Düşünce ve Davranışta Yol Temmuz 2003 Sayı 4

Page 1

ı—

................. p) • i — — — —

---------- — --------- j— m —

H aluk G erger

Varoşlar Üzerine Notlar-I Fikret Kızıltarı

Yapısal Reformlar F u a t Ercan

Yeni Dünya Düzeninde Türkiye

............ .. —

D ü ş ü n c e v e D a v r a n ı ş B ir b ir in d e n A y r ılm a z

■ ■

■ ■

■ M

Günümüzde Devrim Sorunu Mehmet Yılmazer


düşünce ve davranışsa

TEMMUZ 2003 SAYI: D ü şü n ce ve D avranış B irbirinden Ayrılmaz

3 MEHMET YILMIAZER G ünüm üzde Devrim Sorunu

30 MEHMET YILMAZER-HALUK GERGER Yilmazer Haluk G erger’le Tartışıyor: Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye

40 AYŞE TANSEVER Yeni Dünya Düzeni’nde Irak Savaşı

73 FİKRET KIZILLAN Varoşlar Üzerine Notlar - 1

84 HAŞAN OĞUZ Sınıf Mücadelesi Bağlamında Ö zsün Sınıf Yapıları ve Birleşik Sınıf Stratejisi

119 FUAT ERCAN Neoliberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Kurumsallaşma Sürecine Geçiş Yapısal Reformlar

129 YOL Yoksulluğu Yenmek için Kapitalizmle M ücadeleye


Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi: Edip Bal Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. No: 18 D: 13 Yusufpaşa-Aksaray / İSTANBUL Tel: 0212 589 73 84 Faks: 0212 589 73 96 Web: http://direnis.com E-Posta: direnisciier@direnis.com Yurtdışı Satış Fiyatı: Almanya 10 Euro, İsviçre 15 SF Baskı: Özdemir Matbaası, 0212 565 17 74, Ayda bir çıkar


G ÜNÜM ÜZD E DEVRİM SORUNU Mehmet YILMAZER

GİRİŞ YDD öncesinde devrim sorunu tartışıldığında genellikle onun hangi yolu izleyeceği konuşulurdu. Dünyada bu konuda pek çok deney yaşanmışdı. İlk iktidar örneği olması anlamında Paris Komününden başlayan Ekim Devrimi ile büyük bir sıçrama yapan Dev­ rim sorunu, daha sonraları zengin örneklerle hemen tüm 20.yüzyılı kapsadı. Bolşevik ti­ pi halk ayaklanması, Sovyet destekli Doğu Avrupa devrimleri, Ulusal Kurtuluş Savaşla­ rı, Halk Ordusu ile uzun süreli Halk Savaşları, Latin Amerika’da ülkeleri yangın gibi sa­ ran gerilla savaşları devrimlerin izlediği farklı yollar olarak insanlığın bilincine kazanıldı. Bazı yönlerden birbirine benzeseler de, daha derine inince aslında her devrimin biricik olduğu, mutlaka çok güçlü bir şekilde kendine özgü yanları olduğu bugün daha iyi görü­ lebiliyor. Yukarıda özetlediğimiz devrim sorununa yaklaşım aslında kendi içinde üç büyük ko­ nak yaşamıştır. Marks-Engels dönemi “kıtada topyekün devrim” görüşü ağırlıktaydı, iş­ çi ve köylü ayaklanmaları kıtayı baştan başa sürekli sarsmaktaydı. O dönemin mücade­ lesi ve örgütlenmeleri bu hedefe göre yürütüldü. İlk siyasal işçi örgütlenmesinin I. Enter­ nasyonal biçiminde şekillenmesi de bu mantığın doğal sonucuydu. Lenin, I. Dünya Sa­ vaşı yıllarından sonra, emperyalist paylaşımın bir sonucu olarak “tek tek ülkelerde” dev­ rimin mümkün olduğu öngörüsünde bulundu. Sorun “devrimin tutunmasında”ydı. Başka devrimlerle desteklenmedikçe tek ülkede işçi iktidarı olanaksızdı. Ancak pratik olaylarca tarih başka türlü yazıldı: hem tek ülkede devrim gerçekleşdi, hem de iktidarda kalabildi. Sosyalist Sistemin doğuşundan sonra ise artık bu konu devrim sorununun can alıcı nok­ tası olmaktan çıktı. Tek tek ülkelerde devrim mümkündü, öte yandan Sosyalist sistemin varlığı bu devrimlerin tutunma şansını büyük ölçüde arttırıyordu. Fakat 20.yüzyıl başladığı gibi bitmedi Yüzyılın sonunda Sosyalist sistem çöktü. YDD derinleşerek sürüyor. Günümüzde devrim sorunu sadece onun olanakları ve hangi yolu izleyeceği açısından değil, tüm yönleriyle gündeme girdi. Hatta bu konunun alanı “artık devrimlerin mümkün olmadığı” noktasına kadar genişledi. Devrimleri ayaklanmalardan ayıran en temel özellik onun iktidar ufku ve yaşattığı sınıflar alt-üstlüğüdür. Bugün ikti­ dar ufku olmayan mücadeleler ve hatta ayaklanmalar yaşanıyor. Devrim sözcüğü eski­ si gibi büyülü bir çekim gücüne artık sahip değil. Günümüz dünyasında, hem güç den­ geleri açısından devrim bir düş gibi görülebiliyor; hem de marksizmin yerini alma gücü­ ne sahip olmasa da, günümüz düşüncesinde önemli bir yer tutan postmodernizm gele­

------------------------------------------------------------------------------------------ 3 ------


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------ceği kurmanın boşuna olduğunu vurgulayıp duruyor. Kapitalizmin yerkürenin en ücra köşelerine kadar yayıldığı, ABD’nin dünya egemen­ liği kurmaya çalıştığı günümüzde devrim imkanı gerçekten sadece bir düşe mi dönüştü? Kapitalizmin gücü ve üstelik hala devam eden fırtınalı gelişim çizgisi devrim sorununu gerçekten ortadan kaldırıyor mu? Öte yandan, insanlığın büyük kurtuluş hedefleri bir çö­ küşe uğradığına göre postmodernizmin hiç mi haklı yanı yoktur? Dünyaya baktığımızda pekçok ülkede, hatta hemen hemen tüm üçüncü dünya ülke­ lerinde devrim için gerekli ünlü “objektif koşullar’’ oluşmasına rağmen “sübjektif koşullar” acınacak ölçüde cılızdır. Bu tablo eski güzel günlere göre inanılmaz gibidir. Böyle bir or­ tamda devrimci örgütlerin adeta mantar gibi yerden bitmesi gerekiyor. Ancak dünyada böyle bir dalga henüz görülmüyor. Objektif gerçeklerle sübjektif bilincin bu kopuşması ne anlama geliyor? Bu soruların yakıcılığı yeterince açıktır. Ancak cevapların teorik öngörüler olarak ve­ rilmesi için koşullar yeterince olgunlaşmış mıdır? Bir sorun, soru olarak ortaya çıkacak noktaya geldiyse, cevabın ilk tohumlarını da içinde taşır. Bugünün dünyasına baktığı­ mızda devrim sorunu artık “düş kırıklıklarının” yarattığı boğucu düşünce bataklığından kopuşularak ele alınabilir. Bir yanda, YDD’nin balayı günleri tükenmiş, yeniden paylaşım çok riskli savaşlarla derinleşmektedir; öte yanda, dünya halklarının özellikle ABD’ne kar­ şı öfkesi belirgin bir şekilde yükselmektedir. Dünya tarihine baktığımızda emperyalist paylaşım savaşları insanlık açısından büyük yıkımlar yaratsa da, devrimleri de zembe­ reğinden boşandırmıştır. Bugün bir yeniden paylaşım yaşanıyor. 1980 öncesinin tüm dengeleri alt üst olunca, günümüze egemen olan özellik, sürekli değişim ve istikrarsız­ lıktır. Dünya, sanki, yeni bir dengeye girmek için düzensiz salınımlar yapmaktadır. Böy­ le bir dünyada bir tek emperyalist merkezin, çok güçlü olsa da, “küresel egemenliği mümkün müdür?" sorusu, stratejik bir öneme sahiptir. ABD’nin dünya egemenliği çok sık ve yerli yersiz tekrarlanıp duruyor. Bu konuda yerküremizde gittikçe belirginleşen olgu­ lar ve bunların iç bağları iyi çözümlenmelidir. Ezbere cevaplar kolaydır. ABD’nin tek ba­ şına egemenliğinden ve üçüncü dünyanın tepkisi karşısında emperyalist merkezlerin sı­ kı bir işbirliği yapacağından hareketle, neredeyse dünya halklarına hiç bir davranış ala­ nı bırakmayan tesbitler çok sık tekrarlanıyor. Geriye kapitalist düzenler içinde “iyileştir­ me” mücadeleleri vermek kalıyor. Bu, gerçekten bir alın yazısı haline geldi mi? Bu soru­ ya “evet” denirse ortaya bir stratejik duruş çıkar ve bu duruşun hedefi artık kapitalizm değildir, sadece onun kötücül yan etkileridir. Bu görüşü bugün küçümsemek ve bir kenara atmak eskisi kadar kolay değildir. Üs­ telik bugün AB ve hatta ABD dilinden “demokrasi” kavramını düşürmüyor. Clinton döne­ minde ABD bu konuda oldukça güçlü hayaller yaratabilmişdi. Bush ile bu hayallerin bir kısmı kırılıp dökülse de tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Dünya deneylerine ba­ kacak olursak, kapitalist egemenlerin böyle siyasal yönelişleri, kaçınılmaz bir şekilde devrimci mücadeleler üzerinde güçlü etkiler ve hatta parçalanmalar yaratmış olduğu gö­ rülebilir. Dünya devrimci sürecinde derin çöküşlerin yaşandığı günümüzde, bu tarz yö­ nelişlerin çok daha güçlü etkilerinin olacağını söylemek hiç de abartma olmaz. Bu etki­ lerle mücadelenin günümüzdeki önemi çok büyüktür. Çünkü rüzgar zaman zaman bu et­ kileri güçlendirecek yönde esiyor. Kapitalizmi “iyileştirme” ve “demokrasi” hayalleriyle ilgili sorulacak temel bir soru var­ dır. “Neoliberal politikalar demokrasi taleplerine ne kadar cevap verebilir?” Veya “halk­ ların özlediği demokrasiyi neoliberal kapitalist politikalar ne kadar taşıyabilir?” Demokra­ silerin soyut siyasal ilkeler üzerine kurulmadığını, sınıf çıkarlarına dayandığını ve en önemlisi, demokrasilerin kaçınılmaz bir maddi temeli, yani “maliyeti” olduğunu hiçbir ko-

__ 4 _____________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ şuida unutmamak gerekiyor. Dünyada son on yılda gelişen olaylara baktığımızda neoliberal politikaların demok­ rasi isteklerini taşıyamayacağının bazı güçlü kanıtları ortaya çıkmıştır. 11 Eylülle keskin­ leşen ABD’nin stratejik yönelişi, küreselleşme veya neoliberal politikaların 90’lı yılların başlarında ortalığı kaplayalan “barışçıl ekonomik yarış” yoluyla yürümeyeceğinin en te­ mel kanıtı olmuştur. Küreselleşme politikaları silah zoruyla, stratejik alan ve kaynakların paylaşımı uğruna bölgesel egemenlik savaşlarıyla yürüyecektir. Bu temel yönelişin içi­ ne “demokrasi” ne ölçüde girebilir? Girse bile paylaşımın bir tül perdesi olmaktan öteye gidebir mi? Bir diğer kanıt, dünyadaki bütün olayları saymamak için, en uç noktalara tırmanan Arjantin örneğine vurgu yapmakla yetinelim. Neoliberal politikaların yıkılışının çarpıcı bir örneğidir. Arjantindeki gelişimlerden sonra “açların demokrasisi nasıl bir şeydir?”, soru­ su sorulmak zorundadır. Yoksullaşan kitleler yeni tip mücadele metodlarıyla ortalığı kap­ lamıştır. Öte yandan, kendi özel güvenlikli bölgelerinde oturan zenginler ise bir saldırı karşısında kurtuluşlarını garanti altına almak için helikopterle “tahliye" tatbikatları yap­ maktadırlar. On yılı aşkın sosyalizme karşı kazanılan zaferin sarhoşluğu ve sallanan “demokra­ si”, “insan hakları” bayrakları ile olmadık düşler yaratan küreselleşme, diğer bütün olay­ ları bir kenara itsek bile, 11 Eylülde ikiz kulelerin yıkılışı ve Arjantin’de yaşanan ayaklan­ malar ile çok önemli bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır. Bu dönüm noktasında ye­ niden paylaşımdaki zorun rolü örtülerinden sıyrılıyor ve küreselleşmenin üçüncü dünya için korkunç bir yoksullaşma olduğu en kör gözlere bile batar hale geliyor. Bu gerçeklik­ lerden dolayı, neoliberal politikaların demokrasiyi taşıyamıyacağını söylemek bir abartı olmaz. Sadece üçüncü dünya ülkelerinde değil, kapitalist merkezlerde de demokrasinin ve sosyal hakların hergün budandığını biliyoruz. 11 Eylül sonrası kapitalist merkezlerin gündemine “özgürlük mü?, güvenlik mi?” sorusu yıldırım hızıyla girmiştir. Bush yönetimi tercihini “güvenlik”ten yana yaptı ve bizlerin çok iyi tanıdığı 12 Eylül askeri yönetiminin yasalarına benzer yasalar Kongreden hızla geçirildi. Bugün, Amerika’da, orta çaplı bir insan avı sessiz sedasız sürmektedir. ClA’nın önünde “ikibin teröristin" listesi vardır ve ABD Başkanı bunların infazı için yetki vermiştir. Bizde yaşanan “sokak infazlarım” andı­ ran, herhangi bir hukuk tanımıyan bu yönelişler, gittikçe uluslararası ilişkilerde orman kanunlarını egemen kılmaktadır. Böyle bir dünyada devrim sorununa nasıl yaklaşmak gerekir?

TOPLUMSAL DEVRİMLER TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ Bugünden geriye bakınca devrimler tarihinde bazı detaylara yeni bir bakış açısıyla yak­ laşmak gerektiği ortaya çıkıyor. Antik tarihte pek çok altüstlüğe neden olan barbar akınları, dünyanın “uygarlaşmasıyla” son bulmuş, böylece “toplumsal devrimler” sürecine giril­ miştir. Burjuvaji toplumsal devrimlerin ilk aktörüdür. Burjuvaziyle birlikte insan bilinci din ka­ buğunu parçalamış, siyasal çıkar bilincini edinmiştir. Bu da hemen bir devrim hamlesiyle olmamış, burjuva devrimlerinin Ingiltere’de 17.yüzyı!ın ortasında başlamasından sonra Fransız devrimine kadar geçen, yüzyılı aşkın zamanı kapsamıştır. Toplumsal devrimler in­ san düşüncesinde yeni kapılar açarken, seviyesi ve kavrayışı yükselen insan bilinci de ye­ ni toplumsal hedeflere yöneliyor, böylece toplumların gidişi tanrı eliyle düzenlenen alın ya­ zısı olmaktan çıkıyor, insan eliyle yönlendirilen bir tarih yazılmaya başlıyordu. Konumuz açısından proletarya devrimlerinin doğuşu ve gelişimine bugünün dünya-

----------------------------------------------------------------------------------------- - 5 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------sından bir kez daha bakmak gerekiyor. Proletaryanın devrimci mücadelesinin tarih sah­ nesine çıkması ve Rus devrimiyle iktidar olmasıyla birlikte, 20.yüzyıl boyunca başlıca üç tip devrimden sözetmek mümkündür. Birincisi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşen devrimlerdir. Bunların başında Paris Komünü ve Ekim devrimi gelir, ayrıca Avrupa’daki (Almanya, İtalya ve Fransa’da) proletarya öncülüğünde yaşanan başarısız devrimler de aynı çerçevede ele alınabilir. İkincisi, Avrupa’da faşizme karşı “Halk cepheleri’’nin öncü­ lüğünde verilen mücadelelerdir. Doğu Avrupadaki devrimler de bu zeminde değerlendi­ rilebilir. Üçüncüsü, sömürgeciliğe karşı yükselen ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Bunların bazıları sosyalizmin hedeflemiş, bazıları sadece anti-emperyalist sınırlarda kalmıştır. Marx-Engels dönemi Avrupasındaki, Lenin Rusyasındaki ve iki dünya savaşı arasın­ da Avrupa’da yaşanan başarısız devrimlere baktığımızda iki temel özellik göze batmak­ tadır. Bu devrimler, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişip tıkanması sonucu değil, tam ter­ sine kapitalist gelişimin ikide bir kendinden önceki üretim biçimi olan feodal güçlere çar­ parak tıkanması sonucunda patlak vermiştir. Proletaryanın barikatlara çıktığı Alman, Fransız ve F^us devrimlerinin temel özelliği budur. İkinci temel özellik ise, proletaryayı öne çıkartan devrim dalgalan burjuva devrimlerinin restorasyon süreçlerinde birikmiştir. Burjuva devrimlerinin soluğu kesilip, derebeylik çeşitli biçimlerde yeni gidişi frenlemeye başlayınca, proletarya ve köylülüğün öne çıktığı devrimler yaşanmıştır. Bu devrimler sü­ recinde proletarya, sadece, kapitalizmin geç ama en hızlı geliştiği Rusya'da iktidarı ala­ bilmiştir. Avrupa’daki başarısız proletarya devrimlerinin doğrudan sonucu ise, faşizimdir. Ka­ pitalizm, kendi mezarını kazan güçlerden ancak faşizm yolu ile kurtulabilmiştir. Bu dö­ nem, burjuvazinin en güçlülerinin mutlak egemenlik dönemi ve devlet zoruyla sermaye birikiminin yapıldığı, proletaryanın ise köle seviyesine düşürüldüğü bir süreçtir. Kapitaiizm, feodalizme karşı sesini yükseltirken bayraklaştırdığı “özgürlük” ve “demokrasi”nin sadece kendi sınıfı için geçerli olduğunu bu süreçte en yalın bir şekilde ortaya koymuş­ tur. Bu ülkelerde devrim, bu süreçten sonra burjuva demokrasisini hedefleyen zemine gerilemiştir. “Halk cepheleri”yle yürütülen mücadeleler tarih sahnesine çıkmıştır. Faşiz­ mi alt eden ancak, bujuvazinin sınıf egemenliğine son vermeyen bir dizi devrim yaşan­ mıştır. Sosyalist sistem kurulduktan sonra, kapitalizm bir yanda sosyalizm tehdidi, diğer yanda kendi hatalarından çıkarttığı dersler ile yeni bir sürece, “refah toplumları” süreci­ ne girmiştir. Kapitalizm, bu süreçte teknik ve sosyal olarak ileriye doğru hızlı adımlar at­ tıkça adeta proletarya devrimleri gelişmiş kapitalizmin gündeminden çıkmıştır. Ulusal kurtuluş savaşlarına gelirsek, bu ülkeler kapitalizmin doğrudan sömürgesi ko­ numundaydı ve buralarda kapitalizm çok az gelişmişti. Bu ülkelerdeki devrimci mücade­ le, özellikle sömürgeciliğe karşı “halk savaşları” olarak yaşandı. Dünya devrimine büyük bir güç ve moral verdi. Ancak kapitalizmin bile çok geri olduğu bu ülkelerden modern sosyalizmin gelişimi için çarpıcı örnekler beklemek neredeyse mümkün değildi. Bu alan­ da, emperyalizm, yenilgiler alıp, klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe evrimleştikçe, ulusal kurtuluş savaşla ı sönümlendi ve 70’li yılların ortalarında duruldu. Dünyanın ikide bir parlayan ateşli gündemi olmaktan çıktılar. 8011 yılların sonlarında sosyalizmin yıkılışı ışığında devrimler tarihine baktığımızda şu temel özellikler ortaya çıkmaktadır. İlki, proletarya ve halk devrimleri kapitalist üretim sisteminin sırf kendi iç çelişkilerin­ den çıkagelmemiş, daha çok, kapitalizm öncesi feodal toplum yapısının kapitalist geliş­ me karşısında ortaya koyduğu dirençlerin yarattığı çelişkilerden patlak vermiştir. Bugü­

6


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ nün dünyasından bakarak konuşursak, bir bakıma proletarya ve hatta bazen köylülük, çeşitli tarihsel koşulların bir araya gelişiyle, güçsüz ve cılız burjuvaların üstlenemediği rolü üstlenerek, kapitalist gelişimin önündeki engelleri temizlemiştir. İkincisi, insanlığın gelişme çizgisinin sürekli yükselen bir doğru gibi olmadığı, git-gellerle dolu olduğu, sosyalizmin yıkılışı ile bir kez daha kanıtlanmıştır. Antik tarih, sanki ye­ di bin yıllık kısır döngüdür. Kent medeniyetleri gelişip olgunlaştıkça barbar akınlarıyla yakılıp yıkılmış, bir bakıma geriye sürüklenmiştir. Ancak öte yandan, barbarlar medeni­ yetle tanıştıkça insanlığın gelişimi daha da hızlanmıştır. Avrupa ortaçağı bin yıllık kış uy­ kusuna benzer. Oysa kapitalizm insanlık tarihinde fırtınalı bir gelişimin kapısını açmış­ tır. Ancak, o da, başlangıçta restorasyonlarla frenlenmiştir. Devrim toplumun sıçramalı bir gelişimidir. Ancak bu sıçramalı gelişim kaçınılmaz toplumsal sürtünmeler ve direnç­ ler yaratır. Bunlar sonunda restorasyonlar olarak gelişimin karşısına dikilir. Sosyalizm, kapitalist merkezlere göre “geri” olan ülkelerde gerçekleşti ve tüm dünya­ da, kapitalizmden de hızlı bir gelişim yarattı. Kapitalizmin yüz elli yılda yaptığını, sosya­ lizm elli yılda gerçekleştirdi. Bu hız, hem bu ülkelerde hem de genel olarak kapitalist dünyada, büyük dirençler biriktirdi. Sonunda sistem çöktü. Ancak bugün daha açık ola­ rak görülüyor, eski sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon çok sancılı ilerliyor. Yaşa­ dığımız günleri sadece “kapitalizmin zaferi” gözüyle görmek, tarihsel gidişin yalnızca bir yönüne bakmak olur. Oysa kapitalist restorasyonlar, aynı zamanda, kapitalist sistemin tarihsel geçiciliğinin de kanıtıdır. Üçüncü olarak, emperyalist klasik sömürgeciliğe insanlığın cevabı ulusal kurtuluş sa­ vaşları biçiminde oldu. Bu süreç, ister istemez kapitalizmin maddi temeline yönelmekten çok onun doğrudan işgalci sömürgeciliğine darbe vurdu. Ardından gelen yeni sömürge­ cilik ve son onbeş yılın küreselleşme politikaları artık tepkiyi ulusal seviyeden çıkartıp doğrudan kapitalist sisteme yönlemesi için maddi zemini döşemektedir. Sonuç olarak, yaşanan proletarya devrimleri dönemine baktığımızda bunların kapi­ talizmin bir gelişme aşamasına denk düştüğünü bugün daha açık bir şekilde görebiliyo­ ruz. Bu aşamanın başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz, ilk temel özellik, Kapitalizm henüz toprakta ve sosyal yaşamda derebeylik düzeninin ilişkilerini temizleyememiştir. Bu ilişkilerin tasfiye olduğu veya zaten hiç olmadığı Ingiltere ve Amerika’da, kıta Avru­ pa’sındaki gibi proletarya devrimleri yaşanmamıştır. Kapitalizmin gelişiminin restoras­ yonlarla ikide bir geriye çekiştirildiği ülkelerde proleratya ve köylülüğün aktör olduğu devrimler yaşanmıştır, ikinci özellik, kapitalizmin manüfaktür-küçük atölyeler-döneminden fabrikalar dönemine geçildiği yıllardır. Kapitalist üretim sistemi içinde yeni bir üretim biçimine geçilmektedir. Dev fabrikalar, kırdan yoğun bir nüfus çözülmesi ve işçilerin bü­ yük kentlerde yığılışının yaşandığı yıllardır. Adeta devrimin motor gücü işçiler bir cephe savaşı için yığınak yapmaktadır. Üçüncü özellik, kırlarda köylülüğün henüz “temizlen­ memiş” olmasıdır. Kapitalizmin yarattığı değişimin gücü ve derebeyliğin tutuculuğunun arasındaki gerilim, köylülük içinde de devrimci enerjiler açığa çıkartmıştır. Kapitalizmin bu dönemi özellikle II.Dünya savaşı sonrası süreçte giderek sona er­ miştir. Kapitalizm öncesi ilişkiler tamamen tasfiye olmuş; fabrika üretim biçimi yerini ya­ vaş yavaş “üretim adacıkları” denen biçime bırakıyor. Köylülük ise hala var olmasına rağmen artık tamamen modern kapitalist ilişkiler içindedir. öte yandan, sömürge ülkelerde yaşanan ulusal kurtuluş savaşları dönemi de kapan­ mıştır. Bu ülkelerde uluslaşma ve kapitalist gelişmenin yaşanmaya başlamasıyla eski sömürge ilişkileri artık tümüyle karakter değiştirmiştir. Geri de olsa kapitalist üretim biçi­ mi baskın hale gelmiştir..

7 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------Bu gerçeklikler, proletarya devrimlerinin kapitalizm öncesi üretim ve sosyal ilişkilerin tasfiyesiyle yüzyüze gelmesini ve bu anlamda belli ölçülerde “bozulması" sonucu doğur­ muştur. insanlık, henüz, sırf kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan devrimler dönemini yaşamamıştır. YDD ve küreselleşme ile dünya bu yönde ilerliyor. Artık kapita­ lizm, dünya ölçüsünde egemen bir sistemdir. Kapitalist merkezlerde feodal üretim biçi­ mi ve toplumsal ilişkileri çoktan tarih olmuştur. Üçüncü dünyanın ise önemli bir bölümün­ de tümüyle tasfiye olmasa da, ağırlığını yitirmiştir. Bu noktadan geleceğe baktığımızda eğer yeni bir devrimler dönemi açılacaksa, bu devrimler artık dünyanın her bölgesinde kapitalizmi hedefleyecektir. Kapitalist anayurt­ larda, eğer devrimler patlarsa, bu devrimlerin hedefi yeterince açık olacaktır. Açık olma­ yan bir devrim şansının olup olmadığıdır.Üçüncü dünya ülkelerinde ise, artık ulusal kur­ tuluş savaşları dönemi kapanmıştır, gelecekte “sosyal kurtuluş” devrimleri yaşanacaktır. Burada da sorun, bu cehennem bölgelerinde devrimlerin olup olmayacağından çok, ger­ çekleşecek devrimlerin tutunup tutunamayacaklarındadır. Hatta dünyanın bugünkü ko­ şullarında tutunamama şansları daha fazla görünüyor. Bunların irdelenmesini yazının ileriki bölümlerine bırakarak, bir dönem yaşanan proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının tarihsel koşullarıyla birlikte kapandığını vurgulamalıyız. Yeni bir açılış na­ sıl ve ne zaman gerçekleşecektir?

KAPİTALİZMİN ÇELİŞKİLERİ VE TIKANMA NOKTALARI Kapitalizmin bugünkü çelişkilerine gelmeden kapanan dönemin özelliklerine bir kez daha değinmek gerekiyor. Proletarya devrimlerinin Avrupa'nın batısından doğusuna es­ tiği dönemde, kapitalizm, henüz kendinden önceki üretim yapısını tam anlamıyla tasfiye etmemişti. Çoktandır kıta Avrupasında ve diğer kapitalist merkezlerde feodal üretim ve toplum biçimi tarih olmuştur. Bu iki sistemin çatışmasından ortaya çıkan bir gerilim artık yoktur. Uzun zamandır kapitalist merkezlerde sırf kapitalist sistemin kendine özgü çeliş­ kileri yaşanmaktadır. Öte yandan, işçi sınıfının kitlesel olarak mücadele sahnesine girmesi, sendikal örgüt­ lenmelerden siyasal örgütlenmelere kadar kendini bir sınıf olarak yapılandırması, kapi­ talist üretim biçiminin ilk gününden başlamamış, tersine oldukça uzun yıllar sonra ger­ çekleşmiştir. Manifaktür dönemi kapitalizminde sınıf mücadelesi henüz “sınıf mücadele­ si” adını alacak seviyede değildir. “Sanayi devrimi”yle başlayan fabrikalaşma sınıf mü­ cadelesinin de gelişmesinin, yeni bir karakter kazanmasının tarihi momentidir, işçi sını­ fı bütün gövdesiyle mücadele sahnesine çıkarken, aynı zamanda insanlık tarihinde de sınıflar mücadelesi ilk kez bu ölçüde aydınlık, tüm yanıltıcı örtülerinden soyunmuş ola­ rak yaşanıyordu. Fabrika dönemi, üretim biçimi olarak, bant sistemini diğer adıyla fordizmi yaratmıştır, işçinin üretimdeki yeri tam anlamıyla belli kas hareketlerine indirgenmiş­ tir. Tümüyle makinenin bir uzantısına dönüşmüştür. Oysa özellikle son çeyrek yüzyıldır yaşanan süreçte bu yapılanma hızla değişmektedir, işçi sınıfının üretim alanlarında ve oturma mekanlarında kitlesel yoğunlaşması hızla değişikliğe uğramaktadır. Fabrikalar küçülmekte, “üretim adacıkları” ile yeni bir üretim sistemine geçilmekte, sınıfın üretimde­ ki yeri sırf kas hareketleri olmaktan belli ölçüde çıkmakta, “çalışanın düşünce ve yaratı­ cılığı” da üretime katılmaktadır. Bu durum sınıf içinde yapısal bir parçalanmaya yol aç­ maktadır. Sınıfın üretimi örgütleyici gücü artarken, topyekün davranış yeteneği zayıfla­ maktadır. Sınıflar mücadelesi tarihine bugünden baktığımızda bir gerçeklik daha ortaya çık-

__ 8 _________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ maktadır. Hemen her ülkede, kapitalist üretimin yarattığı sınıfların ilk ortaya çıkışları, keskin mücadele ve ayaklanma dönemleriyle yaşanmıştır. Sınıflar, adeta karşılıklı güç­ lerini sonuna kadar denedikleri bir dönem yaşamışlardır. Bu süreçte, devrimlerle işçi sı­ nıfı iktidarı kurulan ülkelerde tarih yepyeni düzlemde akmaya başlamıştır. Ancak müca­ deleler iktidar değişimleriyle sonuçlanmadıysa, ardından sınıflar mücadelesi için yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönemde, artık sınıflar, birbirlerinin karşısında güçlerini tanıyan, sı­ nıfsal bir tasfiye gerçekleşmeyecekse, karşılıklı varoluşun yeni biçimlerini yoklayan bir konumdadırlar. Avrupa’daki adıyla, “tarihsel uzlaşmalar, böyle keskin sınıf mücadelesi yıllarından sonra gelmiştir. Bu süreç,ileri veya geri hemen her kapitalist ülkede yaşan­ mıştır. Bu durum bir raslantı değil, sınıfların mücadele sürecinin adeta bir basamağıdır. Sınıfların ilk doğuş ve kopuşma yılları radikalizmle, keskin mücadelelerle temsil edilir­ ken; uzun mücadele yıllarında bir tasfiye gerçekleşmemiş, hala karşılıklı sınıfsal varoluş yaşanıyorsa, mücadele kaçınılmaz bir şekilde yeni bir aşamaya girmektedir. Bu aşama, sanki güçlerin birbirini daha iyi tanımasından sonra bir soluk alma sürecidir. Kıta Avru­ pa’sında 950'lerle birlikte, uzun mücadele yılları, devrimler, savaşlar ve faşizm yaşan­ dıktan sonra oöyle bir dönem başlamıştır. Kapitalist üretim tekniklerinde 1970’ierle başlayan yeni süreç “tarihsel uzlaşma” dö­ nemine nasıl etkilerde bulunmuştur? ilk etkileri, sınıfta yarattığı yapısal parçalanmalarla bu süreci derinleştiren yönde olmuştur. Bir başka deyişle sınıf mücadelesini radikalleş­ tiren bir etki yaratmamış, tam tersine “elveda proletarya” söylemlerini güçlendirmiştir. Bu gidişe Sosyalist sistemin yıkılışı da eklenince, bu süreçin günümüzde de derinleşerek devam ettiğini söylemek zorundayız. Tablo böylesine köklü değişimlere uğradığına göre, mücadelenin de aynı ölçüde köklü değişimlere uğraması kaçınılmazdır. İşçi sınıfı mücadelesinin 19.yüzyılın başların­ da kendini ortaya koyduğu koşullar bir tarihsel dönemi kapsamış, bu dönem, “proletar­ ya devrimleri çağı” adını almıştır. Bu koşullardaki değişim, özellikle II.Dünya Savaşı son­ rası hızlanmış, 70’li yılların ortalarından itibaren bu değişim yeni bir nitelik kazanmış, 80’li yılların sonunda Sosyalizmin yıkılışıyla bu dönem, tarihi ve fiili olarak kapanmıştır. Bugün kapitalist dünyaya baktığımızda hiç de yıkılacak gibi görünmüyor. Hele teknik gelişimin büyüsüne kendinizi kaptırırsanız kapitalizm sanki yeni bir gelişim ivmesi ka­ zanmıştır. Buna ilave ABD’nin “süper güç" konumuna yükselmesi “devrim”, “ayaklanma” sözcüklerini sanki anlamsız kılmaya yetiyor. Elbette bu sadece görünümdür. Ancak dün­ yada hemen ilk elden göze çarpan bir başka gerçeklik daha vardır. Bu gerçeklik kapita­ lizmin durumunun kavranmasında iyi bir yol göstericidir. Bugün dünya kapitalizminin iki yüzü vardır. Birisi, gelişmiş ülkelerde yaşanan cennet yüzü; diğeri üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan cehennem yüzüdür. İkisi de kapitalizm­ dir. Artık dünyada tek tek bazı sosyalist ülkeler var, ancak bir sistem olarak sosyalizm yok! Bu cehennem ülkeler yüzelli yıldır kapitalizmi tanıyorlar. Hatta ilk tanışanlar olarak Afrika’nın güneyinde, Asya’nın güneyinde ve Latin Amerika'da, kapitalizm, tam bir sefil­ lik olarak yaşanıyor. Bu büyük dünyasal gerçeklik kapitalizmin bir toplumsal sistem ola­ rak gelişim kapasitesini en iyi şekilde gözler önüne sermektedir. Teknik gelişimin parıl­ tılarıyla büyülenmeye gerek yok, hemen örtüyü kaldırıp altına baktığınızda dünyanın bü­ yük bir bölümünün kapitalizmin yarattığı korkunç sorunlarla boğuşduğu hemen görüle­ bilir. Kapitalizm nasıl bir ülkede belli bir sınıf lehine gelişim ise, dünya ölçüsünde de bel­ li gelişmiş ülkeler lehine bir gelişim olarak varoluyor. Üçyüz elli yılı aşkın yaşanan kapi­ talizm henüz insanlığa başka örnekler sunamadı. Bundan sonra sunma imkanı var mı? Artık devrim sorununa bir yaklaşım olarak dünya kapitalist sisteminin çelişkilerine gele­ biliriz.

------------------------------------------------------------------------------------------

9 ----


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------Sistemin günümüzdeki çelişkilerini üç seviyede ele almak mümkündür, ilk seviye, ka­ pitalist üretim biçiminin çelişkileridir. İkincisi, kapitalist merkezler arasındaki çelişkilerin durumudur. Sonuncu olarak, kapitalizmin iki yüzü arasındaki veya cennet ile cehennem arasındaki çelişkilerdir. Kapitalist Üretim Sisteminin Çelişkileri:Kapitalizm doğarken feodalizmin başlıca iki yönüyle çatıştı. Toprak ve Pazar üzerindeki Feodal tekel egemenliği yeni gelişen kapi­ talizmi boğuyordu. Öte yandan, kapitalizmin gerek duyduğu iş gücü, yine bir mülkiyet ve egemenlik biçimi olarak toprağa bağlıydı. Hareket yeteneği yoktu. Başlıca bu noktalar­ dan kaynaklanan çelişkiler kapitalizmin “serbest” gelişimi önünde engel oldukça devrimlerle aşıldılar. Ancak bu tarz bir soyutlama olayların sadece en genel mantığını kavra­ maya yardım edebilir, yoksa tek tek burjuva devrimlerinin orijinal yanlarını, hatta kaba­ ca izledikleri yolu bile açıklamaya yetmez. Olayların özgün tarihi gelişimi incelenmedik­ çe bu devrimlerin özellikleri kavranamaz. Elbette bu mantık kapitalizmin çelişkileri ve devrim olasılıklarının konu olduğu bir yer­ de fazlasıyla geçerlidir. Bunu gözden yitirmeden en genel soyutlamalardan işe başlaya­ lım. Kendi varoluş biçimi toprağa dayandığı için, Feodalizm, yeryüzünde fethedilecek toprak kalmadıkça kendi içine kapandı ve krize girdi. Üretim, topraktan öteye derinleş­ mek zorundaydı. Kapitalizm herşeyin metalaştırıimasıyla karakterize olur. Dünün tüm moral değerleri dahil bugün neredeyse metalaşmamış bir şey bulmak çok zordur. Ancak bu sürecin top­ rak sınırı gibi bir sonu yoktur. Öyleyse kapitalizm tükenişin eşiğine nasıl gelecek? Önce ezbere bildiklerimizden başlayalım. Kapitalizmde üretimin sürekli toplumsallaşmasına karşılık paylaşımın özel mülkiyet temelinde kalması onun temel çelişkisidir. Bu gelişimin doğal sonucu olarak ortaya çı­ kan ve sistemin son yüzelli yıldır egemenlik ilişkisinin tanımlandığı tekelci mülkiyet, ge­ lişimin veya daha açık deyimiyle üretici güçlerin gelişimin önünde engel olmaya başlar. Kapitalist Pazar ilişkileri ise ekonomik krizleri tetikleyen bir mekanizma olarak çalışır. Üretimi provake ettiği kadar, sonunda fazla üretimlerle devasa toplumsal israflara yol açar. Buna karşılık öte yandan, kapitalist üretimde gelişimin zembereği başlıca kapitalist­ ler arası rekabetten ve kapitalistlerle işçiler arasındaki sınıf savaşından (rekabetten) hız alır. Bu ikili rekabetin varolduğu koşullarda “gelişim” de varolmaya devam edecektir. Te­ kellerin varlığı veya sınıf uzlaşmalarının varlığı gelişimin yolunu tümüyle tıkamıyor. Ay­ rıca insanlığın “bilimsel teknik devrim” aşamasına tırmandığı günden beri gelişimin yeni bir zembereğinden daha söz edebiliriz. Bilimsel gelişim dahilerin buluşlarıyla sınırlı ol­ maktan çıktığından beri, üretimle ilişkisi ve pazarda yeni bir ürün olarak metaya dönüş­ mesi arasındaki zaman aralığı çok kısaldığı için, kendi ürettiği güçle çalışan düzenekler gibi, teknik gelişimi sürekli körüklemektedir. Bu temellerin içinden çıkıp gelen, kapitalist gelişimin özellikle son yarım yüzyılında güncelleşen çelişkilerine artık gelebiliriz. ilki, bilimsel gelişimle tekelci mülkiyet arasındaki gerilimdir. Bu çelişki ya da gerilim tekelci mülkiyetin bilimsel gelişimi engellemesi noktasından kaynaklanmıyor, tam tersi­ ne bilimsel gelişim ile ortaya çıkan, bugüne kadar insanlık tarihinde görülmedik güç kay­ naklarının nasıl kullanılacağında sorun yaşanıyor. Bunların ilki atom enerjisiydi. Şimdi yapay beyin, gen teknoloji gibi alanlarda hızlı gelişimler yaşanıyor. Bu gelişmelerin orta­ ya çıkardığı gücün kullanımı için ise yeni bir ilişki sistemi kurulmadı, ya da mevcut mül­ kiyet ve egemenlik sistemi geçerliliğini korumaktadır. Yüksek teknikli silahlarla insanlığı

10


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ sürekli tehdit eden tekelci kapitalizm, eline çok daha değişik güç imkanları geçerse na­ sıl davranacaktır? Bu sorun insanlığın gündemine girmiştir, çözümün kapitalizmin bili­ nen çerçevesini zorlaması kaçınılmazdır. Sonuç olarak, bilimsel teknik gelişimle tekelci kapitalist mülkiyet ilişkilerinin çatıştığı nokta “engelleme" zemininden çıkmış, muazzam güç imkanlarının nasıl kullanılacağı noktasında kilitlenmiştir. Bu aslında kapitalizmde herşeyin metalaşmasının bir sınıra dayandığının çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bilim­ sel ve teknik gelişim derinleştikçe kapitalizmin fetişi: meta darbe almaya başlıyor. Bu ay­ nı zamanda aydınlanma çağının insanlığa kazandırdığı “ilerleme” veya “gelişim” kav­ ramlarının da yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Tüketim çılgınlığını kışkırtan “buluşlar” insanlığın genel çıkarları açısından tam bir boşa harcama, israftır. Ancak bunu insanlığın kavraması için bu çılgınlığın bir doyum noktasına gelmesi gere­ kiyor. Aynı zamanda bu tüketim bolluğu ile dünyanın yoksulluğunun yarattığı gerilimden üreyecek kaçınılmaz şok darbeleri de kavratıcı olacaktır. İkincisi, teknik üretici gücün adeta fırtınalı gelişimi kapitalist üretimde önemli yeni so­ nuçlar yaratmaktadır. Üretim araçlarının yenilenme periyodu daralmaktadır. Bu süre ononbeş yıldan beş-sekiz yıla düşmüştür. Bunun başlıca iki sonucu vardır. Sabit sermaye­ nin yenilenme hızındaki artış ortalama kar oranlarında bir düşme yaratır. Bunun en do­ ğal sonucu yatırımlarda gerilemedir. Dünyadaki istatistiklere baktığımızda tam tersine “doğrudan yatırım sermayesinde” bir artış vardır. Ancak bunun yeni yatırım anlamına gelmeyip daha çok yeni bir spekülasyon yolu olan özellştirmeleri kapsadığı anlaşılır. Ye­ ni teknikli alanlara-informatik sanayine- geçici kar oranları yüksekliğinden dolayı öylesi­ ne fazla sermaye akışı oldu ki, şimdi bu sektör tüm dünyada krizdedir. Kapitalizm kar oranlarındaki düşmeyi “sıcak para” ve “öze!leştirme”!erle aşmaya çalışıyor. Öte yandan, işgücü, artan bir şekilde üretim dışına itilmekte, sonuçta ortaya “toplumsal fazla nüfus” çıkmaktadır. Bu durum artık klasik işsizlikten farklıdır. Bu durum en çarpıcı bir şekilde kapitalizmin cehennem yüzü olan üçüncü dünya ülkelerinde görülmektedir. Kapitalist anayurtlarda “toplumsal fazla” daha az olsa da çoktandır “sosyologların" gündemine tar­ tışma konusu olarak girmiştir. Burada sorulması gereken soru açıktır. Teknik gelişim na­ sıl yaşadığı belli olmayan bir “toplumsal fazla” ve kaçınlmaz olarak toplumsal bir çürü­ me yaratıyorsa, en sonunda tarihsel gelişim tarafından sorguya çekilmeyecek midir? Kapitalizm sadece üretim açısından değil, diğer yönlerden de toplumsallaşmadıkça bu sorunu çözemez. Ancak böyle “toplumsal” bir kapitalizm nasıl bir şey olur? Aslında dünyada sınırlı ölçüde de olsa bunun örnekleri vardır. Sosyalizm yıkıldıktan sonra kapitalizmin kendi içindeki farklı yapılar tartışma gündemine geldi. Bir yanda tam anlamıyla “bireyci” Ingiltere ve Amerika’yı kapsayan “anglo-sakson kapitalizmi”, öte yan­ da Japonya ve Almanya’yı kapsayan “toplumsal kapitalizm” bir çekişmeye girdiler. As­ lında küreselleşme politikaları VVashington ve Londra kaynaklıdır ve sürekli Almanya, Fransa ve Japonya’nın kapitalist yapılanmasını kendine benzetmeye zorlamaktadır. Hatta Bush’la birlikte Amerika, Japonyanın uzun süredir krizde olmasını da fırsat bile­ rek, “Japonya uzak doğunun Ingilteresi olabilir mi?” sorusunu sorarak, böyle bir düş gör­ meye başlamıştır. Aslında küreselleşmenin bir yanı Amerika’nın zoruyla “toplumsal ka­ pitalizmin” tasfiye edilmesidir. Sonuç olarak, fırtınalı teknik gelişim kapitalizmi daha fazla “sosyalleşmeye” zorlar­ ken, küreselleşme politikaları tam tersi yoldan gitmektedir. Bunun ilk elden sonuçları da­ ha önce kazanılan sosyal hakların yitirilmesi, daha da kötüsü artan ve derinleşen top­ lumsal çürümelerdir. Bu gerilim bütün kapitalist dünyanın üzerinde gezinmektedir; ayrı­ ca kapitalist anayurtlarla üçüncü dünya ülkeleri arasında gittikçe yükselen yeni bir “Ber­ lin duvarı” çekmektedir.

11 ----


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------Üçüncü çelişki, teknik karşısında insan üretici gücünün durumudur. Kapitalizmin manifaktür döneminden başlayarak, insanın üretimdeki yetenek ve üretim bilgisi hızla ma­ kinelere geçmiş, bant sisteminde işçi tüm üretim yetenek ve bilgisinden uzaklaşarak sa­ dece belli kas hareketleri yapan canlı bir makineye dönüşmüştür. Bu dönem aynı za­ manda sınıflar mücadelesinin en yoğun yaşandığı tarihsel süreçtir. Her ülkede devrim­ ler olmasa da, bant karşısındaki işçi, sonunda pasif dirençler geliştirerek, fordist sistem dahilinde kalınarak tüm yeni tekniklerle amaçlanan üretim artışı zorlamalarını boşa çı­ kartmıştır. Bu tıkanmanın ilk sonucu “üretim adacıklarına veya “team work” çalışma tar­ zına geçiş olmuştur. Artık işçi kas hareketlerinden öteye üretime, çok sınırlı da kalsa, ya­ ratıcı düşüncesiyle de katılmaktadır. Ancak bu durum bir dönem sonra tıkanmalar yaşa­ maya başlamıştır. Kimi işletmeler “team work” biçimini, terketmeye başlamıştır. Ancak kimse eski tarz fordizme dönüş yapamıyor. Buradaki çelişki, kapitalist mülkiyetten kay­ naklanan egemenlikle, gittikçe daha fazla üretim bilgisiyle donanan işçi sınıfı arasında­ ki ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu süreç derinleşirse, üretim bilgisiyle donanmış bir sı­ nıf için, kapitalist üretim araçları mülkiyeti ve banka spekülasyonları büyü ve anlamını yitirebilir. Süreç zikzaklar çizse de bu yönde akmaktadır. Teknik geliştikçe, üretim bilgi­ siyle donanmış bir işçi sınıfı kesimi yaratmaktadır. Kapitalistin mülkiyetten kaynaklanan egemenlik hakları ile “team work” işçisinin üretim bilgisinden kaynaklanan tercihleri ara­ sında her zaman bir potansiyel çatışma alanı vardır. Dördüncüsü, üretim tarzının ve tüketim çılgınlığının doğada yarattığı tahribattır. Do­ ğa da bir üretici güçtür. Tekniğin çok geri olduğu dönemlerde doğanın üretimdeki etkisi çok belirleyiciydi. Teknik geliştikçe bu sınırlama ortadan kalktı. Bu kez aşırı hesapsız üretimlerle doğada yaratılan tahribat insanlığın geleceği açısından bazı alarm işaretleri vermeye başladı, insanlık bu gidişe gerektiği momentte ve uygun bir yöntemle müdahele edemezse yaşanacak “doğal” felaketlerin aslında hazırlayıcısı olacaktır. Bu gerçeklik dizginsiz kapitalist üretime kaçınılmaz sınırlar getirmektedir. Fakat henüz bu sınırlama­ lar uluslar arası bir kural haline gelmediği gibi, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde bu ko­ nu gündemde bile değildir. Dünya ölçüsünde konunun gündemleşmesi ve kesin uygula­ maların başlaması için belki de büyük felaketler yaşanacaktır. Doğanın sınırlaması so­ nuçta kapitalist kar hırsına bir darbedir. Aynı zamanda üretim maliyetlerini arttıracağı için bu tahribatın bedelini yine çalışan kesimler ödeyecektir. Kapitalizmin sınırları içinde kalındığı müddetçe doğanın tahribatından doğacak felaketlerin bedelini de, tedbirler alınsa ortaya çıkacak maliyet artışlarının bedelini de çalışan kitleler ödeyecektir. Sonuç­ ta, sırf kar için yapılan üretimin doğayla çatışma noktasına gelmesi, kapitalist sistemin mantığına bir saldırıya dönüşebilir. Beşincisi, kapitalizmin kendi yarattığı moral ve siyasi değerlerle çelişkiye girmesidir. Üçyüz yılı aşkın yüceltilen “birey” ve “bireysel çıkar” giderek “toplumsal gelecekle” çatış­ maya girmektedir. Sosyalizmin yıkılışından ve dünyanın postmodern salıncakta sallan­ maya başlamasından sonra müthiş bir değerler erozyonu başladı. Daha doğrusu uzun zamandır bu konuda yaşanan birikim bentlerinden boşandı. “Birey” olmak elbette tek ba­ şına bir olumsuzluk değildir. Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin insanlık gelişiminin kaçınılmaz bir basamağıdır. Kişinin komün içinde eridiği toplumsal yapılardan bugünle­ re gelindi. Kapitalizm bireyi “bireysel çıkarla” yüceltince ortaya kör bir bencillik çıktı. Yı­ kılan sosyalizm deneyine baktığımızda oradaki kollektivitenin ağırlıklı olarak kapitalizm öncesi köylü toplumlarından devralınan seviyeyi çok aşamadığını görüyoruz. Oysa şim­ di insanlık kapitalizm içinde bencilliğin zirvelerine tırmandıktan sonra bir tıkanmanın eşiğine gelmiştir. Bu noktadan sonra toplum olarak yaşanacaksa-ki bu insanlığın varoluş biçimidir-birey ve toplum ilişkisi için kapitalizmin yarattığı değerlerin ötesine geçmek ka­

12


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ çınılmaz hale gelecektir. Sosyalizm deneyinin de gösterdiği gibi “bireysel çıkar”ın ötesi­ ne geçmek hiçbir kabalığı ve ezbere tavrı kaldırmaz. Sırf kararlarla ve hatta iktidar des­ tekli hukukla olmaz. İnsanlık tarihsel bir moment olarak “bireysel çıkar”ı bir bakıma on­ dan kopuşacak derinliğe (ya da rezilliğe) kadar yaşadıktan sonra, başka bir değerler sis­ temine gebe hale gelebilir. 20.yüzyılda yaşanan sosyalizm deneyi bu konuya bir giriş ol­ du. Bu girişimin başarısızlığından sonra “bireysel çıkarlar” adeta çıldırdı. Eğer insanlığın öğrenme yolu hala böyle büyük savrulmalardan geçiyorsa, bu çok da kötü bir şey değil. Öte yandan, sosyalizmin yıkılışı kapitalizmin siyasal değerler sistemine yeni bir itibar kazandırmamıştır. Burjuva demokrasileri bütün cazibesini yitirmiştir. Onun tarihindeki fa­ şizm doğurganlığı hiçbir zaman unutulamaz. Bundan öteye sadece küreselleşmenin ilk on yılında batı demokrasilerinin sığlığı, ikiyüzlülüğü defalarca kanıtlanmıştır. Dünyadaki siyasal süreç, batı demokrasilerinin, çıkarların asma yaprağı olmaktan öteye artık bir ro­ lünün kalmadığını hızla açığa vurmaktadır. İdeolojilerin öldüğünü ilan etmekle kapita­ lizm, aynı zamanda kendi mezarını kazmaya girişti. Evet, artık dünyada ülkeler ve birey­ ler arasındaki ilişkilerde ideolojik değerlerin bir rolü kalmamıştır, tek değer: bayağı çıkar­ lardır. Bu bayağılaşmanın insanlık bilincinde karşı tepkileri kaçınılmaz bir şekilde birik­ mektedir. Sosyalizmin yıkılışıyla hızlanan neoliberalizm, diğer adıyla kapitalist sermaye birikiminin günümüzdeki biçimi, burjuva demokrasilerine fazla alan bırakmıyor. Bugün dünyanın hemen her yerinde ekonomi politikalar aynılaşmıştır. Bu durum, burjuva de­ mokrasilerinin içini iyice boşaltan sonuçlar yaratmaktadır. Burjuva partilerinin farklı renk­ lerini ortak bir griye dönüştürmektedir. Temsili burjuva demokrasileri özü çürümüş ka­ buklaşmalara uğruyor. Burjuva demokrasilerinin finans kapitalin çıkarlarıyla aynılığı or­ taya çıktıkça, insanlığın geleceği açısından bir rolü ve çekim gücü kalmıyor. YDD ile bu süreç derinleşiyor. Herşeyin metalaştığı, tüm ilişkilerin bireysel çıkarların terazisinde tartıldığı kapitalist sistem, Sosyalizmin varoluşunun zoruyla kazandığı bazı “toplumsal özellikleri”nden hız­ la kopuşarak, kendi öz karakterini çok daha çıplak bir şekilde insanlığın gözleri önüne seriyor. Bu durum, kısmen uykuya dalmış sistem içi çelişkileri şiddetlendirerek, kapita­ lizmin aşılması için maddi ve düşünce zeminini besliyor. Kapitalist Merkezler Arası Çelişkiler: Dünya devrimler tarihine baktığımızda savaş ve devrimlerin içiçeliği hemen göze çarpar. Bu içiçelik burjuva devrimleri döneminde geçer­ li olduğu gibi hemen ardından gelen proletarya devrimleri sürecinde de geçerlidir. ilk Sovyet iktidarı ve Sosyalist sistem ikf paylaşım savaşının ortamında doğmuştur. Emper­ yalist merkezler arasındaki gerilim ve savaşlar, halklar için büyük yıkımlar getirirken, öte yandan bu yıkımlara bir tepki olarak halk iktidarları için imkanlar yaratabiliyor. Kapita­ list sistemin kendi iç çelişkileri derinleştikçe bu kendini sadece ülke içinde krizlerle gös­ termez, aynı zamanda bu krizler kendini kapitalist ülkeler arası savaşlara da taşır. Sa­ vaşlar büyük buhranların kanıtlarıdır. Dünyadaki devrim imkanlarına bakarken kapitalist merkezler arasındaki ilişkilerin bu­ günkü durumuna da bakmak zorundayız. Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra beklenen “sonsuz barış” gelmedi; tam tersi­ ne bizzat kendilerinin itiraf ettiği gibi dünya daha tehlikeli bir gidiş içine girdi. Bugün mer­ kezler arası ilişkiyi iyi tanımlamak gerekiyor. Yersiz “demokratikleşme” ve “barış” hayal­ leri bir yana, bugün dünya emperyalist güç merkezleri tarafından yeniden paylaşılmak­ tadır. Beş güç merkezi vardır: ABD, AB, Japonya, Rusya ve Çin. Bu merkezlerin herbirinin kendine özgü güçlü ve kırılgan yanları vardır. Bugün en güçlü olan ABD, kendi ra• Dlerinin kırılgan yanları üzerinden egemenliğini daha da sağlamlaştırmak için yoğun

z<~ saldırı durumundadır. Dünya olayları Amerika’nın attığı adımlara tepki üreterek akı­

13 —


— yol_____________________________________________________________ yor. Bu gidişte ABD, kendisi için stratejik bir avantaj sağladığı için gerilim politikasından yanadır ve bunu uyguluyor. Özellikle 11 Eylül sonrası bu uygulama büyük bir hız kazan­ mıştır. Olaylar şimdilik .bölgesel savaşlar seviyesinde gitmektedir. Savaş bölgelerden yukarıya tırmanarak bizzat güç merkezlerini içine alacak bir seviyeye çıkar mı? Bu so­ ruya paylaşımın genel mantığı açısından cevap verirsek, bu tırmanışın kaçınılmaz oldu­ ğunu söylemek zorundayız. Ancak soruya tarih bilinci ve dehşet silahlarının varlığı açı­ sından yaklaşırsak eskisi gibi bir topyekün savaşın olasılığı azalır. Tam bu noktada ABD’nin bir stratejik amacına da vurgu yapmak gerekiyor: eğer “füze kalkanı" gerçekle­ şir ve Kuzey Amerika kıtası her türlü nükleer saldırıya karşı güvenlikli hale gelirse, Washington rakiplerini nükleer savaşla tehdit edecektir. Bu gerçekliklerden dünya olayları­ na bakarsak, yaşanan bölgesel paylaşım savaşları, yaklaşan büyük fırtınanın ufuk çiz­ gisindeki şimşek çakmaları olarak kavranması gerekiyor. Yeniden paylaşımın iki doğal sonucu vardır: silahlanmada ve spekülasyonda artış! Silahlanma yarışı Sovyetlerin çökmesiyle bir inişe geçmişti ve bu konuda olmadık rü­ yalara yatılmışdı ki, yeniden tırmanmaya başladı. Dünyanın yeniden paylaşımı yaşanı­ yorsa bu silahsız olamaz! ABD, özellikle Avrupa ve Japonya’yı daha fazla silah hacmasına zorluyor. Yarattığı gerilim ve savaşlarla dünyada silahlanmanın tırmanışını kışkırtı­ yor. Paylaşım gerilimi silahlanmayı hızlandırıyor, yığılan silahlar gerilimi ve savaş olası­ lığını tırmandırıyor. Silahlanmada artışın savaş öncesinde doğrudan etkisi sosyal refa­ hın daralmasıdır. Bu süreç işlemeye başlamıştır. Öte yandan, sistemin çöküşüne kadar varabilecek kapitalist merkezler arası rekabe­ ti bir denetime sokan II. Dünya savaşının hemen ertesinde uygulanmaya sokulan Bretton VVoods antlaşmaları 70’li yılların ortalarından itibaren tek tek tasfiye edilmiştir. Bu sü­ reç 90 sonrası iyice hızlanmıştır. Bugün merkezler arası rekabetin denetimini zorlayan ne Sovyetler var, ne de ABD’nin artık böyle bir sınırlamaya ihtiyacı. Yeni bir “rekabet” rüzgarı esiyor. Bu rekabetin odaklandığı nokta ise sermaye akışıdır. Sermaye akışının yönünü etkilemek için merkezler arasındaki spekülatif davranışlar çoğalmaktadır. Sıcak paranın borsalarda dolaşması, bütün sigorta ve emeklilik fonlarının borsalara akması, yeni yeni kızışan dolar ve euro savaşı topyekün olarak kapitalist ekonominin kırılganlı­ ğını arttırmaktadır. Sözde “doğrudan sermaye yatırımı” olarak istatistiklete geçen “özel­ leştirmeler” de aslında bu spekülasyonun bir diğer yüzüdür. Merkezler arası rekabetin doğal sonucu olarak yaşanan nefes nefese teknik yenilenme, canlı emeği üretim dışına ittikçe kar oranlarında kaçınılmaz düşmeler yaşanmaktadır. Bu ise, üretimi bir kapitalist için zahmet haline getirmektedir. Bu kanaldan gittikçe artan miktarda sermaye spekülas­ yona kaymaktadır. Spekülasyonun bizzat kendisi, sermaye akışında provakatif bir rol oynar. Sonuç olarak, kapitalist merkezler arası rekabet onların tek tek iradeleri dışında sis­ temi krizlere sürüklemektedir. Özellikle yaşadığımız günlerde, kapitalizmin son dönem göz bebeği “enformasyon sanayi" aşırı yatırım nedeniyle yapısal bir krize girmiştir. Öte yandan, Irak savaşının yarattığı gerilim ve “belirsizlik” sermaye hareketlerini sınırlamak­ tadır. Önümüzdeki süreçte buna benzer tarihsel çakışmalar tekrarlandıkça büyük buna­ lımların gelişi kaçınılmazlaşacaktır. Kapitalizmin iki Yüzü (Merkezler ve Üçüncü Dünya) Arasındaki Çelişki: Merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişki emperyalizmin başlangıcından beri üçüncü tarihsel döne­ mine girmektedir. Öncekilerin çözemediği çelişkiyi bu yeni süreçin çözümlemesi bir ya­ na, hergün aradaki gerilim yükselmekte ve uçurum derinleşmektedir. Merkezler ile geri ülkeler arasındaki gerilim kapitalist sistem dışındaki bir çelişki değil, tersine sistemin kendi iç çelişkisidir.Üstelik küreselleşme ile kapitalizmin bu iki yüzü ayrı kutuplar olmak-

__ 14 __________________________________________________________________


günümüzde devrim sorunu__ tan çıkarak, çok daha içiçe geçmektedir. Klasik sömürgecilik ulusal kurtuluş savaşları ile tasfiye oldu. Sosyalist gelişmeye kar­ şı geri kapitalist ülkelere emperyalist merkezler “özgürlük” ve “kalkınma” vaadettiler. Ye­ ni sömürgecilik olarak anılan bu dönemde “özgürlük” yerine askeri diktatörlükler, “kalkın­ ma” yerine yaratılan ithale dayalı ekonomilerle yeni bir sömürü biçimi yaşandı. Sömür­ ge valileri çekilirken onların yerini yüzde yüz dışa bağımlı sözde sanayiler ve gittikçe yükselen dış borçlar aldı. Geri ülke ekonomilerinin dolar krizleriyle sık sık çöküntüye uğ­ raması ve siyasi olarak da askeri darbeler yaşandı. Yeni sömürgecilik, 80’li yılların orta­ larına gelindiğinde “borç krizi”yle tam bir tıkanışa girdi. Sosyalist sistem çökmeseydi ta­ rih çok başka türlü yazılabilirdi. Ancak sistem çökünce tıkanan yeni sömürgeciliğin sür­ dürülmesi için yeni bir basamağa geçildi. Bugün yeni sömürgeciliğin adı “küreselleşme” olmuştur. Dev dış borçlarla tıkanan üçüncü dünya ekonomileri merkezler açısından yükselen bir risk oluşturmaya başladı. 85-90 yılları arası, sömürünün nasıl devam ettirilebileceği doğrultusunda, merkezlerin yeni arayışları ile geçti. Bu arayışların en bilineni sanayilerin “ihracata yönlendirilmesi”dir. Bazı borç takasları da yaşandı. Ancak bütün bunlardan sonra özellikle Ameri­ ka’nın öncülüğünde geri kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkiler yeni bir biçime sokuldu. Bu yeni biçimin başlıca iki elemanı vardır: mali piyasaların liberalleştirilmesi ve özelleştirme­ ler. Böylece geri kapitalist ülke ekonomileri adeta sınırları ortadan kalkmışcasına mer­ kezlere bağlanmaktadır. Çok sık tartışılan “ulusal devletler kalkıyor mu?” sorunu bu an­ lamda gerçektir. Merkezler lehine geri kapitalist ülkelerin tüm “ulusal çıkarları” tasfiye edilmektedir. Ancak uçurum arttıkça merkezler kendi çevrelerine yeni bir Berlin duvarı örüyorlar. Onlar sınırlarını güçlendiriyorlar. Merkezlerle üçüncü dünya ülkeleri arasında derinleşen çelişkilerin işleyiş yollarını birkaç başlıkta toplamak yararlı olur. İlki, özelleştirmeler, yeni tekniğin istihdamı daraltan tarzda uygulanması, tarım süb­ vansiyonlarının kaldırılması ile kırların tasfiyesi üçüncü dünya ülkelerinde korkunç bo­ yutlara varan bir “fazla nüfus” yaratmaktadır. Elbette bütün bu söylenenlerin hepsi gelip bu ülkelerde sömürünün sonucu olarak müzminleşen sermaya darlığına dayanır. Biriken sermaye çeşitli yollardan sürekli merkezlere akmaktadır. Sonuç, işsiz ve “ekonomi dışı” kitlenin sürekli büyümesidir. Bu durum uzun sürdüğünde ardından yoğun bir toplumsal çürüme süreci gelmektedir. Bu gidişin zirvesine şimdiden Latin Amerika ülkeleri çıkmış­ lardır. “Brezilya'da toplumsal savaş alışılmadık boyutlara ulaşmış durumda. Rio kentinde 1987 ile 2000 yılları arasında mermiyle öldürülen 18 yaş altındaki çocuk sayısı Kolom­ biya, Yugoslavya, Sierra Leone, Afganistan, İsrail ve Filistin'deki çatışmalarda ölenlerin toplam sayısını geçiyor. Bu on üç yıl içinde, örneğin İsrail-Filistin çatışmasında bin ka­ dar genç hayatını kaybetti;aynı dönemde bir tek Rio kentinde ergin olmayan 3937 genç öldürüldü...” (Le Monde, aktaran Özgür Politika 21.11.02) Öfke sisteme yönelemeyince, sistem bizzat öfke duyanları çeşitli yollardan yok ediyor. “Fazla nüfus" çeteleşmeler eliy­ le tasfiye ediliyor. Elbette bu tarz “toplumsal savaş” belli bir noktadan sonra gerçek hedefine yönele­ cektir. İkincisi, merkezler geri ülke ekonomilerinin içine o ölçüde girmişlerdir ki, istemedikle­ ri yönde bir gelişme, beklenmedik bir direnme olursa motive edilmiş ekonomik krizler ya­ ratıyorlar. Uzak Doğu kaplanlarını kediye döndüren kriz tamamen böyledir. Bu, merkez­ lerin geri ülkeleri yeni bir işgal yoludur. Krizden sonra bu ülkelerde banka ve sanayi iş­

15 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------letmelerinde önemli el değiştirmeler yaşanır. Türkiye’de de “cumhuriyet tarihinin en bü­ yük krizi" böyle motive edilmiş bir krizdi. Ardından Derviş geldi, ve bankalar operasyonu tamamlandı. Merkez bankası tam anlamıyla IMF’ye bağlandı. Ancak bu tarz operasyon­ lar halklarda yavaş ve dolambaçlı yollardan da olsa bazı bilinçlenmeler yaratıyor. Latin Amerika’da antiamerikan tepkiler yükselmektedir. Venezüela ve Brezilya’da böyle tepki­ ler hükümet oldular, elbette “iktidar” olmaları çok başka bir süreci gerektirir. Güney Ko­ re’de yeni hükümet Amerikan politikalarına oldukça mesafeli bir duruş sergiliyor. Türki­ ye’de siyasal İslam “tek başına” hükümet oldu. Motive edilmiş krizlerle geri ülke ekono­ milerini işgal etmek merkez ve yeni sömürge ülkeler arası ilişkide bir yenilikse, halklar da buna karşı yeni mücadele yolları geliştirmektedirler. Bu tepkileri yaklaşan yeni bir dö­ nemin giriş işaretleri olarak algılamak gerekiyor. Üçüncüsü, doğrudan bölgesel savaşlarla yapılan yeni işgallerdir. Bu sürecin Afganis­ tan savaşı ile derinleşmeye başladığını ve Irak ile bir sıçrama noktasına geleceğini söy­ lemek yanlış olmaz. Dördüncüsü, merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişkinin ideolojik zeminidir. So­ ğuk savaş yıllarında bu ilişki “özgür dünyanın savunulması” ve “komünizme karşı savaş” parolaları altında yürütüldü. Bugün artık bir ideolojik zemin veya örtü yoktur. Daha doğ­ rusu bulunan ideolojik gerekçeler zamanımız gibi olağanüstü pragmatik, geçici ve uçu­ cudur. On yıl içinde “insan haklarından “uluslar arası terörizme karşı savaşa” gelindi. Bu büyük sıçramayla birlikte bizzat kapitalist merkezlerde “özgürlükler mi?, güvenlik mi?” sorusu gündemin en üst sırasına oturdu. Daha doğrusu oturtuldu. Günümüz dünyasında yeniden paylaşımın göz doldurucu bir ideolojik kılıfı artık yok­ tur. Çok kısa sürede paylaşımdaki çıkarlar, günümüz tanrısı para bütün örtülerden so­ yunup ortalıkta en bayağı endamıyla dolaşmaya başlamaktadır. Bu gerçeklik bugün için toplum bilinçlerinde korkunç bir bencilik, çıkarcılık ve çürütme yaratıyor. Tüm insani de­ ğerler sonuçta paraya tahvil ediliyor. Ancak bu süreç bir kıyametin habercisi olmaktan öteye “derin” bir anlama sahip değildir. Postmodernizm bu bayağılığa bir felsefe derinli­ ği kazandırmak istedi, fakat onun da ömrü fazla sürmedi. Artık yeni bir filizlenmenin top­ rağı olmaktan öteye bir anlama sahip değildir. Merkezler ve üçüncü dünya arasındaki ilişki ne ölçüde hızlı ve açık paraya tahvil olursa, bir çürüme eşiğinden geçerek de olsa, bu durum insaniliğin bilinçlenmesinde yeni bir seviye yaratacaktır. Sonuç olarak, bu üç yönlü çelişki krizlerin ve elbette devrimierin ateşleyicisidir. An­ cak daha önce diyalektiğin kaba formülleştirmelerinde yapıldığı gibi hangisi “baş” hangi­ si “tali” konusunun yararsız bir ezbercilik olduğu artık yeterince anlaşılmış olmalıdır. Olayların gidişinde hangi çelişkilerin devrimi tetikleyeceği tamamen pratik gidişe ve krizin olgunlaşma sürecindeki gelişmelere bağlıdır. Bugün üçüncü dünya ile merkezler arasın­ daki fay hattında gerilim oldukça yüksektir. Büyük bir olasılıkla Irak savaşı sonrası mer­ kezler arası ilişkiler de bir diş daha gerilecektir. Tarihden ders alacaksak, emperyalist paylaşım dönemleri halklar için büyük acılarla yüklü olmakla birlikte aynı zamanda dev­ rim imkanlarıyla da yüklüdür. Tüm kapitalist dünyaya (cennet ve cehennem yüzüne birlikte) baktığımızda başlıca iki tıkanma noktasına vurgu yapmak gerekiyor. Kapitalist üretimin inanılmaz bir hızla ge­ lişmesi sonucu, cennette (kapitalist merkezlerde) insanlar toplumsal dokuyu paralize edecek ölçüde bencilleşiyor. Artan maddi zenginliğe karşılık yaygınlaşan moral yoksun­ luk, kapitalizmin genel gidişine-herşeyin metalaşmasına-karşı dirençler biriktirmektedir. Kapitalizm tapınağındaki meta-para tanrısı gittikçe itibar yitiriyor. Derebeylik düzeni, pek çok gelişmenin yanında köylünün ve genel olarak toplumun bilincinde “derebeysiz de yaşanabileceği” düşüncesinin gelişmesiyle yıkılışa geçti. Binlerce yıl egemen olan güç­

__ 1 6 __________________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ lü inanca göre “köylü beysiz yaşayamazdı.” Üçyüz elli yıllık kapitalizm herşeyi maddi­ leştirdikçe, her kanala girip, tüm insani davranışları felç ettikçe, onun en tipik sembolü meta-para tanrısı herşeye egemen oldukça, aynı zamanda hızla itibar yitiriyor. Merkez­ lerde kapitalizmin mantığı içinde maddi zenginlik moral yoksunluğu şiddetlendiriyor. İn­ sanın bu tarz kaybı, tüm toplum ve üretim ilişkilerine güçlü bir gerilim yaymaktadır. Cehenneme gelince, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, hele yeni tekniklerle bu­ nun olağanüstü hızlı ve çarpık gelişmesi, üçüncü dünyada insanı bencilleştirmek, moral değerlerinden yoksunlaştırmakla kalmıyor, insanlık doğrudan çürüyor. Üçüncü dünya ül­ kelerinde büyük bir nüfus kitlesi “üretim dışıdır”. Bu ülkelerdeki kapitalizmin genliği bu nüfusu üretim içine çekemiyor. Çünkü bu ülkelerdeki sermaye birikiminin büyük bir bö­ lümü çeşitli yollarla (bu yolları genellikle IMF düzenler) cennete akar, oradaki üretim faz­ lasını oluşturur. O nedenle, bu nüfus fazlasının işler iyi gittiğinde “bir gün üretim içinde yer alabileceği” gibi bir beklenti tamamiyle yersizdir. Üçüncü dünyada kapitalizm geliş­ tikçe nüfus büyük kitleler halinde kentlere yığılıyor, ancak bu yığılmanın eski günlerden iki önemli farkı vardır. İlki, her ülkede kapitalizmin ilk gelişim sürecinde açılan yeni iş alanlarıyla kırdan kopan nüfus işçileşir. Ancak bu süreç kırdan nüfus kopması devam et­ mesine rağmen, merkezlerle yürüyen sömürü ilişkileri sonucu oluşan üretim kıtlığı nede­ niyle bir dönem sonra tıkanır, nüfus yığılması başlar. Üçüncü dünya ülkeleri genel ola­ rak 80’li yıllarla böyle bir sürece girdiler, ikinci fark, kapitalist merkezler özellikle II.Dün­ ya savaşı sonrası yaşanan süreçte geri ülkelerden işgücü ithal ettiller. Üçüncü dünyanın kır ve kentlerindeki fazla nüfusun bir bölümü böylece merkezlere göçme imkanı buldu. Ancak bu süreç 70’li yılların ortalarından sonra tıkanmaya başladı. Bugün Berlin duvarı yıkıldığı için zafer çığlıkları atanlar kapitalist cennet adacıklarının çevresine yeni bir du­ var inşa ediyorlar. Neoliberal politikalar, küreselleşmede adı altında sermayeye, teknik yeniliklere tam bir dolaşım özgürlüğü isterken, işgücünün küresel dolaşımının önüne du­ varlar örmektedir. Bunun sonucu insanın çürümesidir. Yukarda verdiğimiz Brezilya ör­ neği bu çürümüş dünyanın derinliğini anlatması bakımından çarpıcıdır. Kapitalizmin mantığı içinde bu nüfus fazlası ve çürümesine savaştan başka çözüm yoktur. Henüz topyekün bir savaş çıkartamadığı için bölgesel savaşlara girişiyor veya Brezilya örneğin­ de olduğu gibi genç ve fazla nüfus polis çeteleri tarafından imha ediliyor. Üçüncü dün­ yadaki toplumsal çürüme için moral değerlerden yoksunluk deyimi çok hafif kalır. Orada sinsi yürüyen bir insanlık katliamı yaşanmaktadır. Sonuç olarak, kapitalizm geliştikçe insanla olan çatışması derinleşiyor. Teknik-metapara o kadar tanrılaştı ki, insanlık korkunç bencillik kabuğu içinde veya doğrudan çürü­ meyle yokoluşa itiliyor. Bu nedenle, yaşadığımız günlerde dünyanın yeniden paylaşım sürecinde, dolar ve petrol hesapları ne kadar çok yapılırsa, bu tanrıların lanetlenme za­ manı da o kadar yaklaşacaktır.

SOSYALİZMİN YIKILIŞINDAN SONRA TEORİK DEVRİM SORUNU Yıkılış, devrim konusunda hem teorik hem de pratik sorunlar üretmiştir. Teorik sorun­ dan başlarsak, bunun en tipik kendini gösteriş biçimi devrim sürecinde objektif ve süb­ jektif koşulların birbirinden kopuşmasıdır. Sosyalizmin yıkılışından beri elbette dünyada genel bir devrimci yükseliş dönemi ya­ şanmadı, ancak tek tek ülkelerde yaşanan bazı gelişmeler böyle bir kopuşmanın ip uç­ larını vermektedir. Latin Amerikada Meksika, Peru, Arjantin, Venezüela ve Brezilya da­ hil hemen pek çok ülke derin ekonomik krizler yaşadı. Arjantinde bir yılı kapsayan bir

--------------------------- :--------------------------------------------------------------- 17 ---


— yol------------------------------------------------------------------------------------------halk ayaklanması yaşandı. Uzak Doğu’da “Asya kaplanlarının “iyi giden” ekonomileri büyük bir krizle tökezledi. Orta Afrika’da tam bir ekonomik ve sosyal çöküş yaşanıyor. Ülkeler arası savaşlar, kabile savaşları hemen on yıldır sürüyor ve büyük insan kayıplarına neden oluyor. Ortadoğu’da tecrit edilmiş Filistin devrimi sürekli kanıyor; öte yandan, Kürdistan’da devrim bir noktaya kadar tırmandıktan sonra geriye çekilmeye başladı. Türkiye onbeş yıldan fazla savaş ve kriz ikileminde yaşıyor, hatta “cumhuriyet tarihi­ nin en derin ekonomik krizi”ni yakınlarda yaşadı. Deprem ve kriz üst üste toplumu vur­ du. Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sırasında korkunç acılar yaşandı, bu ülkeler çoktandır bilmedikleri açlıkla yeniden tanıştılar. Öte yandan, dünya yoksullarıyla zenginlerinin arasındaki uçurumun gittikçe büyüdü­ ğü biliniyor. Bütün bu koşullara rağmen sübjektif etkenin, yani devrimci örgütlenmelerin büyüme­ diğini biliyoruz. Bu hiçbir şeyin olmadığı anlamına elbette gelmiyor, ancak önceki dö­ nemlerdeki gibi objektif koşulların yakıcılığında devrimci örgütlenmelerin büyümesi ya­ şanmıyor. Devrime götürebilecek pratik koşullardan devrimci düşünce ve devrimci ör­ gütlenmeler üremiyor. Objektif ve sübjektif koşullar arasında kopuşmalar özellikle devrimlerin geri çekildiği dönemlerde yaşanmıştır. Yenilgiden dersler çıkartılıncaya, bunların düşüncede sistem­ leşmesiyle yeni davranış yollarını yaratıncaya kadar böyle kopuşmalar yaşanmıştır. Bu kez büyük bir yenilgi, daha doğrusu bir çöküş yaşandı. Objektif koşulların ve düşünce­ nin birbirinden bu kopuşmasının en temel etkeninin Sosyalist sistemin yıkılışı olduğunu biliyoruz. Ancak bu kez kopuşma eski örneklerin sınırlarında kalmadı. Sosyalizmin yıkı­ lışı bu kopuşmaya yeni bir nitelik kazandırdı. Düşünce ve pratiğin bu kopuşmasının ka­ zandığı yeni nitelik kendini başlıca üç tarzda ortaya koyuyor. İlki ve en önemlisi, devrimci mücadelenin iktidar hedefini yitirmesidir. Buna en tipik ve yakıcı örnek Arjantin olaylarıdır. Düzeni ve hükümetleri felç eden ayaklanma iktidar hedefi taşıyan devrimci bir halk örgütlenmesine sahip değildir. Eylemler iktidara yönel­ medi. Mücadele biçimi olarak pek çok yenilik taşıyan Arjantin ayaklanması siyasal he­ deflerde de olumsuz yönde bir “yenilik” içeriyordu. Toplantılarda ülkenin durumunu tar­ tışan halk, kendine daha “namuslu" politikacı aramaktan öteye bir hedef koyamadı. İkincisi, düşünce alanını postmodernizmin kaplamasıdır. Postmodernizm küçümsenişine aldırmadan mürekkep lekesi gibi günlük yaşamın “felsefesi” içine en kılcal yollar­ dan sızıyor. Hedefsiz yaşamanın, toplumsal hedefler belirlemenin anlamsızlığı ve saç­ malığı üzerine yükselen bu düşünce, aslında insan düşüncesinin pratikten kopuşmasıyla nerelere kadar saçmalaşabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. Yaygınlığını doğrudan gü­ nümüz koşullarından almıyor, özellikle yaşanan son otuz yılın pratik sonuçlarından da alıyor. Bu anlamda geçmişi temsil eden bir düşüncedir. Sorun geleceğin düşüncesinin yeterince gürbüzleşmemesindedir. Üçüncüsü, doğru bir hedefe yönelip örgütlenemeyen öfkeler sonunda dönüp birey­ sel sahiplerini vurarak yoğun bir toplumsal çürümeye yol açıyor. Objektif koşulların ya­ rattığı öfke ve gerilim düşünce ve örgütlenme alanında yol ve hedef bulamayınca bizzat insanın düşünme yeteneğini dinamitliyor, felce uğratıyor, yok ediyor. Bu konuda medya­ nın “hizmeti” inanılmaz boyutlara varmıştır. Bilgi bolluğunda yaşanan cahillik tüyler ür­ perticidir.

__ 1 8 ____________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ Tarih bilincini yoklayanlar görebilir, feodal katılaşma kendinden önceki gelenekleri de gücüne katarak bireyin her türlü sivrilişine ket vurdu. Kapitalizm bu zincirleri kırarak bi­ reysel yaratıcılığı şahlandırdı. Ancak günümüzde birey o ölçüde kendine düşkün, kabu­ ğunun içinde ve bilgi bolluğuyla yaratılan cahilliğin kuşatması altında ki, geleceği kucak­ layan bir düşünce yaratıcılığından gitgide kopuşmaktadır. Günümüzde yaratıcı düşünce artık birey sınırlarını ve çıkarlarını aşarak yakalabilir. Ancak bugün bunun oldukça uza­ ğındayız. Düşüncenin de çürüdüğü bir süreçten geçiliyor. Bunun toplumsal karşılığı her seviyede çeteleşmedir. Bu çeteler, derin devletlerin içinden kent sokaklarını paylaşan çetelere kadar uzanır. Kapitalist toplum bu anlamda bir çözülme sürecine girmiştir. Dü­ zenin çimentosu olan ideolojik duruşlar “aşıldıkça” geriye çeteleri birleştiren çok kısa va­ deli çıkar ittifakları kalıyor. Çeteler düşünce çürümesinin -toplumsal hedef yokluğununyaratıklarıdır, kendileri bir kez varolduktan sonra düşünce ortamını müthiş ölçüde çorak­ laştırırlar. Olaylar ve düşüncenin birbirinden bu kopuşmasının anlamı nedir? Marksizm yalan­ lanıyor mu? Her düşünce sistemi bir yanıyla içinde bulunduğu koşulların damgasını ve izini taşır, ancak bununla yetinmez içinde bulunduğu koşullardan hareketle geleceği de yakalamaya, daha doğrusu öngörmeye çalışır. Sosyal bilinç, gündelik insan duyguları gibi değişken ve kısa ömürlü değildir. Tarihsel dönemlerde birikir ve kendini yeni dönem­ lerde açığa vurur. Ancak koşullardaki köklü değişimler düşünce sistemlerinde kopuşmalar ve krizler yaratır. Bugün olaylar ve teori arasında belirgin bir kopuşma varsa, bunun somut anlamı, koşullarda köklü bir değişim olmasına karşılık, düşüncenin henüz bunu yeterince yakalayamamış olmasıdır. En genel hatlarıyla dünyada köklü bir değişim oldu­ ğunu bugün herkes söylüyor. Ancak bu değişimin devrim mücadelesine nasıl yansıya­ cağı konusunda herşey aynı ölçüde açık ve net değildir. Düşüncenin olaylardan kopuştuğu nokta tam da burasıdır. Kapitalizmin krizlerinin, dehşetli yoksullaşmanın eskisi gibi devrimci durumlara yol açmaması bir yana, sınıflar mücadelesinde bile eskiye oranla çok düşük gelişmelere neden olduğu görülüyor. Bu gerçeklikler yaşandıkça köklü deği­ şimin sadece Sosyalizmin yıkılışından ibaret olmadığı, bu çöküşün ve kapitalizmdeki de­ ğişimlerin etkilerinin sosyal mücadele alanında derin değişiklikler yarattığı yavaş yavaş kendini ortaya koyuyor. Sonuç olarak, objektif koşullardan otomatik olarak o koşulları yansıtan düşünce üre­ miyor. Düşünce üretiminin yolu çok daha dolambaçlıdır. Sadece dönemsel koşullar de­ ğil, en az o kadar etkili olan tarih bilincidir, öte yandan, insan düşüncesi düzenli yükse­ len doğru çizgiler gibi gelişmiyor. Git-gellerle, savrulmalarla yolunu buluyor. Hemen ya­ şanmış canlı olayların etkisi-çok yakın tarih, içine girilen yeni koşulların basıncı ve bun­ ların hepsinin üstünde veya bunları topyekün kucaklayan tarih bilinci, yeni düşünce sis­ temlerinin ana rahmini oluşturur, insanlık, büyük ve yeni bir dönüm noktasındadır. O ne­ denle, bu dönüş yapıldıkça gelecek daha net ve ufuklu olarak görülebilecektir. Virajda görüş mesafesi kısalır. Proletarya ve halk devrimleri açısından bu büyük tarihsel dönüşe bakarsak kapanan ve açılan dönemlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. - Kapitalizmin feodalizmden kalan engellerle boğuştuğu ve kırlardan nüfus çözülme­ siyle işçilerin fabrikalara ve belli semtlere yığıldığı dönem, proletarya devrimlerini körük­ lemiştir. - ilk dönem kapitalizminin temel özelliği olan klasik sömürgecilik ulusal kurtuluş sa­ vaşlarının zemini yaratmıştır. - Bütün bu süreçler bölgesel savaşlar ve iki kez dünya savaşına dönüşen emperya­

------------------------------------------------------------------------------------ ------ 19 ---


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------list paylaşım savaşlarıyla birlikte yaşanmıştır. - Sosyalist sistem dünya devrimci sürecine bir dönem hız vermiş, ancak daha sonra bu gelişimin yükünü taşıyamaz hale gelmiştir. İşçi sınıfı ve halkların yaşam düzeylerin­ de büyük iyileşmeler yaratsa da, üretimde ve sosyal yaşamda çalışan insanların yaratı­ cılığını besleyecek yaşam ortamını yaratamamıştır. Sosyalizmin yıkılışı aslında belli bir süredir biriken büyük değişimlerin patlama şeklin­ de kendini ortaya koyması oldu. Yeni Dünya Düzeniyle girilen dönemin devrim imkanla­ rıyla ilgili kendini ortaya koyan ve yakalayabildiğimiz özelliklerini ise şöyle sıralayabiliriz. - Kapitalizm, merkezleri ve orta gelişmiş ülkeleri dikkate alırsak, artık feodal engel­ lerle boğuşmuyor. Aynı zamanda işçi sınıfının fabrikalara ve belli semtlere yığıldığı, fordizmle üretimde sadece bir makine parçası gibi yer aldığı süreç değişiyor. “Üretim ada­ cıklarıyla işçinin düşüncesinin ve yaratıcılığının da sömürülmesine geçiliyor. - Klasik sömürgecilik kalkmış olsa da, sömürü çok daha korkunç oranlarda sürüdü­ ğü için kapitalizm dünyayı keskin bir şekilde ikiye bölmüştür. Geri kapitalist ülkelerde kü­ reselleşme sonucu kentlere “üretim dışı" büyük bir nüfus kitlesi yığılıyor. - Topyekün paylaşım savaşları seviyesine henüz çıkmamış da olsa, dünya yeniden büyük güç merkezleri tarafından paylaşılıyor. Bu, zaman zaman açık ülke işgalleriyle klasik sömürgecilik olgusunu geri getiriyor. işçi sınıfı yeni üretim biçimiyle parçalanıyor, sadece sınıf değil genel olarak toplum­ sal parçalanma yaşanıyor. Bunun ilk sonucu çeteleşme ve modern tarikatlaşmaların yaygınlaşması oluyor. - Yeni dönem için yukarıda sıraladıklarımız kesin özellikler taşıyor. Kısa ömürlü özel­ likler değildir. Bunların yanında bir geçiş dönemi içinde bulunduğumuz için sadece bu süreci kapsayacak gelgeç olgularda ortaya çıkıyor. Bunlardan en tipikleri düşünce biçi­ mi olarak postmodernizmin yaygınlaşması, sınıf mücadelesi kültürünün önüne ulusal ve etnik kültürlerin geçmesi ve iktidar ufkunu yitiren siyasal mücadele biçimleridir. Bunların “uzun” ömürlü olmayacağını söylemek yanlış olmaz. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Elbette böyle bir öngörüde bulunmak ancak tarih bilincine dayanarak mümkündür. İn­ sanlık bir toplumsal düzenden diğerine geçerken “fetret devirleri" yaşamıştır. Bu düzen değişiminin yarattığı bir bakıma doğal bir sonuçtur. Güçler bozulup yeniden dizilirken or­ taya bir “fetret devri” çıkmaktadır. Elbette, geçiş dönemi sonunda, sınıfsal-sosyal güçle­ rin nasıl yeniden dizileceğim bugünden kestirmek mümkün değildir. Postmodernizm, gelecekle bir bağ kurmadığı için, yerini kaçınılmaz bir şekilde gele­ ceği düşleyen, tasarlayan ve bu yolda davranan düşünce sistemlerine bırakacaktır. Bı­ rakmaktadır. Sınıf mücadelesinin yok olduğunu söyleyebilmek için ise sınıfların ortadan kalkması gerekir. İşçi sınıfı ve çalışan kitleler yaşadıkları yenilginin ve üretim biçimindeki değişim­ lerin sonucu “örgüt", “siyaset”, iktidar" ve “s ın ıf gibi kavramlardan uzağa savrulsalar da, gerçeklik olarak varolmaya devam ediyorlar. Üstelik egemen sınıfların varoluş ve örgüt­ lülüklerinde değil bir zayıflama tam tersine dakiklik ve mükemmellik öne çıkıyor. Sınıfla­ rın hangi değişimlere uğrayacağını ve sınıflar mücadelesinin yeni biçimlerini bugünden kestirmek elbette olası değildir, ancak postmodernizmin oturgan düşünce ağlarında uyuklamayacaksak, bu yönde her değişimin ip ucunu ilk önce yakalmaya hazır olmak ge­ rekiyor. Bir dönem sınıflar mücadelesinin çok baskın hale gelmesiyle çok gerilerde ka­ lan kültür ve etnik özelliklerin yeniden toprağın altından filiz vermesi sınıf mücadelesine bir handikap değil, daha zengin mücadelele sentezlerinin yaratılması yolunda imkanlar ortaya koyan bir gelişmedir.

__ 20


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ iktidar ufkundan kopuş da geçiş döneminin en tipik olgusudur. Sosyalist iktidarların yarattığı derin düş kırıklığı, sadece bu değil, egemen sınıfların yeni tekniklerle artan gü­ cü, iktidar hedefini düşüncelerde “gereksiz” ve “ulaşılamaz” hale getirdi. Öte yandan, sı­ nıflar mücadelesi sürecinin sosyalizmin yıkılmasıyla büyük bir kesintiye uğraması karşı­ sında çok tekrarlanan bir yakınma ortaya çıktı: “İktidar zehirliyor!” Doğru! Ancak yeni bir toplumsal düzen yaratılırken insanlığın elinde “iktidar”dan başka araç yok! iktidar konu­ suna günümüzde moda olan bu anarşist yaklaşımlar en son tahlilde mevcut egemenle­ rin egemenliğini ebedileştirmekten başka bir sonuç yaratmaz. Ayrıca yetmiş yıllık sos­ yalist iktidarlar deneyinden sadece bu sonucu çıkartmak körlük değilse, bilinçli olarak sı­ nıf mücadelesi alanını terk etmek anlamına gelir, iktidar sadece “zehirlemez”, değişim için muazzam imkanlar da yaratır. Olayın bu yüzüne bakmaya ve imkanları görmeye ni­ yetli olanlar gelecekle ilgili çok başka sonuçlar çıkartabilir. Güçler dengesinden dolayı iktidar hedefinden vazgeçmek ise, tarihsel süreci sadece egemen sınıflar yönünden okumak anlamına gelir. Bu konuda dünya tarihi ve günümüz olayları iyi okunmalıdır. Zapatistalar günümüzün iktidar hedeflemeyen “postmodern gerillaları" olarak adlan­ dırıldılar. Bu hareketin kendine özgü yanları büyük ilgi çekti. Yerli kültürüyle devrimci dü­ şüncenin sentezini yaratışları ders alınacak pek çok nokta içeriyor. Ancak gelinen nok­ tada Marcos “sabrımız tükeniyor" demeden edemiyor. Çünkü, Zapatistaların bütün ye­ niliklerine rağmen bir şey eskisi gibi durmaya devam ediyor. Bu da: Meksika’daki ege­ men sınıf iktidarı ve onun davranışlarıdır. Benzer bir örnek bölgemizde yaşanmaktadır. Kürdistanda PKK’nin stratejik dönüşüne, iktidar hedefini terketmesine ve “üçüncü alan” teorisini geliştirmesine rağmen, Türk egemenleri egemenlik tarzlarında bir değişiklik yapmadılar. Dünya ölçüsünde olaya bakarsak, küreselleşmenin balayı günlerinde, özellikle Clinton döneminde, “insan haklan” ve “demokrasi” konusunda olmadık hayaller ortalığı kap­ ladı. Sanki emperyalizmin, dünya ölçüsündeki egemenlik biçimi insancıl bir kabuk deği­ şimine uğruyordu. Evet, bu karmaşanın altında bir gerçek yatıyordu. Dünyada yaşanan alt-üstlüklerden dolayı, emperyalizm, egemenlik ilişkilerini ve biçimlerini yeniden tanım­ lamak zorundaydı. Ancak bu tanımlama içinde halklara olmadık düşler kurdurtacak hiç­ bir gelişim yoktu. Bu çok geçmeden ortaya çıktı. Sonuç olarak, iktidar ufkunu yitirmiş bir sınıf mücadelesi olmaz. Olsa olsa düzen içi bir “muhalif hareket” olur. Yaşadığımız geçiş döneminin bu tipik olgusu yaşanan ve ya­ şanmaya devam edecek olan düş kırıklıkları ile yerini iktidar mücadelesine bırakacaktır. Bu yolun hangi sancılı süreçlerle yaşanacağını bilmiyoruz. Günümüzün temel sorusu: insanlık tarihindeki çok önemli bir dönüm noktasını anla­ tan yaşadığımız bilinç kırılması, nasıl daha yetkin bir bilinç seviyesine tırmanacaktır? Kapitalizme karşı bir iktidar mücadelesiyle! Kapitalizmin ufkunu aşmayan hiçbir müca­ dele yaşanan bilinç kırılmasından kopuşamaz. Geçiş döneminden çıkışın henüz kesin işaretleri yok. Hala objektif koşulların zaman zaman çok derin krizlere varmasına rağmen, sübjektif koşullar, yani devrimci mücadele için bilinç ve örgütlenme seviyesi çok düşük. Bilinç birikimi radikal sıçrayışlar yaratacak noktalara tırmanmadı. Ancak YDD’nin ilk yıllarındaki bilinç şaşkınlığından kopuşma git­ tikçe artıyor. Sübjektif koşullardaki bu gerilik krizler ve devrim ilişkisine yeniden bakmayı gerekti­ riyor. “Devrimler hiçbir zaman “yapıl”mazlar. Devrimler (partilerin ve sınıfların iradelerine

21


__ yol_____________________________________________________________ bakmayarak) objektifçe olgunlaşmış krizlerden ve tarihi kopuşmalardan çıkagelir.” (Lenin, II. Enternasyonalin Çöküşü, aktaran, H.Kıvılcımlı, Devrim Nedir?) Lenin’in bu tesbiti 1905 ve 1917 Şubat devrimi için tam anlamıyla doğrudur, ancak 1917 Ekim devrimi için aynı ölçüde doğru değildir. Ekim devrimi “olgunlaşmış krizlerin” ve “tarihsel kopuşmaların” içinden çıkageldiği kadar, aynı zamanda, Bolşevik partisi tarafından “yapılmış­ tır” da! “Oluş”tan “yapılış”a bu gidişi Avrupa’daki proletarya devrimleri sürecinden de gö­ rebiliriz. I. ve II. Enternasyonal döneminde, özellikle Marks-Engels yıllarında, işçi sınıfı mücadelesinde kendiliğinden davranışların rolü büyüktür. Rosa Luxemburg kendiliğin­ den mücadeleyi en yüksek noktasına doğru teorize ederken, aynı dönemde Lenin, “kendiliğindenciliği” eleştirip, Avrupa işçi partilerine hiç de benzemeyen bir partinin inşa ça­ lışmaları içindeydi. Sonradan mücadele deneyleri zenginleştikçe bir gerçek ortaya çıktı. Her ülkede ka­ pitalizmin ilk gelişme döneminde yaşanan sınıflar kopuşması sürecinde kendiliğinden hareketler hem ağırlıkta oluyor, hem de bu hareketler devrimci mücadeleye güç taşıyor­ du. Bu süreç bir kez yaşanıp, sınıflar bir dönem yürüttükleri mücadele ile birbirlerini sı­ nayıp tarttıktan sonra, kendiliğinden mücadelelerin rolü zayıflarken, öte yandan, devrim­ ci mücadeleye doğrudan güç taşıma özelliğini yitiriyordu. Bu süreç, her kapitalist ülkede kendine özgü tarihsel dönemler olarak yaşanmıştır. Ancak Sosyalist sistemin çöküşü­ nün yaşanmasıyla birlikte artık tüm dünya için kendiliğinden mücadele sürecinin kapan­ dığını söyleyebiliriz. Bu gerçekliğe ilave olarak günümüzde krizler ve devrim bağlantısıyla ilgili iki nokta­ ya daha vurgu yapmak gerekiyor. İlki, merkezler tarafından kışkırtılan ekonomik ve si­ yasal krizler gerçekliğidir. Dünya ekonomisinin iç içeliği ve merkezlerin geri ülke ekono­ milerini finans hareketleriyle tamamen kontrol edebilmeleri sonucunda artık planlanmış krizler yaşanabilmektedir. Rusya’da , Uzak Doğu'da, Türkiye'de ve bazı Latin Amerika ülkelerinde, böyle, merkezler tarafından kışkırtılmış krizler yaşandı. İkincisi, iletişim ağı­ nın güçlenmesi sonucunda bilinçlenme veya tam tersi “yanlış” bilinçlenmenin artması­ dır. Medyanın gücü, eski devrimci dönemlerin ajitasyon çalışmalarıyla kıyaslanırsa he­ men kavranabilir. Bilinçleri ve davranışları, eski yazılı basınla karşılartırılamayacak ölçü­ de hızlı ve yaygın motive edebilmektedir. Egemenlik ilişkileri içinde bu durum, devrimci çalışma için bugün bir dezavantaj olarak görünse de, yarın imkanların zenginleşmesiy­ le büyük avantajlara kapı açabilir. Bütün bunlar devrimde iradenin rolünü arttıran etkenlerdir. Elbette bir devrimin sırf iradeyle gerçekleşmesi mümkün değildir. Devrim “olgunlaşmış krizlerden” ve özellikle “tarihsel kopuşmalardan” çıkagelir. Ancak bu çıkagelişin devrimin sübjektif koşullarını beslemesi dünkü kadar “kolay” ve doğrudan değildir. Arjantin ayaklanması bunun güzel bir kanıtıdır. Objektif koşulların fırtınalı derinliğine rağmen ortaya bir devrimci irade çık­ mamıştır. Öte yandan, iyi örgütlenmiş devrimci iradenin, elbette belli sınırlar içinde, çok şeye yetenekli olduğunu, Zapatistalar ve PKK mücadelesi göstermiştir. Bu iki harekette sanki ortalıkta yaprak kımıldamazken çıkış yapmışlar ve önemli mevziler elde etmişler­ dir. Bu iki farklı uçta duran örnekler, devrimin objektif ve sübjektif koşullarındaki kopuşmayı iyi anlatmaktadır. Kopuşmadan buluşmaya doğru sancılı bir birikim sürecenin ya­ şandığını biliyoruz. Bu süreçteki her deney birikim sürecini kısaltmak için büyük önem taşıyor. Sosyalizmin çöküşü kapitalizmi krizlerinden kurtarmadığı gibi, kısa bir balayı döne­ minden sonra, krizlerin derinleşmekte olduğunu ve dünya ölçüsünde paylaşım gerilimli­ nin arttığını görüyoruz. Devrim için objektif koşullar ara vermeksizin birikmeye devam ediyor. Ancak sübjektif koşullar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çöküş, subjek-

__ 22 _________________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ tif birikim olarak ne varsa hemen büyük bir bölümünü havaya uçurdu. Bilinçler bulandı, hedef silikleşti, daha önce oluşturulmuş devrim stratejileri erozyona uğradı, taktikler kı­ sırlaştı ve örgütlenmeler eridi, daha öteye yenilginin şoku kitlelerde örgütlenmeden ka­ çış yarattı. Herkes dünyadaki gidişten şikayetçi... Dünya egemenlerinin örgütlenmeleri hergün daha mükemmelleşiyor. Ancak yenilgiden bilinç, ruh ve fizik olarak yara alan bü­ yük bir kitle, “örgüt" ve “hiyerarşi” sözünü duyar duymaz tüyleri diken diken oluyor. Gü­ zel! Gözümüzün önünde örgütlenmesini hergün yetkinleştiren egemen sınıflara karşı bir başka mücadele biçimi yaratmadan örgütsüzlüğe methiye düzmek, sonuçta ezilmeyi ve sömürülmeyi hak etmek anlamına gelir. Ağlayıp sızlanmakla egemenlerle döğüşülemiyor. Sonuç olarak, yılların sübjektif kazanım ve birikimi sistemin çöküş depremiyle büyük ölçüde yitirildi. Şimdi başlıca iki kaynaktan beslenerek sübjektif koşullar yeniden biriki­ yor. Yaşanan ve büyük bir çöküşle noktalanan mücadele döneminden çıkartışan ders­ ler ve günümüz koşullarının yeni özelliklerini kavrayan bir bilinçlenme, devrimin sübjek­ tif boşluğunu dolduracaktır. Eskiden dersler çıkartırken de, yeniyi kavrarken de, bir ko­ nu çok önemlidir. Yaşanan tarihsel bilinç kırılmasından tam bir çöküşe uğranmışsa, her yenilikden hareketle, bunların sığ ve tek yanlı kavranmasıyla, kapitalist düzenin derinlik­ lerine çekilmek için “yeni teoriler" yaratılabilir. Sol liberalizm bunu yapıyor. Tam tersi bir noktada duruluyorsa, bilinç kırılmasının çatlağından kapitalizmin derinliklerine düşülmediyse, yaşanan bilinç parçalanmasını yetkinleşme yönünde aşma kararlılığı varsa, eski­ nin hatalarından kopuşma ve her yeni olguyu kavrama, sonunda kapitalizme karşı yeni stratejik duruşun yaratılmasına hizmet eder. Zaman alır. Korkunç zahmetli ve ağrılı bir süreçtir. Ancak sonunda, bir kez daha, “zafer önce kafalarda kazanılır.” Böylece yeni bir tarihsel dönem açılır. Sübjektif koşullarda birikim ve olgunlaşma denen şey, özünde, “zaferi kafada kazanmakla" başlar. Dünyaya kırık ve yıkık liberal sol bir bilinçle bakarsanız başka şeyler görürsünüz; ye­ ni bir tarihsel mücadele dönemini açmaya çağrılı olarak bakarsanız çok başka şeyler gö­ rürsünüz.

SOSYALİZMİN YIKILIŞINDAN SONRA PRATİK DEVRİM SORUNU Devrim koşulları oiarak sanki I.Dünya savaşı öncesinde gibiyiz. Ancak çok önemli bir farkla, bütün bir 20.yüzyıl devrimlerle yaşanmış ve bir yıkılışla kapanmıştır. Bunun ya­ rattığı bilinç tıravması çok önemli bir farklılıktır. Buna yukarıda yeterince değindikten sonra devrim için elimizdeki stratejik değerleri pratik gözle yeniden irdelemeliyiz. ilk önemli stratejik veri: dünyada yaşanan emperyalist yeniden paylaşım ve bunun sonucu olan güç merkezleri arasındaki yükselen gerilimdir. Sosyalizmin yıkılışıyla ilk or­ taya atılan “barışçıl ekonomik yarış dönemi”nin başladığına dair beklentiler hızla yerle bir olmuştur. Olmak zorundaydı. Kapitalizm başka bir düzene evrimleşip temel özellikle­ rini yitirmedikçe “yarış", “rekabet” veya “paylaşım" mutlaka teknik, sermaye ve silah gü­ cüyle birlikte yürür. Sırf ekonomik rekabet diye bir olgu emperyalizm koşullarında sade­ ce bir düştür. Mümkün değildir. Ancak dünya, neredeyse yüz yıldır yaşananlar nedeniy­ le, silah ve zorun sadece Sosyalizmden kaynaklandığına inandırılmıştı. Böyle olmadığı­ nın anlaşılması için on yıl yetti ve arttı. Emperyalist yeniden paylaşım güç merkezleri arasındaki gerilimi arttırıyor. Son ya­ şanan Irak olayı bu gerilimi oldukça yüksek noktalara çekti. Güç merkezleri arasındaki gerilim dünyada büyük yıkımlara da yol açabilir, devrim için imkanlar da yaratabilir. Dün­

23 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------yada bir “kaos”dan korması gerekenler devrimciler değil, dünya egemenleridir. Kendi aralarındaki çelişkiler ve çatışmalar dünyada giderek artan ölçüde bir “düzensizliğe" yol açabilir. ABD'nin dünyayı istediği gibi şekillendirme çabalan aslında dünyadaki güç den­ gelerini bozacağı için tam tersi sonuçlar doğuracak, düzen yerine “kaos” yaygınlaşacak­ tır. Bu durum dünya halkları için imkan demektir. Elbette böyle imkanlar kendiliğinden ayağımıza gelmez, güçlü örgütlenmeler ve ustaca mücadele taktikleri ile imkanlardan ya­ rarlanılabilir. İkinci önemli stratejik veri: üçüncü dünyada kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmasının ya­ rattığı çözümsüz açmazlardır. Özellikle 80’ii yıllar sonrası geri ülkelerde yeni bir kapita­ list gelişim dalgası yaşandı; böylece kırlardan üçüncü dünya kentlerine büyük bir nüfus yığınağı oldu. Teknik gelişimin işgücünü azaltması; bu ülkelerdeki sermaye birikiminin çeşitli yollardan merkezlere akmasıyla ortaya çıkan sermaye kıtlığı; kentlere yığılan nü­ fusun “ekonomi dışı” kalması sonucunu yaratmaktadır. Bu “fazla nüfus” önceki süreçler­ deki gibi gelişmiş merkezlere de akamadığı için ülke ekonomik ve sosyal yaşamında sü­ rekli bir gerilim yaratmaktadır. Bu durum yaygın toplumsal çürümelere yol açmakta, öf­ ke toplumsallaşamadıkça kendini tüketen sonuçlar yaratmaktadır. Fakat bu durum, ne­ redeyse kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği tüm üçüncü dünya ülkelerinde geçerli bir ol­ gu haline geldiği için, devrimci gelişimlere yol açabilecek sürekli bir gerilim hattı oluştur­ maktadır. Üçüncü önemli stratejik veri: üçüncü dünyanın merkezlerden kopuşması gerçekliği­ dir. Yaşanan klasik sömürgecilik ve yeni sömürgecilik yılları bu yolda oldukça güçlü bi­ rikimler yarattı. Sosyalizmin yıkılışıyla ilk anda ortalığı kaplayan sahte umutların yerle bir olması için ise fazla zaman gerekmedi. Artık üçüncü dünya, Batıya, “uygarlığın mer­ kezi” olarak bakmıyor. Henüz ekonomik olarak değilse bile, moral ve bilinç olarak geri kapitalist ülkeler merkezlerden kopuşuyor. “Amerikanın keşfinin” beşyüzüncü yıldönü­ münde tüm,Latin Amerika'yı “beşyüz yıl yeter” kampanyaları kaplamıştı. Bunun sırf bir kampanya olmadığını, biriken derin tepkilerin bir dile gelişi olduğunu bugün Latin Amerikada yaşananlardan anlıyoruz. “ABD’nin arka bahçesi" her geçen gün yeni olaylarla kaynıyor. Öte yandan, 11 Eylül saldırısından bir hafta önce Güney Afrika’nın Durban kentinde toplanan ırkçılıkla mücadele konferansında üçüncü dünya ülkeleri Batıyı sö­ mürgecilikle ve köle ticaretiyle suçladılar, kendilerinden özür dilenmesini istediler. So­ nunda ABD ve İsrail bu konferansı terketmek zorunda kaldı. Bu olay,geri kapitalist ülke­ lerin emperyalist batıyla yaşanan bilinç kopuşmasının tipik bir örneği olmuştur. Küresel­ leşme soygunu bu kopuşmayı derinleştiriyor. Üçüncü dünya üzerinde Batının büyülü ve göz kamaştırıcı etkisi artık tarih olmuştur. Batı uygarlığına ulaşmak için kendi kültürünü aşağılamak, onun yaşam biçimine ayak uydurmak için kendini inkara sapmak, onunla her ekonomik ve siyasi ilişki sonunda hep kaybeden olmak, yüzeili yılı aşkın çeşitli bi­ çimlere giren emperyalist sömürü .üçüncü dünya ülkelerinin bilincinde güçlü birikimler yaratmıştır. Sosyalizmin yıkılışı üçüncü dünya ile merkezler arasındaki kopuşmayı durdurmamış­ tır. Sosyalist sistemin varlığında bu kopuşma ulusai kurtuluş savaşları, devrimler ve güç odağı olarak da “Bağlantısızlar Bloku” olarak kendini ortaya koymuştu. 80’lı yılların so­ nunda Sovyetler çökünce bütün bu birikimin yok olduğu sanıldı. Artık kapitalizm dünya­ nın her köşesinde egemen hale gelmişti. İşte tam da bu nedenle hızla kapitalist merkez­ lerle üçüncü dünya ülkeleri arasında kopuşma yaşanmaya başlandı. YDD ve küreselleş­ menin yeni bir emperyalist paylaşım ve soygun olduğunun anlaşılması için 90’lı yılların ortasına gelmek yetti. Günümüzde ise artık kopuşma çok daha somut hale gelmiştir. Bu kcpuşmaların siyasal rengi ve biçimi bölgelere, ülkelere göre değişiyor, ancak kopuşma

___ 2 4 ____________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ gerçeği değişmiyor, her geçen gün derinleşiyor. Bu durum emperyalist merkezler için dünya egemenliğinin sürdürmesinin maliyetini yükseltir.Üçüncü dünya ülkeleri çeşitli güç merkezlerine dayanarak kendi egemenliklerini sürdürmek için daha fazla hareket alanı­ na sahip olabilirler. Ancak bütün bu dans edişler sonunda emperyalist dünya egemenli­ ğinin aşınmasına yol açar. Güç merkezleri arasındaki artan gerilimle, üçüncü dünyanın merkezlerden kopuşması gerçekliği birlikte düşünüldüğünde, bu durum, üçüncü dünya devrimleri için yeni bir zemin yaratır. Dördüncü önemli stratejik veri: yeni paylaşım savaşının ideoloji yoksunluğudur, ilk sömürgecilik döneminde Batı dünyası “barbar halklara” “uygarlığı” taşıdığını ileri sürdü, ikinci paylaşım, sosyalizme karşı topyekün savaşa dönüştü. Batı, komünizme karşı “hür dünyanın” koruyuculuğuna soyundu. Sovyetlerin yıkılışından sonra ise zafer kazanan Batı “ideolojiler öldü” çığlığını büyük bir keyifle atmıştı. Ancak yeniden paylaşımın tem­ posu yükseldikçe bu ideoloji boşluğunun sorun olmaya başladığı hemen ortaya çıktı. Önce “insan hakları” ve “demokrasi” bayrakları sallandı; çok sürmedi oğul Bush “teröre karşı mücadele” silahını sallamayı tercih etti. Fakat bu kavramlar, artık bir ideolojik ze­ min olamayacak ölçüde dar ve yıpranmış kavramlardır. Irak savaşı ile derme çatma ide­ olojik örtü arayışları da uçtu gitti. Ortada bir tek gerçek kaldı: “Amerikan çıkarları!” Günümüzdeki emperyalist yeniden paylaşım savaşlarının artık bir ideolojik zırhı yok­ tur. “İdeolojiler ölmemiş miydi?” Buna en çok sevinen Batı dünyası değil miydi? Şimdi bu gerçekliğin mantık sonuçları yaşanacaktır. Yeni paylaşım savaşlarına istendiği ölçü­ de medya ile bir ideolojik zemin yaratılmaya çalışılsın, artık bu mümkün değildir. Daha doğrusu ortada açık bir ideolojik zemin vardır, o da büyük güç merkezlerinin çıkar çatış­ malarıdır. Bu çatışmanın ilk sırasına, kaçınılmaz bir şekilde “süper güç” ABD’nin çıkar­ ları yerleşmektedir. Bu gerçeklik dünya insanlığı için hiç bu kadar çıplak hale gelmemiş­ ti. Artık dünyada ne oluyorsa bunun sorumlusu emperyalist merkezler ve kapitalizmdir. Kapitalizmin doğuş günlerinde feodal değerlere karşı savunulan “özgürlük”, “eşitlik” , “serbest ticaret” gibi kavramların bugünün dünyasında kapitalistlerin ağızında artık hiç­ bir çekiciliği yoktur. Bugünün dünyasının tanrısı paradır; en önemli değer bencilliğin zir­ velerine tırmanan bireyselliktir. Günümüzün bu çıplak mantığından baktığımızda Washington'un dünyaya “Amerikan çıkarlarını” dayatmasının tuhaf bir yanı yoktur. İşte bu gerçeklik, dünya halkları için yeni bir bilinçlenme fırtınası yaratmaya adaydır. Bilincin yo­ ğunlaşması ve mücadeleci aracı haline gelmesi ise ideolojidir. Sosyalist sistem, dünyaya “Amerikan çıkarlarının” dayatılması, ABD’nin en yüksek teknikli silahlarla dünyayı yangın yerine çevirmesi, dünya sermaye birikimini haraç me­ zat kendi kıtasına çekmesi için yıkıldıysa, hızla yeniden kurulmalıdır. Yeniden paylaşım en bayağı çıkarlar zemininde derinleştikçe dünya halklarının bilinçlenmesi hız kazana­ caktır. Üstelik ezilen insanların önünde hataları ve deney birikimiyle sosyalizm, yetkin­ leştirilecek bir ideolojik silah olarak durmaktadır. Son olarak, günümüz mücadele biçimleri bir stratejik değer seviyesine doğru hızla bi­ rikim yapmaktadır. Dünya kapitalist sistemine karşı yükselen tepkiler ideolojik, siyasal ve pratik mücadele yolları olarak çok çeşitli biçimlere girmektedir. Buradan ilk çıkartılma­ sı gereken sonuç, emperyalizmin dehşetli silah ve güç üstünlüğü, bir yandan umutsuz­ luk üretirken, öte yandan zengin mücadele biçimlerinin yaratılması yollarını zorluyor. La­ tin Amerika'dan Ortadoğuya ve bizzat kapitalist merkezlere kadar her yer çeşitli müca­ dele biçimlerinin kendini ortaya koyduğu zengin birikim alanları haline gelmiştir. Bazı mücadele ve örgüt biçimleri yaklaşan sürece damgasını vuracaktır. Ancak şimdi bir bi­ rikim sürecinden geçiliyor. Herşeye merkezlerin korkunç silah üstünlüğünün çizdiği bir alın yazısı egemen değil, tam tersine her yaşanan yeni bir çıkışla geleceğin tablosunun

------------------------------------------------------------------------------------------ 25 —


__ yol_____________________________________________________________ eksik bir yanı tamamlanıyor. Bu konuda ortaya çıkan tabloyu çeşitli yönleriyle tanımlamaya çalışırsak şunlar söy­ lenebilir. a) İktidar hedefleyen mücadeleler: Bunların en gelişmişi Kolombiya'daki FARC geril­ lalarının mücadelesidir. Kendi egemenlik alanlarını yaratmış olan hareket, her türlü mü­ cadele imkan ve biçimini değerlendiren bir yol izliyor. b) iktidar hedeflemeyen silahli mücadeleler: Zapatistalar ve KADEK sayılabilir. Stra­ tejik güç dengesi olarak yakın bir iktidarı imkansız görmekten öteye, bu hareketler anla­ yış olarak iktidarı hedeflememekle yeni bir anlayışı temsil ediyorlar. c) İktidar hedefi olmayan halk ayaklanmaları: Latin Amerika'da en tipik olarak Arjan­ tin’de yaşandı. Uruguay ve Bolivya’ya da sıçradı. Arjantin’de halk, adeta iktidar ve dü­ zenden kopuşarak, onlarla ilgili tüm umudunu yitirmiş olarak, kendi yaşan alanlarını ya­ ratmaya çalışıyor. Onlar açısından anlamını yitirmiş bir düzen içinde kendi “düzenini” kurmaya çalışıyor. d) Küreselleşme soygununa karşı seçim yoluyla kazanılan mevziler: Venezüella, Brezilya ve Ekvador bu yöndeki en ünlü örneklerdir. Burada bir “iktidar” vardır. Ancak bu iktidalar küreselleşmenin güçleri tarafından hem kuşatılmış, hem de belli ekonomik programlarda “zorunlu” uzlaşmalara gidilmiştir. Halkların bu “umutlarının" nasıl bir yol iz­ leyeceğini yaşayarak göreceğiz. Elbette “nasıl olsa bir şey yapma şansları olmadığı için sonunda yıpranıp çökecekler” demek çok basma kalıp bir değerlendirme olur. Esas olan, bu sürecin nasıl yaşanacağı, hangi sonuçları doğuracağı ve en önemlisi halkların bilinçlenmesinde nasıl bir basamağı temsil edeceğinde yatıyor. e) Dünyanın her tarafında varolan gevşek bir örgütlenme yapısına sahip, hedefleri çok çeşitli olan küreselleşme karşıtı hareketlerdir. İsimleri son yıllarda Porto Allegro ile anılıyor. Bu hareketler tam bir yelpaze oluşturuyor. Kapitalizmi bir sistem olarak tasfiye­ yi hedefleyenlerden, onun çeşitli yönlerini reforme etmeyi hedefleyenlere kadar zengin bir dizilişe sahiptir. Bu hareket bir bütün olarak, henüz yoğunlaşmamış yaygın ve hatta yüzeysel bir tepkiyi temsil ediyorlar. Bu haliyle ne ölçüde bir geleceğe sahip, bu hare­ ket sürekli bu soruyla birlikte yaşıyor. f) YDD’ne karşı oldukça radikal seviyelere tırmanan ve açık iktidar hedefleyen bir mücadele yürüten siyasal islami hareketleri de tablosun sonuna yerleştirmek gerekiyor. Genellikle sosyalizme karşı bir “yeşil kuşak” olarak örgütlenen bu hareketler, bugün anti-Amerikan bir saflaşmaya dönüşmüş durumdadır. Bu tablodan çıkartılması gereken sonuç: bir yanda rakipsiz kalan kapitalizmin dünya egemenliği, ancak bu egemenliğin kendi içinde paylaşım savaşları ile parçalanması; bunların karşısında ise çeşitli biçimlere girmiş halkların kendi egemenlik alanlarını yarat­ ma mücadelesidir. Kapitalizmin egemenliğinde açılan bu şimdilik çok küçük gedikler, çok çeşitli olmalarıyla bir geçiş dönemini temsil ediyorlar. Bu verilerden hareketle dünya devrimci süreci için bazı stratejik sonuçlar çıkarılabilir: Bölgesel Devrimler 1Tek tek ülkelerde devrimler mümkündür. Yeniden paylaşımın mantık sonucu ola­ rak, merkezler arası çekişmelerin yükselişi ve üçüncü dünya ülkelerinin merkezlerden bir kopuşma sürecine girmeleri bu devrimlerin zeminini yaratabilir. Ancak devrimlerin tu­ tunması tamamen ayrı bir konudur. Onların tutunma şansları bölgesel devrimlerin geliş­ mesine bağlıdır. Bugün dünyada krizlerin yoğunlaştığı ve ekonomik-sosyal olarak birbi­

__ 26 ____________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ rine yakın seviyedeki ülkelerin konumlandığı bölgeler oluşmuştur. Latin Amerika, Orta­ doğu ve Kuzey Afrika, Uzakdoğu, Güney Asya ve Orta Afrika gibi gelişme seviyeleri böl­ gesel olarak birbirine yakın alanlar şekillenmiştir. Buralarda bölgesel devrimleri tutuşturabilecek stratejik önemde ülkeler vardır. ABD, kendi egemenliği açısından böyle ülke­ lere “eksen ülkeler” diyerek bunların stratejik konumunu şöyle tanımlamaktadır. “Bir eksen ülkeyi belirleyen onun bölge ve uluslararası istikrarı etkileme kapasitesi­ dir. Bir eksen ülke bölgese! olarak o kadar önemlidir ki, onun çöküşü kargaşaya, göçe, toplu şiddete, kirlenmeye, felakete çağrıdır.” “Böyle eksen ülkeler: Meksika, Brezilya, Cezayir, Mısır, Güney Afrika, Türkiye, Hin­ distan, Pakistan ve Endonezya’dır” (Pivotal States and U.S. Strategy, Foreign Affairs, Jan-Feb 96) Elbette sürece göre bu ülkelerin ağırlıkları değişebilir, ancak bölgesel devrimler için bu ülkelerin önemi yeterince açıktır. ABD için stratejik öneme sahip “eksen ülkeler”,ola­ ya dünya devrimci süreci açısından baktığımızda bu kez bölgesel devrimler için strate­ jik öneme sahip ülkelere dönüşüyorlar. Dünya devrimci hareketi konumlanışını bu ger­ çekliklerden hareketle yetkinieştirmelldir. Uzun Süreli İkili İktidar Mücadelesi 2Tek tek ülkelerde devrimlere yürünürken, günümüz dünya dengeleri ve üçüncü dünyada kapitalizmin gelişme özelliklerinden dolayı uzun süreli ikili iktidar mücadeleleri de yaşanabilir. Merkezler arası çelişkilerin artması halk hareketlerine bazı hareket im­ kanları yaratabilir; öte yandan, üçüncü dünya ekonomik ve sosyal yapıları o ölçüde çü­ rümüştür ki, özellikle büyük kentlerde iktidarların denetimi tam değildir. Kentler hızla yoksulların yaşadığı cehennem bölgelerine ve varlıklıların yaşadığı özel güvenlik sis­ temleri tarafından korunan cennet adacıklarına bölünmektedir. Bu anlamda bir iktidar parçalanması üçüncü dünyada çok yaygındır. Ortadoğu ve Afrika’da bu boşluklarda si­ yasal İslam egemendir; Latin Amerika'da devrimci örgütlenmeler ve çoğu zaman ise mafya tarzı yapılanmalar kendi egemenlik alanlarını kurmuşlardır. Bugün dünyanın pek çok üçüncü dünya ülkesinde merkezi iktidarın gücü sınırlı ve parçalanmıştır. Çeşitli bi­ çimlerde farklı iktidar odakları ortaya çıkmaktadır. Üçüncü dünyadaki bu iktidar parça­ lanması devrimci mücadele için iktidara giden yolda önemli bir adım oluşturabilir. Kapitalist Anayurtlarda Devrim İmkanı 3Kapitalist anayurtlarda devrim imkanı, dünyadaki gelişmeler böyle giderse çekilip gittiği Kaf Dağının arkasından yeniden yeryüzüne dönebilir. Bilindiği gibi ikinci dünya sa­ vaşı sonrası şekillenen refah devletleri her geçen gün erimektedir. Bu sürecin derinleş­ mesi durumunda kapitalist anayurtlarda sosyal ve sınıfsal gerilimlerin yükselmesi bekle­ nebilir. Ancak sadece bu gerçekten hareketle merkezlerde devrim imkanından söz et­ mek mümkün değildir. imkanı ortaya çıkartan merkezler arası gerilimin şiddetlenmesi, teknik gelişmelerde sıçramalı gidişin yaratabileceği hızlı güç kaymaları veya enerji ve mali krizlerin sebep olabileceği ani çöküşledir. Ancak güç dengelerinde ani çöküşler yaşanması durumunda merkezlerde devrim imkanından söz edilebilir. Kapitalizmin tarihine bakıldığında mer­ kezler arasındaki gerilim yüksek noktalara tırmandığında ani çökmeler yaşanabiliyor. Gerilimi tırmanan yeniden paylaşım gerçekliği, bunun özellikle enerji kaynaklan üzerin­ de olması ve dünyadaki sermaye birikiminin spekülatif yönlendirme yarışı, ani güç çök­

27 ---


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------meleri için potansiyel bir ortam yaratmaktadır. Bu gerçeklikten dünyaya baktığımızda önümüzdeki on yıllar için merkezlerdeki dev­ rim imkanının artacağından söz etmek mümkündür. 19.yüzyılda, özgül durumlarından dolayı, proletarya devrimleri veya en azından etkin bir proletarya ayaklanması yaşamayan İngiltere ve Amerika, içine girilen süreçte belki de dün atlattıkları sorunla başka ve daha yaygın bir şekilde yüzyüze gelecektir.

SONUÇ Dünya devrimci sürecinin 70’li yılların ortalarından itibaren gerilediğini biliyoruz. Bu gerileme 80’li yılların sonunda Sovyetlerin yıkılışıyla bir çöküşe dönüştü. Bu çöküşün her alandaki derin etkilerini hala yaşamaya devam ediyoruz. Öte yandan, Sosyalizmin çöküşünün henüz üzerinden on yıl geçmişken kapitalizmin dünyayı yönetme yeteneğininin olmadığı yeniden kanıtlanıyor. Bu konuda bilinçler yete­ rince taze değildir. İnsanlık yaşadığı iki dünya savaşını artık sadece tarih bilgisi olarak algılıyor. Fakat yaşadığımız günler, unutulmuşsa eğer, tarih bilgilerimizin yeniden can­ landırılmasını gerektiriyor. Emperyalizm, dünya üzerinde kendini epeydir bugünlerdeki kadar “özgür” hissetmemişti. Bu özgürlüğün tadını çıkartıyor. Hele ABD, bu konuda, kendisi zaten “özgürlükler ülkesi" olduğu için, son derece pervasız, dünyayı istediği gibi yönetebileceğini düşünüyor. Sonuç olarak, Sosyalizmin yıkılışının üzerinden henüz on yıl geçmişken emperyalist sistemin mantığı gereği dünya yeni bir savaşlar sürecine sü­ rükleniyor. Bu gerçeklik, kapitalizmin dünyayı yönetme yeteneğinin olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Umarız bu kez insanlık, öncekilerden çok daha yaygın felaketlere uğra­ madan bu sürece müdahele edebilir. 19. ve 20.yüzyıldan farklı olarak, bugün dünyada artık sırf kapitalizm çıplak olarak hedeftir. Elbette henüz somut hedef haline gelmedi, ancak dünyada tüm olanların artık tek bir sorumlusu vardır, o da “küreselleşme” bayrağı ile dünyayı talana çıkan günümüz kapitalizmidir. Bu gerçeklik, insanlığın bilinçlenmesinde yeni bir dönem açmalıdır. Bu­ nun işaretlerini görebiliyoruz, insanlığın kapitalizme karşı bilinçlenmesi günümüz dünya­ sında henüz çok geri seviyelerdedir; hatta gittikçe yaygınlaşan çok renkli bir düşünce çe­ şitliliğine sahip küreselleşme karşıtı hareketlerin büyük çoğunluğu bile “çözümü” yine kapitalizm içinde aramaktadır. Bugünün dünyasında bu tarz yönelişler bir ölçüde doğal­ dır. Kapitalizmi “günahlarından arındırma” çabalan, gerçeklikle her yüzyüze gelişinde, eninde sonunda insanlığın bilinci bu çerçevenin dışında, daha radikal arayışlara yönele­ cektir. Korkunç silahlanma gerçekliği, sermayenin banka ve borsalarla spekülatif kar yığma hırsı, özelleştirmelerle geri kapitalist ülkelerin en çok kar getiren alanlarının dün­ ya tekelleri tarafından adeta bedavaya kapatılması ve yüksek kar getirmeyen alanlarda üzetim yapmanın artık günümüz kapitalizmi tarafından katlanılmaz bir yük olarak algı­ lanması, insanlığın bilincinde karşı tepkileri yaratmaktadır. Üstelik, kapitalizm bu düzel­ tilemez günahlarını artık ne “komünizm tehdidi” ne de “uluslararası terör” gürültüleriyle örtebilir. Kapitalizm tarihinde hiç olmadık ölçüde artık çıplak hedeftir. Bu gerçeklik, in­ sanlık tarihinde yeni bir aşamanın eşiğine gelindiğine işaret ediyor. Yeni Dünya Düzeninin aslında ne anlama geldiğini oğul Bush kaba Teksas üslubuy­ la, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ilan etti. Dünyanın “Amerikan çıkarları" doğ­ rultusunda yeniden kontrol altına alınmasıdır. Ancak bu sürecin Pentagon’un istediği yönde gelişmeyeceğini öngürmek için dünyayı asgari ölçüde tanımak yeter. Süper gü­ cün her egemenliğini sağlamlaştırma ve yaygınlaştırma çabası dünyadaki kontrol dışı

__ 2 8 ____________________________________________________________


_________________________________________günümüzde devrim sorunu__ “gri-kaos” alanlarını arttıracaktır. Paylaşımın yarattığı gerilimler ve cehenneme dönen üçüncü dünya, bu iki temel gerçeklik, sürekli “kaos”u besleyecektir. Egemenlerin kulağına hoş gelmeyen “kaos” kavramına dünya halklarının safından yaklaşırsak ortada dünya devrimci sürecinin yeni bir birikim aşamasını görürüz. 70’li yıl­ ların ortalarında gerileyen, 80’li yılların sonunda ise çöken bu süreç, 21.yüzyılla birlikte yeni bir birikim aşamasına girmektedir. 19. 02.03

29 —


Y1LMAZER HALUK GERGER’LE TARTIŞIYO R ; YENİ DÜNYA DÜZENPNDE TÜRKİYE Mehmet YILMAZER-Haluk GERGER

Yılmazer: Önceki söyleşimizde Yeni Dünya Düzeni'ni detaylı bir şekilde açıklamıştınız. Bu söyleşimizde Yeni Dünya Düzeni içinde Türkiye'nin konumunu ve küreselleşme süre­ cinden nasıl etkilendiğini irdeleyelim. 1980 sonrası yıiları ve özellikle ‘90 sonrasını kapsa­ yan bu süreç gerçekten Cumhuriyetin ekonomi-politikalarında oldukça radikal değişimlere yol açtı. Bu değişimlerin özelliklerini daha iyi ortaya koyabilmek için, isterseniz biraz gerile­ re gidelim. 1950'ler sonrası Türkiye'nin NATO'ya girişiyle başlayan yolculuk bugün IMF di­ rektiflerinin harfiyen uygulanma noktasına kadar gelmiştir. Bu gidişle sanki tek parti döne­ mi arasında bir zıtlık varmış gibi görünür, iki dünya savaşı arası süreçten başlarsak... 1923’ler sonrası nasıl bir düzen kuruldu? Bugün terkedildiği iddia edilen şu ünlü “devletçi­ lik" neydi? Devletçilik bir alın yazısı mıydı? Öte yandan devletçiliği nasıl yorumlamalıyız? Biliyorsunuz, Devrimci Hareket içinde -1960’iardaki tartışmaları kastediyorum- tek parti dö­ nemine neredeyse devrimci misyonlar yüklendi. Bu anlayışa bağlı olarak devletçilik de adeta “ilericilik" olarak görüldü. Cumhuriyetle birlikte uluslararası arenaya adım atıldığında Türkiye’deki düzenin temel özellikleri nelerdi? Gerger: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem ekonomisini ve dolayısıyla da düzenini, te­ mel kavram ve ilkelerini belirleyen, Lozan Antlaşmasının getirdiği kısıtlamalar/sınırlamalar çerçevesi içinde, 1923 İzmir iktisat Kongresi olmuştur. Bu dönemde egemen olan görüş­ ler, yabancı sermayeye, kapitülasyon niteliği taşımamak kaydıyla, olabildiğine açıklık, ta­ rımda pazar ekonomisinin geliştirilmesi, minimum korumacılıkla dış ticarette serbestlik gibi “liberal" ilkeler etrafında oluşmuş tezlerden ibarettir. Bu düzen, aslında, OsmanlI'nın Meş­ rutiyet döneminden, yani ittihatçıların “milli burjuvazi” yaratma stratejilerinden bir kopuş içermemektedir. “Milli” bir ekonominin yaratılması, iktidara yakın ve devlet içinde yuvalan­ mış odaklara, devlet tekeli çerçevesinde imtiyazlar tanınması, kapitalizmin ve yerli burjuva­ zinin geliştirilmesi biçiminde ortaya çıkmıştır. İktisat Kongresi’nde de görüldüğü gibi, esas olarak İstanbul'da yoğunlaşmış ticaret burjuvazisi ile piyasaya yönlendirilmek istenen top­ rak sahiplerinin egemen olduğu bir gelişme sözkonusudur ve bunlara bürokrasiyi de ekle­ mek gerekmektedir. Bürokratların burjuvalaşarak, devlet fideliğinde yetiştirilen burjuvazinin de bu niteliğiyle bürokratlaşarak doğduğu bir sınıfsal yapı oluşmaktadır ülkede. Bu dönem iktisadına özellikle İş Bankası’nın ve çeşitli anonim şirketlerin kurulması damgasını vur­ muştur. Büyük hissedarı Mustafa Kemal olan İş Bankası'nın fonları, yerli ve yabancı ser­ maye ile üst düzey bürokratların ilgi alanı olmuştu. Banka'nın kredilerinden yararlanmak is­ teyen yerli sermayedarlarla Türkiye’de yatırım planlayan yabancılar bürokratları da araları­ na alarak tam bir çıkar ve yolsuzluk birliği kurdular bu dönemde.

__ 30 ____________________________________________________________


__________________________________yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ 1923 yılında kurulan Türkiye İthalat ve İhracat Anonim Şirketi’nin gazetelere verdiği bir ilan dönemin sömürü işbirliğinin ve iktidara yakın olanların burjuvalaşma sürecinin güzel bir örneğini göstermektedir: “Şirketimizin kurucuları içerisinde 115 değil, daha fazla mebus vardır... Hissedarlarımızın büyük bir kısmı kahraman ordumuzun binbaşı ya da daha yük­ sek rütbeli subaylarından ibarettir.” “Türk liberalizmi”nin tarihi, “her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözünü söyleyen Menderes ile başlatılır, ama bu hiç de böyle değildir ve aslında Menderes, Mustafa Ke­ mal’in izinden gitmektedir. Örneğin, yine 1923 yılında Mustafa Kemal bir sohbetinde şun­ ları söylemektedir: “Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh, biraz şansı olanlara da düş­ man olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetiş­ mesine çalışacağız.” Paşa, aynı yıl, “dış düşmana gösterdiğimiz birliği ve aldığımız tedbir­ leri iç düşmana karşı daha şiddetle ve daha dikkatle göstermeliyiz" diyecekti. Bir yıl sonra, politik ve sosyal tabloyu da, ikinci Meclis’in Anayasa Komisyonu’nun şu raporu tamamla­ maktadır: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten baş­ ka millet tanımaz... Ancak Türk camisidir ki bütün uruku (ırkları) bir arada toplamak kabili­ yetine sahiptir.” Tabii bunun doğal sonucu da çok geçmeden gelecektir ve 1930 yılında Adalet Bakanı Mahmut Esat, “öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hiz­ metçi olmaktır, köle olmaktır” diyecektir. Takriri Sükun ile de sadece Kürtlerin değil, sendi­ kaların, komünistlerin, genel olarak da emeğin nasıl bir şiddetle bastırıldığını hepimiz bili­ yoruz. 1929 Büyük Bunalımı’ndan sonra ve liberal ekonominin dibe vurmasıyla, Türkiye’de dö­ nemin genel gidişatına uygun olarak, “devletçilik” diye adlandırılan uygulamalara geçildi. Bu da, hiç kuşkusuz, devlet eliyle burjuvazi yetiştirmenin ve kapitalizmi geliştirmenin “biri­ kim modeli”ydi. Burada bir sanayileşme atılımı görülüyor, ama bir başka temel de gözden kaçırılıyor. Tek parti diktatörlüğü ve faşizan uygulamalarla gelişen bu yeni “kapitalist biri­ kim” sürecinde asıl yük tarım ile işçi sınıfına bindirilmiştir. Yeni dönemde en karlı çıkanlar ise, devlet ihalelerinden nemalananlar, müteahhitler, sanayiciler, içe dönük tüccarlar ol­ muştur. Bürokrasi de, görece ayrıcalıklı konumunu sürdürmüştür. Burada “milli birlik ve beraberlik” ve “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış millet” vardır artık. Örnek ise, Hitler Almanyası’dır. Dönemin ideologlarından Kadrocu Burhan Asaf bunu şöy­ le belirtiyor: “Sınıf tezadına en ziyade mevzu olan Almanya, memleket olarak istiklalini ve şahsiyetini kaybedince ve memleket olarak milli kurtuluş görüşünün içine girince sınıf teza­ dını bir kalemde tasfiye etmiştir.” Sonuçta da, geç kalmış, gerici, birikimsiz burjuvazinin ve onun hamisi ve aygıtı devle­ tin Türkiye kapitalizmi ortaya çıkmıştır bu süreç sonunda - ideolojisiyle, devlet kurumlarıyla, ekonomisi, siyaseti, hukuku ve egemen/yönetici sınıflarıyla Türkiye kapitalizmi, işte kö­ kenleri sözünü ettiğimiz dönemde bulunan, o dönemin iktidarınca emekçilerin kanı, canı, alınteri üzerinde zorla yaratılan bu düzeni ve burjuvazisini en güzel Hikmet Kıvılcımlı anla­ tıyor: “Sermaye... gerek kendi milletinin, gerekse başka milletlerin çalışanlarınca biriktirilmiş küçük ve dağınık mülkceğizleri sahiplerinden ekonomik veya politik zorla aşırarak gaspetmiştir. Yalnız bu gaspediş Batı'da; anayurdunu hızlı bir ilerlemeyle büyük sanayileşme ve bayındırlık yaratışına yüceltmiş ve kendi milleti içinde hayat standartını nispi de olsa yük­ seltmiş olmak gibi tarihsel bir görev başarma haklılığı ile muazzeretlenebilmiştir. Türkiye özel sermayesinin; dışarıda yabancı toplumları talan edip anayurda başkalarının varlığını aktarıp yaşama şansı, kökten yok olmak şöyle dursun, Batı etkisi altına düştüğü ölçüde, kendi varlarını ve zenginliklerini kendisinden çok usta ve üstün yabancı sermayeye kaptır­ dığı için tam tersine orantılıdır. İçerde kendi milletinin küçük üretmenlerince sahiden alınteriyle biriktirilmiş küçük mülkleri ekspropriye etmeye gelince, iki ucu tutulmaz bir değnekle

31 —


y o l -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

karşılaşılır: a) Batı’nın 500 yılda yaptığı küçük mülk sahipleri katliamını 5, hatta 50 yılda yapmak kılıçtan geçirilecek halkı ayaklandırabilir, b) Bütün o kılıçtan geçen küçük üretmen­ lerin sermayesi elinde biriken aşırılmış mülkceğizleri yığınından aslan payının, yabancı ser­ maye adlı kurt boğazına kaydığı düşünülürse, milletçe duyulacak öfke ve dayanç on kat, yüz katken, bin kata çıkar... İşte o tarihsel ve sosyal nedenlerle özel sermayemiz, yahut ka­ pitalizmimiz, cin olmadan insan çarpmaya kalkışmış bir mostr oldu. Modern olmadan (da­ ha doğrusu 19. Yüzyıl Batı sanayiinin prosper kalkınmasını hiç bir zaman yaratamadan) ultramodern oldu (yani tekelci fınans-kapital emrine girdi). Böylece tarihsel görev yokluğu ve ulus önünde haklı çıkma yokluğu kapitalizmimizi yüzüktaşı gibi göze batar etmiş; kendi sosyal sınıfını bile inkar edip ezen ultramodern tekelci finans-kapitalistlerin sayıca ve kali­ tece düşüklükleri, aşağılık kompleksini andıran en ters tepkilere yöneltmiş oldu: a) Bir yan­ dan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; b) Öte yandan, ulus önündeki zaafını telafi etmek için, uluslararası yabancı finans-kapitale kul köle olmak zorunda kaldı.” Konuştuğumuz dönemin hal-i pür melali ve gelip geleceği yer budur işte... Yılmazer: Bu girişten sonra Türkiye’nin uluslararası konumundaki değişim açısından sanırım 1950’li yıllar ilk önemli dönüm noktasıdır. Artık dünya “iki kampa” ayrılmıştır. Tür­ kiye Sovyetlerin “yumuşak karnındadır”. Buradan NATO’ya giriş macerası başlıyor. Aynı zamanda iç politikada “çok partili” dönem diye adlandırılan sürece giriliyor. Bu gelişim o günlerde de sol içinde sanırım “demokrasi” ilüzyonlarını oldukça canlandırmış. Ekonomik olarak “dış ticarette liberalleşme” ve devlet sektörünün daraltılması için ilk önemli özelleş­ tirmelere başlanıyor. Veya DP’nin programında bunlar vardır. Bu oldukça köklü değişimle­ rin özelliklerini ve Cumhuriyet tarihinde ne anlama geldiklerini açıklar mısınız? Gerger: II. Dünya Savaşı yılları büyük bir yokluk, yoksulluk ve yolsuzluk dönemidir Tür­ kiye’de. Tabii bu durumun faturasını yoksul yığınlar öderken, bir yandan rüşvetçi bürokra­ si, öte yandan da karaborsacı işbirliğiyle savaşın kıtlık ve yoksunluklarından yararlanan bir işbirlikçi odağı ortaya çıkmıştır. Ekonomik açıdan iyice palazlanan burjuvazi, aynı zaman­ da, bürokrasinin tek parti rejiminin halkta yarattığı öfkeyi politik iktidarı ele geçirmede kul­ lanma yolunu seçmiştir. Savaş sonrasında kapitalist dünyanın yeni patronu ABD’nin ba­ ğımlı liberal ekonomiyi her yerde egemen kılma çabalarının rüzgarını da arkasına alan bu sınıf artık iktidara yürümenin koşullarına kavuşmuş oldu. CHP’nin tek parti iktidarı da, as­ lında, hem liberal ekonomiyi geliştirme, hem egemenler arası politik iktidarın paylaşılma­ sında sadece onlara açık çok partili düzeni yerleştirme hem de ABD’ye bağlanma bakım­ larından elinden gelen çabayı gösterdi ama o denli yıpranmıştı ki, iktidarı, burjuvazinin ken­ di içinden çıkma has örgütü Demokrat Pari’ye kaptırmaktan kurtulamadı. Kapitalist dünyada yükselen güç ABD idi. ABD, Sovyetler Birliği somutunda komüniz­ me ve mazlum uluslardaki ulusalcı sosyal devrimlere karşı büyük bir saldırı başlattı. Türki­ ye’de de artık politik iktidarı da elegeçirmiş yükselen burjuva sınıfı vardı ve o da kendisine bir hami arıyordu; hem çok yönlü birikimsizliğini kapatacak hem de “uluslararası iç savaş" olarak algıladığı Soğuk Savaş’ta sığınılacak bir efendiye kapılanmak sevdasındaydı. İşte bu iki yükselen güç Soğuk Savaş’ın çatışma ortamında buluştular. ABD, kendisine genel olarak Soğuk Savaş’ta ve özel olarak da Ortadoğu’da jandarmalık yapacak bir güç arıyor­ du ve bunun karşılığında hem para, hem politik destek hem de silahlı yardım vaadediyordu. Sığınacak efendi arayan Türk burjuvası da, bu fırsattan istifade jeopolitiğini pazarlaya­ rak kan parası karşılığında emperyalizme kapılanıyordu.

__ 32 ____________________________________________________________


__________________________________yılmazer haluk gerger’le tartışıyor__ Bu dönemde, şiddet-Türkiye’nin dış politikasının ve ekonomik kalkınma programının yapısal bir unsuruna dönüştü. Ortaya çıkan modele göre, Türkiye Amerikan emperyalizmi­ ne boğaz tokluğuna fedailik yapacaktı. Türkiye’nin sattığı meta, jeopolitiğiydi. Jeopolitik ise, stratejik öneme göre değerleniyordu. Çatışma, gerginlik, silahlanma gibi gelişmelerle stratejik konum önem kazanıyor, buna bağlı olarak da Türkiye’nin pazarladığı jeopolitiğin değeri alıcı ABD ve Batı nezdinde artıyordu. Böylece de Türkiye rejimi ABD’den daha çok “yardım,” hibe, borç, kredi alabiliyordu. Barış, işbirliği, uyum dönemlerindeyse, stratejik önem azalıyor, bu da jeopolitiğin getirisini düşürüyordu, kredilerde ve yardımlarda azalma oluyordu. Bu durumda Türk egemenleri şiddettten medet uman, bundan para kazanan du­ ruma gelmişlerdi. Bunun için de tehditin abartılması, Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin ger­ ginleşmesi ve genel kriz ortamı onlar için bir kar ve kazanç kapısı oluyordu. Model basitti: Dış düşman Sovyetler Birliği idi. Onun doğrudan uzantısı iç düşman olarak da komünistler vardı. Yoksa da icat ediliyorlardı. Böylece iç düşman kavramı, hem bir yandan içerde bir “korku”, disiplin, baskı, ideolojik saldırı manivelası olarak kullanılıyor hem de ABD’den pa­ ra sızdırmanın şantaj aracı oluyordu. Bu nedenle de arada iflas bayrağı çekilip de krediye ihtiyaç duyulunca içerde “komünist tevkifatları” tezgahlanıyor ya da Sovyet umacısı ve Or­ tadoğu'da komünist tehlikesi abartılıyordu. Bu açıdan Soğuk Savaş egemenler için bir tür “altın yumurtlayan tavuk” işlevi görüyordu. Tabii bu ideolojik saldırı ve ortaya çıkan ulusal savunma kültü ve bunun aygıtı ulusal güvenlik devleti, ülke içinde büyük yozlaşma, fikri yoksullaşma, demagojik siyaset ve ağır ideolojik saldırının çürümesini, baskı ve şiddet de­ mokrasisini yaratıyordu. Tabii bu arada devletin bütün kurumlan da bu Soğuk Savaş de­ mokrasisinin gerekleri ve emperyalist jandarmalık uyarınca yeniden Amerikan modeline göre yapılandırılıyordu. Bu arada Türkiye daha 1946’da IMF’ye üye oluyor ve ilk kredi bek­ lentisiyle de liranın değerini %116 düşürüyordu. Artık hikaye biliniyor: Truman Doktrini, iki­ li anlaşmalar, Kore'ye asker gönderilmesi, NATO’ya Ortadoğu’da da tetikçilik yapılacağı koşuluyla giriş, üsler, silahlar, Tan Matbaası’nın yakılması, 6-7 Eylül olayları... DP'nin ilk yılları ABD’nin önerileri ve Dünya Bankası'nın doğrudan denetimi altında li­ beralizm çılgınlığıyla geçti. Sonunda da büyük iflas geldi. Sonrası malum; gittikçe bataklı­ ğa saplanan DP’nin çöküşüne giden sarsıntılı yıllar, burjuvazi içindeki politik gerginliğin tır­ manması ve askeri darbe... Yılmazer: 27 Mayıs pek çok yanıyla tartışıldı. Ancak Menderes’in devletçiliğe oldukça hızlı ve belki de pervasızca saldırısının aynı zamanda bir rövanşı değil midir? 27 Mayıs sonrası dönemin hangi yönleri vurgulanmalıdır? Bu arada Türkiye siyasetine uzun yıllar damgasını vuran Demirel’in neyi temsil ettiğini de sanırım açıklamakta fayda var. Gerger: Devlet bürokrasisinin ağırlık taşıdığı eski burjuva koalisyonu, 1950 seçimlerin­ de doğrudan burjuvazinin yönetim hamlesi karşısında yenilgiye uğramıştı ama bu iktidarın 1957’den sonra yoksulluk, yokluk, karaborsa ve giderek de tam bir iflasla sonuçlanması ve artık ABD'nin de, Alman yardımıyla da olsa, “dipsiz kuyu”ya jandarmalık bahşişleri atmak­ tan yorulması ve desteğini çekmesiyle ona yeni bir hamle yapma fırsatı doğmuştu. Artan enflasyonun da altında ezilen bürokrasi, silahlı unsuru Ordu aracılığıyla kılıcını atmıştı 27 Mayıs’ta. Bu dönemin bir kaç özelliği var. Birincisi, liberalizmle flörtün acı sonuçları karşısında, hem ekonominin döviz sorununu aşmak, hem toplumsal baskıları ve bürokrasinin taleple­ rini karşılamak hem de yerli girişimciyi ayağa kaldırmak üzere birikim modelinde değişiklik yapılıyordu. Bu "ithal ikameci” modele göre, piyasa planmacılığı çerçevesinde ve koruma­

33 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------cı duvarlar ardında kimi.sanayiler geliştirilecek, böylece bu alanlardaki ithalat azaltılacak, biriktirilen dövizle de “kalkınma hamlesi” sürdürülecekti. Tabii yerli malların tüketimi için tüketiciye ihtiyaç vardı. Bu arada siyaset sahnesine üs­ telik örgütlü bir biçimde çıkmış olan işçi sınıfının da, toplu sözleşme düzeniyle geliri artırı­ lacak, Türkiye’nin ürettiği buzdolapları, fırınlar, tüketim malları böylece iç pazarını yaratmış olacaktı. Sınıfın enerjisi de düzen tarafından emilebilecek, tehlikeli mecralara akması önle­ nebilecekti. Bu arada, ülkede görece özgür bir ortam da ortaya çıkmıştı. 1961 Anayasası, gençle­ rin, aydınların işçi sınıfı ile birlikte politik hayata katılmaları, sosyalist düşünce ile toplumun tanışması, TİP’in kurulması gibi iç gelişmelerle, ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ula­ şıp mazlum dünyada yeni devletlerin kurulması, bağımsızlık ve ekonomik gelişme gibi ol­ guların tüm dünyada tartışılıyor olması, içerde toplumsal muhalefeti doğuruyor ve biçimlen­ diriyordu. Bu durumda, Amerikan emperyalizmine bağımlılık, NATO üyeliği, Ortadoğu sorunları da tartışma konusu oluyor, Soğuk Savaş’ın azgelişmiş burjuva demokrasisinin sınırları zor­ lanıyordu. Yeni birikim modeli, bir yandan örgütlü işçi sınıfını geliştiriyor, onun ideolojisini yayıyor, buna bağlı olarak toplumda yeni dinamik güçlerle birlikte yeni talep ve beklentiler ortaya çıkıyordu. Tabii buna egemenlerin kendi oyun arenası olarak gördükleri çok partili düzen de tepki veriyordu. Çelişkiler de böyle keskinleşiyordu. Örneğin, geri ve bağımlı bur­ juvazinin siyaset alanındaki temsilcisi Demirel, bir yandan toplumsal muhalefetin zorlama­ sıyla ABD bağımlılığını hiç olmazsa görünürde sınırlamak için ikili anlaşmaları gözden ge­ çiriyor, üslerin kullanımına kısıtlamalar getirmek durumunda kalıyor ama aynı zamanda bu­ nun sonucu olarak Amerikan yardımlarında da azalmayla karşılaşıyordu. Sanayileşmeye hız vermeye çalışıyor, ama bu arada ara ve yatırım mallarının zorunlu ithalatının artmasıy­ la yine döviz darboğazıyla yüzyüze geliyordu. İhracatın durgunlaşması, dış borcu azdırı­ yordu. Bu arada, zaten korumacı düzenlere nüfuz etmek için geliştirilmiş çokuluslu şirket­ lerin tekeli ve kar transferleri de ekonomiyi boğuyordu. Böyle olunca yönetimler bir yandan sendikalı işçilerin toplu sözleşmelerdeki baskısı ve iç tüketimin canlı tutulması zorunluluğu ile sermayenin tepkileri arasında kalıyordu. Sanayileşme siyasetinin doğal sonucu olan iş­ çi sınıfının büyümesi, güçlenmesi ve örgütlenmesiyle kentleşmenin, modernitenin, toplum­ sal gelişmenin karşısında bütün bunların kaçınılmaz politik ve ideolojik etkileri de egemen­ leri zorluyordu, işçi sınıfı onların politikalarının sonucu olarak gelişiyor, ama bunun doğal politik sonucunun önüne engeller konuyordu. Örneğin, Türk Ceza Yasası’ndaki 141 ve 142. maddelerle kapitalist gelişmenin getirdiği komünist örgütlenme talepleri yasaklanıyor­ du. Bütün bu çelişkilerse, büyük toplumsal patlamalara neden oluyordu. Bir yandan birikimsiz yerli sermayenin, bir yandan bağımlı devlet aygıtının, öte yandan da uluslararası sermayenin ve emperyalist devlet ve kurumların baskıları düzeni kendi cen­ deresi içinde tutarken, bağımlı ve çarpık kapitalizmin sınırlarını zorlayan toplumsal muha­ lefetin baskıları da egemenleri sıkıştırıyordu. Enflasyon, devalüasyon ve borç sarmalı ise, yapısal sorunlar olarak hükümlerini icra ediyordu elbette. Egemenler ve emperyalist müt­ tefikleri, çareyi militarizmi iki düzlemde geliştirmede buldular. Bir yandan devlet aygıtı, öte yandan da sivil faşist örgütlenme, emeğin, demokratik muhalefetin ve genel olarak toplum­ sal özlem ve taleplerin üzerine bütün acımasızlıklarıyla salındılar. Amerikan destekli 12 Mart, iç savaşa düzenin ön militer tepkisi oldu... Yılmazer: 12 Eylül hem devrimci hareket hem de Türk Devleti’nin siyasal tarihinde çok önemli bir dönüm noktası... Bu süreci hazırlayan koşullara ve dönemsel anlamına bir kez

__ 34 ______ _____________________________________________________


yılmazer haluk gerger’le tartışıyor_ daha değinmek gerekli sanırım Gerger: 1970’li yıllar hem dünyada, hem Türkiye’de görüntüleri ve ardındaki sinsi, uğursuz gelişmelerle anımsanmalı. Batı-Doğu, ABD-Sovyet çatışmasında bu yıllarda sanki bir tür siper savaşları hakim olmaya başlamıştı. Genel görüntü, ABD'nin gerilemekte oldu­ ğu, Sovyetlerin de mevziler kazandığı yönündeydi, ama bir bakıma iki taraf da siperlerde, nükleer silahların dehşet dengesi içinde çakılıp kalmış gibiydiler. Afrika’da örneğin Sovyetler mevziler kazanırken, Şili’de, Yunanistan’da ABD mevzilerininin restorasyonunu sağlı­ yordu, fakat bunlar genel durumu etkilemiyordu. Bu görüntünün ardındaysa, Sovyetlerin statükoya mahkum bir biçimde iradesini yitirmesi sözkonusuydu. Bir başka ifadeyle, yapay ilerleme görüntüsüne karşın Sovyetler Birliği, statüko siperlerinden çıkma niyet ve yetene­ ğini yitirmişti. 1960’larda Sovyetleri pasifizm ve uzlaşma ile suçlayan Çin de artık görüntü­ deki Sovyet kazammiarına karşı ABD ile birlikte mevzilenmişti. Buna karşılık, özel olarak ABD, genel olarak da Batı, yani beynelmilel sermaye ve emperyalizm, büyük bir saldırı ön­ cesinin sessiz ve derinden hazırlığı içindeydi. İngiltere’de Thatcher, ABD’de de Reagan ile gelen ve Sovyetlerin ortadan kalkmasıyla sonuçlanan büyük saldırının hazırlıkları söz­ konusuydu 70’lerin perde arkasında. Hazırlık 70’lerde, ilk yıpratıcı salvolar 80’lerde, yıkıcı darbeler ise 90'larda gelecekti. Benzer bir durum Türkiye’de de yaşanmaktaydı. 1970’ler rejimin iflas noktasına geldi­ ği, burjuvazinin yükselen toplumsal muhalefet karşısında iç savaş mevzilerine çekildiği bir görüntü sergiliyordu. Türkiye bir uluslararası parya durumundaydı, müflis rejim için “yar­ dım” şapkaları açılıyor, Batılı devletlerin her biri bu dilenci mendiline bir şeyler atarak reji­ mi ayakta tutuyorlardı. Enflasyon-devalüasyon-borç sarmalında tam bir kaos yaşanmak­ taydı. Bu arada rejim sokaktaki faşist çeteler ve kitlesel kırımlarla sarsılan kargaşa ortamın­ da değerler hegemonyasını yitirmiş, umarsızlığının korkularına yenilmiş ve bitkisel yaşama girmişti adeta, iktidarlar, koalisyonlar aynı zamanda sermayenin sivil temsilcilerinin iflasını getiriyor, devletin zor aygıtları ve elbette Silahlı Kuvvetler için geleceğin iktidar alanları gö­ rüntünün ardında açılıyordu. Emperyalizmin de bu arkaplanda baş aktör olduğu kuşkusuz­ du. Bu arada “sol" da, iktidar yürüyüşünde değildi; bunun için gerekli araçlara hiç sahip ol­ madı. Burjuvazi, elindeki devlet gücünün zor aygıtlarını ve emperyalist efendilerinin uğur­ suz desteklerini büyük saldırısına hazırlarken, “sol” faşist çetelere karşı sokak savaşlarının siperlerinde çakılıp kalmıştı. Burjuvazi ve emperyalizm, kılıçlarını 12 Eylül’de çektiler ve büyük saldırılarını başlattı­ lar. Türkiye kapitalizmi, bir yandan dikensiz gül bahçesi yaratmak, bir yandan da dünya ka­ pitalizmiyle farklı bir organik eklemlenme provasına acımasız bir şiddet dalgasıyla başladı. Bu kez, düzen, her on yılda bir askeri darbelerle etrafı temizleme ve meydanı yeniden ser­ mayenin politik temsilcilerine bırakmaktansa, artık, militarizmi kalıcı yapacak, darbe düze­ nini kurumlaştıracak bir yeniden yapılanmaya girişti. Silah zoruyla girişilen yeni birikim sürecinin ardından, Türkiye kapitalizminin zora daya­ lı ve yoksullardan zenginlere muazzam bir servet transferiyle oluşan birikimini kalıcalaştırıp ekonomi mecrasına dökmeyi, dünya kapitalizmiyle eklemlenmeyi ve emperyalizmle ze­ delenmiş bağları onarmayı üstlenecek özal iktidarı başlatıldı. Yeni çapulcu liberalizm, si­ lahların gölgesinde, serbest ticaretten özelleştirmeye, 1950’lerde yarım kalmış rüyayı yeni­ den canlandırmaya soyundu. Bu arada dünya çapında da IMF’nin ve Dünya Bankası’nın “yeniden yapılandırma” programı ve Friedmancı politikalarla mazlum dünyadan emperya­ list metropollere tarihin yazmadığı bir servet transferi gerçekleştiriliyordu. Türkiye’dekiyle eşzamanlı bu saldırının kökenleri işte 70'lerdeki görüntünün ardındaki özde gizliydi...

------------------------------------------------------------------------------------------ 35 —


— y o l-----------------------------------------------------------------------------Yılmazer: 12 Eylülün bir aktörü de Özal ve liberalizm miydi? Gerger: Özal liberalizmi de sonunda, Menderes’inki gibi iflas etti. Azgelişmiş bir kapita­ lizmin kendi ayaklan üzerinde durabilmesinin koşullarının çoktan yitirildiği bir tarihsel za­ man aralığında bir de korumacı duvarlarını yıkan, serbest ticaret, sermayenin denetimsiz dolaşımı, politik ve zihni bağımlılık zincirlerinin dayatılması ve siyasette faşizan, ekonomi­ de liberal stratejiler dolayımıyla emperyalizme eklemlenen, dolayısıyla da küresel finanskapitalin spekülasyon dünyasında serseri mayın gibi dolaşan bir ülkenin bağımsız ve sür­ dürülebilir bir biçimde ayakta kalması elbette düşünülemezdi. Bir avuç işbirlikçi rantiyeci spekülatörle onların bürokraside, medyada, akaaemiyada ve siyasetteki tetikçilerinden oluşan bir çetenin milyonları kalıcı yoksulluğa, yoksunluğa, geriliğe, militarist-şovenist tut­ saklığa, moral çöküntüye ve yozlaşmaya mahkum ettiği bir şiddet ve çürüme düzeni kurul­ du sonunda. Milli Güvenlik Kurulu’nun denetiminde, IMF’nin güdümünde, vurguncuların emrinde kıyıcı bir çürümeydi sözkonusu olan. Bütün bu süreçte, sermayenin siyasetteki temsilcilerine, sivil politikacılara düşense, düzenin halkla ilişkilerini ve günlük işlerini yürüt­ mekti. Tabii böyle bir cendere içinde, yoksul milyonların bilinçsiz, edilgen, ruhsuz da olsa sı­ nıfsal nefreti, spontan ve derinden muhalefeti, kabuğuna çekilmiş direnci, Türkiye kapitaliz­ mini bütünüyle toplumsal dinamizmden yoksun, tabansız, ürkütücü bir yalnızlıkla malül çü­ rümeye itti. Kürt Savaşı’yla birlikte, bu çürümeye, korku ve şiddet eklendi, çürümenin bo­ yutları lime lime bir yitişe dönüştü. Egemenlik sistemi, emperyalist himayeye muhtaç bir müflislik içinde, zora, militarist-şovenist zehire, militer gücün ve güvenlik aygıtlarının bastır­ masına, işkenceye, gözaltında kayıplara, faili meçhul cinayetlere, yargısız infazlara, zehir­ li medya yalanlarına, ideolojik saldırıya, kaba dönek ajitasyonuna, aydın ihanetine, resmi ideoloji propagandisti üniversite sistemine, borç batağına, spekülatif kumarhane ekonomi­ sine, menfaat çetelerine dayalı şiddetle örülmüş bir girdaba teslim oldu. Bu arada, “sol” da­ hil, toplum, farklı yollardan giderek aynı yerde, düzenin yeniden üretilmesinde ve şiddettte buluşan iki ideolojik saldırı etkisinin cenderesi içinde sıkıştı. Bunlar, rüzgarını dışardan ve küreselleşmeden alan liberalizm ile kaynağını içerde, kozmopolitizme ve Kürt Savaşı’na tepkilerde bulan seçkinci-militarist-şoven-devletçi Kemalizm idi... Yılmazer: Günümüze gelirsek Derviş’in Özal’ın bıraktığı yerden, üstelik çok daha kök­ lü yönelişlerle devam ettiğini söyleyebilir miyiz? DSP-ANAP-MHP koalisyonu sırasında ekonomide pek çok “düzenleme” yapıldı. Bunların özü neydi? Gerger: Büyük iflas, siyaset alanında, Erbakan savrulması ve 28 şubat istikrarsızlığı sonunda, düzenin büyük uzlaşmasını getirdi; rejim bütün yumurtalarını tek iktidar sepetine koymak zorunda kaldı. Bunun sonucu olarak da, “sol Kemalist” DSP, “Türkçü” MHP ve “li­ beral" ANAP iktidarda, eklektik DYP de ana muhalefette konumlandılar. Tabii yeni iktidar yapılanması da Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu şemsiyesi altında gerçekleşti. Yeni iktidar, gece gündüz, IMF direktiflerini yerine getirmek için zorlu bir mesaiye girdi hatırlar­ san, Meclis sabahlara kadar çalışıyor, mezarda emeklilik, özelleştirme, tahkim gibi konu­ larda IMF programının gereklerini sadakatle yerine getirmeye çabalıyordu. Yine de rejimin iflası ve Kürt Sorunu’ndaki sıkışmışlığı o boyutlardaydı ki, sırf bu nedenle, 50'lerdeki gibi tetikçi roller biçtiği rejimi kurtarmak için ABD’nin doğrudan devreye girerek Öcalan'ı Ken­ ya’dan kaçırıp Türkiye’ye teslim etmesinin getirdiği psikolojik üstünlük bile kısa sürdü. Şu­ bat ve Kasım krizleri ise, bir kez daha, Türkiye kapitalizminin iflas etmesine ve yeni bir dış

__ 36 ______ _____________________________________________________


yılmazer haluk gerger’Ie tartışıyor__ “yardım” batağında çırpınmasına yol açtı. Bu kez ABD doğrudan duruma el koydu ve Derviş geldi. Derviş’in “sol” bir misyonla si­ yaset sahnesine çıkması ise, Türkiye’deki düzen solunun içine düştüğü çukurun, sağın tü­ kenişinin, emperyalizmin “üçüncü yol” umarsızlığının ve “devrimci sosyalizmin önündeki ufkun genişliğinin görkemli göstergesiydi aslında... Yılmazer: Bu noktada, AB sürecine de değinsek... Bazı toplumsal kesimlerde oldukça büyük umutlar yaratan “AB reform yasalarının çıkması ile başlayan sürecin toz duman arasından gerçek yüzüne bakarsak neler görürüz? Görebildiğim kadarıyla AB süreci zaman zaman düş kırıklıkları yaratsa da genel olarak iki hayali körüklüyor. “Zenginleşme” ve “de­ mokratikleşme”! Keşke bunlar olsa! Şu konuyu böyle olmadık noktalara savrulmadan yerli yerine koymaya çalışsak neler söylenebilir? Gerger: Yoksulluk ve antidemokratizm cenderesi Türkiye’de her kesimi etkiliyor kuşku­ suz. Burjuvazi, elbette, kıramadığı yoksulluktan ürküyor, politik iktidardaki umarsızlıktan bunalıyor, dünya ekonomisine eklemlenme çabalarında bunların engelini hissediyor, hami­ siz geleceğini karanlık görüyor, bir emperyalist bloka kapılanmanın kurtuluşunu arıyor. ABD de kendisine bunu öneriyor. Geniş emekçi kesimler, demokratik hakları ve ekonomik varoluşlarına karşı girişilen saldırı karşısında her çareye sığınmak zorunluluğunu duyuyor­ lar. Kürtler de kendi cephelerinden militarist cepheye karşı barış özlemiyle çare arıyorlar. İşte AB üyeliği bütün bu beklentilere yanıt veren bir maymuncuk olarak ortaya çıkıyor. Tabii görünür gelecekte Türkiye’nin AB'ye üye olmasının sözkonusu olmadığı gerçeği­ ni bir yana bırakarak bir çözümleme yapmak belki de boşuna zaman harcamak olur, ama bu tartışmayı yok saymak da mümkün değil. Bu arada, Türkiye’nin özünde AvrupalI olma­ dığı gerçeğini de bir yana bırakmak gerekiyor bir an için. Ayrıca burada bir moral tercih so­ runu da sözkonusu; Türkiye'nin AB’ye üye olmaya çalışması, yani bu eşitsizlikler dünya­ sında kapağı ayrıcalıklı sömürücel safına atıp kendini kurtarma çabaları, bir haliyle, bir iş­ çinin lotoda, totoda vurgun vurup han hamam, fabrika sahipliğiyle yan yatıp beleş yaşama ham hayalinin manevi düşkünlüğünü çağrıştırıyor. En iyi niyetlerle ve yukarıdaki itirazları bir yana bırakarak bakarsak, Türkiye'de üç bek­ lenti sözkonusu AB üyeliğinden. Ekonomik kalkınma, demokratikleşme ve (Kürt Sorunu’nda) barış. Buna karşılık AB, Türkiye’ye üç şey dayatıyor. Birincisi, yeniden yapılanma. Bu, esas olarak IMF programı. Bunun nasıl ekonomik kalkınma ve refah getireceği ve bir de bu refahtan yoksul emekçi yığınlara kırıntı düşüp düşmeyeceği, AB yanlılarınca yanıtlanmalı, ama bu yapılamıyor. Üstelik, bu programın, toplumsal muhalefetin kaçınılmaz tep­ kilerinin bastırılmasında ve genel yoksullaşmanın çerçevesinde demokratikleşmeye engel olup olmayacağı da sorulmalı. İkinci olarak, AB, Türkiye’ye, yine aynen ABD gibi, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortado­ ğu’da militer görevler yüklüyor. Bunun getireceği silahlanma yükünün kalkınmaya, militarist örgütlenmenin daha da genişlemesi ve kültürünün daha da yaygınlaşmasıyla demokratik­ leşmeye nasıl ivme kazandıracağı sorgulanmamak mı? Yoksa, bu durumda kalkınma ve demokratikleşme daha büyük yaralar almış olmaz mı? Üçüncü olarak, AB ile Türkiye’nin ilişkilerinin, nesnei olarak, eşitsiz mübadeleden baş­ layarak binbir çeşit yapısal eşitsizliklerle örülmüş olduğu gerçeğinin üstü atlanabilir mi? Borç verenle alanın, sanayileşmiş olania geridekinin, zenginle yoksulun, güçsüzle güçlünün ilişkilerinde sömürüden, ezmeden azade bir ilişki, karşılıklı eşitlik ve yarar olabilir mi? Tam da Marx’ı hatırlamanın zamanı. 1848 yılında yazdığı bir büroşürde önce soruyor: “Ne­

37


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------dir serbest ticaret? Toplumun günümüzdeki koşullarında serbest ticaret nedir?" Ve yanıtlı­ yor Marx: “Sermayenin serbestliğidir, özgürlüğüdür.” Ve şöyle devam ediyor: “Ücretli eme­ ğin sermayeyle olan ilişkisini sürdürdüğünüz sürece, metaların hangi avantajlı koşullarda değiştiriliyor olmasının bir önemi yoktur ve her zaman sömüren bir sınıfla sömürülen bir başka sınıf var olacaktır. Gerçekten de, sermayenin daha avantajlı işlemesinin sanayi ka­ pitalistleriyle ücretli emek arasındaki çelişkileri ortadan kaldıracağını düşleyen serbest tica­ ret yanlılarının iddialarını anlamak çok güç. Tam tersine, tek sonuç, bu iki sınıf arasındaki çelişkinin daha da belirginleşmesi olacaktır. Baylar! Kendinizi soyut serbest sözcüğüyle al­ datmayın. Kimin serbestliği [özgürlüğü]? Bu bir kişinin ötekine ilişkin özgürlüğü değildir, fa­ kat sermayenin işçiyi ezme serbestliğidir... Serbest ticaret yanlıları bir halkın bir başkası aleyhine nasıl zenginleşebileceğini anlayamıyorlarsa, bunda şaşacak bir şey yok, çünkü ay­ nı kişiler bir ülke içinde bir sınıfın bir başkası aleyhine kendisini nasıl zenginleştirebildiğini de anlamayı reddediyorlar.” Buradan bence şu sonuca ulaşabiliriz: AB üyeliği ya da AB ile bu uğurda girişilecek en­ tegrasyon süreçleri, sonunda, Türkiye’nin kalkınmasında ve demokratikleşmesinde var ci­ lan iç dinamikleri de aşındıracak, hatta tahrip edecek sonuçlar yaratabilecek, Dimyat’a pi­ rince giderken evdeki bulgurdan da olunabilecektir. Türkiye kapitalizminin ve onun ideolo­ gu fareli köyün kavalcılarının peşinde gidilebilecek hayırlı bir yol yoktur... Yılmazer: AB sürecine girmişken, Türkiye dış ve iç politikalarında AB ve ABD arasın­ daki çekişmelerin ne gibi bir rolü vardır? ABD’nin bölgede Türkiye’ye biçmeğe çalıştığı rol­ le AB’nin Türkiye'yi görmek istediği zemin arasında oldukça önemli farklar var. Bu çelişki Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel konumunda nasıl etkiler yaratıyor? Gerger: Aslında ikisi arasında, en azından olası sonuçları itibariyle, çok fazla fark yok. Her ikisinin de temel aracı Türkiye’yi bütünüyle ötekine kaptırmamak, onun “militer” fayda­ larından maksimum yararlanmak. ABD, Türkiye’yi AB içinde bir “Truva Atı” olarak görmek istiyor. Şimdi yeni Doğu AvrupalI üyelere de aynısını yaptırmaya çalışıyor. Ayrıca ABD, te­ tikçisinin vitriniyle, iç manzarasıyla o kadar ilgili değil, hatta militarizmi asıl kendisine temel işbirlikçi seçmiş. AB, Türkiye’yi içine almak zorunda kalabileceği varsayımıyla ve aslında da süreci uzatıp tıkamak için iç manzara ve vitrin üzerinde daha çok duruyor, ama onun da dayattıkları, demin söylemeye çalıştığım gibi zaten tam ters sonuçlar yaratacak potansiye­ li içeriyor. Tabii iki tarafın artık iyice su yüzüne çıkmakta olan çelişkileri de Türkiye üzerin­ den hayata geçiyor ve bu ilerde daha da belirginleşecek. Belki Türkiye, o ilişkilerin gergin­ liğine bağlı olarak, daha sert, daha net tercihler yapma durumunda kalabilecek. Yılmazer: Seçimler sonrası politik tabloya baktığımızda neler söyleyebiliriz? Gerger: Türkiye seçmeni, son seçimlerde, düzenin politik yapısını tümüyle tasfiye etti. Sadece iktidar partileri değil, ana muhalefet de baraj altında kaldı, yani o politik yapının te­ mel kurumu olarak ortaya çıkarılan TBMM toptan tasfiye edildi. Bu, önemli bir kopuşu gös­ teriyor ve tabii her ani ve kapsamlı sarsıntılı kopuşun olduğu gibi aynı zamanda bir savrul­ mayı da beraberinde getirdi. AKP işte o savrulmanın ulaştığı adres ve sadece bu kadar. Şöyle bir benzetme yapabilir miyiz? Dünya güneşten koptu ve büyük kopuşla savruldu uzaya. O sırada hala bir ateş topuydu. Ne var ki, sonunda, yine o savrulmuş ateş topu ka­ buk bağladı ve hayatta orada ortaya çıktı. Türkiye de koptu ve savruldu ve fakat hala bir

__ 3 8 ____________________________________________________________


__________________________________yılmazer haluk gerger’le tartışıyor_ yangın yeri. Ama hayat da bu yangın yerinden çıkacak. Tabii bunun koşulları var, dünya örneğinde olduğu gibi kendiliğinden olmuyor. Düzen, hep “yeni seçenekler” yaratmada es­ nek ve yetenekli. O anlamda deniz bitmiyor. Bir de AKP'yi deneyenler hep “yeni denene­ cekler” bulacaklar, daha doğrusu düzen onlara bunu hep sunacak. Üstelik biliyoruz zaman­ la “eskilerin denenmişliği de unutulabiliyor ve onlar yeniden denenenecek “taze seçenek­ ler” olabiliyorlar. Dolayısıyla da, ancak örgütlü bir müdahaleyle düzenin bataklık denizi kurutulabilir, emeğin görkemli özgür denizlerine açılınabilir. AKP’nin çirkin ve fakat gerçek yü­ zü, foyası çabuk ortaya çıktı, boyaları çabuk döküldü. Ama bu çabukluk devrimcilere de za­ man bırakmıyor, herkesin elini çabuk tutması gerekiyor. Yılmazer: isterseniz sohbetimizi son günlerin en önemli gelişmesi savaşla tamamlaya­ lım. Türkiye’nin savaşa katılması konusunda ilginç bir gelişme ortaya çıktı. Bunu nasıl yo­ rumluyorsunuz? Gerger: Türkiye’nin savaşa ilişkin tavrı konusunda önce şunu iyice belirlemek gerekir: Savaşa katılmada kaçan ABD, kovalayan Türkiye. Türkiye, baştan bu savaşa asli bir un­ sur olarak katılmak istedi. ABD'ye açıkça “senin kadar, hatta senin soktuğundan daha faz­ lasıyla biz de girmek istiyoruz savaşa, yani Kuzey Irak’a” dendi. ABD, pek çok nedenden dolayı bunu istemedi. Kendi lojistik destek cephe gerisinde “müttefikleri arasında bir “sa­ vaş içinde savaş” istemedi ki, Türkiye’nin yapacağı buydu. Ayrıca hem savaş sırasında hem de sonrasındaki yapılanmada Kürtlere rol vermeyi planlarken, Türkiye “katkısı”nı da istemiyordu ABD. Ayrıca biliyorsun müflis tüccar işi, yani tetikçilik parasını yüz milyar do­ lardan açtı ve tabii “şark kurnazlığı" ile “müflisin aç gözlü hırsı” da ters tepti. Ayrıca ABD bu işi çok kolay halledeceğine inanmış olduğu için kendisine pazarlanmak istenen “stratejik önem”e de fazla prim vermedi. Onun istediği Türkiye’den “çok katkı, az katılım” idi. Aslında Türkiye’nin bütün güç odakları, TÜSİAD’ı, Genelkurmay’ı, hükümeti, medyası, entelektüel dünyası buna da çoktan razıydı. Tezkerenin oy çokluğuna karşın üç oy geride kalması bir sapma, bir kazaydı ve bazı milletvekilerinin ileriye dönük seçmeni kandırma kurnazlığının beklenmeyen, istenmeyen sonucuydu. Nitekim hemen arkadan gerekli iki oydan çok daha fazlası ikinci oylamada tercihlerini değiştireceklerini panik içinde ilan ettiler. Erdoğan çeşit­ li Amerikan gazete ve dergilerine verdiği demeçlerde açıkça söylüyor “biz ABD’ye herşeyi taahhüt ettik, ama onlar istemediler" diyor. Panik içinde Dışişleri Bakanlığı, yani devlet de açıklama yaptı geçenlerde; “bu durum bizim değil, ABD’nin tercihidir” diye. Sonuç şu: Tür­ kiye şimdilik çok istediği savaşa (Güney Kürdistan’a karşı), tetikçiliğe (Irak’a karşı) ve üçün­ cü cepheye (içerde toplumsal mufalefete karşı) kavuşamadı... Önümüzdeki günlerde, ABD Ortadoğu üzerine “ölü toprağfm serebilirse, bu dönem içinde, jeopolitiğinin getirisi de düşmüş olacak olan Türkiye düzeninin, ciddi ekonomik-sosyal-politik krizlerle boğuşmak zorunda kalacağını, baskı ve şiddetin artırılacağı bir gerileme dönemine gireceğini bekleyebiliriz. Daha güçlü bir ihtimal olaraksa, Ortadoğu’da ve genel olarak dünyada ABD saldırganlığı ve ona karşı ciddi karşı çıkışların ortaya çıktığı bir arka planda, Türkiye rejimi, bir yanıyla, ABD’nin bölgedeki tetikçiliğini, sıçrama tahtası üs işlev­ lerini, öte yandan da Amerika’nın direnişler karşısındaki çırpınışına AB ile Rusya ve Çin’­ den gelecek tepkilere karşı önsavunma tampon mevzii olma görevlerini üstlenebilecek, bu kez de, yazgısını ABD ile birleştirmiş bir yitişe sürüklenebilecektir. Tabii her iki durumda da, nihai sonucu ve kurtuluşu işçi sınıfı ile onun politik/ideolojik temsilcisi devrimci sosyalistler belirleyecektir...

------------------------------------------------------------------------------------------ 39 ----


YEN İ DÜNYÂ D ÜZEN İ’NDE İRAK SAVAŞI Ayşe TAN SEVER

Irak Savaşı kendi sınırları dışında dünya güçler dengesinde çok büyük altüstlükler yaratmasa bile dünyayı buna hazır bir bomba haline getirme özelliği taşımaktadır. Saddam heykelleri kendisiyle birlikte dünya halklarının gözündeki bazı perdeleri de yere indirmek­ tedir. Bağdat’a düşen bombalar ortalığı bulanıklaştırmamakta aksine bazı gerçekleri tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Artık sosyalizmin yıkılması ile içine girilen Yeni Dünya Düzeni de (YDD) bir virajı dönmüş olmaktadır. Küreselleşmenin Clinton dönemi bal ayı sona ermekte, 3. Dönem sömürgecilik asıl gerçekliği ile ortaya çıkmaktadır. Artık bir şeyler çok belirgin biçimde değişmiş, olgunlaşmış ve bombalar olarak kendini tüm dünya­ ya duyurmaktadır. Ve bu bombalar aslında New York ticaret kulelerine çarpan uçakların yol açtığı enkazı bile örtecek güçtedir. Lenin heykellerinin yerlere indirilmesi ile çarpık ku­ rulmuş sosyalist sistemin yıkıldığını anladıysak Saddam heykelinin indirilmesiyle de kapi­ talizmin ölüm döşeğinde olduğunu anlamamız gerekmektedir. Saddam Emperyalizmin adamıdır. Saddam’ın 68’lerde iktidara gelmesinin arkasında petrol vardır. Onu güçlendiren emperyalizmdir. Sonra ona kazık atan da yine emperya­ lizmdir. Emperyalizm Saddam’ın Brütüs’üdür. Ama sanki Saddam’da kendisi ister görsün ister görmesin yediği bu kazıkların bedelini bu savaş sonunda alacağa benzemektedir. Yazımızda bunu anlatmaya çalışacağız. Irak Savaşını ve arkasındaki olayları anlamak için önce bir savaş öncesi duruma savaşın gerekçelerine değineceğiz. Sonra savaştaki son gelişmeleri incelemeye çalışacağız. Saddam sonrası kurulması düşünülen düzenin olası görüntülerini açmaya çalışacağız. Sonra da cephe dışı gelişmeler ve YDD ile ilgili de­ ğerlendirme yapacağız.

GİRİŞ Irak Savaşı aslında 1991'terden beri süren bir savaş olarak düşünülmelidir. Kapitalizm Irak’ı hedefinden hiçbir zaman düşürmedi. ABD her krizi sonunda bir Irak davasını günde­ me getirdi. Ancak Afganistan savaşı sonrasından beri, yani 2002 baharından beri Irak’a topyekün saldırmak istiyordu. Bir yıldan beri de kapitalist merkezler arasında pazarlıklar yapılmaktadır. Pazarlıklar 2002 sonbaharından beri iyice şiddetlendi. Sonunda Mart orta­ sında bu işe girişildi. Pazarlıklar Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Güvenlik Konseyi masasında hepimi­ zin “gözleri önünde” yürütüldü. Günlerce oylamalar, eksperler, merkezler arasındaki laf dalaşları, hangi ülkelerin hangi taraftan yana oy verecekleri, yok 1241 sayılı karar, yok

__ 4 0 ____________________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı__ 1441 sayılı karar, hayır yeni bir savaş izni tasarısı vs. vs. günlerce gazete sayfalarında, te­ levizyonlarda dinledik, seyrettik. Çoğu zaman akıllarımız almadı. Hatta artık bu tartışmala­ rı duymak istemez hale geidik. Irak da Irak, hepimiz usandık, bıktık, anlamaya çalışmak­ tan yorulduk. Bu karışıklık arasında savaşın asıl nedenleri geri plana çekilmeye, görüntü bulandırılmaya çalışıldı. Asıl gerçek savaş nedenleri ile sözde nedenler birbirinin içine gir­ di.

I. SAVAŞIN NEDENLERİ Bütün bu tartışmaları anlayabilmek için ilk önce savaşın nedenleri üstünde biraz dur­ mak gerekmektedir. İlkokul çocukları bile savaşın nedeninin petrol olduğunu biliyor. Ge­ rekçelerin bu kadar kör göze batar şekilde olması bir gerçekliği ortaya çıkarmaktadır. Ar­ tık kapitalizm istediği kadar uğraşsın kendi çıkarlarını gizleyememektedir. İlk kez kapitaliz­ min sürdürdüğü bir savaşın asıl gerekçesi halklar tarafından açıkça görülmektedir. Ve bu nedenle de dünya ölçüsünde halk kitlelerini karşısına almaktadır. İlk kez bir savaşta ilerici güçler kapitalist savaşların asıl gerekçesini anlatmak zoru ile karşı karşıya değildir. Ve Irak’a atılan bombalar gerçekleri bir sis perdesi arkasına saklamamakta, aksine kapitaliz­ min çıkarlarının nasıl halkların çıkarlarıyla çeliştiğini daha çok ortaya sermekte ve zihin­ leri açmaktadır. Savaşın temel nedeni petroldür Ancak olayı sırf petrol olarak görmenin kendisi de yetmemektedir. Neden petroldür? Ne­ den Irak petrolüdür? Bunun dünya halklarıyla ilgili kısmı nelerdir? Kapitalizm açısından pet­ rol çıkarını daha derin olarak incelemek, buna daha geniş bir perspektiften bakmak gerek­ mektedir. Yoksa sırf petrol dediğimiz zaman kapitalizmin çok boyutlu çıkarlarını anlamakta darlaşırız. Irak’ta iki tane önemli petrol alanı bilinmektedir. Biri güneyde diğeri kuzeyde Musul böl­ gesinde. Ancak Irak yıllardır ambargo altında olduğu için petrol alanlarının geliştirilmesi ge­ ri kalmıştır. Çoğu uzmana göre daha keşfedilmemiş bir çok alan vardır. Ve kimilerine göre de Suudi Arabistan bilinen en zengin petrol rezervlerine sahipse Irak’ta bilinmeyen en zen­ gin petrol rezervlerine sahiptir. Yani Irak’ta bilinen ve bilinmeyen zengin petrol yatakları var­ dır. Irak bu açıdan önemlidir. ikinci özeilik Irak petrolünü çıkarma kolaylığıdır. Petrolü elde etmek için hiç de öyle Alaska’da ya da Kuzey Denizi’nde olduğu gibi çok derinlere inmek, büyük yatırımlar yapmak gerekmemektedir. Kaliteli petrol çok yüzeyde bulunabilmektedir. Kısacası çıkarım maliyeti açısından bakıldığında çok kar getiren bir petrol alanı demektir. Irak petrolü bu açıdan da değerlidir. Bilim teknik gelişiyor. Buluşlar yeni enerji kaynakları aranmasına kullanılıyor. Su enerjisinden, güneş enerjisinden söz ediliyor. Bilimse! gelişmeler bunları insan kullanımı­ na sunma açısından dev adımlar atıyorlar ama şimdiye kadar bu kaynaklar petrolün ye­ rini alabilecek seviyeye ne yazık ki sıçratılamadı. Bu anlamıyla en azından yakın gele­ cek açısından petrol hala üretim için olmazsa olmazdır. Petrol bir zorunluluktur. Dünya enerji ihtiyacının %38'i petrolle, %24’ü doğal gazla karşılanmaktadır. Kömürün payı %24’lerde kalmaktadır. Yani petrolsüz bir dünya düşünmek olanaksızdır, (rakamlar, Fi­ nancial Times 6 aralık 2002) Kapitalist ekonomik çark petrolsüz dönemeyecektir. Kapi­ talist üretim bu anlamıyla petrole bağımlıdır. Bilimsel bulguları henüz onu bu bağımlılık­ --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 4 1 -----


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------tan kurtaracak düzeye sıçrayamamıştır. Aksine ayrıca petrole bağımlılık her geçen gün artmaktadır. Bağımlılık artışının çeşitli gerekçeleri vardır. Birinci nedeni dünya üretimindeki artıştır. Ekonomiler geliştikçe petrol tü­ ketimi de fazlalaşmaktadır. İkincisi kapitalizmin elindeki petrolün ömrü çok uzun değildir. Kanada petrolü 8 yıl, Norveç ve ABD topraklarında çıkan petrol, şimdiki üretim hızı ile çı­ karıldığı taktirde 10 yıl sonra bitecektir. (Financial Times 18 Ocak 2003) Yani bir on yıl son­ ra kapitalizmin kendi ana vatanında çıkan petrol bitecektir. Oysa İran’da 53 yıl, Suudi Ara­ bistan’da 55 yıl, Birleşik Arap Emirliklerin'de 75 yıl, Kuveyt’te 116 yıl daha petrol çıkarılabi­ lecektir. isterseniz Irak’a bakalım. Bugünkü çıkarım hızı ile 526 yıl daha Irak'ta petrol ola­ caktır. (rakamlar: ay) Elbette rakamın büyüklüğü bizi yanıltmasın. Çünkü 10 yıldır Irak am­ bargo altında olduğu için sınırlı bir çıkarım yapılmaktadır. Suudi Arabistan’da hem Irak’ın kotasını almış hem de savaşı bahane ederek üretimini fazlalaştırmıştır. Günde 2-2.5 milyar varil üstünde çıkarım yapılabilmektedir. Yani Irak petrolü kapitalizm açısından çok önemli­ dir. Ayrıca dünyamızın başka yerlerinde de petrol vardır ama ne maliyet açısından ne kali­ te açısından bu bölgeye ulaşamamaktadır. Yani kapitalizmin Ortadoğu petrolüne bağımlılı­ ğı her geçen gün artmaktadır. Buna kapitalist üretimin sürekli arttığını da eklersek durum daha iyi anlaşılır. Petrol ayrıca petrodolar demektir. Bilindiği gibi petrol dolar üzerinden satılmaktadır. Bu hem doların değerine değer katmak demektir hem de petrolden elde edilen dolarların iste­ nildiği gibi kullanılmasını getirecektir. Petrol değerlendiği ölçüde dolar da değer kazanacak­ tır. ABD ekonomisinin eski gücünü kaybetmesi oranında değer yitiren dolar petrol nedeniy­ le bunu telafi edebilecektir. Petrol üreten ülkeler bu dolarlarla kapitalizm için bir pazar alanıdırlar. Ortadoğu ülkeleri petrolleri karşılığında aldıkları petrodolarları elbette dışarıdan meta almak için kullanmakta­ dırlar. Bu anlamda da petrol demek mal satabilmek demektir. Ayrıca bir deyiş vardır “Pet­ rolü olan bir ülkede sanayi gelişmez” diye. Bugün Ortadoğu ülkelerine baktığımızda bu ger­ çeği bütün çıplaklığı ile görürüz. Buralarda sanayi yok gibidir. Doğru dürüst hiçbir şey üre­ tilmez. Ürettirilmez. Çünkü Ortadoğu kapitalist merkezlerin malları için iyi bir pazardır. Bu nedenle bölgede güç oluşturmak önemlidir. Irak’ı almak petrol dolarların da nereye akaca­ ğında söz sahibi olmak demektir. Irak ve petrolüne sahip olmanın yararları çok daha fazladır. Maddi boyutu dışında siya­ si nedenleri de vardır. Petrole sahip olmanın sağladığı siyasi çıkarların üstünde de kısaca durmak yararlı olacaktır. Olay sadece Irak'la sınırlı kalmaz. Irak’a girmek demek Ortadoğu’ya girmek demektir. Yani sırf Irak petrolü değil bölgedeki diğer petrol rezervleri üzerindeki denetimini arttırmak demektir. ABD bunu şimdiye kadar büyük ölçüde İsrail eliyle yapıyordu. Ama biliyoruz İs­ rail artık yetmemektedir. Bölgede Bush’un “kötülükler ekseni” ilan ettiği İran ve Suriye gi­ derek daha çok halkların güç alanı haline gelmektedir. İsrail vahşeti ABD çıkarlarını bölge­ de korumaya yetmemektedir. ABD’nin elinde tuttuğu Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi gerici rejimlerde artık halklarının öfkesini bastıramaz hale gelmişler, ABD çıkarlarına ters kararlar almaya başlamışlardır. Irak’ı denetimine alan bir ABD bölge iktidarlarına kendi çı­ karını daha fazla dayatabilecektir. Hatta ABD bu iktidarları bile değiştirme düşüncesini ulu orta çoktandır söylemektedir. Bu anlattıklarımızda bir gerçek ortaya çıkar. Petrol eğer bu kadar değerli ve her yerde bulunan bir şey değilse o zaman bu bir hakimiyet aracı olabilir. Evet olay tam da böyledir. Petrol iyi bir hakimiyet aracıdır. Dünya üretimi petrolsüz neredeyse yarı yarıya aksayacak­ tır. Petrolü elinde tutan diğer üretim yapan güçlere dilediğini yaptırmakta da birçok koza sa­ ___

4 2 ________________________________________________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı__ hip olacaktır. 3. Dünya ülkelerini bir yana bırakalım AB, Çin, Hindistan gibi dünya güçler dengesinde çok önemli ülkeler büyük ölçüde Ortadoğu petrolünü kullanmaktadırlar. Öyley­ se burada petrole sahip olmak bu ülkelere dilediğini dayatmak açısından önemlidir. Dayat­ mak beraberinde kontrol etmek denetlemek demektir. Hakimiyet aracı olmakla bağlantılı olarak petrol ayrıca bir kozdur da. Yani pazarlık ara­ cıdır. Şu koşullarda şu durumda petrol vermek. Ya da şunun karşılığında petrol vermek gi­ bi. Yaptırım aracıdır. Ve şimdiye kadar belirli ölçülerde OPEC’in elinde olan bu araç savaş galibi olacak ülkelerin eline geçecektir. ABD’nin Irak’a saldırması sadece petrol ve ona bağlı nedenler değildir. Petrol dışında çok önemli başka gerekçeleri vardır. Önemli birkaç tanesine kısaca değinmekte yarar var­ dır. Savaş ABD’nin süperliğini kanıtlamasına, zor kullanmasına hizmet eden silah sanayi için çok önemlidir. ABD her savaşla yeni silahlar geliştirmekte ve bunları denemektedir. Bu savaşta da görüldüğü gibi bir yıl önceki Afganistan savaşında kullandıklarından daha geliş­ kin silahlar kullanıyor. Her savaş ile ABD bilimsel teknik gelişmeler zeminini yaygınlaştırı­ yor. Bu teknik bulgular onun asıl üstünde durduğu zemindir. Olaya bir de bu açıdan bak­ mak gerekmektedir. ABD bunları barışçıl sanayilere ne kadar aktarıyor buna ekonomik gü­ cü ne kadar yetiyor elbette başka bir tartışma konusudur. Yani silah sanayinin savaş nede­ ni ile işleri artmaktadır. Bush hükümeti savaş giderlerini 2002 yılında 356 milyar dolara çı­ karttı. 2003 yılında da 379 milyar dolara çıkaracak. On yıl boyunca her yıl 20 milyar ekleye­ rek silah harcamalarını arttıracak. Silah sanayi ABD ekonomisinin harıl harıl çalıştığı bir alan olmaktadır. Yeni bilimsel gelişmeleri yakalar mı? önümüzdeki günler göreceğiz. Ekono­ minin durgunluk içinde olduğunu düşünürsek bunun ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. ABD’nin kocaman bütçe açığı vardır. ABD dünyanın en borçlu ülkesidir. Bu açık günde yaklaşık 1.2 milyar dolar gerektirmektedir. Ve önümüzdeki yıllarda artacaktır. ABD bir sa­ vaş kazanırsa dünya ölçüsünde gücünü kanıtlayacaktır. Gücü kanıtlanan bir ABD kapitalist sistemi dayatmada daha güçlü olacaktır. Yani bir savaş kazanmak kapitalizmin gücünün yenilmezliğinin kanıtı olacak ABD’ye güven artacak ve ABD bankalarına sermaye akacak­ tır. Böylece ABD bütçe açığını kapayabilmesine hizmet edecektir. Dünyada halk hareketleri yükselmektedir. 3. Dünya burjuva iktidarları artık ABD çıkar­ larını halklara dayatmakta zorlanmaktadırlar. Halklar geleceklerinin kapitalizmde olduğuna artık eskisi gibi inanmamakta. Bu uğurda kemer sıkmaya ikna olmamaktadırlar. Halk mu­ halefetleri artmaktadır. ABD kültürü, sanayi, ekonomik politikaları, siyasi politikaları ile ya­ pamadığını silah zoru ile dayatacağı korkusunu vermek istemektedir. Ve bir anlamda des­ teklediği burjuva iktidarlarına güven vermeye çalışmaktadır. Yükselen halk hareketlerini bastırmada elini güçlendirecektir. Irak savaşı buna da hizmet edecektir. Bir savaş açmak ABD ya da herhangi bir kapitalist ülke için birçok yarar sağlar. Irak sa­ vaşının şimdiye kadar saymadığımız başka iç ve dış nedenleri vardır. Çok önemli olduğu­ nu düşündüğümüz bir genel çıkar da günden belirlemektedir. Şp savaş konusu olmasa acaba nelerden konuşacaktık bir düşünsek mesele anlaşılacaktır. Kapitalist ekonomiler bir kriz içindedirler. Derin bir kriz. Bu kriz 1930’lardaki krizleri hatırlatıyor. O günlerin arkasın­ dan sosyalizm bir sistem haline gelmişti. Bugün dünyamız o günlerdeki gibi krizlerden kıv­ ranıyor. Bir yanda zenginlik, bilimsel teknik gelişmeler, bir yanda açlık, hastalık, yoksulluk, cahillik, gelir dağılımındaki uçurumlar, bunlara karşı insanların patlamaya hazır olmaları, dünyanın cayır cayır yanan bir yangın alanı olduğu gerçekliği ortaya çıkacak. Irak savaşı gündemi işgal etmesi bunlardan konuşuyor bunları basından izliyor olacaktık. Ve o zaman herhalde kapitalist sistemin çürüklüğü üzerinde tartışılacaktır. Irak savaşı ile bunları üstü --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 4 3 -----


— yol____________________________________________ örtülmekte ve kapitalizm akıllı bombaları ile gündemi saptırmaktadır. Politik Arena Öyle Irak’a bugünden yarına saldırılmadı. Dünyamızın uluslararası bazda yasaları var. Kuralları var. Bu uluslararası yasalar çerçevesinde BM’lerde aylarca Irak’a saldırı konu­ sunda Güvenlik Konseyi’nde taraflar bir masa etrafından pazarlık ettiler. Her gün yazılı ve görüntülü basından seyrettik, okuduk ve dinledik. BM’lerdeki diplomatlar tarihi günler ya­ şandığını, böyle günlerin sık sık olmadığını söylediler. BM’ler koridorlarında kavgalar ya­ şandı. Kelli felli merkez burjuvalarımız 3. Dünya Ülkeleri parlamentolarını aratmayacak şe­ kilde birbirleriyle kavgalara giriştiler. Elbette bu tartışmalar ve dövüşmeler kendileriyle il­ gili değildi. Irak sorunu özünde tüm dünya güçler dengesinde bir dönüm noktası oldu. Irak’a saldırı merkezler arası ve 3. Dünya ülkeleri arasında belirli çıkarların kilitlendiği nok­ ta haline geliyordu. O nedenle GK masasında dönen olayların arkasında yığınla zirveler, ikili ziyaretler, telefon görüşmeleri, ikinci, üçüncü düzeyde görüşmeler yapıldı. Kapalı ka­ pılar arasında yığınla pazarlık oldu. Sonra gidilip GK’de skor tabelasına bakıldı. Irak’a savaş açılmasının asıl nedeninin petrol olduğunu herkes biliyor ama GK’de ABD’ye Irak petrollerine sahip olup olmaması tartışılmadı. Irak'ta Kitlesel imha Silahr (KİS) olup olmadığı tartışıldı. Bir taraf kesin var dedi. Bir taraf şüpheli baktı. Sonunda eksper yol­ landı. Onlara tanınan süre uzatılmak istendi. Bir süre uzatıldı. Ceza nasıl verilecek? Kim verecek? Kimin yetkisi var? Vs. vs. tartışıldı. Ama gerisine ABD artık izin vermedi. Ve bi­ lindiği gibi saldırdı. Burada bir kaç tespit yapmamız gerekmektedir. Birincisi Irak’a asıl saldırı gerekçesi KİS sorunu ile örtülmüştür. Sanki sorun KİS bulu­ nup bulunmaması olmuştur. ABD petrol ve Irak pazarı çıkarını bunun arkasına gizlemiştir. Ve tüm ülke burjuva yönetimleri de oyunu bu temelde oynamışlardır. İkincisi şudur. KİS olayının kendisi bir doktrindir. ABD’nin kendisini “savunmak” için di­ ğer ülkeleri “caydırması” gerektiğini savunduğu doktrin. ABD kendisini Saddam’ın elinde olduğunu iddia ettiği KİS'lerle tehdit altında hissetmektedir. Onun için de caydıracaktır. Böyle bir hakkı olduğunu savunmaktadır. Bir kez bu ABD'nin kendi kendine verdiği bir hak­ tır. Tüm dünya bilmektedir ki Saddam’ın elinde gerçekte KİS olsa bile bunun ABD’yi teh­ dit etmesi apayrı bir sorundur. ABD’nin kendi sınırlarında KIS tehdidi altında hissetmesi yanlıştır. Çünkü böyle bir tehdit için ilk önce onun sınırlarının içine girmesi gerekmektedir. Yani Saddam’ın elinde KIS olsa bile ABD’nin saldırması için bu yeterli bir kanıt değildir. Üçüncüsü hiçbir devlet BM’lerde bu anlamda bir muhalefet yapmamıştır. Suriye gibi bazı 3. Dünya ülkeleri bu tezi ortaya koysalar bile buharlaşmıştır. Yani sonuçta biraz aşağıda göreceğimiz ABD’ye karşı muhalefetin bizim anlayacağı­ mız anlamda bir muhalefet olmadığını söylemek gerekmektedir. GK’de bizim duyduğumuz görüşmeler ve pazarlıklar aslında ABD’nin saldırısının özüyle ilgili değildir. Her ülkenin Or­ tadoğu’da kendi çıkarını korumak için girdiği pazarlık örtülüdür. Yalnız korumak değil ya da yeni pazarlar koparmak için yapılan pazarlıktır. Kimsenin gerçek anlamda Irak savaşı ile Irak ve Ortadoğu halklarının başına geleceklerle pek derdi yoktur. GK'deki ana tema her ülkenin kendi çıkarlarını koruması ve bunu pazarlık etmesidir. ABD’ye karşı bunu na­ sıl, ne kadar koruyabileceği pazarlığı ve savaşıdır. Çeşitli Pazarlıklar Bu oyunun 5 ana oyuncusu vardır. ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin. Bunlar dün­


_____________________________________________________ ırak savaşı__ ya güçler dengesinde ana etkinliği olan ülkelerdir. Onlardan herhangi birinin onaylamaya­ cağı durum geçerli olamaz. Dünya güvenliğini belirleyen bu ülkelerdir ve bu nedenle Gü­ venlik Konseyinde (GK) devamlı üyedirler ve veto hakkına sahiptirler. Herhangi birinin ve­ to ile karşı çıkması oyunu bozar. Bir de zamana göre değişen 10 tane geçici üye vardır. Bunlar aslında 3. Dünya ülkelerinin çıkarlarını temsil ederler ama asıl üyeler yanında etki­ leri kısıtlıdır. (sınırlıdır)Ve bu gibi vetonun gündeme geleceği tarihi günlerde önemleri bir yandan artar ama veto karşısında da bir hiç kalırlar. Demek ki dünyamızı asıl belirleyen bu 5 büyük ülkenin kararlarıdır. Bush tartışmaların başından sonuna kadar hep aynı şeyi aslında tekrar etti. “Siz ister izin verin ister vermeyin, ister ‘İttifaklar Koalisyonu’na katılın ister katılmayın ben bu sava­ şı gerekirse tek başıma yapacağım. Onun için iyisi mi karşıma çıkmayın paşa paşa bana izin verin. Hep beraber girelim şuraya ve petrole sahip olalım. Siz de arkama dizilin.” Gü­ venlik Konseyinden (GK) karar çıkarmanın aslında kendisi için çok önemli olmadığı sade­ ce bir bürokratik işlem olduğu izlenimini verdi. Kendi kararını onun üstünde bir öneme koy­ du. İşte öylesine GK’ye gidiyordu. Ama Blairtam birana edası ile Bush’a “Aman Bush dur sakın yalnız başına girişme. Bak hepsi kabul edecekler. Hep birlikte saldıracağız. Yalnız zaman tanı sen.” diyordu. Avrupa Birliği’ne dönüp, “Görüyorsunuz bu adamın niyeti bozuk. Savaşa yalnız katılırsa o zaman artık ipin ucunu yakalayamayız. Onu unilaterist yapmış oluruz. Artık tek başına dünyaya hakim olmaya başlar. Buna izin vermeyelim. Onu multilaterist olmaya bağlayalım. Onu uluslararası yasaların ipleri ile bağlayalım. Sonra başımıza kabadayı olarak çıkacak. Onun askeri gücü ile baş edemeyiz. GK’inde bu savaşa olumlu oy kullanın.” Blair hep iki tarafı uzlaştırıcı olmaya çalıştı. Ama nihai olarak AB’yi ABD ar­ kasına takma hedefi taşıyordu. Bu tiyatral olarak yazdığımız şeyin uluslararası politikadaki karşılığı şuydu. Bush hükü­ meti daha 1998 yıllarında çizilmeye başlamış Yeni Yüzyılda yeni Amerikan Projesi çerçe­ vesinde davranmaktadır. Bu projeye göre petrol alanlarını ele geçirmek ABD çıkarları açı­ sından çok önemlidir. ABD Ortadoğu’da İsrail ile çıkarlarının artık korunamadığını görmek­ te ve bölgenin kendisi açısından önemini göz önüne alınca burayı bizzat ele geçirmesi ka­ çınılmazdır. Yıllardır izlediği ambargolar belirli ölçülerde bölgedeki çıkarlarını da daralmış­ tır. Ve de AB “dostları”, İran ve Irak’ta kendi aleyhine pazarlar kapmışlardır. Hatta ABD bu ülkeleri çıkarlarına aykırı ilan ettikçe AB ülkeleri Ortadoğuyla olan ilişkilerini arttırıyorlardı. Bölge AB güç alanına giriyor ve ABD daha çok sertleşmek zorunda kalıyordu. ABD bölge­ ye saldıracaktır. Ve AB ülkelerinden bunun için uluslararası yasallık istemektedir. Kendi başına çıkacağını söylemek aslında tehdittir. Ya arkama ya karşıma dizilin demektedir, iki taraflı oynamayın. ABD GK’den izin istemesinin anlamını sanırız şöyle yorumlamak gerekir. Ortadoğu po­ litikasını değiştireceğim. Bunu yasal olarak yapmak istiyorum. Ama uluslararası yasadışına çıkmak derdim değil. Ben bu dünyada istediğimi yapabilirim. Ama yasalarla yaparsam o zaman siz de pay alabilirsiniz. Bu değiştirme işini bir yasa çerçevesinde yapalım. Yoksa dünyada yasallık çiğnenmiş olacak. Bir orman kanunu geçerli olacaktır. Bana göre hava hoş ben kendi yasamı dayatacağım. Bunu askeri gücümle dayatabilirim. Bundan sonra benim yasalarım geçerli olur. Ama isterseniz GK yasaları ile oynayalım. Bana Irak’a sal­ dırma hakkı verin o zaman dünya tam da karışmış olmaz. Yine uyulacak yasalar kalır. Blair'in politikası İngiltere’nin yıllardır yürüttüğü politikadır. ABD ve AB arasında bir köp­ rü kurma görevini üstlenmiştir. Ama arkasında AB olmayan bir İngiltere ABD karşısında bir hiç olacağını çok iyi bilmektedir. Süveyş kanalında bu dersi çıkarmış ve o zamandır yürüt­ mektedir. AB içinde olmadığı taktirde ABD ona beş kuruşluk değer vermeyecektir. AB için­ de olmak aslında işine gelmektedir. Askeri gücü ancak AB içinde bir değer ve gelişme or­

------------------------------------------------------------------------------------------ 45 -----


— yol------------------------------------------------------------------------------------------tamı bulmaktadır. Ekonomik bağları da önemlidir. AB içinde olmayan bir Ingiltere sıradan bir ülke olurdu. Blair bu ikili rolünü hep oynamıştır. Ancak şimdi Irak savaşı bu görevi gö­ rülmedik şekilde zorlaştırdı. Sonuçta Ingiltere bedenen ABD, ruhen de AB tarafında ikiye parçalanmıştır. AB Irak savaşını istemez. Ama bunu biz halkların savaşı istememesiyle elbette karış­ tırmamak gerekmektedir. Bölgede kurulmuş statüko bozulsun istemez. Onlar bölgede ge­ lişen anti-Amerikancılığı sömürerek dururlar. ABD köpeği İsrail karşısında Filistin halkları AB merkezinden yardım isterler. Ya da ABD’nin müslüman halklarında yarattığı korkuya karşı AB bir sığınaktır. Bu anlamda bir güç dengesi oluşmuştur. Irak ve İran’ın AB ile tica­ ri ilişkileri çok iyidir. Hatta Saddam ABD saldırısına karşı Fransız mallar; ile kendisine bir siper örmeye çalıştı. Onun için AB açısından ABD’nin savaşa girmesi Ortadoğu pazarını kaybetmesi demektir. Ama ABD’ye çok açıktan, bodoslamadan karşı durmakta kolay de­ ğildir. Karşı durmak sonuçta bütün pazarları kaybetmekle sonuçlanabilir. Karşı durmak çok merkezli bir dünyaya geçmek demektir. ABD ve Fransa ya da AB aslında aynı ananın çocuklarıdır. Nihai çıkarları açısından birbirlerinden farkları yoktur. Dünyanın böyle bölün­ mesi AB’nin kaldırabileceği bir şey değildir. En başta AB kendi bütünlüğünden şüphelidir. Kendi dış politikası ve askeri gücü olmaması handikapıdır. ABD’nin kendisini bölebilece­ ğini hissetmektedir. Ayrıca dünya halklarının kabaran öfkesini gördükçe de ABD’ye hak vermekte nihai çıkarının ABD olduğunu görmektedir. Sonuçta ABD Irak’a girecekti. AB’nin de burada çıkarları vardı. Başladılar pazarlıklara. AB’nin burnunun dibindeki Makedonya huzursuzluğu durduruldu. ABD olayları tırmandır­ maktan vazgeçti. İngiltere'ye IRA tavizi verildi. Irak sonrası barış vaat edildi. Arkasında Is­ panya’ya BASK tavizi verildi. Öldürmeler durdu. AB kendi sınırları içinde savaştan arındı. Ama bunun karşılığında Ortadoğu’ya geçildi. İsrail Filistin sorunu gündeme geldi. Bilindi­ ği gibi dörtlü pazarlıklar yapıldı. BM, AB, ABD ve Rusya oturdular ama AB geri çekilmedi. Taviz vermedi. Onun üzerine Filistin sorununun çözümü Irak savaşı sonrasına bırakıldı. Yani AB’nin gönüllüce vermediklerini ABD zorla alacağını ilan ediyordu. Tüm Ortadoğu dengesi Irak savaşı ile değiştirilecekti. Irak Savaşı güçlerin yeniden denendiği bir savaş olacaktı. Güçler dengesi yeniden kurulacaktı. Yani Irak’a atılan bombalar aslında bölgede­ ki AB ve Rusya çıkarlarının da tahribi amacını taşır. Irak’ta bu ülkelerde yeniliyorlar. Afrika kıtası merkezler arasında çıkar alanları olarak bölünmüştür. 2000 yılında kıtada Kıta Dünya Savaşı yaşandı. Merkezler Kongo’da büyük bir bilek güreşine giriştiler. Ve ha­ la barış sağlanamamıştır. Merkezler tam olarak birbirlerini yenemiyorlar. Ama sürekli ola­ rak çatışıyorlar. ABD’nin kıta ile ilgili bir projesi vardır. Blair Yeni Afrika Ekonomik Planı di­ ye bir projede gene iki merkezi birleştirmek istedi ve tüm çabalarına rağmen Kanada’da yapılan G8’ler toplantısında reddedilmişti. Tam Irak savaşı sırasında Chirac Fransa’nın gücünü denemek istedi. İngiltere dışında bazı AB ülkelerinin desteği ile 33 Afrika ülkesini topladı. Yani Ortadoğu çıkarına karşı Afrika Kıtasından bir şeyler istedi. ABD izin verme­ di. Fildişi sahilleri karıştı. Fransa destekli yönetime karşı ellerinde ABD sempatizanı slo­ ganlarla başka kabile güçleri saldırıya geçtiler. Sonra karışıklık Orta Afrika Cumhuriyeti ve Ruanda’ya sıçradı. Kongo barış antlaşması askıya alındı. Chirac kuzey Afrika kıtasında eski sömürgelerini ilk kez ziyaret etti. Yani taraflar güçlerini Afrika’da bir daha denediler. Ama ne Ortadoğu’da ne de Afrika kıtasında bir denge değişikliğinde de anlaşmaya varıla­ madı. Aynı şey Asya Kıtasında da denendi. Herhalde en büyük olay Hindistan ve Pakistan’ın karşı karşıya gelmesi oldu, iki tane nükleer güç, 1 milyon asker günlerce karşı karşıya el­ ler tetikte durdular, iki Kore de taraflar birbirinin aleyhine var olan dengeleri değiştirmeye çalıştılar. Ama her şey geldi Irak savaşında kilitlendi. Irak savaşı yapılacak ve artık mer___

4 6 ________________________________________________________________________________________


ırak savaşı__ kezler bileklerinin hakkına yeniden bir güçler dengesi içine gireceklerdi. Eskilerden farklı olarak ortada bir Rusya vardı. Sosyalizm zamanında iki merkezi nihai olarak birleşmeye zorlayan bir Rusya. Bu Rusya şimdi “Bush'un çiftliğine gitmiş” yani onun can dostu olarak dünyaya lanse edilmeye çalışılan bir Rusya'dır. Rusya ile ABD bir on yıldır birbirleriyle epey yaklaşmış, ortak çıkarları olan iki süper güçtürler. Ama Rus­ ya’nın süperliği parçalanmıştır. Rusya silah açısından süper güç olsa bile ekonomik an­ lamda bir 3. Dünya ülkesidir. Bu iki özellik Rusya çıkarını bir ABD’den yana, bir 3. Dünya ülkelerinden yana yalpalattırır. Konumuz Irak temelli olduğu için de Rusya’nın elinde bir koz daha gelişir. Petrol. Bu üç faktör çerçevesinde Rusya Ortadoğu pazarlıklarında baş oyuncu olarak karşımıza çıkar. En başta silah, Rusya’nın petrol ile birlikte iki döviz kaynağını oluştururlar. Rusya ge­ nelde gerilimin artmasından ABD gibi çıkar sağlar. Ve gittikçe AB gibi ABD karşısındaki güçlere silah satmaya doğru savrulmaktadır. Eski sosyalizmden gelen geleneğine küresel­ leşme sonrası kısa bir ara verdikten sonra Yugoslavya olayları ile tekrar geri dönmektedir. Yani Sosyalizm zamanında kurulmuş pazarlarını yavaş yavaş geri almaktadır. Şimdiye ka­ dar ABD’den aldığı tavizler, ekonomik yardımlar bu rotasını değiştirmesine hizmet etme­ mektedir. Ve Rusya ABM antlaşmasının iptali, Küba ve Vietnam’dan çıkmaktan zarar etti­ ğini düşünür. Afganistan olaylarında Orta Asya pazarını çok ucuza ABD’ye kaptırdığına inanır. Öte yandan ABD, Gürcistan ve Çeçenistan’da kendi aleyhine cirit atmaktadır. Oysa bunların karşılığında Rusya’ya yatırım yapan ABD sermayesi iki elin parmaklarıyla sayıla­ cak kadardır. ABD Orta Avrupa ülkelerine daha çok yatırım yapmıştır. Bu nedenle Rusya Irak olayında ABD’nin kuru lafları ve vaatlerinden çok kendisine sağlam güçler aramaya çalışmıştır. Ambargonun izin verdiği kadar Saddam’la iyi ilişkiler kurulmuştur. Irak pazarında ticari antlaşmalar yapılmıştır. Rus petrol şirketleri Lukoil, Stroytransgaz, Soyuzneftgaz, Naneft, Azrubezhneft Irak petrollerini parsellemişlerdir. Yani BM ambargosunun kalktığının ertesi günü şirketler Irak petrollerini modernleştirmeye başlayacaklardır. Saddam petrol karşılığı gıda yardımının maddi gelirlerini Rusya ve Fransa arasında parçalamış gibidir. Gıda dışı 4 milyar dolarlık ticaret genelde Rusya ile yapılır. Lastik, araba vs. gibi şeyler alınır. Rusya ABD ile Irak konusunda pazarlığa oturduğunda en başta 1. Körfez savaşından kalma 8 milyar dolarlık kaybını masaya koyar. Arkasından petrol şirketlerinin bölgedeki antlaşmalarına savaş sonrası saygı duyulmasını ister. Ayrıca Çeçenistan’a saldırısının uluslararası terörizm çerçevesinde değerlendirilmesini yani oraya saldırgan(saldıran) ülke olmak konumundan çıkarılmak ister. Politik yorumcular ABD’nin Rusya’yı Irak savaşı pazarlıklarında küçümsediği değerlen­ dirmesini yapmaktadırlar. ABD, Rusya’nın karşısına geçeceğini pek düşünmemiş ve onunla olan ilişkilerini ihmal etmiştir. Sonuçta Rusya çıkarlarının AB ülkeleri ile bütünleştiği­ ni görmüş ve ABD’den yukarıdaki tavizlerinin kabul edilmemesi durumunda Irak'a girme yasallığını ABD’ye tanımayacağını açıklamıştır. Rusya’yı Fransa ve Almanya yanında gören ABD elbette çok öfkelenmiştir. Olaylar hız­ la gelişmeye başladı. Ortaya 8 imzalı bir mektup çıktı. ABD, Avrupa Birliği’ni, ABD Savun­ ma Bakanı Rumsfeld’in deyimi ile “eski” ve “yeni” AB olarak bölüverdi. Birliğe yeni katıla­ cak olan Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Romanya ABD saflarında olduklarını açıkladılar. Ama eskiler arasından da İtalya, ispanya ve kısık sesle Danimarka Fransa öncülüğündeki savaş karşıtı cepheyi desteklemediklerini açıkladılar. AB'nin ABD arkasına dizilmesinin daha karlı olduğunu savundular. Gerçeklikte bu ülkeler açısından böyle olsa gerektir. AB içinde ortak bir politika izlemek ile ABD arkasında bir politika terci­

47


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------hinde ABD daha çıkarlı görünmektedir. “Yeni” Avrupa kapitalizm yoluna yeni çıktı. Sos­ yalizm zamanında zaten Ortadoğu'da bir yerleri yoktu. ABD’ye olan güvenç tamdır. Petrol konusu da Rusya oldukça dert olmayacaktır. Ispanya son zamanlarda Latin Amerika pa­ zarına çok girdi. ABD politikasını izlemezse bölgede çok şey kaybedecektir. İtalya çok pragmatikti, Afrika’daki eski sömürgeleri ile bağlantıları onu Fransa’dan çok ABD arkasına çeker. Ayrıca kendisi bir iş adamı olan Berlisconi bu cephede daha çok umut görüyor ol­ sa gerektir. AB’nin sağlamcı iç ekonomi politikası İtalya başkanının işveren girişimciliğine ters düşer. Ayrıca AB içindeki Fransa ve Almanya hakimiyeti ABD hakimiyetinden ne ka­ dar tercih edilebilir tartışılabilir. Bütün bunlar nedeniyle Fransa AB adına davranırken altın­ da boşluklar olduğu bir anda ortaya çıkıverdi. AB’nin ortak bir dış politikası yoktu. ABD bi­ raz bastırınca AB’yi bölüvermişti. Yani nasıl Fransa ve Almanya yanlarına 3. Dünya ülkelerini alıp ABD’ye karşı pazarlık güçlerini arttırmaya çalışıyorlarsa, “yeni” AB ülkeleri de ABD'yi yanlarına alıp AB karşısın­ da pazarlık güçlerini arttırmaya çalışmaktadırlar. Ya da tersi geçerlidir. Küçük İngiltere’yi oynamaktadırlar, ispanya da aynı saflardadır. Bask ayrılıkçıları ve Latin Amerika’daki çı­ karları onu ABD’den yana tavır almaya zorlar. Sonuç olarak merkezlerin kendi aralarındaki pazarlıkları başka ülkeleri de içine alan bir cepheleşmeye yol açmıştır. Ama bu yeni cepheleşmenin kendisi parçalanmadır. AB Irak üzeride çıkarlarını korumak isterken parçalanır. Ama ABD’nin ekonomik gücü de parçala­ nır. NAFTA içindeki Meksika ve Kanada Irak savaşını desteklemeyerek ABD’nin bölgede­ ki ittifakını da parçalamışlardır. Bu parçalanmalar öyle basit parçalanmalar değildirler. Parçalanmalar aslında 2. Dün­ ya savaşından beri kurulan askeri, siyasi ve ekonomik politikaların işlersizliğinin itirafı de­ mektir. Bu konuyu ayrıca incelemek gerekmektedir. Tüm kozlar oynanmış. Irak Savaşı öncesi pazarlıklar her yerden düğümlenmiş ve işin askeri bilek gücünden başka çözümü kalmamıştır. 19 Mart günü, Atlantik Okyanusu orta­ sında, savaşa karşı tüm dünya halklarından fiziksel olarak uzak bir yerde ABD, İngiltere ve de ispanya liderleri savaş konseyini kurdular ve savaş kararı aldılar. GK’den oylamaya ge­ rek duymadan Irak'ın bombalanmasına başlandı. Bölümü kapatmadan iki güce kısaca değinmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi Çin’dir. BM’lerdeki veto hakkı ile Çin baş oyuncudur. Çin BM'lerde Irak savaşına karşı oy kullanmasına rağmen Fransa ve Rusya nedeniyle etkin gözükmedi. Pazarlık gücü Fransa ve Rusya yanında küçük kaldı. Çin ve ABD şu anda ekonomik olarak birbirlerine muhtaç durumdadırlar. Çin bir kapitalistleşme sürecindedir. Ve milyarlarca dolarlık ABD yatırımı ülkenin kalkınması açısından önemlidir. Öte yandan ABD Çok Uluslu Şirketleri de Çin’de­ ki ucuz maliyetli üretimlerinden büyük karlar devşirmektedirler. O nedenle iki ülke birbirle­ rine pek dokunmadılar. Ancak tam savaş sırası yapılan Çin Komünist Parti Kongresi’nden Çin’in bir dünya gücü olduğu ve bu nedenle ona yaraşır politik aktivite içine girmesi gerek­ tiği görüşü belirtildi. Çin bundan sonra politik sahneye daha aktif katılma niyetindedir. Ay­ rıca sanayileşmesinin artması Ortadoğu petrolüne olan bağımlılığını arttırmakta ve çıkarı siyaset sahnesinde aktif rol oynamayı gerektirmektedir. İkinci değinilmesi gereken güç BM’ler GK’yinde veto hakkına sahip olmayan, döner sandalyeli 3. Dünya ülkeleridir. GK’de vetonun kullanılmayacağı durumlarda bu ülkelerin oyunun önemi artar. Irak pazarlıklarında veto kullanılıp kullanılmayacağı belli değilken ül­ keler “senden benden” diye tek tek sayılıyorlardı. “Satılık” ülke olarak bakılıyorlardı. Her bir ülkenin ABD’den koparmayı düşündüğü şeyler vardı. Sonuna kadar ABD’nin büyük bir baskısı ile karşı karşıya kaldılar. Ancak Fransa'nın kesin veto edeceği açıklanınca bu ül­

__ 48 ____________________________________________________________


ırak savaşı kelerin hiçbir değeri kalmadı.

Kısa Bir Sonuç Savaş öncesinin bir değerlendirmesini yaparsak kısaca şunları söyleyebiliriz. Birincisi bu savaş uluslararası yasaları çiğneyen bir savaştır. Bu hiç akıllardan çıkma­ sın. Ama kimse ABD'yi ateşe tutmuyor. Ayrıca bu yasadışılık bundan sonra tüm dünyanın ABD'ye karşı elinde tutacağı bir koz olacaktır. Bu ABD’yi hortlak gibi izleyecektir İkincisi ABD 180'nin üstündeki dünya ülkesi içinden 48 tanesini arkasına alabilmiştir. Bunların çoğunluğu ya eski sosyalist ya da adını ilk kez duyduğumuz nerde olduğu bile bi­ linmeyen ülkedir. Üçüncüsü savaşın ABD gerekçelerine halkların çok azı inanmaktadır. Asıl gerekçenin petrol olduğu hemen herkesçe biliniyor. Emperyalist güdüler saklanamaz hale geldi. Dördüncüsü, “savaş karşıtı cephe” tanımlaması yanlıştır. Fransa ve Rusya çıkarlarını temsil eden cephe asıl savaş karşıtı cephe değildir. Beşincisi BM’ler dünya barış savaş gerçekliğini yansıtan bir kurum değildir. Sadece bir uluslararası demokrasi görüntüsü kurumudur. Emperyalist güçler onun içinde halkları oya­ lamanın sanatını çoktan öğrenmişler ve buna uygun yasalarını örmüşlerdir. Altıncısı Bush ve İngiltere diplomasisi yenilmiştir. Bush’un kapitalizmin kâbesi ve onun çıkarlarını en iyi temsil eden güç merkezi olduğunu düşünürsek, kapitalizmin çıkarını yü­ rütemediği sonucunu çıkarmamız gerekir. Bundan sonra artık çok merkezin ve etrafına kü­ melenmiş 3. Dünya ülkelerinin olduğu kapitalist çıkarların çatallandığı bir dünyaya girdik. Kapitalist sistem parçalanmıştır. Bundan sonra merkezler arasındaki sürtüşmeler bizi yep­ yeni bir güçler dengesine doğru sürüklemektedir. Irak Savaşı bunun resmen başlama nok­ tasıdır. En son ve de belki de en önemlisi bu savaş dünya çapında insanları sokağa dökmüş­ tür. Genellikle Vietnam örneği verilmektedir. Vietnam savaşı başladıktan dört yıl sonra pro­ testoları başlamıştır. Ancak Irak savaşı başlamadan 4 hafta önce dünyanın sayılı büyük örgütlü gösterileri yaşandı. Hemen hemen dünyanın en büyük yerleşim merkezlerinde ay­ nı günde 8 milyonun üstünde insan savaşa karşı çeşitli gösteriler yaptılar. Çoğu ülkelerde % 90’lara varan oranda halk savaşa karşıydı. Ve bu gerçeklik çoğu hükümetin karar ver­ mesini ve ABD arkasına geçmesini engelleyen faktör oldu. Örneğin bir İtalya’da eğer mil­ yonlarca insan sokaklarda yürümeseydi herhalde hükümet başkanı Berlisconi savaşı des­ teklediğini açıkça söyleyebilirdi. Ya da Almanya’da Schröder’in seçimleri kazanmasının te­ mel nedeninin baştan Irak savaşı karşıtı tavır almasıdır. Tüm Ortadoğu ve Güney Asya müslümanları ABD koalisyonuna karşı yürüdüler. Latin Amerika'da bile halklar savaşa kar­ şıtlığını, ABD politikalarına karşıtlıkla eş tuttular. Bütün bunlardan bir sonuç çıkar. Irak sa­ vaşı tüm dünya halklarını hem bütünleştirmiş hem de çok önemlisi politikleştirmiştir. Artık insanlar kendi yaşantıları ile ABD’nin Irak’a açacağı savaş arasındaki bağı görmektedirler. Bu çok ama çok önemli bir gelişmedir.

II. SAVAŞ Irak Savaşı ABD ve müttefiklerinin Soğuk Savaş bitiminden sonra yaptığı ne ilk ne de son savaştır. Sosyalizmin yıkıntıları arasından 1. Körfez Savaşı ile çıkıldı. Arkasından So­ mali yaşandı. Sonra uzun bir Yugoslavya’nın parçalanması süreci başladı. Bosna Her­

49


__ yol-------------------------------------------------------------------------------------------sek’den Belgrad’ın bombalanmasına ve Makedonya'nın savaşa hazır hale getirilmesi dö­ nemine girildi. Bu arada Afrika kıtasında 2000 yılında Afrika Dünya savaşı oldu. Latin Amerika'da, Güney Asya’da, Kafkaslar’da hala bitmeyen savaşlardan sonra Afganistan’da uluslararası terörizm ile birlikte savaşlar sürekli hale getirildi. Şimdi Irak’tan sonra, eğer Su­ riye daha kolay bir lokma olarak düşünülmezse, sırada ya İran var ya da Kuzey Kore. Ve böyle devam ediyor. Elbette her savaşın kendine özgü önemli nedenleri var. Ancak Irak savaşı hem Orta­ doğu gibi dünya açısından stratejik öneme sahip, yoğun çıkar ilişkilerinin kesiştiği bir alan­ da yaşanıyor. Ayrıca savaş biçimi olarak diğerlerinden farklı özellikleri var. Kısaca bunlar üzerinde durmalıdır. Askeri farklılıklar Savaş bilimcileri Irak savaşını sosyalizmin yıkılmasından sonra yaşanan savaş biçim­ lerinden kopuşma olarak görüyorlar. Yani ABD “yeni” bir savaşma biçimine geçti. Soğuk savaş döneminden sonra ABD saldırıya genellikle hava bombardımanı ile baş­ lardı. Düşman hedefleri haftalarca bombalanır ve düşman pes ettirilmeye çalışılırdı. Soma­ li’de kara saldırısı yapılmaya çalışıldı ama 18 ABD askeri ölünce Clinton savaştan vaz­ geçti. Belgrad aylarca bombalandı. Afganistan başkentine ancak uzun süre bombalandık­ tan, taş üstünde taş bırakılmadıktan sonra karadan asker yollanabildi. O da yine orada dö­ vüşen Kuzey ittifak güçlerine siper alınarak yapıldı. Çünkü Merkez ülkeler hep can kaybı vermekten korkuyorlardı. ABD’nin üstünden atamadığı bir Vietnam sendromu vardır. Amerikalılar kendi vatanla­ rı dışından her gün cesetler gelmesini kabul edemezler. Artık ABD, askerlerini sömürgele­ rinde savaşmaya zor ikna ediyor. Hele bilinç seviyesi, dünya görüşü yıllarca Sosyalizmin yanında olmaktan daha gelişmiş AB halklarının hafızasında II. Dünya savaşı daha canlı­ dır. Merkez insanlarının ufku kendi bencil refah anlayışı ile sınırlıdır. Bunun içine ölüm bir ideal olarak sığmaz. Onun için merkez ülkeleri insanları vatan toprakları dışında ölümü an­ lamsız bulurlar. Ama şimdi Irak savaşı için bu olgu ABD ve Ingiltere açısından biraz aşıl­ mıştır. Daha doğrusu can kaybı verme korkusunu göze aldılar. Bush baştan bu savaşta ölüm olacak dedi. Savaşta ABD kaybı 150 olarak açıklandı. Bu önemli bir değişikliktir. Ve aslında içine girdiğimiz 3. sömürgecilik döneminin önem­ li bir özelliği olarak düşünülmesi gerekmektedir. Bundan sonra yalnız ABD hava bombar­ dımanı değil karadan askerleri de beklemek gerekir. Bundan sonra artık sınıflar savaşı da­ ha yükseliyor demektir. Demektir ki merkez ülkeler ile 3. Dünya ülkeleri arasındaki savaş şiddetleniyor. Şiddetin dozu artıyor. Bundan sonra sadece güç göstermek yetmiyor, kor­ kutmak yetmiyor demektir. Bizzat girip ülke işgal edilecektir. Yani artık sırf bomba değil ABD askerlerini de karşımızda bekleyebiliriz. Savaş taktiği olarak ikinci farklı özellik savaşta kullanılan aletlerle ilgilidir. Savaşın mi­ marı her ne kadar General Frank olsa da teorisyeni Savunma Bakanı Rumsfeld’dir. Bu sa­ vaş “hafif savaş”, “şimşek savaş” yani hızlı bir savaştır. Saldırının adı bile “Şok ve Kor­ kudur. Ani, hafif silahlarla tez davranarak İraklıları şok etmek ve korkutmak amaçlandı. Çok ağır araç gereç kullanılmamış, getirilmemiştir. Hatta iki Körfez savaşı karşılaştırıldı­ ğında bile bu savaşta hem asker sayısı olarak hem de getirilen silah miktarı açısından bir hafiflik söz konusudur. Daha askeri bir kelime kullanırsak bu savaşta ABD konvensiyonel silahlardan çok modern teknikli silahlar kullanmıştır. Zaten Rumsfeld modern silah tekel­ lerinin adamıdır. Ve de Bush hükümeti iktidara geldiğinin erkesi günü konvensiyonel silah tekelleri ile aralarında bir mücadele başlamıştı. Ordu’nun hangi türden teknikle donanaca­

__ 50 ____________________________________________________________


__________ :__________________________________________ ırak savaşı__ ğı tartışılmıştır. Ve konvensiyoneller ikici plana düşmekten şikayet etmişlerdi. Şimdi artık bu savaşın kazanımı ile ABD silah tekelleri açısından da yeni bir dönem başlamış olmak­ tadır. Savaş Savaş 20 Mart’ta Basra’nın güneyindeki kıyı kenti Umr Kasr’dan kara çıkartması ve bombalama ile başladı. Kara orduları hızlı bir şekilde kuzeye, Bağdat'a doğru tank tüfek­ lerle ve askeri araçlarla yürümeye başladılar. Ingilizler Basra’yı işgal etmek üzere kenti ku­ şattılar. iki haftaya yakın kentin su ve elektrikleri kesildi. Basra ancak Bağdat ile aynı za­ manda ele geçirildi. Amerikalılar yolları üzerindeki tüm büyük kentlere saldırdılar. Ve bununla ilk şoklarını yaşadılar. Savaş başlamadan önce kent halklarının Amerikalı askerleri çiçeklerle karşıla­ yacağı istihbaratı gelmişti. Doğu Avrupa halkları Alman faşizminden kendilerini kurtaran Rus askerlerini nasıl karşıladı ise Irak halkının da Saddam’dan kendilerini kurtaran Ame­ rikalıları öyle karşılayacağı sanılmıştı. Ama kimse çiçek vermediği gibi kentlerin içine Ame­ rikalılar sokulmadı. Bağdat düşene kadar bu böyle devam etti. Kentler direndiler. Ancak Bağdat düştükten sonra tüm kentlere girilebildi. Bağdat’a 60 km yaklaşılınca ABD komutanlığı durma kararı aldıklarını açıkladı. Kent­ ler ele geçirilemiyordu. ABD'den yeni 100 bin kişilik takviye kuvvetin geleceği söylendi. Bush “zafere kadar savaşacağız." diyerek savaşın başta düşünüldüğü gibi kısa olmayaca­ ğını açıklıyordu. Öte yandan Saddam da “çölleri onlara bıraktık.” diyerek asıl savaşın kent­ lerde yaşanacağını açıklıyordu. ABD askeri karargahının ilerlemeyi durduruyoruz açıklamasına rağmen ikinci hafta ka­ ra orduları daha yavaş olsa da Bağdat’a doğru ilerlemelerini sürdürdüler. Herhalde Bağ­ dat yakınlarında durulacak ve kent kuşatılacaktı. Ve ABD’den takviye kuvvetlerinin gelme­ si beklenecekti. Basra ve diğer kent girişlerinde olduğu gibi diye düşünülüyordu. Ama işte savaşın dönüm noktası burada yaşandı Bağdat’la birlikte Necefe saldırıldı. Bağdat havaalanı alınırken Kerbela da düşüyordu. Diğer kentlerde olduğu gibi Bağdat kapılarında beklenmedi. Ara verilmeden saldırıldı. Her­ kes yine günlerce bombalama bekliyordu. Ama öyle olmadı. Bombalama ile birlikte saldı­ rıldı. Bu arada Basra'ya da Ingilizler girmeye çalıştılar. Gıda yardımları, iş verme vaatleri ile kendi yanlarına çekmeye çalıştıkları halklara birden bombalar yağdırmaya başladılar ve ancak öyle Basra’yı işgal ettiler. Saddam güçlerinin beklendiği gibi güçlü bir direnişi olma­ dı. Saddam iktidar güçleri kenti terk edince bir yağmalama yaşandı. Çok değerli Müzeler ve kütüphaneler, devlet daireleri, Saddam sarayları ve zengin evleri yağmalandı. Bu ko­ nuda ABD işe seyirci kalmakla çok eleştirildi. Hatta bazı ilerici basın yazarları yağmacıla­ rın ellerindeki haritaları, müze anahtarlarını ve heykelleri taşımak için kaldıraçlı kamyonla­ rı kanıt olarak göstererek talanın bizzat ABD güçleri tarafından planlandığını yazdılar. ABD güçleri güneyde uğraşırken sürekli Kuzey’de Kürtlere saldırması için komut veri­ yor. Onları yüreklendiriyordu. Ancak kentlerin hiç dte Saddam’cı olmadıkları halde diren­ meleri gibi Kürtler de harekete geçmiyorlardı. Ya da çok ağırdan alıyorlardı. Onun üzerine ABD paraşütle beş bin kadar asker indirdi. Kürtler bunu da yetersiz buldular. Tek tük ufak saldırılarda bulundular. Ancak ne zaman ki Bağdat düştü Kürtler de Musul ve Kerkük’e doğru harekete geçtiler. Ancak bu kez ABD onları durdurdu. Bağdat düştükten sonra ABD askerleri hızla kuzeye Saddam’ın doğduğu kent olan Tik-

------------------------------------------------------------------------------------------ 51 ---


__ yol_____________________________________________________________ rit’e yollandılar. Orayı aldıktan sonra Kerkük ve Musul kentleri alındı. Hatta Kürtler Mu­ sul’dan anlaşma ile geri çıkartıldılar. Ancak bundan sonra savaş ana hatlarıyla bitmişti. ABD askerleri Irak içinde konumlarını sağlamlaştırıcı eylemler yaptılar. Tüm uzak köyler ve kasabaların denetimi sağlandı. Savaş kazanıldı mı? ABD şu anda savaşı'kazanmış görünüyor. Şu anlamda kazanmış görünüyor. Bir düş­ man vatanının topraklarını almak, onun üstünde askeri araçlarınla durmak anlamında sa­ vaşı ABD kazanmıştır. Bu süreç yaklaşık 3 hafta sürdü. Kolay bir “zaferdi". ABD gücünü kanıtladı. Ama karşısındaki nasil bir düşmandı? Bu düşman 12 yıldır ambargo altında bir ülkeydi. Tüm gelirlerine el konulmuş bir ülkeydi. Kuzeyden ve güneyden sürekli denetleni­ yordu. Hava kuvvetleri yoktu. Saddam’ın ABD güçlerine tepeden bomba indirecek tek bir askeri gücü yoktu. Hatta 100 mil menzil dışını vurabilen roketleri bile BM silah eksperleri tarafından imha edilmişti. Kimyasal silahları var deniyordu. Saddam olmadığını ilan ediyor­ du. Ve sonunda ortaya onlar da çıkmadı. Sanırız artık rahatça söylenebilir Saddam’ın elinde KİS yoktu. Saddam’ın elinde yani dövüşmek için Soğuk Savaş döneminde sosya­ lizmden aldığı birkaç tankının dışında bir silahı yoktu. ABD böyle bir düşmana karşı savaş kazandı. Böyle bir düşmana karşı en modern silahlarla dövüşüldü. Böyle bir orduya karşı karadan asker çıkarıldı. Bu durumdaki bir ülkeye karşı “zafer kazanıldı”. Ancak Irak’a karşı zafer kazanmanın kapitalizm için anlamı elbette bu değildir. Bu ne ifade eder ki? Amaç Irak'ın kapitalist açıdan sömürülebilmesine imkah tanıyacak bir düze­ nin kurulmasıdır. Sıcak savaşın bitmesinin üzerinden birbuçuk (güncellemek lazım)aya yakın süre geçmesine karşın ABD hala istediği gibi bir sömürü yapabilecek bir düzeni ku­ ramamıştır. Kapitalizm açısından sömürmek önemli olduğuna göre bu henüz kurulamadıysa ABD’nin savaşı kazanıp kazanmadığı tartışmasına olumsuz yanıt vermek gerekir. Hayır savaş henüz kazanılmamıştır. Modern anlamda, Kapitalizmin sömürgecilik anlayışı anlamında ABD Irak’ta henüz savaş galibi değildir. Bunu böyle değerlendirmek zorunda­ yız. Savaş henüz bitmemiştir.

III. SÖMÜRGELEŞTİRME ABD savaşa daha başlamadan önce Saddam sonrası Irakla ilgili tasarıları vardı. Ülke­ yi götürebildiği kadar bir askeri yönetimle idare etmeye çalışacaktı. Başkanlığına şimdiki savaş komutanı General Frank getirilecektir. Sivil yönetim Frank’ın altında gene bir gene­ ral Jay Garner’a verilecektir. Asıl görevi insancıl yardımlar ve Irak’ın yeniden inşasıdır. ABD ve savaşa katılan Japonya ve Avustralya gibi ülke uzmanlarından oluşacak bir da­ nışma kurulu olacaktır. İraklılar arasından “yetiştirilecek” geçici hükümete bu kurul “danış­ manlık" yapacaktır. Ülke Güney, Kuzey ve Bağdat bölgesi olarak üç parçaya bölünecek­ tir. Bunların yönetiminin kimlere verileceği de bellidir. Ekonomi genel olarak IMF ve Dünya Bankası önerileri doğrultusunda yürütülecektir. Petrolün denetimi özel bir komiteye verilecektir. Irak’ın borçlarının ödenmesi işi ülke kalkınıncaya kadar ertelenmelidir. Gerekirse bu borçlar bağışlanmazdır. IMF bunları en iyi şe­ kilde ayarlayacaktır. Irak OPEC içinde kalacaktır. Ama petrol kotasına uymayacaktır. Sa­ tabildiği kadar petrol satacaktır. Hükümet sürgündeki Saddam muhalifleri arasından seçilecekti. Akla ilk Saddam önce­ si monarşiyi destekleyen ailesi ile 12 yaşında yurtdışına kaçan, sonra banka yolsuzlukları

__ 5 2 ________ ___________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı___ nedeniyle Ürdün’den kovulan Ahmet Çelebi gelmektedir. Ya da ABD’nin Afganistan’da ge­ çici hükümeti kurma çalışmalarında bulunan, Kürt Federasyonu’nu toplayan Halilzade bu­ lunmaktadır. İktidar olmak kolay iş değildir. Hemen hukuku kurulmalıdır. En başta Saddam’ın iddia edilen haksızlıkları, katliamlarının hesabı sorulmalıdır. Saddarn savaş suçu işlemiştir. Onun için savaşın başlamasının hemen arkasından sürgündeki İraklı 30’a yakın olduğu söylenen hukukçu VVashington’da bir araya toplanmış ve kurs verilmeye başlanmıştır. Savaş sonrası en önemli konu asayişin sağlanması. Büyük bir olasılıkla Macaristan’da eğitilen Irak sürgünleri asker ve kolluk kuvveti olarak görevlendirilecekler ve kendi halkla­ rına, karşı karşıya getirileceklerdir. Oiası bir gerilla savaşında Amerikan askerleri yerine tehlikeye sokulacak olan bunlar olacaktır, ABD’nin Saddarn sonrası Irak’ta kurmayı düşündüğü ana yönetim kabaca böyledir. Ancak gerçeklik nedir? Genel olarak Irak gerçekliği bu planın gerçekleşmesine ne kadar izin vermektedir ya da verecektir? Ya da diğer merkez ülkelerin bu planla ilgili düşünceleri nelerdir? Şimdi oniarı incelemeye çalışalım. Tek başına sömürmek Soğuk Savaş sonrasından beri ABD her keresinde bölgeye askeri olarak girer. Bom­ balar yağdırır. Ama sonra AB devreye girer ve sivil hükümeti kurar. Sanki işgal edilecek ül­ kelerle ilgili iki merkezin arasında bir iş bölümü vardır. ABD’nin askeri harcaması fazla ise AB’nin de insancıl yardımları yüksektir. Ancak bilindiği gibi AB’nin hareket kabiliyeti kendi kıtası ile sınırlıdır. Ancak son NATO toplantısında kurumun gerekirse eski görev alaniarının dışına çıkabileceği kararı alındı. O nedenle artık NATO’nun dünyanın herhangi bir bölgesine gitmesinin önünde hukuki bir engel yoktur. Ancak ABD Afganistan’a NATO’yu davet etmedi. Bu ülkeyi kendisine istedi sanki Böylelikle de bu kurumla ilgili düşün­ celeri ortaya çıktı. AB çok kızdı. ABD savaş sonrası AB’nin düzeni kuracağını söyledi. Kendisinin askeri şapka çıkarıp sivil şapka giymeyeceğini açıkladı. Ve daha sonra sömür­ geleştirme döneminde Fransa ve Almanya ABD’nin zaten köşe başlarını tuttuğundan ya­ kındılar. Şimdi Irak olayına baktığımızda şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu kez ABD da­ ha baştan Irak'ta Saddarn sonrası yönetimle ilgili bir planı vardır. Yani ABD diğer ülkeler­ den farklı bir sömürü biçimine hazırlanmıştır burada. Şimdi şu soruyu sorabiliriz. Irak sa­ vaşına karşı olan ülkeler bu gerçekliği bildikleri için mi yani kendilerine nasıl olsa ikincillik tanınacağını bildikleri için mi muhalefet olmuşlardır? Bunu bilmek elbette tarihin işidir. Ama böyle bir olasılık vardır. Biliyoruz şimdi Irak’ın yeniden inşası ve insancıl yardımın dağıtılması gündemde. ABD bunun kendisi, İngiltere ve savaşa katılan birkaç ülke tarafından gerçekleştirileceğini sa­ vunuyor. Savaşa destek vermeyenlerin Irak’ta işi yoktur diyor. Ancak Blair işi biraz daha yumuşatıp BM’lere “hayati” görev verileceğini söylüyor. Henüz bu BM’lere verilecek “haya­ ti” görevin ne olacağı belli değildir. ABD pazarı sadece kendi ülkesinin şirketlerine vermekte ta baştan beri kesin tavırlıdır. Saddam’ın önceki savaştan kalkarak petrol kuyularını ateşe vereceği öngörüldüğü için da­ ha savaş başlamadan yakılacak petrol kuyularının söndürülme işi belirli şirketlere ihale edildi. Ve işin daha ilginci ülke daha bombalanmaya başlanmadan, Irak’ta bombalananla­ rın yerine yapılacak yollar, köprüler, devlet daireleri ve okulların ihalelerine hazırlanması için bazı Amerikan şirketleri davet edildi. Bu zaten tüm Çok Uluslu Şirketleri (ÇÜŞ) alarma geçirdi. Ve ancak ondan sonra ihale işi bir yana bırakıldı. Ancak bu olay gündemde uzun

53 ---


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------süre tartışıldı. Ve Irak’ın yeniden yapılanmasının ABD ve savaşta ittifak yapan ülke şirket­ lerine verileceği açıklandı. Sonra olay büyük gürültü koparınca da taşeron olarak katılabi­ lecekleri belirlendi. Ama elbette ABD dışındaki ÇUŞ’lerin hiçbiri bu olaydan memnun de­ ğildirler. Irak zengin bir ülkedir. Her ne kadar borcu olsa da, her ne kadar petrol çıkarımı ilkel koşullarda yapılıyor olsa da Irak zengin bir ülkedir. ABD’nin derdi Irak’ı tek başına sömür­ mektir. Ya da onu mümkün olduğunca kendi pazarı olarak tutmaktır. Başkalarını almaya­ caktır. AB ve Rusya gibi ülkelerde ABD’nin bu tavrına karşı Irak’ın yeniden yapılanması ve in­ sancıl yardımlar konusunun bizzat BM’ler eliyle yapılmasını diretmektedirler. Yani Irak BM adı altında diğer ülkelerin sömürüsüne açılmalıdır. Diğer merkezlerin tavrı budur. Ve önü­ müzdeki günlerde bu konular pazarlık masasına gelecektir. Petrol Gelirlerinin Denetimi Irak’ın sömürüsünün üstünde durduğu temel konu petrol üzerindeki denetim konusu­ dur. Şu andaki yasal durumuna bakmak gerekir. Bilindiği gibi BM kararı ile Irak petrolünün satımı kısıtlıdır. Üstünde bir ambargo vardır. Irak yılda 10 milyar dolarlık petrol satar. Bu­ nun 6 milyar doları ile halka yiyecek alınır. Gerisi ile de ülkenin acil ihtiyaçları karşılanır. Bu gelirler de BM’lerin denetimindedir. Bu olay BM’ler yasası ile belirlenmiştir. Şimdi BM’lerin bu ambargoyu kaldırması gerekmektedir ki Irak petrolleri satılabilsin. Yani ABD çıkarları tekrar BM’ler yasallığı ile karşı karşıyadır. Bu durumda petrolün satıla­ bilmesi için Fransa ve Rusya ile masa başına gelinecektir.(güncellemek gerekiyor ambar­ go kalktı.) AB Irak’ın sırf ABD pazarı olmasını engelleyecek, kendisi de kapıdan olmasa bile bacadan girmeye çalışacaktır. Bunun yolu da BM'lerdeki bu yasanın çıkmasını engel­ lemekten geçmektedir. • Saddam çıkarlarını korusunlar diye Fransa ve Rusya’yı gıda ve petrol gelirlerinden on­ lara pay vererek kendine bağlamıştır. Bu gelirlerin büyük bir kısmı bu iki ülkeye gitmekte­ dirler. Onun için ambargonun kalkması iki ülkenin de zararınadır. Rusya açıktan BM’ler eksperleri gidip ülkede KİS araştırmalarını sürdürsünler demek­ tedir. Elbette ABD buna izin vermeyecektir. Çünkü KİS’lerin bulunmaması durumunda kendisinin Irak’a girişi tamamen bir ülkeyi haksız işgal etmek anlamına gelecektir ki Sad­ dam nasıl Kuveyt’i işgalle suçlanıyorsa şimdi ABD de Irak'ı işgalle suçlanacaktır. ABD za­ ten büyük çabalarına rağmen KİS’leri bir türlü bulamadı. Ve Rusya çok kızdığında “hani KİS’ler?” diye sormaktadır. O nedenle de görüyoruz Çeçenistan’da olaylar tekrar tırmanı­ şa geçti. Çeçenler yine bağımsızlık şiyârlarını arttırdılar. Rusya ABD’yi sıkıştırdıkça arka­ dan Çeçenler bağıracaktır. Fransa da aynı mantığı ileri sürebilir. Ama o şimdi sessiz kalıp kendisine verilecek ödünleri beklemektedir. Ama Afrika’da Kongo’da yeni bir katliam haberleri geliyor. Bir şey­ ler gıdıklanıyor. Bu önümüzdeki günlerin konusudur. Borçlar Sorunu CSİS raporuna göre Irak’ın toplam borcu 383 milyar dolardır. (CSİS raporu. A VVİser Peace: An Action Strategy for a Post-conflict lraq , 23 Ocak 2003) İstenen alacak 320 mil­ yar dolardır. 148 milyar doları antlaşmalara bağlanmıştır. Daha ödenmesi gereken 27 mil­ yar dolar vardır. Geriye kalan 172 milyar dolarda daha tartışmalıdır. Borçların çeşitli ne­ denleri vardır. Kimisi dış borç olarak alınmıştır. Kimisi yapılmış kontratların bozulmasından

__ 54 _______________ ;____________________________________________


ırak savaşı__ doğmaktadır. % 52’si ise 1. Körfez savaşı tazminatıdır. Irak’ın çeşitli kurumlardan, ülkelerden aldığı borç miktarı 62 milyar ile 130 milyar ara­ sında değişmektedir. Borçlar 1. Körfez Savaşından beri ödenmemektedir. Onun için faiz­ leri ne olacaktır belli değildir. O nedenle iki rakam arasında böyle bir fark vardır. Alacaklı ülkeler arasında Mısır, Macaristan, Rusya, Bulgaristan, Türkiye, Polonya, Suudi Arabistan, Kuveyt, Fransa bulunmaktadır. En çok alacaklı olan ülke Rusya'dır. Ama bazı borçlar da tartışmalıdır. Örneğin 30 milyar dolar Körfez ülkelerinden yardım adı altında alınmıştır. ABD şimdi bunların hibe olduğunu söylemekte ve ödememe eğilimi göstermektedir. Ama Suudi Arabistan ve Mısır bunun kredi olduğunda ısrar etmektedirler, öte yandan yine Su­ udi Arabistan ve Kuveyt 1. Körfez savaşında Saddam’ın petrolleri yakarak ya da denize boşaltarak yol açtığı çevre kirliliğinden doğan 30 milyara varan alacaklarını istiyorlar. Bu­ nun için Kuveyt’le birlikte avukat tuttular ve bu borçların kendilerine derhal ödenmesini is­ tiyorlar. Kontratların bozulmasından doğan borçların % 90'ı Rusya’nındır. 52 milyar doları bul­ maktadır. Fransa’nın 73 milyar alacağı vardır, (bütün rakamlar aynı yapıttan) ABD savaşın sonucu belli olma yoluna girince hemen borçların affedilmesini gündeme getirdi. Rusya devlet başkanı Putin pek de ne dediğini bilmeden kabul edilebileceğini söy­ lemesinin ardından fikrini değiştirdi. Borçların ödenmemesi ya da ne kadarının ödeneceği şimdi tüm ülkeler arasında bir pazarlık konusu olarak durmaktadır. En çok alacağı olan Rusya ve Fransa borç konusunu Irak pazarına girmek ve buradaki kontratlarının devamı koşuluna bağlamaktadırlar. Ya da başka pazarlıklar yapmaktadırlar. Ayrıca bu alacaklar gerçekten az bir miktar değildir. Son olarak ABD işi iyice çıkmaza sokmak için “böyle bir rejime kredi verenler zaten geri alamayacaklarını hesap etmiş olmalıdırlar.” yollu bir laf do­ laştırmaya başladı. Borçlar sorununun ortaya atıldığı ilk günlerde ABD bunun IMF ve Dünya Bankası'nca bir plana oturtulabileceğini söyledi. Fransa ve Rusya hemen reddettiler. Bu iki kurumun araya girmesini istemiyorlar. Bu kurumların Irak’a girmesi için ilk önce BM’ler yaptırımları­ nın kalkması gerekmektedir. Ne olursa olsun borçlar gerçekten Irak konusunun önünde duran önemli bir sorundur. Epey tartışmalara ve pazarlıklara neden olacaktır. Önümüzdeki günler bunları sık sık du­ yacağız.

IV. IRAK’TA SON DURUM DEĞERLENDİRMESİ Yukarıda anlatılan merkezlerarası pazarlıklar elbette ki Ortadoğu geneli ve Irak üzerin­ deki güçler dengesine oturur. Birinci olarak bu iki merkezin bölgedeki güçleri ve de karşı­ larında Irak ve Ortadoğu halklarının güçleri ortalamasında belirlenecektir. Ayrıca hiçbir güç statik olarak durmayacak ve sürekli kendi gücünü arttırma çabası içinde olacaktır. Bu da bölgede var olan sürtüşmeleri arttıracaktır. Ve merkezler aralarında anlaşmayı ne kadar uzattıllar altta halk güçleri daha çok güç arttıracaktır. Onun için pazarlıkları genel olarak bu oynak çerçeve içinde düşünmek gerekmektedir. Irak'ta genel olarak şimdiki zaman dilimin­ de güçler dengesini belirlemeye çalışalım. En başta bir konuya daha değinmek gerekmektedir. Bu savaşa daha başlamadan ABD yeni bir karar almıştı. Savaşta askerlerin yanına basın muhabirlerini de alacaktı. Ve basın kuruluşlarına bu niyet bildirildi ve aylar önce muhabirler eğitildi. Savaşta nerede siper olu­ nacak, nasıl fotoğraflanacak, nasıl haber yazılacak anlatıldı. Bunun sonradan ortaya çıkan

55 ---


__ yol____ _________________________________________________________ bir nedeni vardı. ABD yanlış istihbarat almıştı. Yukarıda da anlattığımız gibi Irak halkının kendisini bir kurtarıcı olarak göreceği ve güllerle karşılayacağı söylenmişti. ABD de itibarı­ nın bu kadar kötü olduğu bir dönemde böyle bir övgüye çok ihtiyaç duyuyordu. Ayrıca Saddam güçleri zayıftı. Oysa bilinçlice halklara çok güçlü tanıtılmıştır. Kara as­ kerleri savaşa sokulacaktı. Canavarlaştırılan özünde zayıf bir düşmana karşı, Vietnam ye­ nilgisi psikolojisini hala taşısan bir ordunun baştan bilinen zaferinin fotoğrafları büyük bir moral güç olacaktır. Askerlerin “kahraman olma” şevki kamçılanacaktır. Kim vurduya gidil­ meyecektir. Canlı gazeteciler tarafından ölümsüzleşilecektir. Bu gelecek savaşlar için müt­ hiş bir reklam olacaktır. Yeni kahraman olmak isteyenler yaratılacaktır. Sanki savaş bitmiş gibi basın mensuplarının çoğu çekip gittiler. Oysa asıl ayakta dur­ ma kısmı şimdi başlıyor. Ama ABD bunların görüntülenmesini istemiyor. Basın uzaklaştı­ rıldı. Artık haber yollamaları istenmiyor. ABD belirli ölçülerle aslında irak’a sansür koydu. Bu nedenle Bağdat ve Irak’ta neler olduğu ile ilgili çok az haber geliyor. Eski haber bollu­ ğu tersine çevrildi. Bölgedeki basın mensupları da ABD güdümünde. Olayları taraflı yan­ sıtıyorlar. Hatta yanlış haber verişleri skandal olup ünlü bir ABD gazetesinin özür dileme­ si olayı yaşandı. Sıcak savaşın bitiminden yaklaşık bir ayı geçkin süre geçti ama yönetim konusunda hemen hemen hiçbir gelişme sağlanamadı. Ne yerel, ne merkezi yönetim kurulmuş değil­ dir. O dakiklikleri ve isabetli bombaları ile ünlü modern teknikli Amerikalılar henüz kentle­ ri normal yaşamına oturtamadılar. Kısa sürede de oturtabilecek gibi görünmüyorlar. Elektrik daha kentin %40’ına verilebiliyor. Petrolle çalışan bu tesisler kah yakıtsızlıktan kah savaş sırasında bombalandıklarından, kah da çıkan yangınlardan tahrip olmuş du­ rumda, onarım bekliyor. Aynı şey su ve kanalizasyon için de geçerli. Normaide Irak kent­ lerinde iyi bir su sistemi varmış ancak şimdi Bağdat’ın %60’ına su verilebiliyor. Durum İngilizler'in denetiminde olan Basra’da tam bir felaket durumda. Kentin su sorunu bir türlü halledilemiyor. Halk pis ve mikroplu sular nedeniyle kolera hastalığı tehdidi altında. 4 Ki­ şi ölüm döşeğinde, onlarca kişinin ise hastalığa yakalandığı söyleniyor. Yani böyle gider­ se halk bir kolera epidemisi ile yüz yüze kalabilir. Bağdat sokakları henüz temizlenmemiş durumda. Bazı yerlerde hala cesetler duruyor. Ve ortalığı pis kokular kaplamış. Aynı zamanda da sağlık açısından büyük tehlike. Bazı yerlerde halk kendi çabalarıyla sokakları temizleyip çöpleri bir yere yığmışlar, görevlilerin gelip toplamasını boşuna bekliyorlar. Kentler petrol ve yakacak yakıt sıkıntısı çekmektedirler. Bunun çeşitli nedenleri olduğu söylenmektedir. Petrol çıkarımı eski düzeyine çıkarılamamış. Çalışacak işçi bulunamıyor. Basra rafinerisi çalışmamaktadır. Nedeni yazılmıyor. Gizleniyor. Ancak yine büyük bir ola­ sılıkla ya işçi yoktur çalışacak ya da artık duymaya alıştığımız şekliyle makinelerin önem­ li parçaları “yağmalanmıştır”. Asıl asayiş bir sorun. Her gece olaylar oluyor. Daha gün doğmadan silahlar patlamaya başlıyor. “Soyguncuların" ellerinde el bombalan ile dolaştıkları söyleniyor. Bilindiği gibi sa­ vaşın daha içindeyken Bağdat’ta bir soygun ve talan başlamıştı. Çeşitli ilerici kaynaklara göre ellerinde haritaları, müze anahtarları ve kaldıraçlı kamyonları ile gelenler daha önce planlanmış bir senaryoyu oynuyorlardı. Ve de bir ulusun kimliğini yok etmek isteyen ABD suçlanıyordu. Ama bu soygunlar nedeniyle ABD askerleri halkı silahsızlandıramadı. Çoğu kişi can ve mallarını korumak için silahlara ihtiyacı olduğunu söylemişlerdi. Ve de haklıy­ dılar. Onun için Irak halkının elinde silah vardır. Ve de asayiş kurulmadan bu silahları al­ mak da olanaksızdır. Bağdat'da bir düzen sağlamak için sonunda Saddam döneminin polisleri göreve çağı__ 5 6 ___________________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı___ rıldılar. Üniformalarında gömlek değişikliği yapılarak göreve başlamaları söylendi. Başla­ dılar dendi. Bir kısmı göreve başladı dendi. Sonra gelen haberlerde komiserlerinin alınma­ sını protesto edenlerin işi terk ettiği haberleri geldi. Demek ki tepedeki kişiler alınıyordu. Başta dendi ki ABD aklı selim olan Baas partililerle çalışabilir. Sonra geri alındı. Ne olmaktadır? Olayları daha derinlemesine incelemek, anlamaya çalışmak gerek­ mektedir. En başta bir iktidarsızlık söz konusudur. Bağdat valisi kimdir? Örneğin bu konuda yı­ ğınla olay yaşanmıştır. Bir anda iki tane vali çıktı ortaya. Birisi kendi kendini vali ilan etmiş­ ti. Ve gidip valilik hesaplarına el koymaya kalkmıştı, ABD askerleri görevden alıp hapse tıktılar. Sonra serbest bıraktılar. Sonra ABD destekli birinin vali olduğu söylendi. Saddam’a muhalif olarak Kürt bölgesinde yıllarca sürgünde yaşamış. Ama bunu da halk istemedi. Za­ ten genelde böyle oluyor. ABD birilerini oturtuyor ama bu kişiler halk tarafından kabul edil­ miyorlar. ABD halkın istediği valiyi tutukluyor. Protestolar oluyor. Sonra bir haber gelmiyor. Sonra bir satır arasında “Bağdat valisi olarak tanınan General Cari Strock’un” dedikleri ak­ tarılıyor. Ne zaman vali oldu? Öbürleri ne oldu belli değil. Anlaşıldığı kadar bölge güçleri her biri kendi valilerini yetkililerini seçmekte ve bunlar arasında bir ayakta durma, birbirine karşı iktidar olma savaşı sürmektedir. Satır aralarından anlaşıldığı kadarıyla Bağdat genelinde olduğu söylenen “soygun” ve “yağmalamaların” aslında Saddam adamlarının ve taraftarlarının ABD’ye karşı yürüttüğü iktidar savaşıdır. ABD’yi protestodur. Ortalık bilinçli bir şekilde idare edilemez hale getiril­ mektedir. Yabancılar ve ABD ile işbirliği yapanlara, çalışanlara, ABD’nin düzen kurmasını sağlayanlara karşı başlatılan bir direniş vardır. Ortalıkta yangınlar çıkarılmaktadır. Örneğin son olarak Amerika’nın başından beri koruduğu Enformasyon Bakanlığı ateşe verilmiştir. ABD’nin iktidar olmasına karşı bilinçli bir karşı duruş vardır. ABD bu nedenle şimdi Ameri­ ka’dan 4000 civarında asker diyor ama kolluk kuvveti yapabilecek personel getirecektir. Bir ay içinde bunları yerleştirecektir. ABD işlerin iyi gitmediğini gördü. “Bağdat'daki gelişmeler ABD ve muhalefet grupları arasındaki uzlaşmazlıktan yavaşladı.... Bremer’in altında çalışan memurlar Jay Garner yö­ netiminde Irak’ın politik geleceği planlarından hoşnut değillerdi. Bremer gelmeden önce oluşan iktidar boşluğunda bu gruplar (ABD muhalifleri bn.) inisiyatifi ellerine geçirdiler. Se­ çimlerden önce geçici hükümetin nasıl kurulacağıyla ilgili detayları belirlemek için bir kon­ ferans toplamaya kalktılar.” (Financial Times, 16 Mayıs 2003) Alıntıdan da anlaşılacağı gibi ABD Garner elinde iktidar olamamış ve ipleri elinden ka­ çırmıştır. Valilerin indirilmesi bindirilmesi, kolluk kuvvetlerine çeşitli komiserler atanması demek ki iktidar boşluğunu dolduramadı. Muhalefet grupları kendi aralarında bir konferans toplamaya kalkınca da ABD bölgeye yeni bir yönetici Paul Bremer’i atar. Bremer kendisin­ den öncekinden daha büyük yetkilerle gelmektedir. Bremer terörizm uzmanıdır, ilk işi hü­ kümet kurma çalışmalarının daha uzayacağını açıklamak oldu ve toplanacağı söylenen konferansı şimdilik erteledi. Bremer acaba Garner’ın başaramadığını başarabilecek midir? Bunun için muhalefet gruplarına biraz daha yakından bakmak gerekecektir. İktidar Sorunu Irak savaşı öncesi CSIS’e hazırlattırılan rapor yeni devlet kurmada mümkün olduğu ka­ dar yerli halktan kişi kullanılmasını öngörür. Evet zaten Bush'undan Blair’ine herkes böy­ le diyor. “Irak’ı İraklılar yönetecektir.”

------------------------------------------------------------------------------------------ 57 —


— yol------------------------------------------------------------------------------------------Irak halkından kimsenin ABD’ye güveni yoktur. O nedenle de halk kendi iktidarını iste­ mektedir. Ama İraklılar arasından ABD kendine uygun, kendi sözünü dinleyecek, güdü­ münde hareket edecek bir aday bulamamaktadır. Bulduğu adayların çoğu Saddam rejimi sırasında sürgüne gitmiş kişilerdir. Ve halk bunları istememektedir. Saddam’a muhalefet etmelerine rağmen istememektedirler. O Saddam’dan nefret ettiği söylenen halk, Saddam muhaliflerini istememektedir. ABD'nin getirdiği kimseyi dinlememektedir. Onları ABD kuk­ lası olarak görmektedirler. Henüz bir valilikte bile anlaşılamamaktadır. Ne ABD istenmek­ te ne de onun adayları. ABD ise halkın içinden kendi düşüncesine yatkın olabilecek adam bulamıyor. Deniliyor ki Saddam o kadar baskı yapmış ki eli iş tutan herkes onun altında çalışmış. Tüm işten an­ layan, iş yapabilecek kişiler Baas Parti’sinden. Başta ABD Baas’ın tam tepesinde olmayıp sıradan üye olanlarla çalışılabileceğini açıkladı. Ama anlaşılan odur ki Baas’ın tepesindekilerin ABD güdümünde çalışmakta çekinceleri vardır. Baas'ın 2 milyon üyesi olduğu bu­ nun tepesindeki 20 ile 30 bin dışındakilerle çalışılabileceği açıklandı. Ancak iktidar boşlu­ ğunun olması memurların bu durumda çalışmak istemediklerini göstermektedir. Şii muhalefeti ABD’yi Baas'la çalışmaya ikna edebilecek asıl başka bir neden vardır. O da Şii’lerdir. Şiiler Irak halkının %60’ını oluştururlar ve kendi içlerinde çok iyi örgütlüdürler. İran gibi bir dış destekleri de vardır. İşin asıl önemli kısmı iktidara taliptirler. Irak İslam Devrimi Yüce Konseyi (IİDYK) adı verilen bu grup adından anlaşılacağı gibi Irak’ta İran türü bir İslam devleti kurmayı amaçlamaktadırlar. Bu nedenle Saddam’la sü­ rekli olarak mücadele etmişlerdir. Saddam bizzat ABD'den destek alarak IİDYK üyelerine saldırmıştır. Kimisi katledilmiş kimisi İran’a sığınmıştır. Sonra 1. Körfez Savaşı sırasında da ABD bunlara yeşil ışık yakmış el altından aynı Kürtlere yaptığı gibi ayaklanma sinyal­ leri vermiş sonra da onları Saddam zulmü ile karşı karşıya bırakmıştır. Yani bugün Şii’le­ rin Saddam tarafından katledildiği söyleniyor. Ancak eğer ABD olmasa herhalde Saddam bunları bu kadar yüreklice katledemezdi. Bu nedenle de ABD son savaşta Şii kentlerinin kapılarına dayandığında güllerle karşılanmadı ve kent içine alınmadı ABD’den dost olma­ yacağını bildikleri gibi onun dostluğunu da zaten istemeyecek kadar deneylidirler. Neyse bu ayrı bir konudur ama Şii'ler ABD’den hiç hoşlanmazlar. En başta kendi kötü anıları vardır. İkincisi İran’la bağlantılı ve islami görüş olarak zaten ABD emperyalizmine karşıdırlar. İran’a sığınanlarının 200 bin kadar olduğu söylenmektedir. İran desteğiyle or­ du kurmuşlardır. Savaş başlamadan önce Irak topraklarını 50 km kadar girdiler. Savaştan sonra ordu ağır silahlarını İran’da bırakarak Irak’a geri döndü. Mayıs ortalarında da lider­ leri Bakir Hakimi büyük bir karşılama töreni ile Necef kentine geldi. Burada Şii’lerin kurdu­ ğu Havza meclisine katıldı. Bakir Hakimi Şii’lerin bir numaralı adamıdır. Ayetullahtır. Havza meclisi savaş sonrası çeşitli fetvalar vererek halkı yönetmeye çalıştı. En başta Necef kentinin ABD’ye tesliminde olay çıkmamasını istedi. Arkasından yağmalama yapıl­ mamasını fetva etti. Sonra Bağdat’ta yağmalanan malların geri getirilmesini istedi. Gani­ metler camilere geri getirildi. Ayetullahlar bunları sahiplerine dağıttılar. Savaş sırasında hastaneler yağmalanmaya başlandı. Doktorlar kaçtılar. Yine Havza fetva verdi ve yerleri­ ne İslam doktorları geldi. Şii koruyucular hastane güvenliğini üstlendiler. Olmadığı söyle­ nen ilaçları bulundu, hastaneler tekrar işler duruma geldiler. Ayrıca Ayetullahlar halka pa­ ra dağıtmaya başladılar. Kendi korunmalarını sağlıyorlar, işçilere fetva verip iş yerlerine çalışmaya yolladılar ya da fetva ile işe gitmelerini engellediler. Böylece örneğin Necef ken­ tinin elektrik sorununu çözdüler. Bir de milyonlarda insanın katıldığı gösteriler düzenledi­

__ 58 ____________________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı__ ler. Şii’ler kilometrelerce yaya olarak Necefe ayine geldiler. Bütün bunlar büyük gövde gösterileriydi. Bağdat’ta her Cuma günü namaza on binlerce insan topluyorlar. Ve bu kent­ te de Havza bürosunu açtılar. ABD’yi protestolar artık Cuma günleri olmaktan neredeyse her olay sonrasına sıçradı. Basında görüntülerini görüyoruz. Şiiler din yasalarıyla bulundukları bölgelerde iktidar oldular. Ve zaten ABD çıksın biz kendimizi idare ederiz dediler. ABD kara mizah olarak gülünülecek komik duruma düştü. Kendi eliyle bir İslam devleti mi kuracaktı? imkansız. İran’da islami yönetimi yıkmaya ni­ yetli ABD’den nasıl olur da Irak’ta İslam devrimi yapması istenebilir ki? Aslında ABD ken­ disine petrol hakkını versin, şeytanla bile işbirliği yapabilir. Ama ABD'ye kimse böyle bir “iyilik” yapmayacaktır herhalde. Şii’ler orada iktidara aday ve şu anda var olan sorunların büyük bir kısmını çözmeye yetenekli bir güçtürler ama buna ABD’nin izin vermesi düşünülemez. Bugüne kadar var olan karışıklıkların, iktidar boşluğunun altında bunlar vardır. ABD hem kendisi iktidar olama­ makta hem de Şii’lerin iktidar olmasını engellemeye çalışmaktadır. Bunu nasıl beceriyor? En başta Şii muhalefetini çeşitli şekillerde eritmeye yada etkinliklerini azaltmaya çalışı­ yor. Gücünün yettiği yerde Şii'leri iktidardan alıyor. Örneğin Iran sınırında Saddam kenti­ nin eski Adı Sadr’dır. Şii'lerin kapatılmış önemli bir camileri vardır. Bunu Nisan sonunda bir Cuma günü açtılar. Ve buraya yine milyona yakın insan geldi. Sonra kente bir Şii vali ata­ dılar. Ama ABD bu valiyi ertesi günü iktidardan aldı. Şiiler’le ilişkiler her geçen gün geriliyor. ABD “geçici iktidarı" kurabilmek için muhalefet gruplarını toplantılara çağırıyor. İlki bilindiği gibi Ur kenti yakınlarında yapıldı. Ancak Irak İslam Devrimi Yüce Konseyi (IİDYK) toplantıya katılmadığı gibi “ABD böyle bir toplantı dü­ zenleyemez. Bunu ancak Irak muhalefet grupları düzenleyebilir. ABD bu topraklarda ol­ dukça işgal var demektir. Özgürlük yoktur.” diye açıklama yaptılar. (Financial Times 15 Ni­ san 03) Hükümet kurma toplantılarının İkincisi yapıldı, yakında da üçüncüsü yapılacak. Her se­ ferinde Havza Şiileri’nin katıldığı söyleniyor. Ama sonra katılmadı, yok katılacak deniyor. Aslında ABD’nin birinci taktiği Şii muhalefeti diğer gruplarla biraraya getirip onların içinde eritmek ya da işlersiz hale getirmektir. Hükümet kurmak için toplanan muhalefetlerin 5 grup olduğu söylenir. Barzani ve Talabani Kürt güçleri vardır. • Üçüncü olarak tamamen ABD'nin yarattığı Ulusal Uzlaşma var­ dır. Bunlar Necef kenti alınırken birden ortaya çıktılar. Yıllardır biz yasadışıydık dediler. Kimseden destek almadıklarını kendi yağlarıyla kavrulduklarını söylediler. Ve de ABD as­ keri araçlarıyla ortalıkta dolaştılar. Kendilerine Ulusal Uzlaşma diyorlar. Böyle ABD yaratı­ ğı olduğunu gizleyen bir avuç muhalefet grubu. Sonra bir de Ahmet Çelebi’nin başını çek­ tiği Irak Ulusal Kongre’si var. Bunlara ABD’nin Macaristan’da yetiştirdiği kolluk kuvvetleri katılıyorlar. Bu gruba Çelebi nedeniyle monarşist deniliyor. Yani Saddam’ın yıktığı kralcı­ lar. Bu son iki grup gerçekten ABD yaratığıdırlar ve sanki Şiiler’le aynı güce sahip gibi mu­ halefet olarak ABD’nin gölgesinde durmaktadırlar. Son olarak muhalefete iki grup daha eklendiği söylendi. Biri Basra’da örgütlü olan Da­ va adında başka bir Şii grup. Bakir Hakim'in akrabaları oluyorlar. İkincisi de 2. Dünya Sa­ vaşı sonrası bir muhalefet parti liderinin oğlu Nasır Çardakçı grubuymuş. Yani artık mu­ halefet bulmak için ABD yırtınmaktadır. Yani yukarıda söylediğimiz gibi iktidarı mümkün ol­ duğunca bölmeye çalışmaktadır. İkincisi ise Şiileri parçalamaktır.

59 ---


i

__ yol_____________________________________________________________ Iran Şii’leri ile aralarında farklılıklar yaratılmaya çalışılıyor. Örneğin Iran Şii’leri iktidar is­ teseler de Irak Şiileri iktidar peşinde değillerdir deniyor. Ya da ülkedeki çeşitli Şii grupların arasında farklılıklar olduğu ve birbirleriyle anlaşamadıkları, dini yorumlayış bi­ çimlerinde farklılıklar olduğu söylenmektedir. O nedenle şimdi bir de Dava Şii’leri ortaya çı­ karılmıştır. Ayrıca Necef kentindeki eski Ayatullah Sistani’nin IİDYK başkanı Bakır Hakim ile anlaşamadığı söylenir. Bunların sonucu ne olacaktır? Şiiler birbirine düşürülebilecek midir? Ya da bu güç ikti­ dar içinde diğer muhalefet grupları içinde eritilebilecek midir? Önümüzdeki günlerin soru­ nudur. Ancak ABD'nin Şii’lere iktidar vermesi kadar Şii’lerin ABD yönetimi altında bir ikti­ dara razı olmaları düşünülemez. Bu durumda önümüzdeki süreçte aradaki sürtüşmeler yükselecektir. Zaten Irak’ta şimdi olan sürtüşmeler bunların habercisidir. Savaş sonrası çatışmalarda ABD kayıplar veriyor. Son bir hafta içinde trafik polisliği ya­ pan iki Amerikan askerine yakın menzilden kurşun sıkıldı. Biri öldü. Diğeri ağır yaralı. Kim vurdu bilinmiyor. Bunların Saddam güçlerince yapıldığını tahmin etmek sanırız yanlış ol­ mayacaktır. Şiiler henüz silahlı karşı çıkışa başlamamışlardır. Ancak yakında böyle bir şe­ ye başlayabileceklerini ve Irak’ta olayların önümüzdeki günlerde artacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Tüm dünya ilericileri ve Araplar Bağdat’ın bu kadar çabuk düşmesini bekle­ miyorlardı. Saddam güçlerinin daha çok direneceğini tahmin etmişlerdi. Sanırız şimdi o günler yaklaşmaktadır. Bağdat direnişi yeni başlayacaktır. Kürt muhalefeti Kürt muhalefeti ülkemizden çok iyi izlendiği gibi ABD yanlısı bir tavır aldı. Ama o da 1. Körfez savaşı sırasında ABD’nin kışkırtmasına uyup ayaklandığı halde terk edildiği için Bağdat düşene kadar savaşa aktif katılmadı. Son anda Musul ve Kerkük’e girdi. Ancak Türkiye’nin itirazı sonucunda o kentte işgal ettikleri yerleri ABD askerlerine geri vermek zo­ runda kaldı. Ama genel olarak ABD'ye kurtarıcı gözüyle baktılar. Ancak Musul valisi ABD yanlısı bir konuşma yapınca olaylar çıktı. ABD askerleri ateş açtı ve 15 tane Kürt öidü. O nedenle Kürt’lerin ABD arkasında durmalarının da bir sınırı vardır. Onlar hep bir şekilde ABD’nin kendilerine özgürlüklerini ve devlet kurma hakkını ta­ nıyacağını düşünürler. Bu emellerle ABD arkasında durmaktadırlar. Bunun aksine geliş­ melerde ABD karşısına geçmeleri olasıdır. Şimdi bu niyetleri kafalarının arkasında ABD’nin kuracağı “geçici hükümetin” gönüllü neferleri olarak verilecek görevi beklemektedirler. Bu emellerine ulaşmak için Irak halkı ve Şii’lerle nereye kadar birlikte davranırlar, ne kadar ABD arkasına geçerler önümüzdeki günlerin birer pazarlık konularıdır düşüncesindeyiz. ABD Mayıs başlarında BM’ler Güvenlik Konseyi’ne Irak yaptırımlarının kalkmasını ta­ lep eden bir dilekçe verdi. Bu dilekçede yönetimin ABD ve İngiltere’ye devredilmesini isti­ yorlar. Ancak özellikle Talabani bu görüşe karşı çıkmıştır. Irak’ta tüm yetkinin bu iki ülke­ ye verilmesini protesto etmiştir. Bu ne anlama gelmektedir? Gerçeklik değil midir? Yoksa el altından Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bildirmeden ABD Kürtlere başka vaatlerde mi bulunmaktadır? GK raporu bununla mı çelişmektedir? Gelecek gösterecektir. Ancak Kürt’lerin durumu, Irak’ta ABD’ye direnç ve Türkiye muhalefeti arasında bir dengede orta­ ya çıkacaktır demek yanlış olmasa gerektir. Sonuçlandırırsak; ABD Irak'a girdiğinde hemen iktidarı İraklılara devredeceklerini söy­ lediler. Afganistan’daki gibi bir “geçici hükümet” .arkasından anayasanın hazırlanması ve seçimler. Bir sene gibi bir süre düşünülüyordu. Şimdi bunun daha uzun süreceğinde he­ men herkes hemfikir. ABD kendi adamlarını yetiştirecektir. ABD savunma bakanı Rums-

__ 60 __________ :___________________ ______________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı___ feld şöyle diyor. “Bu ülkenin temsili ya da demokratik sistem tarihi yok. Epey zaman ve sa­ bır gerekli.” (Financial Times 15 Mayıs 03) ABD bölgede uzun süre kalıcıdır. BM’ye verdikleri ambargonun kaldırılması tasarısın­ da “işgalci güçler” olarak Irak halkının güvenliğini üstleniyorlar ve “bu yetkinin 12 aylık sü­ reler halinde ve bu süre bittikten sonra tersine bir karar yoksa otomatikman bir 12 ay da­ ha uzatılmasını” istiyorlar. (CNN. internet 9 Mayıs 03) Yani ABD BM’lerden burada çoook uzun süre kalıcı bir yetki istiyor. Ancak diyelim bunu aldı. Muhalefetin arttığı her gün bir­ kaç ABD askerinin öldürüldüğü bir durumda da Irak’ın ateşten bir gömlek haline gelmesi sanırız işten bile değildir. Belki böyle bir durumda BM'leri yardıma çağırabilir. Ancak şura­ sını unutmamak gerekir ki ABD Irak savaşına başlamadan önce bu savaşın zorlu olacağı­ nı biliyordu. Hatta eski CIA şefi James VVoolsey Ortadoğu’da ABD’nin 4. Dünya savaşına girdiğini söyledi. (CNN-internet 3. Nisan 03) ( Soğuk Savaşı 3. Dünya Savaşı olarak ka­ bul ediyor. Bn.) Bölgedeki gelişmeler Irak’ta kurulacak rejim bölge açısından önemli olduğu kadar bu rejimin kurulması böl­ gedeki durumlarla yakından ilgilidir. Yukarıdaki yazılanlar çerçevesinde ABD Irak’ta he­ men çıkarlarına uygun, islami olmayan bir devlet kurmanın pek kolay olmadığını görmek­ tedir. Bu zaman alacaktır. Ve zaman elbette ki bölgeye başka güçlerin girmesi, yerleşme­ si, muhalif halk güçlerinin örgütlülüğünü arttırması demektir. ABD Irak'ta istediği bir rejim kurabilmek için dışarıda uygun bir zemin yaratmanın derdine düşmüştür. Daha doğrusu ilk önce Irak sonra Ortadoğu’nun şekillenmesinde bir adım geri adım atmıştır. İkisini bir ara­ da yürütecektir. Irak’ta istediği doğrultuda bir rejimi iktidarda tutabilmenin yolu içerideki güçlerin dış des­ teklerini abluka altına almaktan geçer. En önemli konu Arap ve Şii halklarının destek gü­ cünü kesmektir. Bölgede kendisine en radikal muhalif güçler İslami Cihad, Hamas, Hizbullah ve Filistin Halk direniş güçleridir. Bu güçlerin destekçisi devletler de Suriye ve İran'dır. Savaşın daha bitmesinin hemen arkasından iki devlet de zaten tehdit yağmuruna tutuldu­ lar. Suriye sonunda daha yumuşak bir tutum almaya başladı. İran’a şu anda daha fazla baskı yapmak için ise ilk önce Irak içinde Şii’ler üzerindeki gücü biraz elde tutmak gerek­ mektedir sanırız. Sonuçta bölgede ABD’nin birlikte çalışması mümkün Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler kalır. Bunların asıl sorunu Filistin ve İsrail olduğuna göre ABD dışişleri bakanı Povvell, adına “Yol Planı” demlen önerilerle Ortadoğu'yu turlamaya başladı. Bu plan bilin­ diği gibi ABD, AB, Rusya ve BM temsilcileri ile yapılmıştır. Yani belli başlı güç merkezleri­ nin çıkarlarını da dikkate almaktadır. Şimdi görüldüğü kadarıyla da İsrail dışında tüm ülke­ ler planı desteklemektedirler. ABD’ye “bizden bir şey istemeden planı İsrail’e kabul ettir" denmektedir. Bunu nasıl yorumlayabiliriz? Gene başa Irak Savaşı öncesi noktaya geri dönülmemiş midir? Evet aynen öyledir. ABD barış planını savaş sonrası daha güçlü bir konumdan ka­ bul ettirebilme düşüncesirıdeydi. Ancak Irak’ta ki durum, ABD’nin yasadışı işgali, hala kit­ le imha silahlarının bulunmayışı, Irak’ta düzenin kurulmaması ABD’nin yaptırım gücünü çok daha fazla etkilememiştir. ABD aslında belki de eskisinden daha az avantajlı durum­ dadır. Onun için Arap ülkeleri ve diğer merkezler daha fazla bastıracaklardır. Bu nedenle de belki Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta üç araba ile intihar eylemleri yapılarak, 34 kişiyi öldürdü. Şimdi ABD suçluları bulmaya yardım için FBI ajanlarını yolla­ dı. Olayı yapanların uluslararası terörizmle bağlantılı olduğu büyük bir olasılıkla Usame bin

------------------------------------------------------------------------------------------ 61 ---


— yol------------------------------------------------------------------------------------------Laden bağlantılı olduğu söyleniyor. Aslında ABD müslümanlara saldırıyı yeniden arttırmak durumundadır. Bunu yaparken Suudi yardımını istemektedir. Irak'ta İslam devletinin kurul­ masına karşı müslümanlara karşı düşmanlığın kışkırtılması gerekmektedir. O nedenle Çe­ çen müslümanları da saldırıya geçtiler. Ortalık karıştırılıyor. Pakistan’da gene müslümanlar Shell istasyonlarına bombalar koyuyorlar. Malezya da, Kenya’da müslüman gerillaların eylemler yapması bekleniyor haberleri geliyor. Fas’ta bombalı eylem ve 41 ölü. “Müslümanlar saldırıda". Ne demek bunlar? Şu demek, Irak müslümanlarına, Araplarına karşı bir saldırıya ge­ çilecek. Irak’taki müslümanlar şimdi protestolarla haklı olduklarını gösteriyorlar. Halkın sempatisini topluyorlar. Ama ABD bunlara yakında saldırıya hazırlanıyor. Öyleyse ilk ön­ ce Batı halkları önünde onları yermesi gerekir. Onun için bombalar patlıyor. Batı halkları müslümanlara karşı örgütleniyor. Sonra Irak’ta müslümanlara saldırılacak. Ya da Ortado­ ğu’da İsrail’in Filistin halklarına katliamı haklı gösteriliyor. Şaron’nun “Yol Planım” kabul et­ memesine daha hoşgörü ile bakılacağı bir zemin yaratılacak. Bakai'm şimdi Suudi Krallığı ve Mısır buna ne kadar izin verecekler? ABD bu ülkelere bir hed# daha koydu. Arap burjuvalarını yanına çekebilecek yeni bir öneri daha getirdi. On yıl içinde Ortadoğu Ortak Pazarı kurmak. Bu proje ne kadar gerçekleşir başka bir sorun ama aşlı elbette ABD’nin bölge burjuvazisinden kaybettiği desteği yeniden kazanmak ve onları ABD pazarı içine almak. AB merkezini mümkün olduğu kadar dışarı çıkarmaktır. Ama ABD aynı şeyi yıllardır Amerika kıtasında yapmaya çalışıyor ve başaramıyor. Bu öne­ rinin de ölü doğduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Rusya bu arada Çeçen ve Irak’ı masaya oturtmuş ABD ile pazarlık ediyor. Pakistan ve Hindistan gene müslümanların sorun olduğu Keşmir olayında barış yapmak istediklerini söyleyerek aslında bu olayların ABD tarafından baskı olarak kullanılmasından kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Ayrıca Irak olayı tüm 3. Dünya ülkelerine derstir. Her biri böyle iş­ galler yaşayabilirler. ABD artık sürekli zor kullanacak bir ABD’dir. Herkes mümkün oldu­ ğunca böyle bir ABD’ye karşı politika yapmak yoluna girmek zorundadır. Baştan beri söylendiği gibi Irak olayı şimdilik ABD’nin çok işine yarayacak şekilde ge­ lişmemiştir. Irak sorunu çözülmekten uzaktır ve buna bağlı ülkeleri de beraberinde yeni aç­ mazlara doğru sürüklemektedir. Çünkü ABD bir şeyleri çözemedikçe altta biriken öfke ka­ barmaktadır. Ve üstteki köpüğü alıp götürmektedir.

V. YENİ DÜNYA DÜZENİNDEKİ UZANTILAR Bilindiği gibi kapitalizm savaşları sorunlarına çözüm olarak görür. Irak Savaşı’nı ABD'nin özelde neden istediğine yukarıda değindik. Genelde ise Irak savaşı kapitalizmin Pazar krizine, ekonomik krizine çare olarak düşünülmüştür. Şimdi bunlarla ilgili ABD’nin hedeflerine ulaşıp ulaşamadığıyla ilgili bazı konu başlıkları altında incelemeye çalışalım. Merkezlerin Ayrışması Kapitalist merkez ekonomileri açısından Irak Savaşına baktığımızda acaba Finans-Kapital olayı nasıl görmektedir? Çokuluslu şirket Citigroup’un Asya Yatırım başkanı kendine sorulan soru karşısında dünya ekonomisini şöyle değerlendiriyor. “Dünya tamamen değiş­ ti ve sırf Irak’ın kendisi sorun değil. Sorunlu konulardan bir tanesi ve Bağdat'ın yarattığı so­ runu çözmek olayların akışını değiştirmeyecektir. Büyük gerilimli ve yüksek düzeylerde pa­ zar kırılganlığının olduğu bir dünyada yaşamayı öğrenmekten başka çaremiz yoktur." di___

6 2 ________________________________________________________________________________________


ırak savaşı__ yor. (Financial Times 27 Mart 03) Burada yapılan tespitler çok önemlidir. Birincisi artık dünyamız iş çevreleri açısından eskisinden çok farklı bir biçime girmiştir. İkincisi kapitalist ekonomilerin içinde bulunduğu durgunluğa savaşı çözüm olarak görmemektedir. Bu durgunluk savaş öncesi başlamıştır ve savaş sonrası da devam edecektir. Sürekli gerilimlerin olduğu bir dünyada yaşayaca­ ğız bundan sonra. Bu hem sürekli savaşlar hem de sürekli ekonomik altüstlükler olarak de­ ğerlendirilebilir. Üçüncü olarak şunu söylemek mümkündür. Biliyoruz ki savaşlar kapitalizmin pazar aç­ masına yarar. Savaşlar sonucunda yıkımın yeniden inşası kapitalist ekonomileri tekrar canlandırır. Ancak Citigroup başkanı hiç de böyle bir umut taşımamaktadır. Artık krizleri çözmeye savaşlar yetmeyecektir. Oysa kapitalizm şimdiye kadar yaptığı savaşlarla krizle­ rini belirli ölçülerde atlatmaya çalışmıştı. Demek ki bunca büyüklüğüne rağmen Irak Savaşı’nın kapitalizmi krizden çıkartmaya hizmet etmesi pek olasılık olarak görülmemektedir. Savaş öncesi kapitalizm bir kriz içindeydi. Aslında bu kriz 1999 yılından beri vardır, ilk önce uluslararası terör şiarlarının başlaması ve Afganistan savaşı sonrası biraz atlatıldı. Ancak hemen arkasından kriz olduğu gibi hatta daha derinleşerek ortaya çıktı. Ama bunu kendi raporlarından aktaralım. “Uluslararası Finans Enstitüsü 60 ülkeden 300 özel finans şirketinden kuruludur. Ni­ san ayı başında genel kurul toplantısında dünya ekonomisi ile ilgili görüşlerini yayınladılar. Ve de dünya önde gelen yöneticilerine çağrılarda bulundular. Enstitüye göre günümüz ekonomik göstergeleri 73-74 yıllarında yaşanan Ortadoğu savaşından daha kötü durumda­ dır. O zaman Bretton VVoods antlaşması çökmüş ABD ekonomik açıdan doları altınla ga­ rantileme politikasını terk etmişti. Şimdi ekonomik göstergeler daha kötüdür. Bu olgunun savaşla pek bağlantısı yoktur. Elbette savaş belirli bir belirsizlik ortamı yaratarak yatırım­ ları bir ölçüde azaltmıştır ama bu eğilim savaşın yarattığı gerilimden daha önce başlamış ve hala sürmektedir. Enstitü bu verilerden kalkarak önümüzdeki günlerde yapılacak tüm ekonomik toplantılarda önde gelen politikacıları dünya ekonomisini kurtarmak için ortak davranmaya çağırdı. Olağan üstü kararların alınmasına gerek vardır denildi.” (aktaran: Fi­ nancial Times 2. Nisan 03) Önde gelen politikacılar ve toplantılar IMF ve Dünya bankası toplantıları, G7'ler finans ve devlet başkanları zirveleri, AB merkez bankaları toplantılarıdır. Bilindiği kadarıyla bu zir­ velerin, toplantıların hiçbirinde uzun süreden beri neredeyse ‘98 yılından beri ortak bir ka­ rar alınamamaktadır. Yani Clinton döneminden beri G7 zirvelerinden ortak karar çıkma­ maktadır. Kararsız dağılınmakta, bu beceriksizlik ve çaresizlik küreselleşme karşıtlarının yarattığı toz duman arkasına saklanmaktadır. Şimdi enstitünün bu dileğinin de bir yararı olacağını düşünmek saflık olacaktır düşüncesindeyiz. İki merkezin uyguladıkları ekonomik programlara bakmak bile bu gerçekliği görmeye yetecektir. ABD korkunç’bütçe açıkları ile, dünyanın en borçlu ülkesi haline gelerek, vergi indirimleri yaparak, hatta şirketlerden hiç vergi almamayı hedefleyerek ekonomik durgun­ luğu aşmaya çalışmaktadır. Öte yandan AB’ye baktığımızda tamamen tersi bir politika gö­ rürüz. O bütçe açıklarını kapatmak ve sağlam bir ekonomik denge üstüne oturmak iste­ mektedir. Ancak bu isteğinde de sağlam duramamakta müthiş baskılar yaşamaktadır. ABD tüm iş koşullarını işverenden yana zalimce değiştirirken AB daha yoğurdu üfleyerek adım atmaktadır. ABD'nin kendisini zorladığı yapısal reformlara girmemektedir. Hala iş pa­ zarını ABD gibi esnekleştirmemiştir. ABD karşısında tersten bir ekonomi politika izlemenin uzun hedefli bir çıkar olduğunu düşünmektedir. Bu ekonomi politika birbirine zıttır ve kapitalist rekabet açısından birbirine uymamakta­

63


— yol------------------------------------------------------------------------------------------dır. Başka bir dünya görüşü ortaya çıkartmaktadır. Japonya da ABD’nin istediği reformla­ rı yapmamakta, batık borçları silmemektedir. Her seferinde söz vermekte ama bunu gerçekleştirememektedir. Öte yandan Irak Savaşı'nda artık açıkça dünya halklarının gözünün önüne serildiği gi­ bi Avrupa Birliği ABD dış politikasının arkasından gidememekte ve kendi yolunu çizmeye zorlanmaktadır. Yani merkezlerin 2. Dünya Savaşından beri yürüttükleri sosyalizm karşı­ sında yek vücut olma politikası bitmiştir. Şimdi kapitalizmin karşısındaki ekonomik sorun­ ları çözmede ortak davranamamaktadırlar. Çıkarlar ayrışmaktadır. Bu ayrılıklar yeni başlamış şeyler değildir. Yıllardır devam etmektedir. Kisinger’ın araş­ tırma örgütü olan CSIS Ocak ayı içinde savaş sanayinin sorunlarıyla iigili bir rapor yayın­ ladı. Bu rapora göre ABD ve AB arasındaki ilişkiler çok kötüdür. İki tarafın savunma sana­ yilerinde ayrı hedefler izlenmektedir. Her birinin silah pazar hedefi ayrıdır. İttifak eğer bir arada tutulacaksa savaş sanayi pazar hedefleri aymlaştırılmalıdır. iki tarafın savunma sa­ nayileri eski yanlış ihracat kontrolleri ve teknolojik düzenlemelerle doludur. (CSIS Raporu Ocak 2003) Belki de bu çok şeyi açıklayıcıdır. Eğer savaş sanayi çıkarları pazara yönelik ayrı he­ defler belirliyorsa bundan sonra 3. Dünya ülkeleri üzerine yapılacak savaşlarda ortak dav­ ranmak olayı olanaksız hale gelmektedir. Ya da olayı tepesi taklak koymak da mümkün­ dür. Ekonomik bozukluklar birbirlerine karşı stratejiler belirlemelerini kaçınılmaz kılmakta­ dır. Acaba bu olguyu birbirleriyle sıcak, savaşa doğru gitmek olarak yorumlamak fazla ace­ lecilik mi olur dersiniz? Her halde değildir. Olay Irak Savaşı’nda da kendisini ilk defa bu ka­ dar çarpıcı biçimde göstermektedir. Ortadoğu’daki sonucu ne olacak göreceğiz. Dünyamız bir dünya savaşına doğru sürüklenmektedir. İhaleler olayı Irak savaşından kalkarak olayı biraz daha aydınlatmaya çalışalım. Daha Irak’a adım atılır atılmaz Bush hükümeti petrol kuyularının söndürülmesi ve çıkartma yapılan limanın onarılıp genişletmesi için iki şirketle milyonlarca dolarlık antlaşma imzaladı. Ve öğrenildi ki daha savaş açılmadan 5 önde gelen inşaat şirketinden savaş sonrası Irak kentlerinin onarımı için kendilerine teklif verilmesi istenmiş. Yollar, köprüler, okullar ve devlet dairleri yap­ mak için. Milyarlarca dolarlık projeler düşünülüyor, ilk etapta 900 milyon dolarlık bütçe ay­ rılmış. ABD içinde ve dışında bu olay büyük yankılar yarattı. Irak’ın inşasına yalnız ABD ve İngiliz şirketlerinin alınacağı diğer savaş koalisyonuna katılanların da yan kontratlar aiabilecekleri ABD yetkililerince doğrulandı. Ve son günlerde ABD Senatosu'ndan geçen kararla da yasalaştı. İngiliz şirketleri gene yakınmaya başladılar, inşada büyük lokmayı ABD şirketleri yutuyor dediler. Ve de Saddam sonrası kurulacak hükümetin ihaleleri ABD şirketlerine vermeye zorlanacağı hatta koşul yapılacağı söylentileri çıktı, ingilizler hangi şirketlerin iş alabileceğine dair listeler oluşturdu. Sonra uzun listeler kısa listeler diye iki ye ayrıldı vs. vs. Kanada şirketli bu işe bozuldu. İngilizler savaşı kastederek “biz canımızı ris­ ke soktuk, bunun bedelini elbette alacağız” dediler. Fransızlar ihalelerin BM kanalı ile ya­ pılmasında dayatmayı sürdürüyorlar diye bu kez ABD İran’a yatırım yapan şirketlerin Irak ihalelerine katılamayacağını açıkladı, işler artık iyice karıştı. Daha Irak’ın bombalarla tah­ rip edilmesi tamamlanmadan yeniden inşa üstüne kavgalar ayyuka çıktı. Ama ortaya bir gerçeklik çıkıyordu. 1945 yılından beri kapitalizmin kurmaya çalıştığı multilateralizm çöküyor, yerini unilateralizm alıyordu. Artık dünya şirketleri ülkelerine göre ayrılmaya mı çalışılacaktır? Çokuluslu şirketler bu durumda ne yapacaklar bilemiyoruz. Ancak Citigroup başkanının en başta yaptığımız alıntısı aslında bu durumu anlatmaya ça­ ___

6 4 __________________ ______________________________________________________________________


ırak savaşı__ lışmaktadır. 2. Sömürgecilik döneminin başlarında nasıldı? Merkezlerden biri krize girdiğinde bunu diğerine atmaya çalışırdı. Sonra bunun genel olarak 3. Dünya ülkelerine atılmasının yolu bulunurdu. Ekonomik üç kağıtlarla bunlar yapılırdı. Şimdi savaşla yapılmaktadır. Artık kriz­ ler birbirlerine savaşlar kanalıyla aktarılacaktır. En azından niyet öyledir. Ve pazarı birbir­ lerinin elinden almak ekonomik savaştan sıcak savaşa dönüşmektedir. Fransa ve Rusya Irak’tan çıkarılmakta yerine ABD ve İngiltere girmektedir. Şimdiye kadar ambargo nede­ niyle ABD ve bir ölçüde de İngiliz şirketleri giremiyorlardı. Şimdi bu statüko değiştirilmek­ tedir. BM kanalı ile yapılan petrol karşılığı yardımların çoğunu Fransa ve Rusya kapıyor­ du. Rusya’nın 5 tane petrol şirketinin anlaşmaları ve milyonlarca dolarlık yatırımları ve mil­ yarlara varan ambargo sonrası yatırım anlaşmaları vardı. Ayrıca yine petrol karşılığı çer­ çevesinde elektrik altyapı tesisleri yapma, araba tekerlekleri satışı, Kamaz firmasının kam­ yon ve cip satışları anlaşmaları vardı. Şimdi bunların hepsinin geçersiz olduğunu ABD açıkladı. Bush ve Blair öncesi Bush güvenlik danışmanı C. Rise’m kısa Moskova ziyaretin­ de Rusya bu kontratların geçerli olması pazarlığını yapmaya çalıştı. Bundan sonra böyle olacaktır. 3. Dünya ülkelerine girilecek pazarlar başka merkezle­ rin elinden alınacaktır. Kazanan kazanacaktır. Silah pazarlarının ayrışmaya başlaması da elbette bu gerçekliğin hem sonucu hem de sebebidir. Ama sorun çokuluslu şirketlerin ol­ duğu dünyada bunun nasıl işleyeceğidir. Çokuluslu şirketlerin anavatanına göre mi ayırı­ mı yapılacaktır? Bu nasıl sürtüşmeler yaratacaktır, yaşayacağız. Ya da ABD’nin dileği budur da yürütebilecek midir? Göreceğiz. Ama çıkılan yok budur. Irak Savaşı’nın diplomatik sonuçlarının BM'ler Güvenlik Konseyi’nde ortaya çıkardığı merkezler ayrışması böyle ekonomik gerçekliklerden ortaya çıkmaktadır. Var olan ekono­ mik çözümsüzlüğe getirilmek istenen çözümlerdir. Bu gerçeklikte merkezlerin tablosu şöyledir. En başta 2. Dünya savaşı sonrası sosyalizme karşı kurulan ittifak parçalanmıştır. ABD ve AB olarak ayrılmıştır. Ancak bu iki ülkenin kendi eksenlerinde kurdukları ittifakların da parçalanması uğruna bu yapılabilmiştir. ABD, NAFTA içinde kuzeyindeki Kanada ve gü­ neyindeki Meksika’dan ayrışmıştır. Bu iki ülke de Irak savaşında ABD arkasında yokturlar. Ancak Avrupa Birliği’nde de durum farklı değildir. AB İngiltere hükümet başkanı Blair eliy­ le ABD’ye bağlanamamıştır. Ingiltere hep AB’den kopma ile yüz yüzedir. Yanına belirli öl­ çülerde Ispanya’yı ve hatta İtalya’yı alabilir, öte yandan Hollanda da göz kırpmaktadır. Birliğe yeni katılacak, eski sosyalist, ya da Rumsfeld'in “Yeni Avrupa” dediği ülkeler da­ ha girmeden ABD’ci yüzlerini göstermişlerdir. Savaşa yandan da olsa destek vermişlerdir. Ve Fransa, Almanya ve Belçika cephesine silah ve petrolü ile Rusya katılmıştır. Öte yan­ dan Güney Asya’da Avustralya ve Japonya, ABD saflarına çekilirken bölgedeki Malezya, Endonezya, Filipinler, Hindistan vb. ülkeler Çin’in öncülüğüne yavaş yavaş soyunmaya başladığı karşı cephede yerlerini almaktadırlar. Ortadoğu’da güçler dengesi nasıl gelişe­ cektir? Savaş sonucu belirlenecektir. Ancak İsrail ve Filistin sorunu üzerindeki ABD ve AB düğümlenmesi bu kez daha büyüyerek ve daha ısınarak cephenin derinleşeceği kesindir. Kısacası ABD öncülüğünde 2. Dünya savaşı sonunda kurulan sömürgeleştirme örgütleri parçalanmışlardır. Aynı parçalanmayı İttifak güçlerinin kurduğu saldırı ittifakı NATO da yaşamıştır. Kuru­ mun bundan sonra geleceğinin ne olacağı merkezlerin ayrılıklarının derinleşmesi ile daha iyi şekillenecektir. Yukarıda alıntısını yaptığımız uluslararası Finans Enstitüsü’nün Finans-Kapital güçle­ rinden talepleriyle Irak’ta çıkılan yol apayrı gibi gözükmektedir. Irak Savaşı var olan ayrı--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 6 5 -----


-----T

y o l _________________________________________________________________________________________

lıkları tamamen su yüzüne çıkartmış hatta bazılarına göre İttifakı artık onanmaz bir şekil­ de parçalamıştır. Başka bir değişle dünyamız 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çıktığı multilaterist politikadan ABD çıkarlarının her şeyi belirlediği unilaterist, bir politikaya doğru gide­ rek kaymaktadır. Şimdi bunu nasıl yorumlamak gerekir? Ya da kapitalizmin kısa dönemli çıkarı ile uzun dönemli çıkarı birbiriyle çelişmiyor mu? ABD pragmatizmi böyle davranma­ yı zorunlu görüyor. Kar tutkusu onu artık iyice kör etti. Klasik deyişiyle. Ayrıca artık dünya kapitalizmi ortak davranamıyor. Süper güç süperliğini yitirdi ya da yitirmek üzere. Dünya­ mız zaten pratikte var olan çok merkezciliğe doğru hızlı bir şekilde kayıyor. ABD kutbunun karşısında Fransa öncülüğünde başka bir kutup şekillenmeye başlıyor. ABD, bırakalım bir Amerika kıtası olarak durmayı, NAFTA olarak bile duramamaktadır. Aynı şekilde karşı AB var. içine Rusya’yı almış ama parçalanmış durumda. Ve ayrıca ittifakların birlikteliklerin hiçbiri sağlam ya da dayanıklı gözükmüyor. İngiltere Süveyş Kanalı olayından şu dersi iyi çıkarmıştır: Eğer arkasında Avrupa yok­ sa ABD açısından bir hiçtir. Hemen eziliverir. Almanya’nın silahı yoktur. Bu nedenle şimdi yanında durduğu Fransa tarafından ne zaman ezileceğim diye sürekli korku içinde yaşa­ maktadır. O nedenle de ABD’ye sürekli göz kırpmaktadır. Hele Rusya pragmatizminin ne danslar yaptıracağı herkesin korkulu düşüdür. Japonya petrolsüzlük ve silahsızlık “sorun­ larından” ABD’ci davranmak zorundadır. Bir an önce Rusya ile petrol boru hattı üzerinde anlaşmak istemektedir. Amerika da bunu engellemeye çalışır. Vs. vs. Yani Irak savaşı ile yeni çıkılan yolun sağlam temelleri yoktur. Merkezler ve 3. Dünya Ülkeleri Ayrışması Merkezlerin parçalanmasının altında yatan asıl gerçeklik 3. Dünya Ülkelerinin sömürü­ sünde anlaşamamalarıdır. Bunun diplomatik arenada en belirgin göstergesi Doha görüş­ meleridir. Bilindiği gibi Irak Savaşı Doha’daki ABD komuta merkezinden yürütülmektedir. Katar’ın başkentidir. Savaşın buradan yürütülmesi ve 3. Dünya ülkeleri ile Merkez pazar­ lıklarının burada başlaması bir rastlantı da olsa çok anlamlıdır. Irak Savaşı’nın komuta ye­ ri ve 3. Dünya ülkeleri sömürüsünün pazarlığının başladığı yer aynıdır. Şimdi biraz geçmişi özetleyelim. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) 1999 Seattle toplantısın­ da aslında Merkez ülkeler ve 3. Dünya ülkeleri olarak ikiye bölündü. Bizler TV ekranların­ da ve basında küreselleşme karşıtlarının büyük gösterisini gördük. Oysa atılan göz yaşar­ tıcı bombaların, kavgaların altında yoksul ülkelerin merkezleri protestosu vardı. Seattle’da 3. Dünya ülkeleri merkezlere Hayır dediler. Bizi böyle sömürmenize izin vermeyeceğiz. Bı­ çak kemiğe dayandı. DTÖ kuralları yeniden gözden geçirilmeli ve bizim çıkarlarımızı da koruyucu bir şekilde düzeltilmelidir. DTÖ kuralları hiç de iddia edildiği gibi bizi zenginleştir­ medi aksine daha da yoksullaştırdı. Kurallar değiştirilmeliydi. Ve örgüt dağıldı. Ancak 11 Eylül sonrası ABD uluslararası terörizm ve buna karşı kararlı davranacağı imajını verince dünyada bir ortak davranma havası esti. Ülkeler tekrar biraraya geldiler. Bir amaç etrafında buluşuldu. Tekrar biraraya gelmenin ve sorunları çözmede ortak davrana­ bilmenin zemini yaratıldı diye düşünüldü. ABD ve AB ortak olarak bir şeyler yapılabilece­ ği imajını verdiler. Öte yandan 3. Dünya ülkeleri de açıkçası DTÖ’nün parçalanmasından korktular. Eko­ nomik olarak daha da güçsüz duruma düşebilecekleri paniğine kapıldılar. Sonuçta Do­ ha’da 3 ana konu üzerinde yeniden tartışmalar başladı. Görüşmelere 2002 Aralığ’ına ka­ dar süre tanındı. Sonra Mart 2003'e uzatıldı. Ve Irak Savaşı sırasında bu görüşmeler de sonuç almamadan bitti. Görüşmelerin en önemli konularından biri tarımdır. 3. Dünya ülkeleri Merkezlerin tarı-

__ 6 6 ___________________________________________________________


_____ _______________________________________________ ırak savaşı___ ma sübvansiyon yapmalarının DTÖ ilkelerine aykırı olauğunu ve yoksul ülke tarımını öl­ dürdüğünü savunurlar. Gerçekten de AB çiftçilerine yılda 42 milyar Euroluk sübvansiyon yapmaktadır. ABD de son tarım yasası ile narenciye, bazı tahıl, pamuk, şeker vs. gibi mad­ delere gümrük vergisi koyarak 3. Dünya ülkelerinin ucuz mallarına karşı üreticilerini koru­ ma yoluna çıktı. Japonya’da en başta pirinç üreticilerini korumak için çok sıkı bir gümrük uygulamaktadır. Küreselleşme karşıtlarına göre Batı tarıma toplam olarak 300 milyar do­ lar sübvansiyon yapılırken 3. Dünya ülkelerine 50 milyar dolarlık yardım yapılmaktadır. Ya­ ni Merkezler yardım yerine kendi çiftçilerine yaptıkları sübvansiyonları kesseler daha iyilik yapmış olacaklardır. Merkez ülke sübvansiyonları yoksul ülkelerin ellerindeki tek döviz kaynağı tarım ürünlerini satamaz hale getirmektedir. Latin Amerika’sından Afrikası'na, Asyası’na durum böyledir. Yıllardır merkezlerin “siz tarım ürününde uzmanlaşın biz sizden yi­ yecek, siz de bizden teknik ve sanayi ürünleri alırsınız gül gibi geçinir gideriz’ vaatlerinin ne kadar iki yüzlü olduğu ortaya çıktı. Liberalleşmeyi savunan merkez ülkeler asıl kendile­ ri sübvansiyonlarla pazarlarını koruyorlardı. 3. Dünya ülkeleri sübvansiyonları kaldırın ta­ lebiyle geldi. Ama ne AB ne de Japonya bu konuda taviz vermediler. ABD’nin zorlamala­ rı işe yaramadı. Bunun üzerine de ABD kendisi yeni tarım vergileri koydu. İşler iyice çığı­ rından çıktı. İkinci konu ilaçtı ya da Merkezlerin bakışıyla “entelektüel emeğin korunması” sorunuy­ du. 3. Dünya ülkeleri yoksulluklarından kıvranırken çeşitli hastalıklarla yüz yüze kalıyorlar­ dı. Verem, kolera gibi klasik hastalıklar AIDS gibi çağımızın vebası denilen hastalık yoksul ülke insanları için tekil değil epidemi olarak var. Kitleleri kırıp geçiriyor. Önümüzdeki 10 yıl içinde Afrika kıtasında 40 milyon insan ölecek. Ve bunlarla baş etmek 3. Dünya ülkeleri­ nin zaten kıt kaynaklarıyla mümkün değildi. Hastalıkların tedavisi için Merkez ülkelerin elinde ilaç var. Ama çok pahalılar. Yoksul halklarının ulaşması yada hükümetlerin bunları alıp dağıtması imkansızdır. Bu nedenle özellikle Güney Afrika Cumhuriyeti, Brezilya ve Hindistan gibi ülkeler Batı ilaç tekellerinin ilaçlarının taklidini çok ucuza üretiyorlar ve halk­ larına dağıtıyorlar. Merkez ilaç şirketleri bunu kendi entelektüel emeklerine saldırı olarak görüyor. İlaçları keşfetmek için milyarlarca dolar harcadıklarını, ilaç fiyatlarının içinde yıl­ lardır verilen bu emeklerin bedelinin olduğunu savunuyorlar. 3. Dünya ülkelerinden patensiz ilaç üretmelerini durdurmalarını ve de ceza ödemelerini istiyorlar. Kapitalizmin kar tut­ kusu ölen ve ölecek olan binlerce değil milyonlarca insanın canından daha kıymetlidir. 3. Dünya ülkeleri ve Merkez ilaç firmaları bu konuda bir anlaşmaya varamadılar. Bu konuyu bir adım daha ileri götürelim. İlaç sorunu gibi gözüken bu olay aslında Merkezler ve Yoksul ülkeler arasındaki çok daha derin bir sorunun kendini göstermesidir. Eğer ki 3. Dünya ülkeleri bu hastalıkların ilaçlarını yapabilecek bilimsel ve teknik seviyeye vardılarsa başka şeyler de yapabilirler. Örneğin Merkez ülkelerin arabasından tutalım da marka arkasına gizlenmiş tekstiline, kit­ le iletişim araçlarından uzaya araçlarına kadar her şeyi yapabilirler. Şimdi patentler bata­ ğının altında inim inim inleyen ülkeler, entelektüel emek koruması denilen patent sorunu­ nu bir çözseler Batının ürettiği her şeyi kendileri yapamazlar mı? Bilim adamları buna ye­ tenekli değil mi? Yeteneklidir. Bu ülkeler bilim teknik dedikleri şeyleri getirip 3. Dünya in­ sanına ucuz ucuz ürettirmiyorlar mı? Bu ülke insanlarının beyinlerini eğitip onları da sö­ mürmüyorlar mı? Bilim denilen şey neden artık bir ayrıcalık olsun? Bilimin gelişmesini mer­ kez ülkeleri başlatmış olsa bile bunun bedelini 3. Dünya yoksul ülkeleri sömürülerek yete­ rince ödemediler mi? Bu patent olayı, entelektüel emek koruması olayı kalksa tüm ülkeler aslında eğer sermayesini bulsa bu işlerin beyin kısmını çözecek bilime sahip değil midir? Merkezlerin ürettiği yalnız ilaç değil herşey 3. Dünya ülke insanları tarafından üretilebilir. Nedir bu ülkelerin ayrıcalığı? Bu patent cenderesi artık yeter.

67 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------İlaç görüşmeleri arkasında gizli olan budur. İlaç yapımına izin verilmesi tüm dünya üretim sisteminin kurallarını altüst edecek sorunları içinde taşımaktadır, insan kanıyla sula­ nan bir örnektir. Dünya güçler dengesini tepetaklak edecek bir özelliktir. Tarıma getirilen sübvansiyonun, ilaçta iddia edilen entelektüel emekten ne farkı vardır. Eğer tarım 3. Dün­ ya ülkelerinin elinden alınıyorsa o zaman sanayide taviz verilmelidir. Tarımda cephe kay­ beden yoksul ülkeler hiç olmazsa sanayide nefes almalıdırlar. Bu Irak savaşından çok da­ ha vahşi, çok daha cana kıyan bir savaş değil midir? Dünya yoksullarının her gün aç, çıp­ lak dolaşmalarının altındaki can alıcı nokta değil midir? Bu sınıflar savaşının kendisi değil midir? 3. Dünya burjuvaları ABD ve merkez ülkelerinden korkarlar. Onlar da ne olursa olsun kendi sınırları içinde merkezlerin küçük boy sömürücüleridirler. O nedenle burjuva yasallı­ ğını çiğneyememektedirler. Öyleyse 3. bir taleple merkezlerin karşısına dikilirler. DTÖ ku­ rallarını adil hale getirin! Bizi bu kadar sömürmeyin! Her şeyin birsinin var. Sömürünün bu kadarına dayanamıyoruz. Sömürünüzü insanca yapın. Ama bu konuda da merkez ülkeler burunlarından kıl aldırmazlar. Ne tarım, ne sanayi ne de adil bir burjuva soygun düzeni. Öyleyse olay olacağına varacaktır. Bu düzen dünya burjuva güçleri açısından da böy­ le gitmemelidir. Ama nasıl gidecektir? Belli değil. Dünya burjuvazisi bir açmazla karşı kar­ şıyadır. 3. Dünya ülke burjuvaları altlarındaki halkların yoksulluğuna dayanamayıp başkal­ dırmalardır ama kendi halklarını da sömürerek ayakta durmaktadırlar. Sömürü düzeni de­ vam etmelidir. Onun için de Merkezlere karşı kararlı dövüş verememektedirler. Bu halkla­ rın işidir. Doha görüşmelerinden bazı sonuçlar çıkartmak mümkündür. Yukarıda gördüğümüz gibi Merkez ülkeleri 3. Dünya ülkelerinin taleplerini yerine getiremiyorlar. Hiçbir merkez ta­ viz vermiyor ya da veremiyor. Altında yoksullaştıracağı kitlelerin öfkesinden korkuyor. Ve herkes birbirini suçluyor. Karşılığında da suçlanıyorlar. İkincisi önemli olan da şu: Süper güç ABD, kimseye söz geçiremiyor. Mutlaka bir yerlerden, birileri gücünün altını oyuveriyor. Yıllardır ambargolarını delmediler mi? Şimdi artık hiçbir söz geçiremiyor. Şimdi geçir­ se yarın bir bakıyor vazgeçilmiş. En yakın müttefiki Türkiye biie karşı çıktıktan sonra ne denebilir ki? ABD dünyada iktidar olamıyor denilebilir. Süper güçlüğüne rağmen iktidar olamıyor. Herkesin çıkarı onu başka noktalara sürüklüyor. Elbette Çin, Hindistan, Brezilya hatta Güney Afrika Cumhuriyeti gibi büyük ülkeler var ama onlar da şimdilik kendi sorun­ ları içinde boğuşuyorlar. Ve 3. Dünyayı bir araya getiremiyorlar. Üçüncüsü merkezlerin karşısında 3. Dünya ülkeleri de bir birlik olamıyorlar. Ortak, tek vücut davranamıyorlar. Her biri çıkarının bir yerinden herhangi bir merkeze yapışmış du­ ruyor. Eğer yapışmadıysa, ambargo altında iniiyorsa da tepesine işte Irak gibi iniveriyorlar. İneceğiz diye tehdit ediyorlar. Ya da sesini çıkartmaya kalkarsa “kötülükler ekseni” lis­ tesine ekleniverir diye korkuyor. Ambargo diye korkuyor. Tecrit diye korkuyor. Uluslarara­ sı terörle damgalanmaktan korkuyor. Ya da Irak savaşının açığa çıkarttığı gibi çok kutup­ lu bir dünyaya kesin olarak girersek durumda değişmeler olabilir mi acaba diye düşünü­ yor. Dördüncü olarak bir şeye dikkat çekelim. Bu konularda IMF ve Dünya Bankası lafları­ nı duymuyoruz. DTÖ’ü bir ekonomik kurum değil midir? Öyleyse neden IMF lafı yok? İkin­ ci sömürgecilik döneminin kurumlandır. 3. Dünya ülkelerini Kapitalist merkezlere bağla­ mada temel görev yaptılar. O zamanın DTÖ’sü, GATT'a ülkeleri sokmak için kan teri dök­ tüler. Krediler verdiler. Kalkınma programları yaptılar. GATT’a girme hedefleri koydular. Şimdi bu süreç tamamlandı. Kapitalizm açısından kendi halkasına takılmayan Küba, K. Kore ve belki bir ölçüde Suriye dışında ülke yoktur. Onun için IMF ve Dünya Bankasının işlevi teorik olarak tamamlanmıştır. IMF ve Dünya bankası eskimiş, işlevlerini tamamlamış ___

6 8 _________________ ;______________________________________________________________________


ırak savaşı kurumlardır. Ayrıca halkların gözünde yıpranmışlardır. Halklar bu kurumlan tüm acılarıyla aynılaştırmışlardır. Halklar bu kurumların kendilerini yoksullaştırdığını ve sömürdüğünü ya­ şayarak görmüşlerdir. Halklara verdikleri sözlerin hiç biri doğru çıkmamıştır. Bu kurumlar 2. Sömürgecilik dönemi ile işlevlerini tamamlamışlardır. Öyleyse sömürü biçimi değişmeli­ dir. Artık ABD bizzat 3. Dünya ülkelerine girecek ve yeni bir sömürgecilik modeli getirecek­ tir. Başka biçimde dünya pazarlanacak ve sömürülecek. Bu sömürgecilik 1. ve 2. sömür­ gecilik biçimlerinin karışımı olacaktır. Beşinci ve belki de en önemlisi DTÖ'de anlaşmaya varamamak demek serbest ticare­ tin ölmesi demektir. Demek ki serbest ticaret yoktur. ABD’nin DTÖ’üne rağmen çelik ve ürünlerine %30’a varan vergiler koyması bardağı taşıran son damladır. Sübvansiyonlarla, patentlerle korunan bir ticaret vardır. Ya da tekellerin binbir hilesi ile korunan bir pazar var­ dır. Savaş bunun tabutuna bir çivi daha çaktı. Serbest rekabet vardı. Hangi serbest reka­ bet olduğu ortada. Hani en gelişkin teknik, hani en ucuz üretim belirliyordu pazarı. Hani bunların varlığında serbest pazar belirleniyordu. Demek ki böyle değil. Eline silahı alacak­ sın. Ve de Irak'a saldırıldığı gibi saldıracaksın. Bu benim pazarım sen giremezsin benim şirketlerimin alanı diyeceksin. Batı eğer Irak’a savaş açtıysa demek ki serbest pazar yok­ tur. Doha’nın gösterdiği gibi sübvansiyonlar ve patentler ya da güçlerin belirlediği bir pa­ zar vardır. Sonuç olarak pratiğe baktığımızda Irak Savaşıyla başlayan kuralların hemen pratiğe geçirilmeye başladığını görürüz. Merkezlerin kendi aralarında Irakla gün yüzüne çıkan ay­ rışması hemen 3. Dünya'da yankısını bulmuştur. En çarpıcı örnek Afrika kıtasında kendi­ ni gösteriyor. Nijerya’da iki kabile arasındaki savaş, petrol şirketleri pompalama tesisleri­ nin halk tarafından işgaline yol açmıştır. ABD, İngiliz ve Fransız petrol şirketlerinin üretim­ lerinin 1/3’ü durdurulmuştur. Nijerya’nın yanında Fildişi Sahilleri’nde Fransız güdümünde­ ki iktidar ABD’ce desteklenen güçlerce savaş halindedir. Çekişme Liberya, Ruanda, Brundi’ye sıçradı. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde hükümet darbesi yapıldı. Başa ilk önce işçi ma­ hallelerini gezen bir lider geçti. Kongo’da ABD, Fransa ve Belçika’nın dışında başka mer­ kez güçlerinin de parmağı vardır. Barış görüşmeleri askıya alındı. Katliamlar başladı. Güney Asya’da İran’ın Pakistan üzerinden Hindistan'a doğal gaz boru hattı projesi ve Rusya’nın bu iki ülke ile.ilişkileri düzeltmesi acaba ABD eli olan Keşmir'e bir çözüm geti­ rebilecek mi? iki ülke istedikleri gibi kimse karışmadan aralarında barış imzalayabilecek­ ler mi? Son katliam Pakistan ve Hindistan ordusunu alarma geçirmedi. Ama Sri Lanka ve Tamil Güçleri arasındaki barış görüşmeleri Irak savaşı sonrası askıya alındı. Savaşa çok karşı Malezya ve Endonezya’ daki karışıklılar yeniden yükseldi. Latin Amerika'da savaş öncesi Bolivya’da başarısız bir darbe girişimi oldu. Halk ABD'ci başkanı indirmek istedi. Lula iktidardaki 100. gününü doldurdu ve halkın kendisine duy­ duğu umutlar silinmeye başladı, işçiler grevlere, topraksız köylüler toprak işgallerine yeni­ den başlayacaklarını açıkladılar. Arjantin seçimlerinde burjuva partilerinin Irak savaşı ne­ deniyle halk desteğini daha da kaybettiği haberleri geliyor. Venezuelle’da ABD güçleri ye­ nildikten sonra Irak savaşı sonrası Chaves’ciler saldırıya geçerek grev yapanları tutukla­ dılar ve petrol üretimin hızlı bir şekilde eski seviyesine çıkartmaya çalışıyorlar. El Salvador yarı seçimlerini Farabundi Marti cephesi çoğunluğu kazandı. Meksika’da Marcos savaşa karşı bir bildiriye herkesi imzaya çağırıyor. ABD’nin açtığı savaşa dünya halklarının %80-90’ı “Hayır” dedi. Ve bu dünya düzeyin­ de kendisinin temsil ettiği güçlerin bir adım geri çekilmesi anlamına geldi. Üstlerindeki ba­ sıncın biraz Irak’a kayması sonucunda hemen ileri adım atıp mevzi kazanmaya çalıştılar.

------------------------------------------------------------------------------------------ 69 ----


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------ABD'nin güç alıp gene ipleri germesine kadar da devam edeceğe benzer. Ama elbette Irak savaşının yeni başlayacak dönemi bunu yapmasına izin verirse. 3. Dönem Sömürgeciliğin “Yeni” Biçimleri Berlin Duvarı düştükten sonra aslında kapitalizmin 3. sömürgecilik dönemi başladı. Ye­ ni Dünya Düzeni dendi. Bir gül bahçesi vaat edildi. Aslında tüm dünya pazarlarının kapi­ talist sömürüye açılması ile birlikte bir balayı dönemi yaşandı. Elbette yoksul halklar ve Finans-Kapital ilişkisi sonsuza kadar böyle gitmeyecekti. Kapitalizmin bilinen hastalıkları or­ taya çıkınca işler karışacaktı. Beklenen gün geldi. Pazarlar tıkandı. Rekabet yükseldi, işte asıl şimdi 3. sömürgecilik döneminin gerçek yüzü çıkmaya başladı. Kapitalizmin kurabileceği Yeni Dünya Düzeni ya­ vaş yavaş kendini ortaya koyuyor. Maskesi düşüyor ve gerçek güzü bütün çirkinliğiyle or­ taya çıkıyor. Irak Savaşı kapitalizmin dünyayı nasıl sömüreceğinin ilk işaretlerini vermektedir. Teo­ rik olarak ellerinde bir uluslararası terör gerekçesi vardır. Ancak Irak’a caydırıcılık politika­ sı ile girildi. Eu ikisinin üstünde durabileceği bir de “Başarısız Devletler politikası” vardır. Uluslararası İncelemeler ve Strateji Merkezi (CSİS) ile ABD Ordu Kurumu bu konuda ortak­ laşa bir rapor hazırlamıştır. “11 Eylül olayının temel derslerinden biri başarısız devletlerin insancıl nedenler kadar ulusal güvenlik açısından da önemli olduğudur. Bu devletler eğer kendi kendilerine bırakı­ lırlarsa terörist eylemler, örgütlü suç, uyuşturucu ticareti için uygun yerler haline gelmek dı­ şında bölgesel istikrarı tehdit etmekte ve ciddi insancıl sorunlar yaratmaktadır.” (Başarısız Devletleri Yeniden İnşa etme Raporu basın özetinden, CSİS raporu İnternet 12 Şubat 2003) ABD gelecek dünyayı karışık görmektedir. Bundan sonra hep yanında olduğu burjuva iktidarlarının yönetimde kalmasının daha da zorlaşacağının farkındadır. Burjuva iktidarlar şimdiye kadar yürütülen politikalar çerçevesinde IMF ve Dünya Bankası borçları altında ezilmektedirler. Her şeylerini özelleştirmişler ve iç borç altında da ezilmektedirler. Kapita­ list merkezlerin bunları kredilerle filan ayakta tutması düşünülemez. Bunlar artık iflas etmiş devletlerdir. Yani kapitalizm artık kendi burjuva iktidarlarının iflas ettiğini görmektedir. “Ba­ şarısız Devletler” bunlardır. 2. Sömürgecilik döneminden beri ele geçirip kurduğu devlet­ ler. Artık bunlar tek tek iflas ediyorlar edecekledir. ABD bunu görüyor. Bu durumda elbette yoksul halklar bağırmaya başlayacaklardır. Halk hareketleri yük­ selecektir. ABD bu ülkelere girip çıkarlarını korumak zorundadır. Bir şekilde bu ülkelerde sömürüsünü devam ettirmelidir. Ama ne gerekçe ile girecektir.-Yukarıdaki alıntısını yaptı­ ğımız gerekçelerle. Eğer ki kendi çıkarlarını koruyan devlet iktidarda duramıyorsa buradan terörist eylemler çıkabilir, uyuşturucu mafyası doğabilir vs. Onun için kendi çıkarlarını ko­ rumak durumundadır. İşte güzel bir müdahale gerekçesi. Eskisi gibi demokrasi kurma, ser­ best Pazar ile halkın refahını arttırma diye bir dert yoktur. Adamları iktidar olamıyorsa, oraya kendisi girip iktidar olmak zorundadır. Olay bu kadar basittir. Bu işi nasıl yapacaktır? Girdiği yerde tüm planları durdurup kendine uygun bir planlama yapacaktır. Hükümet olacaktır. Uluslararası kurumların ve NATO'nun işbirliği ile kendisinin güvenliğini sağlayıcı bir güvenlik sistemi kuracaktır. Eğitecektir. Adaleti sağlayacaktır. Ku­ rumlan tekrar kuracaktır. Parayı nereden bulacaktır? “Yeni Marshall Güvenlik kurma Hesa­ bı yaratılacaktır. Bu hesap çok başarılı olan Acil Göçmen ve Göç yardım ilkelerine uygun olarak kurulabilir...” Yani göçmenler geldiğinde uygulanan benzer bir fon kurulacaktır. Yani her ülke vatandaşı kendi ülkesinde bir göçmen gibi oluşacak fondan para alacaktır.

__ 7 0 ____________________________________________________________


_____________________________________________________ ırak savaşı___ Neyse detayları çok önemli değil ama ABD girdiği ülkede yasaması, yürütmesi, mâli­ yesi ile kendisine kukla bir hükümet kuracaktır. Aslında bunu şöyle değerlendirmek müm­ kündür. Yeni sömürgecilik biçimi 1. ve 2. sömürgeciliğin karışımı bir şey olarak karşımıza çıkmaktadır. 1.de bir bölge valisi vardı. Başarısız devletlerde şimdi böyie bir vali oluyor. Irak örneğinde gördüğümüz gibi ilki Jay Garner’dı. Beceremedi. Şimdi Irak valisi Paul Bremer’dir. Vali ABD çıkarları doğrultusunda “başarısız devleti’’ yeniden kurumlan ile kuracak­ tır. Kukla hükümetin programı IMF ve Dünya Bankası planlamacıları denetiminde yapıla­ caktır. Böylece 2. Sömürgecilik kurumu da devreye sokulacaktır. Böyle bir sömürü çerçevesinde şimdiye kadar kurulan uluslararası kurumlardan pek bir beklentisi yoktur. BM’ler örneğin tüm dünya ülkelerini bir şemsiye altına alarak kendi çıkar­ ları doğrultusunda belirli şekillerde bağlamak için bizzat ABD tarafından kurulmuştur. An­ cak BM artık ABD’nin çıkarlarına hizmet edememektedir. Son Irak olayında görüldüğü gi­ bi aksine ayak bağı olmaktadır. Ama arada sırada yararlı olabileceğinde kullanılacaktır. Ya da Dünya Ticaret Örgütü de öyledir. Ama artık bu kurumlar pek işine yaramıyorlar. ABD yeni çıktığı yolda çıkarları doğrultusunda ikili antlaşmalar yapacaktır. İhaleler iie kendi şirketlerini korumaya çalışacak, ya da Çokuluslu Şirketleri kendi bayrağı altına geç­ meye zorlayacaktır. ABD petrol fiyatları ile daha çok oynayacaktır. Belki petroiü denetimi­ ne aldıkça kendi şirketlerine ayrıcalıklı petrol dağıtacaktır. Bu yollarla şirketlerinin rekabet gücünü arttıracaktır. Ayrıca görüldüğü gibi artık ABD 3. Dünya ülkelerine kredi gibi yardımlarda vaat etme­ mektedir. Tam aksini düşünmektedir. Kredileri kesme, ya da ticari ilişkilerini engelleme tehditleri yapacaktır. Vermek değil aksine var olan yaşam kaynaklarının kesilmesi doğrul­ tusunda politikalar izleyecektir. Baskıyı dünya ölçüsünde görülmedik derecede arttıracak­ tır. Buna uygun yeni kurumlar kuracaktır. Elbette ki bu düzeni yada düzensizliği kurarken kendisine karşı kullanılabilecek kozlar vardır. Örneğin kendisinin büyük sermaye ihtiyacı vardır. Böyle bir ABD’ye sermaye akışı aksayabilir. Ya da ticari savaşların başlaması ABD çıkarını zarara uğratabilir. Evet ama ABD’nin başka şıkkı yoktur. Bu tür olaylarla karşılaştığında ona uygun çözümler arayacak­ tır. Artık bu yola çıkmıştır ve geri dönüş yoktur. İrak savaşı ABD’nin 3. Sömürgecilik Döneminin yeniliklerini deneyeceği ve dersler çı­ karmaya çalışacağı bir ülkedir. Elbette her şey planlı değildir. Sorunlar karşılarına çıktıkça çözümler üretilecektir.

VI. SONUÇ Kapitalizm bugün 2. Dünya Savaşı öncesindeki gibi bir krizin içindedir. Sosyalizmin yı­ kılmasının yarattığı olumlu koşulları bir on yıl içinde sömürdü. Bilimsel teknik gelişmelerin yarattığı olanakları sonuna kadar sömürdü, bitirdi. Geldiği noktada sosyalizm koşullarına göre ayarlanmış tüm kurumlan işine yaramaz hale gelmiştir. Hatta önünde engel olarak durmaktadır. Koyduğu yasalar kendine dar gelmekte ve çıkarlarını korumak için onları çiğ­ nemekten başka yol bulamamaktadır Krizin yükselmesi merkezlerar asındaki sürtüşmeleri, pazar savaşlarını arttırmaktadır. Onun için birbirlerinden zorla pazar kapma yoluna çıkmışlardır. Rekabetin maskesi düş­ müştür. Irak Savaşını bu çerçevede düşünmek gerekmektedir. Irak savaşı kendi özgülü içinde ABD’nin İrak petrolünü ele geçirmek ve ona bağlı olan çeşitli güç unsurlarını elinde topar­

------------------------------------------------------------------------------------------ 71 -----


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------lamak için yapıldı. Elbette Irak'a girilirken Afganistan deneyinden yararlanıldı. Afganistan gibi daha kolay ülkede bile iktidar olunamadığı gerçekliği bilinmektedir. Irak’ın daha zor ol­ duğu açıktır. Ancak ABD’nin başka şıkkı yoktur. Artık o gerçekten ölümlerden ölüm beğen­ me durumundadır. Irak savaşı ile var olan sorunlarına eski bağlamda çözüm getirmeyeceğini biliyordu. Di­ ğer savaşlar gibi ekonomik sorunlarına çözüm sağlamayacaktır. Artık savaşlar ABD’nin alın yazısıdır. ABD gününü kurtarmak için sürekli savaşlar yaratmak, bunları birbiri arkası­ na dizmek durumundadır. Sürekli gerilim, sürekli kan ile yaşama durumundadır. Bunu bi­ liyor. Irak savaşı kapitalist merkezlerin bundan sonra birbirlerinden rekabetle aldıkları pazar­ ların sıcak savaşlarla alınacağının ilk büyük örneğidir. Diğer merkezler buna ne diyecek­ lerdir? Ya da 3. Sömürgecilik döneminde onlar ABD karşısında nasıl bir politika sergileye­ ceklerdir? Irak savaşının başlaması öncesi bunun bir provasını yaşadık. Ancak savaş so­ nuçlanmadı. Şimdi ikinci perdesi başlıyor. Ambargonun kalkması. Bu kez bakalım nasıl şekillenecek? Ancak ABD Afganistan savaşından beri geçici ittifaklar politikası içindedir. Yani her sal­ dırılacak ülkeye uygun ittifaklar kurulacak ve bunlar dağılacaktır. O anlamda bundan son­ ra ki savaşlarda hangi ittifakların kurulacağını kestirmek zordur. Ama bir şey kesindir, mer­ kezler arası Pazar kapmak savaşı sürdükçe ilişkiler daha da sertleşecektir. Eski CIA aja­ nının dediği gibi bu ABD’nin 4. Dünya savaşıdır. ABD Irak savaşı ile tüm dünyaya karşı bir savaşa başladığını ilan etmiş oldu. Bu nedenle Lenin heykellerinin yerlere indirilmesi Sos­ yalizmin yıkılmasının sembolü oldu ise Saddam heykellerinin yerlere düşürülmesi de sa­ nırız kapitalizmin 3. Dünya ülkeleri sömürüsünün de sona ermesi sürecinin başlangıcıdır. Çünkü yanlış hesap bir kere Bağdat'tan dönmeyi alışkanlık haline getirmiştir. 19.05.03

__ 72


VAROŞLAR ÜZERİNE N O TLA R - I Fikret KIZILTAN

I - GECEKONDU MAHALLESİNDEN VAROŞA Varoş kavramı Türkiye’de, Mart 1995’de İstanbul’un Gazi Mahallesi’nde ve 1 Mayıs 1996’da Kadıköy'de yaşanan olaylardan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Özellikle 3 işçinin öldürüldüğü Kadıköy’deki 1 Mayıs gösterisinin ardından, banka ve bazı dükkan camlarının kırılması, -yani mülkiyetin hedef alınması- burjuva medyada infiale yol açmıştı. Günlerce varoşlar üzerine dizi yazılar yayınlandı, “uzman” psikologlar çiçek­ leri ezen kızın haleti ruhiyesi üzerine derin analizlere giriştiler. Adeta canavarlaştırılan varoşlular her an gasp ve öldürmeye hazır bir kitle gibi resmedildi. Bu yabancılaştırıcı söylemin aksine, nadir de olsa varoşlarda yaşayanlar üzerine, 1970’lerin Türk filmlerini anımsatan romantik güzellemeler yapıldığı da oldu. Daha sonraki yıllarda da varoşlar çeşitli nedenlerle (özellikle seçim dönemlerinde) ilgi konusu olmaya devam etti. Aslında varoşlara dair olumsuz imajın oluşması (ya da oluşturulması), 80’li yıllarda medyaya yansıyan tartışmalarda görülebilir. 50’li ve 60’lı yıllarda büyük kentlere gelen köylülerin oluşturduğu gecekondu bölgeleri yoksulların mekanı olarak görülürdü. 1980’lerle birlikte yoksul imajının yerine kamu toprağını gasp ederek zenginleşen rantiyer imajı almaya başladı. Medyanın genellikle kentli orta sınıfların duygu ve eğilimlerini yansıttığını düşünürsek, bu kesimin gözünde gecekonduların “masumiyetini” yitirdiğini düşünebiliriz. Bu algı değişiminde kuşkusuz 80 askeri darbesinin ardından yaratılan politik-kültürel ortam ve özal döneminin “zengini severim” (yani yoksulu sevmem) söylemi­ nin etkisi başattır. Ancak bu değişim salt söylemsel bir mücadele sonucunda gerçekleş­ medi. Gaspçı, rantiyer imajı, gecekondu bölgelerindeki gerçek toplumsal değişimlerin hazırladığı zemin üzerinde türetildi. İşte varoş kavramı, 1990’lı yıllarda bu algılama değişiminin ifadesi haline geldi. Daha önce “gecekondu mahallesi” olarak adlandırılan yerlere “varoş” denilmeye başlanması, bu mekanlara bakışının köklü bir biçimde değiştiğinin göstergesiydi. Gecekondu dendi­ ğinde, her ne kadar kent hukuğunun dışında oluşsa da, zamanla kentin bünyesinde eriyeceği düşünülen geçici bir sosyal olgu kastedilirdi. Gecekondulu da henüz kentlileşememiş ama zamanla kent kültürünü benimseyecek olan köylülerdi. Genellikle olumlu bir imaja sahiptiler. Oysa varoş, dışlanmayı, kalıcılığı, kent kültürünü tehdit eden bir gücü, suçu vb. şeyleri çağrıştırıyor. Varoşta yaşayanlar da adeta kenti işgal etmeye gelmiş “barbarlar” olarak resmediliyor. Giderek varoş diye adlandırılan kenar mahalleler, artık tekin olmayan mekanlar olarak algılanmaya başlandı.

73 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------Medyada üretilen söylemleri bir kenara bırakırsak, gecekondu kavramının, yoksullu­ ğa işaret eden sosyo-ekonomik bir tanımlama olarak oldukça açıklayıcı olduğunu söyle­ yebiliriz. Ancak varoş kavramı için aynı şeyi söylemek zor. Gecekondu mahallesi dendi­ ğinde kafamızda hemen bir resim canlanır. Oysa varoş için aynı netlikten söz edilemez. Varoşu gecekondudan ayıran özellikler olarak heterojen yapısı, kalıcılığı, kendi içinde gelişme dinamikleri taşıması (yani kent merkezinin bir eklentisi değil), enformel sektörün gelişimiyle sıkı ilişkisi sayılabilir. Hatice Kurtuluş’un ifadesiyle “Dünya kapitalizminin hız­ la yeniden yapılandığı 1980’lerden itibaren giderek derinleşen sosyal eşitsizlikler ve ge­ lir dağılımının alt sınıflar aleyhine dramatik biçimde bozulması, kentin sınıfsal kimlikle­ rinde de önemli dönüşümler yaratmıştır. 1960 ve 70’lerin kentli orta sınıf için bir tehdit oluşturmayan gecekondu kimliği, yerini tepki ve şiddet barındıran varoş kimliğine, buna karşılık, yine aynı yılların kentle barışık gösterişsiz orta sınıfı yerini, kentin tehlikelerin­ den, çevre ve görüntü kirliliğinden uzaklaşmak ve alt sınıflarla mekansal temasını azalt­ mak isteyen dışlayıcı bir orta sınıf kültürüne bırakmaktadır."' Kültürel çağrışımları daha baskın olan varoş, sahip olduğumuz kavramların artık kar­ şılayamadığı karmaşıklaşan toplumsal gerçeği tanımlamada, daha iyisi üretilene kadar kullanmak durumunda olduğumuz bir kavram. Kesin olan bir şey varsa o da artık gece­ kondu kavramının büyük kentlerdeki 20-25 yıllık dönüşümü açıklamakta yetersiz kaldı­ ğıdır.

II - VAROŞLAŞMANIN TARİHİ Türkiye’de kırdan kente göç kapitalizmin hızlı bir gelişim seyrine girdiği 1950’li yıllar­ da başladı. 1945’de 4.7 milyon olan kent nüfusu 1997’de 40 milyonu aştı. 1945’de kent­ leşme oranı % 25’ken 1997’de bu oran % 70’e ulaştı. Kırda makineleşmenin yol açtığı göç dalgasının kentlere yığdığı nüfus, formel iş piyasasında istihdam edilemediği gibi barınma konusunda da herhangi bir sosyal politika uygulanmadı. Batı ülkelerinde kente göçerek işçileşen nüfus için sosyal konutlar inşaa edilerek, barınma ihtiyacı devlet ya da sermaye tarafından karşılanmıştır. Oysa çoğu üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Tür­ kiye'de de göçle gelenler için sosyal konut uygulaması hayata geçirilmediğinden, göç­ menler barınma ihtiyaçlarını kendileri karşılamak zorunda kaldı, iş bulabildikleri sanayi bölgelerinin hemen yanındaki boş arazilere (genelde vakıf ya da hazine arazileri) derme çatma kulübeler inşaa etmeye başladılar. Doğrudan işgallerin yanı sıra el senedi, muh­ tarlık onayı vb. yöntemlerle toprak satın aldılar. Formel konut alanlarının dışında üreti­ len ve ilk başta köy evlerini andıran bu barınaklara, yapımları bir kaç gecede tamamlan­ dığı için gecekondu denildi. Böylece gecekondu mahalleleri Türkiye’de ne sermayenin ne de devletin sosyal konut üretimine yanaşmaması sonucunda doğmuş oldu. Zaman zaman yıkımlar gündeme geldiyse de asıl olarak devlet gecekondu yapımı­ na göz yummuştur. Çünkü bu yolla, işgücünün yeniden üretilmesinde zorunlu olan ba­ rınma ihtiyacının karşılanmasının maliyeti, tamamen göçmenlerin sırtına yüklenmiş olu­ yordu. Yani proleterleşme sürecinin sistem açısından “ucuza getirilmesinin” bir yolu ola­ rak gecekondulaşmaya büyük ölçüde göz yumuldu. ilk yapıldığı dönemde gecekondular acil barınma ihtiyacım karşılamak amacıyla kul­ lanıcıları tarafından derme çatma malzemelerden inşa edilmişlerdi. İşgalci, yapıcı ve kullanıcının henüz ayrışmadığı bu dönemde gecekondu üretimi konut piyasasının dışın­ da gerçekleşiyordu, öyle ki yapıldığı malzeme bile sağdan soldan toplanmış ağaç, te­ neke vs.'den ibaretti. Yerleşim henüz resmileşmediğinden ticari bir beklenti de söz ko­ ___

7 4 ________________________________________________________________________________________


___________________________________________ varoşlar üzerine notlar___ nusu değildi. Ancak zamanla kayda değer bir oy potansiyeline sahip olan işgalciler, ye­ rel yönetimlere yerleşimlerini meşrulaştırması yönünde baskı yapmaya başladılar. Yer­ leşimlerin meşrulaşmasında, seçmen olmaktan kaynaklı gücün yanısıra en etkili yön­ temlerden biri de kitlesel eylemlerdi. Eylemlerin kitleselliği meşruluğu da beraberinde getiriyordu. Toplu halde belediyeyi basmak, yol kesmek vb. eylemlerle yerel yöneticiler üzerinde basınç oluşturuldu. Özellikle 80 sonrasında medyanın çeşitlenmesiyle beraber gecekondulular, medya üzerinden de yerei yöneticilere baskı yaparak durumlarını iyileş­ tirmeye çalıştılar. İşgal alanları bir kez meşruluğunu kazandığında artık alınıp satılabilir bir meta hali­ ne de gelmiş oluyorlardı. 1970’lerden itibaren gecekondu üretiminde işgalci, yapımcı ve kullanıcının ayrıştığını görüyoruz.2Yapımda kullanılan malzemelerde artık doğrudan pi­ yasadan edinilmektedir. Yapılan araştırmalar, 70’li yıllardan itibaren gecekondu üretimi­ nin konut piyasasına duyarlı bir şekilde gelişiiğini ortaya koymuştur. Ticarileşmeyle be­ raber, aynı kişinin birden fazla gecekonduya sahip olması ve kiracılık uygulaması görül­ meye başlandı. Böylece işgal ve kaçak konut üretimi zorunlu bir ihtiyaç olmaktan çıka­ rak, zenginleşme yöntemi haline gelmeye başladı. Yalnız burda altı çizilmesi gereken şey, bu durumun sadece kente gelen yoksul göçmenler için değil, tüm toplumsal kesim­ ler için geçerli olduğudur. Üst ve orta sınıflar da kent topraklarının işgali sürecinde yer alarak birikim sağlamışlardır. Gecekondu mahalleleri 70’li yıllarda radikal siyasi hareketlerin etkinlik kazandığı yer­ ler oldu. Ülke genelinde sınıf mücadelesinin yükselişi emekçi semtlerinde solun geniş bir taban kazanmasını sağladı. 80 darbesiyle kurulan askeri yönetim, solun “kurtarılmış böl­ gelerini” önce askeri/polisiye yöntemlerle kuşatma altına aldı. Daha etkili olan ekonomik yöntemlerse Özal döneminde gerçekleştirildi. 1983 yılında Özal, ilk kez hükümet kara­ rıyla, gecekondu bölgeleri için imar affı çıkararak tapu tahsis3 belgeleri dağıttı. Bu uyguama, 1970’li yılların sonunda sistemden uzaklaşarak radikal sol akımlara destek verme­ ye başlamış olan gecekonduluları yeniden kazanma yönünde bir girişimdi. Bu dönemde legal konumdaki pek çok konut, tapu tahsis belgesiyle meşrulaştı. Küçük mülk sahipli­ ği gecekonduluları giderek daha heterojen bir toplumsal kesim haline getirirken, daha bi­ reysel davranmaya ve toplumsal kurtuluş mücadelesinden uzaklaşmaya da zemin ha­ zırlamış oldu. Işık ve Pınarcıoğlu’nun ifadesiyle “gecekondulaşmanın yol açtığı arsa em­ lak piyasasında oluşan rantların geniş toplum kesimlerine transferi, yoksulluğun sistemi tehdit eder boyutlara gelmesini engellemiştir,"* Kırdan kente göç özellikle 80’den sonra uygulanan yeni liberal ekonomi politikaları­ na bağlı olarak hızlanmaya başladı. 1960-80 arası kentlerde yıllık nüfus artışı % 4’ken, 1980 -90 arası % 6’ya çıktı. Zaten kalabalık olan kentler daha hızla büyümeye başladı­ lar. Büyük bir hacme ulaşan enformel konut ve iş piyasasının etkisiyle artık bünyesinde çok heterojen bir nüfusu barındıran varoşlar kentsel yerleşimin en büyük kesimi haline geldi. Ruşen Keleş’in 1992 yılında verdiği rakamlara göre İstanbul ve İzmir’de kent nü­ fusunun yarısından fazlası, Ankara’da ise % 72’si varoşlarda oturmaktadır. Bu oranlar son on yılda daha da artmış olmalıdır. 90’lar boyunca varoşlar, hem yeni işgal ve yerle­ şimlerle yatay olarak hem de izinli/izinsiz çıkılan katlarla dikey olarak genişledi. Kent merkezinde yer alan bazı semtlerin varoşlaşmasını da buna eklemek gerekiyor. Varoşlaşan semtlerdeki yoğunluk oranı olağanüstü artarken5 sosyal yapı da -sınıfsal, kültürel, etnik ve mezhepsel olarak- daha heterojen bir hale geldi. 80 sonrası uygulanan yeni liberal politikalarla kent mekanı ulusal ve uluslararası ser­ mayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmeye başlandı. İstanbul örneğini inceleyen Hatice Kurtuluş bu süreci “Kentsel gelişme sektörü çerçevesinde İstanbul metropolitan

75 —


T

— yol--------------------------------------------------------------------------------------- — alanına akan kamu kaynaklan ve ulusal/uluslararası sermaye, kentin mekansal yapısın­ da radikal bir dönüşüm süreci başlatmıştır. Kapitalist ekonomilerde egemen olan yeni-liberal ekonomi politikalarıyla paralel giden yeniden yapılanma süreçlerine, kentsel me­ kan, sermaye birikim sürecinin başrol oyuncularından biri olmakta... İstanbul, bir yan­ dan, yeni-liberal iktidarın ithal ikameci dönemin koruma duvarlarını kaldırmasıyla küre­ selleşen yasal ve yasadışı sermayenin yatırımlarına açılırken, diğer yandan da kentsel alandaki rantların büyüklüğünü fark eden ulusal sermayenin çekim alanına girmekte­ dir,”6 ifadesiyle özetliyor. Sınıflar arasındaki eşitsizlik derinleştirirken, bu sürece paralel olarak kent mekanındaki kutuplaşma da belirginleşmeye başladı. Orta ve üst sınıflar kentin dışında “refah adacıkları” olarak adlandırılan özel güvenlikli lüks sitelere taşınır­ ken, işçi sınıfı ve kent yoksulları kentin sürekli daha dış çeperine doğru yayılan varoş­ larda görece “kapalı" bir yaşam sürmeye başladılar. 90’lı yıllarda kentler yeni bir göç dalgası ile karşılaştı. “Düşük yoğunluklu savaş”ın metropollere sürdüğü Kürt köylüleri kentlerin yeni ve en yoksul göçmen tabakasını oluş­ turdular. Zorunlu göç niteliğindeki Kürt göçü daha önceki göçlerden çok daha ağır sos­ yal sorunları da beraberinde getirdi. 3 milyonun üzerindeki Kürt nüfusu, metropollerin en çeperindeki alanlara ve “çöküntü alanı” olarak tabir edilen merkez içi mekanlara yer­ leşmek zorunda kaldılar. Göçün bir anda tüm aile bireylerini kapsaması, maddi birikim­ lerin neredeyse tamamen geride bırakılmış olması, hiç bir sosyal güvencenin olmaması ve 90’larda kentsel olanakların tükenmiş olduğu gerçeği Kürt göçmenleri çok ağır şart­ larla karşı karşıya bıraktı. Bugün Türkiye metropollerinde kent yoksullarının önemli bir bölümünü zorunlu göçle gelen Kürtler oluşturmaktadır. Son olarak IMF güdümünde uygulan “tarım reformu”nun tarım sektörünün tasfiyesi­ ne ve kırlardan kentlere yeni bir göç dalgasına yol açacağı görülüyor. Tarım üreticileri, IMF programlarına bir süre direnseler de, orta vadede göç kaçınılmaz olacaktır. Bazı araştırmalar yeni göç dalgasının beklenenden de daha çabuk bir sürede gerçekleşeceği­ ni gösteriyor. Tarımla geçimin yaygın olduğu 23 ilde İstanbul Belediyesi’nin yaptırdığı bir araştırmada, başta İstanbul, İzmir ve Antalya olmak üzere büyük şehirlere 2 milyon köy­ lünün göç edeceği ortaya konuluyor. Araştırmaya göre, 2003 yılında bu illerden sadece İstanbul’a 500 bin kişi göç edecek. IMF güdümünde uygulanan yeni liberal politikaların yol açacağı yeni göç dalgası, kent yoksulluğunun kır bağlantısını da ortadan kaldıraca­ ğı için varoşlarda sınıfsal çelişkilerin çok daha keskinleşmesine yol açacaktır.

III - YOKSULLUK MERDİVENİ İş piyasasının yeterince gelişmediği üçüncü dünya ülkelerinde, alt sınıflar açısından ekonomik refaha kavuşma çabasında konut piyasasının daha elverişli olması yaygın olarak görülen bir durumdur. Şehre gelen göçmenler düzenli bir iş bulamasalar bile ucuz arazi temin etmek yoluyla ekonomik durumlarını iyileştirebildiler. Düzenli bir iş gelirine sahip olamayan ya da çalışarak elde ettiği gelirle sosyal konumunu yükseltemeyenler için enformal konut edinimi çok daha cazip görülmüştür. Arazi işgalleri ve ucuz konut edinimi, -herkes bu sürece eşit oranda katılamadığından, hatta kimileri dışlandığındansosyal tabakalaşmayı önemli ölçüde etkileyen bir faktör oldu. Siyasi bağlantıları olanlar ve hemşehrilik, mafya ya da başka bir örgütlülük içinde bulunanlar bu konuda daha avantajlı olmuşlardır. ilk gelen göçmenler sonradan gelenlere göre daha avantajlı bir konumda oldular. Er­ ken gelenler enformel konut piyasası içinde edindikleri arsa ve gecekondularını sonra-

__ 76 ____________________________________________________________


___________________________________________ varoşlar üzerine notlar___ dan gelenlere kiraladılar ya da sattılar. 80’li yılların sonunda imar izinlerinin çıkmasıyla gecekondular hızla apart-kondu da denilen çok katlı beton yapılara dönüştü. Bu yıllarda gecekondu sahipleri, bu fırsatın bir daha yakalanmayacağı düşüncesiyle tüm birikim­ lerini kullanarak ve borçlanarak birbirleriyle yarışırcasına 4-5 katlı binalar yaptılar. Bina­ lar daha bitmeden içlerine girildi ve oturulurken eksiklerin tamamlanması yıllarca sürdü. Sonuçta bir köy manzarasını andıran gecekonduların yerini çoğu bitişik nizam yapılmış kırmızı tuğla ve beton yığınları aldı. Binaların son katlarında görülen inşaat demiri sa­ çakları ise ilerde daha fazla kat çıkma ihtimalini hep canlı tutacak bir işaret gibi kaldı. İlk gelenler görece kent merkezine daha yakın bölgelere yerleşmişlerdi. Daha sonra gelenler daha çeperlere yerleşmeye başladılar. Merkezi bölgelerde tutunamayanlar, daha çeperlere taşınarak ev sahibi olabildiler, işgal ya da enformel satışlarla edinilebi­ lecek topraklar sonsuz olmadığından enformel konut alanının genişlemesi bir yerde dur­ mak zorundaydı, işgaller 90’lı yıllar boyunca da azalarak sürdü. 90’lı yıllarda gelen yok­ sul göçmenler genelde daha önce gelenlerin yaptığı apart-kondulara kiracı olark girdi­ ler. Böylece erken gelenler geç gelenlerin üzerinden rant elde etmeye başladılar. Kent genişledikçe merkeze yakın olan eski gecekondu mahallelerinde gayrı menkul fiyatları hızla yükseldi ve buralarda oturanlar görece daha fazla kazanç sağladılar. Konut piya­ sasında yaşanan “nöbetleşe yoksulluğa”7 paralel olarak, iş piyasasında da kente daha erken gelip küçük bir atölye açmış olanlar, sonradan gelenleri (çoğunlukla akrabalarını) işçi olarak yanlarına aldılar. Kentleşme sürecinde, erken gelen göçmenler, adeta bir sonraki kuşağa yoksulluğu devrederek bir üst basamağa çıktılar. Kapitalizmin gelişim bi­ çimi genel beklentinin aksine emekçileri asgari bir yoksulluk sınırında eşitlemeyip, son derece karmaşık bir sosyal tabakalaşmaya yol açtı. Yoksulluk kavramını tartışan Işık ve Pınarcıoğlu, yoksulluğun iki türünden söz edi­ yorlar. Birincisi Batı literatüründe underclass (sınıf altı) olarak tanımlanan izole edilmiş ve değiştirme güçlerini yitirmiş bir şekilde terkedilmiş kent merkezlerinde yaşayan kent yoksulları; öbürü ise kentlerin çeperlerinde, hemşehrilik bağları ve enformel sektörün olanaklarıyla yaşam koşullarını dönüştürme gücüne sahip olan varoş yoksulları. Kent yoksullarıyla varoş yoksulları arasında yapılan ayrım doğru görünmekle beraber, Işık ve Pınarcıoğlu’nun ‘tinerci çocuklar’ dışında Türkiye’de dışlanmış kent yoksulu olmadığı iddiasını8 onaylamak mümkün değil. En azından 90’lı yıllarda İstanbul’da böyle bir kesi­ min ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Kent yoksullarını Avrupa ve ABD'de olduğu gi­ bi ille de kent merkezlerindeki çöküntü alanlarında aramak gerekmiyor. Tarlabaşı gibi kent merkezindeki “çöküntü alanlarını” saymazsak varoşlarda çeşitli nedenlerle dışla­ nan, izole olmuş, dönüştürme güçlerini yitirmiş hanelerin oluştuğunu göz önünde bulun­ durmak gerekir. Sema Erder’in Ümraniye araştırmasında terkedilmiş yaşlılar, dullar, iş kazalarında sakatlananlar, zorunlu göçle gelen Kürtler vb.'lerinin -akrabaları olsa biledışlandıkları anlatılmaktadır.9 Varoşlarda “en alttakileri” oluşturan kesimin, dayanışma ağlarının dışına düşme ve yükselme umudunu yitirme anlamında dışlanmış kent yoksu­ luna dönüştüğü söylenebilir. Geleneksel dayanışma ağları hiç bir zaman herkesi kapsa­ madığı gibi yer yer çözülme sürecini de yaşıyor. Sevilay Kaygalak’ın Mersin’in Demirtaş Mahallesi’nde yaptığı alan araştırması da mahalleye 90’larda gelen göçmenlerin (ki büyük oranda Kürt) toplumsal konumlarını yükseltme umudu taşımadıklarını ortaya koyuyor. Kaygalak’ın araştırması mahallenin “yerlileriyle" farklı dönemlerde göç etmiş olanlar arasındaki sosyal farklılaşmayı net bir biçimde ortaya koyuyor. 90 sonrası göç etmiş olanlar daha öncekilere oranla daha çok enformel sektörde çalışıyorlar, işsizlik ve çocukların çalıştırılması daha yaygın, eğitim ve sağlık hizmetlerden daha az yararlanıyorlar.10

77 —


— yol------------------------------------------------------------------------------------------Kent yoksulluğu 80 öncesinde kolayca geçici bir kategori olarak değerlendirilebilirdi. Ancak artık niteliksiz emek açısından yükselme umudu büyük oranda tükenmiştir. Enforme! sektörün ve mafya ekonomisinin sunduğu olanakalar da sonsuz değildir. Tıpkı enformel konut piyasasının artık son sınırına gelmiş olması gibi, uluslararası sermaye örgütlerinin dikte ettirdiği yasal düzenlemelerle enformel iş piyasası da ciddi bir sınırla­ ma girişimi ile karşı karşıyadır. Tabi bunun ne kadar başarılabileceği ayrı bir konu. Çün­ kü “küreselleşme” olarak adlandırılan sürecin sağladığı yeni imkanlarla birlikte enformel sektör yeni olanaklara kavuştu. Bavul ticaretinden korsan cd’ye çok geniş bir yelpazede uluslararsı bir nitelik kazanmış durumda. Sonuç olarak yoksulluk merdiveninin en alt basamağındakiler artık sistem içinde yükselme umutlarını büyük oranda yitirmişlerdir. Bu kesim yeni katılımlarla sürekli büyürken, bir yandan da enformel sektör kimi rahatlama kanalları yaratmaktadır. Enformel sektörün işleyişi, işçi sınıfı ve kent yoksullarını belli bir yoksulluk düzeyinde eşitlemek yerine, çok katmanlı ve hareketli bir tabakalaşmaya yol açmaktadır.

IV - YERELİN KURULUŞU Gecekondu hareketi özellikle işgal ve yerleşme sürecinde radikal bir görünüm arzediyordu. Yerleşimin meşrulaşmasının ardından, gecekondulular yaşam koşullarının iyi­ leştirilmesi yönünde mücadele etmeye başladılar. Konut güvencesinin sağlanmasından sonra su, kanalizasyon, elektrik, ulaşım, okul vb. talepler öne çıkmaya başladı. Bu ta­ leplerin karşılanması için yerel yönetimle sürekli ilişki içinde olmak gerektiğinden özel­ likle muhtarlık ve belediye seçimlerine karşı ilgi hep yüksek oldu. Formel yerel politika­ ya aktif olarak katılanlar, genellikle mahallenin eskileri ya da işgal sürecinde önder ro­ lü oynamış kişilerdi. Ekonomik durumları görece iyi olan bu kişilerin, muhtarlık ve bele­ diye meclislerinde görev alarak mahalle halkıyla resmi kurumlar arasında aracılık rolü oynadıkları söylenebilir. Belediye olmak ya da bir belediye sınırlarına katılmak mülkiyet haklarının büyük öl­ çüde garantiye alınmasını sağladığından, yerel politikanın yapılabilmesi için bir başlan­ gıç notası olma özelliği taşıyor. Ortak bir mekanda yüz yüze toplumsal ilişkilerin sürek­ lilik kazanmasıyla “buralı” olma bilinci gelişiyor. Yerelin sürekli yeniden kurulduğunu be­ lirten Sema Erder, onun karmaşık yapısını anlamak için hem yerelin iç ilişkilerine hem de sistemle kurulan ilişkilere bakmak gerektiğini söylüyor." Yerel üstü kurumlar yerelin bünyesine uyum sağlayarak işleyebiliyorlar. Örneğin siyasi partiler arasında ulusal öl­ çekte yaşanan çelişkiler, yerel politikada önemsizleşebiliyor. Yerelin kurulmasında muh­ tarlık, cami, cemevi, dernek, kahve gibi mekanlar önemli bir işlev yükleniyor. Kahvelerin bir kısmı mesleki gruplara ait olabilirken, çoğu hemşehri gruplarına göre ayrılıyor. En çok başvurulan kurum muhtarlık, arkasından belediye. Mahalleli çoğu zaman belediye ile ilgili işlerini de muhtarlık aracılığıyla halletmeye çalışıyor. Muhtar ve belediye görevli­ lerinden sonraki en etkili kesim esnaf, öğretmenler ve din görevlileri. Hemşehri ve çev­ re derneklerine düzenli gidenlerse çoğu zaman parası ve zamanı olan görece iyi konumdakiler oluyor. Yerel kimliği benimsemede ve yerel politika ile ilgilenmede en isteksiz olanlar genel­ de o yerele konum kaybederek gelenler, kiracılar, “en yoksullar”, iyi gelir getiren düzen­ li bir işe sahip küçük burjuva aileler, uzun çalışma saatleri olanlar. Yerelle kendisini da­ ha çok ilişkilendirenlerse ev sahipleri, esnaflar, gençler ve kadınlar. Yerelin kurulmasına cinsiyet ilşikileri ekseninde bakan Heidi VVedel ise yerel üstü aidiyetler kurmada erkek­

__ 78 ____________________________________________________________


___________________________________________ varoşlar üzerine notlar___ ler kadar şanslı olmayan kadınların, kendilerini yerel ilişkiler içinde var ettiklerini söylü­ yor.12 Erkekler mahalle dışında çalışma koşullarıyla bağlantılı ilişki ağları geliştirebilirken kadınlar ilişki ağlarını kendi çevrelerinde, oturdukları mahallede ya da evlerde oluş­ turuyorlar. Alt yapı eksikliğinden kaynaklı sorunlardan en çok etkilenenler kadınlar oldu­ ğundan bu konuda oluşan yerel politikanın asli unsuru da kadınlar olmakta. Konut ve iş piyasasına ulaşmada kullanılan kanal hala büyük ölçüde hemşehrilik ve akrabalık bağlarıdır. Akrabalık bağlarının sıklığı coğrafi yakınlığa bağlı olarak değişiyor. İlişki sıklığı en çok komşu hemşehriler arasında görülüyor. Ancak Erder’in de belirttiği gi­ bi “parasal ekonominin büyük ölçüde egemen olduğu bu ortamda, enformel ilişki kanal­ ları nitelik değiştirmiş ve geleneksel dayanışma ilişkileri olmaktan uzaklaşmıştır. Gerek burada kurulan yeni yerel topluluk ilişkileri, gerekse gelirken getirilen kökene dayalı iliş­ kiler, kentsel yaşam deneyimleriyle yeniden tanımlanmıştır.”13 Hemşehriler ve akraba­ lar arasındaki dayanışma ilişkisi giderek seçici bir ilişki sistemine dönüşmüştür. Hem­ şehrilik bağı eğer bir çıkar sağlıyorsa kullanılır olmuştur. Bir avantaj yaratmayan hem­ şehrilik ve akraba ilişkilerinin önemsizleştiği görülüyor.

V - KİMLİK VE CEMAATLEŞME Gecekonduların kuruluş dönemlerinde, işgal ve meşrulaşma sürecinde farklı hem­ şehri grupları arasında zorunlu bir dayanışma mevcuttu. Bu dönemde kimlik daha çok hemşehrilik bağlantısıyla ifade ediliyor ve gerginlik yaratan bir ayrışma olarak görül­ müyordu. Elbette kimlik çatışmasının bu dönemde yaşanmamış olması, farklılıkların ol­ mamasından değil bu farklılıkların bir sorun olarak tanımlanmamasından ileri geliyordu. Yerleşme süreci meşruluk kazanılarak tamamlandıktan sonra, yaşam standartlarını art­ tırma yönünde bir mücadelenin başladığını yukarda belirtmiştik. Ancak farklı gruplar arasında kentsel olanakların paylaşımından doğan gerilime yeterli kamusal kaynak ayrıl­ mamasından dolayı bir çözüm üretilemeyince, yeni dayanışma ağları oluşturmanın, ya­ ni cemaatleşmenin zemini yaratılmış oldu. Kaynakların paylaşılmasından çıkan sorunlar etnik ve mezhepsel çelişkileri arttırıcı bir rol oynadı. Ancak kıt kaynaklar için mücadele ile etnik ve mezhepsel çelişki arasında mantıksal bir bağ olmadığını belirtmek gerekir. Paylaşım mücadelesinin etnik ya da dinsel bir boyut kazanması tarihsel gelişmelerle il­ gilidir. Devletin 80 sonrasında kamusal harcamaları kısarak sosyal görevlerinden adım adım çekilmesi yoksul halkın yeni dayanışma örüntüleri oluşturmasını zorunlu kılıyordu. Ama bu yeni dayanışma örüntüsünün hangi temelde kurulacağı (sınıfsal, dinsel ya da etnik) ancak tarihsel gelişmelerle açıklanabilir. Varoşlarda 80’den sonra neden dini ce­ maatleşme öne çıktı? Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor. Etnik, dinsel ya da kültürel farklılıklar kendliğinden toplumsal gerilime yol açmazlar. Kimlikler ya da doğuştan ka­ zandığımız etnik ve dinsel özellikler, siyasallaştığında, yani bu kimlik üzerinden kamu­ sal kaynaklara ulaşmaya ve siyasi güç elde etmeye çalışıldığında, kutuplaşma nedeni haline gelirler. Bu yüzden bugün varoş dediğimiz bölgelerde yaşanan etnik ve mezhep­ sel gelişmeleri anlamak için (aslında sorunun kaynakları daha öncesine gitse de) 80 sonrası gelişmelere bakmak gerekir. 80’li yıllar kimlik temelli politikaları anlamak için hayati önemdedir. 80 askeri darbesi ile Türkiye’de sınıf mücadelesi bastırıldı ve her türlü sınıfsal örgütlenme zor yoluyla da­ ğıtıldı. Sınıf kimliğinin kendini ifade etmesinin kanalları kapatılınca, başka kimliklerin öne çıkartılabilmesinin koşulları da hazırlanmış oldu. Üretim sürecinin ve dolayısıyla işçi

79 ---


— yol------------------------------------------------------------------------------------------------sınıfının post-fordist yöntemlerle parçalanması ve enformel sektörün hızlı gelişiminin de sınıfsal kimliğin oluşmasının önünde nesnel bir güçlük yarattığını belirtmek gerekiyor. Ancak asıl belirleyici olan sınıfsal örgütlenmenin yasaklanmış, her türlü sınıfsal örgütlen­ meye karşı azgın bir saldırının başlatılmış olmasıdır. Fiziki saldırının yarattığı tahribat ideolojik saldırı içinde uygun bir zemin yaratmıştı. 1980 askeri darbesini gerçekleştiren generaller sol ideolojiye karşı “Türk-islam sen­ tezi” adı altında sünni-muhafazakar değerleri toplumda yaygınlaştırmayı hedeflediler. Cami ve imam-hatib liselerinin sayısı artırıldı, ortaokul ve liselerde zorunlu din dersleri okutulmaya başlandı. Devlet tarafından himaye ve teşvik gören Sünni kesimlerin, kent­ sel olanakların yetersiz kaldığı durumlarda camii yardımlaşma derneklerinin etrafında cemaatleşerek bir iç dayanışma yaratmaları zor olmadı. Kamu harcamaların sürekli azalması, cemaatler içinde karşılanan ihtiyaçların miktarını zamanla arttırdı. Ortak ihti­ yaçların dinsel enformel ağlarla sağlanması yaşam biçimlerinin de gittikçe farklılaşma­ sına neden oldu. Sünni İslam temelindeki örgütlenmenin kentlerde yaygınlaşması, Aleviler’de buna karşı bir örgütlenme ihtiyacım gündeme getirdi. 80 öncesindeki kıyımlar daha hafızalar­ dan silinmemişken Sivas’da yaşanan 2 Temmuz olaylarından sonra Aleviler savunma psikolojisiyle hızla örgütlenmeye başladılar. Ancak Aleviler’in cemaat kimlikleriyle kent­ sel örgütlenmeler yaratma çabaları kültürel, idari ve siyasal engellerle karşılaşmaktadır. Bu eşitsiz durum mezhep kimliğinin daha da öne çıkmasına neden olmuştur. Başka bir gerilim ekseni ise Kürtler’in zorunlu göçü sonucunda artan etnik çelişkiler­ dir. 1990'lı yılların başında zorunlu göçle gelen Kürtler kentlerin en yoksul aileleri duru­ mundadır. Yukarda da belirttiğimiz gibi aile bireylerinin tamamı aynı anda gelmek zorun­ da olduğundan ve köyle bağlar tamamen koptuğundan bu göç daha önceki göçlerden çok daha tahripkar sonuçlar yaratmıştır. Devletin yaklaşımı ise zorunlu göçü görmezden gelmek biçimindedir. Devlet yetkilileri Kürt göçmenlerin teme! ihtiyaçlarının karşılanma­ sı yönünde herhangi bir adım atmazken, Kürt hareketinin oluşurduğu kurumların bu kit­ leyle dayanışmasının da önünü kesmeye çalışan bir tutum içersindedir. Dil konusunda­ ki katı tutum, Kürt göçmenlerin resmi kurumlarda işlerini görmelerini neredeyse imkan­ sız hale getirmiştir. Kürt göçmenlerden sünni olanlar mezhep kimliklerini öne çıkararak Sünni kesimden yardım alabilmekte. Alevi Kürtlerse yine mezhep bağından dolayı Alevi kesimden kısmen yardım alabilmektedir. Büyük kentlerdeki başka bir kalabalık etnik gurupsa Balkan göçmenleridir. Çeşitli ta­ rihlerde Türkiye’ye zorunlu göç yapmış olan Balkan Müslümanları genellikle, devlet ta­ rafından İskan edilmişlerdir. Balkan göçleri erken tarihlerde yaşandığından çoğunlukla Rumların boşalttığı evlere yerleştirilmişlerdir. Formel konut alanları içersinde yaşayan Balkan göçmenleri etnik kimliklerini bastırıp müslüman kimliğini öne çıkarma eğiliminde­ dir.14 Gecekonduların apart-kondulara dönüşmesiyle nüfus yoğunluğu 4-5 katına çıkan es­ ki gecekondu mahallelerinde ekonomik yapı kadar kültürel yapı da heterojenleşmeye başladı. Eskiden sadece belli bir hemşehri grubu ile özdeşleşen mahallelere apartman­ ların yapılıp kiracıların gelmesiyle, Türkiye’nin her yerinden insanlar buralara yerleşme­ ye başladı. Kültürel çeşitliliğin artması farklılıkların daha fazla öne çıkarılmasına yol aç­ tı. Özellikle dayanışma ağları sağlayan, güçlenmeye imkan veren kimlikler öne çıkarıldı. Mesela Karslıların çoğunlukta olduğu bir mahallede hemşehrilik bağı kimi dayanışma ağlarına girme olanağı sağlayacağından Karslı olmak öne çıkarılması gereken bir kim­ lik olmaktadır. Siyasetin de çoğu zaman hemşehrilik ve etnik kimlikle içiçe geçmesi bu durumu pekiştirmeye devam ediyor.15

__ 80 ____________________________________________________________


___________________________________________ varoşlar üzerine notlar___ Varoşlarda kültürel çelşkilerin önemli bir boyutu da gençler ve çocuklarla ilgilidir. Ço­ cukların sosyalizasyonu bütün toplumlar için temel önemde konulardan biridir. Köy top­ luluklarında çocuklar ebevyenlerinin dışında köydeki tüm yetişkinlercede denetlenirler. Belki bu durum gecekondu mahallelerinin ilk hali için de bir ölçüde geçerli sayılabilir. An­ cak varoşlar heterojen bir yapı kazandığından çalışan ebevyenler için çocukların sosya­ lizasyonu ciddi bir sorun haline geldi. Bu gün varoş çocukları eğer bir yerde çırak olarak çalıştırılmıyorlarsa sokakta konrolsüz bir biçimde sosyalleşmektedir. Bu yüzden çoğu Sünni aile için kuran kursları, çocuğu “sokakdan kurtarmanın” yolu olarak görülmektedir, imam Hatip okulları da, medyada sürekli uyuşturucu ya da seks skandali ile gündeme gelen “laik" okullara karşı, çocukların teslim edilebileceği emin yerler olarak görüldüğün­ den sünni aileler için cazip hale gelmiştir. Gençler her zaman, her toplumsal kesimin radikal eğilimlerinin temsilciliğini yap­ mıştır. Sünni gençler, imam hatip liseleri ve çeşitli islami kurslarda aldıkları eğitim so­ nucunda bir önceki kuşaktan daha homojen bir sünni inanışa sahiplerdir. Aleviler’de ise gençler Alevi kimliğini yeniden keşfetme duygusu içersindedirler. Orta yaşlılar Ale­ vi kimliğinin ılımlı yönlerini öne çıkarırken, gençler daha radikal öğeleri öne çıkarmak­ tadır. Varoş gençliğinin bir kısmı da faşist ve mafyatik organizasyonlarla ilişki içinde­ dir. Faşist ve mafyatik örgütlenmelerin sağladığı güç ve çıkar ilişkileri, bu kesimi, ala­ bildiğine yozlaştırarak siyasi gericiliğin tabanı ve vurucu gücü haline getirmiştir. Varoş gençliğinde işsizlik oranı diğer yaş gruplarına göre çok daha yüksektir. Çoğunluğu mesleki bir beceriye de sahip olmadığından, tekstilde ya da hizmet sektörünün en alt basamaklarında (tezgahtar, komi, kurye, küçük atölye işçisi vb.) geçici işlerde çalı­ şmaktadırlar. Üretim sürecindeki belirsiz konumları sınıf bilincin oluşmasını zorlaştır­ sa da, varoş gençliği adalet, zengin düşmanlığı, dayanışma vb. sınıfsal temaları bilinç dağarcığında bulundurmaktadır. * * * * *

Varoşlaşma özellikle 80 sonrasında uygulanan yeni liberal politikaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Benzer bir süreç, 70’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde de yaşanmış­ tı. Kronik işsizlik, enformel sektörün hızlı gelişimi, orta sınıfların yaşam mekanlarını ay­ rıştırma eğilimi gibi benzerlikler kurulabilir. Ancak önemli ayrımlar olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’deki küçük mülkiyetle devlet arasındaki tarihsel ilişki, iş ve ko­ nut piyasasındaki özgünlükler, mezhepsel ve etnik çelişkiler, Latin Amerika’da olduğu gibi devletten bağımsız bir dini örgütlenmenin olmayışı, kadınların siyasete katılımında­ ki kısıtlılıklar vs. üzerinden atlanamayacak ayrımlardır. Yine gelişmiş kapitalist ülkeler­ deki gettolarla üçüncü dünya ülkelerindeki varoşlar arasında önemli farklar vardır.16 80'li yıllarda yeni bir sermaye birikim modeline geçen dünya kapitalizmi, ithal ikame­ ci kalkınma modelinin aksine sınıfsal eşitsizlikleri sürekli derinleştiren yeni-liberal politi­ kaları uygulamaya koydu. Bu sürecin bir yansıması olarak kentlerde de sınıfsal eksen­ deki mekansal ayrışma tam bir kutuplaşmaya doğru evrildi, evriliyor. Bir yanda orta ve üst sınıfların kent dışındaki “refah adacıkları mantar gibi çoğalırken madolyonun öbür yüzünde eskinin homojen ve yükselme umudunu koruyan gecekondu mahalleleri, kent nüfusunun yarısından çoğunun farklı çelişkileri içiçe yaşadığı varoşlara dönüştü, dönü­ şüyor. IMF patentli tarım politikaları sonucunda önümüzdeki yıllarda varoşların nüfusu­ nun yeni göçmenlerle daha da artacağına kesin gözüyle bakılıyor. Son gelenler için ne işgal edilecek yeni araziler kalmıştır ne de istihdam edilebilecekleri bir iş piyasa­ sı mevcuttur. Bu açıdan deniz tükenmişir. Üstelik kırsal üretimin tasfiyesi kent yok­ sulları için kır desteğinin de sonunu getireceğinden yoksullaşma çok daha katlan 11-

81


------------- -- --------------------------------

— yol------------------------------------------------------------------------------------------------maz boyutlara ulaşacaktır. Varoşlarda yoğunlaşan yoksulların düzenle olan çelişkileri sınıfsal dayanışma örüntüleri oluşturularak gerçek hedefine yöneltilemezse dinsel ya da etnik hareketler biçimi­ ne bürünerek kendisini ifade etmesi kaçınılmazdır. Zaten bu durum belli bir ölçüde ger­ çekleşmiş durumdadır. Derinleşen yoksulluk kitlelerin kendiliğinden sola yönelmesini sağlamayacaktır. 80’den bu yana farklı düzen içi siyasi odaklar -yıldızları hemen sönse de- yoksullar için çekim merkezi olabildi. Özal’dan sonra SHP, 90’larda Rerfah Partisi, 99’da MHP ve son olarak AKP yoksullar için çekim merkezi oldular. Ancak düzenim ha­ kim ideolojisi olan yeni-liberalizmin önerdiği politikalar, yoksulların sistemden giderek daha fazla kopmalarına yol açıyor, iş güvencesinden ve eğitim olanaklarından yoksun, sağlıksız konutlarda ve açlık sınırında yaşamak zorunda kalan insanlarda, özellikle de gençlerde zenginliğe karşı büyüyen öfke zaman zaman bireysel ya da kısa süreli kollektif eylemlerle kendini açığa vuruyor. Ancak bu öfkenin ana gövdesi şimdilik kendini radi­ kal sağ söylemlerle ifade ediyor. Geleceksizlik yoksulları radikal Islama da faşizme de sürükleyebilir. Bu olasılıkların önüne geçebilmek, devrimci/sosyalist güçlerin varoşlarda olup bitenleri iyi okumasına ve bunun gereğini yapmasına bağlı olacaktır.

__ 82


___________________________________________ varoşlar üzerine notlar___ DİPNOTLAR 1. Kurtuluş, Hatice. “ Mekanlarda Billurlaşan Kentsel Kim likler” , Doğu Batı Düşünce Dergisi, N.23, s.80, 2003 2. Koksal, Sema. “ Ticarileşen Gecekondu ve Kent Yöneticileri” , MÜ İktisadi ve idari Bil. Fakültesi Dergisi, C ilt VII, S. 1-2, 1990 3. Arsanın değil, sadece binanın size ait olduğunu gösteren yarı-tapu niteliğinde bir bel­ ge4. Işık, O. ve Pınarcıoğlu, M. Nöbetleşe Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s.77 5. İstanbul’da kentsel alan genişliğine göre kilometrekare başına düşen nüfus 4.800 kişi­ dir, Türkiye genelinde ise bu oran 78 kişidir. İstanbul’un en kalabalık ilçesi olan Gazios­ manpaşa’nın nüfusu 752.000.389, ikinci sırada olan Kadıköy’ün ise 663.000.299’dur. Nüfus yoğunluğu açısından ilk sırada olan Bayrampaşa’da I kilometrekarede 35.000.144 kişi yaşıyor. Yıllık nüfus artış oranında ise 66.3 ile Pendik ilk sırada. Bkz. Cogito N.35 Bahar 2003, s. 116 6. Kurtuluş, Hatice. A.g.y. s.86 7. Işık ve Pınarcıoğlu yoksulların homojen bir bütün olmadığını vurgulamak amacıyla “ nöbetleşe yoksulluk” kavramını kullanıyorlar. 8. A.g.y., s.97 9. Erder, Sema. İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İstanbul: İletişim, 1996, s.295-296 10. Kaygalak, Sevilay. “ Yeni Kentsel Yoksulluk Mersin/Demirtaş Mahallesi Örneği” , Praksis Dergisi, Bahar 2001, s. 12 4 -173 I I . Erder, Sema. Kentsel Gerilim, Ankara: um:ag, 1997, s.28-32 12. VVedel, H. Siyaset ve Cinsiyet, İstanbul: Metis 2001, s. 120-124 13. Erder, Ümraniye, s.304 14. Erder, Kentsel Gerilim, s.65-67 ve s. 145-148 15. Öncü, Ayşe. Radikal, 11.03.2002 16. Bu konuda kapsamlı bir tartışma için bkz. Metin Çulhaoğlu, “ Varoşlar ve Kent Yok­ sulluğu” , Sosyalist Politika, S. 10, Eylül 1996, s.83-123

83 —


SINIF M ÜCADELESİ BAĞLAM INDA ÖZGÜN SINIF YAPILARI VE BİRLEŞİK SINIF S TR A TE JİS İ (Y oksulluğun s ın ıf özü ve s ın ıf p ratiğine etk ileri) Haşan OĞUZ

GİRİŞ Yoksulluğun ve işsizliğin almış olduğu boyut, ülkemizin en yakıcı ve temel bir soru­ nu haline gelmiştir. Bu sorun içerik bakımından doğrudan ekonominin bir alanı olduğu kadar sınıf sorununun da temel bir alanı ve göstergesidir. Dolayısıyla yoksulluk sorunu­ nun çözümüne ilişkin öngörülen projelerin anlamlı olduğunu teslim ederken, sınıf müca­ delesi açısından yoksullaşma sürecinin nasıl bir sınıf profili çizdiğine ilişkin tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda gerek yoksullaşma sürecinin gerekse öz­ gün kültürel kimliklerin sınıf pratiklerini olumlu veya olumsuz düzeyde nasıl etkilediğini sınıf stratejisinin birliği bağlamında irdelemeye çalışacağım. Çünkü bu sorunlar sınıf stratejileri açısından hem kopuşun bir göstergesi niteliğindedir hem de parçalı yapının birleşik sınıf stratejisi açısından sorunlu olan bir bölümünü oluşturur. Doğaldır ki yoksul­ laşan kitle veya kültürel kimliklere bürünen yapılar ortak bir emekçi sınıf kimliğine sahip olsalar bile modern sınıf kimliği ile sınıf pratikleri açısından tartışmalı bir özellik göster­ mekten kurtulamaz. Çünkü bu durum hem yeni ve değişken sınıf dinamiklerinin parçalı konumunu ortaya çıkarmıştır hem de diğer kültürel kimliklerin ağırlığı ve baskısı altında sınıf karakterinin görünmez kılınmasına yol açmıştır.

I. YOKSULLUĞUN VE İŞSİZLİĞİN EVRİMİ SINIF MÜCADELESİNE NASIL YANSIYOR? Baştan yoksulluk vurgusunun yanıbaşına işsizlik vurgusunu bilinçli seçtiğimi söyle­ mek isterim. Yoksulluk ya da işsizlik, bir yerde birbirini tamamlayan iki ayrı kategori ol­ sa bile bu kavramlar birbiri ile bağlantısı açısından ülkemizin toplumsal yapısı ve top­ lumsal ilişkileri bakımından özel bir öneme sahiptir. Bu anlamda yoksullaşma süreci ya­ pıların belirlenmesinde önemli derecede rol oynayan sosyal bir gerçeklik olarak karşımı­ za çıkar. Kuşku yok ki yoksulluk ve işsizlik sömürü ilişkileri üzerine kurulmuş kapitalist sistemin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmde birey bir işe sahip olsa dahi yoksulluktan ve yoksullaşma sürecinin yarattığı sorunlardan kurtulması hemen hemen

__ 84


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ olanaksızdır. Ülkemiz somutluğu üzerinden konuşacak olursak eğer; neredeyse ülkenin çalışabilir nüfusunun yarısına yakını işsiz ve ülke nüfusunun büyük bir kısmı yoksuldur. Bu tablo ürkütücüdür. Ben bu yazıyı istatistik veriler ile şişirmek istemem ama tek başı­ na şu veri bile işin ne derece vahim noktada olduğunu göstermeye yeter; ülkemizde ya­ şayan en üst gelir gruplarının %20’lik bölümü toplam gelirin %48'ini alırken, en alt gelir gruplarının %20'lik bölümü toplam gelirin sadece %5.7’sini alabilmektedir. Artık bu yakı­ cı sosyal gerçeklik, gerek toplumsal ilişkilerde gerekse sınıf yapılarında kritik bir öneme sahip konular olarak ana gündem maddesi olmaya şimdiden adaydır. O halde bu sorun doğrudan sınıf stratejisinin ve onun mücadele perspektiflerinin oluşumunda dikkate alı­ nacak temel ve kritik bir konu olduğunu gösterir. Kapitalizmin varoluşu artan yoksullaşma ile büyümesine bağlıdır. Çünkü kapitalizm­ de nüfusun küçük bir kesimi zenginleştikçe onun zenginliği bir diğerinin yoksullaşması­ na bağlı olarak ortaya çıkar. Yoksulluk bugün öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, bu sorunun uluslararası bütün ilişkiler ve yapılar açısından gündemin ilk sıralarını almış olması hiç­ te tesadüfi bir gelişme değildir. Dolayısıyla yoksulluk ve işsizlik sorunu yakıcı bir şekilde uluslararası kapitalist sistemi doğrudan tehdit eden bir konum kazanmıştır. Burada teh­ dit şimdilik yoksulların organik bir örgütlenmesinin yakın vade için kapitalizme dönük po­ litik tehdidi olarak algılanmamalıdır. Ama onun yarattığı potansiyel enerjinin bir gün ken­ dilerine dönmesine duyulan korku yatar. Bu durumun uluslararası ilişkilerin en temel ve başlıca tartışma konusu haline gelmiş olmasının nedeni bu noktada aranmalıdır. IMF ve Dünya Bankası ya da Deutche Bank gibi finans kurumlarıyla birlikte değişik stratejik oluşumiarın özel olarak yoksulluk sorunu üzerine çalışma yapıyor olmalarının nedeni, ge­ leceğin en büyük tehdit öğesinin nasıl bertaraf edileceğine ilişkin bir mantık üzerinden kurulmuş olmasına bağlıdır. Dünyamızda ve Türkiye’de bu bölünme temel bir sınıf bölünmesi olarak her zaman­ kinden daha baskın ve çarpıcı bir görüntü oluşturmaktadır. Çelişki öyle bir noktaya evrilmiştir ki, dünya nüfusunun neredeyse 5/6’sı yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya gelmiş­ tir. Durum ülkemiz açısından da hızla bu noktaya doğru evrimleşmektedir. Türkiye’nin hızla Latin Amerikalılaşma sürecine doğru kayma eğilimi soyut bir analiz değildir. Oysa teknolojinin yeni olanakları üretimi hızla artırırken ve bütün insanlık için yeterli bir mad­ di üretim elde edilirken, bölüşüm ve dağılımdaki var olan adaletsizlik yoksullaşmayı da­ ha da artırmış ve bu yönde bir derinleşme gözlemlenmiştir. Adil bir paylaşım olsaydı dünya halklarının yaşam standardı en azından Batı Avrupa halklarının yaşam standar­ dı seviyesine ulaşabilirdi. Gerçekten dünya toplam üretiminin adil bir bölüşümü ve pay­ laşımı gerçekleşseydi bütün insanlığa yetecek ve yoksulluğun yaşanmayacağı mutlu ve özgür bir dünya oluşturmak mümkündü. Ama bu durum, yani adil bir paylaşıma dönük politik tasarım asla kapitalizmin mantığıyla uyuşmaz. Oysa kapitalizm sadece emekçile­ rin maddi gereksinmelerini değil, bütün insanlığı ve insana ait bütün değerler sistemini yok etmiş ve dolayısıyla dünyamızı karanlık bir sürecin girdabı içine çekmiştir. Bush ile başlayan ABD’nin yeni güvenlik stratejisi kapitalizmin vahşi yüzünü göstermesi bakımın­ dan çok daha açık olarak tehlikeli bir sürecin başlangıcı anlamına gelmektedir. Bu an­ lamda insanlığın önünde kaçınılmaz olarak iki yol vardır; ya bu vahşetten kurtulmak ve özgür ve mutlu bir dünya yaratmak ya da açlık, savaş ve hastalıklarla toptan yok olmak. Ortada ara bir durak yoktur artık. Öyle sanıyorum ki tek başına yoksulluğun yarattığı bu devasal sonuçlar bile dünya kapitalizminin başına kabus gibi inecek süreçleri yaratacak ve onu olgunlaştıracak potansiyeli daha şimdiden ortaya çıkarmıştır. Bu tespit asla abartma sayılmamalıdır. Çünkü bu süreç zorunlu ve kaçınılmaz olarak sınıf bilincinin ze­ minlerini örecek yeni bir sürece kapıyı aralamak zorundadır. Elbette bu anlatımdan as-

------------------------------------------------------------------------------------------ 85 ---


— yol------------------------------------------------------------------------------------------la bilincin kendiliğinden oluşması gibi bir mantık çıkarılamaz. Yaşam zorunlu olarak bir noktadan sonra zaten zihinsel devrimin öznelerini de yaratarak gelişir. Zaten emperya­ lizmin silah zoru ile zapturapt politikasının nedeni bu gelişme dinamiğini doğmadan yok etme stratejisine dayandığı bilinir. Şimdi burada önemli olan sorun, yoksul halkların va­ rolan bu devrimci dinamizmini bilinçli sınıf pratiğine doğru nasıl taşınacağını gösterebil­ mektir. İçinde yaşadığımız toplumsal durum bir yerde çelişkiler momentinin giderek daha da keskinleşeceğini göstermektedir. Aslında böyle bir çelişki momenti, anlaşılabileceği gibi sınıf mücadelesinin de temel ve itici gücü anlamına gelmektedir. Bu konuda bir dizi ya­ nıltıcı liberal tezlerin hala varlığını sürdürmesi bu gerçeği değiştiremez. Çünkü kapitalist üretim sürecinde burjuvazinin zenginleşmesi nüfusun büyük gövdesi olan emekçilerin yoksullaşmasına bağlıdır. Dolayısıyla kapitalizmin vahşi kar hırsı asla maddi ürünlerin adil paylaşımına dayanmaz ve kapitalizmin insancıl kılınmasına yol açmaz. Bu yalın ger­ çek bütün insanlığın tarihsel deneyleriyle yeterince kanıtlanmıştır. Bunun görülmesi önemlidir ve bu gerçeklik kapitalizmin yaklaşık dörtyüz yıllık tarihsel deneylerinde sabit bir nesnelliktir. Özellikle son yirmi yılda... Özellikle Irak’a yönelik emperyalist abluka bu sü­ reci daha da olgunlaştıracak gibi gözükmektedir. Yoksullaşmayı anlaşılır olan bir tanımla belirtmek gerekirse, herşeyden önce insanı insan yapan koşulların ortadan kaldırılmasıdır, diye belirtebiliriz. En azından insan için gerekli olan maddi ve kültürel ihtiyaçların karşılanmaması olarak tanımlamak mümkün­ dür. Bu kavram salt maddi gereksinmeler düzeyinde kapitalist anavatanlarda işçi sınıfınının koşullarını açıklamada yetersiz kalsa bile (ki buralarda imkansızlıklar görelidir ve daha çok toplumsal refah ve kültürel yoksullaşma da diyebileceğimiz bir kıyaslanma dü­ zeyinden kurulabilir. Ancak bilinmelidir ki yeni yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere bir düzeyde maddi yoksunluk batı emperyalist merkezleri de içine almış ve yeni bir krizle karşı karşıya getirmiştir), bizim gibi ülkelerde krizin derinliği anlamında çelişkinin keskin bir düzeyde geliştiğini gösterir. Bu çelişki liberal söylemler tarafından ne kadar üstü ör­ tülürse örtülsün veya çelişkilerin anaforu ne kadar yumuşatılmak istenirse istensin bu uzlaşmaz karakteri ile bir sınıf çelişkisidir. Fakat çelişkinin kendisi salt yoksulluk veya iş­ sizlik düzeyinde kalan bir moment olarak başka momentlerle birleşmediği noktada sınır­ lı ve kadük kalmaya mahkumdur. Bu durum bir başka düzeyde sınıf mücadelesinin kri­ zini de derinleştiren bir faktör olarak düşünülebilir. Yoksulluk sınıf çelişkilerini artıran bir etmen olsa bile, bu sınıfın ideolojik, politik ve sınıfa ait tarihsel değerleri ile buluşamadığı noktada toplumsal çürüme de diyebileceğimiz bir sürece yol açar. Bu bir yerde sınıf hareketinin sağ ve sol kulvarlara sapması kadar kendi içinde bireyin tüketilmesine yol açan, insanı insan olarak yıkan bir bozulmayı da beraberinde getirebilir; bireysel intihar­ lar, emekçilerin birbirine karşı şiddeti ve toplumsal psikolojinin bozulması gibi sonuçlara da yol açan süreçlerde bir derinleşme gözlemlenir. Bu durum sınıf hareketinin bir düzey­ de bozulması da demektir. Burada sınıf stratejisi salt veya tek başına yoksulluğun ortadan kaldırılmasına dönük bir bakış mantığı üzerinden kurulamaz diye düşünüyorum. Gerçekte böyle bir yaklaşım kendi sınırlarını da belirleyen darlaşmış bir perspektif anlamına gelir. Ve asla yoksullu­ ğun ana nedeni olan kapitalizm ile hesaplaşmayı göze alamaz. Özellikle son zamanlar­ da yoksulluk sorunu üzerine, ülkemizde sistem içi palyatif çözüm arayışları başlatılmış­ tır. Bunların asıl amacı sistemin çelişkilerini daha da yumuşatarak bu sorunu sınıf zemi­ ninden çıkarmaktır. Ağırlıkla yürütülen projesel çalışmalar bu mantık üzerinden kurgu­ lanmıştır. Proudhon örneğinde olduğu gibi yoksulluğun felsefesine dayanan bir mantık, yoksul emekçilerin sınıf pratiklerini örecek bir gelişmeye yol açmaz. Bu anlamda yoksul___

8 6 __________ _____________________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ ların bilinçli bir devrimci kalkışmasına yol açmadığı tarihsel pratiklerle yeterince kan,1ic.nmıştır. Kapitalizmle hesaplaşmak yoksul işçinin bilinçli bir eylemini gerektirir. Gerçek^ kapitalizm yeni bir sınıfın doğuşunu yaratarak zaten başından itibaren kendi mezarını hazırlamıştır. Ama kapitalizmi o mezara sokmak bütünüyle bilinçli bir sınıf hareketine bağlıdır. Maoc'ın “Felsefenin Sefaleti"nde belirttiği gibi “...zenginliğin üretildiği aynı ilişki­ ler içinde yoksulluğun da üretildiği, üretici güçlerin bir gelişme gösterdiği, aynı ilişkiler içinde engelleyici bir gücün de bulunduğu, bu ilişkilerin burjuva zenginliğini, yani burjuva sınıfın zenginliğini, ancak bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliklerini sürekli yok ederek ve durmaksızın büyüyen bir proletarya yaratarak ürettiği her geçen gün biraz daha açı­ ğa çıkmaktadır.”(131) İşte bu gelişme bugün dünyamızın somutluğunda her zamankin­ den daha fazla anlaşılır olmaktadır, önemli olan dağılmış olan ve bilinç öğesinin paralize edildiği süreçlerden çıkmak ve birleşik bir sınıf hareketini kendi yatağına doğru çeke­ bilmektir. Gerçekten sınıf mantığı, maddi ihtiyaçların karşılanması kadar, kültürel ihtiyaçların veya insana özgü değerler toplamının radikal bir dönüşümünü gerekli kılar. Bu anlamda ileri sürülen tezlerde, doğrudan ekonominin alanı olan işsizlik ve yoksulluk sürecinin izah ediliş tarzının önemini yadsımadan, aynı şekilde sınıf bölünmesinde önemli bir öge olan ideolojik süreçlerin/kültürel kopuşların da izah edilmesinin gerekliliği veya temel espirisi bu noktada özel bir önem kazanır, işte bu dönüşüm bir yerde emekçi sınıfların ekonomik kölelikten kurtulmasını amaçlarken, aynı zamanda insan yaşamının bütün kir­ liliğine karşı olan koşullarının da ortadan kaldırılması demektir. Ve elbette doğanın kir­ letilmesine karşı da... Dolayısıyla bu bir yerde politik sınıf hegemonyasının tesis edilme­ si anlamına gelir. Bu anlamda sınıf mücadelesinin özgürleştirici rolü rasyonel olan ihti­ yaçların karşılanması kadar, yanısıra kültürel ve etik değerleri öne çıkaran bir bakış üzerinden kurulması gereken kavramsal bütünlüğü de ifade eder.

II. YOKSULLAŞMA SÜRECİNDE “İŞSİZ İŞÇİLERİN” SINIF STRATEJİSİNDE OYNADIKLARI ROL NEDİR? Yoksullaşan kitle ağırlıklı olarak işsiz ya da geçici iş konumlarında çalışan (tarım iş­ çiliği, taşeron işçiliği, işportacı, kahveci, lokantacı gibi geçici olan veya düzenli bir iş ko­ numuna sahip olmayan işçiler gibi) bir kitleyi oluşturur. Ama bu elbette şu demek değil­ dir; yoksullaşma süreci ilk önce işsiz ve geçici iş konumuna sahip emekçileri vursa bile, artık gelişme öyle boyutlara doğru evrilmektedir ki, düzenli bir işi olan, hatta devlet gü­ vencesinde bulunan bugünkü kamu emekçilerinin konumu gibi yoksulluktan kurtulmak anlamına gelmez. Bu bir yerde ağırlıklı olarak örgütlü olmayan emek türlerine de işaret eder. Bu anlamda yeni ve çeşitlenen emek türleri, devrimci staretejinin geleneksel olan konumunun da değişmesi anlamına gelmektedir. Bu anlamda yeni konumlanış toplum­ sal oluşumda yeni bir ilişki biçiminin doğduğunu gösterir. 19 ve 20’nci yüzyılda emek ile sermaye arasındaki ilişkinin doğal öznesi olan bir iş konumuna sahip olan emekçiler topluluğu, artık bugün alternatif stratejiler açısından geleneksel olarak (fabrika işçiliği anlamında) böyle bir kitlesel tabanı önemli derece de erozyona uğratmıştır. Bugün ge­ nişleyen ama aynı zamanda çok değişken sınıf güçlerinin devreye girdiği bir süreci ya­ şıyoruz. Üretim sürecinin bu yeni karakteri, doğal olarak bir yerde toplumsal yapı içinde yeni bir siyasal kitlenin yaratılmış olması anlamına da gelmektedir. Başka bir deyişle bu durumu, yeni toplumsal ilişkilerin ve yapıların tesisi olarak da değerlendirmek mümkün­ dür. Böylece genişleyen ama farklı kültürel öğelerle var olan ve bu anlamda farklı dav-

87 —


— yol------------------------------------------------------------------------------------------------ranış eğilimlerine sahip yeni bir işçi kitlesinin oluşması stratejik kurgumuzda dikkate al­ mamız gereken bir konumu gösterir. Bu kitlenin doğal olarak sınıf pratikleri de oldukça değişkendir. Vereceğim bir örnek bu durumun oldukça hem değişkenliğini gösterir hem de somut bir durumun açıklanması anlamına gelir; bugün büyük şehirlerin varoşlarında oturan kitlenin önemli bir kısmının yapılan istatistiklerde geçimini nereden sağladığı da­ hi bilinmiyor. Üstelik şehir yoksullarının kent nüfusu içindeki sayısının 7 milyonu buldu­ ğu araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir. Doğal olarak buralarda hızla “sosyal eşkiyalık" veya “toplumsal haydutluk” olarak da açıklanan hırsızlık, çeteleşme ve değişik gruplaşmalar geçici veya sınırlı örnekler olmaktan çıkmış, özellikle Latin Amerika’da ol­ duğu gibi sosyal bir olguya dönüşmüştür. Arjantin'deki “işsiz işçiler komiteleri” gibi ben­ zer organizasyonlar ülkemizde hızla yaygınlaşma eğilimi göstereceğine işaret etmekte­ dir. Arkadaşların anlattığı ilginç örneklerden birini buraya almak isterim; bir bölgede ken­ dilerine “karınca çetesi” diyen yaşları 15 ile 20 arasında değişen genç insanlar, Ankaraistanbul yolu üzerinde hareket halinde seyreden TIR’ları grup örgütlenmeleriyle nasıl soyduklarını anlatmıştı. Doğal olarak bu ve benzer örnekler hızla toplumsal yaşamın so­ mut bir olgusu olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu durum hiçte geçici ve tekil örnekler olarak ele alınamaz. Bu toplumsal refleks yoksul kitlenin düşünce ve davranışlarına doğ­ ru genel bir eğilimi de geliştirme potansiyeli taşıyor. Sözgelimi belediyenin yardım pa­ ketlerinin dağıtım sürecindeki toplumsal pratikte görülen dışlanma duygusu, hareketin davranış biçimlerinin şiddet öğesini sürekli bağrında taşıdığını gösteriyordu. Yolunu kay­ betmiş bir kişinin sağa sola sapan, ama aynı zamanda kızgın ve kavgacı ruh halinin gi­ derek toplumsal davranışlara yansıması anlamına gelir. Bu anlamda 3 Kasım seçimle­ rinin sonuçlarını dışlanan toplumsa! kitlenin büyük bir tepkisi olarak okumak gerekir di­ ye düşünüyorum. Doğal oiarak bu kitlenin kendine has kültürü, davranış biçimi ve alışılagelmişin dışın­ da ilişki biçimleri vardır. Kalıcı bir işe sahip olmayan ve sosyal güvenceleri olmayan bu kitlenin, kalıcı ve sosyal güvencesi olan bir kitle ile ilişki biçimi de değişkendir. Aslında bu nokta sınıf içindeki bölünmenin bir başka biçimini gösterir bize. Çünkü sürekli b e rt­ tiğimiz gibi sınıf içindeki bölünme, üstyapı özneleri olan kültürel yapılar içinde gözlemle­ nen bölünme gibi, emek sürecinin değişken konumu emeğin kendi içindeki bölünmesi­ ne de yansımıştır. Daha önce birçok yerde gösterildiği gibi, bu bölünme mavi yakalı iş­ çi ile beyaz yakalı işçi arasındaki bölünmenin yanısıra, toplumsal dinamizm ya da yeni sınıf pratikleri açısından yoksullaşmanın ve işsizliğin artması sürecinde geleneksel sınıf yapılarından kopan yeni bir sınıf dinamiği ile de karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Özellikle “işsiz işçiler” de diyebileceğimiz bu kitlenin konumu sınıf stratejisi açısından önemli bir duruma işaret etmektedir. Artık bu noktadan sonra özerk yapılar gösteren değişik sınıf konumlarının sınıf stra­ tejisi açısından ne anlam ifade ettiğine bakabiliriz.

III. SINIF UYGULAMALARI VE ÖZERK SINIF YAPILARI Bu bölümde birkaç temel soruna açıklık getirmeye çalışacağım. Soruları şöyle topla­ mak mümkündür; değişik yapısal özellikler gösteren sınıfların nesnel konumu ile sınıf pratikleri arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir? Dolayısıyla sınıf pratikleri ile sınıf konumları arasındaki ilişki biçimi, toplumsal ilişkilerde 1e toplumsal dönüşüm süreçlerinde ne de­ rece belirleyici bir konuma sahiptir? Özerk sınıf vapıları sınıf mücadelesi düzeyini nasıl etkilemektedir? ___

8 8 ________________________________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ Kapitalist Üretim Biçimi (KÜB)'nde oluşan toplumsal yapılar, sistemin varoluşunu da belirleyen karakteri ile sınıflara bölünmüş ve bağrında uzlaşmaz çelişkileri taşıyan yapı­ lar olarak tanımlanabilir. Bu antagonist karşıtlık zorunlu olarak sınıf uygulamalarına, da­ ha anlaşılır bir dil kullanmak gerekirse sınıf mücadelesine yansımadan edemez. Oluşan egemenlik yapısı bundan kaçınamaz. Biçimi, koşulları, metodu vb. değişse bile bu kaçı­ nılmaz bir sonuçtur. Sınıfların varoluşu olarak yapısal-nesnel bir varoluşdan bahsedeceksek eğer, bunun esas olarak ekonominin alanı içinde değerlendirilmesi demek olduğunu biliriz. Yani üre­ tim içinde ki konumu olarak... Elbette bu konum, sınıf yapıları açısından yalnız veya tek başına değerlendirme momenti olarak sunulamaz. Politik ve ideolojik süreçlerin bu olu­ şumda bir role sahip olduğunu unutmamak gerekir. Ama konumuz bu varoluşun nasıl tahayyül ettiği olmadığı için bu sorunun üzerinde durmadan esas konuya geçebiliriz. Sınıf ilişkileri ve sınıf pratikleri genel düzeyde toplumsal ilişkileri kapsar. Başka bir deyişle aslında toplumsal ilişkiler özünde sınıf ilişkileri ve sınıf pratiklerinin toplam bir so­ nucudur. Yani sınıfın ve sınıf pratiklerinin içinde olmadığı bir toplumsal ilişkiler bütünün­ den genel olarak bahsedemeyiz. Demek ki toplumsal ilişkileri belirleyen genel anlamda sınıf pratikleridir. Bu bir yerde sınıfın rolünü de açığa çıkaran ve pratiğin içine giydirilmiş bir bakışın ifadesi olmaktadır. Bugün işçi sınıfı alabildiğine parçalı ve özerk yapılara bürünmüş bir görüntü veriyor­ sa bunun doğal olarak sınıf pratiklerine yansıma biçimi de değişik olacak demektir. Bu anlamda sınıfın varoluş biçimi ile sınıf pratikleri arasında doğru bir orantı yoktur. Dolayı­ sıyla sınıf uygulamaları ile yapısal düzeyde sınıf arasında paralel gitmeyen bir çelişki ze­ mininden bahsetmek abartma sayılmamalıdır. Bu bir yerde sınıf mücadelesinin krizini de gösteren noktadır. Gerçekte sınıf yapıları ile smıf uygulamaları arasındaki kopuş süreci, sınıf mücadelesini olumsuz etkileyen bir duruma işaret etmektedir. Bugün sınıf pratiklerinin düzeyi, hem toplumsal ilişkilerinin biçimini belirleyen hem de sınıf olarak kendi yapısal konumunun kırılganlığını gösteren bir barometre gibidir. Elbet­ te tek başına sınıfın varlığının, onu statikleştiren ve şimdilik değiştirme konumundaki olumsuz tablosundan hareketle yok sayılması anlamına gelmez, ilkinde varoluşun kalıcı momenti, diğerinde geçici ve dönemsel bir kırılganlığına işaret eder. Çünkü esas yapı varolduğu sürece onun değiştirme temeli de yok olmayacak demektir. Gerçekten sınıf pratiği, toplumsal dönüşümün esas gücü ise (motor gücü olarak) dönüştürme pratiğin­ deki bu kırılganlık elbette tartışılmasını zorunlu kılan bir momenti gösterir. Bu anlamda genel geçer vurgular veya sınıfın rolüne ilişkin tarihsel açıklamalar, dönemsel sürecin toplumsal dönüşümünde hiçbirşeyi açıklamaz veya açıklama gücüne sahip değildir. Bunların tek tek izah edilmesi gerekir. Sınıfın genişleme sürecinde sınıf çelişkileri, toplumsal ilişkiler içine gömülmüş biçim­ lerini verir bize. Sistemin tüm düzeylerinde özgün karakterleri ile ortaya çıkan çelişkiler, özünde sınıfların egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu ve görüntüsüdür. Bura­ da değişik sınıfların veya aynı sınıfın değişik katmanlarının değişik sınıf pratikleri, uzlaş­ maz olan veya olmayan çelişkiler olarak, sınıf mücadelesinin alanı içinde bilimsel olarak incelenmesi gerekir. Bu anlamda özgün veya özerk kültürel kimliklere bürünmüş (aynı şekilde değişik emek türlerinin özgün sınıf konumlarını da içeren) değişik toplumsal mü­ cadele biçimleri ve dolayısıyla ilişkileri, sınıf pratiklerinin şu veya bu şekilde toplumsal oluşumlar içinde ortaya çıkan sınıf mücadelesinin değişik kerteleridir. Sözgelimi varoş yoksullarının veya işsiz işçilerin değişik biçimler alan pratikleri sınıfın değişken özellik gösteren sınıf pratikleridir. Bu anlamda varoşun yoksullarının hareketi değişken konum­ lar kazanan bir sınıf hareketi tanımını dışlamaz. Bu emekçi kadın hareketinden diğer

------------------------------------------------------------------------------------------ 89 —


— yol_____________________________________________________________ tüm toplumsal ve kültürel etkinliklere kadar böyledir. Demekki bu değişik pratikler, ken­ dini ekonomik, politik veya ideolojik sınıf mücadelesi pratiklerinde gösteren değişik dü­ zeylerin sınıf uygulamalarıdır. Gerçekten bugün sınıf hareketinin çeşitli tipleri veya tür­ lerinin, toplumsal hareketlilik içinde aynı anda var olmasına tanıklık ettiğimiz bir dönem­ den geçiyoruz. Bu anlamda sınıf mücadelesinin tarihi deneyleri, hem dikey hem yatay, hem coğrafi hem de tarihi özellikler gösteren büyük bir toplumsal gücü temsil eder. Toplumsal ilişkiler sınıf uygulamaları tarafından belirlenir dediğimizde, bu anlatımdan kaba bir mantık üzerinden ve köşelerle belirlenmiş şöyle bir sonuç çıkmaz; her düzeyde toplumsal ilişkiler kaba bir tarihsel yorum olarak salt sınıf pratikleri tarafından belirlenir demek değildir. Toplumsal ilişkilerde daha özgün konumların varlığını kabul etmek ge­ rekir. Burada doğal olarak üretim ilişkileri ekonomik bir alan olarak, motomot bir şekilde sınıf mücadelesine etkisi anlamında her zaman eşdeğer bir sürece yol açmayabilir. Ya da üretim ilişkileri her düzeyde modern sınıf mücadelesine yol açmayabilir. Bu olsa ol­ sa sınıf mücadelesine ilişkin kaba materyalist bir yorum olabilir. Özellikle geçiş toplumlarında üretim ilişkilerini yapısal bir düzey olarak ele alacak olursak, bu sınıf mücadele­ sinin modern anlamda her zaman doğrudan oluşturması anlamına gelmeyebilir. Farklı tarihi ve geleneksel yapılar bu süreçte rol oynayabilir. Dinsel veya feodal gelenekçi ya­ pıların rolü gibi... Gerçekten bu iki yapı arasında çelişkiler olduğu gibi bağlantılı yapılar da vardır. Bu sınıf mücadelesinde dikkate alınması gereken bir konumu gösterir bize. Bu anlamda egemenlik yapısı, ideolojik, politik ve kültürel olarak bu bağlantıyı derinleştir­ mesi anlamında ciddi düzeyde sınıf pratiklerini baskıya alan bir manipülasyon rolüne sa­ hiptir. Aslında ekonomik mücadele ile politik mücadele arasındaki ilişki biçimi, ister yapısal düzlemde olsun isterse sınıf pratikleri düzleminde olsun, birbirini koşullayan bir eklem­ lenme bağlantısına sahiptir. Bu bir yerde sınıf yapıları ile sınıf pratikleri arasındaki ilişki biçimini de açıklayan momenttir. Bu anlamda ilişki hem birbiriyle bağlantılıdır hem de özerk bir konuma sahiptir. İlişkilerin bağlantıları ve karşılıklı koşullanmaları üzerine söy­ lenecekler daha çok genel ve kuramsal yaklaşımlarda açığa çıkar; sistemin ekonomik alanı ile politik ideolojik alanı arasındaki ilişkilerde veya altyapının belirleyici konumların­ da vb. Bizim için burada önemli olan özerk veya özgün sınıf yapılarının konumudur. Özgün yapıların önemi her dönem için bir değer taşıyor olsa bile, bugünün konjonktüründe da­ ha özel bir öneme sahiptir. Çünkü bugün genel eğilim alanlarının özerkleşmesi yönün­ de bir dinamik göstermektedir. Bu anlamda yapılar ile uygulamalar veya davranış biçim­ leri arasında paralel giden birebir ilişki yoktur. Bu bir yerde nesne ile özne arasındaki ilişkinin çelişkili konumuna ait bir yaklaşım olarak da düşünülebilir. Her ne kadar sınıf ku­ ramı üzerine çalışma yapan düşünürlerin bir kısmı (mesela Poulantzas’ı başta sayabili­ riz) bu ayrımı ve çelişkili konumu yanıltıcı bir tarzda kesin bir yargı olarak belirtmiş olsa­ lar bile burada ayrım noktalarını görmek önemlidir. Bu noktada hemen tarihi bir anekdottan bahsetmek gerekirse şunu özellikle hatırlat­ mak isterim; bugüne kadar sınıf mücadelesi tarihinde sürekli olarak iki yanıltıcı düşünce varolagelmiştir; ilki anarko-sendikalistlerin savunmuş olduğu düşüncedir. Buna göre ekonomi ile politikanın mutlak surette birbirinden ayrılması gerekmektedir. Bu mutlak bir ayrımlaştırmaya dayanan yanıltıcı görüş noktasıdır. İkincisi ise Batı dünyasında ortaya çıkan, daha çok Avrupa reformist hareketinin (trade-unioncu) görüş çizgisidir. Buna gö­ re ekonomi ile politika ilişkisinde, giderek ekonomik örgütlenme ile politik örgütlenmenin ayrımını silikleştiren ve onları eşit düzeyde paralel gören yanıltıcı düşüncedir. Bu anlamda bu ikili yapı arasındaki ilişki her dönem paralel bir ilişki değildir. Çünkü __ 90 __________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ her zaman devletin politik yapısı (hukuk sistemi vb) ile politik sınıf uygulamaları, hatta sistemin altyapısı ile üstyapısı arasındaki ilişkilerde politik pratik, paralel ve çelişkisiz bir ilişki olmayabilir. Özellikle geçiş toplumlarında bu daha anlaşılır bir somutluk olarak da yansır. Konumuzla bağlantısı açısından şunun altını çizmek gerekir; çeşitli toplumsal sınıf veya katmanların her zaman doğrudan mücadele ve eylemleri, politik düzeyde doğru­ dan sınıf veya sınıfların varoluşu için temel bir kriter olarak ele alınamaz. Mesela kamu emekçilerinin 90’dan sonra ortaya çıkan eylemsel dinamikleri veya küçük ve orta esna­ fın Ankara eylemi böyle bir konuma sahiptir. Bu eylemler, bir sınıfın veya sınıf katman­ larının varoluşunun başlıca temel bir kanıtı olarak değerlendirilemez. Bu süreç daha çok, toplumsal güçlerin konjonktürel olarak ortaya çıkan ve kendini bu konjonktürde or­ taya koyan bir yansıması olarak düşünmek gerekir. Toplumsal ilişkilerde konjonktürel süreçler dönemsel konuma göre uzun veya kısa zaman aralıklarına sahip olabilir. Elbet­ te kamu emekçileri veya varoşlardaki emekçilerin eylemleri vb. büyüyen ve genişleyen emekçi sınıfın bir parçası olmadığı anlamına gelmez. Burada varoluş için başka bir dü­ zeyin anlatımı vardır ve kastedilen de bu noktadır. Ezilen sınıfların kendi içinde varolan çelişkili konumu, toplumsal yapının oluşumu içinde ortaya çıkan değişik sınıf pratikleri tarafından anlaşılır. Kültürel, ekonomik, politik veya ideolojik konumlar arasındaki çelişki momenti, aynı şekilde sınıfın değişik katego­ rileri arasında da gözlemlenir. Özellikle bu pratik uygulama düzeylerinde ortaya çıkar. Aynı sınıfın değişik sınıf bölüklerinin (mesela emekçi kadının, varoş işsizlerinin, kamu emekçilerinin veya Kürt yoksullarının vb.) sınıf pratikleri de değişiktir. Zaman zaman bu pratikler, sınıfın bu farklı bölümlerinin diğer pratikleri ile çelişkiye düşmeyeceği anlamı­ na da gelmez. Hatta birbirini dışlayan ve birbirinin uygulamalarını boşa çıkaracak pratik­ lere de yol açabilir. Kuşkusuz ekonomik mücadele biçimleri ile politik mücadele biçimleri arasındaki iliş­ ki kendi içinde çelişkisiz bir ilişki değildir. Yani sorunsuz eşdeğer bir ilişki değildir. Bu bir yerde ayrımı da zorunlu kılar. Bu iki mücadele kategorisi dağılmış olan sınıf öznelerinin pratiklerinde çok daha karmaşıktır. Bu iki veya daha değişik mücadele tarzının birliği adına savunulan düşüncelerin bir kısmı ne yazık ki tarihsel olarak “kuramsal eklektizme” yol açmıştır. Bunun örnekleri tarihte de gözlemlenmiştir. Özellikle Lenin, Buharin ile sen­ dikalar sorunu üzerinde yürütülen tartışmalarda, bu iki mücadelenin birliği adına seçme­ ciliğe (eklektizme) düşülmesinin eleştirisini hatırlatabiliriz. Bu ayrımlaşma genel mantık içinde ne kadar doğru ise, bugün sınıfın genişliği ve parçalı konumu açısından çok da­ ha önemlidir. Çünkü sınıf pratikleri tasavvur ettiğimizden fazla özgün ve özerk yapılara bölünmüş bir konum göstermektedir. Eğer bu ayrımı yapmazsak stratejik birliğin kapısı­ nı da açamayız. Birlik adına sadece soyut kavramları kullanmaktan öte fazla bir değer taşımaz. Stratejik birlik için ilk hareket bu somutluğu teslim etmekten geçer. Bu ilk çıkış noktamızdır. İkincisi bu iki ve daha değişik mücadele pratiklerinin ilişkisi ve bağlantısı sorununda düğümlenen sınıfın stratejik birlik sorunudur. işte bu ayrımlaşan ve parçalanmış sınıf öznelerinin sınıf pratikleri, hem bir yerde ideolojik sınıf mücadelesinin kalıbına dökülmesini zorunlu kılmaktadır hem de belirleyici moment olan politik sınıf mücadelesine doğru bir evrimleşmeyi yaşaması gerektiğini göstermelidir. Bunun yolu, bu ayrımlaşmayı ortadan kaldırmaya dönük çabaları “kuram­ sal eklektizmin" birleştirici mantığı üzerinden değil, politik mücadelenin belirleyici üst bir­ leştirici mantığı üzerinden kurulması gerektiğidir. Sınıf pratiğinin kitlesel bir güç olarak toplumsal değişimde devrimci konumunu yeniden sağlayabilmesinin ilk yolu, parçalan­ mış sosyal güçlerin ortak bir nehir yatağında birleşme stratejisine duyulan yakıcı gerek-

------ ------------------------------------------------------------------------------------ 91 ----


— yol_____________________________________________________________ sinmedir. İçinde bulunduğumuz koşullar bu gerekliliği ne kadar dayatıyor olsa bile, yine toplumsal konjonktür aynı derecede yıkıcı ve parçalayıcı koşulları da dayatıyor. İşte bu olumsuz süreçler toplamı, genel geçer tezler ile açıklanacak kadar kolay değildir. Top­ lumsal yapının bu özgünlüğü yapıların başlı başına incelenmesini gerektirir. Bu özgün yapılar sınıf uygulamalarında her ne kadar özerk veya federatif özellikler taş'yor olsa bi­ le, toplumsal güç olması anlamında türdeş özellikler de göstermektedir. Zaten baştan kabul etmek gerekir ki, toplumsal dönüşümün ana dinamiği parçalı da olsa sınıfın bu toplumsal gücünden ileri gelir. Aşağıda ele alacağımız eklemlenme kurgusunun esas mantığı, konjonktürel olarak bu özerk yapıların konumunun bir sonucu olan değerlendir­ me üzerinden inşa edilmiştir. Sınıf mücadelesinin geleneksel konumu, sürekli olarak ekonomik yapılarla eşdeğer görülme çizgisi, ülkemiz sınıf pratiklerinde ekonomist veya volanterist bir mantığın do­ ğuşuna yol açmıştır. Sınıf pratikleri çeşitliliği ifade eden özellikler taşısa bile, bu çeşitli­ lik salt ekonomik alanın ürettiği biçimler ile de açıklanamaz. Dolayısıyla geçiş toplumlarında altyapı özneleri ile sınıf pratikleri arasında varolan farklı konumun bir şekilde görülememesi, sınıf stratejileri açısından kırılgan bir nokta yaratmıştır. Zaten bu kırılgan nokta oldukça çeşitlenen sınıf pratiklerini de açıklama gücünden yoksun bırakmıştır. Yu­ karıda verdiğimiz örneğe dönersek; yapılan istatiksel çalışmalarda varoşlarda yaşayan emekçilerin neredeyse yüzde kırklara varan bir oranda gelirlerinin nereden geldiği bilin­ memeğedir ve bunun doyurucu bir cevabı da yoktur. Üstelik neredeyse ülkenin çalışa­ bilir nüfusunun 1/3'ünün işi olmadığını da hesaplarsak, bu toplumsal gücü ekonomik alanın hangi tanımı içine yerleştireceğimizi de belirsiz kılar. Dolayısıyla bu toplumsal sı­ nıf güçlerinin sınıf pratiklerini, tek başına ekonomik bir tanımın içine koyarak açıklama­ nın bir mantığı da olamaz. Oysa bunlar emekçi özneleridir ve toplumsal mücadelede bir role sahiplerdir. Asla bu tanım, ekonomik/toplumsal yapının sınıf mücadelesi dinamikle­ rini besleyen olguları bize unutturmak anlamına gelmez. Artık burada yapılması gereken tanımın, sistemin ekonomik ve politik varoluş biçimi ile işsizliğe ve açlığa bırakılmış bü­ yük gövdenin arasındaki ilişkinin sınıf pratikleri açısından taşıdığı önemdir bizim için önemli olan. Artık bu nokta politik sınıf mücadelesi düzeyinde bir tanımı gerektirir. Bu an­ lamda klasikleşen ve fabrika duvarları içine gömülmüş bir sınıf mücadelesinden çok, da­ ha özgün bir sınıf pratikleri önümüzde duruyor demektir. Sorun işte bu özgün yapıların sınıf stratejisi açısından ne anlama geldiğini gösterebilmektir. Türkiyenin toplumsal yapısının sınıf mücadelesi bileşimleri açısından önemli olduğu yadsınamaz. Radikalliğin toplumsal temeli buradan ileri gelir. Lenin'in başka bir düzey­ de söylediği gibi “emperyalist zincirin en zayıf halkası” kavramının, toplumsal mücadele düzeyinde sınıfın hangi özgül yapısının politik hareketlilik içinde bir dinamizm göstere­ ceğini (mesela işsizliğin, geçim ve yaşam sorununun ağır bastığı ve patlamaya hazır bir volkan tanımının burjuvazi tarafından sıkça dile getirildiği varoş emekçilerinde olduğu gi­ bi), başka bir deyişle en zayıf halka olduğu veya sınıfın hangi özgül konumuna tekabül edeceği sorunu, işçi sınıfının somut politik uygulamaları düzeyini belirlemesi açısından temel bir öneme sahiptir. Yoksulluğun ve işsizliğin yakıcı bir sorun olarak yaşandığı va­ roşların sınıf dinamiğinin, varoşun toplumsal yapısı içinde somut olarak politik uygula­ malara nasıl yansıdığı ve bunun etkilerinin ne olduğu tartışılmaz bir açıklıkla izlenmesi gerekir. Bunun Marksist hareketin önünde duran temel bir sorun olduğu asla unutulma­ malıdır. Buradan dönüp Lenin’e baktığımızda, bu noktada Leninizm’in büyük öngörü­ sünden çıkarabileceğimiz çok önemli sonuçlar olduğunu sanıyorum. Çünkü Lenin’de klasik formları reddeden bir bakış olmasaydı, II. Enternasyonal oportünizminin öngörü­ leri içine sıkıştırılmış Avrupa’nın büyük partilerinin ekonomist mantığa dayanan sınıf mü-

92


_________________________________________________ özgün sınıf yapıları___ cadelesi görüşleri kolay kolay reddedilemezdi, dolayısıyla buradan sınıfın iktidar pers­ pektifi sağlanamazdı. Böylece buradan ne Ekim Devrimi’nin zaferi gerçekleşebilirdi ne de Marksist-Leninist hareketin varoluş konumunda bir derinleşme olabilirdi.

IV. SINIF MÜCADELESİNDE “YETERSİZ ETKİNLİK” SORUNU Sınıfın nesnel yapısı ile sınıfın toplumsal/politik ilişkileri farklı iki ayrı konumu ifade eder. Bu iki yapı arasındaki ilişki biçimi sınıfın doğrudan uygulama düzeyinde pratiğini de belirleyen bir temel verir bize. Herşeyden önce sınıfların kurulma süreci toplumsal olu­ şumlar içinde şekillenir. Toplumsal oluşumlar ile toplumsal ilişkiler genellikle içinde bu­ lunulan üretim biçimi tarafından belirlenirler. Ancak burada dikkat edilecek bir nokta top­ lumsal ilişkilerin aldığı değişik biçimler her zaman KÜB’e tekabül etmeyebilir veya ege­ men üretim biçimi olan KÜB tarafından belirlenmemiş olabilir. Bu anlamda daha değişik üretim biçimleri (mesela pre-kapitalist denilen kapitalizm öncesi üretim biçimleri gibi) ta­ rafından etkin veya edilgen konumlara yol açacak ilişkilere neden olabilir. Böyle bir ay­ rımı özellikle devletin üstyapı kurumlarında kurulan ilişkilerde kabul etmek gerekir. Bu­ nun önemi tartışma konusu olan sınıf stratejisi açısından bir değer taşımasından dola­ yıdır. Devrimler sürecinden geçmiş kapitalist anavatanlardan farklı olarak geçiş toplumlarında, işçi sınıfının pratik sınıf uygulamalarında ekonomik varoluş kadar önemli bir öge de ideolojik ve politik düzeylerde (özellikle kültürel varoluş düzeyinde) sınıfın almış ol­ duğu konumla ilgilidir. Burada sürdürülmek istenen tartışma sınıfın oluşumunun asli ögesi olan üretim içindeki konumu, dolayısıyla ekonomi içindeki rolü değildir. Bunu daha önce başka yazılarda yeterince yapmıştım. Tartışma noktası daha çok emekçi sınıfların kültürel konumlarından ileri gelen ideolojik yapılanma sürecindeki ilişkilerdir. Bu tartışmada ülkemizi baz alacak olursak şunları söylememiz gerekir; ekonomik ko­ num veya üretim ilişkileri konumu üzerinden kurulmuş bir sınıf profili ile yürüteceğimiz bir tartışma, hem sınırlı ve kadük kalmaya mahkumdur hem de ekonomi dışı sektörler­ de yoğunlaşan, neredeyse ülke nüfusunun yarısına yakınının işsiz veya yarı işsiz oldu­ ğu geniş bir sınıf profilini dışlamaya yol açan, hatta bu geniş sınıf güçlerini işçi sınıfının dışında küçük burjuva tanımlar içine sıkıştıran bir anlayışa yol verecek tanımlamalara neden olmasıdır. Bu tanım ne sınıf sorununda yeni bir açılımı önüne koyacak bir strate­ jiyi ne de bu derece geniş bir toplumsal gücün sınıf uygulamalarını anlamaya yönelik bir tarzı geliştirecek bir bakışa sahip olabilir. Demek ki burada sorun sınıfın salt ekonomi­ nin bir tanımı içine giydirilmiş bir ekonomist yorumdan kurtulmayı gerekli kılar. O halde geniş bir toplumsal profil çizen işçi sınıfının, sınıf mücadelesinde nasıl bir etkinlik içinde hareket ettiğini belirlemenin önemli olduğunu sanıyorum. Bu noktada sorulacak soru şudur; bu sınıf profili toplumsal oluşum içinde sosyal bir güç olarak sınıf pratiklerine nasıl yansıyor? Veya tersinden sorarsak; emekçi sınıflar, sı­ nıfsal etkinlik, yönlendirme veya toplumsal değişim sürecindeki sınıf pratikleri değişim sürecinde toplumsal bir gücü ifade ediyor mu? Kuşkusuz etkinlik, yönlendirme veya değişik pratikler bir noktaya kadar değişim programlarında ortaya çıkan modern sınıf uygulamalarından bağımsız düşünecek olur­ sak, işçi sınıfı hiç kuşkusuz toplumsal bir gücü ifade eder. Ancak bu güç bugünün konjonktürel ortamında “yeterli etkinlikler” bağlamında toplumsal bir güç olarak sınıf pratik­ lerine yansımasında bir kırılma yaşadığı da gerçekçi bir tespit olsa gerek. Yani büyük bir toplumsal güç istenilen oranda değişim programının pratik bir gücünü ifade etmiyor. Do-

------------------------------------------------------------------------------------------ 93 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------layısıyla bu durum devrimci stratejinin olması gereken kanalına akmıyor. Veya tersinden bu sınıf pratikleri devrimci stratejiyi besleyen ve onun önünü açan bir pratik ile kendini tanımlayamıyor. Bunun nedeni bu geniş sınıf profilinin toplumsal bir gücü temsil etme­ diği noktası değildir. Toplumsal bir güç sınıf olgusunun bir nesnelliğidir ve bu nesnellik insan iradesinin belirleyeceği bir nesnellik de değildir. İşçi sınıfının bu nesnelliği işlevsel konumunda bir kırılma yaşıyor. Demek ki elimizde büyük bir toplumsal güç var, ama bu güç devrimci anlamda toplumsal değişimde yeterli bir rol oynayamıyor. işte sorun tam da bu noktadadır. Sorun elbette işlevli olmayan bu rolün, sınıfın nesnel olarak değiştir­ me pratiğinin toplumsal ilişkiler içinde var olmadığı değildir. Bu güç rolünü oynayamıyorsa iki temel etkenden bahsedebiliriz; ilki bu gücün politik ve ideolojik olarak kapitalist ay­ gıtlar tarafından manipülasyona uğratılmasıdır. Böylece işçi kendini var eden koşulların bilincinin farkında olmayarak hareket kabiliyetini yitiriyor ve daha önemlisi değerler sis­ teminden kopuyor. Bunu çok işlediğimiz için bu sınırda bırakıyorum, ikinci nokta daha çok devrimci öncüye dönük olan noktadaki kırılmalardır. Öncünün kırılgan yapısı, stra­ tejik öznelerin yeniden kurgulanmasını da imkansız kılan noktadır. Çünkü öncü tek tek duvardan düşen tuğlaların nasıl yeniden inşa edileceğinin programını çizen bir güçtür. Yoksa birey olarak işçi kendiliğinden tuğlaları yerine koyamaz, koysa bile bu yanlış bir dizilim olur ve duvar yeniden yıkılır. Bu anlamda işçinin elinde mutlak surette bir yol ha­ ritası olmalıdır. Bu yol haritasını işçinin eline verecek öncü yapılardır. Sorundaki daha önemli paradoks bu öncünün krizli yapısıdır. Öncü bu süreçten çıkmadan işçinin eline sağlıklı bir yol haritasını da veremez. Zira toplumsal konumların salt ülke yapısı içinde değil, tersine dünya çapındaki de­ ğişim süreci sınıf stratejilerinin klasik ana zeminlerini tahrip etmiştir. Bu anlamda palyatif, daha çok dar politik veya örgütsel zeminlerindeki yenilenme, krizi aşmaya yönelik ça­ baları başarısız kılan nokta olmaktadır. Bu anlamda kapitalizmdeki küreselleşmenin dünya çapındaki yeni süreci, aynı düzlemde sosyalizmin stratejik zeminlerinin de dünya çapında yenilenmesi anlamına gelir. Bu anlamda sorunun çözümünü beklemek değil, uluslararası sınıf hareketine de göndermeler ve katkılar sunacak bir devrimci yenilenme­ yi ulusal basamaklardan başlayarak yapmak asla abartma değildir. Aynen Lenin’in izle­ diği yolu izlemek demektir bu. Sonuçta sınıf stratejilerinin yenilenmesi salt politik veya örgütsel düzlemde palyatif çözümler ile gerçekleşemez. Bunun bir anlamı da teorinin ye­ nilenmesi ve geliştirilmesi demek olacaktır. Elbette bu daha kapsamlı bir sorundur ve şimdilik bu sınırda bırakabiliriz. işte bu iki kırılgan nokta, sınıfın yetersiz etkinliğine neden olan süreçlerin en azından sübjektif nedenlerin izahı ve pratiği olarak tamir edilememesi anlamına gelmektedir. Bu durum sınıf mücadelesinin düzeyini de sınırlayan nokta olarak belirtilebilir. Bu anlamda hareket baştan sona yeniden reorganizeden geçmesi anlamında bir yükümlülüğe sahip­ tir. Ancak şu ayrımı mutlak surette yeniden hatırlamak gerekir; sınıfın politik etkinlikteki yetersizliği, farklı düzlemlerde sınıfın politik bir rol oynamadığı veya oynamayacağı an­ lamına asla gelmez, gelmemelidir. Çünkü sınıf, salt başka bir düzeyde örnek versek bi­ le, mesela oy kullanarak politik etkinlik içinde bir rol oynadığını biliriz. Gerçekte sağ par­ tilerin kitle tabanı genellikle bu emekçi sınıflardır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP'ye ve­ rilen oyların ağırlık merkezi bu emekçi sınıf özneleri olduğu gibi. Demek ki sınıf burada doğru bir stratejide yürümese de bir toplumsal gücü oynamaya devam etmektedir. Şim­ di sorun bu büyük gücü doğru bir kanala nasıl akıtacağımız sorununda düğümlenir. Ekonomist bir mantığa dayanan sınıf pratikleri (sendikalizm) ile sınıfın çeşitlenen öz­ gül yapılarının “yeterli etkinlik” içinde bulunamaması ve bir yerde gerek fabrika işçiliği gerekse diğer ücretli emekçilerin, hatta varoş işsizlerinin birbirini tamamlamaktan çok ___

9 4 ________________________________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ birbirini boşa çıkaran veya karşı karşıya gelen sınıf pratikleri, sınıf stratejisinin birleşik karakteri açısından mutlaka çözülmesi gereken somut bir gündemi oluşturmaktadır. An­ cak bu sorunun çözümü, klasik sınıf mücadelesi formu üzerine kurulmuş bir mantık üzerinden yapılamaz. Şimdi sınıf mücadelesine ilişkin oluşturulacak perspektif birleşme söyleminden önce ayrımlaşan özerk sınıf yapılarının sınıfın varoluş konumu açısından neyi ifade ettiğinin, buradan hareketle özgül yapıların pratik uygulamaları ve bu uygula­ maların toplumsal mücadelenin oluşumundaki konumunun tartışılması gerektiğini gös­ terir. Belki bundan sonra sınıf yapılarının ve pratik sınıf uygulamalarının birleşik strateji bakımından nasıl bir eklemlenme sürecini yaşayacağını ele almak sanıyorum sorunun çözümünde bir yol haritasını verebilecek dinamikleri ortaya çıkarabilir bize. Genel olarak stratejik mantığın neyi kapsadığı açığa çıkarılırsa özgül sınıf yapıları­ nın sratejik bir konum kazanmasının yolunu açan bir anlayış perspektifi, öncü militanlar açısından önem de kazanmış olur diye düşünüyorum. Zira öncü yapılar olmadan strate­ jik birliğin kurulamayacağı yeterince açık olsa gerektir. Stratejik mantığın herşeyden önce üç ana nokta üzerinde anlaşılması gerekir diye düşünüyorum. Bunlar; f . Krizi ve antagonist sınıf çelişkilerini hükümetler düzeyinde ele alan değil, tersine sistemin varoluşu üzerinden kurma mantığına dayanması gerekir. 2. Bu burjuvazinin veya egemen otoritenin iç çelişkilerini temel almayan bir bakışın oluş­ ması demektir. Bu çelişki momenti taktik mücadelede sınıf mücadelesinin dolaylı ittifak gücü olmadığı anlamına gelmez. 3. Stratejik bakışı burjuva demokrasisi veya sistem içi reformlarla sınırlamayan bir bakış anlamına gelmesi demektir. Şimdi bu üç temel öge, bütün özgül sınıf yapıları için varoluşun ve sınıf mücadelesi kertesinin de zorunlu olan noktalarıdır. Başka bir deyişle bu üç nokta, tek tek ele alındı­ ğında bütün manipülasyon girişimlerine rağmen sınıf için vazgeçilmez varoluş noktası­ dır. Bir yerde bu temel bakış noktası, sınıf yapısının içinde kabul edilebilir ana perspek­ tiftir. Demek ki sınıfın bütün parçalı yapısına karşın stratejik öznenin sınıf güçleri açısın­ dan kabul edilmesinin sınıf çıkarları ile uyuşma noktası önemli bir saptama anlamına ge­ lir. Özgül konum gösteren bu toplumsal güçlerin, yani şimdilik “yeterli etkinlik” göstere­ meyen, ama bağrında devrimci dinamizmi taşıyan değişik sınıf yapıları, bir yerde ideo­ lojik, politik veya ekonomik örgütlenmesinin de özgül bir konum kazanacağının anlaşıl­ ması demektir. Sınıfın iktidar olma perspektifi, örgütsel sorunun da temel koşuludur. Sonuçta stratejik konumun sınıf için tek bir anlamı vardır; sınıf hegemonyasının te­ sis edilmesidir. Bolte'ye mektubunda Marx, bu sorunu özsel bir cümleyle şöyle belirtmiş­ ti; “işçi sınıfının politik hareketinin son hedefi, politik gücün elde edilmesidir.”

V. ÇELİŞKİLİ ÇOĞUL KÜLTÜREL YAPILAR VE AVRUPA MERKEZCİ DÜŞÜNCE Farklı özellikler gösteren çeşitli kültürel yapılar günümüz dünyasının somut bir ger­ çeğidir. Bu özgünleşme bugün düne göre daha ayrıcalıklı olan bir dizi yapısal özellikler ile karakterize olmuştur. Çünkü küreselleşme sürecinde kapitalizm, sosyalizmin farklı kültürel veya ulusal renkleri sınıf aidiyetinin birleştirici kimliğinin öznelliğinden büyük oranda kurtulmuştur. “Reel sosyalizmin” bu sorunda önemli derecede hatalı sınıf pratiği­ nin de bir sonucu olarak kapitalist stratejinin kimi argümanlarının baskısı ile birlikte ay­ rışma ve birbirinden kopma süreci daha da derinleşmiştir. Bölgesel savaşlar ile bu sü-

------------------------------------------------------------------------------------------ 95 —


— yol_____________________________________________________________ reç onlarca devletin (aslında hemen hiçbiri ulusal özellikler taşımayan devletçilikler ola­ rak) doğuşuna sahne olmuştur. Kuşkusuz bu süreç halk kitlelerinin bilincinde yeniden kültürel ve ulusal uyanışlar olarak yansımış olsa bile, işin özü emperyalist politikaların bölgedeki araçları ve uyduları olan yapıların doğmasına sahne olmaktan kurtulamamış­ tır. Ama ne olursa olsun bu süreç ulusal ve kültürel yapılara hızla dönüşen ve onlarca yıl aynı topraklarda yanyana yaşayan toplulukların parçalanmasına, hatta birbirleriyle savaşlara girmesine engel olmadı. Bu anlamda kültürel özerkleşmenin ve ulusların bir­ birinden kopuş süreçlerinin salt emperyalist politikalarla izah edilemeyecek kadar daha derin nedenleri olduğunu kabul etmek gerekir. Çoğul kültürel yapılarda varolan çelişkili özellikler zaten baştan itibaren bu yapıların ana karakterinde vardır. Egemen kapitalist yapının dışlama mantığı veya oluşan antagonizmalar zaten bu kimliklerin kurucu olarak ortaya çıkma nedeni olarak da sayılabilir. Sistem bir yandan bu kimliklerin hem kurulmasını teşvik ederek hem de onları kendi içinde bölerek/parçalayarak yönetim erkini daha da tahkim etmiştir. Bu kimliklerin varo­ luşundan ileri gelen bir özelliği de şudur; dışlanan ulusal/kültürel kimlikler o egemen ya­ pıyı yıkmaya dönük bir potansiyeli içinde her zaman barındırır. Bir başka deyişle bu onun var olma gerekçesidir de. Bu noktanın sınıf stratejisinin kurulmasında temel bir rol oynayacağını baştan kabul etmek gerekir. Bunu aşağıda ele alacağım. Farklı kimliklerin kendi farklılıkları ile varolma hakkı tartışılmaz demokratik bir haktır. Bu yapıların kendi ulusal hakları için mücadele etmeleri kabul edilebilir bir görüş nokta­ sıdır. Öncelikle bunun altını çizmiş olalım. Farklı kültürel kimliklerin talepleri yerel talep­ ler gibi algılansa bile aslında bu talepler özünde evrensel taleplerdir. Ama yine de bu ev­ renselliğin içindeki paradoksal bir durumun olmadığı anlamına gelmez. Bu durum doğal olarak kültürel kimliklerin varolma hakkı nihayet diğerinden kopuşun da bir nedenidir. Çünkü çelişkili varoluş koşulları bu yapıların doğal karakterinde saklıdır. Mesela bir ulu­ sun kendi kaderini tayin hakkı demokratik bir haktır ve bu genel olarak bilinir. Burada UKKTH ile bir ulusun soykırıma uğramasına karşı uluslararası toplumun müdahale hak­ kı gibi çelişkisel yapılardan söz etmek yanıltıcı olmasa gerektir. Sözgelimi Halepçe kat­ liamında, varsayalımki herhangi bir sosyalist ülke veya demokratik bir ülke müdahale hakkını kullandı. Bu müdahale yanlış olarak değerlendirilebilir mi? Burada ilkesel konum hem evrensel ilkeler bazında geçerli bir göstergedir hem de evrensel geçerliliğin özel ve istisnai durumları var demektir. Ama yine de bu bir yerde çelişkili bir konuma işaret et­ mek anlamına da gelir. Kimliklerin talepleri diğer kimliklerle aralarında bir kopuşun da nedeni olabilmektedir. Cemaatlaşan toplum özünde yerelleşen toplumdur. Bütünleşme veya evrenselleşme ye­ rel konumu aşacaksa, bu bir bağlamda olması gerekir; sınıf stratejisi düzleminde bilinç ve bilincin yedirildiği örgütsel konumlar olarak. Farka dayanan kimliklerin evrensellik bo­ yutu, ancak toplumun sınıfsal çelişkilerinin derinleştiği ve sınıf bilinci ile sınıfın örgütsel konumlarının devreye gireceği bir süreç üzerinden kurulabilir. Durum bugün böyle değil­ dir. Varoluş hakkının tanınması zorunlu demokratik bir hakdır. Sorun tam da bu nokta­ dan sonra ortaya çıkar; ayrılma veya farklılıkları ortaya koyma hakkı ortak bir varoluş alanında kullanılacaksa bu sınıf mücadelesi pratiğine nasıl yansıyacaktır? Elbette bu so­ ru önemlidir ve bunun üzerinden atlanamaz. UKKTH veya diğer kültürel haklar, tartışıl­ maz evrensel bir haktır demiştik. Ancak bu sorunun kullanılabilmesi için sistemin de­ mokratik dönüşüme uğraması gerekir. Veya tersinden ulusal veya kültürel haklar için ve­ rilen kavga yapının demokratik dönüşümüne de yol açmalıdır. (Burada elbette sistemin demokratik dönüşüme uğramasının tek biçimi yoktur. Bu anlamda ulusal devrimci hare-

96


_______________________________________________özgün sınıf yapıları___ ketlerin dönüşüme katkı sağlayacak rolleri reddedilemez. Ama konumuz şimdilik bu nok­ ta olmadığı için geçiyorum.) Oysa gelişmeler genel olarak özel istisnaları olsa da hem bunun tam tersini gösteriyor hem de bu emperyalizm tarafından kışkırtılarak savaşlar ile farklı kimlikleri birbirine düşürmesine yol açıyor. Demek ki bu hak özünde kullanıla­ mamaktadır. Başka bir deyişle bu haklar emperyalizmin at oynatmasının manivelaları haline gelmiştir. Yine de bu başka bir boyutu olan bir tartışmadır. O halde sorun farklı kimliklerin evrensel sınıf stratejisi üzerinden kendini tanımlama­ sı gerekiyor. Artık burada ortak evrensel değerler dediğimizde grupların da içinde yer al­ dığı ortak ve birleştirici bir aidiyet duygusuna gereksinim duyacak olmasıdır. Veya onun tarafından biçimlendirilecek olmasıdır. Sorun tam da bu ortak aidiyet duygusu ile sınıf gerçekliğini açığa çıkaracak olması birleştirici sınıf stratejisi açısından önemlidir. Bura­ da entegrasyon adına (Almanya vb. ülkelerde yapılan uygulamalar -leicht kültür/egemen kültür- bunun önemli bir örneğidir) asimilasyon politikasına özel olarak dikkat çekmek gerekir. Herşeyden önce farklı kültürel yapıların açığa çıkarılması ve bunun sosyal ya­ şam da kullanılır hale getirilmesi bir hak olarak anlaşılsa bile burada sınıfsal bir bütün­ lük oluşamaz. Çünkü bu kimlikler de kendi içinde sınıfsal ayrışmaya yol açan bir karak­ ter ile tanımlanmaktadır. Ancak bizim tartışma noktamız nüfusun büyük çoğunluğunu temsil eden emekçi yapılar üzerinden, hem farklı kültürel konuma oturan kimliksel aidi­ yetlerin kullanılmasında hem de ortak bir emek-değer kuramı üzerinden sınıfsal bir stra­ tejiye doğru kayma gösterip gösterememesi anlamında sorunu açıklığa kavuşturmaktır. Bu olanaklı mıdır? Bunun neden olanaklı olduğunu daha ayrıntıya girerek cevaplayabi­ liriz. Ortak varoluşun elbette birçok aracı vardır. Bunlardan birisi müzakereler veya ortak anlaşmalar yolu üzerinden inşa edilme sürecidir. Zaten bu bir yerde sistemin sınıf karak­ teri ile ilgili olan bir bölüme de işaret eder. Sorunun şöyle olacağını düşünmüyorum; farklı kimliklerin emekçi özneleri adına inşa edilen herhangi bir yapı bu öznelere rağmen kurulamaz. Yani salt klasik bir form olan çıkarlar düzeyinde ele alınan bir birleşme süre­ ci olarak düşünülemez. Burada “reel sosyalizm” deneyinde görüldüğü gibi (özellikle 1960 sonrasında) baskın bir kültürel kimliğin (Rus kimliği) lehine sonuçlar doğurabilir. Çünkü gruplar arası ilişki sonuçta potansiyel gerilimlerin var olma nedenidir. Burada so­ run ittifaklar düzeyinde ele alınamaz. Çünkü bu sürecin kapsamı daha değişken ve başkasaldır. Çünkü ittifaklar sorunu, günümüzün kimlikler arası kopuşun birleştirmesini önemli derecede kıran daha derin bir kopuşu yaşadığından dolayı ve aynı şekilde sınıf yapısındaki bozulmalar nedeniyle bunu başarması en azından şimdilik daha zordur. Za­ ten tartışma konumuz emekçi kimliği üzerine oturan, ama farklı kimliklere bölünmüş ya­ pıların birliği sorunu olduğu için, ittifaklar sorununun boyutu daha başkadır ve daha de­ ğişik bir momente işaret etmektedir. Sınıfın hegemonik kuruluşu, farklı kimliklerin “ortaklaşan temel” olarak bir sınıf aidi­ yet duygusunu yok etmez, tersine sınıf demokrasisinin açtığı olanaklar zemini içinde bü­ tün farklı kültürel/ulusal kimliklerin bir arada özgürce yaşamasını olanaklı kılar. Geçmi­ şin somut reel politikalarına ilişkin tartışma yeri burası değildir. O nedenle bu sorunlara girmiyorum. Özellikle dünya nüfusunun neredeyse 5/6’sı işsiz, yoksul ve insanca bir ya­ şam olanaklarından yoksun olduğuna göre burada sınıf aidiyetinin birleştirici gücü üze­ rinden ve uzun vadede farklı kültürel kopuşları, ortak emek değer kuramının söylemi et­ rafında sınıf stratejisinde birleştirmesinin somut olanakları var mıdır, sorusudur. Önce­ likle şunu bilmek zorundayız; sınıf pratikleri farklı kültürel kimlikler üzerinde bir yok etme veya baskıya dayanan bir hegemonya değildir. Her ne kadar “reel sosyalizmin” böyle olumsuz deneyleri olsa bile, buradan çıkarılacak derslerin önemli olduğunu düşünüyo­

------------------------------------------------------------------------------------------ 97 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------rum. Burada sınıf hegemonyası, toplumsal yaşamı ekonomik ve siyasal olarak bölen ka­ pitalist ilişkilere ve ondan kaynaklanan suni ayrımlaşma öznelerine karşı ontolojik bir ya­ pı içinde ve sınıfın birleştirici kavramları üzerinden özgürce gelişimini olanaklı kılacak sosyalist demokrasi perspektifi geçersiz bir söylem olarak ele alınamaz diye düşünüyo­ rum. Farklı kültürel kimlik hakkı evrensel bir haktır derpiştik. Doğaldır ki bu sınıf demokra­ silerinde hem işlevsel sınıf pratikleri ile hem de yasalarla güvence altına alınması anla­ mına gelmektedir. Daha önemlisi yasaların reel yaşam içinde uygulama olanaklarının bulunması ve yaratılması demektir. Böylece yasalar önünde kültürel ve azınlık hakları­ nın güvenceye alınması sınıf pratiklerini zorlayan bir moment değildir. Bu anlamda sınıf stratejisi, gerek toplumsal dönüşümdeki anlamıyla gerekse kültürel kimliklerin özgürce varolma koşulları anlamında olmazsa olmaz bir kuraldır. Demek ki sınıf stratejisinin uy­ gulama biçimi tümüyle demokratik olanakların egemen kılınmasına bağlıdır. Ama bu söylem bütün bu haklarla birlikte asla ortak vatandaşlık haklarını ihlal etmesi anlamına da gelmez. Bunun bilinmesi gerekir. Bu zaten ortak aidiyetin de olmazsa olmaz kuralı­ dır. Ancak bu sorun Batı’nın dilinde farklı yorumlanmıştır. Avrupa merkezci düşünce ya­ pısında ortak toplumsal aidiyetin köklerinin Batı’nın burjuva değerlerinde olduğundan hareket edildiği için (burjuvazinin kültürel ve politik değerleri olarak sunulduğu için) en­ tegrasyon adına bütün farklı kimlikleri, göçmen kimlikleri de dahil, dışlama ve eritme po­ litikasını hakim kılmışlardır. Bu kimliklerin tanınma momenti kendi egemen kültürel ya­ pılarına tabi kılındığı oranda geçerlidir. O nedenle egemen kimlikli yapı, yabancı statü­ sünde olan farklı kimliklerin temsilcilerinin asla sistemin kamu kurumlarında temsilini ön­ görmez. Mesela Almanya’da bir yabancı, hatta Alman olan bir komünist bile kamu erkin­ de memur olarak görev yapamaz. Dikkat edilirse burada salt farklı ulusal kültürleri dış­ lama yoktur, aynı zamanda sınıf kimliğini de dışlama vardır. Bu tamamıyla sınıfsal du­ ruş noktasıdır. Buradan da anlaşılacağı gibi, hakim toplumsal yapı, diğer grupların de­ mokratik bir ilişki içinde ortak yaşam ve vatandaşlık yapılarının kurulmasını olanaksız kılmıştır. Sözgelimi Almanya’da kırk yıldan beri bu ülkenin imarına katkı sunan Türkiye­ li göçmen işçilere dahi seçme ve seçilme hakkı tanınmamıştır. Böylece ortak vatandaş­ lık anlayışı tamamıyla olanaksız hale getirilmiştir. Bu konuda çok sayıda örnek verilebi­ lir; ileri sürülen “üstün kültür” (leicht kültür) söylemi veya SPD’li bakan Otto Schily’nin “bütün farklı kültürler asimilasyona uğratılmalıdır” sözleri bunun hangi düzeyde bir derin­ leşme olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Açıktırki yakın zamanda bunun kay­ nağı Hitler’in kültür politikası ile belirgin ve sabit olarak açığa çıkan SPD’nin kültür poli­ tikasındaki bütünleşme noktasıdır. Bu noktada farklı kültürel yapıların varolmasında yanıltıcı olan iki biçimden bahset­ mek gerekir; bunlar ya tekrar içe kapanma ve gelenekçi yapılara geri dönme yolu olarak ya da egemen yapıya tabi olan ve asimilasyona uğrayan bir ilişki düzeyi olarak düşünü­ len kuruculuk noktasıdır. Her iki yolda çıkmaz yoldur ve sorunu daha da karmaşık hale getirir. Böylece Batı’nın dilinde evrensellik, Batı’nın egemen gruplarının egemenliğini ta­ nıyan ve onun içinde eriyen bir ortak yaşam anlayışıdır. Bu söylediğimiz gibi bütünüyle asimilasyoncu bir dışlama mantığıdır. Bugün Avrupa veya Batı dünyasında söylemsel düzeyde ileri sürülen demokratik haklar, farklı kimliklerin taleplerini kapsayan bir genişleme göstermediği gibi, onu kendi egemen kültürü içinde eritme politikası ile biçimlendirmeye çalışmaktadır. Bu anlamda liberal demokrasi söylemlerinin içeriği bütünüyle bu düşünce yapısı içinde anlamlaştırılabilir. Çünkü liberal demokrasi bütünüyle Batı ideolojisine dayanır ve Batı’nın egemen­ lerinin stratejisidir. Her ne kadar bu söylemi pratikte daha olanaksız kılacak yeni bir uy-

__ 98 ___________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ gulamaya girseler bile... Aslında bu çözümler küresel kapitalizmin nasıl bir liberal de­ mokrasi söylemi içinde hareket ettiğini yeterince göstermesi bakımından anlamlıdır. Af­ ganistan veya Yugoslavya örneklerine paralel birbuçuk milyarlık müslüman toplumlarına yaklaşımı bunun bariz örnekleri olarak verilebilir. Batı’da siyasal konformizmin öngörüsü dışlama ve yok etme mantığına dayanır. Bu anlamda siyasal katılım dedikleri süreç bütünüyle bu konformizm anlayışı üzerinden ku­ rulur. Bugün gerçekte Batı’da evrensel değerler ile somut toplumsal failler arasında bir yarılma giderek derinleşmeye devam etmektedir. /

VI. STRATEJİK İLİŞKİ VE EVRENSEL SINIF KİMLİĞİ Strateji ile hegemonya kavramı, yerelleşmeyi aşan evrensel bir mantık üzerinden kurgulanabilir bir düşüncedir. Bu anlamda sınıf hegemonyası, farklı kültürel yapılara bö­ lünmüş varoluşunu belli bir üretim ilişkileri düzeyinde tanımlayan, fakat kendi içinde çe­ lişkili özellikleri barındıran emekçi öznelerin uyumunu ortak bir denklem üzerinde inşa etmek demektir. Başka bir deyişle sınıf evrenselliği farklı kültürel yapıların ortak eşde­ ğer birliği üzerinden kurulması anlamına gelir. Eğer dar bir sınıf söylemi içinde bulunma­ yacaksak (sınıf indirgemeci veya popülist sınıf mantığı olarak), emeğin bölünmüş par­ çalarını sınıfın yeni bir evrensel kurtuluş tasarımı içinde ortak bir denklem üzerinden bir­ leştirme yeteneğinin başarılıp başarılamaması sorusunda düğümlenir. Bu soruya vere­ ceğimiz yanıt önemlidir. Sınıf stratejisinin bugün için ana öznesi, dağılmış ve birbirinden kopmuş ve farklı kül­ türel yapılara bürünmüş sınıf karakterli emekçi gövdeyi, bir eksen etrafında burjuvaziye karşı konumlandıracak sınıf yapılarının kurulmasını başarmaktır. Bu anlamda yerelleş­ menin ve parçalı sınıf konumlarının aşılması gerekiyor. Yerelleşen toplum özünde cemaatlaşan toplumdur demiştik. Evrensel sınıf kimliğinin demokratik eşdeğer zemini ye­ rel kimliklerin özgürce gelişimini sağlarken unutulmaması gereken nokta, evrensel sınıf stratejisinin kurulması zorunlu olarak yerellikten kurtulması bağlamında gerçekleşecek olmasıdır. Bu anlamda farka dayanan kimliklerin evrensellik boyutu ancak toplumda sı­ nıf çelişkilerinin derinleştiği, sınıfın birleştirici olan ortak aidiyet duygusunun geliştiği, sı­ nıf bilinci ile kendi kültürel değerlerine sahip çıkarak sınıf örgütlerini kurdukları yapıların devreye girdiği süreç üzerinden düşünülebilir. Tek başına çelişkinin derinleşmesi yet­ mez. Aynı zamanda değerler sisteminin içselleştirildiği ve değiştirme gücünün farkına varıldığı ve bunu örgütlü form ile tanımladığı koşulların yaratılmasını da gerektirir. Sınıf stratejisine özgü evrensel ve eşdeğersel zeminin kurulmasındaki genel boyutu, özel olarak altyapılarda incelersek iki şeyi daha söylememiz gerekir; bunlardan ilki, ye­ rel bir talebe (mesela Kürtlerin dil özgürlüğü talebi gibi) evrensel bir temsiliyet işlevi ka­ zandırmamız gerektiğidir. Aslında bu farklı kültürel/ulusal talepler, evrensel kimliğin zin­ cirine dizilmiş halkalar olarak düşünülebilir. Sosyalist sınıf demokrasisinin evrenselliği olarak... Bu şimdilik politik pratikler açısından bir zorluğu gösterse de beynimizin kurucu öğesi olarak bizim ana duruş noktamız olmaya sürekli olarak devam edecek demektir. Bu olmadan sınıf hegemonyasını başarmak olanaksızdır, tersi ise sınıf hegemonyasının olanaksız olduğu noktadır. Bu parçaların özgürlüğü adına federe bir bakıştır ve liberaliz­ min görüş noktasına kapıyı aralar. İkincisi daha sorunlu bir alandır. Birinci noktada doğ­ ru bir kurgulanma olsa bile, buradaki evrensellik söylemi somuttan soyuta doğru bir ka­ yış gösterebilir ve görecilikten kurtulamamış olabilir. Genellikle olanda budur. Soyut bir sınıf söylemi üzerinden evrensellik vurgusu, sosyalist hareketin genel bir yaklaşım dü-

------ ----------------------------------------------------------------------------------- 99 —


— yol------------------------------------------------------------------------------------------zeyini göstermiştir bugüne kadar. Bu aşılmalıdır. Şimdi bu örnekleri açarsak şunları söyleyebiliriz; mesela Afrikalı, Kürt veya Doğu Av­ rupalI emekçilerin talepleri genel düzeyde demokratik bir söylem içinde bütünsel bir ze­ min olarak savunuluyor olsa bile, Afrikalı veya Kürtler kendi yerelliğine kapanmış bir şe­ kilde anti ırkçı veya anti faşist bir bakış açısından bir kampanyaya dönüştürebilir. Nite­ kim HADEP’in veya yurtdışında YEK-KOM’un yürüttüğü demokratik mücadele kampan­ yası böyle bir öze sahiptir. Düşüncede ve pratik tutumda Türkiyeli parti olma söylemi ne kadar samimi bir düşünceye dayanırsa dayansın ya da kendi ulusal kültürel taleplerini Türkiye’nin demokratikleşmesi üzerinden kurmuş olursa olsun, bu şimdilik salt evrensel­ liğe bir vurgu ve çağrıdan öteye bir anlam taşımaz. Böylece bu yapılar yine kendi içinde yalnız kalıyor ve bütünün emekçi öznesi ile ortak bir yatağa doğru akmıyor. Bu anlam­ da hareket kendi kültürel zeminlerini besliyor, yerelleşme baskın hale geliyor ve ortak bir süreç içinde bütüne kayma göstermiyor. Elbette bunun bir nedeni Türkiye işçi ve sosyalist hareketinin yetersizlikleri olarak dü­ şünülebilir. Bu bize ait bir belirleme olsa bile sorunun daha kapsamlı boyutlarının üze­ rinden atlayamayız. Ama burada anlatmak istediğimiz daha genel bir sorundur. Ulusal­ lığın kendi özgünlüğünü yok saymadan, hareketin toplumsal devrimin (sınıf stratejisi olarak) gerekleri olan söyleme yönelmesini zorunlu kılar. Ama bu elbette ulusal karakter­ li bir hareketin başaracağı bir dönüşüm süreci olarak algılanamaz. Bu süreç ancak itti­ fak boyutunda düşünülmesi gereken bir demokratik zeminin önünü açabilir, ama asla toplumsal sınıf dönüşümünün gerekleri olan evrenselliğe geçişi sağlayamaz. Kaldı ki bu geçiş sağlanmış olsa bile, o noktadan sonra hareket ulusal boyutları aşan ve sınıf kim­ liğine dönüşen farklı bir karakter kazanacak demektir. Bu süreç bir yerde nitel bir deği­ şime tekabül eder. O zamanda tartışma düzeyi tümüyle değişecek demektir. Bu koşullar içinde genel düzlemde evrensellik adına yerel yapıların tasfiyesini öner­ mek tamamıyla egemen ulus şovenizminin bir sonucu olarak tasfiyeci önermelerdir. Bu anlamda son zamanlarda etnik örgütlenmenin reddi söylemi arkasına sığınarak HA­ DEP’in tasfiyesini önermek (ırkçı-sosyal faşist İP ve diğer sosyal şoven akımların öneri­ lerini hatırlayalım) tamamıyla burjuvazinin stratejisini kabul etmek ve devrimci yerel öz­ neleri tasfiye etmek görüş çizgisini şimdilik bir yere not ederek geçebiliriz. Burada çözümlenmesi gereken nokta şudur; yerel kültürel/ulusal yapıların demokra­ tik olarak kurulması sürecinde, olabildiğince bu yapılarla güçbirliği veya ittifak zeminleri­ nin yanısıra, üst kimlik olan kültürel kimliklerin (burada kastedilen asla üst kültür olarak Türk kimliği değildir, ileri sürülen nokta genel anlamda sadece temel kimlik olan sınıf kimliği bağlamındaki bir kıyaslama anlamındadır) kabul edilmesinin yanısıra, alt veya te­ mel kimlik olan sınıf kimliğinin (çünkü kültürel yapılara karşın bu kitlelerin varoluşunun baskın gücünün ücretli emekçiler olması unutulmamalıdır) açığa çıkarılması, bu süreç üzerinden sınıf talepleri ile birlikte bilinç ve örgüt sorunlarının çözümüne doğru bir kayı­ şı başarmaktır. Başka bir deyişle evrensel eşdeğer sınıf kimliğine vurgu yapmanın ha­ yati bir önem taşıdığını hatırlatmaktır. Aslında bu ulusal/kültürel mücadeleden toplumsal kurtuluş mücadelesine kayış demek olacaktır. Kuşkusuz bu sürecin örgüt formu vb. gi­ bi sorunları şimdilik bu yazının dışında tutuyorum. Bu evrensel sınıf söyleminin bütün zorluğuna karşın, zorluk ona duyulan gereksinmeyi ortadan kaldırmaz. Sınıf stratejisinin kurulma zemini gerçekleşmeden, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek mümkün değil­ dir. Demokratikleşme sürecinin başarısı da bu noktaya bağlıdır ve bu asla unutulmama­ lıdır. Ancak yine de tekrar olma pahasına şunu bir kez daha belirtelim; evrenselliğin ku­ rulma zemini yerel kimliklerin özgürce demokratik gelişiminden çıkar ve onun üzerinden kurulur. Yerel kimliklerin taleplerini hem başka kimliklerin talepleriyle birleştirmek hem

__ 100_____________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları de sınıf kimliğine özgü taleplerle birleştirmek olmazsa olmaz kuraldır diye düşünüyorum. Onun eşdeğer kurulma zemini bu noktadır. Bu anlamda sınıf stratejisinin kurulma güçlüğünün farkında olsak bile, hareket bu ze­ minde yürümeden stratejinin bütünsel yapısının kurulması da mümkün değildir. Bu ola­ naklı mıdır? Evet, bu olanaklıdır. Kısa vadede olmasa bile bu pekala uzun erimde ger­ çekleşecek zemini elimize vermiştir. Çünkü krizin boyutu bu zemini düne göre çok daha olanaklı hale getirmiştir. Ortak hedeflerde karmaşıklaşan bir dizi yarılma eşdeğer strate­ jinin kurulmasını güçleştiren neden olsa bile, farklı kültürel yapıların emekçilerinin fark­ lılaşan taleplerine karşın (ortak taleplerin baskın gücü unutulmadan) bu taleplere neden olan sistemin baskısı ve toplumsal yaşamdan dışlanması bize ortak buluşma temeli ver­ meden edemiyor. Bu nokta stratejinin vazgeçilmez kurulma temelidir. Burada ilk elden yapılması gereken, yerel yapıların kendi talepleri ile sosyal yaşama katılması ve kendi iç stratejik öznelerini kurmasıdır. Ancak iç stratejik yapı uzun vadede kendi yerelleşen sınırı içinde kalır ve merkez yapının emekçi öğelerinin yapıları ile ortaklaşan bir sürece kayma göstermezse bu ilerde yerelleşen iç bükülmeye ve kapanmaya yol açar. Bu teh­ likeli bir noktadır, işte bu iki veya daha fazla yapıların içinde eğilim sınıf kimliğini açığa çıkaracak bir sınıf hegemonyasına gereksinim duyacağıdır. Peki ama bu nasıl başarıla­ caktı r?

VII. SINIF STRATEJİSİNİN KURULMASINDA “EKLEMLENME KATEGORİSİNİN” ÖNEMİ Şimdi esas noktaya geliyoruz. Sınıf hegemonyasının tesisi zorunlu olarak stratejik bir kurguyu gerektirir. Bunun anlamı eşdeğer sınıf stratejisinin sınıf pratiklerinde olanaklı bir sürece kayması demektir. Oysa bugün sınıf pratikleri sınıf stratejisine giden yolun taşla­ rını örmeye yol açmıyor. Yaşadığımız koşulların sorunu tam da buradadır. Bu kopuş na­ sıl ve hangi yollardan yürünerek giderilecektir? Marksist felsefe bizim elimize önemli bir açıklama gücünü vermiştir. Çünkü mater­ yalizmin (sınıf pratikleri olarak tarihsel maddecilik) ve diyalektiğin (toplumu felsefi olarak analiz eden diyalektik maddecilik) önemli yasalarından birisi, herşeyin hareket içinde ol­ duğuna ilişkin tespitidir. Bu kendi içinde hem çelişkiyi hem de birliği barındırdığı anlamı­ na gelir. Zıtların birliği dediğimiz hadisedir bu. Zıtların birliği sadece doğanın organik ya­ pısında bulunmaz, aynı şekilde toplumsal yaşamın içinde de somut olarak gözlemlenir. Dolayısıyla bu kuram antagonist olmayan çelişmeli öznelerin birleşme sürecine de bir gönderme olarak düşünülebilir. Başka bir deyişle hadise şudur; bireyin yaşamda varo­ luş koşullarını belirleyen esas kimlik olan sınıf kimliği üretim ilişkileri içinde ortaya çıkan bir kimlikse ve bu süreç içinde belirleniyorsa ve buna karşın kendi içinde farklı kültürel varoluş koşulları bölünme ve farklılaşmaya yol açan bir konum yarattmış ise, tam da so­ run bu esas veya ana kimliğe (diğer kimliklerin varoluşunu yok saymadan) dönüşün na­ sıl sağlanabileceği sorununa aranan cevapta saklıdır. İşte burada diyalektik birleşme mantığının önemi ortaya çıkar. Ama unutulmamalıdır ki tarih ve siyaset kuramından kop­ muş bir felsefi açılım, ülkemiz devrim tarihinde de bolca görüldüğü gibi özünde sorunu çözen değil, karmaşıklaştıran aktarımcı bir mantık üzerinden kurulmuştur. Bu ise ger­ çekte maddeci diyalektik mantığından çok idealist metafizik bir mantığa dayanır. Başka bir deyişle tarihsel maddecilik, diyalektik maddecilik içinde görünmez kılınmış, böylece diyalektik maddeciliğin gerçek özü de ortadan kaldırılmıştır. Şimdi buradan esas konumuza dönersek şunları belirleyebiliriz; öncelikle birleşik ve-

---------------------------------------------------------------------------------------------------- 101 —


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------ya eşdeğer stratejide önemli derecede rol oynaması düşünülen “eklemlenme kategori­ sini” ve bu kategorinin öğelerini açığa çıkarmamız gerekir. Eklemlenme mantığı pratik bir sınıf uygulaması ise bu sınıf pratiğinin bir düzenleme mantığına dayanması gerekir. İlk önce eklemlenme pratiğine neden olan esas olgu şu gerekçelerden kaynaklanmıştır; bunun belki de ilk ve temel nedeni emekçi yapıların olduğundan fazla bir bölünmeye uğ­ ramış olmasıdır. Bu anlamda öncelikle eklemlenme kategorisi, parçalanmış emek dün­ yasının yeniden eşdeğer bir bütünsel yapı içinde iç bölünmesinin aşılmasına yardım eden bir kategori olarak düşünülmesi gerekir. Burada kavrama yanlış bir anlam yükleme­ mek için öncelikle şunu ifade edelim; eklemlenme mantığı farklı antagonist grupların ve farklı sınıf çıkarlarına göre biçimlenmiş yapıların birbirine eklemlenmiş bir biçimi veya it­ tifakı değildir. Bu anlamda eklemlenen yapıların ortak özelliği, emek süreci içinde konum kazanmış ve ana çelişkinin bir yanını temsil eden emekçi güçlerin toplamıdır. Öncelikle eklemlenecek yapıların alt veya temel kimliğinin bu anlamda sınıf kimliğine dayanması gerekir. Bu sınıf kimliği somut ilişkiler olarak varsayılsa bile, bölünme baskın bir eğilim olarak üst kimlikler (ulusal-kültürel kimlikler olarak) üzerinden gerçekleştiği için burada sorun, başta söylediğimiz gibi bu emekçi öznelerin ortaklaşan eşdeğer stratejisini kur­ mak zorunluluğudur. Eklemlenmenin ana mantığı esas olarak budur, yoksa bir ittifaklar politikası olarak koyulamaz. İttifak politikası, daha çok farklı sınıf güçlerinin birliği anla­ mına gelir doğal olarak. Bu farklı bir tartışma konusudur. Bunu aşağıda ele alacağım. Gerçekten emeğin yaygınlaşmasına ve genişlemesine karşın hem üretim sürecinin ka­ rakterindeki değişimlerden dolayı parçalanmanın yaygın olması anlamında hem de fark­ lı kültürel kimliklerin baskın bir kimlik olarak öne çıkmasından ve emek hareketinin sınıf pratiğini ve değerler sistemini görünmez kıldığından dolayı, sınıf stratejisinin inşası an­ lamında eklemlenme kategorisinin önemi daha da anlaşılır olmaktadır. Stratejinin hem kurulmasının hem de başarıya ulaşmasının yegane teminatının belki de ilk ayağı bu nokta olarak düşünülebilir. Bu teminatın politik yaşamda uygulanabilir bir çizgi tutturma­ sı, bütünüyle eklemlenme momentinin pratikteki uygulama başarısına bağlıdır. Doğal olarak eklemlenme öğelerinin başlı başına tanımlanması gerekir. Bütün kültürel ve toplumsal kimlikler sınıf kimliğinden bağımsız olarak, hem kendi içinde hem de birbiri ile ilişkisi anlamında belirli bir karaktere sahiptir. Burada ortak bir karakter yoktur. Kimliklerin farklı karakteri onların toplumsal mücadeleye katılımında, bu kimlikleri kuşkusuz sınıf uygulamalarını olumlu veya olumsuz düzeyde etkiler. Daha önemlisi kimlikler arası farklılıklar, ücretli emek kimliğinin ortak karakterine karşın kültürel kimliğin baskın özelliği nedeniyle eşdeğer bir stratejinin kurulmasının güçlüğüne de işa­ ret etmektedir. Bu nedenle eklemlenme pratiği içinde yer alan sınıfın farklı bölükleri ara­ sındaki eşitsiz konum eşdeğer yapının inşasını dağıtan bir role sahiptir. Burada zorunlu olarak ortaya eklemlenme mantığının iki kategorisinin çıkması gerekir; eklemleyen öğe­ ler ile eklemlenen öğeler olarak... ister eklemleyen öğeler olsun isterse eklemlenen ögeler olsun, bu her iki kategorinin de sınıf kimliğine vurgusu anlamında ortak birleştirici bir karakter taşır. Sanıyorum bu tartışma önemlidir. Çünkü her iki yapıda ücretli emek sürecinin bir parçasıdır. Bu ister kavramlar düzeyinde olsun isterse somut failler düze­ yinde olsun farketmez. Sorun eklemleyen ile eklemlenen öğelerin farklı sınıf kimlikleri ol­ masından değil, kendi içinde sınıfın farklı bölümlerinin (mesela beyaz yakalı olan ile ma­ vi yakalı olan işçi sınıfı gibi... veya farklı kültürel emekçi yapıları gibi...) konumunu izaha dönük bir mantığın ürünü olarak ele alınması olarak düşünülmelidir. Başka bir deyişle burada sorun işçi sınıfı ile sınıf dışı kimliklerin bir ittifakı temelindeki eklemlenme olma­ dığına göre tartışma farklı bir boyutta sürecek demektir. (Burada hemen belirtelim; fark­ lı sınıf kimliklerinin esas düşmana karşı ittifakı düzleminde bir eklemlenme sorunu var­ dır ve biz bunu es geçemeyiz. Ama bu sorun şimdilik bu yazının kapsamı dışındadır ve ___ 1 0 2 _________________________________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ farklı bir tartışma düzeyidir.) Bu anlamda burada ortak temel, bu yapıların varoluş koşul­ larının değişmemesine karşın (ki onun varoluş koşullarını belirleyen tümüyle ekonomi ile kurulan bağ çerçevesinde düşünülebilir) birisinde ağırlık merkezi kültürel renklere bü­ rünmüşken ve kendini bu renklere göre ayrımlaştırarak tanımlarken, diğerinde modern sınıf kimliğinin özellikleri ve kavramları daha belirleyici bir öz taşıyabilir. Mesela sanayi proletaryası ve onun kavramları gibi... Bunlar eklemlenme mantığında izah edilmesi ge­ reken özellikler olarak düşünülmesi gerekir. Eklemleyen özneden anlaşılması gereken, modern sınıf kimliğine sahip olan sanayi proletaryasından ziyade, (toplumsal bir fail olarak sanayi proletaryasının bugün nasıl bir rol oynadığına ilişkin bir tartışma açılabilir, ama biz esas olarak sınıfın tarihsel değerleri düzeyinde yapılan bir tartışma düzeyi için­ de tutuyoruz şimdilik) burada anlaşılması gereken, işçi sınıfının nesnel ve tarihsel çıkar­ larının bütün değerleri ve ortak kavramlarıdır. Yani eklemleyen olgu burada, sınıfın ide­ olojisi, onun politik pratikleri, örgütsel formu ve sınıfa ait tarihsel değerler toplamıdır. Eklemlenen sınıf güçleri ise hem yatay ve dikey olarak bölünen (emek sürecinin bö­ lünmesinin sonucu olarak) hem de ulusal, dinsel, cinsiyetçi vb. kültürel bölünmelere uğ­ ramış emek güçlerinin toplamı olarak izah edilebilir. Burada aslında eklemlenen dediği­ miz öğeler aslında nesneler arası ilişkiye bir göndermedir. Başka bir deyişle sınıfın fizi­ ki güçleri veya toplumsal failler arasındaki ilişkiler toplamıdır. Doğaldır ki bu bir yerde toplumsal ilişkilerin belirlenmesi anlamına gelmektedir. Eklemleyen dediğimiz olgu ise, kavramlar düzeyinde ele alınan ideolojiler bütünüdür ve ona ait değerler toplamıdır. O halde bu vurgulardan sonra şu noktaya geliriz; eklemlenen ile eklemleyen arasındaki ilişki, bir yerde nesneler ile kavramlar arasındaki ilişkiler sürecidir. Yani toplumsa! bir sı­ nıf olan proletarya ile onun felsefi/ideolojik süreçleri ve bu süreçlerde ortaya çıkan poli­ tik, kültürel ve sosyal değerler bütünü arasındaki ilişkiler demektir, işte sorunun devasal kaynağı bu noktada toplanmıştır. Çünkü bu ilişki biçimi önemli derecede birbirinden kop­ muş olarak ayrı ayrı nehir yataklarında yer almaktadır. Krizin derinliği bu kopuşta yatar. Demek ki nesne olarak sınıf ordusunun parçalanmış gövdesi ile (eklemlenen güçler olarak), kavramlar düzeyinde sınıf ideolojisi ve sınıfın tarihsel değerleri (eklemleyen güç olarak) arasındaki çelişkili varoluş konumu, paradoksal yapının ana kritik noktasıdır. O halde bu sorun nasıl aşılabilir? Şimdi bu sorunu biraz daha derinleştirmeye devam ede­ lim.

VIII. “İDEOLOJİK SINIF MÜCADELESİ” NE ANLAMA GELMEKTEDİR BUGÜN? Eklemlenecek öğeler olarak sınıfın parçalanmış yapısının özerkleşen konumlarını baştan kabul etmek gerekir dedik. Ama yine de bu bölümle bağlantılı olarak şunları ila­ ve edebiliriz; farklı karakterli kültürel yapıların birbirinden kopma anlamında özerk ko­ num kazanması veya özgü! karakterlere sahip olması nesnel bir durum ise, baştan bu durumun kabul edilmesi önemlidir. Çok farklı özellikler taşıyan eklemlenecek bu özne­ ler, artık soyut düzeyde klasikleşen sınıf mücadelesinin durağan ve kalıpçı formları için­ de başarılamaz. Bunun aşılması gerekir. Başka bir düzlemde şöyle de diyebiliriz; var olan ekonomik ve politik baskıya yol açan talepler somut varoluş koşulları olsa bile, 19’uncu ve 20’nci yüzyılın deneylerinde yaşandığı gibi klasik anlamda salt bu talepler üzerinden sınıf savaşımını kurmak ve hareketin bu sürece doğru evrimleşmesini sağla­ mak çok fazla mümkün gibi gözükmüyor artık. Çünkü sınıfın bugünkü altyapı öznelerin­ den kaynaklanan varoluş koşulları değişmemiş olsa bile, sınıfın temsiliyet konumu ağır­

------------------------------------------------------------------------------------------ 103 —


— yol_____________________________________________________________ lıklı olarak üstyapı özneleri içine giydirilmiş farklı kültürel konumları ile tanımlanır olmak­ tadır. Bu anlamda sınıf kültüründe ciddi bir kopmayı gözlemliyoruz. Gerçekte alanların özerkleşme eğiliminde belirleyici olan nokta kültürel farklılıklar ise, bu farklılıkların ideo­ lojik kavramlar düzeyinde açıklanması zorunlu hale gelmiş demektir. Doğal olarak bura­ da ideolojiye yaklaşım önem taşır. Anlaşılabileceği gibi bu asla ideolojinin statikleşen ve durağan bir karakteri ile olmaz. Çünkü kültürel biçimlenişler bir yerde somut yaşam ta­ leplerini aşan, belki de soyut kavramlar gibi algılanan bir bütünde ifadesini buluyor. Her bir işçi ekonomik baskıyı doğrudan yaşamında hissetse bile, onun için ilk elden varoluş koşulları, dolayısıyla ilk elden kimliğini belirleyen olgu onun kültürel değerler toplamı olarak ortaya çıkıyor. Biraz da bu onun varoluş koşulu olarak çıkıyor tarih sahnesine. Bu­ nu kabul edelim veya etmeyelim günümüz insanının ortak bir özelliği gibi görünüyor. Bu anlamda soyut gibi görünen bu kavramlar her bir işçi için somuttur, yaşamsaldır. Mese­ la son on yıldan bu yana sıkça şu söylemle karşılaşırız; insanlar neden ekmek ve iş bu­ lamazken, ekmek ve iş için mücadelenin kolektif temellerini örmüyor da, ağırlıklı olarak kültürel hakları (dinsel, ulusal veya dil özgürlüğü vb. gibi) için savaşıyorlar? Bu ve buna benzer sorular bütünsel sınıf stratejisi açısından üzerinde düşünmemiz gereken nokta­ ların başında gelir. Dolayısıyla bu somutluk önümüze yeni açılımları koymayı zorunlu kılar diye düşünü­ yorum. İşte bu nokta da ideolojik sınıf mücadelesinin önemi çıkar ortaya. Eklemlenecek yapılar içinde veya eşdeğer strateji açısından burada “ideolojik sınıf mücadelesi” dedi­ ğimiz sürecin ne anlama geldiğini açıklamak önemlidir. Öncelikle ifade ettiğimiz ideolo­ jik sınıf mücadelesi asla tek yanlı düşünülen, onun ekonomik ve politik sınıf mücadele­ si kertelerini dışlayan bir mantık olarak ileri sürülmüyor. En azından ben böyle düşün­ müyorum. Başka bir deyişle ideolojik sınıf mücadelesinin sınıf pratiklerinde somutluk ka­ zanmasının biricik yolu onun politik sınıf mücadelesi içine yedirilmesi gerekir. Ancak ideoloji sorununda genel düzeyde Marksizm’e doğru bir gönderme olmasına karşın, baş­ ka bir deyişle soruna yaklaşımda soyutlama düzeyinde doğru bir kurgulanma olmasına karşın, sınıf pratiklerinin somutluğu anlamında kurgulanma tarihsel maddeciliğin gerek­ li özneleri büyük oranda atlanmış olduğu için sorun yanlış bir bütünleşme üzerinden yapılagelmiştir. Bu kavramın bizden önce de ortaya atılmış bir kavram olduğunu biliyorum. Hatta bu kavram politik ve ekonomik ayaklarından bağımsız olarak ileri sürülen bir teo­ lojiye de dönüştürülmüştü. Ancak bu kavrama giydirilen elbise bugüne kadar üstyapı öz­ nelerini görünmez kılan, böylece ideolojik ve kültürel boyutu önemli derecede ikincil dü­ zeyde ele alan ve bu yanıyla politik mücadele ile bağını koparan ve bir yerde onu dışla­ yan yaklaşımlar olarak ortaya çıktı. Bu tarz ortaya çıkışa toplumsal mücadelede kültürel boyutun önemli derecede es geçilmesine yol açan bir dizi argümanın eşlik ettiğini bugün biliyoruz artık. Elbette şunun farkındayız; politik mücadele adına yürütülen çalışmalar hem klasik darlaşmış bir mantık üzerinden ele alınmıştır hem de kültürel renkleri yok sa­ yan ideolojik sınıf mücadelesi kertesi yok sayılmıştır. Doğal olarak bugün gelişme poli­ tik özneleri de darlaştırılan bir mantık üzerinden kurulduğu için, politikanın kendisi değiş­ tirici olmaktan çok kırılgan bir yapı olarak ortaya çıkan bir süreç üzerinden gelişmiştir. Bu sorun başka bir yanı ile altyapı özneleri ile üstyapı özneleri arasındaki ilişkilerde or­ taya çıkmıştır ve bunu aşağıda göstereceğim. Fakat bu kavramı bugünün koşullarında nasıl bir tanım içinde ele alacağımız önemli olsa gerektir, ideolojik sınıf mücadelesi kav­ ramı daha çok günümüz sınıf mücadelesindeki kültürel sorunlara ve bu sorunların ba­ şında olan parçalanmış emekçi yapının özgüllüğü temelinde ortaya çıkan bir açılımı ifa­ de ediyor ve diğer biçimlerle bağını kurarak yapıyor. Bu anlamda ideoloji kavramı yeni bir kavram olmasa da, günümüz koşullarında yeni bir forma kavuşturulmasını zorunlu kılıyor. Burada ideoloji, birbirinden kopmuş olan eklemlenecek bütün yapıların kültürel,

__ 104


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ politik ve sosyal ilişkilerinin toplamı anlamında bütünün izahı veya açıklanmasını zorun­ lu kılıyor. Kuşku yok ki işin bir yanı sınıfın tarihsel değerlerini (bu bir yerde insanlığın ta­ rihsel olan değerler toplamıdır da) sınıfın politik pratikleri içine yedirmek ve onun sınıf pratiklerini bu değerler üzerinden belirlemek anlamına gelmektedir. O halde ideoloji sı­ nıf ideolojisi olacaksa, farklı kültürel yapıların çıkış nedeni olan, dolayısıyla bölünme ne­ deni de olan bu yapıların bütününü analize tabi tutarken, onun sınıf kimliği izdüşümüne doğru nasıl bir eğilim göstereceğini de izah edilmesi gerekir. Gerçekten sınıf ideolojisi, demokratik bir yaşam projesi içinde bütün emekçi öznelerin özgürce kültürel gelişimine imkan sağlarken, bu yapıları kapitalist egemenlik yapısının bir parçası olmaktan çıkar­ mak ve onu tasfiye edecek bir yapı üzerinden kurmak ve egemen otoriteye karşı ortak sınıf aidiyeti zincirine dizilmiş halkalar olarak stratejik bir konuma kavuşturmaktır. Bu an­ lamda “ideolojik sınıf mücadelesi” söylemi ilk başta algılanabileceği gibi, salt ideolojik söylem üzerine oturan bir anlayışı ifade etmez, tersine burjuva egemenlik yapısına kar­ şı üçlü mücadele bütünlüğünü yok saymadan (ekonomik, politik ve ideolojik mücadele olarak) ve bu bütünlük üzerinden kültürel yapıların özgünlükleri ile entelektüel, ahlaki ve kültürel boyutu da içeren bir politik ve ideolojik mücadele bütünlüğü içinde kavramlaştırılan bir mantığa dayanır. Burada öngörülen sentez sınıf bilinci ve sınıfa ait kültürel de­ ğerler toplamının anlatımı olarak kavramak demektir. Ve bu kavramı politik mücadele içinde yedirmek ve politik mücadeleyi besleyen bir kavram olarak anlamak önem taşır. Özetle işçi sınıfının kültürel değerleriyle politikayı buluşturan ve bunu bir strateji olarak ele alan bir kavramsal açıklama olarak anlamak demektir. Bir yerde ağacı besleyen su­ nun rolü gibidir. Bu aslında tümüyle sınıf hegemonyasının yolunu açan ana bir perspek­ tife dayanması demektir.

IX. ALTYAPI ÖZNELERİ İLE ÜSTYAPI ÖZNELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ NASIL BİR İLİŞKİDİR? Dağılmış ve parçalanmış bir eksen üzerinden yürüyen emekçi hareketin bütünleşme stratejisinde görülen önemli bir tartışma noktası altyapı ile üstyapı ilişkisinde açığa çık­ mıştır. Aslında bu tartışma tarihi bir tartışma olsa bile günümüz koşullarında daha fark­ lı bir forma bürünmüştür. Sınıfın stratejik birliği açısından bu tartışmanın önemli olduğu­ nu düşünüyorum. Altyapı ile üstyapının belirleme momenti üstüne yapılan birçok tartışma biraz da so­ mutun ihtiyaçlarından kopuk bir tarzda yürütüldüğü için bugüne kadar geliştirici olmadı­ ğı da yeterince bilinir. Bu anlamda “altyapı süreçleri üstyapı süreçlerini belirler” gibi ge­ nel doğrular sık kullanılır. Hatta bunu yerli yersiz kullanmaya devam ederiz. Elbette ni­ hai belirlemeden anlaşılması gereken altyapı süreçleri olarak tanımlanan ekonomik sü­ reçlerdir. Zaten tartışma konusu altyapı öznelerinin üstyapı öznelerini belirlemesi değil­ dir. Çünkü aşağı yukarı her toplumsal yapı için geçerli olan momenttir bu. Zira ekonomi­ nin varoluş koşullan genellikle bütün toplum yapıları için geçerlidir. Ancak yine de eko­ nominin varoluş koşulları toplumsal ilişkiler düzeyinde, başka bir ifade ile sınıfın kültürel biçimlenişlerinde/ilişkilerinde her zaman eşitlenemeyecek belirli farklılıklar gösterir. Or­ tak bağlantı sisteminin kurulması ve tahkim edilmesinde ve somut ekonomik ilişkiler bü­ tünlüğünde görülüyor olsa bile, bu her zaman kültürel ve toplumsal ilişkilerle paralel git­ tiği anlamına gelmez. Bu anlamda üstyapı süreçleri ile altyapı süreçleri arasında zaman zaman sürtüşmelerin görülmesinin nedeni de bu noktadır. Ekonominin veya altyapı sü­ reçlerinin sistemin varoluşsal koşullarında belirleyici olması, sınıf stratejisinin eklemlen-

------------------------------------------------------------------------------------------ 105 —


— yol............................................................................................ .- -....... ................ me mantığının birleştiriciliğinde geçerli olan tek moment değildir. Zaten bu iki yapı ara­ sındaki tartışmanın bizim için anlamı, sınıf stratejisinin kurulmasındaki önemi veya önemsizliği sorununda ortaya çıkmış olmasıdır. Çünkü ekonomik süreçler farklı kültürel özellikler gösteren emekçi öznelerin ortak bir strateji etrafında birleştirilmesi için yeterli veya tek başına geçerli olan bir konum olarak açıklanamaz. Altyapı veya üstyapı arasın­ da zorunlu bir tercihe zorlanan düşünce kırılmasını çok anlamlı olduğunu düşünmüyo­ rum. Bu anlamda kaba bir tarzda tarihselci veya yapısalcı bölünme, özellikle yapısalcı bölünmenin günümüz sınıf sorunlarını açıklamada yeterli bir bakışı ifade ettiğini de dü­ şünmüyorum. Her neyse bu konu başka bir tartışma... Burada sorun altyapının üstyapı süreçlerini neden ve niçin belirlediği veya tersinden sürdürülen tartışmalar değildir. Biz bu sorunu parçalanmış ve farkiı kültürel yapılara bö­ lünmüş ve bu anlamda kendi tarihsel rolünden kopmuş işçi sınıfının stratejik bütünlüğü üzerinden yapmayı anlamlı buluyoruz. Diğeri soyut bir tartışmadan öteye geçemez. Bu anlamda günümüzün toplumsal oluşumlarında ve sınıf pratiklerinde altyapı süreçleri ile üstyapı süreçleri nasıl bir seyir izliyor sorusu, eşdeğer bütünsel strateji açısından önem­ li bir sorudur diye düşünüyorum. Somut etkiler ile ince kavramlar gibi duran soyut etkiler arasındaki ilişki, sistemin ku­ rucu ve devamı açısından birbirini tamamlayan ilişkilere dönüşüyor olsa bile (kuşku yok ki son kertede ekonomik yapıların üstyapı süreçlerini belirlediği yadsınamaz), gerek bu ilişki Türkiye somutluğunda (hemen belirtelim bu somutluğun özel nedeni, sınıfların do­ ğuşundan önce devletin doğuşunda ve bu sürecin tarihsel arka planında saklıdır) bir sür­ tüşmeye ve çelişkisel ilişkilere neden olmuş, gerekse daha genel bir sorun olarak bu ilişkiler biçimi, toplumsal ilişkilere, dolayısıyla farklı kültürel veya ulusal ilişkilere yansı­ mada eşdeğer olmayan bir ilişki olarak aynı şekilde sürtüşme ve çelişkilere yol açmıştır. Başka bir deyişle, belirleme anlamında kültürel yapılar üzerinde ortaya çıkan ilişki biçi­ mi yarılmaya yol açan koşulları ortadan kaldırma yeteneğinde olamamıştır. Özellikle ya­ rılmadan kastedilen, somut etkilerin toplumsal ilişkilerde görülen çelişkili konumudur. Yoksa belirttiğimiz gibi sistemin varoluş kuruculuğunda değil. Haklı olarak sınıf stratejisinin kurulma mantığında sınıfların ekonomik olarak varoluş koşulları, bütünleştirme stratejisinde geçerli olan tek moment olmadığı gibi bunun üze­ rinden inşa edilemeyeceği anlamına da gelmez. Bu söylem hem ülkenin sistem olarak kuruluş sürecinin tarihsel/sınıfsal koşullarının somutluğu anlamında hem de toplumsal ilişkilerde farklı kültürel, etnik, cinsiyet veya ulusal bölünmeleri anlamında geçerli olan bir söylemdir. Bu aslında birleştirici eklemlenme stratejisinde ideolojik/kültürel süreçlerin önemini gösteren bir bakışa sahip olması anlamına gelir. Elbette iki yapı arasındaki iliş­ kilerde, ekonominin belirleme momenti bu anlamda basit ve tek yanlı işleyen bir süreç olarak değerlendirilemez. Burada hem altyapı ilişkilerinin üstyapı süreçleri ile ilişkisinde, dolayısıyla toplumsal ilişkilerin failleri arasında zorunlu olan bağı belirlemek anlamında, hem de farklı kimliklerin kararsız olan özelliklerini göstermek anlamında (kuşkusuz iliş­ kisel karakterlerini), üstyapı süreçlerinde ideolojinin/kültürün özel önemini kavrayarak politik sınıf mücadelesinin yolu üzerindeki engelleyici taşları temizleyerek birleşik strate­ jiyi başarabilmektir. Bu anlamda üstyapı ile altyapı ilişkilerinde kaba bir yaklaşım göste­ rilemez. Bu iki yapı arasındaki ilişki biçimi haklı olarak şu soruyu doğurmuştur; somut etkiler ile soyut etkiler arasındaki ilişkiler mantıksız bir ilişki midir? Sorunu elbette böyle tartış­ mak çok fazla anlamlı değildir. Çünkü buradaki karşılıklı ilişki kendi yapısı içinde doğal bir (mantıksal bir ilişki anlamında) ilişkiye dayanır ve bu anlamda bu sorun tartışma gö­ türmez açıklıktadır diye düşünüyorum. Ama bu soruna kuşkusuz kaba bir ayrımlaştırma

106


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ veya birleştirme mantığı açısından da yaklaşılamaz. Bir üretim tarzından diğerine geçiş elbette düzenli olmayan bir geçişi ifade eder. Burada bir dizi faktör etkili olarak devreye girer. Bu anlamda eklemlenme salt üretim tarzı mantığı düzeyi ile sınırlandırılamaz. Baş­ ka bir deyişle salt üretim tarzının darlaştırılmış basit veya kaba mantığına dönük yorum­ lara indirgenemeyecek kadar önemlidir diye düşünüyorum. Elbette anlaşılması gereken üretim tarzının mantığının basit veya kaba bir mantık olması değildir. Sorun onu dar bir zemine indirgeyerek salt ekonomist bir mantık düzeyinde yorumlamak anlayışında orta­ ya çıkar daha çok. Bu anlamda sınıf mücadelesi, salt üretim tarzının ekonomist bir yo­ rumuna dayanan basit mantığı veya darlaştırılmış mantığı üzerinden kurulamaz. Sınıf mücadelesi zemini bu anlamda genişleyen bir zemin olarak yeni açılımları zorunlu kıl­ maktadır. Bugün bu sorun çok daha yakıcı bir öneme sahiptir. Bölünme veya parçalanma bir istekten öte somut bir olgudur. Parçalanma bir yerde hem düzenleme ve bir bütünselliğe kavuşturulması anlamında hem de politik pratikler­ de sonuç alınması anlamında kendi içinde bir olumsallığı barındırır. Çünkü bütün parça­ lar bütünsel bir yola doğru kayma göstermezse kendi yıkımını getireceğinin doğal bilin­ ci içindedir. Ancak bu tanım daha çok genel bir durum analizi olarak kabul edilebilir. Oy­ sa bugün işçi sınıfının kendiliğinden bilinç öğesinde bile varolması gereken bu doğal bi­ linçten önemli bir kaymanın olduğu tespit edilebilir. Bu anlamda parçalar kendini aşan bütünleşmenin zorunlu momenti olarak ortaya çıkması gerekirken veya bu doğal tavrı kendi içinde barındırması gerekirken gelişme şimdilik bu yolda olmuyor. Ancak bunun uzun vadede böyle devam edeceği düşünülemez herhalde. Gerçekten bütün parçalanmış yapıların varlık gerekçesi yeniden kendi zemininde (bu zemin ne olursa olsun, parçanın kendi içinde bile bütünlüğe doğru kayma eğilimi sü­ rekli vardır) bütünselliğe kayma göstermeden edemez. Bir yerde özerk konum kazanan parçalanmış öğeler, kendi özerkleşen mantığını da aşan bütünleşmenin zorunlu mo­ mentlerini içinde taşıyor demektir. Kuşku yokki bu özerk yapıların bütünsel bir stratejiye doğru kayması, eklemlenmenin koşulu olarak bir düzenleme pratiğini varsayar. Düzen­ leme pratiğinin doğrudan sınıfın bilinçli öğeleri tarafından gerçekleştirilecek olması an­ laşılır bir şey oisa gerektir. Bu noktada Hegel’in birleşme/parçalanma diyalektiğine yaklaşımı önemlidir diye dü­ şünüyorum. Hegel’de bütünsellik/özdeşlik pozitif değildir. Çünkü pozitivizm bilginin ba­ ğımsızlığını savunur. Oysa bilgi ile sınıf çıkarları arasındaki ilişki yadsınamaz bir ilişki­ dir. Dolayısıyla bilgi pratikten kopuk soyut bir kavram olmadığı gibi, bağımsız kimliğe dö­ nüşmüş bir kavram da değildir. Bu anlamda Hegel kendi içine kapalı değildir. Karmaşık veya çelişkili yapılar bütünlüğü dediğimiz süreç, yeni toplumsal yapının bütün özneleri ile birlikte bir analizini gerekli kılar. Günümüzde sınıf mücadelesi zemini bir olgu olarak genişlediği halde, onun sübjek­ tif gereksinmeleri, bilgisel ve örgütsel kuram olarak kurulamadığı için anlaşılır bir geniş­ leme sınıf pratiklerine yeterince yansımıyor. Bunun nedeni elbette sadece ileri sürdüğü­ müz sübjektif olguların yeterli hazırlığının yapılamamış olması değildir. Bu sorunun ne­ denlerini özetle yukarda verdim. Aşağıda başka bir boyutla da inceleyeceğim. Burada sınıf bilincinden ve örgütsel konumlarından bağımsız daha derin olan çağa ilişkin bir di­ zi farklı faktörü de sayabiliriz. Global düzeyde insanın düşünce evrimindeki kolektif bü­ tünsel zeminin yıkımı ile insana ait değerler sisteminin erozyonu anlamında paralel bir ilişkiye doğru evrilmesi gibi... Ama bu şimdilik yazının doğrudan konusu olmadığı için ge­ çiyorum. Gerçekten burada bilgisel kuram farklı ve özgülleşen yapıların analizine dayan­ masını şart koşar. Daha açıkçası bugün sınıf pratikleri parçalanmış kültürel/ulusal vb. zeminin baskın sınırları içinde yürüyor. Bunun ilk nedeni, hala sınıfın öncüsü olarak sah-

------------------------------------------------------------------------------------------ 107----


— yol------------------------------------------------------------------------------------------nede bulunan politik yapılar, sınıf mücadelesi zeminini salt sanayi üretiminin dar zemini üzerinden kurmaya çalışıyor olmaları bir neden olarak sayılabilir. Bu anlamda bilgisel kuram stratejik oluşumlar içinde donuklaştırdığı için analiz yeteneğini büyük oranda yi­ tiriyor. Dolayısıyla ideoloji bilginin özünden koparak soyut söyleme dönüşüyor. Oysa bu aşılması gerekiyor. Böylece bu darlaştırılmış ve giderek somutun bilgisinden uzaklaşmış bir şekilde önerilen stratejiler bütünselliğin nasıl kurulacağını sorununu atlıyor. Geriye kala kala kolayca liberal strateji veya liberal söyleme giydirilmiş radikal söylemli demok­ rasi stratejileri kalıyor. Gerçekten sınıf mücadelesinin genişleyen zemini, yeni üretim ve dolaşım sürecinin bütün versiyonlarıyla birlikte, bu sürecin belirlediği sınıf çıkarları zemininin üzerinden ku­ rulması anlamına gelir. Eğer burada sorun darlaştırılmış veya klasikleşen ve aktarımcı sınıf çıkarları zemini olmayacaksa, o halde bütünsel strateji açısından sınıf çıkarları ze­ mininin ne anlama geldiğini belirlememiz gerekir. Belirlenmesi gereken birinci nokta budur. ikinci nokta, bunun hangi yollardan yürünerek gerçekleştirilecek olmasıdır. Egemen üretim biçimi olan KÜB bütün alanlara doğru bir genişlik gösterdiyse, buradan sınıf kim­ liği de bu eksen üzerinden açığa çıkmış demektir, işte bu nokta parçalanmış olan bütün sınıf veya ara sınıf emekçi kategorilerinin ortak bir zeminde buluşmasının fiziki veya nesnel dediğimiz zeminini besleyen bir nedendir. Sınıf eklemlenmesinin belki de ilk yo­ lu bu nesnel zemini, sınıf çıkarlarının doğru kurgulanması bağlamında bilinçli bir sınıf pratiğine doğru kaydıracak formülü yaratabilmektir. Elbette formüller yaşam gerçekliği üzerinde kurulursa anlamlı değişime yol açabilir. Yoksa soyut ve sınıf pratiklerinden kop­ muş formüllerin bir işe yaramayacağı açıktır herhalde.

X. SINIF ÇIKARLARI BAĞLAMINDA “TOPLUMSAL FORMASYON”UN ROLÜ Bugün üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki klasik forma göre şekillenen ilişkiler olmaktan oldukça uzaklaşmış ve farklılaşmıştır. Bu durum doğal olarak değişime uğrayarak yerini yeni ilişkilere bırakmış olması demektir. Eskiden üretici güçlerin gelişi­ mi; eski yapıyı tasfiye eden ve yeni üretim tarzını kuran, dolayısıyla yeni ilişkilere kapı­ yı aralayan gelişme momentine tekabül ediyordu. Başka bir deyişle eskiden teknik ge­ lişme ile zihinsel gelişme arasında ilişki çelişkili yapısına rağmen paralel bir ilişkiydi. Ya­ ni üretici güçlerin teknik gelişmesi sınıf ordusu içinde kültürel değerlerin gelişmesini, do­ layısıyla sınıf bilinci süreçlerini engelleyemiyordu. Bu anlamda teknik gelişme sınıfın da­ ha fazla tarihsel değerlerine sahip çıkmasına yol açıyordu. Çelişkinin artması makinaların kırılmasından başlayan ilkel başkaldırıdan başlamak üzere ortaya çıkan süreç içinde daha sonra kapitalizmin mantığına yönelmiş ve sınıf içinde bilinç ve kültürel değerlerin yaratılmasının yollarını açmıştı. Bu modern sınıf uygulamalarına yol açan süreci geliş­ tirmişti. Bugün üretici güçlerin teknik gelişmesi işçi sınıfının zihinsel ve kültürel gelişme­ si ile paralel gitmiyor. Bir yerde teknik gelişme üzerine kurulmuş egemenlik sistemi sını­ fa ait değerler sistemini paralize ederek ortaya çıkmış ve proletaryanın gücünü işlevsizleştirmiştir. Bu doğal olarak sınıf pratiklerini olumsuz etkileyen bir özellik göstermesi de­ mektir aynı zamanda. Çünkü değişimin dinamiği olan üretim güçlerinin ana omurgasını işçi sınıfı oluşturduğuna göre, doğal olarak sınıf pratikleri yeni üretim ilişkilerini yarata­ cak ve ona tekabül edecek, dolayısıyla yeni üretim tarzını kurmaya dönük pratiklere yol açması gerekecekti. Şimdilik durum böyle bir moment üzerinden gelişmiyor. Bunu daha önce başka bir yazıda izah etmiştim. 1 Şimdi sorun bu kurucu mantığın, yani birleşik

__ 108


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ stratejide eklemlenme pratiğini hangi argüman üzerinden kuracağımız sorusuna gelip dayanmış olmasında yatmaktadır. Kuşkusuz burada temel moment, sınıf pratiklerini es­ ki üretim tarzını yıkmaya, yeni üretim tarzını kurmaya dönük bir çabayı, başka bir deyiş­ le üretici güçlerinin eski üretim tarzını dönüşüme uğratacak ve ortak sınıf pratiklerine yol açacak süreci başarmak sorununda düğümlenmiştir. Ama bu noktada bir kırılma yaşan­ dığı açık. O halde bu sorun nasıl aşılacaktır? Burada hemen ilk soıuyu sorabiliriz; bu noktada “toplumsal formasyon” dediğimiz kavramsal bir süreç sorunun çözümünde ilk adım olabilir mi? Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin sorunlu olan konumu ve sorunun özgül karakter kazanmış ol­ ması eğer sınıf hareketinin önünde duran temel bir sorun ise, bu sorunu çözümlemeyi amaçlayan bir bakış hangi tanımlama üzerinden kurulabilir? Yapılacak yeni bir tanımla­ ma içinde toplumsal formasyona nasıl bir rol biçebiliriz? Bu anlamda toplumsal formasyonu aslında parçalanmış yapıların eklemlenmesinin varoluş koşullarını sağlayacak birtermoloji olarak düşünmek yanıltıcı bir tanım olmasa gerektir. Gerçekten nesne olan proletaryanın her yeni gelişimi veya almış olduğu yeni ilişkiler zorunlu olarak kendi termolojisini ve dilini de yaratır. Dolayısıyla toplumsal for­ masyonu, KÜB’den kaynaklanan belli nesnelerin ortaya çıkardığı özgül yapılar düzeyin­ de (kültürel kimlikler, sosyal vb) ve bu yapıların arasındaki ilişkilerde bütünselliğe yol açacak bir kavram olarak düşünmek gerekir. Tam da bu parçalanmış yapıları bütünsel yapının inşasına doğru kurgulayan ve sınıf pratiği üzerinde anlamlaşan kavram olarak düşünmektir. Çünkü farklı bütün kimlikler kendi doğallığı içinde karşılıklı bir ilişki içinde­ dir. Önemli olan bu ilişkilere bir form kazandırmaktır. Kimliklerin kapanmış olan konumu­ nu sınıf aidiyeti üzerinden ortak bir eklemlenme pratiğine dönüştürmek esas ise, onu sa­ bitleştiren pratik olarak bütünsel zemine doğru bir kayma gösterip gösteremeyeceğini açığa çıkarmaktır asıl olan. Burada sabitleştirmenin karakteri, toplumsallığın açıklığa ka­ vuşturulmasıdır. Dolayısıyla bütünlük projesi ancak buradan üretilebilir. Burada biraz daha özele doğru yönelirsek şunları söyleyebiliriz; farklı kültürel veya sosyal kimliklerin hem kendi başına özgül bir karakter taşıması hem de aynı nesnenin birden fazla edinilmiş kimliğe sahip olması (dikişli veya bağlantılı ilişkiler olarak da ta­ nımlayabileceğimiz) varoluş koşullarının içinde zorunlu bağlantılı ilişkiler olarak eklem­ lenme momentinin gerekliliğini açığa çıkaran nedenlerin başında sayılabilir. Bu noktada daha anlaşılır olan bir örneği ele alabiliriz; sözgelimi X fabrikası veya işletmesinde çalı­ şan bir işçi, üretim süreci içinde bir konuma sahip olduğu için bir sınıf kimliğine, Kürt ol­ duğu için bir ulusal kimliğe, kadın olduğu için bir cinsiyetçi kimliğe, hatta diyelim müslüman olduğu için dinsel bir kimliğe sahip olabilir. Artık burada işçimiz birden fazla kimli­ ğe sahip demektir. İşçimizin burada varoluş koşulları dört ayrı kimliğin toplumsal ilişkile­ rinde veya toplumsal yaşam koşullarının pratiğinde bir konuma sahip olması demektir. Ancak temel sorun, dinsel, cinsiyetçi veya ulusal kimliklerin farklı pratiği ile, yani toplum­ sal ilişkilerde ortaya çıkan pratiği ile sınıf kimliği arasında kurulması gereken eklemlen­ me pratiğinin/ilişkisinin nasıl bir ortak denklem üzerinde kurulacağı sorunudur. Çünkü bugün bu kimlikler demokratik bir mekanizma üzerinden birbirini tamamlayan ve giderek sınıf kimliği temelinde bütünleşmeye yol açan süreçlerden kopmuş olduğu için, her bir kimlik bir diğer kimliğin karşısında onu paralize eden, bu anlamda daha önemlisi sınıf kimliğini görünmez kılan bir sonuca yol açmıştır. Dolayısıyla farklı kimliklerin sınıf kimli­ ği ile bütünleşmesi sağlanamadığı noktada, kültürel haklar düzeyinde yürüyen mücade­ le (cinsiyetçi, ulusal veya dinsel olarak), hem kimliklerin demokratik mücadelesini kadük bırakmaya yol açarak olumluluk düzeyinde işlevini yitirmektedir hem de bütün kimlikleri yok eden kapitalist egemenlik yapısını yıkmaya dönük çabayı ortadan kaldırmaktadır.

109


— yol-------------------------------------------------------------------------------------------Bunun bir temel sonucu da kimlikler arası ilişkinin birbirini parçalayan ve bir yerde birbi­ rini yıkmaya dönük bir çabayı da ifade edecek olmasıdır. Bunun ortadan kaldırılmasının tek bir yolu vardır; bu da farklı kimliklerin pratiğini sınıf kimliğinin pratiği içinde olumsallaştırmaktır. Sınıf kimliği olmadan gerçek anlamda demokratik açılım göstermesi gere­ ken kültürel kimliklerin kurulması da imkansızlaşmaktadır. Sonuçta bunlar birbirlerini dışlayan bir pratik içinde her zaman kapitalizmin manipülasyonuna uğramak durumun­ da kalarak asli öznesinden kopacak ve işlevsizleşecektir. İşte bu noktada toplumsal for­ masyon, parçalanmış sınıf kimliğinin bütünsellik oluşumuna ve değişik emek güçlerinin ortak ve l^jrteştirici mantığına ilişkin bir kavram olarak düşünmek daha doğrudur gibi ge­ liyor bana. Kuşkusuz bu kavramın bir sırrı yoktur. Ama sınıfın son derece parçalı konu­ muna ilişkin bir göndermeden kaynaklanan bütünsel bir proje mantığına dayanır. Başka bir deyişle sınıf kimliğinfn açığa çıkarılmasına dayanan ve diğer kimliklerle doğru bir iliş­ ki kuran bir mantığın kurgulanması olarak düşünmek demektir. Soruna son söyleyeceğimizi şimdi söyleyerek de başlayabiliriz; bir yerde böyle bir konum, en ileri noktada olumlanacak gelişme momenti olarak liberal demokratik tezlerin üretilmesine yol açmıştır. Oysa bütün kimliklerin özgürce gelişmesi, dolayısıyla birbirini yıkan değil tersine ortak zenginlikler olarak gelişme sürecinin yaratılma güvencesinin tek yolu; bu kimliklerin varoluş koşullarını yok sayan, onu bastıran ve paralize eden kapita­ list yapının tasfiyesine bağlıdır. Bunun tek yolu, bütün kimliklerin kendi kimliksel özerk­ liklerini yok etmeden sınıf kimliğine doğru evrilen bir mücadeleye, dolayısıyla sömürü­ nün ve baskının ortadan kaldırılmasına dönük sınıf mücadelesine doğru evrilmesine bağlıdır. Somut olan bu konum bir yandan ister istemez mantıksal olarak çelişkili bir dağılımı gösterirken, diğer yandan birleştirmenin sabitleştirmesini de gösterir. Çünkü bireylerde toplanan farklı kimliklerin konumu onun çeiişkisini/dağılımını gösterse bile, sistemle iliş­ kilerinde kültürel kimliklerin dışlanması, sınıf kimliğine doğru birleşmenin sabitleştirme eğili'mini kendi doğal yapısında zorunlu olarak taşıma eğilimindedir. Böylece diğer kimlik­ lerin sınıf kimliği düzeyinde eklemlenmesi kuşkusuz tek başına salt sınıf çıkarlarının sı­ nırlılığı içinde başarılamaz ve bu sınır ile yetinilemez. Burada sınıf kimliğinin birleştirici öğelerini açığa çıkarmak, demokratik ilişkilerin kavranılması sürecinde sınıf pratiklerini ve bu anlamda politik, ideolojik ve ekonomik mücadeleye yaklaşımını ve bu sürecin araçlarının yaratılmasını şart koşar. Gerçekten sınıf kimliğine ilişkin klasik form olarak ileri sürülen çıkarlar çerçevesinde­ ki birleştirici moment geçerliliğini yitiren bir moment olmasa da şimdilik geçerli olan tek moment değildir demiştik. Burada esas sorun bu denklemi kurarken, kendi zamanımızın önüne nasıl geçeceğimiz sorusuna verilmesi gereken cevapta toplanmıştır. Ekonomik çıkarlar çerçevesinin sınıf birliği için tek başına neden başlıca bir birleştirici öge olmadı­ ğını yukarıda kısaca izah etmiştim. Bugün değişik kimlikler ile sınıf kimliği arasındaki so­ mut ve doğru bir ilişki ve bu ilişkilerin pratikte anlam kazanması, farklı kimliklerin talep­ lerini bastırmadan ve tersine onu özgürce açığa çıkaracak bir sürecin derinleşmesini sağlarken, aynı şekilde sınıf kimliğine doğru eklemlenecek süreci başarabilecek bir bü­ tünselleşme momentini yakalayabilmektir. Bugünün esas sorunu bu noktada düğümlen­ mektedir. Özerk yapılara bölünmüş her toplumsal eylem zorunlu bir iç birleşmeye, başka bir deyişle eklemlenme hareketine doğru bir kayma gösterebilir mi? Elbette böyle bir geliş­ meyi olumlasak bile, bu asla kendiliğinden başarılacak bir süreç değildir. Toplumsal for­ masyon üzerinden toplumsal eklemlenme veya stratejik bütünlük, özerk toplumsal öz­ neler üzerinden, yani üretim ilişkileri içindeki konumlarının belirlediği ortak çıkarlar etra-

__ 110 ..... ....................................................................................................................


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ fında kümelenen toplumsal sınıflar aracılığıyla oluşabilir demektir. Mesela ekonomik, ideolojik veya politik mücadele farklılığı, bütün farklı karakterine rağmen ortak bir müca­ delede birleşme eğilimini baştan itibaren zaten kendi içinde taşır. Birleşme eğiliminin her yapı için belirli bir karakter taşıdığı ön kabul olarak düşünülebilir. Bu anlamda doğal olarak farklı kimlikler arasında kopuş düzeyi ne olursa olsun, toplumsal faillerin karşılıklı bir ilişki içinde olması tartışma götürmez bir çözümleme noktasıdır, işte bu nokta, yani farklı kimliklerin talepleri toplumsal formasyonun birleştirici kavramında ve sınıfın strate­ jik kurgulanmasında bir temel yaratabilir. Eğer toplumsal formasyonu kaba benzetme anlamında ortak ailenin evi gibi düşünecek olursak, farklılıklar bu evin sıcak ortamında bir birleşme zemini bulabilir. Bu aynı zamanda zenginliğin de bir ifadesidir. Burada önemli olan ailenin sahip olduğu evi doğru bir iç dizaynı ile düzenlemektir. Çünkü bu ev­ de farklılıklar demokratik bir zemin üzerinde zaten baştan itibaren var olacaktır. Ama bu­ rada önemli olan temel çıkar bütün aile bireylerinin evin varlığını güvenceye almaktır. Evin varlığı ve güvencesinin tek bir koşulu vardır; evde yaşayan bütün bireylerin farklı ta­ leplerine rağmen ortak birleşme talebinin ne olduğunu açığa çıkarmaktır. Bizim tezimiz­ de evin varlığı ve güvenceye alınması anlaşılır ki sınıf kimliği ve onun değerler sistemi­ nin korunmasıdır. Bunun anlamı, yani evin kuruculuğu, dolayısıyla iç dizaynı toplumsal formasyonun kendi mantığı üzerinden kurulması demek olacaktır. Bu bir yerde düzen­ leme mantığı olarak da düşünülebilir, bir bakış noktasıdır.Anlaşılması gereken temel nokta burasıdır. Bu noktada Benveniste'nin şu değerlendirmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Uzun olma pahasına bu paragrafı aktarmak istiyorum; “Değerlerin ‘görece’ olması, on­ ların birbirlerine görece oldukları anlamına gelir. (Burada değerleri tek boyuttta düşün­ mek, başka bir deyişle sadece emek-değer kuramı üzerinden düşünmek de doğru de­ ğildir, aynı şekilde kültürel kimliklerin ortak değerleri olarak da düşünebiliriz, bn.) Ama bu kesinlikle onların zorunluluğunun kanıtı değil midir?.. Sistemden söz eden, öğelerini aşan ve açıklayan bir yapı içindeki parçaların düzenlenişinden ya da uyumundan söz et­ miş olur. Bunun içindeki herşey o kadar zorunludur ki, bütündeki ve ayrıntılardaki deği­ şimler karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırır. Değerlerin göreceliği, bu değerlerin her zaman tehdit edilen, her zaman yenilenen bir sistemin eşzamanlılığı içinde birbirlerine sıkıca tabi olduklarının en iyi kanıtıdır. Sorun şu ki, bütün değerler karşıtlık değerleridir ve sadece farklılıklarıyla tanımlanırlar... Dil tesadüfi bir düzensiz nosyonlar ve rastgeie çıkarılan sesler yığınından başka birşeyse bunun nedeni, bütün yapılarda olduğu gibi onun da yapısında zorunluluk bulunmasıdır.”2 Eğer bütün farklılık veya karşıtlık konumlarına rağmen, birleşme momenti içinde sak­ lı olan zorunluluk kavranılabilirse, sorunun çözümünde ilk adımı da atmış olabiliriz. Çün­ kü gerçekten farklı değerler her özerk yapı için hem birbirine göre görecedir hem de bu farklılık onun zorunluluğunun bir göstergesidir. Benveniste’den çıkaracağımız sonuç şu­ dur; farklı özerk yapıların zorunlu varoluş koşulu bütün parçalı öznelere karşın birbirini koşullandıran, dolayısıyla birbirine bağlı olan bir sürecin parçalarıdır. Ama yine de şunu beiirmeliyiz ki; bu farklı yapıların mücadele konumlarını ortaklaşan bir sürece doğru kay­ masını sağlamak ancak ve ancak toplumsal bir sınıf olan proletarya tarafından başarı­ labilir olacağıdır. Çünkü bu üçiü mücadelede birleşme öğesi zaten baştan itibaren işçi sınıfına verilmiştir. Bu üçlü yapının içine, özellikle ideolojik yapı süreçlerinde belirlenmiş olan ve insanlığın manevi değerler toplamı olarak kültürel bütün öznelerde girmiştir ar­ tık. Bunun esas nedeni sınıfın üretim içindeki konumudur. Ama asla onun ekonomist yo­ rumu değildir. Çünkü işçi sınıfı, hayatın devamını sağlayan ve insanların varoluşu için gerekli bütün maddi ihtiyaçları üreten sınıf olması onun ayrıcalıklı konumuna işaret eder. 111 ----


— yol-------- ----------------------------------------------------------------------------------Kuşkusuz bu üretim içinde salt maddi değerler üretimi olarak da sayılamaz, işçi sınıfı ay­ nı oranda kültürel/manevi değerleri de üreten bir sınıf olma ayrıcalığını taşıyan bir özne olması asla unutulamaz. Bu anlamda farklı kimliklerin mücadelesi (ulusal, cinsel, çevreci vb) kendi farklı öz­ nelerine rağmen, nihai hedef ilişkisinde (yani sınıf çıkarları özgünlüğünde) birleşme ögesine karakterini veren sınıf işçi sınıfıdır. Çünkü farklı kimlikler, kimliksel olarak bir ay­ rımı varsaysa bile, mesela ezilen emekçi kadın, cinsel ayrıma karşı kendi özgünlüğü üzerinde hareket etse bile, onun birleştirici kimliği özünde üretim içindeki emek karakteri ile açığa çıkan emekçi olma kimliğidir. O nedenle sınıf mücadelesi burada darlaştırılmayacaksa eğer, cinsiyetçi ayrıma karşı mücadele ile bütün ayrımlaştırmanın nedeni olan egemen kapitalist yapıya karşı mücadele birbirini dışlayan değil bütünleşmeyi zorunlu kılan bir perspektife oturması gerekir. Çünkü emekçi bir kadın süreç içinde şunun bilin­ cine varmadan hareketini de geliştiremez; cinsiyet ayrımının asıl nedeni ekonomik poli­ tik bir sistem olan kapitalizmdir. Hem kadın kimliği hem de üretim sürecindeki emekçi kimliği, birbirini dışlayan değil zorunlu olarak birleşme momentini besleyen bir nedendir. Bu cinsiyet ayrımına karşı mücadelenin de başarısı için zorunlu olan bir kertedir. Böylece kadın aynı zamanda emekçi sınıf kimliği içinde cinsiyetçi ayrıma karşı mücadele et­ mesi, onun kapitalizme karşı mücadelesini zayıflatmayacağı gibi sömürü ilişkilerine kar­ şı mücadelesi onun özerk mücadelesini daha da geliştiren ve besleyen bir konum kaza­ nacaktır. Elbette bu diğer kimlikler içinde geçerli bir söylemdir. O halde bu birleşme momentini başaracak olan sınıfın kullanacağı kavrama yeniden dönebiliriz. Farklı bütün toplumsal kimlikleri sınıf kimliği ile birleştirecek ve bu süreci or­ taklaşan mücadeleye doğru evrimleştirecek kavram olarak toplumsal formasyon düşü­ nülebilir demiştik. Toplumsal formasyonu elbette basit bir araçtan çok, farklı kimliksel ya­ pıları esas olan sınıf kimliği üzerinde (toplumsal bir kimlik içinde) birleştirecek bir kav­ ram olarak ele almak daha mantıklıdır. O halde toplumsal formasyonu şu noktada özet­ lemek mümkündür; gelişmenin somut bir aşamasında, ekonomik, politik ve ideolojik sı­ nıf pratiklerini kapsayan ve farklı bütün kimlikleri sınıf kimliği içinde birleştiren somut ve birleşik bir kavramdır. Bu kavramın bilimi anlaşılabileceği gibi tarihsel maddeciliktir. Elbette bu kavrama yüklenecek araçların konumu ve biçimi değişken olabilir. Doğru­ dan konumuz olmasa da özet olarak bu konuda şunları söyleyebiliriz; bu anlamda esas araç yine sanıyorum hala partidir ve bunun hala geçerli bir söylem olduğunu düşünüyo­ rum. Ancak yeni bir tarzda ve yeni formda .. Kuşkusuz burada sınıfın öncü partisi, fark­ lı kimliklerin partisi olarak değil, farklı kimliklerin taleplerini de içine alan, dolayısıyla tek yanlı somut bir failin değil, esas olarak sınıfın tarihsel çıkarlarını temsil eden bir temele oturması demektir ve bu anlaşılır birşeydir. Bu temsiliyet özünde bütün ezilen ve sömü­ rülen emekçi öznelerin temsiliyetidir. Yani bütün yoksulların temsiliyetir. Kuşku yokki sı­ nıfın tarihsel çıkarları işçi sınıfının hegemonyasını zorunlu kılan bir temsiliyet anlamına gelir. Bu anlamda darlaştırılmış klasik parti formunun tersine, günümüzün sınıf çıkarla­ rının genişlemesi anlamında bütün farklı ezilen ve sömürülen kimliklerin ve bu kimlikle­ rin taleplerini ve onların çıkarlarını, ancak sınıfın tarihsel çıkarları üzerinden kuran bir bakış anlamında bir terhsiliyettir. Demek ki eklemlenme mantığı ile toplumsal formasyon arasındaki ilişkide bu iki kav­ ram, hem sınıf kimliğini yeniden kurma sürecinde hem de sınıf pratiklerini birleşik bir stratejiye doğru evrimleştirme sürecinde vazgeçemeyeceğimiz kavramlar olarak düşün­ mek gerekir. Şimdi eklemlenme momentinde belirlenmesi gereken başlıca noktaları şöyle özetle­ yebiliriz;

__ 1 1 2 ____________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ a. Eklemlenmede rol alan güçler, aynı sınıfsal öze sahip olan, ama farklı kimliklere bölünmüş emekçi öznelerdir. b. Birleşik sabitleştirmenin söylem veya kavramlarının üretiminde ortak bir temel tar­ zın yakalanması önemlidir. c. Kavram olarak sınıf ideolojisinin üretimini koşulların somutluğu düzeyinde yenile­ mek esastır. Çünkü ideolojik tarih konsepti doğru kurgulanamazsa risklidir her zaman. d. Ortak bir konuma veya temaya vurgu anlamında hareketin sürekliliği ve kalıcılığı vazgeçilmez bir önem taşır. Başarı için bu temel bir nokta olarak algılanmalıdır. e. Yeni olan bu sürecin yapısal karakterine uygun araçların devreye sokulması önemli bir açılımdır. f. Dolayısıyla bu noktada sınıfın öncüsünün her düzeyde kendini yenilemesi ve ger­ çek anlamda öncü bir role oynayabilmesi, sınıf mücadelesinin başarıya ulaşmasındaki vazgeçilmez yegane teminattır. Çünkü öncü olmadan (ki bu aslında önderlik sorununun kolektif çözümü anlamına gelir) hiçbir pratiğin başarısı ve kalıcı olması düşünülemez.

XI. ÖZERKLİK MANTIĞI VE SINIF HEGEMONYASI ÜZERİNE Bugünün eğilimini alanların özerkleşmesine doğru bir kayış olarak belirlemek çok ya­ nıltıcı bir tanımlama olmasa gerektir. Bu bir yerde ister istemez sınıfın birliği sorununa olumsuz bir etki yaptığı anlamına da gelir. Yani sınıfın birleşik kuvvetlerinin dağılımında ve parçalanmışlığında ortaya çıkan toplumsal bir süreç olarak... Şimdi sorunu daha çok bu bağlamda tartışacağım. Özerk olan toplumsal yapılar toplumsal bir güç kimliği olarak, sınıf mücadelesinde belli bir role ve öneme sahiptir. Bu aynı zamanda onun toplumsal ilişkilerinin oluşumun­ da belli bir rolü de açığa çıkarmaktadır. Salt bu noktadan baksak bile sorunun anlaşıl­ masında örnek vermek gerekirse Kürt Ulusal Hareketi’nin oynadığı toplumsal rolü gös­ terebiliriz. Ancak özerk yapılar, sürekli ve ebediyen varlığını sürdüren yapılar olarak dü­ şünülemez. Böyle olsaydı, bu yapıların ebediyen değişmez olarak varlıklarını sürdürme­ si gerekirdi. Çünkü bu yapılar özerk kültürel kimlikler olarak, toplumsal veya politik varo­ luş koşullarına bağlı olarak tarih sahnesine çıkarlar veya süreç içinde bir değişime uğ­ rarlar. Bundan onlarca yıl önce de bu kimlikler (dinsel, etnik veya ulusal) vardı ve sorun­ ları aynı düzeyde o zamanda devam ediyordu. Bunun bugün için belirleyici bir ağırlık ta­ şıması, bütünüyle toplumsal ve politik sürecin yeni varoluş koşulları ile açıklanabilir. Fe­ minist, çevreci, etnik veya ulusal kimlikler açısından bu koşulların sürekli olarak aynı dü­ zeyde var olacağı anlamına gelmez. Gerçekte çıkış koşullarına ait zemin bozulabilir. Bu anlamda özerkleşen kültürel kimlikler ile sınıf kimliği arasındaki doğal çelişki zemini, özünde bağdaşmaz olan çelişki zemini değildir. Çünkü bütün toplumsal yapılar veya ha­ reketler birbiriyle bağlantısız değildir. Mesela göçmen işçileri ele alalım; Avrupa işçi sı­ nıfının politik hareketinin ırkçılığa karşı tutumlarında ortaya çıkan olumlu veya olumsuz pratiği göçmen işçinin politik kimliğine doğrudan yansır. Sözgelimi Alman işçi sınıfının mücadelesi ile ırkçılık veya anti-ırkçılık arasındaki eşdeğer ilişki tanımlanmamış bir iliş­ ki değilse eğer, zorunlu olarak bu göçmen işçinin sınıf mücadelesine olumlu veya olum­ suz düzeyde yansıyacak demektir. Bu ve benzer örnekleri Türkiye’de son on yılda hız­ la yaygınlaşan Balkan, Ortadoğu, Kürt veya Afrikalı göçmen işçiler düzeyinde de tartış­ mak mümkündür. Sosyal şoven konumda yer alan bir sınıf hareketinin düzeyinden ba­ kacak olursak eğer, bu durum sınıf hegemonyasının kurulmasını paralize edecek öge-

------------------------------------------------------------------------------------------ 113 —


— yol--------------------------------------------------------------- --------------------------leri içinde taşıması anlamına gelir. Ancak yine de anti-ırkçı hareket, zorunlu olarak ör­ gütsel formlarda veya çalışma biçimlerinde bir özerkleşmeye doğru kayabilir. Bu durum, değişik ittifakları ve değişik özneleri içine alacak bir eşdeğer sistemin kurulmasını gerek­ tirir. Bu anlamda egemen ülkenin işçi sınıfı ırkçılık karşıtı kampanyada olduğu gibi, bü­ tün farklı kimliklerin demokratik talepleri, sınıf stratejisinin demokratik bir mantığı üzerin­ den kurulmasını dışlamaz. Demek ki özerklik mantığı sınıf hegemonyası ilişkilerinde tü­ müyle birbirini dışlayan bir konum içinde izah edilemez. Gene! olarak bütün özerk kimlikler üzerine yürütülen tartışmalarda, bu kimlikleri üretim sürecinin ortaya çıkardığı koşulları dışta tutarak yorumlamak ve altyapının temel öznelerinden kopuk bir şekilde tartışmak, bu kimliklerin özgürlüğü adına egemen yapıyı tümden onaylamak sonucunu doğurur, hatta doğurmuştur bile. O zaman özerk kimlikle­ ri ancak sınıf hegemonyası düzeyinde kavradığımız zaman, kimliklerin özgürce gelişimi­ ni sağlamış oluruz ve bu özgürleşme sınıf stratejisi ekseni etrafında kimliğin tümüyle yı­ kımına yol açmış olan kapitalist egemenliğin sonu anlamına gelir. O zaman bu kimliğe sahip olan emekçi iki baskıdan kurtulmuş olur; hem bu kimliği bastıran ve onu yok sa­ yan yapının tasfiyesini, dolayısıyla kimliğin özgürleşmesini hem de sömürü ilişkilerine neden olan ve emeğin özgürleşmesini bastıran egemenlik ilişkilerinin tasfiyesini... Böylece hem siyasal baskı hem de sömürü ilişkileri tasfiye edilmiş olur. Şimdilik tartışmayı bu sınırda tutarak bir başka noktaya, sınıf hegemonyası noktasına geçebiliriz. ***

Hegemonya politik bir ilişki tipidir. Bir başka deyişle sınıfın iktidarlaşması her düzey­ de politik hegemonyanın kurulması demektir. Burada hegemonyaya vereceğimiz anlam, hangi sınıfın hegemonyası olması gerektiği sorununu açığa çıkarmaktır. Gerçekte sınıf hegemonyası demek, eklemlenen bütün emekçi sınıfların gerçek öz­ nesi olarak politik/toplumsal bir forma bürünmesi demektir. Politik pratik, temsil ettiği sı­ nıfın çıkarlarım kurmaya dönük bir pratiktir. Bu anlamda sınıf hegemonyası, sınıf strate­ jisinin bütünselliği anlamında eklemleyici sınıf pratiklerinin açığa çıkarılması demek ola­ caktır. Burada sınıf stratejisinin kapsayıcı ve bütünleştirici temel öznesi proletaryadır. Ancak proletarya kendi içinde oldukça parçalı bir görünüm arzetmektedir. işçi sınıfı her ne kadar üretim içindeki konumu ile tanımlanıyor olsa bile (ki bu sınıf tanımının vazge­ çilmez özelliğidir), yine de işçi sınıfı, farklı kültürel kimliklerin etkisel ağırlığı ve baskısı altında kendi sınıf tavrını ve sınıf pratiklerini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu bir yerde sınıfın sınıf olma refleksinden ve değerlerinden kopuş anlamına da gelmektedir. Aslın­ da bu kopuşun temelinde yatan özellik daha çok ağırlıklı olarak ideolojik konumda orta­ ya çıkmaktadır. Burada ideoloji yukarıda da belirttiğimiz gibi dar yorumlanmayacaksa eğer, bugün için hem düşünsel boyutta hem de kendi tarihi değerlerinden kopuş anlamı­ na gelmektedir. Bu belirleme, sınıf stratejisinin inşasını güçleştiren ve temel özellikleri önemli derecede boşluğa düşüren ve yapıyı paralize eden bir kayma olarak ifade edilebi­ lir. Ancak buradan çıkaracağımız sonuç liberal tezlerin sonuçlarından tümden farklıdır. Proletaryanın bütün bu olumsuz kayma örnekleri, onun değiştirme ve yeniden toplum­ sal dönüşümü sağlama yeteneklerini ve potansiyelinin ortadan kaldırılması anlamına gelmez. Bu ona zaten üretim içindeki konumundan dolayı verilmiş bir nesnelliktir. Bu so­ runu kapsamlı olarak “İşçi Sınıfının Anatomisi" eserinde irdelemiştim. Biz bu kopuştan ideolojik ve politik sonuçlar çıkarsak bile, işçi sınıfının varoluşsa! karakterinden ve sınıf olmanın ortak asgari temel kriterlerinden bir kopuştan bahsedemeyiz. Buradaki kopuş, esas olarak sınıf kültüründen, ideolojisinden ve onun politik pratiklerinden kopuş anla­ mında bir durumla karşı karşıyayız. Şunu ifade ediyorum; sınıfı sınıf yapan özelliklerin

__ 1 1 4 ____________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ başında gelen neden, onun üretim süreci içindeki konumundan ve ilişkiler bütününden kaynaklanır. Bütünsel yapı parçalanmış olsa bile, bu onun varoluş gerekçelerini ortadan kaldırmaz. O anlamda genişleyen ücretli emek faktörü, kendini bir sınıf kimliği içinde bü­ tün toplumsal ilişkilere damgasını vurmaya devam eder. Önce bu konunun anlaşılması gerekir diye düşünüyorum. Şimdi cevap vermemiz gereken soru ise şudur; parçalı olan ve farklı kimlikler içine gömülmüş olan işçi sınıfı, yeniden birleşik bir sınıf stratejisini kurmaya yetenekli bir ko­ numa kavuşabilir mi? Bu soruya evet diyorum. Yukarıdaki bazı belirlemelerle kısmen bunu yapmaya çalış­ mıştım. Zaten başta belirttiğimiz gibi, KÜB var oldukça işçi sınıfının, nesnel sınıf konu­ mu içinde çelişkinin bir tarafı olarak bu potansiyeli kendi varlığında taşıyan ve değiştir­ me öznelliğine sahip tek güç olarak var olması anlamına gelir. Çünkü farklı kimliklere bü­ rünen veya farklı kimlikler içine gömülmüş olan, ama bütün bu farklı kimliklere karşın üc­ retli emek sektörünü oluşturan büyük emek ordusu, gerçek bir demokratik yapı içinde farklı kimliklerin istemlerini bastırmadan, tersine o istemleri belli bir temel üzerinden sı­ nıf talepleri ile birleştiren ve üretim sürecinde ana çelişkiler mantığından hareketle yan yana kültürel çelişkileri bir düzlemde buluşturan bir birleşme zeminini kurma yeteneğine sahip tek sınıftır. Çünkü bu temelin birleşme zemini, bir çelişkiler zemini olarak ve onun üzerinden kurgulanan bütün farklı emekçi kültürel kimlikleri, zorunlu olan bu antagonist zemine kaydıracaktır. Gerçekte bu zemin, KÜB’ün onu ittiği ve ortaya çıkardığı zorunlu ve kaçınılmaz bir zemin olmasından ileri gelmektedir. Böylece sınıf hegemonyasının ku­ rulma zemini bu noktadan sonra örgütsel formlarıyla birlikte açığa çıkması gerekir. Bugün dünyada ortak eğilim, alanların özerkleşmesi eğilimidir, dedik. Bu kendini po­ litik çoğulculuk alanlarında, özel olarak kültürel yapıların özerk eğilimlerinde ortaya çı­ karmaktadır. işte bu sorun, yani özerkleşen alanların çoğul yapısı, politik sınıf mücade­ lesi düzeyini içeren eşdeğer sınıf stratejisinin birleştirme temeli üzerinden mi sağlana­ caktır, yoksa liberal tezlerin çeşitli sol versiyonları olarak farklılık gösteren, ama özünde demokratizm sınırı ile kendini tanımlayan bir demokratik mücadele stratejisi zemini üze­ rinden mi sağlanacaktır? Buna verilen farklı yanıtlar bugüne kadar Marksist hareketteki bölünmenin ana nedeni olmuştur. Ne yazık ki bu yanıtlar içinde sınıf statejisini öneren­ lerin büyük bir kısmı, kendini aktarımcılığın ve dogmatizmin tutucu mantığından kurtar­ mış olmadığı için devrimci hareket hala bunun kefaretini ödemeye devam ediyor. Şimdi bizim arayışımız Leninist kurgulama olan bu stratejik özneyi, bütün somut verileri de dik­ kate alarak ve aynı zamanda dogmatikleşen yapılardan da kopuşarak bir yanıt oluştur­ manın imkan dahilinde olduğunu göstermektir.

XII. ÖNDERLİK VE İTTİFAKLAR SORUNU Bu sorunu hem özet bir biçimde vermek istiyorum hem de sorunun kritik olan ana noktalarını tartışmak istiyorum. Proletaryanın önderlik nosyonu diye ifade ettiğimiz rolünü günümüz koşullarında na­ sıl ele almalıyız? Bugün bu ve benzer sorular hiçte gereksiz sorular olaral düşünülemez. Denilebiiirki işçi sınıfının önder konumunun esas nedenleri bellidir ve bu Marksizm tara­ fından analiz edilmiştir. Elbette tartışma konumuz Marksizm’in bizim elimize verdiği me­ todolojik açıklama değildir. Yani proletaryanın neden devrimci bir sınıf olduğu tartışma noktası değildir. Bu konudaki duruşumuz ayrıca yanlışta değildir ve bir tartışma konusu da değildir. Ancak iyi gitmeyen birşeyler olduğu da açık. Eğer bu tartışmalardan sınıfın

115


_ _ yol------------------------------------------------------------------------------------------------devrimci rolünü yitirdiğine ilişkin liberal tezleri çıkarmayacaksak, sorunu başka bir boyuttta tartışmamız gerekir. Ben özette olsa bu tartışmanın bir kısmına not düştüğümü sanıyorum. Bu anlamda yöntemimiz şu değildir; nasıl olsa Marksizm’in klasik açıklama­ sı sorunu çözmüştür mantığına dayanan bir bakış açısı ile yetinmek hem yanlıştır hem de çözümleme pratiğinin yolunu tıkaması anlamında yeni bir krizin yolunu açar. Dolayı­ sıyla bu mantık doğru bir kurgulanmaya dayanan görüş noktası değildir. Eğer Marksizm hem yaşayan canlı bir sınıf bilimi hem de somut koşulların açıklanması ise, o zaman Marksizm’in metodunu izlemek ve sorunu kendi somutluğu içinde tartışmak zorundayız demektir. Proletaryanın değiştirici vasfı, üretim içindeki konumundan ve çelişkinin ana merke­ zinde durmasından ileri gelmektedir. Bu anlamda proletaryanın önderlik nosyonu, diğer emekçi sınıfların da öncüsü olarak eskiden şöyle yorumlanıyordu; bu sorun daha çok iş­ çi sınıfının çıkarları ile diğer emekçi sınıfların çıkarlarını birleştirme mantığına dayanan bir ittifak politikası ile izah edilirdi. Çünkü burada politik önderlik “ahlaki ve entelektüel” önderliği de içine alan bir tanımdan ziyade bütünüyle darlaştırılmış politik bir tanım üze­ rine kurulmuştu. Bu anlamda politika salt politik bir vurgunun dar sınırları içinde mütalaa edilen bir kavrama dönüşmüştü. Bu bir yerde o günün koşullarında anlaşılır olan ken­ di içinde bir somutluğa sahip olduğunu gösterir ve bu elbette bir yerde anlaşılabilir ol­ maktadır. Gerçekten salt soğuk savaş dönemini baz alsak bile, bu dönemde sınıf bu ka­ dar parçalı bir görünüm arz etmiyordu. Bu nedenle ittifak politikası dönem açısından stratejinin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Oysa şimdi işçi sınıfı neredeyse nüfusun bü­ tününe yakınını, dolayısıyla toplumun ana gövdesini oluşturan bir sınıf haline gelmiştir. Bu şimdi diğer emekçi sınıfların proleterleşmesinin yaygınlaşması ve genişlemesi anla­ mında proletaryanın ittifaklar politikasında da bir değişiklik anlamına gelmektedir. Bu ge­ nişleme sınıfın ittifak politikasında daha dar ve kısmi özellikler göstermek demektir. Es­ kiden ittifak güçleri olarak görünen kesimlerin, şimdi işçi sınıfının doğal genişleme özne­ leri olduğundan dolayı, burada sorunun çözümü ittifak politikalarıyla değil, bütün sınıf güçlerini kucaklayan bir stratejiye gereksinim duymasından ileri gelir. Ama bu asla itti­ fakların dama atıldığı anlamına gelmez, gelmemelidir. Elbette bu farklı bir tartışma bo­ yutudur. Artık bütünlük anlamında sınıf stratejisi, özerk yapıların stratejik bir düzlemde yeni­ den kurulmasını zorunlu kılar. Bu bir yerde özerk yapıların ana strateji bütünlüğü içinde anlam kazanması demektir. Sınıf hegemonyası olarak veya zincirin halkaları olarak... Bu anlamda Leninist politik önderlik nosyonu değişmemiştir. Ama yine de yeni koşullar­ la birlikte anlamında bir genişleme göstermiştir. Bu noktada önemli bir belirleme şudur; önderlik salt politik olarak izah edilemez. Politik önderliğin ana kriter özellikleri önderli­ ğin asli yapısını değiştirmese de, artık önderlik bir başka tanıma da oturtulmasını zorun­ lu kılar. Bu zorunluluk şudur; işçi ve emekçi özne, yoğun bir şekilde kendi içinde farklı kültürel ve sosyal kimliklere bölünmüştür. Bu anlamda soyut bir politik önderlik tanımı, bu güçleri birleştirmede yetersiz kalmaktadır. Bütünsel sınıf stratejisinin öznelerinin kül­ türel ve sosyal değerler manzumesini dikkate alan bir fikirler toplamı olarak “ahlaki ve entelektüel” bir önderlikle birleşmesi gerekir. Bunun politik önderlikle de birleşme zemi­ ni, ideolojik önderliğin kavranması yoluyla gerçekleşecek olmasıdır. Burada ideoloji, so­ yut bir ideolojik açıklama değildir, tersine politik, kültürel ve sosyal bütün değerlerin bir­ leşme zemini olarak bilimsel bir yoruma kavuşmasını zorunlu kılar. Hemen burada tarihsel bir örneğe geri dönüş yapabiliriz; bizim ileri sürdüğümüz ön­ derlik yapısındaki (politik önderlik yanında) “ahlaki ve entelektüel” önderlik nosyonu, Gramsci’nin önerdiği “ahlaki ve entelektüel” önderlik nosyonundan farklıdır. Gramsci’nin ___ 1 1 6 ________________________________________________________________________________________


_______________________________________________özgün sınıf yapıları__ önerisi kendi içinde tutarlı bir anlam ifade edebilir ve sonraki bütün devrimci gelenek açısından önemli ve öğretici bir örnek de oluşturmuş olabilir. Bu sorunun Leninist mantık içinde elbette tartışma götüren yanları olmadığı anlamına gelmez, ama bizim önerimizin daha farklı özellikleri vardır ve şimdi bunları tartışma konusu yapıyoruz. Bizim kurgumuz bütünüyle 21 'inci yüzyılın sınıf yapılarındaki değişimleri dikkate alarak somutlaştırılan bir öneri temeline dayanır. 20’nci yüzyılın başındaki İtalya şartları içinde Gramsci’nin öneri­ si tartışılabilir. Bu farklı bir momenttir ve o tartışmanın tarihi olarak doğruluğu veya yan­ lışlığı başka bir tartışma konusudur. Gramsci’de “entelektüel ve ahlaki” önderlik, ideolo­ jik olarak tarihsel blok yoluyla oluşacak bir kolektif önderlik anlayışına dayanır. Ancak ta­ rihsel blok önerisi, ideolojik rolün yanlış kavranıldığı noktada sorun olarak çıkmıştır kar­ şımıza. Çünkü Gramsci'de ideoloji bir fikirler ve değerler sisteminden çok, bir takım te­ mel eklemlenme ile bir araya getirilen organik ilişkiler anlatımına dayanır. Bu altyapı ile üstyapı ayrımını da olanaksız kılan (hatta geçersiz kılan) bir anlayış üzerinden kurulur. Böylece politik öznelerin karşılığı sınıflar değildir, daha çok “karmaşık kolektif iradeler­ dir.” Çünkü önderlik bir tarihse! blok üzerinden kurulacak bir ittifaklar politikası olarak an­ laşılmıştır. Nitekim bu anlayıştan bir dizi liberal tezin çıkması tesadüfi değildir. Mesela demokratik strateji tezinin doğuş ipuçlarını burada bulmak mümkündür. Gerçekten fark­ lı ve karmaşık iradeler içinde emekçi öznelerin yanında egemen sınıfın özneleri de za­ man zaman yer alabilir. Oysa bu yapının ideolojik öğeleri doğal olarak bir sınıf aidiyeti taşımaz. Günümüz kolektif sınıf hareketinde, kültürel öğelerin derin bir özellik gösterdiği yad­ sınamaz. Sonuçta bu kültürel öğeler, üretim ve dolaşım sürecinde belli bir emek türünü temsil ettiklerinden dolayı, onların sınıf karakterinde bir ortak sınıf aidiyeti her zaman var olacak demektir. Sorun tam da bölünmeye yol açmış bu iki karakteri, yani kültürel duruş ile sınıf kimliği özelliklerini, ortak bir sınıf stratejisinde birleştirebilmektir. Bu anlamda po­ litik önderliğin mutlak surette “entelektüel ve ahlaki” bir önderlikle birleşme harcını ba­ şarması gerekir. Dediğimiz gibi bunun çimentosu bir fikirler sistemi olarak sınıfın içine giydirilmiş ideolojinin ön açıcı yolu ile gerçekleşebilir olacağıdır. Tarihsel bir eylemin ba­ şarısı “kolektif insanın” hareketine bağlıdır. Burada dağılmış özneleri, hayatı var eden ve onu üreten işçi sınıfının ortak var oluş koşulları içinde birleştirmektir. Çünkü dağılmış olan bu öznelerin kendisi de yaşamı yeniden ve yeniden kuran ve onu üreten bir sınıf kim­ liğinde toplanmıştır. Kimliğinin çok farkına varılmamış da olsa bu böyledir. Bunun yolu demokratik eşdeğer bir zemin üzerinden sosyalist bir sınıf stratejisi etrafında birleştir­ mektir ve bunun olanakları şimdi daha da artmıştır. Sonuç olarak şunu diyebiliriz; sınıf kimliğindeki genişleme çağımızın en önemli bir özelliği haline gelmiştir. Ancak bu genişleme aynı oranda sınıf kimliğinin görünmez kı­ lınmasına yol açan bir dizi kültürel kimliğin baskısı altındadır. Bu burjuvazinin manipülasyonu ile daha da derinleşmiştir. Oysa dünya halklarının neredeyse üçte ikisi sınıf kim­ liğinin özelliklerini taşır ve bu kimlikle tanımlanır. Krizin daha da derinleşme ihtimali, hat­ ta insanın varlığını doğrudan tehdit etme aşamasına gelmesi, sınıf savaşçılarına görül­ memiş yeni imkanlar da sunmaktadır. O halde farklı kültürel kimliklerle birlikte yeni emek sürecinin bölünmüş olması sınıf pratiklerini olumsuz etkileyen bir tablo ortaya çıkarmış olsa bile, gelişmenin bütün dinamikleri sınıf stratejisinin kurulma olanaklarını elimize ver­ miştir. Şimdi önderlik sorununun Leninist çözümü, bütün bu olanakların değerlendirme­ sini gerekli kılmaktadır. Bu anlamda Marksistlerin tarihsel rolü dünden daha çok somut bir gündeme gelmiş oturmuştur. Artık insanlık daha fazla barbarlık ile yaşayamayacağı­ na göre sosyalist savaşçıların bu rolü hayatidir ve daha önemlisi insanlığın kurtuluşun­ da tek çıkar yol olarak önümüze çıkmıştır. Bunu başarmak mecburiyetindedir. Ya kurtu-

117---


7

— yol------------------------------------------------------------------------------------------------luş ya da toptan yok oluş. Başka bir ikinci yol yoktur. 21. 12.2002

DİPNOTLAR 1. H. Oğuz, “ Üretici Güçlerin Tek Yanlı Gelişimi ve işçi Sınıfı” , Düşünce ve Davranışta Yol, sayı 3, Kasım 2002 2. E. Benveniste, Problems in General Linguistics, Miami 1971, s.47-48. /Akt, E. Laclau, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 13 I -132, Birikim Yayınları

___ 1 1 8


N eoliberal orm an yasalarından k a p italizm in ku ru m sallaşm a sü recin e g e ç iş

YAPISAL REFORMLAR K o n u k Y a za r

Fuat Ercan

“ Ve yasa körlüğüyle elini uzatıp hepsini parçalamıştı. Ya yasa - yasa nedir?.. Yasayı göklerden gün ışığıyla kim indirdi?.." (Halil Cibran-Asi Ruhlar)

UYUM İÇİN “ 15 GÜNDE 15 YASA” 1980’den günümüze Türkiye'de önemli yapısai-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Öncelikle düzeni yeniden tesis etmek için askeri darbe ile başlayan süreç, istikrar politi­ kaları, yeniden yapılanma, yapısal uyum politikaları ve yapısal reform politikaları ile de­ vam ediyor. Günlük yaşamımızı tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişikliklerin ne için ve neye uyum olduğunun sorgulanması gerekiyor. Bu soru beraberinde uyum için ge­ rekli reformların yani gerçekliğe yapılacak müdahalelere “kimlerin" karar verdiği ya da kimlerin yaşama geçirdiği sorusunu açığa çıkarıyor. Hiç kuşkusuz bu ve benzeri sorula­ rın sayısı artırılabilir, süreci anlamamız açısından bu tarz soruların sorulması gerekiyor. Değişimin yönü ve gerçekleşme biçimlerini anlamamız açısından “yasalar" özel bir önem kazanıyor. Süreci anlamamız açısından sadece çıkartılan yasalar değil, yasaların çıkarılma süreci de özel bir önem taşıyor. Yasaların çıkarılma süreci belirli nesnel çıkar­ ları temsil eden aktörler ya da sınıfların kendi aralarında çatışmalara ya da bir dizi itti­ fakların varlığına neden olmuştur. Tüm bu ittifak ya da çatışmalar ise sınıf ya da sınıf içi konumları temsil eden birimlerin, siyasal karar alma süreçleri ile olan ilişkilerinin yo­ ğunlaşıp artmasına yol açıyor. Diğer bir deyimle uyum ya da reform süreci sınıfların bi­ çimlendirdiği “devletin de değişim göstermesi, sürece uyum göstermesine neden olu­ yor. Yasalar bu anlamda sadece reform ya da uyum sürecini anlamamızı kolaylaştırmı­ yor, çok daha önemlisi kapitalizmin genel dinamiklerine ilişkin teorik çıkarımlar yapma­ mızı kolaylaştırıyor.’ Değişikliklerin yasal düzlemde gerçekleşmesini önemli kılan bir diğer özellik ise, çı­ kan her yasa ilişkilerin hangi sınırlar içinde gerçekleşeceğine dair kurallar koymasıdır. Yasal değişiklikler ilişkilerin hal ve gidişatının genel çerçevesini bir dizi kural dolayında

119---


y o l ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

sınırlıyor. Bu anlamda son iki-üç yıl içinde çıkartılan yasaların sayısındaki artış, aynı za­ manda yeni ilişki ya da verili ilişkilerin yeni kurallara tabi olması anlamına geliyor. Gün­ lük dilde ifade edilen “ 15 günde 15 yasa” dönüşümünün ve değişimin yoğunluğunu gös­ teriyor. Son iki-üç yıl içinde 80’den fazla yasa çıkartıldı. Bir o kadar ve daha da fazlası da TBMM’nin gündeminde.

FARKLILAŞAN YAPISAL REFORMLAR Gerçekleştirilen yasal değişiklikler aslında bir yandan “bir yol ayrımında” olduğumu­ zu gösteriyor. Diğer yandan ise 1980’li yıllarda başlayan dünya ekonomisi ile “bütünleş­ me” sürecinin devamlılığını gösteriyor. Bu anlamda 1980’lerde başlayan süreci, kendi içinde farklı dönemlere ayırmamız mümkün. Zaten gerçekleştirilen değişimlerin genel çerçevesini belirleyen Dünya Bankası ya da IMF'de son yıllarda yapısal reformları iki ay­ rı başlık altında ele alıyor: - “Birinci nesil yapısal reformlar” ve - “İkinci nesil yapısal reformlar.”2 Yapısal reformlar bileşenleri açısından ayrıca VVashington Uzlaşması ya da PostVVashington Uzlaşması olarak da tanımlanıyor. Fakat çalışmada ben bu süreci “piyasa­ nın orman yasalarını harekete geçiren reformlar” ve “kapitalizmin küresel kurumsallaş­ masına geçişi sağlayan reformlar” olarak tanımlayacağım.3 Yapısal reformların anlaşılması açısından vurgulanması ve açımlanması gereken nokta, “ikinci nesil reformların ilk nesil reformları tamamlayıcı nitelikte olduğu, bunun yanısıra ilk kuşak reformlara kaynaklık eden teorik çerçevede önemli bir kırılma olduğu­ dur.” (Acuna ve Tommasi, 1999) Teorik açıdan kırılmayı tanımlayan temel değişiklik ise; piyasanın etkin işlemesi için kurumların ve kurumların piyasanın gereklerine uygun hale getirilmesi için ise yasaların önemli olduğu yönündeki vurguların belirgin bir şekil­ de öne çıkmasıdır.4 Teoriye kurumların ve kurumsal yapının güçlenmesi için “hukukun üstünlüğü” ilkesinin monte edilmesi gerekmiştir. Pür piyasacı mantık açısından bu mon­ te işlemi kolay bir işlem değildir. Piyasa ile devlet arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerin­ den inşa edilen egemen iktisat, düzenlemeye ilişkin taleplerin yoğunlaştığı bir aşamada, devlet ile piyasanın yeniden bir arada değerlendirilmesine olanak tanıyacak bir çerçeve­ nin gündeme alınması zorunlu hale gelmiştir.5

REFORMLAR VE AKTÖRLERİ Gerçekleştirilen yapısal reformları tanımlayan bir diğer özellik ise DB, IMF ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar tarafından genel çerçevelerinin çıkarılması ve daha da önemlisi işaret edilen değişikliklerin hayata geçirilmediğini kontrol eden baskı mekaniz­ malarının geliştirilmesidir. Türkiye’de gerçekleşen yapısal dönüşümleri anlamak ve açık­ lamak bu anlamda çok daha kompleks bir hal almakta. Yasal dönüşümlerde etkili olan değişkenlere baktığımızda bir yanda hızla uluslararasılaşmak (ulusal pazarı korumak) isteyen ve farklı çıkarların temsilcisi olan ve kendi içinde/uzlaşan yerel aktörleri temsil eden kurumlar (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, İKV, İTO, GÜNSİAD, TMMOB, USİAD, Türkiş), diğer yanda AB’ye uyum için istenen değişiklikler, borç ve diğer mali sorumluluklar için IMF’nin talepleri/zorlamaları, yapısal dönüşüm için gerekli kaynak sağlayan ve kay­ nak sağlarken bir dizi talebi olan DB, ticari ilişkiler için GATTS gibi uluslararası birimler

__ 120_____________________________________________________________


________________________________________________ yapısal reformlar__ karşımıza çıkıyor. Tüm bu istek ve müdahalelerde belirleyici olan neredeyse ortak de­ necek eğilim, OECD’nin bulduğu tanımlama ile “piyasanın dünya piyasalarına daha güç­ lü bir şekilde katılmasını sağlayacak düzenleyici reformlar” olmasıdır (OECD, 2002a ve 2002b). Türkiye’de gerçekleştirilen yasal dönüşümlerin gerçekleşmesinde, toplumda çok düzeyli egemenliğini kuran TÜSİAD ya da egemenliğini artıran TOBB gibi sermaye kurumlarının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.6 Uluslararası sistemle bütünleşmek iste­ yen sermayelerle, uluslararası sermayenin ortak mantığına göre hareket eden kurumlar her ne kadar dünya kapitalist sistemine entegre olma amacını taşısalar da bütünleşme sürecinde bireysel sermayeler arası çelişkiler yoğunlaşarak artış gösteriyor. Özellikle yerel ve uluslararası piyasa ile kurulan ilişkiler ve sahip olunan sermaye miktarı yasal değişikliklerin içeriğini belirlemede farklı talep ve istekleri öne çıkarmakta. İhale Yasası'na ilişkin tartışmalar ve tartışmaların tarafları bu anlamda oldukça anlamlı ipuçlarını içinde taşımakta. Hiç kuşkusuz “uyum” yapmak zorunda kalan sadece Türkiye değildir. İkinci kuşak yapısal reformların detaylı olarak Latin Amerika’da uygulamaya sokulduğunu belirtme­ miz gerekiyor.7 Diğer yandan yapısal reformların sadece geç kapitalist ülkelere de özgü olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Yeni ihtiyaç ve ihtiyaçların açığa çıkardığı ilişkiler için yasal düzenlemeler, İngiltere ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde de hayata geçirilmiştir. Özelleştirme, düzensizleştirmeler ve finansal serbesite gibi uygulamaların ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher döneminde acımasız bir şekilde uygulamaya konulduğunu biliyoruz. Diğer ülkelerde de yapısal uyum programlarının ya da müdahalelerin gerçek­ leşiyor olması, Türkiye'de sosyal bilimlere özgü bir eğilimi, yani olup bitenlerin Türki­ ye’ye özgü olduğuna ilişkin hatalı yaklaşımdan uzaklaşılmasına olanak sağlıyor.

KÜRESEL KAPİTALİZMİN KURUMSALLAŞMASI Diğer yandan bu yapısal reformların tüm dünya ülkelerinde uygulanıyor olması, baş­ ka tür bir hatalı bakış ve analizlere yol açıyor. Bu tür analizlerde ise, yapısal reformların tek belirleyeni olarak küreselleşmenin gösterilmesidir. Hiç kuşkusuz süreç kapitalizmin dünya ölçeğinde sosyal evrenini inşa etme sürecidir, ama küreselleşme olgusu tek tek ülkelere dışsal değildir. Kapitalizme ilişkin uzun erimli yapısal özellikler ile bu özellikle­ rin belirli toplumlarda biçimlenmesine yol açan sınıf pratiklerine bağlı farklılıkların ana­ lizlerde yer alması gerekiyor. Küreselleşme süreci, farklı düzeylerde sermaye birikimine sahip ülke ya da bölgenin varlığında gerçekleşiyor. Yani yasal süreçlerle inşa edilen ka­ pitalizmin küresel düzeyde kurumsallaşması, tekil-dışsal bir müdahalenin ürünü değildir. Küreselleşme sermayenin dünya ölçeğinde toplam döngüsüne katılan, tüm tekil serma­ yelerin ürünüdür. Diğer bir deyişle küreselleşme farklı mekanlarda ve dolayısıyla farklı ulus-devlet ortamında gelişen ve fakat dünya ölçeğinde süren sermayenin sosyal top­ lam döngüsüne eklemlenme ihtiyaç ve zorunluluğunu yaşayan bireysel sermayelerin gerçekleştirdiği çok düzeyli kompleks bir olgudur. Bu anlamda yapısal refomlar ve reformları tanımlayan yasal düzenekler genelde dünya ölçeğinde kapitalizmin, özelde ise Türkiye’nin önemli bir yol ayrımında olduğuna ilişkin vurguyu haklı çıkarıyor. Fakat bu vurgunun detaylarına ulaşmak için sağlıklı bir bil­ gi kuramsal çerçevenin geliştirilmesi gerekiyor. Sosyal yapıların bütünlüklü değişim sü­ recine girdiği dönemlerde, farklılaşma eğilimleri yaşamın bir çok alanında kendini gös­ terir. Gerçeği analize yönelen sosyal bilimciler için teorik çerçevelerin sınanması ve ge­ liştirilmesi açısından tikel çalışmalar, gözlemler oldukça önem kazanır. Ama yaşamın

---------------------------------------------------------------------------------------------------- 1 2 1 -----


— yol------------------ ;-----------------------------------------------------------------------her alanında değişimin artan bir tempo ile kendini eş zamanlı olarak göstermesi, siste­ matik analizlere ve teorik düzeyin göz ardı edilmesine neden olacak bir eğilime de yol açıyor. Diğer yandan yapısal reform ve ardı ardına çıkan yasalar, süreçten olumsuz etkile­ nen kesim/sınıfların tekil çıkar alanlarını etkilediği ölçüde sınırlı bir çerçevede analiz ediliyor. Oysa çıkartılan yasalar, birbirleriyle bağlantılı ve birbirini gerekli kılan bir bir sis­ tematiğe sahip. Çıkartılan yasalar birbirleriyle etkileşim halinde yapısal bir dönüşümün varlığına neden oluyorlar. Yapısal dönüşüme yol açan yasalar, bu anlamda verili top­ lumsal ilişkileri ve bu ilişkileri çevreleyen kurumsal yapıları dönüştürüyor. Böylece gün­ lük yaşamın içsel mimarisi değişmekte/değiştirilmekte. Bu aşamada Türkiye için gerçek­ leşen yapısal dönüşümü tanımlayabiliriz. Yapısal reformlarda işaret edilen “uyum”, Tür­ kiye'nin dünya kapitalizmine eklemlenmesinin gerekli ya da belirli sınıflar için zorunlu ol­ duğu bir aşamayı işaret ediyor. Gerçekleştirilen değişimin yapısal-teorik düzlemdeki an­ lamı ise sermayenin sosyal evrenin dünya ölçeğinde inşa sürecinin hızlanmasıdır. Ser­ maye birikimine içkin olan insan yaşamının her alanının metalaştırılması (commodification) yönündeki eğilim, piyasalaştırma (marketizasyon) ve özelleştirme (privitization) bi­ çiminde yoğunluk kazanırken, Kees van der Pijl'in ifade ettiği gibi aynı zamanda bu eği­ limlerin sosyalleştirilmesi (socialisation) gerekiyor. (Pijl, 2001, 2) Tekrar Türkiye için ifa­ de edecek olursak, yapısal reformlar Türkiye’de metalaştırma sürecindeki sınırlılığı içe yönelik sermaye birikim koşullarında belirlenen düzenekler olmuştur. Gerek piyasanın derinleşmesi gerekse kamusal alanların dönüştürülmesi (özelleştirme) bu anlamda ya­ pısal reformların en önemli belirleyenleri olmuştur. Sermayenin yeni alan ve yeni me­ kanlara yönelmesi, yeni ilişkilerin varlığını gerekli kıldığı ölçüde bu ilişkilerin genel çer­ çevesinin de belirlenmesini gerektiriyor. Yeni yeni ilişkilerin sosyalizasyonu gerekiyor. Günümüz sosyalizasyon süreç ve mekanizmalarını farklı kılan yönü, sosyalizasyon sü­ recinin dünya ölçeğinde oldukça kompleks bağlantılar dolayında gerçekleşmesidir. Me­ ta sermayelerin hareketliliği, “ilişkilerin” ve ilişkilere içkin olan “mülkiyefi koruyacak dü­ zeneklerin dünya ölçeğinde standartlaşmasını gerekli ve hatta zorunlu kıldığı ölçüde, sosyalizasyon süreci dünya ölçeğinde gerçekleşmek zorunda. Bu sadece dışarıdan Tür­ kiye’ye gelecek sermaye için değil, dışarıya giden ya da dışarıdan gelen sermaye ile it­ tifak kuran henüz uluslararasılaşmamış yerel sermayeler için gereklidir. Bu sadece ser­ maye için değil, tüketici ama belki de daha çok dünya ölçeğinde egemenlik altına alınan sermaye dışı kesimler için sosyalizasyonun uluslararasılaşmasından bahsedebiliriz.

YAPISAL REFORMLAR - FARKLILAŞAN NESNEL SINIFLAR Bir diğer bilgi kurumsal sorun, değişimin temel özneleri olarak IMF, DB, WTO ve ABD olarak göstermektir. Burada soyutlamaya ilişkin bir problem var. Gerek küresel ku­ rumlar, gerekse siyasal karar alıcılar (hükümetler) sistemin önemli belirleyenleri olmak­ la birlikte, sistemi harekete geçiren belirli nesnel konumları/çıkarları doğrudan temsil et­ mezler. IMF, DB veya WTO gibi değişime neden olduğu söylenen aktörler kapitalizmi ta­ nımlayan nesnel sınıfsal konumlara tekabül etmezler. Bu kurumlar sistemin kolektif mantığının gereklerini yerine getirirler. Bu kurumlar, bu anlamda farklı çıkarların kesişti­ ği somut durumları ifade ediyorlar. Oysa sınıflar, nesnel-yapısal durumları belirleyen, in­ şa eden ve bu anlamda kurumlara göre daha soyut düzeye ait gerçekliklerdir. Sınıflar sistemi tanımlayan temel mekanizma açısından hem nesnel hem de belirlenen nesnel konumiarı dönüştüren öznel konumları ifade ederler, diğer yandan bu nesnel ve öznel konumlar sermaye birikiminin belirli aşamalarında kısa erimli bireysel çıkarlarla, uzun e-

__ 122


________________________________________________ yapısal reformlar__ rimli yapısal çıkarlar arasında çelişkili bir konum arz ederler. Bu çelişkili konumlar, sis­ teme ilişkin yapısal belirleyenlerin dönüşümünü sağlayacak dinamikleri harekete geçirir. Tüm bu vurgulardan sonra kurumlan analizin merkezine yerleştirmenin kapitalizmi ta­ nımlayan temel eğilimler ve bu eğilimleri harekete geçiren sınıfların gözardı edilmesine yol açacağını işaret etmemiz gerekiyor.

İÇERİ DIŞARI, DIŞARISI İÇERİ OLUYOR Kapitalizmin yapısal birikimli dinamiklerinin bugün ulaştığı aşamada, özellikle me­ kansal ve belirli düzenlemeler açısından iç-dış ayrımı önemini kaybediyor. Ya da ulusalyasal sınırlara sığmayan kesimler için, bu sınırlamaların etkisinin azalması için sürekli yeni düzenlemeler gerçekleştiriliyor. Birikimi temsil eden ve birikime dönüşecek her kay­ nağın hızla harekete geçirilmesi ve yaratılan değerlerin de servet ya da sermaye olarak muhafaza edilmesi, yaşanan süreci dünya ölçeğinde tanımlayan temel eğilimdir. Serma­ yenin toplam döngüsünün dünya ölçeğinde gerçekleştiği dönemde, sermaye içi bileşen­ ler daha bir belirginlik kazanmıştır. Diğer yandan sermayenin dünya ölçeğinde belirleyi­ ciliğinin artmasına paralel olarak uzmanlaşma ve farklılaşma daha bir artmış ve çok da­ ha önemlisi sermayeler arası ilişkiler çok kanallı, çok yönlü ve mekansal olarak dünya­ yı ağ gibi sarıp sarmalayan bir biçim almasına neden olmuştur. Yukarıda işaret ettiğimiz metalaştırma süreci dışarıda olanı, farklı olanı içselleştirme sürecidir.8 Eşitsiz ama ağ gi­ bi örgütlenen ve çelişkilerin farklılaşarak kendini çoğalttığı bir dönemde, yapısal reform­ lar verili kurguları önce bozup darmadağın etmekte, sonra yeniden kurgulamakta. Belki daha doğru deyimle, yeni düzenekler oluşturmaya çalışmakta.

DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ Bu yeni düzeneklerin oluşturulmasında en tartışmalı alan “devlet” oluyor. Bitiyor, tü­ keniyor sızlanmaları arasında devlet yeni sınıfsal ilişkiler dolayında biçimlenmekte. Tüm bu değişiklikler özellikle devletin temel işlevlerinin önemli ölçüde yeniden tanımlanması­ nı zorunlu kılıyor. Bu zorunluluğu yerine getiren ise bizzat “devletin” kendisi oluyor. Fa­ kat diğer yandan devletin sınıflar karşısındaki konumunda meydana gelen değişiklikler, bir özne olarak devletin kendi içinde gerçekleşen dönüşümlerle gerçekleşmiyor. Devle­ tin dönüşümü, sermaye birikiminin dünya ölçeğinde açığa çıkardığı nesnel konumlara karşı sınıfların birbirine karşı ve kendi içinde açığa çıkan çelişkilerin, çatışmaların ve uz­ laşmaların sonucunda gerçekleşiyor. Sermayenin sosyal evreni dünya ölçeğinde inşa edilirken devletin içsel mimarisi (Jayasuriya, 2001) değişmek zorunda ve değişiyorda. Devletin içsel mimarisi ya da verili sosyal ilişkileri tanımlayan düzeneklerin değiştirilme­ si, yeni kurumların varlığını gerektirdiği ölçüde “yasalar” ya da yasal dönüşümler daha bir önem kazanıyor. Yapısal reformlarda gerçekleşen devletin içsel mimarisindeki deği­ şim, bir kaç başlık altında ele alınması gerekiyor. Yapısal reformlarla “devletin içsel mi­ marisindeki” dönüşüm, yapısal reformların farklılaşan aşamalarına bağlı olarak ele al­ mak anlamlı olacaktır. Birinci kuşak yapısal reformlar aslında verili düzeneklerin ortadan kaldırılması ve bunun yukarıdan aşağıya doğru yapılması anlamına geldiği ölçüde daha çok kuralsızlaştırma (deregülasyon) ve özelleştirme (privitization) dolayında gerçekleşi­ yor. ikinci kuşak reformların hayata geçirildiği dönemde ise devletin yeniden düzenleyi­ ci işlevleri (reregülasyon) öne çıkıyor. Devletin yeniden düzenleyici işlevi dediğimiz an­ da yukarıda ifade ettiğimiz içerisi ile dışarısı arasındaki farklılıkları ortadan kaldıracak

123 —


i

— yol_____________________________________________________________ tarzda düzenlemelerden bahsettiğimizi belirtmek isteriz. İçerisi ile dışarısını farklı kılan en önemli değişkenler, her ülkenin tarihsel ve toplumsai-sınıfsal özelliklerinde biçimle­ nen kurumlar ve bu kurumlan oluşturan ilişkilerin tabi olduğu kurallar yani yasal düze­ neklerdir (hukuk sistemi). Sermayenin sosyal toplam döngüsünün dünya ölçeğinde işle­ me eğiliminde olduğu bir dönemde, verili kurumsal ve yasal düzenlemeler arasında bir standart oluşturmak iletişimin sağlıklı devam etmesi ve daha da önemlisi risklerin aşa­ ğıya çekilmesi anlamına gelecektir. Tüm bu düzenekleri gerçekleştirmek üzere, ikinci kuşak reformlar devletin piyasanın yapamayacağı işleri yapacağı yönündeki bir hatırlat­ ma ile devlet, yeniden yeni işlevlerle tanımlanmakta. Standartlaşma sürecinin temel amacı, sermayenin çok daha etkin ve çok daha fazla kaynağa yönelmesi olduğunu dü­ şündüğümüz de özelleştirmenin daha büyük oranlarda gerçekleştirilmesini gerekli kılı­ yor. Ama süreç içinde devlete ilişkin en önemli değişiklik, devletin zorunlu olarak yürüt­ tüğü etkinliklerin de piyasa koşullarına uygun gerçekleştirmesi yani kurumsal alanın ti­ carileşmesinin başlatılmasıdır. Kapitalist toplumsal ilişkilerde devlet, sınıfların güç dona­ nımına bağlı olarak biçimlenir. Dünya ölçeğinde belirleyiciliğinin artması, devletin işleyi­ şinde sermayenin belirleyiciliğinin de artmasına neden olmuştur. Sermayenin devletin yeniden biçimlenmesindeki etkisini ilk elden siyasetin ekonomiden ayrılması gerektiği yönündeki vurgu ile açığa çıkarmıştır. Siyasal karar alma süreçlerine farklı kesimlerin müdahale olanağı ya da katılımını kısıtlayan temel değişim ise karar süreçlerinin aşırı teknik bir dile dönüştürülmesi şeklinde gerçekleşmiştir.9 Karar alma süreçlerini “bağım­ sız düzenleyici kurumlar” olarak teknik ve dolayısıyla “nötr” kurumlara devredilmesi, po­ litikanın ekonomiden ayırt edilmesine neden olmuyor, sadece toplumun belirli kesimle­ rinin politik süreçlerden uzak tutulmasına neden oluyor.

YAPISAL REFORMLAR ÜZERİNE YAPILACAK BİR ARAŞTIRMANIN BİLEŞENLERİ Sonuç olarak Türkiye’nin nasıl bir yapısal dönüşüm sürecine girdiğini anlamak için, birbiriyle ilişkili ve birbiri üzerinde etkileri olan birkaç düzeyin birbiriyle olan ilişkilerinin analiz edilmesi gerekiyor. i) ilk olarak kapitalizmin birikimli süreci açısından sisteme içkin olan değer yasasının işlemesinin açığa çıkış biçimleri olarak para, yasa ve devlet olguları ve bu olguların de­ ğişimine yol açan mekanizmaların ele alınması gerekiyor. Yapısal reformların ve dolayı­ sıyla yol ayrımında bulunan Türkiye’nin sağlıklı bir şekilde analiz edilmesi için hukukun üstünlüğü ya da yasanın gücünün yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Kapitalist top­ lumda, hukuk ve yasanın gücü ile toplumsal sınıflar arasında varolan ilişkilerin yeniden sorgulanması gerekiyor: Kapitalist toplumda hukuksal düzenekler ve olgularla kurallar arasında aracı olan yasalar sınıfsal bir içeriğe sahiptir, daha doğru bir deyişle sınıfsal mü­ cadeleler dolayında biçimlenir. Kapitalizmin önemli yapısal dönüşümler geçirdiği her dö­ nemde yasa ve hukukun üstünlüğüne ilişkin vurgu farklılaşarak yeniden gündeme geli­ yor. İkinci kuşak yapısal reformların bu vurguyu ısrarla yeniden dile getirdiklerini görü­ yoruz. Gerçeklikte de yasaların ilişkilere ve olgulara yeni sınırlar çizdiğini de biliyoruz. Eleştirel politikal ekonominin temel açılımlarından birinin hukuk ve yasa ile mülkiyet ve de­ ğer ilişkileri arasındaki bağlantıları açığa çıkarmak yönünde olması gerekiyor. ii) Yapısal reformların gerçekleştirilme sürecinde geliştirilen söylem, bu anlamda önem kazanıyor. Sermaye birikiminin bir önceki dönemine özgü olumsuzluklar, özellikle devletin etkinliğinden kaynaklanan olumsuzluklar yeni değişim isteklerinin temel meşru-

__ 124_____________________________________________________________


________________________________________________ yapısal reformlar__ luk kaynaklan oluyor. Rant arama maliyetleri, yolsuzluk, rüşvet, eş dost kapitalizmi kav­ ramları ile bir kamuoyu yaratılıyor. Bu kamuyoundan alınan destek ile yasal düzenekler gerçekleştiriliyor. Sürecin analizi için yapısal reformları haklı kılan bu söylemlerin ele alınması gerekiyor. Diğer yandan borç sorumlulukları ya da yaşanan krizler, reform ya da yasal değişikliklerin temel itici gücü oluyor. Tüm bu söylemler, söylem olmanın ötesinde değişim için temel meşruluk kaynağı oluyor. Yapısal reformlar ve dolayısıyla reformların açığa çıkardığı yeni ilişkiler alanının açıklanması/anlaşılması için egemen olan söylem­ lerin ve söylemlere içkin olan dilin deşifre edilmesi gerekiyor. Özellikle Türkiye gerçeğin­ de değişime meşruluk sağlayan “güçlü devlet”, “müdahaleci devlet” söylemleri, dönüşü­ me ilişkin müdahalelerin temel belirleyeni oluyor. Türkiye’de yaşanan süreçleri anlama­ mız açısından tam bir fukara ve şabloncu analizlere yol açan merkez-çevre ayrımına da­ yalı kavramlaştırmalar, her zaman için egemen sınıf veya sınıfların belirleyici ideolojisi olmuştur. Özellikle küresel neo-liberal analizlerin piyasa-devlet ayrımı üzerine kurdukla­ rı genel çerçeve, bu “güçlü devlet” vurgularından önemli destek almıştır. “Zayıf bir biçim­ de organize olmuş çevre ve sivil toplum ile karşı karşıya olan güçlü bir merkezin temsil ettiği paternalistik devlet geleneğine sahip olan Türkiye’de işadamları hükümetle ilişkile­ rini kurumsal bir ilişkiye taşıyamadığı için, hükümet ve iş dünyası arasındaki ilişkiler esas olarak kişisel düzeyde ortaya çıkmaktadır.’’(TÜSİAD, 2002, 59) Bu tarz bir gelişme analizi, yapısal reformlar için önemli meşruluk kaynağı olan yolsuzluk olgusunun neden­ lerini açığa çıkarmış oluyor: “Türkiye’nin devlet desteğiyle müteşebbis yaratmak ama­ cıyla siyasi ve bürokratik yapıya geniş takdir yetkisi veren (belirsizlik yaratan) sermaye birikim modeli aynı zamanda ülkede yaşanan yolsuzlukların önemli nedenlerinden biri­ sini oluşturmaktadır.”(TÜSİAD, 2002, 59) Piyasa yönelimli ve piyasanın donanımını ar­ tırmak isteyen analizler için bu vurgular, özel bir önem taşıyor. Değişimin hızlandırılma­ sına olanak sağlıyor. Aslında ampirik düzeyde kalındığında doğru gibi görünse de bu tarz analizler da örtük olarak “devlet” tanımı farklı bir yerde duruyor. “Bu tür bir rekabet­ te mücadele piyasada değil, Ankara’daki hükümet ve bakanlık binalarında yapılmakta­ dır” yönündeki bir açıklama “devlet”in nötr ve toplumsal ilişkilere dışsal olduğu yönünde örtük bir kabulden hareket ediyor, bu kabul ise birinci ve ikinci nesil yapısal dinamiklerin açığa çıkarılması gerekiyor, böyle bir çaba ise sisteme ilişkin uzun erimli yapısal birikim­ li sonuçlarla, bu sonuçlara yol açan ve bu sonuçlardan etkilenen nesnel konumların işa­ ret edilmesi gerekiyor. Ama öncelikle söylem düzeyinde plastize olmuş ve bir çok anla­ ma gelen kavramlar, kelimelerden kurtulunması gerekiyor. Eğer Türkiye için bir yol ayrımından söz ediyorsak, yol ayrımına gelene kadar kat ediien bir yol ve bir sürecin olduğunu da kabul ediyoruz demektir. Yasal düzeneklerin açığa çıkaracağı yeni yapısal ilişkileri anlamamız açısından sürecin yani geçmişin yapı­ sal birikimli sonuçlarının bugün açısından ne anlama geldiğinin analiz edilmesi gereki­ yor. Bu yönde yapılacak bir analizde yapısal birikimli sürecin hemen hemen tüm dünya­ da ve Türkiye’de iki aşamada gerçekleştiğini söylemek mümkün. -ilk aşamada verili kurallar, düzenekler ortadan kaldırılıyor ve piyasanın orman ya­ saları harekete geçiriliyor (deregülasyon). -ikinci aşama da ise piyasanın orman yasalarının açığa çıkardığı çelişkiler ve özel­ likle yapısal krizlerin yarattığı risklerden korunacak yasal-kuramsal düzenekler (reregülasyon) gerçekleştiriliyor. 1990’ların sonunda Türkiye’de gerçekleşen son dönem yasa değişikliklerinin ikinci kuşak yapısal reformların ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Genel olarak bu iki yapısal reformun bileşenlerini verdikten sonra, Türkiye’de yaşanan dönüşüm eğilimlerinin açığa çıkarılması gerekiyor. iii) Gerçekleştirilen tüm yapısal reformlar, toplumsal ilişkilere taraf olanları farklı dü-

___________________________ r-------------------------------------------------125 —


— yol------------------------------------------------------------------------------------------zeylerde etkiliyor. Yapısal reformların analizinde gerçekleştirilen değişikliklerin sınıflar Çi­ zerindeki etkilerinin analiz edilmesi gerekiyor. Toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerin biçim­ lendirdiği yapısal gerçekliğin önemli bir yol ayrımında olması, hiç kuşkusuz sürece taraf olanların süreçten etkilenmesine neden olacaktır. Bu etkileşim beraberinde toplumsal aktörleri, daha açık bir ifadeyle belirli nesnel koşulları paylaşan sınıfların sürece kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmelerini gerektirecektir. Bu sınıflar ve sınıf içi bile­ şenler açısından yol ayrımında karar verme anlamına gelecektir. Diğer bir deyişle sınıf­ ların kendi konumlarını güçlendirmek için bir dizi strateji geliştirmesi gerekiyor. Karar al­ ma sürecini etkilemek için geliştirilen stratejiler, sınıfların verili toplumsal ilişkilerde sahip oldukları güçleri dolayında güncel olanı belirleyecektir. Stratejilerin geliştirilmesi güç do­ nanımına bağlı olmakla birlikte, değişim sürecini anlama ve açıklama özel bir önem ka­ zanacaktır. Yol ayrımındaki Türkiye için karar almada belirleyici olan aktörler kimler der­ seniz, ilk elden çıkan yasalara ya da çıkartılacak yasalara bakmamız yeterli olacaktır. Yasalar verili toplumsal ilişkilerin sınırlarını belirlediği ölçüde, sınıfların stratejilerinin ha­ yata geçip geçmemelerinin temel belirleyeni haline dönüşüyorlar. Yol ayrımı ve yapısal değişimi anlamamız açısından sınıflar ve sınıfların nesnel gerçeklik olarak var olmaları­ nı sağlayan mekanizma olarak sermaye birikimine referans verilmesi, yapılacak analizin tercihini ve yönelimini de belirleyecektir. Bu açıdan biraz da aceleci tavırla, son zaman­ larda yasal düzenlemeleriyle gerçekleşen kurumsal sürecin temel aktörlerinin dünya öl­ çeğinde işleyen sermaye birikim sürecine katılmak isteyen ya da eklemlenmek zorunda kalan uluslararasılaşmış yerel sermayeler, uluslararasılaşmak isteyen ama henüz uluslararasılaşmamış sermayeler ile dünya ölçeğinde hareket yeteneği artan ama arttığı öl­ çüde de hareket etme kabiliyeti kısıtlanan erken dönem uluslararasılaşmış sermayeler olduğunun ifade edilmesi gerekiyor.

Dipnotlar 1. J. Hubermas, ‘‘toplumsal ilişkilerin hukuksallaştırılmasının türü, dizge ile yaşama evreni arasındaki sınırlar için iyi bir gösterge” olduğuna işaret eder. (Hubermas, 2001, 759). 2. Bu ayrıma ilişkin bir çok çalışma olmakla birlikte, ayrımı detaylı olarak ilk defa dile getiren Moises Naim’in çalışması için bkz: (Naim, 1999). 3. Buna benzer bir ayrım için bkz: (Peck ve Tickell, 1997) ve (Gill, 2000). 4. Bu konuda eleştirel bir çerçevenin olanakları için bkz: (Chang, 2001) 5. Dünya Bankası, 1997 Raporu’nu tamamen bu konuya ayırmıştır. Yıllık Rapor’a ver­ ilen ad içeriği açığa çıkaracak nitelikte Değişen Dünyada Devlet. Bkz: (DB, 1997). 6. Türkiye’de gerçekleşen yasal değişiklikler ve bu değişikleri zorunlu kılan yapısal reformların özellikle de TÜSİAD’ın gündeminde olduğunu ve genel çerçevesini çizdiğinin belirtilmesi gerekiyor. Bu anlamda DSP-MHP-ANAP koalisyonunu gerçek­ leştirdiği yasalar ve yapısal reformlar açısından değerlendiren çalışma (Beris ve Gürkan, 2001) ile bağımsız düzenleyici kurumların önemini işaret eden çalışmayı (TÜSİAD, 2002) incelemek bile TÜSİAD’ın etkinlik düzeyini belirlemek açısından yeterli olacaktır. 7. Latin Am erika’da yapısal reformların uygulama sonuçlarına ilişkin detaylı bir çalışma için bkz: (Lora ve Panizza, 2002) ve Dünya Bankası baş iktisatçılarından Guillermo E. Perry’in Shadid Javed Burki’nin çalışmaları (1997). 8. M. H ardt ve A. Negri’nin ifadesi ile “ sermayeleştirme dışarıyı içselleştirme sürecidir”

__ 126_____________________________________________________________


yapısal reformlar (Hardt ve Negri, 2001). 9. Bu konuda oldukça anlamlı ve sağlıklı bir dizi açıklama için bkz: (H. islamoğlu, 2002).

Kaynakça Acuna, C.H. ve M. Tommasi (1999) “ Some Reflections on The Institutional Reforms Required fo r Latin America” , basılmamış çalışma. Burki, S.J. ve G.E. Peryy (1997) The Long March: A Reform Agendo fo r Latin America and The Caribbean in the N ext Decade, Dünya Bankası yayınları, VVashington. Cable, V (1995) “ The Diminished Nation-State: A Study in the Loss o f Economic Povver” , Deadalus, Spring. Chang, H.J. (2001) Breaking Mould An Institutionalist Political Economy Alternative to the Neoliberal Theory o f the Market and the State, UN Research Instititue fo r Social Development. Dicken, P ( 1992) “ International Production in a Volatile Regulatory Environment: The Influencu o f National Regulatory Policies on The Spatial Strategies o f Transnational C orporations” , Geoforum, cilt 23, sayı 3. De Angelis, M (2001) “ Market O rder and Panopticism” , www.uel.ac.uk/M.deAngelis, indirme tarihi 15.11.2002. Gill, S (1991) “ Reflections on Global O rder and Sociohistorical Time” , Alternatives, cilt

16. Gill, S (1995) “ Globalization, Market Civilisation and Disciplinary Neoliberalism” , Milleni­ um, cilt 24, sayı 3. Gill, S (1997) “ Globalization, Democratisation and The Politics of Indifference", (ed:J.H.Mittelman) Globalization: Critical Reflections, Lynne Rienner Publishers, London. Gill, S (2000) “ The Constitution of Global Capitalism” , www.theglobalsite.ac.uk, indirme tarihi 25.1 1.2002. Hardt, m ve A. Negri (2001) Empire, Harvard University yayınevi, Oxford. Hubermas, J (2001) iletişimsel Eylem Kuramı, (çev. M. Tüzel), Kabalcı Yayınevi, İstanbul. İslamoğlu, H (2002) “ Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik IMF Kaynaklı Kurumsal Reformlar ve Tütün Yasası” , Birikim Dergisi, sayı 158, Haziran. Jayasuriya, K (2000) “ The Rule of Law and Regimes of Exception in EastAsia” , Southeaest Asia Research Çenter, VVorking Paper Series, Hong Kong. Lora, E ve U. Panizza (2002) “ Structural Reforms in Latin America Under Scrunity” , InterAmerikan Development Bank, Discussion Paper. Lopez-de Silanes F (2002) “ The Politics of Legal Reform” , G-24 Discussion Paper, N o 17. Naim, M (1999) “ Fads and Fashion in Economic Reforms: VVashington o r VVashington Confusion” , IMF'nin düzenlediği İkinci Kuşak Reformlar Konferansına sunulan metin. OECD (2002a) Goverment Capacity to Assure High Quality Regulation, OECD Yayınları, Paris. OECD (2002b) Enhancing Market Openness Though Regulatory Reform, OECD yayınları, Paris.

127---


— yol______________________________________________ :_____________ Panitch, L (1997) “ Rethinking the Role o f the State” , (ed: J.H.Mittelman) Globalization: Critical Reflections, Lynne Rienner Publishers, London. Pijl, K. (2001) “ International relations and Capitalist Discipline” , (ed: R.AIbritton ve diğ.) Phases o f Capitalist Development Booms, Crises and Globalizations, Palgrave, London. Peck, J ve Tickell, A ( 1997) “ Searching fo r a Nevv Institutinal Fix: The After-Fordist Crisis and The Global-Local Disorder” , (A. Amin:Derleme), Post-Fordism, Basil Blackwell, Oxford. Sassen, S (1997) “ The Spatial Organization o f Information Industries: Implications fo r The role o f The State” , (ed: J.H.Mittelman) Globalization: Critical Reflections, Lynne Rienner Publishers, London. Tsuma, L (2000) “ Hierarchies and Goverment Versus Netvvorks and Governance: Competing Regulatory Paradigms in Global Economic Regulation” , Social&Legal Studies, cilt 9 sayı: I . TÜSİAD (2002) Bağımsız Düzenleyici Kurumlar ve Türkiye Uygulaması, TÜSİAD yayınları, İstanbul. VVorld Bank (1997) The State in a Changing VVorld, Dünya Bankası yayınları, Washington.

__ 128


Y O K S U LLU Ğ U YEN M EK İÇİN KAPİTALİZM LE M ÜCAD ELEYE * Yoksulluk son yıllarda üzerine en çok konuşulan kavramlardan birisi haline geldi. An­ cak nedenleri ve ortadan kaldırılmasının yolları gündeme getirilmediği sürece yoksulluk tartışmaları mevcut durumu betimlemekten -hatta estetize etmekten- ve bu yolla toplum­ sal çelişkileri örtmekten başka bir işe yaramayacaktır. Son 25 yıldır dünya çapında gittik­ çe derinleşen açlık ve yoksulluk kapitalizm öncesi toplumlarda olduğu gibi doğal kaynak­ ların yetersizliğinden ya da üretim kıtlığından kaynaklanmıyor. Aksine üretim bolluğunun insanlık tarihinde en yüksek noktaya çıktığı bir zamanda yaşanıyor. Yani bolluk içinde ya­ şanan bir yoksunluk söz konusu. Bu durum emperyalist ülkelerin az gelişmiş ülkeler için sık sık dile getirdikleri nüfus çokluğu ile de açıklanamaz. Çünkü nüfus artışının sıfırlandı­ ğı hatta eksilere düştüğü toplumlarda da yoksulluk derinleşmektedir. Ayrıca teknolojik ge­ lişim sayesinde üretim verimliliğinde yaşanan devasa artış tüm dünya nüfusunu insanca bir yaşam standartı sağlayabilecek düzeydir. Nüfus merkezli açıklamalar, yoksulluğu yok­ sulların suçu gibi göstererek sonuçta paylaşım adaletsizliğinin üzerini örtmeye yarar. Yoksulluğu mülkiyet, sınıf, paylaşım, toplumsal adalet gibi kavramlarla birlikte düşün­ mek gerekiyor. (Elbette yoksulluk günümüzde cinsel, ırksal, etnik, dinsel çelişkilerle içiçe geçerek somutlanıyor. Ancak yoksulluğun bu boyutları bu sunumun çerçevesi dışın­ dadır.) Sınıfsal gerçekliğinden soyutlandığında kapitalist sistemde yoksulluğun varoluş nedeninin açıklanabilmesi ve çözüm üretilmesi mümkün değil. Yoksulluğu kendi başına bir durum olarak değil, kapitalist sistemin yarattığı eşitsizliklerin dolaysız bir sonucu ola­ rak görmek gerekiyor. Toplumsal kaynaklar üzerindeki mülkiyet giderek daha az elde te­ kelleşirken, milyonlarca insan mutlak ve göreceli olarak daha fazla yoksullaşıyor ve aç­ lığa sürükleniyor. Madalyonun diğer yüzü olan tüketim çılgınlığıyla beraber düşündüğü­ müzde özellikle neo-liberal politikaların rıaycuo a çirildiği son yirmi-yirmibeş yılda eşit­ sizliğin giderek derinleştiği inkar edilemez bir gerçek. 1970’lerin ikinci yarısından itiba­ ren işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanları hedef alan saldırı politikaları ile yeni bir serma­ ye birikim modeline geçen dünya kapitalizmi, yaşanan sefaletin sorumlusudur.

KAPİTALİZMDE YOKSULLUK Kapitalizmin başlangıç aşamasında işçi sınıfına kölece bir çalışma düzeni dayatıl­ mıştı. Çocuk işçiliği, 16 saate varan iş saatleri, en ufak güvenceden yoksunluk, karın tokluğuna çalışma, cezalandırmalar vb. uygulamalar bir istisna değil kural niteliğindey­ di. Dayatılan bu sefalete karşı tüm Avrupa kıtasında 19. yüzyıl ortalarından itibaren yük* 19 Ocak 2003 tarihinde Dayanışmaevleri tarafından düzenlenen " Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurultayı” na dergimiz adına sunulan tebliğdir.

129---


__ yol_____________________________________________________________ selen işçi sınıfı mücadeleleri demokratik ve ekonomik hakların kazanılmasını sağladı. Ardı ardına yaşanan ayaklanmalar ve devrimler karşısında sistem kendisini yeniden ya­ pılandırarak işçi sınıfına ve tüm emekçi kesimlere bazı demokratik haklar tanımak ve as­ gari yaşam standartlarını sağlamak zorunda kaldı. Avrupa’da işçi sınıfı mücadelesinin yanısıra 1917’de Rusya’da Ekim devriminin gerçekleşmesi kapitalizmi sosyal önlemler almaya zorladı. 1929 bunalımı ve özellikle ikinci dünya savaşının ardından kapitalizmin anayurtlarında ve aynı seviyede olmasa da tüm üçüncü dünya ülkelerinde bir uzlalşma rejimi olarak keynesçi refah devleti modeli uygulamaya konuldu. 1945-80 arasında ka­ pitalist dünyada işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin ekonomik durumlarında yaşanan görece iyileşme, kapitalizmin nesnel gelişiminin doğal bir sonucu değil aksine işçi sınıf mücadelelerinin dayatması ve Sovyetler Birliğinin varlığı sonucunda oluşan geçici konjüktürel bir durumdu. Nitekim 1970'lerin ortalarında sistem tıkanarak yeni bir krize sürük­ lendiğinde işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırılar gündeme gelmeye başladı. Kar oranlarındaki düşüş eğilimi ve aşırı üretim/eksik tüketimden kaynaklanan yapısal kriz; uluslararsı para sistemi Bretton VVoods’u çökertti ve günümüze kadar etkilerini gös­ terecek bir durgunluk (resesyon) dönemi başladı, ilk uygulandığı dönemde sömürü ora­ nını olağanüstü büyüten fordist bant sistemi, sermaye birikimini sürekli büyütmek zorun­ da olan kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi. Kar oranlarında düşme ve üretime yönelmeyen bir sermaye fazlasının oluşması sonucunda kendisini gösteren eko­ nomik bunalım 70’li yıllarda merkez ülkeleri hızla kuşatmaya başladı. Emperyalist ülke­ ler yaşadıkları yapısal krizi öncelikle bağımlı ülkelere aktararak aşmaya yöneldiler. Bu amaçla uluslararası iş bölümü yeniden düzenlendi ve merkez ekonomilerde yük oluşturan kar oranı düşük emek yoğun sektörler “ihracata yönelik sanayileşme” adı altında bağım­ lı ülkelere kaydırıldı. Bu yolla bağımlı ülkelerden ucuz tüketim malı sağlanarak, metropol­ lerdeki yüksek emek maliyeti düşürülecek ve kar oranları arttırılabilecekti. Bağımlı ülke­ lerdeki göreli yüksek ücrete ve iç pazara dönük -ithal ikameci- ekonomiler tümüyle tah­ rip edildi. Yerine iç tüketimin aşırı derecede kısıldığı, ucuz emeğe dayalı ihracat ekono­ mileri geçirildi. Meksika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan bir kuşakta uygulanan ve sendikal-siyasal örgütlülüklerin dağıtılmasını gerektiren bu ekonomi politikası; ancak as­ keri darbeler ve faşist iktidarlar aracılığıyla hakim kılınabildi. Dönemin revaçtaki kavramı “ekonomik entegrasyondu. Emperyalist merkezler daha sonra ekonomik bloklara dö­ nüştüreceği bu kuşağı; bir nevi serbest bölge haline getirerek, aşırı meta üretimini ve bu­ nalım yaratan sermaye fazlasını eritme zeminini yaratmış oldu. Krizi merkezden çevre­ ye taşıyan bu akış, bağımlı ülkelerde üretimi daraltıp hızla tahrip ederken, aktarılan semaye fazlası da büyük borç krizlerine yol açtı. 73-80 arası Üçüncü Dünya ülkelerinde borç seviyesi % 811 artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara çıktı. Diğer yandan merkezlerde kredi mekanizmalarıyla pompalanan tüketim çılgınlığı ekonomik durgunluğa çözüm olmayınca, neo-liberal politikalar 80'lerle birlikte başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist ülkelerde devreye sokuldu. Çevre ülkelerde uygu­ lanan işçi sınıfına topyekün saldırı bu politikayla merkez ülkelere de taşınmış oluyordu. 29 bunalımından sonra kapitalist sistemin can havliyle sarıldığı devlet kapitalizmi geçen sürede ekonominin neredeyse yarısını oluşturacak seviyelere ulaşmıştı. Neoliberalizm, açlıktan kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi özel sermayenin kamu ekonomisini yağmala­ yarak tüketmesi sürecini başlattı. Özelleştirmeler, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırma­ lar, sosyal politikaların tasviyesi, kamu servetinin özel sermayeye dönüştürülmesinin aracı olarak devlet borçlanmaları ve sermaye hareketinin önünde engel oluşturan her tür­ den yasanın ulusal ve uluslararası düzeyde kaldırılması neo-liberal poltikaların temel un­ surları oldu. Böylelikle uluslararası finans kapitalin önünde iki yol açılıyordu. Birincisi iş-

__ 130_____________________________________________________________


__________________________________________ kapitalizmle mücadeleye__ çi sınıfının geriletilmesine ve daha fazla artı değer sömürüsüne olanak tanıyan “esnek üretime” geçiş. İkincisi ise özelleştirmeler, devlet borçlanmaları, rant ve döviz piyasası vb. ile mali sektörün; dolayısıyla spekülatif kazanç olanaklarının olağanüstü genişlemesi. Dünya çapında uygulanan neoliberal politikalar Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıy­ la birlikte gündeme geldi. Karaların uygulanabilmesi 12 Eylül faşizmi ile mümkün olabil­ di. işçi sınıfının sendikal ve siyasi örgütlülükleri dağıtılarak reel ücretler büyük oranda geriletildi. Örgütsüzlük yoksulluğu derinleştirdi. Ücretlerin düşürülmesi, işten çıkarmalar, esnek istihdam, taşeronlaştırma, sendikasızlaştrma vb. uygulamalar bizzat devlet zoruyla gerçekleştirilmiştir. Bu anlamda yoksuluğu sınıf savaşında güç dengelerinin emek güçleri aleyhine bozulmasının bir sonucu olarak görmek gerekir. Emekçilerin kaybettiği mevzilerin bedeli olarak yoksulluk derin­ leşmektedir. Sınıflar savaşının verili bir anının ortaya koyduğu bir tablodur yoksulluk. Aç­ lığın, yoksulluğun, hastalıkların, bebek ölümlerinin, eğitimsizliğin artması sınıfsal sömü­ rünün arttığının bir göstergesi ve onun sonucudur. Son yıllarda yoksulluk konusuna ar­ tan ilgiyi de yine sınıflar savaşı perspektifinden ele almak gerekiyor.

BİR YÖNETİM SORUNU OLARAK “YOKSULLUKLA MÜCADELE” Dünya Bankası ve IMF gibi yoksulluğun başlıca müsebibi olan kurumiarın yoksulluk­ la mücadeleyi gündemlerine almaları (böyle bir yönü de olmakla birlikte) salt bir manipilasyon, göz boyama olarak değerlendirilemez. İçinde bulunduğumuz süreçte dünya ka­ pitalizminin başlıca kurümlarının yoksulluğu gündemlerine almaları sefaletin sistemi teh­ dit eder noktalara varması yüzündendir. Sık sık dile getirilen “sosyal patlama” endişesi yoksulluğu gündemleştirmeyi zorunlu kılmıştır. 80 sonrası uygulamaya konulan neo-liberal politikalar sınıflar arşındaki çelişkileri keskinleştirdi, işte gündeme getirilen “yoksul­ lara yardım” projeleri en başta bu çelişkileri törpülemek amacını taşıyor. Egemen sınıf­ lar tarihin her döneminde sistemin bekaası için açlık ve yoksulluğa karşı sibop görevi gö­ recek önlemler almak zorunda kalmışlardır. Yoksulluk onlar için bir asayiş sorunudur. Peki Dünya Bankası’ndan Birleşmiş Milletlere belediyelerden yardım vakıflarına ka­ dar ulusal ve uluslararsı kurumlar yoksullukla mücadeleden ne anlıyorlar? Tüm dünya ülkelerine neoliberal politikaları dayatarak işsizliğe, ücretlerin düşürülmesine, sosyal hakların kısılmasına ve böylece yoksullaşmaya yol açan uluslararası sermaye örgüt­ lerinin “yoksullara yardım" projeleri geliştirmesi tam bir paradokstur. Uygulanan politika şöyle özetlenebilir; önce muhtaç hale getir sonra sadaka dağıt. Uluslararsı kurumiarın, vakıfların, belediyelerin, cemaatlerin ya da büyük holdingle­ rin yardım adı altında dağıttıkları sadakalar yoksulluğun süreklileşmesine yol açan bir mekanizma olarak işlemeye devam ediyor. Yoksullukla mücadele adı altında ortaya atı­ lan projelerde yoksulluk bireysel bir sorun olarak ele alınıyor. Yoksulluğun uygulanmak­ ta olan politikaların yarattığı toplumsal bir sorun olduğu görmezden gelinerek, çözüm yo­ lu olarak tek tek bireylere yardım sağlanması gösteriliyor. Yapılacak yardımların amacı ise yoksul bireyleri tekrar piyasa ekonomisine hazırlamaktan ibaret. Oysa yoksulluk maddi yardımlarla ya da beceri edindirme kurslarıyla çözülebilecek bir sorun değil. Çün­ kü yoksulluk piyasa ekonomisinin işleyişinde ortaya çıkan bir arızadan değil, bizzat ser­ best piyasa ekonomisinin sürekli eşitsizlik yaratan doğasından kaynaklanmaktadır. Pi­ yasa ekonomisine “kutsal bir dokunulmazlık” atfedildiği sürece eşitsizlik ve bunun bir so­ nucu olarak yoksulluk yeniden ve yeniden üretilecektir.

131 —


77

— yol-------------------------------------------------------------------------------------------SOSYAL DEMOKRASİDEN SOSYAL LİBERALİZME Kapitalizmin 20. yy.’ın son çeyreğinde geçirdiği evrimle, merkez ülkelerde ve kısmen üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan sınıflar arasındaki geçici uzlaşma yerini şiddetlenen çatışmaya bırakıyor. Refah devletlerinde emekle sermaye arasındaki uzlaşmanın bir so­ nucu olarak doğan sosyal demokrasi de buna paralel olarak tasfiye oluyor. Ekonomi po­ litikalarında neoliberalizme teslim olan sosyal demokrat partiler “sosyal liberalizm” diye bir kavram ortaya attılar. Sosyal liberalizm kavramı, yukarda söz ettiğimiz “yardım” prog­ ramlarının mantığıyla örtüşen bir kavram. İşçi sınıfının yüz yıllık mücadeleleri sonucun­ da kazanılan sosyal ve ekonomik hakları gaspedilirken, serbest piyasa ekomisini kutsa­ yan “sosyal liberalizm” emekçileri düşkünleştirmenin, dilencileştirmenin siyasi ideolojisi olmaktan başka bir işlev görmeyecektir. Sivil toplumcu tezler de bu zeminin üzerinde ku­ ruluyor. Yıllardır zengin ülkeler toplantı üzerine toplantı yapıyorlar, yoksulluk raporları ardı ardına yayınlanıyor, yardım çağrıları yapılıyor; buna karşılık yoksullukla mücadele konusunda bir arpa boyu yol alabilmiş değiller. Alabilmeleri de mümkün değil, çünkü ka­ pitalizmi sorgulayamazlar. Zaten amaçları da yoksulluğu bitirmek değil onu katlanılabilir bir düzeyde tutmak. Günümüze kadar kendisine karşı yürütülen mücadelelere rağmen kapitalizm yapısal dönüşümler geçirerek varlığını sürdürmeyi başardı. Kapitalizm geldiği son aşamada in­ san ve doğa üzerindeki tahribatını had safhaya çıkarmışken, sorunun farklı kapitalizm­ ler arsında bir seçim yapmak biçiminde ortaya konulması, çıkışsızlığı baştan kabullen­ mek anlamına gelir. Kapitalist üretim biçimi bir bütün olarak aşılamadığı sürece yoksul­ luk mutlak ya da görece olarak var olmaya devam edecektir. Bu yüzden yoksullukla mü­ cadele bir toplumsal kurtuluş projesine bağlı olarak yürütülmek durumundadır. Aksi tak­ tirde en iyi niyetli çabalar bile sistemin soluklanmasını, sivri taraflarının biraz törpülen­ mesini sağlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Talebimiz daha az acılı bir kapitalizm değil. Bu menüyü hepten reddetmek gerekiyor.

SINIF MÜCADELESİ OLARAK YOKSULLUKLA MÜCADELE Dünyamız hergün şiddetlenen bir sınıflar savaşının içindedir. Irak savaşından Kuzey Kore sorununa, zengin ülke toplantılarından toplu sözleşme görüşmelerine, cezaevlerin­ den küreselleşme karşıtı protestolara, gecekondu eylemlerinden yoksul köylü hareket­ lerine hepsi dünya ölçeğinde sınıflar savaşının çeşitli mevzi muharebeleridir. Yoksulluk bu mücadelelerin içersinde somutlanıyor, yoğunlaşıyor ve şiddeti artıyor. Yeni, eşit ve özgür bir dünya bu mücadelelerin sonucunda şekillenecek, insanlık ta­ rihinde bugüne kadar hep olageldiği gibi ezilenler sanki güçsüz ve çaresizlermiş gibi res­ mediliyor. Yoksullar kendilerine ilişkin üretilen söylemler ve yardım programları ile nesneleştiriliyor. Onların bir değiştirme gücü olabileceği yok sayılıyor. Elbette yoksullar bir güç olamadığı sürece zenginlerin merhamet nesnesi olmaya devam edecekler. Bu yüz­ den aslolan yoksulların siyallaşma, güçlenme ve mücadele etme olanakları üzerinde durmaktır. Bunun için yoksullar arasında toplumsal dayanışmanın hayatın tüm alanları­ nı kapsayacak biçimde gelişmesini bir başlangıç noktası olarak görüyoruz. Devletin sosyal ve ekonomik düzeyde boşaltığı alanları toplumsal dayanışma ile doldurmak ve böylece yoksulların kendi hayatları üzerinde karar sahibi olabilesini sağlamak gerekiyor. Atölyelerde, mahallelerde, yoksul köylerde demokratik halk isiyatifinin kendi kurum ve araçlarını yaratarak ortaya çıkması ile yoksullarlar “zavallı kurbanlar” olamaktan çıkıp ta-

__ 132_____________________________________________________________


__________________________________________ kapitalizmle mücadeleye___ rihe yön veren bir özne haline geleceklerdir. Yoksullar ayakta kalma mücadelelerini sosyalizm perspektifiyle buluşturdukları oran­ da gerçek kurtuluşa, sosyalistlerse yoksulların sesi olabildikleri oranda düzeni yıkmak için gereken güce kavuşmuş olacaklar. Yoksulluğu yenmek için kapitalizmle mücadeleye!

133 —


ALAZ YAYINCILIK Kitap, yaşanan sosyalizm deneyimlerinin ışığında Marksist teoride devrim ve sosyalizmin inşası konularını yeniden irdeleyen makalelerden oluşuyor. İlk bölümde Sovyetler Birliği’nin Stalin dönemi ve sonrasının toplumsal ve siyasi tarihi analiz ediliyor. Ardından Glasnost ve Perestroyka sürecinin barındırdığı olanaklar ve Gorbaçov’un burjuva tezlerinin eleştirisi yer alıyor. Sosyalizmin çözülüş sürecinin açıklaması bürokratizm, kişi tapıncı gibi öznel ve idealist kavramlar yerine Marksizm'in temel teorik araçlarıyla (üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisi) yapılıyor. Bu çerçevede sosyalizmde devlet, parti ve halk ilişkisi; mülkiyet ilişkileri, plan­ lama ve katılım gibi programatik sorunlar sistematik ve eleştirel bir tarzda ele alınıyor. Yazar, sürecin nesnel bir analizinin yanısıra sosyalizmin çözülüşünün ardından türeyen umutsuzluk teorileriyle de hesaplaşıyor. Kitap, sosyalizm idealinin ütopyalaştırıldığı bir dönemde mücadele tari­ hini yeniden okuyarak geleceğe uzanıyor.

Kitap, Yeni Dünya Düzeni (YDD) ve bu doğrultuda en çok kullanılan kav­ ram olan “küreselleşme” tartışmalarıyla başlıyor. “Kaos”, “tarihin sonu” gibi tezlerin yanısıra ulus devlet tartışmaları, egemenlik savaşlarının geldiği konak, uygarlıklar arası savaş teorileri de tarihin süzgecinden geçiriliyor. Kitabın ana eksenini güç merkezlerinin tarihsel geçmişi ve günümüzde aldıkları konumlar oluşturuyor. YDD'nin dünyaya vermeye çalıştığı düzenin ilk adımı olan Körfez Savaşı’ndan bugüne, 11 Eylül ve Afganistan’a, ABD'nin Irak sldırısına kadar olaylar ve emperyal odakların davranışları sınıfsal bir bakışla analiz ediliyor. Sovyetler Birliği'nin varlık koşullarında şekillenen “iki kutuplu” dünyanın yıkılı­ şıyla birlikte ortaya çıkan çok bilinmeyenli denklemlerin yarattığı kafa karışık­ lıkları ele alınırken, emperyalist güçler için açılan “Pandora’nın Kutusu”ndan saçılanlar tartışılıyor. “Küresel finans sistemindeki potansiyel kriz; Çin’le ilişki­ lerde olası kriz; Rusya’nın 'hatalı dönüşü'; Ortadoğu’daki kaos; Doğu Avru­ pa'daki kaos; büyük terörizm tehlikesi; sınırlanmayan silah ticareti” konuları emperyalist güçlerin stratejik yönelişleri çerçevesinde inceleniyor.

“Gerçekliğin inatçılığı, kaçamak noktalarını daralttığı için, Hikmet Kıvıl­ cım ının görüşleri bugün parça parça benimseniyor. Ancak bu, çoğu zaman onun adı anılmadan ve daha çok da onun bütün düşünce sistemi benimsenmeden yapılıyor. Aslında Hikmet Kıvılcımlı'nın Türkiye ve Orta­ doğu orijinalitesiyle ilgili görüşleri düşünce zemininde misyonunu oynamıştır. Ancak örgütlü sınıflar savaşı biraz daha başka bir şeydir. Düşüncenin birebir karşılığı olarak gerçekleşmez. Bu anlamda, pratik sınıflar savaşında Hikmet Kıvılcımlı'nın görüşlerinin daha oynayacağı güçlü bir misyon vardır.” Mehmet Yılmazer 26 Eylül 1994


ALAZ YAYINCILIK “Sol içindeki çürümenin boyutlarını, 12 Eylül sonrası başlıca iki olay açığa vurmuştur. Birincisi, 'burjuva muhalefetin sesinin yükselmesi; İkin­ cisi, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin pratik eylemlilikle kendini ortaya koyması. Birincisi, teslimiyet zeninde bir mücadele yolunu öne sürüyordu. İkincisi ise devrimci direniş zeminini... Sınıf temelleri orta tabakalara, aristokrat işçi zümrelerine ve küçük burjuva tabakalara dayanan sol hareket, 12 Eylül yenilgisinin ağır tahribatının da etkisiyle, ‘burjuva muhalefetin açtığı ‘mücadele’ yolundan yürümeyi çürümüş yapısına uygun buldu. Tarih tekerrür edecek mi? Yine 12 Mart çıkışındaki gibi sosyal demokrasinin ‘umut’ olduğu günler mi yaşanacak? Sol hareketin büyük bir bir bölümü ne yazık ki böyle hayaller kuruyor. Oysa Türkiye kapitalizminin gelişim yolu ve seviyesi, buna bağlı olarak sınıflar savaşının yaşanan deneyleri ‘tarihin tekerrürünü’ imkansız hale getirmektedir?” Mehmet Yılmazer

Yayına hazırlanan kitaplar Devrimci Harekette Kriz Mehmet Yılmazer Devrim Nedir? Dr. Hikmet Kıvılcımlı Demokrasi, Sosyalizm ve İşçi Sınıfı (Laclau’nun Demokratik Strateji Tezleri’nin Eleştirisine Giriş) Haşan Oğuz “Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurultayı” kitabı Kurultaya sunulan tebliğler Günümüzün İdeolojik Tablosu: Marksizm’e Ne Oldu? Mehmet Yılmazer



Diinya ve Türkiye Raporu 11 Eylül ün Birinci Yılında Dünya

Mehmet Yılmazer Emperyalizmden “İmparatorluğa” Ya da Postmodern Emperyalizm

Mehmet Yılmazer Arjantinazo: Kurulu Saatli Bomba

Ayşe Tansever “Aptalca Bir Eylem”

Ayşe Tansever Üretici Güçlerin Tek Yanlı Gelişimi ve İşçi Sınıfı

Haşan Oğuz 11 Eylül ve “Büyük Satranç” Oyunu

Mehmet Yılmazer Yeni Bush Dış Politikası ve Global Savaş

Ayşe Tansever Cenova ile Katar Arasındaki 11 Eylül

Mehmet Akyol Devrimci Harekette Kriz: Dibe Vuran Tasfiye Süreci

Mehmet Yılmazer Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni

Haluk Gerger Sınıf Mücadelesi Kuramı ve Sınıf Dışı Güçlerle İlişkisi

Haşan Oğuz Türkiye’nin Avrupa Birliği Mücadelesi: Helsinki Sonrası Bir Yıl

Mehmet Yılmazer Mevcut Durum ve İttifak Politikası Üzerine

Ömer Demir Günümüzün İdeolojik Tablosu Marksizm’e Ne Oldu?

Mehmet Yılmazer Davos’tan Dağ Görüntüleri

Ayşe Tansever Kiiba Ziyareti

Ayşe Tansever Marksist Hareket ve Liberal Sol Hareket Üzerine

Haşan Oğuz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.