs tünde, bizden yana, bizi düşünerek poli tika yap. Haa, sonra yine al aşağı ederiz.’ diye tehdit ederek iktidarı yine burjuva ziye temsil etmekten başka bir çözüm üretemediler. İİH yoksullar kesimi. James Petras bu konudaki düşünce ve umudunu şöyle di le getiriyor: “ Mücadelenin örgütleyici ilkesi açlık tır... Üç düzey var. Birincisi temeldir. Bu rası dünyanın önde gelen tahıl ve et ihraç eden ülkesidir ve işçileri açtır. Etleri yok, ekmekleri yok, çocuklarını besleyemiyorlar ve on binlerce ton etin Buenos Aires’ten gemilere yüklenip Avrupa’ya gö türülmek üzere trenlere yüklenmesini
seyrediyorlar. “ Bu bir provokasyondur. Bir yanda işsiz kitleler ve Arjantin tarihinde görül medik açları ile burası dünyanın en bere ketli alanıdır. “ Bu birinci düzeydir. İkinci düzey de ise, anti-kapitalist ve popülist diyebilece ğimiz yapısal değişiklikleri kavrayan bir li derlik doğuyor. Ve sonra da sosyalizm ve devrimin rol oynayabileceği bir üçün cü düzlem var.” (internet, zmag.org) James Petras açlığın bu insanları ikti dara yönlendireceğini görüyor. Ama na sıl bir iktidar kurulacaktır? Bir liderlik henüz doğuyor. Petras bunlara anti-kapi talist ve popülist diyor. Yukarıda taleple rini gördük. Borçların haksız olanlarının ödenmemesi. Bankaların ve stratejik dü zeydeki fabrikaların millileştirilmesi ve sosyal güvencelerden söz etmektedir. Ama Petras üçüncü düzeyde sosyalist bir boyuttan da söz ediyor. Bunlar A r jantin’in gelecek için önünde duran so runlardır. Şimdilik burjuvaziden umut kesilmiş ama iktidarı alacak güçler henüz hazır değillerdir. Bunun ne zaman olaca ğını kestirmek zordur. Ama devlet baş kanı Duhalde Arjantin’i patlamaya hazır bir bomba olarak değerlendirmektedir. Önümüzdeki günlerde ne şekilde patla yacağı belli olmaz. Ayrıca birde şunu unutmamak lazım. İktidar olmak deney işidir. Burjuvazi yıllardır yanlış yapa yapa doğruyu öğrendi. İşçi sınıfı da elbette yanlış yapacak. Sonra bunları düzeltecek. Dersler çıkaracak. İktidarda oturmak böyle oldu ve böyle olacak. Her şey ya şanarak öğrenilecek. Önemli olan öğren me isteği, cesaretin bir kez elde edilme si. Arjantin’de kitleler buna doğru adım atıyorlar demek yanlış olmaz sanırız. 61 —
— yol
LATİN AMERİ KATA ETKİLERİ Elbette sorunu sadece Arjantin sınır ları içinde görmek yanlış olur. Günümüz modern üretim koşulları ülke sınırlarını çoktan aştı. Dünyamız birbirine üretim açısından sımsıkı bağlı. Herhangi bir ül kede üretilen çok az, belkide hiçbir ürün sırf ülke sınırları içindeki olanaklarla ol muyor. İğneden ipliğe her şey kocaman bir üretim sektörünün çarkları arasına girmiştir. Ülkeler yaşayabilmek için bir birlerinin yeraltı ve üstü zenginliklerine muhtaçlar. Gübresi, tohumu, taşıması, petrolü, kasası ve tutkalı derken mutla ka bir yerlerden dış bir ülkenin bir şeyi ne muhtaçızdır. Yeryüzü işbirliği bu an lamda çok ama çok artmıştır. Ürünlerin globalleşmesi bu anlamda çok yüksektir. Arjantin’de yaşananlar bir şekilde her kesi etkilediği kadar, orada yaşananlar tüm kıtayı ve dünyayı görünen ya da gö rünmeyen bağlar kanalıyla bir şekilde et kilemektedir. Arjantin, Latin Amerika’nın İsrail’i olarak tanınır. Yani İsrail nasıl Araplara karşı ABD’nin uşağı ise aynı şekilde A r jantin burjuvazisi de tüm Latin Amerika halklarına karşı ABD uşaklığı yapmakta dır. Latin Amerika’da en Amerikancı po litika yürüten Arjantin burjuvazisi ol muştur. Hatta 20 Aralık’tan bir gün ön ce sırf ABD’ye yaranmak için Arjantin askerleri Afganistan’da dövüşmek üzere uçağa biniyorlardı. Böjge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda politika iz lemelerine ABD, hep Arjantin burjuvazi si kanalıyla el koyar. Ama Arjantin burjuvazisinin zor gün lerinde ABD ne yapmıştır? Karışmamak değil, aksine IMF kredilerinin verilmesini engellemiştir. Latin Amerika’da en yakın
— __ 62
dostu burjuvaziyi zor durumda bırak mıştır. Hatta bizzat küçük ve orta burju vaziyi yoksullaştırmakta, onları soymak tadır. Kar tutkusu artık buradaki eski müttefiklerini de sömürmesini dayat maktadır. Borçların ödenebilmesi için ayakta kalanların vergi vs. gibi yollarla da ha çok gırtlağına sarılmasını istemekte dir. Elbette bunlar tüm Latin Amerika burjuvaları için acı birer derstir. Yöre halkları zaten bugünkü yoksulluklarının kaynağının ABD olduğunu bilirler. Ama şimdi ABD soygunu orta burjuvalara ka dar çıkmaktadır. İktidar güçlerine tır manmaktadır. ABD kıtada sürekli des tek kaybetmektedir. Yürüttüğü emper yalist politika onu her geçen gün daha yalnızlaştırmaktadır. Uluslararası te rö rün gerekçesi de zaten bu değil midir? İkinci olarak Arjantin’in kaldırım taş larına kadar özelleştirmesi dillere des tandır. Latin Amerika’nın en gelişkin, en zengin ülkesinin özelleştirmeleri tüm dünyaya örnek gösterildiği için halklar merakla izlemektedirler. Arjantin yalnız özelleştirme değil, devletin tüm ekono mi ve hizmetlerden çekilmesi anlamına gelen neoliberal ve global politikaları dünya finans kapitalinin isteklerine uy gun olarak harfiyen yerine getirdi. Şimdi de Arjantin halklarının ayaklanması, bu politikaların herhangi bir şüpheye yer vermez şekilde halkların soygunu anla mına geldiği gerçeğini hafızalara iyice ka zımıştır. Bundan birkaç yıl öncesi Meksika devlet başkanı özelleştirme yolsuzlukla rı nedeniyle sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Aynı nedenle Peru Devlet Başkanı Fujimori Japonya gezisinden ülkesine ge ri dönemedi. Bu iki olay Latin Amerika halklarına özelleştirme ve neoglobal po-
arjantinazo__ litikalarm ne anlama geldiğini zaten öğ retmiştir. Ve Arjantin olayları artık işin sağlaması oldu. Hatta bardağı taşıran son damla görevi gördü. Ekvador’da 17 elektrik dağıtım şirketinin % 5 I hissesi nin özelleştirilme çalışmaları halkın tep kisi sonucu durduruldu. Kolombiya’nın kuzeyindeki yerliler özelleştirmelere karşı tüm belediyeyi işgal ettiler ve dev let geri adım atmak zorunda kaldı ve özelleştirmeler durduruldu. Peru’da elektrik şirketinin özelleştirmesine karşı halk sokaklara dökülünce devlet ordu yollamak zorunda kaldı. Birkaç köylü öl dü. Sonuçta Arjantin halklarının ayaklan ması tüm Latin Amerika ülkelerini ABD ve dünya finans kapitalinin politikalarına ve bizzat ABD ’ye karşı örgütleyen bir politika haline gelmiştir. A BD ’nin çok is tediği Amerika Serbest Pazarı projesi bir yana O rta Amerika Serbest Pazarı projesi, hepsi birer hayal olarak kalma durumuna gelmiştir. Hiçbir kıta finans kapitali, büyük halk karşı duruşlarını gö ze almadan bu projelere katılamayacak tır. Ve Arjantin olayları sonrası bu pro jelere ölmüş gözü ile bakılmaktadır. Bush’un son Latin Amerika gezisi bu gerçekliği ortaya koydu. Arjantin olayları yalnız ABD politika larının gözden düşmesi, kapitalizmin umut olmaktan tamamen çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda sol politikaların da ha da itibar kazanmasını sağlar. Aslında çoktan beri var olan bu süreç ABD’nin büyük savaşlar, mücadeleler sonucu bastırdığı bu eğilimler bu kez daha da güçlü bir şekilde kendilerini ortaya ko yarlar. ABD sömürüsü Latin Amerika kırla rında söndürülemeyecek küçük toprak sahibi ve kır proleteri hareketlerini baş-
latmıştır. Brezilya’da Kırda Topraksız İş çiler, kır proleterleri (MST) hareketi vardır. Bunlar geçtiğimiz günlerde devlet başkanının özel çiftliğine saldırdılar ve 1000’e yakın yoksul köylü kredi ve top rak konusunda taviz elde etti. Dünyanın ikinci büyük kakao yaprağı üreticisi Bo livya’da Cocaleros kakao yetiştiricileri hareketi 20 yıldır ABD politikalarına karşı mücadele veriyorlar. Paraguay’da Köylü Fedarasyonu’nun mücadelesi var dır. Ekvador’da yerli köylü hareketi CONAİE giderek güçlenmektedir. Ama 40 yıldır mücadele veren FARC birkaç yıldır devletle barış anlaşması imzalamış tır. Ancak bu o kadar işine yaradı ve iş gal altındaki bölge halkının öylesine sem patisini kazandı ki Arjantin olayları sonu cunda devlet barış görüşmelerini bozup savaşı başlattı. A rtık FARC’ın gücüne ne devlet güçleri ne paramiliter güçler ne de ABD güçleri yetti. ABD şimdi bölge deki boru hattını korumak üzere aynı Afganistan’daki gibi burada savaşmak zorunda kalıyor. Kolombiya’daki müca dele kırlardan, içine kentleri de alarak hızla gelişiyor. O rta Amerika köylü hareketlerinin en yenisi Meksika’da Zapatistlerdir. Meksika kentleri NAFTA (Kuzey Ame rika Serbest Ticaret Alanı) sömürüsüne girince köylüler EZLN arkasında örgüt lenmek zorunda bırakıldılar. ’90’lı yıllara kadar O rta Amerika yoksul köylüleri Nikaragua Sandinistleri, El Salvador FMLN (Farabundo Marti Ulusal K urtu luş Cephesi), Guatemala devrimci ve yerli hareketi vs. olarak ABD emperya lizmine karşı direniyorlardı. Sosyalizmin yıkılmasından güç alan ABD buralarda kıran kırana savaşlar verdi ve bu dev rimci köylü hareketlerini burjuva hükü63 ----
— yol metlerin güdümüne aldı. Belki iktidarlar ABD yanlısıdır; ama “ halkların sadece Honduras’ta %35’i, Nikaragua’da %24’ü, El Salvador’da % 2 l ’i, Guatemala’da % 16’sı hükümetlerinden memnundur.” (internet, zmag.org) Bu iktidarların uyguladığı politikalar sonucu 1.700.000 insan açlıkla yüzyüzedir. “ Şimdi on binlerce orta Amerika halkı kuzeye doğru yola çıkmış. 1980 ve 1990’ların tersine savaş ve baskıdan kaç mıyorlar. Bir çoğu globalleşen ticaret ve ABD tahıllarının dampingi sonucu iflas eden çiftliklerini terk ediyorlar. Diğerle ri liberalleşmiş faiz oranlarının yüksekli ği karşısında küçük bir iş yeri açma umutları öldüğü için kaçıyorlar. Yine bir başkaları ise fabrika sahiplerinin büyük devlet yardımı görmesine karşı işçilerin aldıkları ücretle yaşamalarının önünde engellerin olduğu serbest alanlardan ka çıyorlar.” (a.g.y.) Bütün bunların sonucu bölgede eski silahlı mücadele veren gerillalar şimdi politik arenada iktidara doğru yaklaşı yorlar. Sandinistler Nikaragua’da son seçimlerde çok az oy farkla yenildiler. Oysa El Salvador’da 2004 seçimlerinde FMLN’nin iktidar olmasına % 100 gözü ile bakılıyor. “ FMLN en büyük 14 kentin 7’sinde, 19 belediyenin I2 ’sinde iktidar da... FMLN liderleri sosyalist mücadele nin yenildiği yerde demokratik devrimin kazanacağını umut ediyorlar.” (mondediplo.com, 03.09.2002, Salvador) Görüldüğü gibi tüm kıtada köylü ha reketleri yılların baskılarının altından da ha da güçlenerek ve arkalarına kentleri de alarak ya da kendileri kent çıkarlarıy la da bütünleşerek ortaya çıkmaktadır lar. Neoliberal global politikalar çok kı
__ 64 __________________________
sa zamanda soygunu görülmedik dere cede artırarak anti-emperyalist, antiABD mücadelesini yeni boyutlara çıkar mıştır. Kırlara şimdi kentler de eklen miştir. Son politikalar devrimci mücade leyi kentlere taşımışlardır. Buna Arjantin en büyük örnektir. Dominik Cumhuriyeti’nde kent yoksulları Arjantin’e ben zer şekilde mücadele vermektedirler. Burada kent ayaklanmaları günlük sıra dan olaylar halindedir. Kıtanın en sol iktidarı Küba’nın en yakın dostu Venezüella’dır. Devlet baş kanı Hugo Chavez, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ziyaret eden birkaç devlet başkanından biri olarak ABD’nin cinlerini başına toplamıştır. Hugo Cha vez, ABD’nin üçüncü büyük petrol sağ layan ülkesi olarak buna denk düşen hakkı almak istemektedir. Bu nedenle ABD petrol şirketlerinin 50 yıldır im ti yazlı anlaşmalarını değiştirip karlarından biraz daha fazla geliri yoksul gecekondu halkına dağıtmak istediği için her an ClA ’nin bir komplosuna kurban gidebilir. Zengin köylülerin işlemediği toprakları toprak reformu ile yoksul köylüye dağıt mak istediği içinde ülkesindeki tüm geri cilik Arjantin’deki gibi işçi sendikaları ile birleşmiş karşısına dikilmişlerdir. Ancak popülist Chavez gecekondu halklarının ve yoksul kır proleterlerinin desteği ile ayakta durmaktadır. Ve gerçekten ülke sine şu anda hiçbir Latin Amerika ülke halklarının görmediği olanakları sağla maktadır. İktidarda olduğu iki yıl içinde I milyon çocuğun okumasını olanaklı ha le getirmiştir. Latin Amerika’da bugün popülist po litikaların ömrü tartışılmaktadır. Her kriz sonrası bir popülist politikacı gel miştir. Örneğin Portekiz ve İspanya sö-
___________________ arjantinazo__ mürgeciliğine karşı Bolivar mücadele vermiştir. Vahşi kapitalist sömürüye karşı daha sonra Peron ve Ailende orta ya çıkmıştır. Şimdi onların Venezüella tekrarı olarak sayılabilecek Hugo Chavez, sınıf mücadelesi bayrağını popülist politika ile ne kadar götürebilecektir, tartışılmaktadır. Kimilerine göre popü lizm kıtada ömrünü tamamlamıştır. Bu nun anlamı olsa olsa bir devrimci hare ketin çıkması demektir.
SONUÇ
ler. Elbette bu politikleşme onları sosya lizmin yaptığı yanlışları bulmaya ve dola yısıyla kendilerine daha çok güvenmeyi getirecektir. Ancak ondan sonra kendi kaderlerini ellerine alma doğrultusunda çıktıkları yolun son konağına varacak ve iktidarı kendi ellerine alma cesaretini göstereceklerdir. Arjantin’de 20 Aralık’ta atılan adım bir ileri adımdır. Ama arkasından tekrar geri adım atılmıştır. Ancak halklar bir adım ileri bir adım ge ri gide gele herhalde kendi güçlerinin farkına varacaklardır. 13.09.02
Sosyalizmin yıkılması ile kapitalist sö mürü dizginlerinden kurtulup neoliberal ve global politikalarla dünyamızı görül medik şiddette sömürdü. Ancak sömü rünün şiddeti halkların çok kısa zaman da bu politikalara karşı direnmesini ve örgütlenmesini getirdi. Kapitalist gelişi min yüksek olduğu Arjantin’de de ilk karşı duruş gerçekleşti. Bu politikaların sömürüsüne işçi sınıfının en gelişkin ol duğu Üçüncü Dünya Ülkesi’nden gelme sine şaşmamak gerekir. Yeni soygun bir yandan kısa zamanda kendini deşifre ederken, öte yandan da kapitalizmin başka bir ekonomik alter natifi olmadığı gerçeğini de gözler önü ne sermiştir. Arjantin’de görüldüğü şek liyle bu politikalardan başkası üretileme mektedir. Kapitalizmin politik çözüm süzlüğüne karşı elinde askeri çözümden başka seçenek kalmamıştır. Uluslararası terörizm politik ekonomik çözümsüzlü ğe karşı ele alınmak istenen bir zor so pasıdır. Ancak bu ne kadar işe yaraya caktır? Arjantin’de görüldüğü kadarıyla halklar bu zora karşı örgütlenmek kara rını almakta, giderek politikleşmektedir-
65 ---
A y şe T a n s e v e r _______________________________
'APTALCA BİR EYLEM' Geçtiğimiz Nisan ayı başında Venezüella’nın tartışmalı, ilginç lideri Hugo Chavez ABD destekli bir darbe sonucu iktidardan indirildi. Kendisini destekleyen halklar sokaklara döküldü ler. Üç gün sonunda devlet sarayını 150 bin dolayında Caracaslı yoksul halk işgal etti ve seçtikleri liderlerini tekrar iktidar koltuğuna oturttular. Diğer bir Latin Amerika ülkesi Arjantin’de dört ay önce yaşanan olaylar neoliberal politikaların halkların yoksulluğu anlamına geldiğini kanıtlamıştı, şimdi Venezüella’daki olay lar da halklara ABD darbelerinin yenile bileceğini anlattı.
görseler de o Simon Bolivar olmak öz lemi taşıyan bir popülisttir. Atının üstü ne binmiş kırmızı beresini takmış olarak Bolivar’ın yaptığı gibi halkını eziyetten kurtarmak isteyen bir idealistir. Bir ro mantik olduğundan da dünyaya sınıf göz lükleri ile değil, pempe bir camdan bak tığı için bazı katı gerçeklikleri göremez. Bolivar, İspanya’nın feodal sömürü biçi mine karşı dövüşmüştür. Chavez ise ABD ve Avrupa Birliği’nin finans kapital egemenliğine karşı dövüşmek zorunda dır. Bolivar’ın silahları ile finans kapital ağı ne kadar yırtılabilirse ancak o kadar yırtabilir. Bu nedenle de kimileri onu yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’a benzetirler.
Venezüella’da üç gün içinde yaşanan olaylar halklar açısından büyük derslerle doludur. Bu nedenle de derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Devlet baş kanı Hugo Chavez paraşütçü askerken ‘92 yılında günün faşist iktidarına karşı bir darbe yapar. Başarısız olur. Hapsedi lir. İki yıl sonra faşist iktidarı yenen bur juva güçler tarafından diğer siyasi tutuklularla birlikte, bundan sonra ancak se çimle iktidara geleceği sözünü vererek serbest bırakılır. Ve de sözünü tutar. ‘98 yılı seçimlerinde iktidar olur.
Dünya finans kapitalinin cinlerini ba şına toplayan Chavez, Castro ile dost tur. Venezüella, Küba’ya ihtiyacı olan petrolün yarısını çok ucuz fiyatlarla ve rir. Karşılığında Küba’dan sağlık yardımı alır. Chavez, Küba yardımı ile yoksul halkların sağlık koşullarında büyük geliş meler sağlamıştır.
Hugo Chavez tartışmalı bir kişiliktir. Kimilerine göre Şili’nin Allende’si gibi dir. Başkaları da onu Arjantin’in Peron’una benzetir. Biz de onu ‘60 27 Mayıs Devrimi’nin lideri Cemal Gürsel Paşa’ya yakın bulabiliriz. ABD entelektü el çevreleri Chavez’i felsefe bakımından Jan Jack Rousseau’dan etkilenmiş olarak
Chavez, çoğu kişinin adını ağzına al maktan korkacağı Saddam’ı ziyaret etme cesaretini göstermiştir. Onunla petrol konusunda konuşmalar yapmıştır. D ö nüşte de Kaddafi’nin çadırında acı bir kahve içmiştir. Chavez, OPEC örgütüne daha kişilikli politika çizdirmede önemli görevler yapmıştır. Kimileri petrol fiyat-
___
6 6 ______________________________________
'APTAL BİR EYLEM'
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ larının 10 dolardan bugünkü düzeyine çıkmasında O ’nun parmağı olduğu dü şüncesindedir. ABD’nin korkulu düşü Kolombiya ve Ekvador devrimcileri ile arası iyidir, on lara siyasi iltica hakkı tanır. Bunu yaptığı için hiçte kendisini terörist görmez, ak sine asıl ABD, Afganistan’a saldırarak te rörist olmuştur. O zamanda Venezüella burjuvazisi Chavez’i Latin Amerika’rjın bin Ladin’i ilan ederek ABD’nin saldırısı na çanak tutmaya çalışır. Chavez ger çekten A BD ’nin tüm cinlerini başına toplayıcı olmadık işler yapar. Beyaz Sa ray, Chavez’e karşı politika belirlemek için Kasım 2001 yılında üç günlük bir se miner düzenler. Ve burada bazı kararlar alınır: “ Birleşik Devletler Chavez’i kendi Rousseau/Bolivar içeriği içinde anlamak zorundadır. O bizim çeşit demokrat ol mayabilir, ama tipik bir Venezüella ve Latin Amerika demokratıdır. Neoliberalizme karşı yükselen olumsuzluklar ve tüm yarım kürede demokrasiden duyu lan hayal kırıklıkları ve Latin Amerika kamuoyu araştırmalarından ortaya çıkan ‘güçlü devlet’ çığlıkları ışığında (bazı ül kelerde bunlar demokrasi yanlılarından daha fazlalar) Rousseau ya da Bolivar demokratlar serisinin belkide ilkidir. “ Gerçekten aptalca bir eylem içine girmezse, ki bu olası değildir, ABD Chavez yönetimi ile birlikte yaşayabilir ve dönemini tamamlamasını bekleyebi lir. Ayrıca müdahale etmeden ve çatış madan ABD demokratik değer ve uygu lamalarına daha çok uyması uyarısını ya pabilir. Öte yandan pragmatik açıdan Chavez ve onun gibi karışık rejimlerle (sınırlı demokrasiler, Rousseau vari de
mokrasiler, Bolivar vari demokrasiler) birlikte yaşamayı ve kabul etmeye ken dimizi hazırlamalıyız, çünkü gelecek yıl larda bunların pek çoğuyla karşılaşabili riz.” (internet, Csis Understanding Cha vez, American Program) ABD’nin politik hattı bize A BD ’nin dünyaya nasıl baktığı konusunda da il ginç ipuçları vermektedir. Birincisi, ABD neoliberal politikalar sonucu Chavez tü rü protestoları beklemektedir ve de kendisini Latin Amerika ve dünyada bu tü r politik liderlerle de işbirliği yapmaya hazırlamaya çalışmaktadır. Bunlara yeni tip demokrat, Bolivar demokratı gözü ile bakmaktadır. Ancak elbette işbirliği anlayışına bir sınır da çizilmektedir. Eğer ‘gerçekten aptalca bir eylem içine gir mezse’ denmektedir. Bu ‘aptalca bir eylem’den biz ABD çıkarlarına karşı ola cak, yani halkların çıkarlarını savunucu eylem anlamaktayız. ABD bu yazı kale me alındığında böyle bir olasılık bekle memektedir. ABD, neden Chavez’le anlaşabilece ğini düşünmektedir? Chavez politikala rında görünürde hiç de ABD’nin işine gelmeyecek şeyler var gibi gelse de ne den onu tam olarak karşısına almak iste memektedir? Onunla birlikte yaşamayı öğrenmesi gerektiği düşüncesine var maktadır? Bu sorulara yanıt aranmalıdır. Ayrıca Nisan ayına gelen süreye kadar neler yaşanmıştır ya da Chavez hangi ‘aptalca eylemi’ yapmıştır da artık ABD bir darbe yapmaktan başka çıkar yol bu lamamıştır? Bu sorulara verilecek yanıt lar ABD ’yi sınıf düşmanı görenler açısın dan önemlidir. Son olarakta ABD neden Chavez’i yıkmak darbesinde başarılı ola mamıştır. Bir halk direnişinden de çıka rılacak çok dersler olsa gerektir.
--------------------------------------- 67 —
— yol---------------------------------------CHAVEZ POLİTİKALARI a. Yeni Sanayi Alanları Açma Chavez seçimlerde halkına ülkeye yeni sanayi dalları açmak sözü verir. Chavez petrolden elde edeceği gelirleri hem yoksul halklarına dağıtacaktır hem de yeni sanayi kurmaya. Yeni iş alanları açmaya çalışacaktır. Venezüella tüm Latin Amerika ülke lerinde olduğu gibi I. Sömürgecilik Dönemi’nden, yani meta sömürüsünden kurtulduktan sonra kapitalist kalkınma modelini seçer. Petrol kara altındır. Ül ke petrol ile kalkınacaktır. Ancak ne ya zık ki Venezüella petrol gelirlerine rağ men hiçbir zaman bir Brezilya, bir Şili ya da Arjantin düzeyinde sanayileşemeyecektir. Petrolden elde edilen dövizler bir türlü sanayi dalı kurmaya aktarılamayacaktır. Bunun nedeni de yine petrolün kendisidir. Venezüella dünyanın dördüncü pet rol üreten, A BD ’nin petrol iç tüketimi nin üçte birini sağlayan ülkedir. Elinde döviz vardır. Ve de bu döviz ile zengin bir pazar görünümündedir. Petrol ile el de edilen dövizler ticaret yoluyla petrol dışı tekellerin kasasına aktarılmalıdır. Bizzat iç ve dış finans kapital güçleri ta rafından ülkenin kendi ayakları üstünde durabileceği diğer sanayi dallarının ku rulması engellenir. Petrol üreten tüm ül kelere bakalım hepsi aynı kaderle inme lidirler. Kapitalizm koşulları onların baş ka sanayi dalları kurmasını engeller. Pet rol gelirleri üretime değil ticarete yatırı lır. Chavez, ülkesinde sanayi alanı kur mak vaadi verirken özünde ticaretle ya şayan burjuvaları karşısına almaktadır. ___
6 8 ______________________________________
Ama öte yandan da aslında yeni burjuva lar yetiştirmek istemektedir. Ve de bu nu tam da ‘98 yılında Dünya Ticaret Ö rgütü’nün kurulduğu, tüm dünyada güm rük duvarlarının indirildiği, globalleşme nin başladığı bir zamanda, Peron gibi yerli burjuvaların yetişmesini, yerli üre tim yapılmasını ister. Globalleşme çağında, burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde yerli sanayi kur mak imkansız olmasa bile çok zordur. Globalleşme neoliberal politikalarla sı nırları indiriyor. Dış finans kapital güçle ri kendilerine pazar kapıyorlar. Ve de bunu yaparken bizzat ülkelerin içindeki küçük ve orta, hatta büyük burjuvaları, hatta dünya finans kapital ağı içindeki burjuvaları iflasa sürüklüyorlar. Dünya mız finans kapital sömürüsüne yeni bir tarzda açılmış durumda. Ve de Chavez bu dünya koşullarında yeni sanayi dalları kuracak. Elindeki dövizi ticaretten çeke cek ve de yatırıma harcayacak. Bizzat bu yapılması zor bir olaydır. Ve de bununla zaten finans kapital güçlerini aktif olma sa da pasif olarak karşısına almaktadır. Bu politika elbette burjuva olma sev dası taşıyanlar arasında destek bulmak tadır. Yeni işyerleri açılması, herkesin iş bulması elbette halkları cezbedici vaadlerdir. Chavez’in sesinin gücü buralar dan gelmektedir.
b. Sosyal Politikalar Chavez ilk iş olarak faşist dönemden kalma anayasayı değiştirip yürütmek is tediği politikaya uygun bir burjuva legalliği yaratır. Böylece 4. Cumhuriyet D ö nemi kapanır, 5. Cumhuriyet Dönemi başlar. Bu cumhuriyet yeni anayasa ile daha adil ve halktan yana olma bayrağını
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ göndere çeker. Yeni Anayasa parlamen toda, yani yine burjuva yasalara uygun olarak oy çokluğu ile kabul edilir. Yani bu anayasanın yasallığı konusunda hiçbir kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur. Chavez yoksul halklara yaşam koşul larını düzeltme vaadi vermiştir. Petrol den elde edeceği kaynaklarla bunu yapa caktır. Ve gerçekten de petrol fiyatları nın yüksek olmasından elde ettiği kay nakları eğitim alanına yatırır. Dönemin de I milyon çocuk okula kayıt yaptır mıştır. Halkın sağlık koşullarını iyileştir mek de diğer bir Chavez vaadidir. Kü ba’dan getirtilen sağlık personeli ve know-how ile bu olanaklar da geliştirilir. Sağlığa harcanan devlet fonu %4 artırılır. Ayrıca ilaç fiyatlarında %30-40’lık indi rim ler sağlanır. Bunlar halk arasında Chavez’in itibarını artırır. Ekonomi de burjuva çerçevesinde iyiye gitmektedir. Tüm Latin Amerika ül kelerinde ekonomiler durgunluk için deyken Venezüella %4’lük bir kalkınma hızına ulaşmış ve enflasyon %40’lardan %12’lere düşmüştür. Bunlar kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde değerlendi rildiğinde gerçekten başarılarıdır. Ancak 3 yıllık iktidarın sonuna gelin diğinde halka dağıtılacak kaynaklar daral maya başlar. Petrol gelirleri eski hızlı yükselme eğilimini kaybetmiştir. İhracat gelirleri artmaz. İkinci olarak, petrol te sisleri eskimiş ve yenilenmek, modern leşmek istemektedir. Yani petrol gelirle ri yine petrole yatırılmak zorunda kal maktadır. Petrol pastası üzerindeki ka pışma savaşı 2001 yılında yükselir. Ya da sınıf savaşı şiddetlenir. Chavez halktan yana ilk ciddi eylemlerine başlar. Kasım 2 0 0 l’de 49 tane yasa çıkarır ve bunları
da parlamentodan geçirir. “ 49 yasa 5. Cumhuriyet Anayasasın da taçlandırılan ilke ve değerlerin ger çekten uygulanması doğrultusundaki ilk adımdır. Bu anayasa Venezüella’yı ‘Ada letin ve Yasaların Demokratik Sosyal Devleti’ yaparken mantık sonucu olarakta serbest pazarı, kendilerini ABD’nin kuzeni sanan ekonomik oligar şiyi karşısına alır ve ülkenin çürümüş geçmişine savaş açar.” (internet, zmag.org, Latin America, Class struggle looms in Venezüella, s. I) Chavez pratiklerden yolunu bulan bir adamdır. Halkının yoksulluğunu ikti darının ilk günlerinde biraz ferahlatmış tır, ama verdiği çoğu sözü de yerine ge tirememiştir. Ve de giderek daha çok halktan yana kararlar almaya başlamıştır. 49 yasayı bu nedenle çıkarır. Ve içlerin den 4 tanesi Venezüella’da bundan son ra yaşanacak olayların temel nedeni nite liğindedir. Ve de bu yasalarla Chavez po litik düşüncelerinin özünü ortaya koy maktadır. Birincisi, devletçilikle ilgilidir. Bu yasaya göre devlet uygun gördüğü şirketleri millileştirebilecektir. İkincisi, toprak yasasıdır. Devlet toprak yasası ile yoksul köylüye toprak dağıtacaktır. Ba lıkçılık yasası ile devlet deniz sınırı S’ten 10 mile çıkartılır. Bazı durumlarda ban kaların millileştirilebileceğini söyler, v.s.
I. Devlet müdahaleleri 49 yasadan biri devletin ekonomi içindeki rolü ve işlevini artırmaktadır. Devlet yeni sanayi alanları kurma göre vini üstlenmektedir ve de uygun gördü ğü şirketleri devletleştirmeyi yasallaştır maktadır. İlk önce devletleştirmenin genel ola--------------------------------------------- 69 ----
— yol__________________________ rak ne anlama geldiğine bakalım. Millileş tirm e yeni moda olan neoliberal politi kaların tam tersidir. Dünyada tam bir özelleştirme havası vardır ve devlet mal ları özelleştirilmektedir. Herkes özelleş tirm e yarışındadır. Ayrıca devletin eko nomiden eli çekilmeye çalışılmakta ve ekonomi tamamen özel sektörün hizme tine terk edilmektedir. Oysa Chavez bu iki olguya da ters çıkmaktadır. Hem millileştirebilmenin yasal sınırını çizmekte hem de devletin rolünü artırmaktadır. Bu yalnız Venezüella açısından değil, tüm kıta, hatta dünya açısından önemli bir politik değişikliktir. Ve de bu yasa A BD ’nin yukarıda alıntısını yaptığımız kararından sonraki bir gelişmedir. Ve de sanırız Chavez’in, ABD’ye göre, yaptığı ‘aptal eylemlerden’ biridir. Bize göre Chavez’in halktan yana attığı önemli adımlardan biridir. Demek ki, birinci çıkacak sonuç şu dur. Globalizm çağında, neoliberal poli tikalar moda iken, dünya finans kapitali tüm dünyayı paylaşma derdindeyken, özel sektörün gücünü düşürücü bir eyle me hiçbir şekilde tahammül gösterilme yecektir. Ve de Venezüella’nın böyle bir kararı tüm Latin Amerika’ya yayılma tehlikesi taşımaktadır. Ve de bu olaylar yayılmadan çaresine bakılmalıdır. Ö rne ğin, Arjantin’de paranın devalüe edilme sinin doğurduğu zararın özel sektöre yüklenmesi iki ülke arasında en önemli sürtüşme konusudur. Ancak şurası ke sindir ki, artık birinci sömürgecilik dö nemine tepki olarak ortaya çıktığı gibi yeniden bir millileştirme dalgası ya da devletin yeniden sanayiler kurması, mil lileştirme havasının ortaya yayılmasın dan ABD çok korkmaktadır. Ve bunu başlamadan ortadan kaldırmayı gerekli
__ 70
görmektedir. Akla şu soru gelebilir: Kapitalist anayurtlarda, örneğin İngiltere’de özel leştirilen devlet demiryolları ya da sula rı çok kötü koşuldadır. Ve de bunların tekrar millileştirilmesi düşünülmektedir. Ama kapitalizm bunu başka yollardan yapmaya çalışmaktadır. Devletin kredi vermesi gibi üstü örtülü yollara gidil mektedir. Ama artık yeniden millileştir meler çağını şimdilik bile olsa kapitalizm defterinden silmiştir.
2. Toprak reformu 49 maddelik değişikliğin önemli bir diğer maddesi toprak reform udur. Venezüella topraklarının %60’ı nüfusun %2’sinin elindedir. Kabul edilen Toprak Reformu Yasası ile tüm topraklara değil, ancak işletilmeyen topraklara el konul masını öngörmektedir. Tefeci bezirgan ların ya da Latin Amerika adıyla latifunda ağalarının işletmeden ellerinde tu t tukları topraklar alınacaktır. Ve bunlar yoksul köylüye dağıtılacaktır. Ve bu top rakların çoğunun işlenmeyecek kadar ya kötü ya da birer karışlık alanlar olduğu bilinmektedir. “ Yasalar hiçbir şekilde sosyalist falan değildir. Örneğin toprak reformu Vene züella’ya gelişkin kapitalist ülkelerde 200 yıl önce kabul edilen ilkeleri getirir: Devletin boş ve az işlenen toprakları ye niden dağıtma hakkı. Bazı daha objektif yönetici sınıf eleştirmenlerinin işaret et tiği gibi Meksika, Rus ve Çin Devrimlerinde yapılan toprak reformlarından da ha az radikaldir.” (internet, znet, Latin America/ Class struggle looms in Vene züella, s. I) Bir Ulusal Toprak Enstitüsü kurulur
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ ve ülke topraklarını boş, verimli ve ve rimsiz olarak sınıflandırmakla görevlen dirilir. Ancak bu Venezüella için hiçte yeni bir şey değildir. Yani Chavez’in o r taya attığı yeni bir şey sayılmaz. Bu mad de aslında 1961 Yasası’nda vardır. Ama çürümüş iktidarlarca hiçbir zaman yü rürlüğe konulmamıştır ve toprakta bü yük arazi sahipliğine göz yumulmuştur. Chavez şimdi bunu işletmek istemekte dir. Büyük toprak sahipleri hop oturup hop kalkarlar. Ancak boş tutulan işletil meyen toprakların kullanımı aslında kır da kapitalist ilişkilerin gelişmesini sağla yacağı için ve de aslında sosyalizmdeki gibi bir toprağın devlet mülkiyetine geç mesi anlamını taşımadığı için burjuvala rın pek de karşı olmaması gerekir. Aslın da kırda özel mülkiyet temelini yaymak tadır. Ayrıca kırda üretimin artmasını sağlayarak da kentlerde kapitalist ilişki lerin gelişmesini sağlayacaktır. Ama toprak ağaları işi başka şekilde yorumlama eğilimindedirler. “ Oligarşi nin histerisi, yasanın özel mülkiyeti o r tak çıkara tabi kılması gerçeğinde yat maktadır.” (internet, znet, Latin Ameri ca/ Class struggle looms in Venezüella, s. I) Evet kendisine bir ideolojik dayanak arayan Chavez böyle demiştir. Herkesin çıkarı özel çıkardan üstündür. Toprak ağaları bunun özel sektöre saldırının baş langıcı olduğu ve Chavez’in bir komünist olduğu propagandasını yapmasına yol açar. Topraklar şu anda iştetilmiyor olsa da, bu tü r toprak reformlarını kapita lizm bir zamanlar kendisi yapmış olsa da günümüz koşullarında ABD ve dünya finans kapitalinin bunu hoşgörüyle karşı lamayacağı anlaşılmaktadır. Chavez’in yapmayı düşündüğü bu reform Latin A
merika halklarına bir ışık tutacaktır. Ve şurası gerçektir ki, ABD çıkarları başka yerlerde de zedelenebilecektir. Bu anla mı ile bu yasada Chavez’in ‘aptal eylemleri’nden biridir.
3. Balıkçılık yasası Bu arada Chavez birde balıkçılık ya sası çıkarır. Ulusal deniz sınırlarını 5 mil den 10 mile yükseltir ve bu sınırlar için de büyük ve yabancı balıkçıların avlan masını yasaklar. Bu karar aslında dünya denizcilik yasası ile ilgilidir. Bildiğimiz ka darıyla da Birleşmiş Milletler’ce de kabul edilmiş bir yasadır. Ancak ABD kendi deniz tekellerini korumak için bu yasayı imzalamayan bir avuç ulustan bir tanesi dir. Chavez bu yasayı imzalayıp kendi yoksul balıkçılarını büyük deniz avcıları na karşı korumak amacını güderek de ABD’nin cinlerini başına toplamaktadır. ABD çeşitli dünya toplantılarında bu ya saya karşı yandaşlar ararken bir de bu darbeyi yemiş olmaktadır. Chavez’in ‘aptal eylemleri’nden biri ile daha karşı karşıyayız. Ve de elbette Chavez, kendi sine yoksul balıkçılar arasında da sempa ti toplamaktadır. ABD karşıtlarını kendi arkasına almaktadır.
4. Bankalar Chavez sık sık bankalara meydan okur. “ Olası ikinci hedef ülkenin özel ban kalarıdır. Bunlar mevduatlara %2 öder lerken (enflasyon %13’lerde seyrediyor) ticari kredilerden %50 alırlar ve ‘vergi’ kelimesinden haberleri yoktur. “ Fedecamaras’ın, Venezüella İşve renler Konseyi’nin bir günlük grev dü---------------------------------------------------------- 71 —
— yol zenlemesinin ardından Chavez Aralık ayında şöyle bir açıklama yaptı: ‘Yasalara uymayan herhangi bir bankayı millileşti rebiliriz... Herhangi bir banka, ulusal ya da uluslararası yasalara uymayan banka tutuklanacaktır.” (internet, znet, Latin America/ class struggle, s.2) Chavez’in mevduata az faiz verip krediden çok faiz alan bankalara kızması finans kapital ağına girememiş, yani bankalaşmamış bizim yaban burjuva dedikle rimizi korumak anlamında yorumlanabi lir. Yaban burjuvalar girişimci burjuvalar olup, bankalardan alacakları kredilerle semirmeye çalışırlar. Yoksul köylüler de ipotek edecek değerde toprakları yoksa kredi alamazlar. İpotek edip kredi alan ların çoğu da en ufak bir doğa koşulu bozukluğunda borçlarını ödeyemez du ruma gelirler, bankalara ipotek ettikleri topraklarını kaybeder ve kır proleteri olurlar. O nedenle, bankalara saldırı kü çük köylü ve kentlerdeki yaban burjuva ları ilgilendirir. Ülkede ulusal banka ka dar yabancı bankalar da vardır. Günümüzde bankalara yapılacak sal dırı ABD ve dünya kapitalizminin hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir olgudur. Bunlar elbette bu laflardan öcü görmüş gibi olurlar. Bu kapitalizme söylenebile cek en büyük, en korkutucu laftır. Bu da Chavez’in büyükcene ‘aptal bir eylem’i olsa gerektir.
5. Ulusal Petrol Şirketi Yukarıda değindiğimiz gibi Venezüel la’nın döviz kaynaklarının %80’i petrol den gelir. Petrol, devlet şirketi Petroleos de Venezuela tarafından çıkarılır. Yani petrol şirketinin millileştirilmesi eskiden yapılmıştır. Devletin topladığı vergilerin
__ 72
yarısı da yine petroldendir. Yani petrol ülkenin kanı canı gibidir. Ancak işin püf noktası şudur. Her ne kadar petrol şir keti devletin olsa da, petrolün satımı ya bancı şirketlere kiralanmıştır. “ Chavez hükümeti son günlerde ya bancı şirketlerle yapılan 60 yıllık eski an laşmayı değiştirmeye, böylece %1’lik gümrük vergisi ve büyük vergi indirimle rini kaldırmaya çalışıyor. Burada bir ser vet yatmaktadır. Venezüella’da bilinen 77 milyar varillik petrol rezervi vardır ve ABD açısından en büyük petrol kaynağı dır. Phillips Petroluem ve Exxon Mobil bu ineği sağarlar. Eğer yeni yasa yürürlü ğe girerse ABD ve Fransız petrol şirket leri kazançlarının büyük bir kısmını kay bedeceklerdir.” (internet, znet, Colombia, The Scent of Another Coup s. I) Yılda 30 milyarlık petrol satılmaktadır ve ister inanılsın ister inanılmasın devlet bundan sadece %\ gümrük vergisi al maktadır. Venezüella halkının %80’ni yoksulluk içinde yaşarken, petrol şirket leri onların topraklarından aldıkları kar ları cebe indirmektedirler. Bu daha ön ceki faşist ve işbirlikçi iktidarların halkla rın başına ördükleri bir çoraptır. Chavez’in devlet payını %1’den yuka rı çıkarmak istemesi kapitalizm koşulla rında bile doğal bir iş akti değil midir? Ama bu zengin dünya petrol şirketlerine vurulacak bir darbe anlamına gelecektir. Kesinlikle böyle bir şey ABD ve dünya fi nans kapitalinin kan akıtacağı bir olgudur. Bu değil kıtada, tüm dünyada var olan te keller ve burjuva devletler ilişkisini inmelendirecek güçtedir. Bu artık, Chavez’in bardağı taşıran ‘aptal eylem’lerinden en büyüğüdür. ABD hemen kolları sıvar. Ve daha önceki plan yürürlüğe sokulur.
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ SINIFLAR SAVAŞI ŞİDDETLENİR Bundan sonra olaylar hızla gelişir. Chavez’in yoksul halklara verdiği sözü yerine getirebilmesi için güçlenmesi, kendi saflarını güçlendirmesi gerekmek tedir. Ülke solcularıyla olan işbirliğini artırır. Ayrıca zaten Venezüella gelenek sel solcuları ve sistem karşıtları yıllardır bunu savunmaktadırlar. O anlamıyla destek bulması da zor değildir. Hükü mette değişiklikler yapılır. Örneğin Sa nayi ve Ticaret Bakanlığı’na “ özel sektör düşmanı ve kapitalist kültürden çok nef ret eden” birini getirir. (Financial Times, 28 Ocak ‘02) İçişleri Bakanlığı’na getiri len deniz subayı Rodriguez Chaven, Ko lombiya Devrimci Güçleri (FARC) ile ilişkileri yürüten adamdır. “ Petrol şirke tinin başına getirdiği solcu profesör ‘70’lerdeki millileştirme planının mimarı dır ve ‘90’lı yıllarda ülkenin yabancı yatı rımlara açılmasına karşı çıkmıştır.” (Fi nancial Times, I I Şubat ‘02) Chavez so la kaydıkça ülke içinden ve dışından yan kısını bulur. Ordu tepesi sesini yükseltir. Ordu, tüm Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi ABD’nin zaten en baş des tekçisidir. Ayrıca görevden alınan petrol eski yöneticisi hiçte şaşırılmayacağı gibi emekli bir generaldir. Sınıflar savaşı her geçen gün daha da yükselir. “ Bay Chavez’in geçen hafta canlı televizyon gösterisinde (Chavez her hafta halka televizyondan bir konuş ma yapar, bn.) tüm ekonomiye hakim olan devlet petrolleri, Petroleos de Venezuela’nın (PDVSA) üst düzey yöneticiler grubunu görevlerinden aldığını açıkla ması üzerine kritik patlama noktasına gelindi.” (Financial Times, 13 Nisan ‘02) Yabancı petrol şirketlerinden alman
verginin artırılması girişimi sonunda tek bir yöneticinin alınmasından tüm yöne tim kurulunun görevine son verilmesi seviyesine sıçrar. Devlet p etrolleri Chavez’in kontrolüne geçer. Bundan sonra sıra payların artırılmasına gelecek tir. İç ve dış finans kapital güçleri saldıraya başlarlar. Yeni görevden almaları bahane ederek petrol yüklemesini ya vaşlatırlar. Sonra da sendikalı işçiler 5 gün süren bir grev başlatırlar. Grev so nucunda darbenin yapılacağı yürüyüş başlar. Petrol şirketi ticaret bağları ile greve katılanların sayısını artırır. Örneğin Ocak ayında yapılan grev, ittifakları nasıl kurduklarına güzel örnektir. “ Grev işve renler Odası, CTV (işçi sendikası, bn.) ve eski politik örgütlerin kutsal olmayan ama güçlü ittifakının sonucudur. Onlar herhangi bir gönülsüz küçük işyerini mal vermeme tehdidi ile korkutarak greve zorluyorlardı.” (a.g.y.) Yani büyük tüc carlar altlarındaki küçük esnafı, belki de çıkarı grevde yatmayanları mal satma makla tehdit ediyorlardı. Chavez’in des tekçisi işportacılar bile sonunda greve katılmak zorunda kalmışlardı. Sendika bürokrasisi de burada finans kapital cephesindedirler. Bu olguyu iki şekilde açıklamak mümkündür düşünce sindeyiz. İlk olarak, bu Latin Amerika sömürgecilik koşullarının yarattığı bir oluşumdur. Latin Amerika ülkeleri 2 tü r lü sömürgecilik yaşamışlardır. Birincisi, İspanya feodal düzeninin sömürgeciliği, kapitalist üretim biçimi anlamında olma yan metaların yurt dışına kaçırılması an lamındadır. Bu durumda bir yönetici sı nıf olur ve yerli halkı iliklerine kadar sö mürür. Sonra ABD kapitalizminin pazar olgusu çerçevesinde sömürüsü yaşanır.
--------------------------------------- 73 ---
— yol---------------------------------------Bu sömürü biçimi birinci ile üst üste düştüğü noktalarda pazarlar tepedeki finans kapital sömürüsü şeklinde başla mıştır. Bunun anlamı yerli burjuvaların doğuşu ve çıkışı sanki bir işçi hareketi gi bi olsa gerektir. Bu durumda da ulusal burjuvaların çıkarlarının işçi sınıfı çıkar ları ile üst üste düştüğü noktalar olabilir. Yerli burjuvalar bizzat ABD ve dünya finans kapitaline karşı işçi sendikaları ile işbirliği yapma geleneği yaratmışlardır. Bu Arjantin’den Brezilya'ya böyle bir orijinallik taşır. Ve de ancak sınıflar sava şının günümüzdeki yükselmesi ile her halde yerli yerine oturacaktır. İşçilerin gerici zeminde kalmasının ikinci nedeni, günümüz global sömürü koşullarının yarattığı bir olgudur. Özel leştirmeler, kitlesel işten atılmalar yara tıyorlar. Böylece çalışmak bir ayrıcalık haline geliyor. Ve sosyalist ufkun olma dığı bir düzen içinde işçilerin işlerini ko ruyucu politikalar çerçevesinde finans kapital saflarında yer almaları sonucu doğabiliyor. Sanırız olayı böyle açıkla mak mümkündür.
Kiliseler bilindiği gibi eskinin toprak ağaları gibidirler. Büyük toprakları vardı. Ancak Latin Amerika halklarının yoksul luğundan etkilenmeden edemezlerdi. Çoğu ülkede kilise üyeleri giderek yok sul halklardan yana tavır almak zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Granada Dev let Başkanı bir kilise papazıdır. Ama Chavez ya Castro’dan etkilenmiştir ya da her zamanki gibi ortaya radikal bir laf atmıştır. Kilise hiyerarşisini ‘Venezüel la’nın tüm örü’ olarak değerlendirince ki liseyi de karşı saflara atmıştır ve sürekli onunla da savaşmak zorunda kalmıştır. Aslında bu Chavez’in yanlışlarından biri dir. Hiç yere güç kaybetmektedir. Ve de bu güçler 9 Nisan günü sokak lara dökülerek protesto yürüyüşüne ge çerler.
CHAVEZ'İN TABANI VE ÖRGÜTLERİ
Ancak hiç şüphe yok ki bu geçici bir olgudur. Ve Latin Amerika genelinde ve Venezüella ve Arjantin özelinde işçi sını fının kendi çıkarları çerçevesinde diğer saflara geçmesi çeşitli şekillerde zaten yaşanmaktadır. İşsiz işçiler ve yoksulla şan işçilerin bu ittifak dışına çıkması ka çınılmazdır.
Chavez’in destek tabanı elbetteki ül kenin %80’ini oluşturan yoksul halklar dır. “ Chavez’in sosyal destek tabanı en başta yoksul köylülük ve topraksız kır işçileri, kent yoksulları, işi olan işçi sını fının bazı kesimleri kadar küçük esnaftır. İç talebin artması ve tariflerdeki ufak ar tış politikalarından kazanç sağlayan ulu sal kapitalistlerin bir kısmı da Chavez’i bu noktada desteklerler, (internet, zmag.org, content.nichols)
İşçiler dışında Chavez’e karşı saflarda şu grupları saymak mümkündür. “ Bolivar Devrimi’nin düşmanları tüm bildik zanlıları kapsar; Katolik Kilisesi hiyerar şisi, toprak sahipleri ve ticari elit ve on ların deniz aşırı işbirlikçileri ve entelek tüelleridir.” (a.g.y.)
Chavez cezaevinden çıkarken söz vermiştir. Eğer iktidarı almak isterse bu nu sandık yoluyla yapacaktır. Chavez kendisini iktidara taşıyacak olan geniş ta banlı Chavismo (Chavizm) adını verdiği halk örgütlenmelerini böylece kurmaya başlar. Bunlara Bolivar Devrimi 2000
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ Hareketi denir. Seçimlerde Chavez kit lelerini topladılar gösteriler yaptılar. "... ancak sınıf savaşı yükseldiğinde gerekli olacak şeylere yanıt veremiyorlardı. Bu nedenle Chavez iki yeni örgüt lenme kurdu. En önemlisi ‘Bolivar Çemberleri’dir (Bolivarian Circles). 17 Aralık’ta Caracas’ta bunların 8000 tanesi ya rım milyon kişilik bir gösteri örgütledi ler. Bu Çemberler, devrimin temel hüc re örgütleridir ve mahalleler, belediye ler ve işyerleri seviyesinde tüm ülke içinde örgütlüdürler. “ Çemberler’in ideolojisi Ispanya’ya karşı bağımsızlık savaşının Simon Bolivar zaferi ile başlayan Venezüella’nın dev rimci geleneğine dayanır ve ‘tüm Latin Amerika ve Karayipler kardeş halkları nın özgürlük mücadelesinin teorik, pra tik ve ideolojik zenginliklerini de içerir. “ Görevleri şunları içerir: ‘Vatandaş ların bilincini yükseltmek; çevrede her türden katılımcı örgütlenmeler geliştir mek... bireylerin ve çevrenin yaşantısın da yaratıcılık ve girişimi harekete geçir mek... (ve) sağlık, eğitim, kültür, spor, kamu hizmetleri, konut ve çevre koru ma, doğal kaynaklar, tarihi gelenek gibi konularda çevrenin ilgisini yükseltici projeler gerçekleştirmektir. “ İkinci yeni örgütlenme Devrimin Yurtsever Komutası’dır (Patriotic command of the Revolution). Genel başkanı Venezüella Komünist Partisi (PCV) eski genel başkanı ve Venezüella askeri dik tatörlüğünü deviren hareketin emeklisi G uillerm o Garcia Ponce’dir. Garcia Ponce’ye göre: ‘Komuta Venezüella Bo livar Cumhuriyeti’nin anayasasını ve Hugo Chavez’in yürüttüğü politik reform projelerini destekleyen tüm güçleri bir
leştiren bir merkezdir. Amacı devrimci güçlerin birliğini güçlendirmek ve geliş tirmek; politik ve sosyal reformlar için destekleyici programlar inşa etmek; hal kı örgütlemek; kitlelerin politik eğitimini artırmak ve Bolivar güçlerini yönlendir mek için ideolojik temel yaratmaktır, (internet, zmag.org, content) Chavez halkı örgütlemeye, kendine bağlı bir ittifak gücü kurmaya çalışmıştır. Bu yaptıkları nedeniyle de elbette tartış malı bir kişilik oluşturmuştur. Çünkü burjuvazi karşı sınıf halk örgütlenmeleri ni dağıtmaya çalışır, oysa Chavez halkla rı örgütlenmeye adeta zorlamıştır. Sanki sosyalist bir yapı kurmak istemiştir. Ve de finans kapital onun bu örgütlerinden çok korkmaktadır. Ve darbe sırasında da Chavez örgütlerinin ateş açtığı yalanı nı atarak onları kamuoyu gözünde kara lamaya çalışmışlardır. Petrol şirketinde çalışan işçiler ve anti-Chavez’ciler yürüyüşe geçerken Cha vez taraftarları da olayları seyretmek için kentte devlet sarayının civarındadırlar.
CHAVEZ'İ DEVİREN OLAYLAR VE TARİHİ ÜÇ GÜN Ulusal Petrol Şirketi’nin yönetim ku rulunun değiştirilmesi ve grevlerin başla ması sırasında ABD Caracas elçiliğine gi ren işadamları, ordu mensuplarının tra fiği fazlalaşır. Ve de sonradan gelen ha berlerde de ABD’nin petrol şirketlerine e-mail’ler çekerek hazırlıklı olma uyarı sında bulundukları bilinmektedir. Ordu generalleri darbe için ABD elçiliği ile tam bir birlik içindedirler. Ancak darbe nin yenilmesinden sonra tüm bu bağlan tılar ortaya çıkar ve ABD yalanlamaya
75 ---
— yol çalışır. Grevci işçiler ve tüm Chavez karşıt ları I I Nisan Perşembe günü yürüyüşe geçerler. Polis güçleri en önde sanki on ları korur ve yol açar gibi yürümektedir. Ayrıca bazı otellerin damlarında ve dev let binalarında mevzilenmiş kolluk kuv vetlerinin keskin nişancıları vardır. Son ra devlet binasına yakın bir yere geldik lerinde uzakta Chavez yanlıları durmak tadır. Ve kolluk kuvvetleri olayları sey retmekte olan Chavez yanlılarına ateş açar. Ve 18 kişi ölür, 150 kişi yaralanır. Aynı anda ordu generalleri Chavez’i halk istemiyor diye iktidardan alırlar ve uzak bir adaya götürürler. Olanlar bun lardır. Bir darbe yapmışlardır. Ve hemen iktidara petrol şirketi ileri gelenlerinden Pedro Carmona oturtulur. Sonradan kanıtlanacağı gibi olaylar böyle gelişir, ancak bu gerçeklik halka ve dünyaya çok başka şekilde yansıtılır. Söz de Chavez kendi destek gücü Bolivar Çemberleri’ne protesto edenlere ateş açma emri vermiştir. Ve de ardebe çık mıştır. Chavezciler çok kişiyi öldürmüş lerdir. Poliste barışçıl yürüyüş yapanları korumak zorunda kalmıştır. Olaylara Chavez çok üzülmüş ve istifa etmiştir. Venezüella’da basının %99’u Chavez kar şıtı finans kapital güçlerinin elindedir. Ve de onlar sürekli olarak bu yayını yaparlar ve video görüntülerini bozarak, görüntü hileleri yaparak verirler. Olayları yaşayan halk güçleri, basın dan gelen haberlerin çarpıtıldığını yaşa maktadır. I I Nisan Perşembe gününden 14 Nisan Pazar gününe kadar iç çatışma lar yaşanır. Chavez yanlısı halk gecekon dularından çıkarak kent merkezine doğ ru yürürler. Sokak sokak, hatta bina bi
__ 76 __________________________
na çatışmalar yaşanır. Halk, kontrolüne aldığı yerlerde radyoları ve televizyonla rı da işgale başlar ve ancak bundan son ra gerçeklik tüm ülkeye ve dünyaya du yurulmaya başlanır. Ancak taraflı basın sürekli susmuştur. Son Pazar günü 150 bin kişi devlet sarayını işgal eder ve dar beciler istifa ederler ve Chavez serbest bırakılır. Ve böylece ilk kez bir ABD destekli darbe halk güçleri tarafından yenilmiş olur. ABD’nin yenilebilirliği tüm Latin Amerikan halklarına duyurulmuş olur. Ve yalnız Venezüella için değil, tüm Amerika kıtası için tarihi bir gündür. Açıkcası ABD’nin APTALCA BİR EYLEM’İ bozulmuştur. Bu devrimin kazanımından çıkarıla cak çok dersler vardır. Ancak en önem lilerinden biri basının devrim sırasındaki göreviyle ilgilidir. Venezüella basını sü rekli olarak anti-Chavez propagandası yapmış ve olayları çarpıtmıştır. Halkın sokaklarda çatıştığı sıralarda bu ticari medyalar sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yayınlarını T om ve Jerry filmleri gös tererek sürdürmüşlerdir. Ancak lokal radyolar halka gerçeklikleri yansıtmakta çok önemli rol oynamışlardır. Burada çalışanlar darbeciler tarafından büyük iş kenceler görmüşlerdir. Çoğu içeri tıkıl mış ya da kaçmak zorunda kalmışlardır. Ancak halkın işgal ettiği lokal radyolar bağımsız yayın yapmayı sürdürmüş ve Venezüella halkını darbecilere karşı ö r gütlemişlerdir. Burada korkusuzca çalı şan medya mensupları dünyada kendile rini “ bağımsız” ilan eden yayın kurumlarını kamuoyu önünde hesap vermeye çağırmışlardır. Bunların içinde Paris merkezli ünlü Sınır Tanımaz Gazeteciler (Reporters vvithout Borders), New Y ork merkezli Gazetecileri Koruma
_____________ ‘aptalca bir eylem’_ _ Komitesi (Committees to Protect Journalists) ve Miami merkezli Inter-American Association vardır. Tüm bunlar ne kadar sözde bağımsız olduklarını göster mişler ve gerici basının çarpıtmalarını doğru gibi yayınlamışlardır. Bu nedenle, bu devrime basın devrimi adı da veril miştir. Ve bu medya grupları “ İşgal A l tında” isimli bir kurum oluşturmuşlar ve Amerika kıtası içinde gerçekten bağım sız bir yayın kanalı oluşturmaya çalış maktadırlar. Halk hareketinin önemli diğer güçle ri arasında interneti saymak yerindedir. Gerçekleri gören ve yaşayanlar internet kanalı ile açtıkları sayfalarla Venezüella halkına gerçekleri duyurmakta büyük hizmet görmüşlerdir. Ve internet her ne kadar yoksul halkların elinin altında olan şeyler olmasa da elbetteki internet kah veleri ve bedava ya da çok ucuza kullan ma olanağı sunan yerler bulmak zor de ğildir. Ve bunlar halkın bu tü r olaylarda örgütlenmesini sağlayan, doğru haber al malarına hizmet edecek unsurlardır. Ve Venezüella’da bu günlerde iyi değerlen dirilmiştir, kullanılmıştır. Halkın iletişimine en büyük hizmet lerden biri de cep telefonlarıdır. Bu alet lerle halk güçleri çok kısa sürede binler ce insanı belirli merkezlere sevketmeye yaramıştır. Herkes birbirine telefon ederek eylemleri anlatmış, olaylar cep te lefonları aracılığıyla yayılmıştır.
DARBECİLERİN YANLIŞLARI İktidara geldikleri andan itibaren dar becilerin yaptığı bir takım yanlışlıklar vardır. En başta o eski diktatör gelene ğine uygun bir iktidar kuracaklarını belli
ederler. Kurulan kabineye sadece en tu tucu muhalefet adamları alınır. “ Ilımlı” demokratlar kabine dışında bırakılır. En başta işçi sınıfı sendikası CTV desteğini çeker. Arkasından diğerleri gelir. Yani kurulduğunun ertesi günü ittifak dağılır. Zaten sonradan ortaya çıktığı gibi ikti dar alınacağından, böyle bir ABD planın dan çoğunun haberi bile yoktur. Carmona, hemen yüce mahkeme, başsavcı, seçim komisyonu, valiler gibi Chavez’in adamlarını görevden alır. 1999 Chavez Anayasası’nı iptal eder. Sı kıyönetim kararı ile ülkeyi yönetecektir. Chavez’in kabine üyelerini tutuklamaya başlar. Bunlar darbeci cephenin çözül mesine hizmet eder. Chavez taraftarları kendilerine yalan söylenildiğini, aslında Chavez’in istifa etmediğini anlarlar ve başkanlarını geri getirmek için sokaklara dökülürler. Darbeci cephe artık iyice çözülür. Ordu tabanı üstlerinden kopar, sokaklarda halk saflarına katılırlar. Ve de halkı bastıracak silahlı yaptırım gücü gi den darbeciler teslim olmaktan başka çare bulamazlar. Mahalle mahalle polis güçleriyle çatışan halk, devlet sarayını iş gal eder. Bu arada diğer Latin Amerika ülkele rinden de darbeye destek gelmez. En başta Peru Devlet Başkanı, Bolivya Dev let Başkanı ile birlikte basın toplantısı yaparak darbecileri geri çekilmeye zor larlar. Ayrıca olası ABD ısrarlarına rağ men Meksika ve Brezilya da darbecileri tanımaz. ABD, biraz da onları ikna et mek için darbeye destek verdiğini el al tından yaysa da bu darbecileri iktidarda tutacak uluslararası desteği sağlamaya yetmedi. Bugün Latin Amerika halkları arasın--------------------------------------------- 77 ----
— yol---------------------------------------da ABD düşmanlığı çok yüksektir. Ayrı ca yaşanan Arjantin olayları Latin Ame rika burjuvalarına ABD’nin nasıl Arjantin gibi kendine en sadık uşak iktidarı bile işine gelmediği zaman yüz üstü bıraktığı nı gösterdi. Burjuva iktidarlar artık ABD aşkına halklarına baskı yaparken daha temkinli davranmak zorunda kalıyorlar. Hiçbir burjuva devlet kendini halklara karşı güvenlikte hissetmemektedir. O nedenle, Chavez’in devrilmesi özünde ABD’ye karşı bir gücün gitmesi demek tir. Ve Chavez’i desteklemek çıkarlarına daha uygundur.
NİSAN SONRASI VE CHAVEZ'İN AÇMAZLARI Chavez acaba şimdi ne yapmaktadır? Yaşananlardan sonra sağa mı kaymıştır, yoksa sola kayışını sürdürmüş müdür? Darbeden ne tü r sonuçlar çıkarmıştır? Ne yazık ki bu soruya yanıt vermek çok zordur. Venezüella’dan ses soluk kesilmiştir. Aynı şimdi Afganistan’dan pek haber gelmediği gibi. Şimdi gündem de Irak vardır. Diğer herşey ikincildir. Ayrıca Venezüella basını yukarıda anlat maya çalıştığımız gibi çok yanlıdır. Elbet te Batı basını da öyle. Asıl darbe yiyen kendileri olduğu için olayların unutulma sını istemekte ve yok gibi davranılmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz gerçek ba ğımsız basından bazı ipuçları elde etmek mümkündür. Ama kesin bir karar ver mek zordur. Chavez darbecileri elbetteki dava et ti. Ve sonuç ne dersiniz? Darbeciler suç suz bulundular. İnsanın aklı almıyor, ama gerçeklik budur. Ayrıca Chavez bir de
ğil, iki değil, tam tamına üç kez dava aç tı. Hepsinin sonucu aynı oldu. Bunun üzerine şimdi dördüncü kez dava açtı. Ancak bu kez şu tehdidi savurdu. “ Eğer bağımsız davranmazlarsa adliye kurumunu dağıtacağım.” Evet, Chavez hala daha bazı dersleri almamış gibidir. Ayrıca gelen haberlerde Latin Ame rika Kalkınma Bankası Chavez’e petrol tesislerini yenilemek için kredi açmıştır. Bu haberde onun uzlaşmadan yana oldu ğunu göstermektedir. Yoksa devrimci bir Chavez’e arkasında ABD ve dünya finans kapitali olan banka kredi açmazdı. Değil mi? Ama öte yandan 20 Haziran’da dar beciler yeniden küçük bir darbe girişi minde bulunmuşlar ve bu komik bir şe kilde 1300 kişinin meydanda toplanması ile son bulmuş. Ama yine Chavez, Castro ’yu ziyaret etmiş. Söylendiğine göre ondan akıl almıştır. Venezüella Sanayi Odası Başkanı 18 Eylül günü yaptığı ko nuşmada şöyle diyor. “ Chavez Venezü ella’da komünizmi kuracak.” (internet, vheadline.com, 19 Eylül 2001) Ya da şu haber. Güney Amerika’nın en gerici li deri haline gelen Kolombiya Devlet Baş kanı, Venezüella ile olan ticari ilişkilerini keseceğini açıklıyor. Bütün bu haberler aslında Chavez’in küçük burjuva tavrının devam ettiğinin işaretleridir. Chavez “ aptal eylemler” yapmaktan çok, tipik küçük burjuva po litikalar yürütmektedir. Ve bu değerlen dirme, onun soldan eleştirilmesi anlamı na gelecektir. Chavez genellikle bol ve keskin laflar etmekle suçlanır. Ettiği laf ları pek nadir olarak eylemlerle destek ler denir. Genel olarak büyük lafların ar kasından küçük işlerle uğraşır denir. Ya-
_____________ ‘aptalca bir eylem’___ da Chavez’in kendi kurduğu örgütlen melerine pek güvenmediği ve bu insan ları iktidar kademelerine çıkartmadığı söylenir. Sanırız tüm bu özelliklerin ne denleri vardır. En başta Chavez devrimci bir müca dele sonucu iktidara gelmemiştir. O burjuva legal sınırları içinde iktidar ol muştur. Ve büyük bir titizliklede bu legaliteyi çiğnemek istememektedir. Her attığı adıma uygun yasalar çıkarmayı ih mal etmemektedir. Ve bu yasaları özen le parlamentodan onaylatmaktadır. Sanı rız bu çok önemlidir. Çünkü o dünyanın herhangi bir yerindeki bir ülkede değil dir. Venezüella ABD’nin burnunun dibindedir. Dünyanın finans kapital kabesinin en saldırgan ülkesiyle karşı karşıya dır. Ve de üstüne üstlük bu ülkenin pet rolünün üçte birini vermektedir. Yani ABD bu ülkedeki çıkarlarına en ufak bir el dokunulmasına izin vermeyecektir. Chavez işte böyle bir ip üstünde oyna maktadır. Bu ipinde burjuva legalite ile iyice sağlamlaşmasının yapılması çok önemlidir. En ufak bir legalite açığı ger çekten Chavez’in sonu olabilir. Ve de bu ipteki Chavez’in yüreği yoksul halkları nın acısıyla yanmaktadır. Böyle bir Bolivar türü devrimcinin elinden gelebile cekleri yapmaya çalışmaktadır.
yeryüzünde. Yoksul halklar farkında ol sunlar olmasınlar, içinde yaşadıkları sefil koşullar, aslında onların temsilcisi olan sosyalizmin olmayışından da kaynaklan mıyor mu? Bugün kapitalizmi dizginleye bilecek bir karşı güç yok. Ve bundan kendileri bile rahatsızlar. Chavez de el bette bu güçler dengesindeki durumdan kendine düşen payı almaktadır. Somut güçler dengesi bırakalım sosyalist dev rimciliği, Chavez gibi popülist devrimci lerin bile çok aleyhindedir. Ve Chavez Latin Amerika gibi bir yerde d ö rt yıla yakın süredir iktidarda halklarının çıkarı nı kendi bildiğince savunmaya çalışmak tadır. Chavez’i bu dünya gerçekliği için de yorumlamak, O ’nu daha iyi değerlen dirmek anlamına gelecektir. 2 0 .0 9 .2 0 0 2
Chavez zikzaklar çizmektedir. Haklıdırda. Bugünkü güçler dengesi bunu ge rektirm iyor mu? I I Eylül’ün üstünden daha bir yıl geçmeden kurulan ittifakla rın kaç tanesi kaldı? Dünya finans kapi tali zor günler yaşıyor. Onun içinde ar tık neredeyse günlük çıkarlar peşinde koşuyor. Bu durumda Chavez’den zik zak çizmemesini beklemek biraz insaf sızlık olacaktır. Bel kemiği oluşturmaya hizmet edecek bir sosyalizm de yoktur
79
H aşan O ğ u z
ÜRETİCİ GÜÇLERİN TEK YANLI GELİŞİMİ VE İŞÇİ SINIFI Bugün ortak bir söylemden bahset mek gerekirse, bu sözün büyüsü “ deği şim” sözcüğünde kendini ifade ediyor, dolayısıyla onunla bütünleşiyor. Değişimi ifade eden farklı ideolojik akımların he men hemen bütününün, bu büyülü söz den çıkardıkları sonuç farklı tonlar taşı yor. Bu farklı tonlara karakterini veren esas öge de sınıfsal bakışın içinde anlam kazanıyor. Kim hangi sınıf aidatından ve onun düşünsel kulvarından baktığı so runsalına gelip takılıyor. Devrim ve değişim diye bir başlık at sak yazıya, sanıyorum devrim sorununu da kendi sınıf pozisyonundan hareketle bu değişim süreci içinde izah edeceğimiz anlamına gelir. Nitekim öyle de oluyor. Burada son derece çetrefilli bir analizle karşılaşacağımız açık. O halde burjuva zinin ve değişik tonlarının ideolojik bakı şını bir tarafa bırakarak söylemek gere kirse, 21. yüzyılın başlangıç eşiğinde dev rimsel olanakları tartışırken gerçekte onun öznel gücü olan üretici güçleri nasıl izah edeceğimiz sorununa gelip takılırız. Daha önce bunu farklı bir boyutta başka bir yerde tartışmıştım.1 Şimdi tartışmak istediğim başka bir nokta var; değişimin ve gelişimin temeli olması gereken üretici güçler, bugün ta rih sahnesinde nasıl bir rol oynuyor? Böylece üretici güçler değişimin temel öznesi olarak nerede duruyor? Ya da bu soruyu açarak şöyle soralım; üretici güç olarak işçi sınıfı, değişim olanaklarını ye
80
niden kazanabilir mi? Elbette bu sorula rın hayatta nesnel bir karşılığı vardır ve anlamsız olarak ortaya da atılmış değildir. Dolayısıyla soruların üzerinden önemsiz diyerek atlayıp geçemeyiz. Tartışılan konuların başında üretici güçler sorunu gelmektedir. Yoğunlaştırı lan karşı argümanlar şu düşünceler üze rinden geliştirilmiştir; küresel kapitaliz min değişim sürecine paralel olarak, üre tici güçler (ÜG) de değişmiştir, dolayısıy la üretici güçler artık bir sınıf devriminin öznesi olmaktan çıkmıştır! Başka bir de yişle üretici güçlerin gelişimi, sosyalist devrimin ateşleyici bir gücü değildir! Ta rihsel olarak bu sona ermiştir! Dolayısıy la devrimlerden bahsedilse bile bu dev rim mülkiyet ilişkilerini sorgulayacak bir devrim olamaz! Olsa olsa kapitalizmin daha insancıllaşmasına yol açacak re formlarla sınırlı bir “ devrim” olabilir vb! İşte bizim karşımıza çıkarılan sorunun düğüm noktası esas olarak burasıdır. O halde bizim de işe başlama noktamızın burası olacağı açıktır.
BUGÜN ÜRETİM İLİŞKİLERİ İLE ÜRETİCİ GÜÇLER ARASINDAKİ İLİŞKİ NASIL BİR SEYİR İZLİYOR? Üretim sürecinde insanlar iki şeyi el de eder; bunlardan birisi zenginliklerin (maddesel gereksinmeler) üretimidir, i-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ kincisi bilgi, beceri ve yeteneklerin üreti midir. insan üretimle birlikte hem maddi bir olgunluğa hem de insanal düşünme nin bir sonucu olarak ortak değerler toplamına kavuşur. Bu genel anlamda esas olarak üretici güç olan insanın geliş me düzeyine tekabül eden bir olgudur. Gelişme düzeyi veya ilerleme dediğimiz zaman, esas olarak üretici güçlerin geliş me düzeyine denk düşen ilişkiler topla mını anlarız. Bu aslında üretici güçlerin ilişki biçimleri olarak bireylerin yaşam, çalışma, meslek vb. faaliyetlerinin de top lam ilişkisidir. Bunlar esas olarak kendini politikada, sanatta, ideolojik çalışma alan larında ve diğer zihinsel etkinliklerde gösterir. Bu ilişkilerin kendisi ancak üre timin koşulları içinde anlaşılmaktadır. Sis tem içindeki kapitalizmin yarattığı bu ko şullar, üretimin karakterinden dolayı üretici etkinliği engeller ve gelişmenin önünde ayak bağını oluşturur. Çünkü için de hareket ettiği yapısal düzlem olarak, üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasın da var olan çelişki, gelişimin hem dina miklerini yaratır hem de çelişkisel yapı nın varlığı ile birlikte gelişmeyi frenleyen bir dizi argümanları da üretir. Marx’ın dediği gibi “ ...bu koşullar tesadüfi birer ayak bağı olarak ve bu ayak bağını daha önceki döneme yükleyen bilinç olarak ortaya çıkar.” 2 Küresel kapitalizm kuşku yok ki ta rihsel kapitalizmin üst bir evresi anlamı na gelmektedir. Ama onun dar ve statik bir tekrarı olmadığı açık. Böylece küresel koşulların kendisi, gerçekte üretici güç lerin gelişmesi önünde hiçbir dönemde görülemeyecek kapsamda çelişkiler dizi mini yaratmıştır. Böylece kapitalizmin hızla gelişme düzeyi esas olarak ÜG’leri iki noktada etkilemiştir;
1- Küreselleşmenin hızına bağlı olarak yeni üretim süreci aynı düzlemde mo dern tekniği geliştirmiştir. Bu süreç doğ rudan üretime aktarılarak ÜG ’leri
(maddi üretici güçler anlamında) hızla geliştirmişir. Anlaşılan bunun tek yanlı gelişme olduğu noktasıdır. 2- Küresel kapitalizmin yarattığı bu koşullar, esas olarak canlı emekte anlam bulan ve onun temeli olan ÜG’leri (zi hinsel üretici güçler anlamında) tah rip etmiş ve yıkmıştır. Bir insan olarak iş çinin insanal kimliğini makinanın kimliği içinde eritmiş, onun zihinsel üretkenliğini elinden aldığı gibi değerler sistemini de erozyona uğratmıştır. Çelişkisel yapının bu özelliği, gelişmenin önündeki ayak ba ğının esas olarak derinleştiğini gösterir. Bu durum başka bir yanıyla bilincin sıçra masını ve kendi değerleriyle birleşmesini de engelleyen esas faktör olarak izah edilebilir. Kuşkusuz bu ilişkilerde ardışık bir sı ralanma vardır. İnsan önce bir birey ola rak faaliyetinin gelişmesini ve zihinsel et kinliklerini sürdürmesi gerekir. Sanatta, sporda, gündelik faaliyetlerde, sosyal ve ya politika vb. çalışmalarındaki toplam in sanal etkinliklerdir bunlar. Ancak bu et kinlikler, kapitalizmin yapısal koşulları ta rafından sarılarak sınırlandırılır. Böylece gelişme durdurulmaya çalışılır veya en asgari düzeye çekilir. Eskiden doğal gelişme şöyle seyredi yordu; eski dönemin ilişkileri ÜG’lerin gelişmesine denk düşen bir seyir izliyor du. Ve bu ilişki kendini yeni ilişkilere bı rakıyordu. Aynı zamanda bu durum, kişi nin bireysel gelişmesinin de zorunlu bir kertesiydi. Feodalizmden kapitalizme ge çiş sürecinde bu ilişkiler, ÜG’lerin geliş-
81
— yol--------------------- -----------------meşini sağlayan bir koşul olarak çıkıyor du ortaya. Bir noktadan sonra bu geliş me, hem var olan yapısal ilişkilerle hem de kendi kendisiyle çelişkili olarak geliş meyi frenler hale geliyordu. Burada geliş me, her daim ÜG’lerin bütünsel bir geliş mesine tekabül ederse (ki kriter budur, yani üretici güçlerin iki boyutta paralel gelişmesi olarak), ilerleme ve yenilenme nin kendi tarihini de oluşturabilir diyebi liriz. ÜG’lerin gelişmesini Marx bu nok tada eş zamanlı bir gelişme koşulu ile ele almaktadır. Yalnız bu “ eş zamanlı” geliş me salt bir zaman kavramı ile sınırlanma mıştır. Aynı zamanda ÜG’lerin ekonomik yapıda ve teknik düzeyde yenilenmesi, bir ÜG olan insanın zihinsel yenilenmesi ile de paralel gitmek zorundadır. Şu asla unutulmamalıdır; ÜG’lerin zihinsel gelişi mi, nesnel olarak üretim süreci içinde oluşduğu ne kadar doğruysa, bu gelişme aynı oranda kurulan bu yapıdan bağımsız olarak gelişmek zorunda olması da o ka dar doğrudur. Çünkü bilme eylemi aynı zamanda bağımsız bir karaktere de sa hiptir. Bunu aşağıda ele alacağız. Bu para lel süreç (yani ÜG’lerin çift yönlü gelişi mi) gerçek anlamda sadece sosyalist üre tim ilişkileri içinde anlam kazanır. Bunu şimdilik bir tarafa not edebiliriz. Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişmesi, ÜG ile üre tim ilişkileri arasındaki çelişkiyi yok et mez. Onu daha da derinleştirir. Böylece ayak bağı sürmeye devam eder. Kapita lizm koşullarında ÜG’lerin zihinsel geliş mesi ve etkinliği her zaman yeniden üre tilmeye müsait ortamı da yaratır. Bunun yeniden elde edilmesi sınıfın ve başta ön cü sınıf güçlerinin kolektif mücadele ve örgütlenme sürecine bağlıdır. Bu asla unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu çelişkisel
__ 82
yapı, ÜG’lerin en azından bir dönem için yeni tarafından değiştirilmesinin önünde ki engelleri yok saymaz. Tersine bireyin kişisel (zihinsel) etkinliği veya ilişkiler sis temi, koşulların ilişkileriyle çatışmalı olsa da onu aşan ve yeniyi yaratan bir dinami ği bağrında taşır. Bu küresel kapitalizmin tüm engellerine rağmen böyledir. Daha önce (serbest kapitalizm döne minde) ÜG’lerin kendi gelişme tarihi, kendi başlarına meydana gelen ve başta bağımsız olarak gelişen, ama aynı zaman da diğerleriyle ilişki içinde olan çeşitli ulus, bölge, kabile, iş kolu vb. içinde doğup gelişen bir süreç izlemiştir. Marx bu sü reci gelişmenin “ üstün çıkarları” olarak tanımladı. Ancak gelişmenin “ üstün çıkarlarfnın egemen yapı tarafından ikinci plana düşürüldüğünü de belirtmeden geçmedi. A rtık bağımsız ve kendi başına bir gelişme, bugünün koşulları içinde söylemek gerekirse küresel kapitalizmin güçleri tarafından yönlendirilir bir nokta ya çekilmiştir. Bunun anlamı egemen ya pının hakimiyeti altındaki duruma işaret tir. Şimdi bu çelişkili yapının, aynı şekilde insanlığın geleceğine ışık tutacak bir bilin cin oluşmasını engelleyip engellemeyece ği noktası tartışmanın da en temel nok tası olmuştur. Oysa gerek tarihsel bilin cimiz gerekse nesnel ilişkiler, bu bilincin engellenmesinin olanaksız olduğunu gös teriyor. Bunun tümüyle sınıfın öncü güç lerine ve onların bilinçli çabasına bağlı ol duğunu vurguladık. Ama yine de gelişme nin bu bağımsız dinamikleri, aynı şekilde sistem tarafından manipülasyona uğratı larak sahte bir bilincin oluşmasını orta dan kaldırmıyor, en azından onu yok say mıyor. Bunun küresel çağda esas olarak nasıl bir gelişme gösterdiği üzerinde dur mak gerekiyor. İşimizin en çetrefilli ve
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ aşmamız gereken noktası burasıdır ve bu asla unutulmamalıdır. Küresel kapitalizmin üretim ilişkile rinde var olan üretici güçlerin ikinci aya ğı dediğimiz beceri, yetenek ve zihinsel gelişim sorunlarında ciddi problemlerin ortaya çıktığını biliyoruz. Bu yadsınamaz. Üretimin biçimi ve nasıl üretildiği, insan ların yaşamının da biçimini oluşturur. Genel olarak şöyle de diyebiliriz; insanın tarihi aynı zamanda üretimin de tarihidir. Elbette üretim maddi bir karakter taşır. Bunu anlamak mümkün. Ama doğayla in sanlar arasındaki ilişki, kuşku yok ki aynı şekilde toplumsal bir karakterle de ta nımlanabilmektedir. Dolayısıyla toplum sal temeli olmayan bir üretimden bahset mek gülünç olabilir. İlkel üretimden ve üretim araçların dan modern üretim ve modern araçlara geçiş, ortak üretim sayesinde olmuştur. İlkelliğin aşımı, işbirliği ve ortak çalışma ile gerçekleşmiştir. Deneyim, bilgi, beceri bireyden topiuma mal oldukça, toplum sal yapıdaki gelişme üretimin gelişmesine paralel gelişme gösteriyordu. Böylece emeğin üretkenliğinin artması, doğanın in sanlar tarafından egemenlik altına alın masına bağlı olarak gelişiyordu. İlk ihti yaçların karşılanması için gerekli aletler yeni ihtiyaçlara yol açtı. Bu ise yeni ilişki lere... Bu anlamda gerçek tarihten bah setmek gerekirse, doğal olarak insanın yaşamını idame ettirmek için verdiği mü cadeleden (üretim ve bölüşüm mücade lesinden) bahsetmek gerekir. Burada kullanılan araçlara paralel olarak tüketi len güç olarak insan emeği ve bunların toplamı, üretici güçleri oluşturdu. Deyim yerindeyse emek üretici güçlerin çekir dek merkeziydi. Böylece üretim sürecin de ortaya çıkan toplumsal üretim, zo
runlu olarak toplumsal ilişkileri doğur muştur. İşin doğalı şudur; üretim güçleri ile üretim ilişkisi birbirini koşullayan ay rılmaz bir bütünlük göstermeden ede mez. Bu birlik üretim tarzı ile anlam ka zanmıştır. Gerçekte üretim güçleri dediğimiz zaman, insan ile doğa arasındaki dönüşü mü gerçekleştiren güçlerin toplamı anla şılır. İnsanın doğa ile ilişkisinde, doğanın içinde var olan maddi nesneleri ve süreç leri çalışmanın konusu yaparlar. Bunun için iş araçlarından yararlanırlar. Çalışma nın konusu ile iş araçları birlikte üretim araçlarını oluşturur. Araçlar üretici güç lerin önemli bir parçasıdır. Bu araçlar doğal olarak üretim güçlerinin gelişme düzeyini göstermesi bakımından önemli dir. Gerek çalışmanın konusu gerekse de iş araçları, canlı varlık olan insandan ayrı düşünülemez. Ayrıldığı noktada üretici güç üretici güç olmaktan çıkar. Üretim de ortadan kalkar. Olmazsa oimaz koşul canlı insan emeğinin devrede olmasıdır. Bu nedenle asıl üretici güç insandır fo r mülünün espirisi bu noktada anlam kaza nır. Böylece üretim araçlarının kullanımı, yeni araçların üretimi bütünüyle işçinin bilgi ve becerisi ile ilgili bir sorundur. Ye nilenen ve modernize edilen iş araçları, doğanın dönüşümü için doğa biliminin bi linçli kullanımını yarattı. Elbette bu doğa nın bilinçli dönüşümünde emeğin rolünü ve toplumsal ilişkileri önemli derecede görmezden gelen pozitivizmin sınırı ile açıklanamaz. Böylece bu süreç yeni var oluş biçimine dönüştü. Sonuçta bilimsel teknik devrim olarak formüle edilen sü reç, üretim güçlerinin niteliksel değişimi nin yollarını açmıştır. Böylece emeğin üretkenliği, verim ve kalite artmıştır. Bu süreç doğal olarak canlı emekte --------------------------------------------- 83 —
— yol---------------------------------------değişimlere yol açtı. Denetleyici, gözlemleyici uzman ve meslek yapılarında yenilikler ortaya çıktı. Kafa emeği ile kol emeği aynı gövdenin uzuvları olmasına karşın ayrışması derinleşti. Kuşkusuz ÜG’lerin doğasal gelişmesi, bilgi, beceri ve kültürel gelişmenin artması anlamına gelecekti. Ama bu süreci boşa çıkaracak önemli manipülasyonlar geliştirildi. Kapi talist yapının ideolojik aygıtları elit bir ta baka dışında bu sürecin önünü kesen bir dizi argümanlarla birlikte oluştu, işsizlik, bilginin dezenformasyonu, kültürlerin yı kımı, toplumsal güvensizlik, küçük ve o r ta işletmelerin yıkımı, enflasyon, artan fi yatlar, savaşlar, hastalıklar vb. bu düşün ceyi sınırladı, onu gündelik çıkarlar içinde eritti. Sermayenin artan egemenliği altın da üretici güçlerin gelişmesi, insanların çıkarına olmaktan ziyade tekellerin daha fazla sömürüsüne ve kar hırsının artma sına yol açtı. Var olan denklemde bir terslik oldu ğu açık. Çünkü ÜG’lerin büyümesi ve ge lişmesi emeğin üretkenlik düzeyini de belirler demiştik. Bu anlamda toplumsal ilerlemenin de denek taşıdır. Doğal ola rak maddi üretimin artışı işçinin düşünsel ufkunun da artması demektir. Kolekti vizm, ortak mücadele, örgüt, bilinç vb. konularında gelişme göstermesi demek tir. Doğal gelişme böyle olması gerekir di. Ama gelişme böyle olmadı. Biliniyor ki bireylerin ne olup olmadığı sorunu, Marksist dünya görüşü tarafından, ancak üretimin maddi koşulları tarafından belir leneceği fikrine dayandırılır. O halde küresel kapitalizm koşulla rında birey, üretimin maddi koşulları içinde nasıl bir evrim gösteriyor? Bu so ruya cevabımızı verebilmek için biraz da ha derinleşmeye ihtiyaçımız vardır.
84
İŞBÖLÜMÜ İLE DÜŞÜNCE YAPISI ARASINDAKİ İLİŞKİ SORUNU Marx şöyle bir değerlendirme yapar; “ Bir ülkedeki üretici güçlerin hangi düze ye kadar geliştiği o ülkedeki işbölümü nün geliştirilmiş olduğu seviye tarafından gayet açık bir şekilde ortaya konur.” 3 Bugün işbölümündeki gelişme seviye sinin düzeyi, gelişmiş üretici güçlerin de (maddi ürettici güçler olarak) seviyesine eşittir. Bunun ayrıntısına atıf yapmaya ve göstermeye gerek olmadığına inanıyo rum. Yeni işbölümlerinin dünyamızın içinde bulunduğu koşullarda artan oranda gelişmiş olması, sermayenin ve özel mül kiyet sisteminin tümüyle egemen karak terini göstermesi bakımından önemlidir. Elbette bu üretimdeki verimlilik ve ona bağlı olarak maddi araçların geliştiği dü zeyi gösterir. Fakat bu durum aynı şekil de bu sürece bağlı olarak bireyler arasın daki ilişkilerde de kendini duyumsatmıştır. Bu ilişkinin ana karakteri yukarıda be lirttiğimiz gibi insanın insan olma kimliği nin tümden yıkımı ile kavranabilir oldu ğudur. Kuşkusuz düşünce üretimi, maddi ilişkilerin ve maddi eylemlerin diliyle olu şur der Marx. Bugün ne yazık ki bütün maddesel ilişkiler, fikirlerin kolektivizmi ni yıkan bir karakter ile tanımlanabilmek tedir. “ İnsanlar kendi kavramlarının ve fi kirlerinin üreticisidirler” diyen Marx de vamla şunları belirtmişti; “ ...kendi üretici güçlerinin belirli gelişimi tarafından belir lenen ve en ileri biçimlerine kadar bu üretici güçlere tekabül eden gerçek, aktif insanlar olarak insanlar.” (Marx K, s. 26) Bugün üretici güçlerin gelişimi, üreti min maddi koşullarına bağlı olarak, üste lik bu üretici güçlere tekabül eden düzey olarak yeni insan ilişkilerini ortaya çıkar
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ mıştır. Bugünün postmodernist ideoloji sinde insan ilişkileri sistemi aynen Marx’ın ifade ettiği gibi “ karanlık film odalarındaki gibi tepe üstü ortaya konul muştur.” Böylece “fiziksel yaşam süreci içerisinde cisimlerin görüntülerinin reti naya ters düşmesi gibi bu olgu da, doğal olarak, onların tarihsel yaşam süreçlerin den aynı şekilde tepe üstü çıkar ortaya.” (Marx K, s.26) Kapitalizmin postmodernist ideoloji si, insanal varoluşun temel öznesi olan kolektif bilinci yıkarak, insanı amaçsız ve gündelik bir yaşamın esiri haline dönüş türmüştür. Marx’ın da belirttiği gibi insa nı insan yapan bilinci, karanlık film odala rına hapsetmiştir. Gerek üretici güçler gerekse onun bir öğesi olan ve canlı emekte billurlaşan bilinç, küresel kapitalizmin üretim koşul larında, hem birbirini tamamlayan hem de birbiriyle çatışmalı olan süreçleri ya ratmıştır. Ama burada bir başka öğeden daha bahsetmek mümkündür; bu da top lumsal ilişkilerdir. Denklemin bu üç aya ğı, zorunlu olarak üretim sürecinden başlamak üzere bütün toplumsal yapı içinde işbölümünün yaygınlaşması üzerin den şekillendi. Sistemin oluşmasının asli öğeleri olan bu süreç, daha önce belirtti ğimiz gibi zorunlu olarak çatışmalı bir sü reçtir. Çelişkili toplumsal yapı, sistemin varoluş öğeleriyle birlikte yabancılaşma nın (sadece üretim sürecinde işçinin üre tilen mala ve sermaye gücüne karşı bir kopuşu/yabancılaşması değil) ağırlıklı bir eğilim olarak, toplumun varoluş etmen lerine karşı bir süreç içinde oluşmasını da yaratmıştır. Yabancılaşma iki pratik öncül tarafından ortadan kaldırılabilir; il ki emekçilerin tahammül edilemez bir duruma doğru kayması, ister istemez bir
devrimsel başkaldırıya yol açar. Hatta Marx’ın ifadesiyle söylemek gerekirse “ insanın kendine karşı devrim yaptığı” durumdur bu. İkincisi çoğunluğun mülksüzleşmesi sürecidir. “ Mevcut zenginlik ve kültür birikiminden yoksun olmak.” (Marx K, s.41 -42) İşte bu iki temel öncül, genel olarak (olması gereken) ÜG’lerin yüksek dü zeyde gelişmesini de sağlar. Dolayısıyla ÜG’lerin gelişmesi mutlak gerekli bir pratik öncül olarak kabul edilebilir. Çün kü kapitalist üretim biçiminde çelişki, “ ...sermayenin içerisinde hareket ettiği ve tek başına hareket edebildiği, özgül üretim koşulları ile sürekli çatışma içerisi ne giren, üretici güçleri mutlak biçimde geliştirmeye doğru bir eğilim taşımasın dan doğar.” 4 Kapitalist yapının bu onulmaz çelişki si içerisinde, işçi kendi yaşamını idame ettirmek için sürekli olarak talep etmesi (maddesel veya zihinsel gelişmesi anla mında) gerekir ve doğal olarak bu yay gınlaşır. Bu emekçinin sürekli yoksullaş ması ile paralel giden bir süreçtir. Talep lerle ihtiyaçların genelleşmesi mücadele nin nesnel zeminlerini de olgunlaştırır. Zorunlu olarak bu durum üretici güçle rin sadece maddi/teknik yanını geliştiren bir öge olmaktan çıkar. Devreye emek çinin gündelik yaşamından kaynaklanan çelişkiler zinciri onun zihinsel gelişmesi nin temellerini de atar. Devrimin hem büyüme ve yaygınlaşmasının hem de bir birine bağlanmasının şartlarını yaratır. İş çi sınıfının özgürleşmesinin ve kendi de ğerleriyle buluşmasının yolu, emek süre cinde sınıfın günlük kaygılardan kurtuldu ğu noktadan sonra başlar. Yeni süreci ta nımlarken tam da bu noktada bir kopuş tan bahsetmemizin anlamı bu noktada
__ yol__________________________ saklıdır. Küresel kapitalizm bir dizi argü manla işçi sınıfını gündelik kaygıların içine hapseden araçları yaratmıştır. Üstelik bu sadece maddi araçlar da değildir. İdeolo jik ve kültürel manipülasyon araçları bu sürecin derinleşmesine eşlik etmektedir.
KÜRESEL KAPİTALİZM KOŞULLARINDA ÜRETİCİ GÜÇLERİN TEK YANLI GELİŞİMİ VE MANİPÜLASYON SÜRECİ NASIL AŞILABİLİR? 19. yüzyılda ağır sanayinin İngiltere’de filizlenmesi, özel mülkiyet sistemi olarak tanımlanan kapitalizm için ayak bağını oluşturacak temel olan üretici güçleri ya ratmıştı. Gelişen bu üretici güçler başlan gıçta tek yanlı geliştiler ve bir süre sonra kendilerinin işe yaramaz olduklarını gör düler. Bunun nedeni yine üretici güçlerin tek yanlı gelişmesi sorunundan kaynakla nıyor olmasıydı. Marx bu süreci şöyle izah etti; “ Bu üretici güçler özel mülkiyet sistemi içerisinde te k yö nlü g e liş tile r ve büyük bir çoğunluğu yine aynı sistem içerisinde yıkıcı birer güç haline geldiler, dahası, bu güçlerin büyük bir çoğunluğu kendilerini işe yaramaz bir durumda bul dular.” (abç)5 Kendilerini işe yaramaz du rumda bulmalarının esas nedeni, burju vazinin, üretici güç olan işçi sınıfının zi hinsel üretiminin paralize edilmesine da yanmış olmasıdır. Üretimin asli öğesi olan işçi, üretim sürecinde nesnel bir var lık olarak yer almış olsa da, o, bir canlı varlık olarak kendini var eden düşünsel/zihinsel üretkenliğinden kopartıldı. Böylece ideolojik ve kültürel baskı, sını fın kendi değerlerinden kopmasına yol açan sürecin önünü açtı. Elbette bu, tek nik ihtiyaçların yeniden devreye sokul _
86
ması ve yeni taleplerin yaratılması süre cinde oluştu. Nitekim Marx’ın da dediği gibi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, “ zihinsel üretim araçlarını da kont rol etmektedir.” Nitekim bu durum, ya ni düşünsel üretim araçlarından yoksun bırakılan işçi sınıfı ve onun düşünsel dün yası, zihinsel üretim araçlarını elinde bu lunduran burjuvazi tarafından yönlendir meye açık hale geldi. Elbette bu açıklama, yeni sürecin küresel kapitalizm koşulla rında nasıl bir işlevle yükümlendirdiğini göstermesi bakımından önemlidir ve yol gösterici bir özelliğe sahiptir. Dahası gü nümüzde özel olarak işçi sınıfının genel olarak insanlığın kendi değerlerinden ko puşunun nedenlerini ve ilk ipuçlarını ver mesi bakımından hayati bir açıklama gü cünü gösterir. Küresel kapitalizm koşullarında, ÜG’lerin tek yanlı gelişmesinde çok önemli sonuçlara yol açan belli başlı yapı sal özneler üzerinde durulabilir. Bu dö nemde, özellikle spekülatif sermayenin ve onun üzerine oturan politik yapıların, üretim sürecinde ortaya çıkan üretim güçlerinin zihinsel üretim dediğimiz ide oloji, politika ve kültür değerlerinin yıkı mını ve tahrip etme gücünü gösterdi. El bette bir önceki döneme göre bu farklı lığın üzerinde düşünmek gerekir. Ama yine de bu süreç, ÜG’ler üzerin deki yıkıcı olmasına rağmen, kapitalizm için ayak bağını ortadan kaldırmadığı gibi onu daha da derinleştirdi. Üretim güçle rinin modernize edilen teknik araçlar dü zeyinde tek yanlı gelişmesi ile düşünce aktivitesi arasındaki kopukluğun tarihte hiçbir zaman görülmemiş bir düzeye işa ret ettiği doğrudur. Ama onun var olu şun nedenlerini yok edemediği de bir o kadar doğrudur.
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ Bu yıkıcı öğenin ÜG’lere maliyeti esas olarak iki alanda ortaya çıkmıştır; ilki ya pının değişim sürecinde ÜG’lerin kendini işe yaramaz olarak görmeye yol açmıştır. Adeta bugün tarih yeniden tekerrür eder gibidir. Bugün işçi sınıfının genişleme ve büyüme sürecindeki fiziksel gücüne paralel düşmeyen bir atalet içinde olma sının ve konum kaybına yol açmasının esas nedeni bu noktadır. Çünkü işçi, şim dilik kendini ve değiştirme gücünü kendi öznesinde görmüyor. Bunun esas nedeni sınıfın kendi değerlerinden kopmuş ol ması ve bilinç parçalanması olarak açıkla nabilir. Ufuk kaybı dediğimiz noktadır bu. İkincisi tümüyle bununla ilgilidir. Üretici güç olarak değiştirmenin bütün olanakla rı, sistemi yıkacak olanaklar anlamında kendi elinde toplanmıştır. Çünkü o meta üretiminin asli öğesidir ve emek olmadan hayatın yeniden var olması da düşünüle mez. Bu kendi düşünsel sınırından ba ğımsız olarak ona verilen fiziksel bir gü cün de göstergesidir. Çünkü kapitalizm, ulusal çitleri de yıkarak uluslararası düz lemde üretimin asli öğesi olan bir sınıfı yarattı. Bu sınıf, gerek kapitalistle ilişki sinde gerekse kendi kendisiyle ilişkisinde açık ve anlaşılır yapısal bir olgu yarattı. Bu çatışma ortamının kendisine bir vur gu olarak ortaya çıktı. Böylece üretim ilişkisi ile üretim güçleri arasında ki antagonizmanın çözümü, zorunlu ve kaçınıl maz olarak devrimi gündeme getirecek bir sürecin önünü açması gerekirdi. Bu noktada özellikle şu tanım önemlidir; “ ...bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üretim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler ile uzlaşmaz karşıt
lıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli eder. Bunu, üretimin mad di gelişmesi ile toplumsal biçimi arasında ki bir çatışma izler.’’6 Her ne kadar bu süreç yeni bir devri min kaldıracı olmasını sınırlayan bir dizi etmen tarafından sarılmış olsa bile, bu varoluşun kendisi ortadan kaldırılmış de ğildir. Şimdiki süreçte bu durum kısa va dede çözümsüz gibi duruyor. Ancak çatışmalı bu potansiyelin çözümünün başka bir seçenek yolu da kalmamıştır, dolayı sıyla bu yol tümden kapanmıştır. Şunu demek istiyorum; bu antagonizma. bütün toplumsal yaşamı ve onun bütün versi yonlarını belirleyen bir ortamın varlığına işaret etmektedir. Çözümsüz kalma noktası toplumsal krizin ana nedeni ola rak ortaya çıkmıştır. Bunun daha fazla devam etmesi insanlığın toptan yok ol ması anlamına gelmeyecekse tersi düşü nülemez. Eğer çözümsüzlük devam ederse, başka bir deyişle çözüm devrimsel bir yolla kendi kanalına akmazsa, yani sı nıf bilimi kendi rolünü oynayacak bir ze min bulamazsa, o zaman ortaya bütün bir toplumun yıkımı anlamında yeniden bir barbarlık dönemine yol açar. Elbette şu değerlendirmeyi yok sayamayız; “ Kendi kendini ortadan kaldıran aklın ge lişmesi son bulduğunda, kendisine, bar barlığa ya da tarihin başlangıcına geri dönmekten başka yapacak bîr şey kal maz.” 7 Bu ise sonuç olarak insan soyu nun tüketilmesi ve yok edilmesi süreci dir. Dolayısıyla insanlığı bu sorunun çö zümüne çekecek olan uluslararası prole tarya, ağır bir toplumsal krizin içinden geçerek kendi çözümünü zorunlu olarak dayatmak durumundadır. Bu sadece pro letarya için değil, bütün toplumun kurtu luşu için gerekli bir kuraldır. Bunun şim ______________________________________ 8 7 -—
— yol---------------------------------------dilik bölgesel veya ulusal bazda ipuçlarını görüyor olmamız gelecek açısından olumlu bir referansı bize iletmektedir. Çünkü insan düşüncesinden bağımsız olarak gelişen sınıflararası mücadele nes nelliği, zorunlu olarak işçi sınıfının ideo lojik, politik ve kültürel değerleriyle bir leşmesini sağlayacak olanakları hızla dev reye sokacaktır. Kuşku yok ki bu süreç, burjuvazinin kapsamlı manipülasyon ha reketleri tarafından engellenmektedir, ama bu süreci tümüyle ortadan kaldıra mamaktadır. Şimdi tam da olan budur. Marx’ın şu değerlendirmesi sadece tarih sel bir anektod anlamında değil, ama da ha çok günümüzün hareket biçimini gös termesi bakımından da önemlidir; “ Daha önce gördüğümüz gibi, üretici güçler ile ilişki biçimleri arasındaki çelişki, geçmiş tarihlerde, kendi temelini tehlikeye dü şürmemiş de olsa, her seferinde zorunlu olarak bir devrime yol açmamış da olsa, ikinci derecede önemli çeşitli biçimlerde, örneğin, her türlü çatışmayı, çeşitli sınıf ların çatışmasını, bilincin çelişkilerini, dü şüncelerin savaşını, politik mücadeleleri vs. kucaklayan biçimlerde, devam ederek birçok defalar ortaya çıktı. Dar bir bakış açısıyla bakıldığında bu ikinci derecedeki önemli biçimler devrimin kendisinden kopartılarak devrimin asıl temelleriymiş gibi kabul edilirler; ve bu devrimci müca deleye girmiş bireyleri kendi eylemleri konusunda, kültür düzeylerine bağlı ola rak ve tarihsel gelişim aşamasına göre en kolay aldatabilecek (yanıltabilecek) bir şeydir.” 8 Demekki var olan, üstelik seyri en ağır bir şekilde gelişen bu antagonizma, kaynağını üretici güçler ile üretim ilişkile ri arasındaki çelişkiden almaktadır. Bu temel var oldukça bu çelişkinin var olma ___
88
sı nasıl ki kaçınılmaz bir durumu gösteri yorsa, onun çözüm yollarını da kaçınıl maz olarak gösterecek demektir. Burju vazinin manipülasyonu bu süreci ortadan kaldıramaz ve bu başka bir şekilde dev rimci durumun varlığına işaret etmekte dir. O halde gerisi devrimci mücadelenin yanıltıcı öğelerden kurtulmasına ve ken dini her düzeyde yenilemesi sürecine bağlıdır. Üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin çelişkisel varlığı, özünde sermaye ile emek arasındaki çelişkinin yapısal düzey deki görüntüsüdür. Bu çelişkinin ortadan kalkması, yoğunlaşmış emek ile özel mül kiyet arasındaki ilişkiden birisinin ege men olmasına veya her ikisinin birden ortadan kalkmasına bağlıdır. ÜG olarak birey/işçi, bu çelişkinin çö zümündeki asli öğeyi oluşturur dedik. O halde bu temel özne üzerinde durmamı zın anlaşılır bir nedeni daha vardır. Birey, kapitalist üretim yapısı içinde diğer yapı lar gibi işbölümüne tabi tutulmuştur. Bu gelişmenin ortak bir özelliği de karşılıklı birbirine bağımlılık ilişkisidir. Marx’ın Sismondi’den aktardığı gibi, karşılıklı ilişki bireylerin ortak örgütlenmesinin de çıkış noktasıdır ve “bireylerin birliği, ser
mayenin birliğine karşı olmadan kurulamaz,” İşbölümünün olağanüstü artması, sermayenin olağanüstü dağılımı nı, dolayısıyla egemenliğini perçinleniş tir. Ancak emeğin biçimi ne olursa olsun emek koşullarını, kullanılan araçları ve mülkiyet biçimlerini belirleyen esas et ken sermayenin yoğunlaşmış halidir. Marksizm bu süreci şu ana eğilim üzerin den analiz eder; ÜG’lerin feodal dönem den farklı olarak bireylerin birbirinden bağımsız ve kopuk bir şekilde ortaya çık tığı doğrudur. Bunun sebebi, bireylerin
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ birliği temel bir güç olduğu halde, bunun farkında olmadan parçalanmış olarak ya şamlarını sürdürüyor olmalarıdır. Aslın da bu noktada emeği temsil eden birey lerin gücü, kendi öznesinden koparak, özel mülkiyetin gücü haline dönüşmüştür. Burada kendi gücünden habersiz bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı değildir. Demek ki der Marx “ ...bir yanda olması gerektiği gibi maddi biçimlerle varlığını sürdürmüş olan ve bireyler için artık bi reylerin gücü olmayıp özel mülkiyetin gücü olan ve dolayısıyla özel mülkiyet sa hibi oldukları orana göre bireylerin gücü olan bir üretici güçler topluluğu vardır elimizde.” Marx devamla belirtir; “Geç
miş devirlerin hiçbirinde üretici güçler bireyler olarak, birey ilişkile rine hiçbir zaman bu kadar yabancı olmamıştı.” (abç) (Marx K, s.88) Bu analiz, bugün için ÜG’lerin rolünü ve işlevsel konumunu tayin etmek açısın dan önemli çıkış noktamızdır. Şu soru yersiz değildir; bugün üretici güç olan birey/insan, tarihin belli bir evresinde şim di yeniden geriye dönüşle yüzyüze mi kalmıştır? Tarih geriye doğru mu dön mektedir? Kendi değerlerinden kopmuş bir ÜG’lerden bahsetmek yanıltıcı mıdır? Benzetme farklı tarihsel koşulların varlı ğına rağmen, ÜG olan bireyin kendi ken dine yabancılaştırdığı doğrudur. Böylece kendi gücünün farkında olmayan par çalanmış bir ÜG’ler topluluğu vardır önümüzde ve bu sermayenin vahşi ege menliğinin sürdürülmesinin de asli nede nidir. Bu aynı şekilde yabancılaşmanın derinliğini de gösteren bir açıklamadır. Kuşku yokki üretici olan birey, birbirin den kopartılarak insanı var eden gerçek yaşam değerlerinden uzaklaştırılarak bi rer soyut varlıklar haline getirilmiştir.
Sonra döneceğimiz gibi, sosyalist stratejinin yeniden kurulmasının ki lometre taşlarından birisi, insanı yeniden tanımlayacak bir felsefi pratiğin (tarihsel materyalizmin) konusu olacağıdır. Bu ise önümüze “praksis felsefe”ye (üretken üret kenlik dediğimiz) yeniden dönme miz gerektiğini göstermektedir. Bugün ÜG olarak insan, başka bir de yişle bireylerin var oluş biçimi arasında temel bağ olan emek, kendi varoluşsal aktivitesini büyük oranda kaybetmiştir. Bunun nedeni küresel emperyalizmin, üretim süreci dahil bütün altyapı özneleri ni parçalaması, daha da önemlisi bu yapı nın üzerine kurduğu politik egemenlik yapısının medya faşizmi ile insanal değer lere dönüşün ilk kıvılcımları olan zihinsel üretkenliği yok etmeye çalışması ve insa nı düşünemeyen bir varlık olarak “ hay vanlaşma” sürecine çekmesidir. Çünkü bireyler arası bağımsız ilişkiler birbirin den koptukça, maddi hayatın üretiminde emek, artık zihinsel üretimi geliştiren bir temelden koparak, salt maddi üretimin birer araçlarına dönüşür. Yani “ insanın araçsallaştığı” (Marcuse H.) dediğimiz bir noktadır bu. Şu yanıltıcı anlayıştan kurtulmak zo runda olduğumuzu söylemek istiyorum; ÜG’ler, her daim değişmeyen/biçimlenmeyen ve statik olarak sürekli ileriyi temsil eden bir olgusal güç değildir. Bu zaman zaman olumlu bir dinamik göste rebileceği gibi olumsuz bir rol de oyna yabilir. Eskiden ÜG olarak birey, kendi asli amaçlarıyla birlikte varlığını güvence ye almak için, bütün ÜG’leri kendi du rumlarına uydurmak zorundaydı. Çünkü kontrol mekanizması zorunlu olarak kendi elinde toplanıyordu. Ancak bunun
--------------------------------------- 89 —
— yol---------------------------------------paralel bir ilişki olarak ortaya çıkabilme si için, ÜG ile üretim ilişkisine denk dü şen bir süreç yaşaması gerekiyordu. Her ne kadar ÜG ile Üİ arasında bir antagonizma varlığını sürdürse de, Ü i’nin varlığı o günün koşulları ve nesnelliği düzeyinde ÜG’lerin çift yönlü gelişmesini engelleyemiyordu. Bu güçlerin kendi asli rolünü oynayabilmesi için, üretim araçlarına hükmederek (ve ona denk düşen) birey sel yeteneklerin geliştirilmesi sürecini ya ratması gerekir. Oysa bugün küresel ka pitalizm koşullarında, ÜG’ler ile Üİ ara sındaki ilişki de, egemenlik yapısı, üreti min de parçalanması ile birlikte ÜG'lerin üzerinde kendi kültürünü, ahlakını vb. yaratarak onu önemli derece de yıkıma uğratmıştır. Bu süreci aşmanın yolu
şudur; ÜG olarak canlı emek, aynı zamanda bir bireyse, birey olarak ÜG’ler kendi toplam yapısını, yine kendi öz faaliyetine göre biçimlen dirmek zorundadır. Durum şimdilik böyle bir rota izlemiyor. Çünkü birey kendi asli varoluş süreçlerinden kopartılmıştır. Politik yapı bu süreçlerin araçları nı yok ederek kendi yapısal araçlarını ya ratmıştır. Bu anlamda en büyük ÜG olan insan, bugün ne üretim araçlarını kontrol edebilmekte ve ona hükmetmekte ne de yetenekleriyle birlikte zihinsel üretkenli ğini gerçekleştirebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi bunun bir nedeni, zihin sel üretim ile birlikte yeteneklerini de sı nırlayan yeni üretim sürecinde emeğin, teknolojinin gelişmiş aygıtlarına bağlan mış ve onun bir parçası haline dönüştü rülmüş olmasıdır. Bu yeni süreç, krize çözüm olmadığı gibi, tersine giderek onu daha da derinleştirmiştir. Ama gelişme umut dolu bir süreci önümüze koymuş tur; çünkü işçi sınıfı ilk görüntülerin bu
__ 90
olumsuz tablosuna karşın, yine de dev rimci dinamikleri yaratmadan var olama maktadır. Bu sürecin iki temel görüntüsü şudur; teknolojik gelişimin hızına paralel ortaya çıkan yeni işbölümü süreçleri, emek sürecini parçalamış olsa da, üreti min bilgisine sahip olan ve giderek zihin sel üretim koşullarını hazırlayarak kültü rel değerlere sahip çıkacak bir sınıf pro filini ortaya çıkarmıştır. Bunun temelini şimdiden hazırlamıştır. Dolayısıyla ege men yapı ne yaparsa yapsın bundan kaçınamamaktadır. Bu sürecin derinleşmesi diğer birçok faktörün çözümünü de hız landıracaktır. Kuşkusuz burada öncünün, politik felsefenin çözümleyici gücünü ya ratmak gerektiğinin önemli olduğunu söylemek gerekir. İkinci nokta doğrudan kapitalizmin krizine bağlı olarak temel çelişkinin artması sürecidir. Burada kas tettiğimiz gerçek şudur; üretimin aşırı karakteri ile tüketim kalıplarının sınırlan mış olması krizin daha da derinleşmesini göstereceği açıktır. Bütün istatistiki veri ler de gösteriyor ki, dünya nüfusunun 5/6’sı açlık ve yoksulluk ve açlık sınırında yaşıyor. Bu ekonomik dilde karşılığı emek ile sermaye arasında, politik dilde ise burjuvazi ile işçi ve emekçi sınıflar arasındaki onulmaz çelişkinin derinliğini gösterir. Artan işsizlik dünyada “ nüfus fazlası” olarak da yorumlanmaktadır. Bir zamanlar Marx, “ bireylerin çoğunluğun dan” bahsetmişti. Bu fazlalık kapitalizm için elbette bir fazlalıktır. Bu durum şim dilik bir yanıyla işçi sınıfı hareketini zor layan ve onu sınırlayan bir rol oynadığını biliyoruz. Başka bir yanıyla bunun geliş menin dinamikleri açısından önemli bir kaldıraç olduğunu da saptayabiliriz. An cak gelişimin m otor gücü olan hayatın bu nesnel çelişkili yapısı, nüfus fazlalığı de
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ nen, daha çok işsiz kitle olarak tanımla nan bu yeni ve hazır emek potansiyelini yeni bir stratejik denklem ile birleştire cek politikalara gereksinim duymaktadır. İşte dünyanın yeni olan bu nesnelliği, şimdilik birbirinden kopmuş olan bu iki devrimci dinamiği birbirine yaklaştıran bir sürecin önünü açması gerekir. Bura da hem genişleyen ve büyüyen yeni emek biçimleri devreye giriyor hem de onun doğrudan ayrılmaz bir parçası olan “ üretken veya yararlı” emek türü devre ye giriyor. Aslında bu, ÜG’ler sorunsalı nın yeniden Marksizm’in yaratıcılığı te melinde yeni bir analize kavuşturulması gerektiğini gösterir. Bu ikili yapının ortak bir strateji etrafında birleştirilmesinin becerisi tümüyle sınıfın öncü güçlerinin inisiyatifine bağlanmış durumdadır. Küre sel kapitalizmin bütün ideolojik ve kültü rel araçları ile bu iki yapıyı birbirinden kopartmaya dönük manipülasyonunun kırılmasının olanakları tümüyle doğmuş tur. Çünkü gerçek yaşamın bizzat kendi si devrimcidir ve bu bize büyük olanaklar sunmaktadır. Bugün ÜG’ler sorunsalında çözüme kavuşturulması gereken sorun, büyük oranda kendi özsel faaliyetinden kopartıl mış olan emekçilerin (bireyin), ÜG’lerin işlevsel bütünselliğine uygun hale getiril mesi ve kişisel faaliyetini kendi sınıf ger çekliği ile bütünleştirmesi sorununda yatmaktadır. Aslında bu sorun, proletar yanın işlevinde saklıdır. ÜG’ler ile Üİ ara sındaki çelişkinin çözüm noktası da bu iş levde yükümlenmiştir. Kuşku yokki pro letaryanın bu işlevi, toplumsal bir devri mi zorunlu kılmaktadır. Devrimin yolu, bireyin kişisel etkinliğini özfaaliyet olarak tanımladığımız sınıfın kolektif faaliyeti dü zeyine çıkarmanın da yoludur. Şimdi ka
pitalizmin bütün manipülasyon araçları ile bu özfaaliyeti yok eden çabalarının na sıl boşa çıkarılması gerektiğinin imkan ve olanaklarını araştırmak, onu yeni bir stratejik denklem içinde tanımlamak gibi bir sorunla yüzyüze kaldığımız gerçeği durmaktadır önümüzde.
TEKNOLOJİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ YABANCILAŞTIRMA ETKİSİ Üretici güçlerin tek yanlı gelişmesin de teknolojinin rolü, yadsınamaz bir ger çekliktir. Yeniden teknolojik sürece dön memizin bir anlamı da bu noktadır. Şim di biz bu sorunu, özet bir sunum içinde salt üretici güçler bağlamında ele almaya çalışacağız. Teknolojinin rolünü anlamak aynı za manda onun toplumsal işlevini anlamak demektir. Teknoloji, hem doğasından ge len hem de kullanım biçiminden kaynak lanan bir dizi sorunu gündeme getirme den edememiştir. Gerçekte teknoloji toplumda Dickson’un da belirlediği gibi üç temel role sahiptir. Bunlardan ilki po litik roldür, İkincisi güç dağılımını göster mesine ilişkin roldür, üçüncüsü toplum sal denetim işleyişine paralel düşen ro l dür.9 Teknoloji tek başına ele alındığında kuşku yokki o bir nesnedir, bir araçtır. Ama bu araç/nesne kapitalist burjuvazi nin elinde, dolayısıyla onun kullanımında politik bir baskı aracına dönüşebilmekte dir. O nedenle ne teknoloji bir ÜG ola rak tarafsız bir kimlik ile tanımlanabilir ne de onun arkasındaki politik gerçek yok sayılabilir. Gerçekten “ ...teknolojik yeniliğin arkasında politik bir süreç var
------------------------------ -------- 91 ---
— yol dır” derken Dickson haklıdır. (Dickson D, s. 214) Bir araç olan teknolojik aygıt lar, üretim sürecinde Marcuse’un da be lirttiği gibi “insanın araçlaştırılmasına” yol açmıştır. Gerçekten de tekno lojinin politik bir baskı aracına dönüş mesi nesnel bir durumun ayırdedici özelliğini göstermesi hiçte şaşırtıcı değil dir. Nitekim Marcuse’un şu değerlendir mesi yabana atılacak bir değerlendirme değildir; “...toplumsal kuvvetleri te
teknolojinin yapısal konumu ile yol açtı ğı ideolojik konum arasında ilişki ve ay rımın üstü kolay kolay örtülemez. Sana yileşme süreci ile birlikte ortaya çıkan burjuva ideolojisinin esas öznesi, tekno lojik gelişmeye paralel olarak, sömürü, politik manipülasyon ve saptırma onun değişmeyen özellikleri olarak kalmıştır. Böylece sömürü meşrulaşmış ve birey ler onu adeta kendi kaderleriymiş gibi algılamaya yol açmıştır.
rör ile olmaktan çok teknoloji ile yenerek, ezici bir etkinliğin ve yük selen bir yaşam ölçüsünün ikili te meli üzerinde ayırdedici yanını gösterir.”10
Bilimsel teknolojik gelişmenin özsel faaliyetinde rasyonel durumu kabul et mek gerekir. Bu rasyonel durumu var eden özsel durum, onun -üretim sürecin deki işlevsel rolüdür. Ama açıktır ki, bu durum aynı zamanda oluşturulan ku rumsal yapıyı da tehdit eden bir potan siyeli taşıması üzerinden atlanamaz bir gerçeği gösterir. Şunu anlatmak istiyo rum; teknolojik yenilenme kapitalist üretim yapısında, bu yapının varoluş ge rekçesinden kaynaklanan çelişkisel ko numu hızla derinleştirmiştir. Bu çelişki sel durum, kapitalist yapıyı ve onun kurumsal/işlevsel yapısını tehdit eden bir öğedir. Aslında bu aynı zamanda ÜG’le rin canlı emek bölümünü işlevsel kılarak kendini aşan bir potansiyelin de açığa çıkmasının zemini demektir. Elbette bu potansiyelin açığa çıkarak işlevsel bir ro le bürünmesi, tümüyle işçi sınıfının kolektif hareketini, dolayısıyla onun ide olojik ve politik hareketliliğini var sayar. Bu işin öncel kısmıdır. Kuşkusuz bu po tansiyel, üretim ilişkileri sürecinde sınıf dinamiklerini de kısıtlayan bir dizi meş ruluk standartlarını yok saymaz. Ama burada esas mesele, sınıfın bu potansi yelinin bilincine vararak kolektif direni şin yolunu açacak örgütsel yapıların ku rulmasıdır.
Bir ÜG olarak teknolojik gelişme, to talitarizm ve diktatörlüklerin yolunu açan, bu sistemleri daha kolay inşa edebi lecek olanaklar sağlayan ve insanı somut insanlıktan soyut insanlığa geçiren, dola yısıyla sanal bir dünyanın bireylerine dö nüştüren bir gelişmenin önünü açmıştır. Nitekim Jacgues Ellul şöyle bir belirleme yaparken haklıdır; “ ...teknoloji, kendi kurallarına boyun eğen ve bütün gele neklerle bağlarını kopartmış, herşeyi yu tan bir dünya yaratmıştır... İnsanın ken disi teknoloji tarafından yenik düşürül mekte ve onun nesnesi haline gelmekte dir.” " Kuşkusuz sanayileşme, dolayısıyla teknolojik yenilenme, insanın yaşam standartını yükseltmede başarılı olmuş tur. Bunu tek başımıza aldığımızda doğ rudur. Ancak sanayinin yarattığı olanak lar, burjuvazinin elinde daha fazla kar ve zenginlik hırsına büründükçe, hem çev renin tahribatına hem de insanın insan olarak yıkımına yol açmıştır. ÜG’lerin tek yanlı yıkımı veya tek yanlı gelişimi bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Gerçekte
__ 92 __________________________
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ * * *
Kuşku yok ki teknolojinin hızla geliş mesi, üretici güçler üzerinde tek yanlı bir rol oynamıştır. Bu esas olarak ‘maddi üretici güçler’ dediğimiz süreçle ilgilidir. ÜG’lerin teknolojik olarak enformasyonal bir düzeye çıkmasıyla birlikte, nesnel/maddi varoluş olarak, bir başka varo luş nedenini, yani insanın varoluş nedeni ni, dolayısıyla onun bütünsel değerlerini bozmuştur. Daha açıkçası ÜG’ler tek yanlı bir gelişme içinde, yeni teknoloji kullanımı ile üretimde hem bir artışa hem de verimliliğe yol açmıştır, ama ÜG’lerin esas öznesi olan canlı emeği makinanın bir parçasına dönüştürerek insanal kimliğini ve değerlerini yıkmıştır. Üretimin kendisi, insanın bir canlı varlık olarak gelişme süreçlerinin ortaya çıkışının da nedeni sayılmaktadır. Ger çekte insan kendi beceri ve yetenekleri ni bu süreç içinde kazanmaktadır. Çünkü araçları yaratan ve kullanan işçidir. An cak teknolojik yenilenmenin hızla geliş mesi, işçinin beceri Ve yeteneklerini yine işçinin elinden alarak önemli ölçüde tek nik araçlara bağladı demiştik. Bu durum doğal olarak işçinin yeteneklerini de sı nırladı. Gerçekte teknoloji burjuvazi tarafın dan, hem üretimin maddi süreçlerinde hem de ideolojik süreçlerinde kullanıl maktadır. Yani özünde bu süreç politik bir süreç olarak tanımlanabilir. Üretici güçlerin maddi bir öğesi olan teknoloji, küresel kapitalist ideolojinin meşrulaştırılmasında, bireyin kolektif konumunun yıkımında ve burjuva egemenlik yapısının tahkim edilmesinde politik bir işleve sa hip bir konuma çıkarıldı. Elbette bu süre ci teknolojinin kendiliğinden yarattığı bir
süreç olarak tanımlamak yanlıştır. Böyle bir yanılsama bizi haklı olarak ‘teknolojik determinizme’ götürebilir. Çünkü işçi sı nıfı ve emekçilerin toplumsal örgütlen mesinin aleyhine bir konuma sürüklen mesi, teknolojinin kendi yapısından kay naklanmaz. Sorun onun hangi ellerde ve nasıl bir kullanıma sahip olduğuyla ilgili dir. A rtık teknolojik yenilenmenin eko nomik ve politik gelişmelerden bağımsız olduğunu iddia etmek, olsa olsa “ ekono mik determinizm” in görüş noktasıdır. Maddi ÜG’lerin tek yanlı gelişme sü reci, teknolojinin hızıyla birlikte, üretim sürecinde zorunlu olarak üretim araçla rına yansıyan, başka bir deyişle, teknolo ji ile sistem modellerinin birbirini karşı lıklı etkilediği, bunu hem maddi ilişkiler de hem de ideolojik süreçlerde ve bu ya pıların kurulmasında bir rol oynadığı asla unutulmaması gereken önemli bir ayrım noktasıdır. Üretim ve toplumsal ilişkiler de karşımıza çıkan teknoloji, doğası ge reği zorunlu olarak egemen yapının çı karlarına koşullanmış bir karakter ile ta nımlanabilir. Kapitalizm koşullarında bur juvazinin çıkarları, toplumsal örgütlen meyi ve bireyin kolektif düşünme kalıpla rını yıktığı oranda, teknoloji sınıfsal ve politik bir rol oynamaya başlar. O to rite r ve hiyerarşik örgütlenmenin denetimi, teknoloji ve onun kullanımı ile çelişkili değildir. Bu kullanım biçimi aslında bü tünsel bir yapıya sahip olduğunu göster mektedir. Dolayısıyla burada bilgi de ka pitalist egemenliği perçinleyen bir role soyundurulmuştur. Daha öncede belirttiğim iz gibi, ÜG’ler, genel bir doğru olarak, ilerleme nin ve toplumsal devinimin asıl temelidir. Ancak bu gelişmenin tek boyutu yoktur. Yani ÜG’ler, ikili bir boyut içinde rol oy-
93 —
— yol
İşçi sınıfının bu siyasal ve entelektüel koşullanmaları nerede ve nasıl kırılmış tır? Maddi süreçler toplamı ile ideolojik koşullanmalar arasındaki kopuşun nede ni, bu eserin asli konusunu oluşturmak tadır. Bizim cevap aradığımız esas sorun bu noktadır.
ğildir, tersine onun kullanış biçimini de belirleyen kapitalist üretim ilişkilerinin varoluşudur. Kapitalist Üretim Biçiminde (KÜB), emek süreci gibi, bilimsel ve tek nik süreçler de sermayeye bağımlı bir duruma getirilmiştir. Bundan dolayı ser maye ile bilimsel teknik süreçlerin, emek üzerindeki yönetiminin birbirinden ayrıl ması düşünülemez. Tersine bu süreçler birbirini tamamlayan süreçler olarak izah edilebilir. ÜG’lerin bir bölümü, teknoloji olarak ifade edilen bilimsel teknik geliş me, hem sınıf ayrımını derinleştiren hem de insanları politik süreçlerden kopartan bir rol ile tanımlanabilmektedir. Bu ko nuda David Dickson’un araştırması dik kate değer bir özellik göstermektedir. Dickson bu konuda şöyle diyor; “ Çağdaş teknolojinin sınıf ayrımlarını ve eşitsizlik leri ortadan kaldırmaktan çok, nasıl pe kiştirdiğini ve beslediğini şimdiden göre biliyoruz. Teknolojiden yararlanmak için yeterli kaynaklardan yoksun olanlar, kalı cı bir biçimde dezavantajlı konuma düşü rülürler... Herkese eşitlik getirecek bü yük demokratikleştirici olmak şöyle dur sun, teknoloji bir toplumsal sınıfın bir di ğeri üzerindeki egemenliğini sürdürdüğü bir başka araç haline gelmiş bulunmakta dır. Teknoloji ne kadar karmaşıklaşırsa bu etkide o kadar çok büyük olur... Tek noloji, insanları politik süreçten uzaklaş tırdığı gibi, işçinin sınai üretim sürecinde denetim kurmasını engellemek için gere ken araçları da sağlar ve ona kendisinin bu süreçte oynaması beklenen, önceden tanımlanmış bir rol sunar.” 13
Burada ÜG olarak teknoloji, kapita list üretim biçimine özgü bir yapı olarak zihinsel ÜG’ler üzerinde yıkıcı bir rol oy nadığını biliyoruz. Bunun nedeni tek ba şına ÜG olarak teknolojinin kendisi de
Gerçekte Marx, işçinin üretim süre cindeki konumunu açıklarken, bu süreci “yabancılaşma” terimi ile izah etmişti. Çünkü bütün değerlerin yaratıcısı olan ve aynı zamanda ÜG’ierin temeli olan
nadıkları zaman, (hem maddi üretici güç leri hem de zihinsel üretim güçlerini ge liştirdiği zaman), kolektif hareketin geliş me zemininin de ortaya çıkmasına yol açar. Gerçekte insanlar bu çelişkinin bilin cine vardıkları zaman, ilerlemenin top lumsal yolu açılmıştır. Tarihsel sürecin böyle bir gelişme gösterdiği dönemlerde, doğal olarak toplumsal devrimler de gündeme gelmiştir. Demek ki kolektif bi linç edinimi, bu maddi hayatın çelişkisi üzerinden, başka bir deyişle ÜG’ler ile Ül’nin çelişkili zemini üzerinden tanımlanı yor olması, Marksist sınıf kuramının vaz geçilmez bir özelliğidir. Ama burada esas sorun, üretici güçlerin çift yönlü gelişme sine denk düşüp düşmemesi meselesidir. Kuşkusuz eski ilişkilerin tasfiyesi ÜG’lerin gelişme düzeyi ile bağlantılıdır. Ger çekten “ insanlık kendi önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar” , çünkü der Marx, “ ...sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulla rın mevcut olduğu ya da gelişmekte bu lunduğu yerde ortaya çıkar.” 12 Sorunun çözüm başlangıcı tam da şu cümlede ya tar; “Maddi hayatın üretim tarzı,
genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşul landırır.” (Marx K, s.3l)
__ 94
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ canlı emek, kapitalist üretim sürecinde, kendini makinanın bir dişlisi gibi duyum samış, dolayısıyla üretimde araçsallaşan bir özne olarak sürece yabancılaşmıştır. İşçi bilindiği gibi bu yabancılaşma sürecini dört boyutu ile yaşamaktadır; bunları şöyle izah etmek mümkündür; üretim sürecinde işçi, işine ve çalışma hayatına, kendi ürettiği ürüne, kendi kendine ve giderek insanlığa karşı yabancılaştırılmış tır. Kuşkusuz bu durum sınıfın toplumsal mücadelesini doğrudan etkilemiştir. Herşeye rağmen buradaki kopuş, top lumsal mücadelede ikili bir rol oynamış tır; bir yanıyla bu işçinin insanal kimliğini aşındıran bir rol oynarken (ki bu aynı za manda sınıfı politika dışına iten manipülasyonların etkisini, nesnenin içine doğru geliştiren bir durum yaratmaktadır), ama diğer yandan nesnel bir varlık olarak üre tim ilişkileri sürecinde, doğru bir düşün sel etkinlikle birlikte (stratejik birlik) onun devrimci rolünün de açığa çıkarıla bilmesinin nesnel zeminlerini geliştiren bir rol oynayabilmektedir. Yani insan dü şüncesinden bağımsız olarak var olan nesnelleşme süreçleri, ister istemez var lığın içine doğrudan giren çelişkileri ve çelişkilerin nedenlerini yaratmadan ede mez. Bu kapitalizmin kaçınamadığı çeliş kili bir varoluştur. Teknolojinin modernleşmesinin hız landığı endüstri toplumlarında insan, yal nız, edilgen, güçsüz, tedirgin ve korkak olarak kendini hisseden bir kimlikle ta nımlanabilmektedir. Psikolog Erich Fromm’da bu tanımdan yola çıkar. “ Umut Devrimi; İnsani Bir Teknolojiye Doğru” adlı eserinde Fromm, bu süreci psikoanaliz çözümlemeleri üzerinden ha reket etmiştir. Başka bir grup yazar ‘Kül türün Sanayileşmesi’nden hareketle şu
öngörülerde bulunmaktadır; “ ama tekni ğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı ol duğu suskunlukla geçiştirilmektedir. Teknik rasyonellik bugün egemenliğin rasyonelliğidir. Bu rasyonellik kendine yabancılaşmış toplumun cebri niteliğidir. Otomobiller, bombalar ve sinema, ken dilerine ait bir düzeye getirici öge hizme tinde bulunduğu haksızlık üzerine gücü nü gösterene kadar, bütünü bir arada tutmaktadır.” 14 Yeniden Marx’ın insanları kendi zihin sel etkinlik sürecinden kopartan yabancı laştırma analizine dönersek, bu analizi en doğru yorumlayan Melvin Seeman’a atıf yapmadan geçemeyiz. Seeman bu süreci dört kategori içinde yorumlamıştır; bun lar; I-Birey kendi dışında cansız sistem (teknoloji) tarafından denetlendiği için kendi güçsüzlüğünü hisseder. 2-Üretim görevlerinin bölünmesi ve küçük parça lara ayrılmasıyla şiddetlenen, bürokratik yapı tarafından beslenen bir duyguyla işi ne yakıştırdığı anlamsızlık, 3-Sık sık işin den kişiliksizleştirilmiş bir biçimde kop tuğunu duyumsayan işçinin kendine ya bancılaşması ve 4-Toplumsal yabancılaş maya ya da bütünleşmiş toplulukların ge nel çözülülüşüne yol açabilen, sık sık Fransız toplumbilimci Emile Durkheim’ın anomi kavramı ile ilintirilen genel bir normsuzluk ve yalıtımdır.15 Aynı yerde Amerikalı toplum bilimci Robert Blauner’in sanayi proletaryası üzerine yaptığı bir araştırmadan çıkardığı sonuç ise oldukça ilginçtir. Blauner’in vardığı sonuç şudur; “ Her ne kadar ya bancılaşmanın söz konusu boyutları bi çim ve yoğunluk olarak, üzerinde çalışı lan sınai sisteme göre farklılık göster-
— yol---------------------------------------mekteyse de, modern imalat teknikleri ve bürokratik sınai örgütlenme ilkeleri genel yabancılaştırdı eğilimler içerir ler.” 16 Böylece şu noktaya geliyoruz; ÜG’lerin kapitalist üretim ilişkilerine ayakbağı olabilmesi, yabancılaşmadan kurtulabil mesi ve toplumsal ilerlemeyi sağlayabil mesi için, ÜG’lerin bir noktadan sonra üretim ilişkilerinden ‘bağımsız’ bir karak ter taşıması lazım. Başka bir deyişle üre tim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin ağırlık noktası, genellikle üretim biçimi ta rafından biçimlendirmekle beraber, üre tim ilişkilerinden bağımsız bazı ilişkilerin var olmasını dışlaması olanaksızdır. Çün kü burada üretim sürecinde ortaya çıkan ilişkilerin esasını kapitalist ilişkiler süreci belirliyor olsa da, işçinin toplumsal ve zi hinsel ilişkilerini tümüyle kapitalistin be lirlemesi düşünülemez. Burada yerinde olarak Buravvoy, emek sürecinde iki tü r ilişkinin birbirinden ayırdedilmesi gerek tiğini söylerken haklıdır. Buravvoy’a göre bu ilişkilerden ilki “üretimdeki top lumsal ilişkilerdir.” Diğeri ise “üre timdeki teknik ilişkilerdir.”17 Ya da yukarıda ifade ettiğimiz gibi ‘maddi üreti ci güçler.’ Böyle bir ayrımın kabul edil mesi gerektiğini söyleyen Ongen, “ ...bu ayrım benimsenirse teknolojinin kapita list olmayan bir toplumsal örgütlenme içinde insan kapasitesi üzerinde yıkıcı et kilere yol açmayacağı daha kolay öne sü rülebilir.” (Öngen T, s. I 14) Bu ayrımın kabul edilmesi sadece teknolojinin yıkıcı etkisini bertaraf eden ve canlı emeğin toplumsal ilişkilerinin önünü açan bir ko num kazanması ile sınırlı değildir, aynı za manda ÜG’lerin tek yönlü gelişmesini sı nırlayan, böylece ÜG’lerin teknik/bilimsel gelişmesine karşın onun zihinsel geliş
__ 96
mesini, dolayısıyla sınıfın kendi değerle riyle buluşmasını da sağlayacak bir top lumsal dönüşümünün de yolunu açacak bir konuma kavuşmasıdır. Bu asla unutul mamalıdır. Dolayısıyla böyle bir ayrımın yapılmasının, ÜG’lerin bağımsız gelişme sorunu üzerindeki engelleyici etkilerin kırılmasının önemli bir gelişme olacağını düşünüyorum. Üretimdeki toplumsal ilişkilerin, teknik ilişkilerden kısmen ba ğımsızlığı (her ne kadar kapitalist üretim biçiminde ondan kurtulması tümden düşünülemese de), ÜG’lerin toplumsal di namiğini, böylece belirttiğimiz gibi onun zihinsel üretimini, kolektif hareket ve ö r gütlenme sürecini hızlandıran bir etmen olarak düşünmek gerekir. Çünkü ÜG’le rin tamamını, dolayısıyla emeğin toplum sal örgütlenmesinin tümünü, sınıf bilinci ni, ideolojiyi, kültür ve politikayı vb. tü müyle sermaye sürecinin dolayımsız bir sonucu olarak görmek yanıltıcı bir yakla şıma kapıyı aralar. Bu Marksizm’in anali tik düşünce yapısına da aykırıdır ve bu “ teknolojik determinist” bir yaklaşım olur. Eğer Burawoy’un bu ayrımı kabul edilirse, ÜG’lerin asli öznesi olan canlı emeğin (işçinin) devrimci dinamizmini an lamamızı daha da kolaylaştırır ki, bu nok tadan sonra alternatif politikaların çıkış noktası çok daha anlaşılır olabilir.
İŞİN DEĞERSİZLEŞMESİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ ROLÜ Küreselleşme sürecinin temel karak terinden birisi, emeğin sermayeye olan bağımlılığının görülmemiş bir düzeyde artmış olmasıdır. Bu durum ortaya çıkan teknik iş biçimleriyle birlikte, doğal ola
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ rak emek sürecinde bir değer yitimine yol açtı. Böylece yeni iş sürecinde bir değersizleşme ortaya çıktı. İş sürecindeki bu değer yitimi, insanın zihinsel üretimi ni de doğrudan etkiledi. Genellikle bu alanda çalışma yapan düşünürlerin ortak eğilimi, teknik işbölümüne dayanan üre tim sürecinde insanın büyük oranda dü şünsel etkinlikten koptuğudur. Gerçek ten emeğin küresel kapitalizm koşulların da her zamankinden daha fazla otamasyonlaşan makinaya bağlanmış olması, hem sömürüyü katmerleştirmiştir hem de canlı emeğin konumunda değişimlere yol açmıştır. Çünkü bu süreç insanı, tü ketici bir öge olarak aptallaştırıcıdır ve insanlık dışı köleleştirici öğelerle doldu rulmuştur. Bu durum doğal olarak “...uygulayımbilim (bilimsel teknik süreç/bn) kas yorgunluğunun yerine
gerilim ya da ansal çabayı geçirmiş tir” diyen Charles R. VValker’ı doğru lar.'8 Nitekim bu süreci yorumlayan Marcuse’un yorumu ise şöyledir; “ Çalışma nın ırasında (karakterinde/bn) ve üretim araçlarındaki bu değişimler, emekçinin tutum ve bilincini değiştirirler ki, bu da yaygın olarak tartışılan bir olguda, emek çi sınıfın anamalcı (kapitalist/bn) toplum ile ‘toplumsal ve etkinsel bütünleşmesi’ olgusunda açığa çıkar.” (Marcuse H, I997;34) Marcuse bu süreci sadece bi linçteki bir değişim olarak yorumlamaz. Bu noktadan hareket eden Marcuse Marksistleri eleştirir. Çünkü ona göre Marksistler bilince olduğundan fazla önem vermişlerdir! Oysa eleştirilmesi ge reken Marksizm değil, Marksizm’i dog matikleştiren akımlar olmalıydı elbette. Çünkü Marksizm yaratıcı bir bilim ola rak, bilinç sürecindeki değişimlerin nes
nel temelinde, esas olarak emek sürecin deki değişimler olduğunu zaten baştan kabul eder. Bilincin böyle temelli olarak değişim göstermesi, kuşku yok ki top lumsal varoluştaki bir karşılığa tekabül etmektedir. İdeolojik süreçler her ne ka dar bağımsız karakter taşısa da, elbette bu süreç üretim sürecinin değişiminden ve onun halkalarından bağımsız değildir. Gerçekten şu öngörü tümüyle doğru bir saptamadır; “ Gereksinmelerde ve öz lemlerde, yaşam ölçününde, boş zaman etkinliklerinde, politikada benzeşme fab rikanın kendisindeki, özdeksel üretim sü recindeki bir bütünleşmeden tü re r.” (Marcuse H, I997;34) Üretimdeki bilimsel teknolojik süreç, işin değersizleşmesine ve işgücünün niteliksizleşmesine yol açmıştır, ama daha önemlisi bu çalışma süreci, işçi sınıfının konumundaki (özellikle muhalif toplum sal konumuna ilişkin) olumsuzluğa yol açan bir dizi argümanı da gündeme taşı mıştır. Bu zayıflama işçi sınıfının hem yer leşik toplumsal aktörlere hem de var olan egemen sisteme karşı dinamik konu munda ortaya çıkan gerilemenin de ne deni olarak anlaşılabilir. Gerçekten bu durum, üretimdeki teknolojik yenilenme süreci tarafından daha da derinleştiren bir etki taşıması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle üretim sürecindeki bu değişim, emeğin fiziksel ve zihinsel yapı sına dönük olumsuz bir etki yaratmıştır. Bu durum üretimin kapitalist karakterin den dolayı emeğin yabancılaşmasına pa ralel gelişen teknolojik yenilenme, işin değersizleşmesine yol açmıştır. Böylece işçi sınıfının nesnel dinamik öğeleri süb jektif öğeler tarafından sarılmaya ya da işlevini sınırlamaya götürecek gelişmele re kaynaklık etmiştir.
— yol—------------------------------------Ancak emeğin değersizleşmesini Marx, sadece işin yabancılaştırılmasına bağlamamıştır, aynı şekilde nüfusun bü yük bir bölümünün iş bulma güçlüğü ile ilgili bir mesele olduğunu da belirtmiştir. Çünkü üretimde teknolojik yenilenme istihdamı daraltmış ve iş gücünü önemli derecede üretim süreci dışına atmıştır. Bu noktadan hareket eden Braverman, makinalaşmaya bağlı olarak üretim süre cinin hem yeni iş güçlerine gereksinim duyduğunu hem de yedek emek ordusu nu büyüttüğünü belirtirken tümüyle hak lıdır. Kuşku yok ki bu durum sınıf strate jilerinin yeniden kugulanması açısından bize ortak bir temel sunmaktadır. Fakat emeğin değersizleşmesi kavra mı bu açıklamalar ışığında yine de göre celi olmaktan çok fazla öteye geçmez. Çünkü emeğin nitelik veya becerisi soru nu, herşeye karşın teknolojik yenilenme sürecinde makinaya bağlanmış olması bir sınırlama taşısa bile, burada ikili bir ka rakter vardır; hem makina kullanımının, dolayısıyla teknolojinin üretime aktarıl ması, sonuçta canlı emeğin yaratmış ol duğu doğal bir sonuç olarak bu sürecin bilgisine kavuşmasını sağlamaktadır, hem de genel olarak bütün ülkelerin, bilhassa geri bıraktırılmış ülkelerin endüstrileri, özellikle geri teknolojik girdilerden dola yı, insan emeğinin ağırlık taşımasını (zo runlu olarak ona gereksinim duymayısını) ortadan kaldırmadığı gibi emeğin niteliksizleşme eğilimini aynı düzeyde var ol maktan çıkaran ve genelleşmeyi güçleşti ren bir özellik taşımaktadır. Niteliksizleşmenin ortaya çıkmasındaki esas sorun olan emeğin dönüşüm süreci/parçalanması, kendi başına salt serbest kapitalizm den tekelci kapitalizme geçişin dinamik leri ile açıklanamaz. Çünkü tekelci kapi
__ 98
talizme yol açan dinamikler içinde, özel likle Buravvoy’un de ifade ettiği gibi, mut lak artı değerden göreli artı değere yol açan süreçte işçi sınıfının mücadelesi var dır ve bu merkezsel bir gerçekliktir. Ama bu konuyu tamamıyla başka bir çalış manın konusu olarak şimdilik bir tarafa not edelim. Burada bizim tartışma konumuz açı sından dikkat edilmesi gereken nokta şu dur; emeğin niteliksizleşme süreci, onun nesnel olarak taşıdığı dinamik ve değişti rici rolünü hangi düzeyde etkilemekte dir. Başka bir deyişle sınıfın toplumsal konumu olarak onun kurucu rolünü han gi düzeyde etkilediği sorunudur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, üretici güçlerin temeli olan canlı emeğin devrimci rolünü sınırlayan ve onu tek yanlı geliştiren kü resel kapitalizmin üretim sürecini anla mamıza yol açan temeller vardır. Emeğin niteliksizleşmesinin, hem ÜG’lerin tek yanlı daralmasında hem de emek ile emeğin yeniden üretimi arasındaki bağlan tıyı koparan yabancılaşmanın anlaşılma sında bir durak olduğuna işarettir. Ger çekte emek süreci, hem sermayeyi, dola yısıyla teknik yenilenmeyi üretmiştir, hem de kapitalist emek süreçlerini de üreten biçimleri yaratmıştır. Bunun anlamı şudur; üretim sürecinin doğrudan so nuçlarından birisi, salt maddi değerlerin üretimi olmayıp aynı şekilde kapitalizmin toplumsal öznelerinin üretimini de içer miş olmasıdır. Burada acımasız sömürü ile başat giden egemenlik biçimlerinin var oluşu, devrimci dinamik dediğimiz özne leri de içermesi anlamına gelmektedir. Bu her ne kadar küresel kapitalizm süre cinde bir dizi ideolojik araç tarafından manipülasyona uğratılsa da, kapitalist üretim süreci bundan hiçbir zaman kaçı-
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ namamıştır. Kapitalist üretim süreci sa dece maddi değerlerin üretimi değildir, aynı şekilde toplumsal ilişkilere ve ona paralel düşen düşüncelerin üretimi anla mına da gelmektedir. “ Kapitalist üretim sürecinin, genellikle toplumsal üretim sürecinin, tarihsel olarak belirlenmiş bir biçimi olduğunu görmüş bulunuyoruz” diyen Marx devamla şöyle der; “ Genel likle toplumsal üretim sürecinde, özgül tarihsel ve ekonomik üretim ilişkileri içe risinde yeralan, bu üretim ilişkilerinin kendilerini üreten ve yeniden üreten ve böylecede bu sürecin varlığının maddi koşullarını ve bunların karşılıklı ilişkileri ni, yani kendilerine özgü toplumsal ve ekonomik biçimini devam ettiren bir sü reç olarak, insan yaşamının maddi koşul larının bir üretim sürecidir. Çünkü bu üretim faaliyetine katılanların doğayla ve birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin bü tünü, ekonomik yapısı açısından düşünül düğünde, toplumun ta kendisidir.”19 Kuşkusuz kapitalist yapının baskıya ve sömürüye dayanan siyasal bir aygıt olma sı gerçeğinin tek başına analiz edilmesi yeterli değildir. Belki de daha önemlisi onun ideolojik ve siyasal sonuçlarıdır. O nedenle haklı olarak Buravvoy’un teknik iş süreçlerinin tüm biçimlerinin (Taylorizm, Fordizm veya esnek üretim vb.) sa dece birer teknik üretim süreçleri değil, aynı zamanda birer ideolojik yapılar ol ması düşüncesi doğru bir açıklamayı ifa de eder. Bir dizi ideolojik araç küresel kapitalizm koşullarında tarihte bugüne dek görülmemiş bir düzeyde yeniden üretilmiştir. işte bu yeni gelişme süreci, iş çi sınıfının, giderek bütün toplumsal emek katmanlarının, kendi var oluş ze minlerinin görülmesine yol açmıştır. D o layısıyla bu manipülasyon, ÜG’lerin bir
yanının geçici de olsa yıkacak ve işlevsiz bırakacak süreçlerin önünü açmıştır. Ama dediğimiz gibi bu geçici bir süreçtir ve kalıcı olarak devam etmesi düşünüle mez. Çünkü bu süreci geriye doğru çe ken bir dizi gelişme vardır; kitlesel işsiz lik, yoksullaşma, üretilen maddi değer lerden yararlanamama, savaş, hastalıklar ve bir dizi başka nesnel faktör, hayatın yeniden devrimcileşmesine doğru yol alan gelişmeler dizisi, hayatı üreten ve onu yeniden kuracak olan emeğin, kendi gerçek sürecine yeniden dönmesinin te mellerini vermektedir bize. Burada esas sorun bu süreci yeniden üretecek ve onu teorik ve politik bir strateji ile birleş tirecek düşünsel etkinliğin yeniden ku rulması sorunudur. Ve bu tümüyle ola naklıdır.
PROLETARYA YENİDEN TOPLUMSAL MÜCADELENİN ÖNCÜSÜ OLABİLİR Mİ? Bu soruya cevabımız evettir. Şimdi bunun nedenlerini irdelemeye çalışalım. Küresel kapitalizm koşullarında ÜG’lerin tek yanlı gelişiminin temeli, ka pitalist üretim biçiminin mantıksal özün de gizlenmiş olmasıdır dedik. Hem nes nel yaşamda hem de ideolojik süreçlerde emek, ekonominin nesnel koşullarıyla birlikte bir varlık gerekçesi sayılmıştı. Ka pitalizme özgü bir süreç olarak, kapitaliz min var olan koşulları sanayinin nesnesi olan işçiyi, aynı şekilde emeğin de nesne si haline getirdi. Böylece kapitalist üre tim sürecinde meta (ürün) ile işçi (canlı emek) arasındaki ilişki de kavranması ge reken önemli bir nokta ortaya çıktı; me ta üretiminin nesnesi olan emeğin kendi
--------------------------------------- 99 —
— yol---------------------------------------faaliyeti, üretim sürecinde kendisine kar şı konuma yol açan bir dizi işlevlerle do natıldı. Başka bir deyişle işçinin kendi emeği yine işçinin karşısına nesnel bir şey miş gibi ‘bağımsız’ bir kimlikle çıkartıldı. Yani emeğin insan kimliğinde billurlaşma sı, aynı şekilde kendisine karşı da nesnel leşen bir olguya dönüştü. Böylece meta haline gelen emek, insanal özden ve bu öze ilişkin ideolojik, kültürel, politik vb. süreçlerden koptu. Gerçekten işçi sınıfının yeniden top lumsal dinamizme kavuşmasının yolu, ge nişleyen emek sürecinin salt maddi üre tim alanının içinden değil, aynı şekilde onun dışsal bir süreç olarak kavranılabilir olmasında yatmaktadır. Burada kastedi len işçinin maddi üretim sürecinden kop ması değildir. Tersine insan düşüncesi, nesnel bir zemin olan üretim faaliyetinin zorunlu koşulu içinde gelişebilir, ama bu süreç ondan görece bağımsız bir alan içinde oluşmaktadır. Çünkü insan nesne si cansız bir varlık olmadığına göre, onun kendisine ait olan değerler sistemine ka vuşması, dışsal bir etkiler dizisi üzerin den bilinç sayesinde olur. Marx’ın şu be lirlemesi tartışma konumuz açısından önemlidir: “ insanın gelişmesiyle birlikte, duydu ğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşıla yan üretici güçler de artar. Bu alanda öz gürlük ancak doğanın kör güçlerinin önü ne katılmak yerine, doğayla olan karşılık lı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzen leyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üre ticiler tarafından gerçekleştirilebilir ve bu, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar al __ 100
tında başarılır. Ama gene de bu, bir zo runluluk alemi olmakta devam eder.
Gerçek özgürlük alemi, kendi başı na bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu zo runluluklar alemi ile serpilip gelişe bilir. (abç)” 20 İşçi sınıfının yeniden kendi toplumsal rolünü oynayabilmesinin yolu, Marx’ın da belirttiği gibi “toplumsal insan” ın yeniden kurulmasından geçmektedir. Toplumsal insanin ilk ve temel ölçütü, kendini var eden, dolayısıyla insanı insan yapan değer ler toplamının yeniden belirleyici bir kimliğe kavuşması anlamına gelmektedir. Açık olan gerçek şudur; toplumsal insa nın kurulması, nasıl ki bireyler topluluğu olan işçi sınıfının kendi dinamizmine hız kazandıracaksa, ama daha önemlisi, top lumsal insanın kurulmasının nesnel teme li olan fiziki ve zihinsel üretim süreci, zo runlu olarak bu değerler sistemini de ye niden üretmek zorunda kalmasına bağlı dır. Kuşkusuz bu bir süreçtir. Ancak bu nun işçi sınıfı içinde maddi güce dönüş mesinin belki de ilk yolu, onun üretim süreci içinde ortaya çıkmasına1ve anlam kazanmasına bağlıdır. Bütün insanlığa doğru gelişecek toplumsal değerler dizi minin yeniden varedilmesi, işçi sınıfının bağrında ve onun öncülüğünde gelişen bir süreçler toplamı olarak anlamak ge rekir. Buradan başlamak üzere, bütün in sanlığa doğru akıp gidecek bu süreçler toplamı, ancak işçi sınıfının kendi değer leriyle buluşması demektir. Bunun tek bir yolu vardır, o da; kolektif üreticilerin kendi gücünün (her iki boyutta, hem fizi ki olarak hem de zihinsel olarak) farkına ve bilincine varmasıdır. Bugün kolektif üreticiler tanımından çıkaracağımız, salt
r üretici güçlerin tek yanlı gelişimi maddi üretimi yaratma yeteneğine sahip üreticiler değil, ama daha önemlisi ortak laşa üretim ve ortaklaşa bölüşüm olarak da tanımlayabileceğimiz kültürel, ideolo jik, politik, sosyal vb. bütün zihinsel üre tim değerlerinin yeniden kurulması süre ci olarak tanımlanmasıdır. A rtık bu top lumsal ilişkilerin bütünü demektir. İşte toplumsal ilişkilerin neden sınıf ilişkileri ne dayanması gerektiğini buradan çıkarı rız. Burada kanımca en önemli sorun; bir üretim biçiminden başka bir üretim biçi mine geçişte, temel belirleyici olarak işçi sınıfının kendi tarihsel rolünü oynayabil mesi gerekir. Ancak şimdi sınıfın kendisi ne ait olan bu rolünü açığa çıkaracak bir forma ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun an lamı şudur; sınıf hareketini ve ona bağlı diğer sınıfsal özneleri toplumsal for masyon düzeyinde analiz etmemiz de mektir. Bu bakış tarzı krizin çıkış çözü münde de temel bir öneme sahiptir. Sı nıfın toplumsal formasyonu, nesnel ola rak onun üretim sürecindeki rolünden ileri geliyor olsa da, nesnel yapıdan göre celi daha bağımsız bir alanda ortaya çıkan ilişkiler toplamının bütününü de ifade edecek bir genişlik gösterir. Eğer bu belir leme yapılmamış olsaydı, doğal olarak üretici güçlerin bu derece yıkımı (yoksul laşma ile birlikte kültürel değerlerin yıkı mı vb. olarak) patlamalarla sonuçlanması gerekirdi. Oysa üretici güçler, üretim tarzının değişiminde genel olarak temel bir rol oynasalar da, bugün toplumsal formasyon düzeyinde değiştirici/dönüştürücü ilişkileri yaratmaktan uzaktır. Bu nun esas nedeni tam da bu noktadır. Gerçekten tarihsel olarak ÜG’ler, bugün gelişmenin çelişkilerle birlikte nesnel ve rilerine rağmen, belirli bir zaman aralı
ğından bu yana, toplumsal potansiyelleri ni açığa çıkaramamaktadır. Bunun asıl ne deni, ÜG olarak işçi sınıfının somut ola rak kendi rolünü tarihsel olarak toplum sal formasyon düzeyinde açığa çıkarama mış olmasında görülmelidir. Bunun anla mı ikilidir; hem sınıf olarak kendi toplumsal-sınıfsal rolü olarak hem de diğer top lumsal güçler ile bağı ve ilişkisi anlamında bir kopuş olarak... Küreselleşme süreci, bilimsel teknik gelişme ile birlikte KÜB’de sadece eme ğin meta olmasını derinleştirmekle kal mamış, dahası eskiye göre sadece eme ğin kolektif direnmesini tahrip etmekle de kalmamış, aynı şekilde kendi varoluş koşullarına karşı oluşturulan nesnelleş me sürecinin bütün argümanlarını da ya ratmıştır. Eskiden emeğin metalaştırılması KÜB’ün ana eğilimi olsa bile, hatta emek kendisine karşı bir sürece dönüştü rülüyor olsa bile, yine de bu süreci sınır layan gelişmeler söz konusuydu. Bu esas olarak kendini yeniden üretme yeteneği ne sahip olan emeğin, insani varoluş biçi miydi. Böylece emek, kendi varlık temeli de olan kolektif direnmenin ideolojik ve politik yapılarını da kuruyordu. Şimdi bu yapıların nesnel temelleri eski döneme göre potansiyel olarak çok daha fazla açığa çıkmasına karşın, bu potansiyeli eri ten karşı süreçler gündeme gelmiştir. Çünkü sermaye olağanüstü bir etkinlik ile sosyal ve politik olarak toplumsal ya pıları yıkmış ve böylece sosyal yapılar üzerinde büyük bir dezenformasyon hare keti başlatılmıştır. Bu doğal olarak sınıfın toplumsal formasyonunu altüst etmiştir. Buradan iki temel sonuç çıkar; ilki be lirttiğimiz gibi emeğin metalaştırılma sü reci kendi varoluşuna karşı bir sürece kaydırılmış olmasıdır. Sermaye ile emek 101 ----
—
y o l -----------------------------------------------------------
arasındaki bu kopuş süreci, çelişkili yapı yı hafifletmemiş, tersine daha da derin leştirmiştir. Kuşku yokki bu süreç, genel anlamda iş gücünün niteliksizleşmesi ile birlikte, işçi sınıfını paralize ederek, hem onun potansiyel gücünü hem de ideolo jik, politik, sosyal veya kültürel değerle rinden kopuşun araçlarını yaratarak gö rünmez kılmaktadır. İkincisi, küreselleş me hızı birinci nedene bağlı olarak eme ğin kendisinde insanal varoluşun yıkımı üzerinden bir derinleşme gösterecek ol ması (hiçbir insan yok ki, kendi varoluşu na karşı bir tehdite duyarsız kalmış ol sun), doğal olarak başka bir düzlemde enerjinin depolanmasına ve potansiyelin açığa çıkmasına neden olacak faktörlerin birikimi anlamına gelmektedir. Bu enerji nin açığa çıkmasının ve kendi gücünün farkına varmasının önündeki ideolojik, kültürel veya şiddet araçları ile bir dizi engei ve saptırma, nesnel sürecin bu ol gularını ortadan kaldırmaz. Anlaşılması gereken nokta, kendi enerjisinin ve dö nüştürme gücünün açığa çıkarılması ve bunun ideolojik, politik ve örgütsel yapı lar içinde yeniden kurulmasıdır ve bu tü müyle olanaklıdır. *** Burada şu soruya yeniden dönelim; proletarya, bütün bu engelleme süreçle rine karşın, nasıl olur da, kendi değerle riyle birlikte yeniden direnmenin ve top lumsal dinamizmin temel öznesi olarak tarih sahnesine çıkabilir? Proletarya nesnel olarak iki şeyle ta nımlanabilir; ilki proletaryanın tarihsel bir sınıf olduğu gerçeğidir. İşçi sınıfı bir süreç içinde ortak bir tarihe sahiptir. Ve bu ortak tarih, onun var olma tarihidir de aynı zamanda. Aslında şöyle de diye ___ 102
biliriz; insanın (dar kapsamda işçinin) ta rihi, aynı zamanda üretimin de tarihidir. Gerek bireyler olarak gerekse sınıf ola rak, çok fazla gelişmenin farkında olmasa bile, sonuçta tarih, bu insanlar topluluğu tarafından yapılır. Ancak tarihsel mater yalizmin bize öğrettiği gibi, burjuva ege menlik biçimlerine karşı, işçi sınıfının, kendi sınıfsal rolünü oynayabilmesi için, kendi tarihini bilinçli kılması gerekir. Bu nu ete kemiğe büründürerek başaran tek sınıfta yine proletaryadır. Marx’ın da belirttiği gibi, tarihin hem oyuncusu hem yazarı olarak... Burada tam da ikinci ne dene geliyoruz; proletaryanın toplumsal konumundan ileri gelen ve bir kavram olarak, bilginin ve bu bilgiye olan gereksin mesinin, canlı bir metabolizma olarak iş çi sınıfında bulunmasının ve onun tarafın dan kavranılmasının, diğer insan toplu luklarına rağmen daha fazla olanak dahi linde olmasıdır. Çünkü işçi üretken bir güç olarak bütün çelişkilerin odağında yer alır. Bu ise bilginin geniş bir kavram olarak anlaşılması düzeyidir. Toplumsal bilinç, toplumların pratiği sayesinde üre tilir. Böylece bilinç, hem nesnel gerçekli ğin yansımasıdır hem de üretilen pratik sonuçların kavranılması ve sezinlemesi sürecidir. Dikkat edilirse burada iki şey den bahsediyoruz; tarih ve bilgi. Tarih ve bilginin ortak bir süreç içinde birbiri ni tamamlaması ya da madalyonun farklı yüzleri olarak üst üste düşmesi, herşeyden önce işçi sınıfının bilinç öğesinde an lamsal bir gerçeklik olarak ortaya çıkar. Bu durum işçi sınıfının ortak değerler ve ortak hareket ve direnme potansiyelini açığa çıkaracak vazgeçilmez bir temelini gösterir. Bu koşulun yerine getirilmesi için şunlara gereksinme duyulacağı açık tır; canlı bir varlık olarak işçi (insan), in
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ sanın yemesi-içmesi kadar doğal olan bü tün gereksinmeler gibi, kendini var eden insanal değerler dizinimini (kategoriler dizinimi de diyebileceğimiz), yine bir in san olarak kendisi tarafından talep edil mesi onun vazgeçemeyeceği bir isteğini gösterir. Onun bilincine varmak, onu iş lemek bu sürecin doğal bir karakteridir de aynı zamanda. O halde bu nasıl sağlanacaktır? Bu so ruya cevabımız şudur; genel olarak in
sanlığa özel olarak işçi sınıfına ait bu kategoriler (ilkeler), yaşadığı mız zamanın kategorileri (insanlı ğın yıkımına yol açan değersizleşme kategorileri olarak) ve yapısal bileşenleri üzerinde belirleyici bir aşamaya gelmek zorundadır. (He men belirtelim; insani kategorilerin yeni den insanlığa kazandırılmasının ve bütün insanlığa mal edilmesinin ilk yolu, işçi sı nıfının pratik ve düşünsel kulvarı üzerin den kurulabilir.) Ancak durum şimdi farklı bir rota izliyor. Küresel kapitaliz min yapısal özneleri, yıkıcı kategorik de ğerlerle birlikte, insana özgü olması ge reken değerler sistemini paralize ediyor, onu yıkıyor. Eski kategoriler ile işçi sını fına ait yeni kategoriler arasında, bugüne kadar olmayan bir ilişkiler biçimi gelişti. Kuşku yokki bu ilişkiler, bugüne kadar tek yanlı ve yıkıcı bir özne olarak süreç üzerinde belirleyici oldu. Böylece insana özgü kategorilerin yapısal oluşumunda bir tıkanma ve şimdilik bu tıkanmanın önünü açacak yeni gelişme süreci ciddi olarak doğum sancısını çekmeye başladı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tıkan manın en özgün durumu, ÜG’lerin tek yanlı gelişme süreci olarak izah edilmişti. Çünkü bu sorun doğrudan küreselleşme sürecinin içinde oluşturulan toplumun e-
konomikve politik yapısı ile ilgili bir nok taya işaret etmektedir. Konumuz açısından burada tarihsel bir anekdottan bahsetmek mümkündür; Marx’ın Proudhon eleştirilerinde var olan bir gerçeği yeniden saptayalım; bildi ğimiz gibi Proudhon’un toplumsal analiz lerinde, tarih ile bilgi (ilkeler ve değerler sistemi olarak) birbirinden ayrılmıştı. Doğaİ olarak bu toplumsal çözümleme lerinde Proudhon’u yanıltıcı sonuçlara götürmüştü. O halde şu noktaya geliyo ruz; sınıf tarihsel rolünü oynayabilmesi için, tarih ile bilgi sürecinin birbirini ta mamlaması, hatta birbirinin varlık nedeni olması gerekmektedir. Ama tarihsel ger çeklik veya tarihsel deneyler, sınıfa özgü bu tarihsel aklın her zaman eşdeğer bir süreç izlediğini göstermez. O nedenle Marx, özellikle belli bir kategorinin fark lı yüzyıllarda farklı olarak ortaya çıkış ne denini saptarken şöyle diyecektir; “ Her ilke, kendisini içinde ortaya ko yacağı kendi öz yüzyılına sahip olmuştur. O torite ilkesi, örneğin I i. yüzyıla sahip ti, tıpkı bireycilik ilkesinin 18. yüzyıla sa hip olması gibi. Mantıksal sıralanmaya gö re ise, ilke yüzyıla değil, yüzyıl ilkeye ait ti. Bir başka deyişle, ilkeyi yapan tarih de ğil, tarihi yapan ilkeydi. Bunun sonucu, tarihi olduğu kadar ilkeyi de kurtarmak için, kendi kendimize belirli bir ilkenin herhangi bir başkasında değilde, neden I I. ya da 18. yüzyılda ortaya çıktığını sorduğumuzda, zorunlu olarak, insanla rın II. yüzyılda nasıl olduklarını, 18. yüz yılda nasıl olduklarını, bu yüzyıllardaki ge reksinmelerinin, üretici güçlerinin, üre tim biçimlerinin, üretimlerinin, hammad delerinin neler olduklarını -kısacası, bu varolma koşullarının ortaya çıkardığı in sanlar arası ilişkilerin neler olduklarını in
---------------------------------------103-----
— yol---------------------------------------ceden inceye incelemek zorunda kalıyo ruz. Bütün bu sorunların altından kalk mak demek, her yüzyıl için insanların gerçek, sıradan tarihini yazmak ve bu in sanları kendi dramlarının hem yazarları ve hem de oyuncuları olarak sunmaktan başka nedir? Ama insanları kendi tarihle rinin oyuncuları ve yazarları olarak sun duğumuz anda (dolambaçlı yoldan), ger çek başlangıç noktasına ulaşırsınız, çünkü daha baştan sözünü etmiş olduğunuz o ölümsüz ilkeleri bırakmış bulunuyorsu nuz.” 21 Bu değerlendirmeden çok önemli bir sonuç çıkarmamız gerekir. Demek ki amprik olarak toplumsal bir yapının ol duğu gibi kabul edilmesi ile, başka bir ifa de ile söylemek gerekirse, kendi değer ler sisteminden kopmuş bir toplumsal yapı ile, bu yapının değiştirilip değiştirilememesi arasındaki farklılaşma, Marksistler ile oportünist dogmatik “ Marksistler” arasında ki yarılmanın en bariz örneğini teşkil etmektedir. Anti-Marksistlerin bu gün için en büyük çıkmazı, bu öznenin değiştirilemez olduğu düşünce noktasına gelip takılmış olmalarıdır. Dolayısıyla en ileri düzeyde bu düşünürlerin bugün için değişim sürecinden anladıkları, sistem içinde tutunma ve reformcu isteklerle kendini tanımlama çizgisidir. Kuşkusuz değiştirme, salt bir istekten öte bir anla ma sahiptir. Çünkü değiştirme isteği
toplumsal bir zorunluluk haline gelmedikçe, onu gerçekleştirmek sadece bilinçlerdeki soyut bir istek olarak kalmaya mahkumdur. Ger çekte bu toplumsal zorunluluk, bir nok tadan sonra toplumda gerekli olan bir is teğe dönüşmelidir. Ama bu noktadan sonra acil sorun, bu isteği kendi meşru zemininde değiştirmenin nedensel ilkele
ri ile buluşturmaktır. O nedenle haklı olarak Lucas’ın şu belirlemesini önemse mek gerekir; “ Felsefi açıdan söz konusu olan şey, toplumsal gerekliliğin varlığını yeniden biçimlendirmek veya yapısal bi çimini değiştirmek için gereksindiği za man süresini belirlemek değildir. Mesele toplumsal gerekliliğin varlığın içine işle mesine genelde imkan veren ilkeleri keş fetmektir.” 22 Bugün devrimci dönüşüm sorununun temelinde bulunan açmaz, insanı insan yapan toplumsal zorunluluklar ile top lumsal varlık arasındaki kopuş noktasın da yatmaktadır. Çünkü toplumsal varlık henüz toplumsal zorunluluğun değişim bilincinde değildir. Toplumsal varlıktan “ bağımsız” olarak toplumsal zorunluluk, herşeyden önce bilinç ve değerler topla mının yine canlı bir varlık olan insanda billurlaşmasıdır. Sorunun odak noktası şudur; varlık ile o varlığın içinde zorunlu bir öge olarak bilinç biçimleri arasındaki diyalektik bağ bugün için kopmuştur. Bi linir ki bu diyalektik bağ insan metaboliz masında her zaman dolayımsız olarak za ten vardır. Sorun onun işlenmesidir. Fa kat burada ÜG’lerin tek yanlı gelişim sü reci bu kopuşu derinleştirmiş ve işçi sını fını şimdilik kendi işlevinden büyük oran da kopartmıştır. Çünkü bu zorunluluk kategorisi işçinin bilincinde kırılmıştır. Gerçekten işçi kendi toplumsal varlığının bilincine ancak üretim ilişkileriyle kurdu ğu ilişkiler sürecinde varıyor ve kendisi meta olduğunun farkına vardığı zaman bilinç öğesi devreye giriyor ve buradan hareketle toplumsal bir rol oynamaya başlıyor. Bunun anlamı sınıfın toplumsal formasyonunun işlevsel rolüdür. Bu ko puş ister istemez bu ilkelerin toplumsal değişimde rolünü önemli derecede işle
__üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ mez hale.getirmiş olduğu noktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi emeğin meta haline gelmesi sürecinde işçi, bu sürecin bir nesnesi olarak mekanikleşi yor, standartlaşıyor, ama yine de o bu sürecin içinde konumlanıyor. Yani işçi, üretim sürecinin en işlevsel (olmazsa ol maz) bir parçası olarak yer alıyor. Ama şimdilik bu sadece, üretim parçaları için de görünen nesnel/maddi bir olgu olarak yansıyor. Oysa o canlı bir organizma. Dolayısıyla işçi, sadece meta üretiminin bir dişlisi olarak görülse bile, aynı zaman da sürecin gözlemcisi/denetleyicisi ola rak da sahnede yer alıyor. Burada göz lemci kategorisini Türkçe’deki anlamının ötesinde bir içerik ile tanımlamak gere kir. İşçi hem üretimin bilgisine kavuşuyor hem de bir insan olarak düşünce ve duy gulara sahip bir canlı. Görüldüğü gibi bu rada ikili bir yapı var. Gözlemci olan iş çinin, sermaye ile olan ilişkisinde metanın saf bir nesnesi olmaktan çıkarak, bir anlama-kavrama ve sorgulama sürecine gir mesi gerekiyor doğal olarak. Gözlemcilik böylece yerini başka bir düzeye, çelişki nin bilgisine bırakıyor. Bunu başaramadı ğı zaman, bu bilinç, “ metanın kendine yö nelik bilinci” (Lucas G, s.27l) olarak o r taya çıkıyor. Yani küresel kapitalizm ko şullarında postmodernist düşünce akımı, aslında Lucas’ın belirttiği gibi tam da me tanın kendine yönelik bilincinin karşılığı olarak çıkıyor tarih sahnesine. Ancak iş çi kendinin bir meta olduğunun bilincine ulaşması halinde, hem sınıf bilincinin ge lişmesinin önünü açıyor hem de pratik olarak toplumsal mücadelede fiziki bir rol oynamaya başlıyor. Çünkü işçi, önce kendisinin ne olduğunun bilincine vardığı oranda (ki bunun anlamı işçinin kendisi nin bir meta olduğunun bilincine varması
ile başlıyor demiştik), diğer sınıfların ya da toplumsal öznelerin de ne olduğunun bilincine vararak haraket ediyor. Böylece bilginin yapısında bir değişikliğe yol açı yor. Dolayısıyla emeğin ortaya çıkardığı ürünlerin kullanım değeri ya da kapita listlerin egemenliğinde daha değişik mad desel olan değerler toplamı, bu bilinç sa yesinde toplumsal bir gerçeklik halini alı yor. Başta işçi sınıfı sonra da diğer top lumsal özneler, bu yolla nesnel sürecin bilgisine kavuşmuş oluyor. Eğer bu bilinç, toplumsal öznelerce kavranılmamışsa, o zaman kapitalistin her türden manipülasyonuna açık hale geliyor demektir. İşte işçi, bu bilinç sayesinde değiştirme özne sini kavrıyor ve onu değiştirmek için ha rekete geçiyor. A rtık metanın içinde var olan bu emek, üretim süreci içine Lucas’ın da belirttiği gibi bir “ çekirdek” ola rak giriyor. Böylece bu çekirdek, hem toplumsal ilişkilerin devindirici gücü ola rak hem de bilinçli işçinin gücü olarak karşımıza çıkıyor ya da çıkması gereki yor. Küresel kapitalizm döneminde sorun tam da bu noktada bulunuyor. Çünkü üretim sürecinde bu çekirdek nesnel bir varlık olarak yok olmuyor. Bütün değiş ken koşullara rağmen varlığını koruyor. Fakat o yok olmamış olsa bile önemli oranda paralize olmuştur. Çünkü çekir dek parçalanmıştır. Bu çekirdek, parçalı olarak kendini sadece üretim sürecinin basit bir dişlisi olarak görmeye yol açan bir dizi argümanlar dizisinin baskısı altın da kalmıştır. Fakat bizim için ilerletici olan temel nokta şudur; bugünün üretim süreci içinde bu çekirdek bir varlık ola rak ortadan kalkmış değildir. Parçalı olan bu çekirdek yapısı, aynı zamanda hayatın devamını sağlayacak bir bütünleşme öge-
---------------------------------------105 —
— yol---------------------------------------sini de göstermeye başlamıştır. Çünkü çekirdek artık bundan sonra parçalı ola rak bir bütünsellik göstermektedir. Ger çekte burada tam da tümevarım metodu egemen hale gelmektedir. Parçalar bütü nü oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, parçadan bütüne doğru bir evrim süre ci... Yani bunlar parçalar halinde ama kendi ortak yatağı içinde ırmaklar halin de okyanusa doğru akmaktadır. A rtık proletarya dediğimiz zaman ortak emek sürecindeki büyük bir okyanustan bahse diyoruz demektir. Bu geleceğin de en büyük teminatıdır. Bunun ortadan kalk ması üretimin tümüyle ortadan kalkması demektir. Aynı zamanda yaşamın da. Şimdi görev tam da bu sürecin felsefi te melleriyle birlikte bu parçalı yapıyı ortak bir strateji etrafında birleştirme sorunu dur. Bunun mümkün olabileceğini söyle mek, bazılarının iddia ettiği gibi hayal de ğildir. Çünkü küresel kapitalizm koşulla rında 2 1. yüzyıl insanı, bütün insanlığa ye tecek kadar mal ürettiği halde yoksulluk ve açlık sınırında heder oluyor. Sorun tam da bu noktada düğümleniyor. Kapi talizm, her dakika ve her saniye devrim ci ortamı yeniden üretiyor ve gelişmeler bunu tetikliyor. Üretim ve üretimin bölüşümündeki adaletsizlik var oldukça, emekçinin bilinç edinme süreçleri de nes nel olarak var olacak demektir. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Yalnızlaşan, bireyselleşen, parçalanan ve tüm manipülasyona açık işçi gerçeği ne kadar doğ ru olursa olsun, üretimin bu temelleri var oldukça bu çekirdek de var olacak demektir. Onun varlığı yeni dirilişin de nedenidir. İşte bu nokta umudumuzun nedensiz olmadığı noktadır. Kuşkusuz aynı şekilde bunu tamir etmenin yolları da var demektir.
_
106
Kapitalizmin diğer sistemlerden farkı, sınırları kaldırıp insanlar arası ilişkileri toplumsal ilişkilere dönüştürüyor olma sında yatar. Doğal olarak sermaye bun dan kaçınamıyor. Her ne kadar kapitalist burjuvazinin düşüncesi, insan ilişkilerini kırıp onu birbirine düşüren bireyciliği üretiyor olsa da, kapitalizmin ana mantığı toplumsal ilişkileri sürekli geliştirmeden edemiyor. Bu koşul hiç kuşku yok ki, kü resel kapitalizm koşulları içinde böyledir. Gerçekten toplumsal ilişkilerin mer kezinde işçi sınıfı duruyor. Daha da ge nişleyen ve büyüyen bir emek ordusu olarak. Küresel kapitalizmin bu emek o r dusunu yalnızlaştıran, onu birbirine dü şürerek kendi değerlerinden koparan ve bireyci kimliği her düzeyde bilinçlere iş leyen bu süreçlerden kurtulmasının yolu yok mudur? Elbette vardır. Şimdi bundan kurtulmanın belli başlı temel noktalarını belirlemeye çalışalım; ilk nokta şudur; KÜB, zorunlu olarak yaşamın kendi do ğasından gelen ilişkiler bütününü toplum sallaştırıyor dedik. Bu toplumsallığın odağında genişleyen işçi ve emekçiler du ruyor. O halde ilk elden yapacağımız şey, değerlerden kopmuş, bireyselleşen veya standartlaşan ilişkilerin temeli ve çekir deği olan insanı (işçiyi) yeniden keşfet mektir. Evet tam da ondan bahsediyo rum. Yani insanı yeniden keşfetmekten. Bu bir yanıyla doğrudan praksis felsefe nin bir alanıdır. Bunu şimdilik geçiyorum. Ancak insanın bireyselleşen veya sıra danlaşan ilişkilerden kopartılmasının yo lu, “ ...ancak bu ilişkilerde yatan ‘dolayımı’ ortadan kaldırmakla mümkün olabilece ğidir.” 23 O nedenle oluşan bu yapının kendisinden kurtulmak gerekir. Elbette bu yetmez. Bunun için başka şeyler de gerekir: Toplumsal ilişkilerde ortaya çı
_ üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ kan kapitalist biçimler, burjuva toplumunun nesnelleşen biçimleridir. Bu nesne lleşen biçimleri ortadan kaldırmak sade ce düşüncenin hareketi ile olamaz. Aynı zamanda düşüncenin prtatiği tarafından ortadan kaldırılabilir. Ancak pratikten anlaşılması gereken nedir? Söz konusu pratiği, bilginin veya düşüncenin kendi sinden ayırmak mümkün olmadığına gö re, bu pratiği, hedefleri belli bir bilgi ile donatmak gerekir. Pratiğe yol gösteren bilgi bizim için gerekli bir zorunluluktur. Bu ise tam da, şimdi bize ait teorinin ye niden üretimi anlamına gelir. İşte sorun tam da bu noktada düğümlenmiştir. Şu soru yersiz değildir; bu pratiği ve bu bi linci yüklenecek sınıf hangisidir? A rtık bi liyoruz ki bu pratiği ve bu bilgiyi, prole taryadan başka hiçbir sınıf yüklenemez. Bu aynı zamanda “ proletaryanın olgu ha line gelen bilincidir” de. (Lucas G, s.283) Ama yine de belirleyici faktör olan pratik kavramına yeniden dönelim. Pra tik dediğimiz bu kavram da iki temel yük lem vardır; bunlardan birincisi pratiğe yüklenmiş siyasallıktır. Bu pratiğin hem niteliğini hem de işlevselliğini belirlemesi açısından önemlidir. Ancak buna paralel bir öge daha vardır ki, o da pratiğe yük lenmiş bilgi kavramı. Yani pratikteki epistemolojik bir kavram olarak. Pratikteki bu iki kavram, toplumsal yapının umut suzluk dönemlerinde umudun nesnel arayışının aracı olarak temel bir rol oynar. Marx, I.Enternasyonalin II. Kongresi’nde önemli bir konuşma yapar ve şöyle der; “ Devrimciler bazen bunalımın mutlak olarak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çabalıyorlar. Bu yanlıştır. Mutlak olarak umutsuz bir durum diye birşey yoktur... Durumun ‘mutlak’ olarak çıkışsız oldu ğunu önceden kanıtlamaya çalışmak bil
giçliktir, kavramlarla, sloganlarla oyna maktır. Bu ve benzeri sorunlarda sadece pratik bir ‘kanıt’ getirilebilir.” 24 Doğal olarak bu kanıt, umutsuz du rumdan çıkışta, gerçek yolun bulunması nın köşe taşlarını verir bize. Elbette herşeyden önce umutsuzluğun nedenleri ve ya umutsuzluğa neden olan olguların in celenmesi gerekir. Bunun tek bir yolu vardır; bilincin yüklenimidir, yani öğren mek, bilmek hareketi olarak... Kuşku yokki bunun için belirli bir teorik kavra yış gerekir. Ama daha önemlisi bu tarih sel bir eylemi, pratiği gerekli kılar. Pratik bütünlük olmadan düşünce, bilme süre cinde ilerlememiz mümkün değildir, işte bu noktada Alman bilimci Heidegger’in şu görüşlerine başvurabiliriz; “ Kendile riyle ilgili olduğumuz ölçüde şeyler, ister işleyelim, kullanalım, dönüştürelim ya da isterse yalnızca bakalım ve inceleyelim; pragmata, praksis ile bağıntılıdır. Burada praksis hakikaten geniş bir anlamda alı nır, yoksa pratik kullanım (khresthai) ile ilgili dar anlamda ya da ethik eylem ola rak praksis anlamında değil. Praksis, her türlü yapıp etme, takip etme ve sürdür medir ki, aynı zamanda poeisisi de içerır. Bize ait bir düşünceyi veya teorik bir yapıyı bireysel düzlemde ele almayacak sak, onun proletaryaya tekabül etmesi gerekir. Etle kemik gibi birbirini bütünle mesini zorunlu kılar. Ama şimdi bunun böyle olmadığını biliyoruz. Burada te o ri nin doğru olması tek başına yeterli değil dir. Onu aynı şekilde belirli bir tarihsel süreç içinde, hem yeniden üretmesi hem de pratik olarak üstlenmesi gerekiyor. Açıktır ki bunu proletaryadan başka bir sınıf üstlenemez. Sınıfın stratejik başarısı burada yatar. Kuşku yokki bu kopuş, sü ---------------------------------------------------------- 1 0 7 —
— yol__________________________ recin daha da sancılı geçtiğini gösteriyor. Böylece değişimin yolu daha da ağırlaşı yor. Genel olarak toplumsal sınıflar (özel likle işçi sınıfı) bugünün özelliği ile söyle mek gerekirse, düşünen birer canlı varlık olarak, bilgi ile nesnenin birbirini bütün leştirdiği bir süreçten uzaktır. Yani işçi bir varlık olarak, yine kendi varlık gerek çesi olan bilinç sürecinden kopmuştur. Elbette bu zorunluluklar veya ihtiyaçlar nedeniyle nesne olarak işçi sınıfının, bi linç edinme sürecinin önünü açmaması anlamına gelmez. Çünkü bu ihtiyaçlar ve ya çıkarlar, emeğin rolü açısından prole taryaya güçlü silahlar olarak verilmiştir. Gerçekte şu öngörü doğrunun bir anla tımıdır; “ Doğru teori, doğru pratiği yü rüten sınıfın teorisidir. Doğru pratikte, doğru teoriye, doğru görüşlere sahip olan sınıfın pratiğidir.” 26 Ama tek başına bu olgu, doğrunun ne olursa olsun proletarya da temsil edildiği anlamına gelmez. Bugün proletaryanın büyük gövdesinin gerici ve sağ partilerin oy deposu haline gelmesini ancak böyle açıklayabiliriz. Egemen sınıfın dayattığı ideolojik ve kültürel abluka, toplumsal ya pıda bireysel çıkarları güçlü bir şekilde sı nıfın toplumsal çıkarlarının önüne geçir miştir. Daha da ötesi egemen devlet sis teminin gücüne tapmaya yol açacak ide olojik veya şiddet araçlarını gündelik ola rak işleyebilmektedir. Mesela varlığı spe külatif sermayeye dayanan ve bu serma ye grubuna ait olan bir TV kanalından, adı var kendisi yok olan bir parti, günde beş on sefer (aynen reklam spotları gibi) sözde başkanı aracılığıyla yayın yaparak şunları söylüyor; “ ...devlet güçlüdür, onun gücüne güveneceksiniz ki, devlet devlet gibi çalışsın... sorunların çözümü 108
devletin gücüne inanmaktan geçer vb...” Bu korkunç bir dezenformasyon propa gandasıdır. Buna paralel olarak proletar yanın kendi içinde farklılaşması, grup ve ya bireyler halinde bölünmesi, kolektif yapının oluşumunu engelliyor. Bu teori ile pratiğin birbirinden kopuş noktasıdır. Elbette bu ‘özne ile nesnenin özdeşliğini’ tarihsel bir süreç olarak geçersiz kılmaz. Öznenin nesneyi tanıması, nesnenin de özne ile bütünleşmesi her zaman müm kün ve olanaklıdır. Yani özne olan bilinç her dönem nesne olan işçi sınıfı tarafın dan öğrenilebilir, kavranılabilir anlamına gelmektedir. Ama bu şimdilik yukarda belirttiğimiz nedenlerden dolayı kop muştur. Sorun bunun nasıl aşılacağıdır. ***
Burada yine birey ile sınıf ilişkisine ba zı kısa notlar düşmek zorundayız. Soyut olarak ilk bakışta tek tek bireyler sınıfı oluşturur. İşçi sınıfı da, bu bireyler çoğun luğunun üretim sürecinde yine bireyler tarafından kurulmasından başka bir şey değildir. Ancak bu birey, işlevinden so yutlanmış ve ortak hareket tavrı göster meyen bir sınıf yapısına dönüşmüşse (ay nen şimdi yaşadığımız süreç gibi), değiş tirme gücünü de yitirmiş demektir. A rtık o belirleyici bir öge olmaktan çıkmış de mektir. Çünkü bireyin gerçeklik olarak ifade ettiğimiz nesnellik karşısında almış olduğu tutum, değişimin öznesi olan sü rece karşı edilgen bir tutumun da gös tergesi olur. Böylece o, nesnel gerçeklik ile kurulacak ilişkinin öznesi değildir. Bu ilişki pratik tarafından kurulacaksa bura da birey, bu pratiğin yapısal öznesi değil dir. Dolayısıyla bu ilişkiyi sadece konu mundan dolayı proletarya kurabilir. Çün kü işçinin varlık gerekçesi, onun meta ile
__üretici güçlerin tek yanlı g elişim i_ kurduğu ilişkiden sonra başlar. Gerçek ten işçi sınıfı, kendisine karşı kurulmuş olan kapitalist sistem içinde çürüyen ve yozlaşan ilişkiler karşısında bir şeyi göz lemler; bu yalnız kendi yaşamının tek ba şına çürümesi veya yozlaşmasını değil, aynı zamanda bir bütün olarak yaşamının da tehlikede olmasıdır. Sınıfın bunu anla dığı ve bilince çıkardığı nokta, onun de ğiştirme pratiğinin de başladığı noktadır. Değiştirmenin temeli olan işçi, bugün bir varlık olarak kendisini ne yazık ki salt bir birey düzeyinde duyumsuyor. Dolayı sıyla bilinçli bir sınıf tavrı içinde yer ala mıyor. Böyle olunca da değişimin pratik öncüllerini yerine getiremiyor ve büyük oranda ondan uzaklaşıyor. Birey olan iş çi, artık güvensiz, içe dönük, korkak ve edilgen bir kimliğe bürünüyor böylece. Bu durum, her dakika ve her saniye ka pitalist burjuvazi tarafından ideolojik dü zeyde işleniyor. Ama yine de burjuvazi aynı şekilde işçiyle bu koşullar altında durmadan ilişkisini geliştirmeden geri durmuyor. Böylece oluşması gereken toplumsal varlık ile toplumsal zorunluluk arasında ki bağ yukarıda da belirttiğimiz gibi kopuyor. Demek ki “ ...insanı birey olarak herşeyin ölçeği saymak, düşünceyi mitologyanın labirentlerine sokmak de mektir.” 27 Burjuvazinin bir sınıf olarak çıkarı, bi reylerin ilişkisini tekil olarak birbirinden koparmak, onları parçalayarak yönet mektir. Burada proletaryanın talihsizliği şu noktada ortaya çıkmaktadır; proletar ya toplumsal yaşamda bir süreç olarak her zaman yer almaktadır, ama işçi bu süreç içinde, sürekli kendi varlığı üzerin den hep içe doğru çekilmiş, başka bir de yişle içine doğru hapsedilmiştir. Hem kendisiyle hem de diğer sınıf kardeşleriy
le olması gereken bağ kopartılmıştır. As lında bunun nedeni, karşı ideolojik sü reçlerin baskısının bir sonucu olarak doğmuştur diyebiliriz. İşçinin üretim sü recindeki oynaması gereken rolün bu olumsuz konumu, bir dizi ideolojik araçla rın, özellikle reformcu bir dizi ideolojik akımların etkisel ağırlığı ile sarılmıştır. Gerçekten sınıfın kendi varlığı içine çe kilmek, diğer emekçi sınıf ve katmanlarla bağını zayıflatmak, işçi sınıfını güçsüzleştiren bir öğedir de aynı zamanda. Bu du rum, işçinin burjuvazi ile ilişkilerinde, sü reci sorgulayan ve iktidar ufkuyla hare ket eden bir özellikten çok, kendi dünya sı içinde örselenmeyi yaratmıştır. Böyle ce karşı ideolojik bombardıman, kapita list toplumun bir öğesi olarak onun hare ketini sınırlayarak iç dünyası içinde yal nızlaştırmış ve güvensiz bir konuma kay dırmıştır. Sonuç olarak bu durum işçiyi, ya burjuvazinin koyduğu yasalara ve onun devletine değişmez gözle bakarak boyun eğmeye yol açmaktadır ya da ken di dünyasının içine doğru yalnızlaştırılma sına... Oysa bir işçi olarak sınıfın üstünlü ğü; tarihsel bir eğilim içinde toplumun bütününü sorgulayan ve ona kurtuluşun yolunu gösteren bir yeteneğe sahip ol masından ileri gelir. Elbette her insan gi bi birey olarak işçi de kendini var eden değerlerden kopabilir. Kendi gücünün farkında olmayabilir. Standartlaşan ilişki ler içine doğru çekilebilir vb... Ama bir sınıf olarak proletarya, yine de bunları bir süreç olarak kavrama yeteneğine sa hip tek sınıftır. Onu bilinç ve pratik bü tünlüğüne taşıyan tek devrimci sınıf olma özelliği buradan ileri gelir. Bütün insanlığa doğru kayma göste ren değerler sisteminden kopuşun önü ne geçmek mümkün müdür? Bu soruya
109---
— yol---------------------------------------cevabımız evettir. Burada öncelikle yu karıda izah ettiğimiz çelişkiyi tanımlarken bazı noktalardan hareket etmiştik. Şimdi burada artık bazı temel noktalar üzerin de durma zamanıdır:
recine evrilmesi gerekir. A rtık bundan sonra bilinç eylemi, hem tarihin bir nes nesi olarak hem de değişim sorunlarına yanıt üretecek bir pratiğin öncüsü ola rak, bu gelişme süreçlerini proletaryanın eline vererek maddi güce dönüştürme I. Çelişki belirlemesi yaparken, önce likle bu çelişkisel yapıyla anlaşılır ve so nin kanallarını açabilir. mut ilişkiler kurmak gerekir. Bunun anla Ama şimdilik durum olumsuz bir tab mı elbette tek başına oluşan yapının an loyu göstermektedir bize. Ve daha ölaşılma düzeyi değildir. Aynı şekilde çeliş nemlisi, proletarya, bugünkü bilinç düze kinin bir tarafı proletarya olduğuna göre, yi ile bunu sürecin bütününe yayacak oonunla sınıf bilinçli öncünün arasında lanaklardan da yoksun bulunmaktadır. kopmuş olan ilişkiyi reorganize etmek Doğaldır ki bu durum krizi daha da ağır gerekir. Çünkü bu, oluşan yapı içinde çe laştırmaktadır. Burada sürecin bütünün lişkili pozisyonun bir yanını gösterir. A- den kastımız, sınıf bilincinin bütün prole ma burada sorun, öncelikle öncünün taryanın üyeleri tarafından kavranılması kendisinin krizli ve sorunlu olan var olma süreci değildir. Buna baştan gerek de koşullarını tamir etmesi demektir. Öncü yoktur. Önemli olan bilincin yarattığı de gerek kendi içine dönük sorunların çö ğerler sistemini bir gelenek düzeyine çı zümünde gerekse sınıf güçleri ile olması karmaktır. Bütün üyelerin heyecan duy gereken ilişkinin kurulmasında çıkışın tek duğu ve burada gelecek gördüğü bir akı bir yolu vardır; emek ile sermayenin ça mı, deyim uygunsa ortak bir geleneği ya tışma alanının içinden kurulan ilişkiler ile ratmaktır asıl olan. kendini tanımlamak ve kendini reorgani 3. Bu noktada en önemli soruna, de ze etmektir. Öncü proletarya içinde bir ğiştirici pratiğin işlevsel rolüne geliriz. merkez olacaksa, bu merkez, ilişkilerin Bütünsel yapının işlevine uygun, yanlışlık antagonist yapısı üzerinden kurulacak ol ları aşarak doğru bir temelde genişleyen ması anlamrfıa gelmektedir. Ancak o za bir pratik, sorunun köklü çözümü de man proletarya tarihsel rolüne yeniden mek olacaktır. Yukarıda bir yanıyla be dönebilir. Dolayısıyla somut çelişki ile lirttik. Gerçekten pratik hem bilincin dolayımsız bir ilişki kurulmuş elemektir kendisi demektir hem de somut anlamda artık. sonuç alıcı eylemin dilidir. Çünkü Marx, 2. Bozulan ve değer kaybına yol açanFeurbach tezlerinde, insan düşüncesinin yapının yeniden kurulabilmesi için, çeliş gerçek olup olmaması sorununun teo ri kili olan bu yapının bilincine varmak, bü nin değil, pratiğin bir sorunu olduğunu tün değişim öznelerini kavrayarak analiz söylerken adeta günümüze de ışık tu t etmek ve bu süreci stratejik bir bütünlü maktadır. Gerçekten pratikten soyutlan ğe kavuşturarak sürecin önünü açmak... mış bir düşünce metafiziğin dünyasına aProletaryanın kendiliğinden bilinci, bütü ittir. Şu asla unutulmamalıdır; proletarya nü ve sürecin köşe taşlarını içine alan bir tek tek bireylerden bir sınıf haline geldiy bilinç olmayacağına göre, sınıf bilincinin se, bunun nedeni aynı zamanda bilincin sürecin tümünü tanımlayan bir bilinç sü pratikte gerçeklik haline gelmiş olmasın __ 110
_üretici güçlerin tek yanlı gelişimi__ dan dolayıdır. Şimdiki zamanın krizi şurada görüle bilir; var olan sorunların özü, bir yanıyla pratiğe yüklenmiş bilincin deformasyona uğramasıdır. Dolayısıyla değişimci bir pratiğin kendi özsel konumundan kop ması, krizin de esas nedenidir. Başka bir ifade ile sorunların esas nedeni, öngörü len pratikte ortaya çıkması gereken bilin cin, sınıf bilinci süreçlerinden kopmasın dan ileri gelmiştir. Çünkü bu pratikte, kendine dönük olarak (yani proleteryaya dönük) yozlaşma süreçlerini değiştirememe düzeyinde ortaya çıkan bilinçteki kaymalardır. Engels’in de belirttiği sahte bilinç olgusu olarak... Bugünün düşünce yapısı, diyalektik özünü yitirmiştir. Bu doğal olarak kendi içinde çözümsüzlüğü de üretmektedir. Günümüz insanının en önemli problemi, bu tarihsel düşünce yapısında ortaya çık mıştır. Deyim uygunsa bugün insanda so mutlaşan düşünce biçimi, kendi varlığını da tehlikeye sokan koşulların değiştirici si değil, tersine birer ‘gözlemcisi’ konu mundadır. Böylece günümüzde oluşan düşünce kalıpları, hem varlığın hem de kavramların mantıksal sonucunu değişim üzerinden değil, adeta değişmezlik üze rinden kurgulamaktadır. O nedenle diyalektik düşüncenin biçi mi, bir varlık olarak sınıfın içine doğru iş lemesi gerekir. Başka bir deyişle varlığın bu düşünce ile bütünleşmesidir. Bu geliş menin zorunlu bir koşuludur. Bugün so run tam da bu noktadadır. Varlık ile dü şünce birbirini dışlar bir görüntü ver mektedir. Tarihsel sürecin gelişme mo menti, birbirini dışlayan bu süreci birbiri ni tamamlayan bir sürece doğru kayma göstermesini gerekli kılmaktadır. Bunun
olanakları bugün artmıştır. Kriz derinleş mekle kalmamış, daha da ötesi insanın yaşamını tehdit eder bir aşamaya gelmiş tir. Kuşkusuz bu daha da dibe vuracak ve çürüme daha da yoğunlaşacaktır. İşte umut tam da bu kritik nokta da gündeme gelecektir. Çelişkili olan bu süreç, zorun lu olarak proletaryanın bilincine yansımamazlık edemez. O nedenle kurtuluş, proletaryanın pratikleşecek olan bu sınıf bilinci içinde saklıdır ve egemen yapı asla bu süreçten kendini kurtaramayacaktır. Bir zaman tanımı yapamasak bile, geliş menin dinamikleri bu doğrultuda yürü mek zorundadır. A rtık sınıf bilinci, önüne çekilmiş duvarların bilincinde olarak, oluşturulan bu setleri yıkabilmek için, pra tikleşen bir bilgi donanımına ulaşmak du rumundadır. Elbette bu asla gözlemci ol mayan, soyut ve bilgi edinimci, durağan ve statik olmayan bir bilinçtir. A rtık bi linç, sınıf stratejisi düzeyinde yeni bir dü zey kazanmak zorundadır. Şimdi birey olarak işçi, kolektif bir sı nıf kimliği ile yeniden zorunlu bir varlık olarak, kendi sınıf bilincine varması, onu hem toplumsal bir sınıf kimliği olarak kendi asli sürecine hem de kendi dışında ki diğer toplumsal ilişkiler sürecine ön derlik görevlerine doğru bir kaymayı ba şarıp başaramayacağı sorunudur. Bütün veriler bunun mümkün olduğunu göste riyor. Bunun kuşku yok ki ilk yolu, yu karıda da belirttiğimiz gibi sınıfa bilinç ta şıyıcı öznelerin yapısal olarak kendini ye niden kurması sürecidir. Krizin ağırlaştığı bu koşullarda bunu tamir etmenin yolu şimdi çok daha fazla olanaklıdır. Unutul masın ki sadece bir soy olarak işçi sınıfı değil, bütün insanlık tehdit altındadır. 2 8 .0 7 . 2 0 0 2
111 ----
— yol------------------------------------DİPNOTLAR
İnsan, s.3l, İdea Yay. 19. Marx, K. Kapital III, s.719, Sol Yay.
1. Oğuz, H. “Teorinin Sorunları Üzerin den Marksist Hareket ve Liberal Sol Ha reket” , Yol, sayı: I , Nisan 2001 2. Marx, K.- Engels, F. Alman ideolojisi, s.83, Melsa Yay. 3. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.2 1, Melsa Yay. 4. Marx, K. Kapital III, s.228, Sol Yay. 5. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.72, Melsa Yay.
20. Marx, K. Kapital III, s.720, Sol Yay. 21. Marx, K. Felsefenin Sefaleti, s. I 14I 15, Sol Yay. 22. Lucas, G. Tarih ve Sınıf Bilinci, s.261, Belge Yay. 23. Lucas, G. age, s.282, Belge Yay. 24. Marx, K. Collected VVorks, c.3, s.226-227, akt; Horkheimer, Max. Akıl Tutulması, s.46, Metis Yay.
6. Marx, K. Kapital III, s.774, Sol Yay.
25. Heidegger, M. Bilim Üzerine İki Ders, s.49, Paradigma Yay, 1998.
7. Horkheimer, M. Aydınlanmanın Diya lektiği II, s.6, Kabalcı Yay, 1996.
26. Horkheimer, M. Akıl Tutulması, s.4748, Metis Yay.
8. Marx, K.- Engels, F. Alman İdeolojisi, s.73-74, Melsa Yay.
27. Lucas, G. age, s.305.
9. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için David Dickson’un “Alternatif Teknoloji” adlı eserine bakılabilir, s.28, Ayrıntı Yay. 10. Marcuse, Herbert. Tek Boyutlu İn san, s.7, İdea Yay, 1997. 11. Ellul, Jacues. Teknolojik Toplum, s. 14, Londra 1965/akt.Dickson, D. age, s.59.
12. Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisi ne Katkı, s.26, Sol Yay. 13. Dickson, D. age, s.5l, Ayrıntı Yay, 1992. 14. Max Horkheimer, Thedor W . Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği II, s.8-9 Kabalcı Yay, 1989. 15. Seeman, Melvin. Yabancılaşmanın An lamı Üzerine, akt.Dickson, D. age, s.53. 16. Blauner, Robert. Yabancılaşma ve Özgürlük, Chicago, 1964, akt. Dickson, D. age, s.53 17. Buravvoy, The Politics of Production, s.52, akt. Öngen, T. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, s. I 14, Alan Yay. 18. VValker, C.R. Tovvard the Automation,l960, akt. Marcuse, H. Tek Boyutlu
_ _ 112