Yol Mart Nisan 2006 Sayı 10

Page 1

Dr. Bora İnce: 'GSS ile kamu sağlığı hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor 1

Av. Eren Keskin: 'Cinsel işkence d eva m ediyor'

SOL UN SİYASETİ N eo-lib eral gü n dem i aşm ak

✓ Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek ✓ Devrimcilerin anti-emperyalizmi ✓ Rosa Luxemburg ve sosyalist demokrasi ✓ Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları ✓ Sendikal mücadelede yeni açılımlar ✓ 8 Mart'ta kadınlar neden birleşemedi?

Sosyal forum lar n ered en geld i, n ereye gidiyor?


i ç i nd e k i l e r

Sol ve kitle ilişkisini tekrar düşünmek / Umut Aydın...4 Devrimcilerin anti-empeıyalizmi / Fikret Kızıltan.,.9 Rosa Luxemburg ve Sosyalist Demokrasi / M. Sinan...12 Önderlik, kadro ve örgütlenme sorunları / Melih Ateşer...i4 Sendikal mücadeledeyeni açılımlar / Mert I3üyükkarabacak...l8 8 Mart’ta kadınlar neden birleşemedi? / Güler Toprak...21

‘İyiler Hattı’nın bir halkası olarak Venezüella / Mehmet Akyol...40 Devrimin yapıcıları konuşuyor / Haşan Oğuz...47

Av. Eren Keskin: ‘Cinsel işkence devam ediyor’...25

Sosyal forumlar nereden geldi, nereye gidiyor? / Güler Toprak...56

Dr. Bora İnce: ‘Kamu sağlığı hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor’...29

Vedat Türkali - II Zeynep Koru...63 Neo-liberal gündemi aşmak / M. Özgür...59


Merhaba; Yol’un bu sayısı “sol’un siyaseti”ne odaklanıyor. Kitle ba­ ğından demokrasi sorununa, emperyalizmden sendikal müca­ deleye, örgütlenme sorunlarından 8 Mart tartışmalarına ka­ dar sol hareketin gündemleri üzerine yapılan değerlendirme­ lere yer veriyoruz. Tarihsel örnekler ve güncel tartışmalardan hareketle ve özeleştirel bir yaklaşımla sosyalist hareketin so­ runlarını ele almaya çalıştık. içinde bulunduğumuz dönemin önemli gündemlerinden birisi Genel Sağlık Sigortası (GSS) yasa tasarısıdır. Emekçile­ rin kazanılmış sosyal haklarının gasp edilmesi ve milyonlarca insanın yaşam koşullarının daha da zorlaştırılması anlamına gelen bu tasarı ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası’ndan Bo­ ra İnce’yle görüştük. Son ayların diğer bir sıcak gündemi ise devlet güçleri tara­ fından sistematik bir şekilde yapıldığı anlaşılan tecavüz vaka­ larıdır. Devletin kadına yönelik şiddeti üzerine Av. Eren Keskin’in görüşlerine başvurduk. Dünya sayfalarımızda emperyalist odaklar arasındaki geri­ limler üzerine geniş ve ayrıntılı bir değerlendirme yazısına yer veriyoruz. Ayrıca iç savaşın eşiğindeki Irak’ta yaşanan son ge­ lişmeleri ele alıyoruz. Bu yıl Venezüella’da düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nu katılımcı arkadaşlarımızın izlenimleriyle aktarıyoruz. Yakın­ dan ve dikkatle izlenmeyi hak eden Venezüella halkının mü­ cadelesini Sosyal Forum vesilesiyle geniş bir şekilde okurları­ mıza sunuyoruz. Mayıs’ta görüşmek üzere... YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http: //www.yoldergisi.com E-posta: direnisciler@direnis.com Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74


Gü n d e m d e neler d lu y d r ?

Büyükanıt sıradan bir paşa değildir, G enelkurm ay Başkanlığına gelecek olm asından başka, epey zam andır "üçüncü stra te jik se çen eğ i" savunan bir duruşu vardır. "AB'ye veya ABD'ye m ahkum değiliz, bir üçüncü stratejik tercih yaratılabilir" görüşünü savunan Büyükanıt'ın orduda te k olduğunu d üşünm ek saflık olur. Eğer son olaylar bu görüşün tasfiyesini hedefleyen bir derinliğe sahipse, o zaman bu gerilim AKP'yi aşar. İddianame olayıyla siyasal or­ tam hızla gerildi. Bir savcı “haddi­ ni aşıp” Kara Kuvvetleri Komuta­ n ı’m zan altında bırakınca ortalık birden karıştı. Seçimlere kadar olan sürecin oldukça gerilimli geçe­ ceğine dair belirtiler zaten vardı. Ancak Van Savcısı’nm çıkışı bir yanıyla beklenmedik bir gelişme oldu. Olay, bir savcının işgüzarlığı mıdır? Bunu şimdilik bilemeyiz. Ancak olayın iki yanı olduğu anla-

siliyor. AKP, “Kürt sorunu vardır” çı­ kışını yaptıktan sonra olayın arka­ sını getiremedi. Bu çıkışa ordudan bilinen tepki geldi, sorunun “terör sorunu” olduğu hükümete hatırla­ tıldı. Ardından Şemdinli’de pro­ vokasyonlar yaşanmaya başladı. Fakat bunlardan birisine halk tara­ fından suçüstü yapılınca süreçte bir kesinti ortaya çıktı. Başbakan bu olayın üstü diğerleri gibi ö rtü lm ey ec ek demişti. Savcı, B a ş b a k a n ’m verdiği sözü mü tutuyor? Ordu k ar­ şısında sürekli geri çekilen AKP bu dolay­ lı yolla ve AB sürecine güve­ nerek bir rö ­ vanşa girişmiş görünüyor. So­ nucun ne olacağı çok önemli değildir. Büyük bir ola­ sılıkla bu iddianame politik gürültüsü k a­ dar hukuki bir iş yapam aya­ caktır. Ancak bu çıkışın “ta-

2

bu” kırmak olarak yaratacağı etki, şimdiden seçimlerde AK P’ye puan olmuştur. Fakat Van’daki son pat­ lama, işin nasıl gelişeceğine dair ipuçlarını veriyor. Derin devletin geri çekilmeye hiç niyeti yoktur. Bu çekişme gerçekten cumhu­ riyet tarihinde bugüne kadar olma­ mış bir şeyin, sivil hükümetin as­ keri hükümete üstünlüğünün sağ­ lanması yolunda bir adım rolü oy­ nayabilecek midir? Bu konuda he­ men hiçbir şans görünmüyor. Di­ ğer sözde sivil partiler tümüyle as­ kerin saflarından AKP hükümetine salvo ateşi yapıyor. Bu konuda sa­ dece bir partinin “tabu kırm ası” yetmez, sivil siyasilerin asgari bir zeminde uzlaşmaları gerekir. Bu, AB yoluna çıkmış da olsa bugü­ nün Türkiye’sinde mümkün değil­ dir. Bir yanda, Irak’tan esen Kürt Devleti rüzgarı, öte yanda Ortado­ ğu’dan esen güçlü Siyasal İslam rüzgarı derin devlete “cumhuriye­ tin geleceğiyle” ilgili korkuları ayağa kaldırmak için şans yaratı­ yor. Derin devletin çıkmazı, kendi­ ni sahiplenen göz dolduran bir si­ yasal partinin var olmamasıdır. Bu garip durum çatışmanın daha sert­ leşmesi yönünde sonuçlar doğura­ caktır. İddianame olayının bir diğer yönü daha vardır. Büyükanıt sıra­ dan bir paşa değildir. Genelkur­ may Başkanlığı’na gelecek olma-


MART-NİSAN 2006

smdan başka, epey zamandır “üçüncü stratejik seçeneği” savunan bir duruşu vardır. “A B ’ye veya A BD ’ye mahkum değiliz, bir üçüncü stratejik tercih yaratılabilir” görüşünü savunan B üyükanıt’m orduda tek olduğunu düşünmek saflık olur. Eğer son olaylar bu gö­ rüşün tasfiyesini hedefleyen bir derinliğe sahipse, o zaman bu ge­ rilim A K P’yi aşar. O bu kapışma­ da basit bir figürana dönüşebilir. O rdu’da bu görüşün güçlenmesini hiç şüphesiz ne AB ne de ABD is­ ter. Böyle bir stratejik seçeneğin bugün somut ve pratik bir karşılı­ ğının olmaması çok önemli değil­ dir. Bu düşünce derin bir kopma­ nın başlangıcı olabileceği için Pentagon açısından tehlikelidir. Hesaplaşmanın bu yönde olma olasılığı da güçlüdür. Büyükanıt’m ABD ziyaretinden hangi sonuçlar çıktı? ABD generalleri ve CIA başkanmm Türkiye’yi ziyaretin­ den çıkan sonuçları bilmiyoruz; ancak her şeyin yolunda gitmediği tahmin edilebilir. Son günlerdeki bir diğer ilginç gelişm e eski 1. Ordu Komutan ı’nm bir panelde “Türkiye’nin meydana çıkması zam anıdır” de­ mesi, devletin derinliklerinde kri­ tik tartışmaların yapıldığını göste­ riyor. Türkiye, kendi yolunu izle­ yerek mi meydana çıkacaktır? Yoksa A BD ’nin çektiği zeminde mi rol oynayacaktır? Bunların her biri büyük gerilimlerin ortaya çık­ masına neden olacak tercihlerdir. İddianam e olayı, bölgeden Türkiye’ye bakarak değerlendiri­ lirse, bölgede tırmanan gerilimin iç politikaya kaçınılmaz yansıma­ larından birisi olarak da görülebi­ lir. İran konusunda gerilim son tır­ manma noktalarına geldi, Irak ’ta bir iç savaşın provaları yaşanıyor. Bu koşullarda ordunun öne çıkma­ sı kaçınılm az görünüyor. AKP. kaybedeceği bir bilek güreşine tu­ tuştuğunu iş işten geçtikten sonra kavrayacağa benziyor.

CJOİ

Vaşar Büyükanı t ve RBD Savunma Bakanı Dona İd Rumsfeld CIR Başkanı Rnkara 'da iken Büyükomt'to RBD'ye uçarak liyakat madalyası almıştı

IİİİS h ^

Büyükanıt yargılansın!

“Halkların Kardeşlik İnisiyatifi” tarafından, JİTEM elemanlarının Şemdinli’de yaşanan olaylarda “su­ çüstü” yakalanmasının ardından bir süredir cumartesi akşamlan düzenle­ nen eylemlerin sonuncusu 11 Mart akşamı Taksim tramvay durağında gerçekleştirildi. Meşaleleriyle eyle­ me katılanlar bu karanlık oyunun ar­ tık son bulmasını ve Şemdinli olaylarrnın aydınlatılmasını istediler. Yapı­ lan açıklamada; “Kürt halkının Şem­ dinli ’de suçüstü yakaladığı kontrgerilla ve bağlantıları egemenlerin tiim çabalarına rağmen gizlenemiyor. Kontrgerilla, JÎTEM gibi örgütler anti-komünist amaçlarla yıllardır katliamlar düzenlemektedir. Son 20 yıldır da Kürt halkına karsı sürdürü­

len kirli savaşın organizasyon mer­ kezi olmuşlardır. Halkların Kardeşlik inisiyatifi olarak sîzlere sesleniyo­ ruz: Şemdinli’nin açığa çıkartılması için JÎTEM, MGK ve Kontrgerilla dağıtılmalı, bu kurumlar içinde bu­ güne kadar halka yönelik saldırıları gerçekleştirenler, planlayan, onayla­ yan tüm askeri ve sivil şahıslar yar­ gılanmalıdır. Kara Kuvvetleri Komu­ tanı Yaşar Büyükanıt derhal görev­ den alınmalı ve yargılanmalıdır. Bu yargılamayı da egemenlerin şu ya da bu kanadının temsilcileri değil, Tür­ kiye ’nin ezilen ve emekçi halkları ya­ pacaktır" denildi. “Kahrolsun MGK, MİT, JİTEM, KONTRGERİLLA”; “Yaşasın Halkların Kardeşliği” slo­ ganlarıyla eylem bitirildi. 5


Latin Amerika, Hamas vb* örnekler üzerinden

SOL VE KİTLE İLİŞKİSİNİ TEKRAR DÜŞÜNMEK... Umut fiydin

Aslında iddia sa h ib i o lm a k ve o iddiayı d ö v ü ş tü re c e k e y le m kılavuzuna, yani M a rk s iz m 'e s a h ip o lm a k b ir ışık ya k m a k tır. O ışığı ke nd i g ö zle rin e tu ta n la r "h e r yanı o la ğ a n ü s tü p arlaklıkta g ö rü rle r, bir a n la m d a ışıktan kö r o lu rla r." Ö n e m li olan ışığı y ü rü n e c e k yola tu tm a k tır. “Yüz yüze olduğumuz önemli problem­ ler, onları ortaya koyduğumuz zaman­ daki aynı düşünce seviyesinde kalına­ rak çözümlenemezler. ” Albert Einstein Toplumsal hareketler; 70Terin ortalarından başlayarak bir gerileme dönemine girdi. 80Terle birlikte tır­ manan süreç, 90’larm başında sosya­ list bloğun çözülmesiyle kriz nokta­ sına yükseldi. Bu yılların en gözde ideolojisi Fukuyama’da kaynağını bulan “tarihin sonu” idi. Peşi sıraT'eîveda proletarya” çığlıkları atıldı. Madem sosyalizmi kuramıyorduk, hiç olmazsa reformlar yo­ luyla adam gibi bir kapitalizme ulaşa­ bilirdik. Bu dönemin sonu postmodernizme bağlandı. Yaşadığımız coğrafya­ da hala “gerçek” anlamıyla kavrana­ mayan postmodemizm, yeni bir yol ayrımına işaret ediyordu. Bir başka de­ yişle “ ‘sınıftan kaçış’ sendromu bu kez ‘egemenlik ve iktidar’ kavramları­ nın reddine dayalı bir ‘siyasetten kaçış’ teorisiyle yeniden üretildi.” 1 “D evrimleri ayaklanmalardan ayıran en temel özellik onun iktidar ufku ve yaşattığı sınıflar alt-üstlüğüdür. Bugün iktidar ufku olmayan mü­ cadeleler ve hatta ayaklanmalar yaşa­ nıyor... günümüz düşüncesinde önemli bir yer tutan postmodemizm, 4

geleceği kurmanın boşuna olduğunu vurgulayıp duruyor.”2 Düşüncenin bile çürüdüğü bu süreç, insan düşün­ cesinin pratikten kopmasıyla nerele­ re evrilebileceğini gösteriyor. Gele­ ceği kavramaya yönelen bir düşünce yaratıcılığından uzaklaşılmıştır. Özet bir şekilde geçtiğimiz süreç, yaklaşık son otuz yılı ifade ediyor. Söz konusu dönem; aynı zamanda kapitalist sistemin kendi çürümüşlü­ ğünü, vahşetini de net olarak ortaya koydu. Paylaşım kavgası, bölgesel savaşlar, darbeler, katliamlar bir yan­ dan dünyanın mazlum halklarında öfke biriktirirken, diğer yandan “kö­ peksiz köyde değneksiz gezintiye çıkmış” gibi davranan kapitalizm, anayurtlarda dahi sınıfsal çelişkileri belirgin kıldı..

Bugüne kadar gelen süreçte zaman zaman kayan yıldızlara tanık olmak­ la beraber, bir türlü şafağa ulaşama­ dık. (Kürt hareketinin çıkışını dışın­ da tutmak kaydıyla...) Bu dönemin bütünlüklü bir de­ ğerlendirmesi çeşitli kereler dile ge­ tirildi.3Bu dönemin öne çıkan sonuç­ larından biri, TDH’nin kitlelerden kopması oldu. Bu sonuç, hem pratik hem de düşünsel anlamda kireçlen­ meler yarattı.

Ancak bu dönemde, geleceğin düşüncesi yeterince net olarak kendi­ ni ortaya koyamadı. Bir başka ifa­ deyle yeni bir devrimci dönem için “objektif’ şartlar fazlasıyla hazırdı, ancak “sübjektif’ şartlar bir türlü ol­ gunlaşamadı.

Öncelikle, eskinin tartışmasız de­ ğerleri, büyük bir erozyona uğradı. Sosyalizmin krizinin irdelenmesi adma sosyalizmin “gerçekliği” tartış­ ma konusu oldu. İşçi sınıfının önder­ liğinin tartışılmasından üçüncü alan teorilerine kadar geniş bir yelpaze söz konusu burada. Elbetteki geçmi­ şin mercek altına yatırılmasında bir sorun yoktur. Ama geleceği kucakla­ yacak bir düşünceyi filizlendirmek adma değil de, geçmişi mahkum et­ mek için bu yola girerseniz sonunda o'geçmiş, sizi de kendi girdabına çe­ ker.

Bu noktada ülkemize gelirsek; 70’lerin sonunda kaçan dönüşüm şansı 12 Eylül’de tasfiye döneminin kapısını açtı. Aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) açısından yeni bir döneme de işaret ediyordu.

Değerler erozyonu, beraberinde ufuk kopmasını da getirdi. Ufuk kop­ ması, iki biçimde kendini somutladı. Birincisi; siyaset yapmayı günlük davranışa indirgeyerek, takvim yap­ rakları arasında kaybolup uzun erim-


MARTINiSAN 2006 t | O Î

li düşünceler üretememek şeklinde yaşandı. İkincisi ise keskin bir şekil­ de “devrim ve sosyalizm” vurgusu ile salt devrimci gündemler üzerinden siyaset yapmayı kaba ajitasyona in­ dirgemek şeklinde oldu. Sonuçta iki biçimde kitlelerden kopuktu. Bu dö­ nemin en çok tekrarlanan sözü “kitleselleşmek”tir belki de. Ne var ki bu duruş, kitleleri örgütlemeye yönelik bir hedef varmış gibi bir düşünce bi­ le uyandırmıyor. Kaldı ki bunun üze­ rine çok fazla düşünen de yok gibi... Siyaset tarzını yenilemekten söz aç­ mak, kendini baştan kurgulamak ne­ redeyse yasak. Bu dönemde, devrimci hareketin kendine has bir “jargonu” oluştu. Be­ lirli bir kesimin anlayabildiği, algıla­ yabildiği, kullanabildiği bu dil, ezi­ lenler açısından çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Kendi kendimize konu­ şur bir hale geldik. Keza bunun tersi de geçerli; devrimci hareketin de kit­ leleri anlayabildiği pek söylenemez. Ortaklaşabildiğimiz bir dilden bahset­ mek şu an için pek mümkün değil. Bir başka şekilde söylersek; bugün için ezilenlere “sen eziliyorsun” ya da “özelleştirmelere hayır” demek tek başı­ na yeterli değildir. Kitlelerle aradaki bağın kopması, küçük kastlara dönüşmeyi beraberin­ de getirdiği gibi emekçilerle temas noktalarını da çok azalttı. Bu durum; emekçilerle birlikte emekçiler için siyaset üretme imkanını elimizden aldı. Kitle hareketi ile sosyalist hare­ ket arasındaki açı farkı giderek bü­ yürken iki tarafa da zarar veriyor. Söz konusu kastlaşma; sosyalist hareketin kendi gerçekliğinden kop­ masını, kendini “dev aynasında” gör­ mesini de beraberinde getirdi. İddia sahibi olmakla kendini o iddiaya gö­ re konumlandırmak farklı şeylerdir. Kitle hareketini yukarıdan aşağıya' örgütlemeye çalışmak, sosyalist ha­ reketi kitle hareketinin yerine ikame etmek, sürekli “makro” siyaset üret­ meye çalışmak, ama bir yandan da bunun altını dolduramamak ve aslın­ da sürekli “kazanamama” durumu inandıncılık sorunu ile birlikte güven kırılmasını da getirdi.

Hamas, yoksulluğu?! içinden çil

Aslında iddia sahibi olmak ve o iddiayı dövüştürecek eylem kılavu­ zuna, yani Marksizm’e sahip olmak bir ışık yakmaktır. O ışığı kendi göz­ lerine tutanlar “her yanı olağanüstü parlaklıkta görürler, bir anlamda ışıktan kör olurlar.” 4 Önemli olan ışı­ ğı yürünecek yola tutmaktır. Devrimci hareketin bugün yap­ ması gereken -kimi örnekleri dışında tutarsak- bir paradigma değişikliğine gitmektir. Eski alışkanlıkları, formül­ leri bir kenara bırakarak, bilinmeyen­ leri bilinir kılmak adına yola çıkmak gerekiyor. Hedef belli: Örgütlenme!

H a m a s v e Latin A m e r ik a ’d a n d e rs le r Son dönemde Latin Amerika’da­ ki gelişmeler ve başka bir boyutta ol­ makla birlikte Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın elde ettiği “seçim zaferleri” çokça konuşuluyor. Gözleri kamaştı­ ran ışığı öteleyerek karanlıkta kalan kör noktalara bakmak gerekir. Hamas’ın seçimi Ortadoğu’da bulunduğu nokta itibariyle de daha fazla öne çıkan el­ bette Filistin’de Hamas’m iktidara gelmesi. Ancak Lübnan Hizbullah’ının onyıllara varan örgütlenmesini ve Mısır’da son seçimlerde partileri ya­ saklı olmakla birlikte bağımsız aday­ larla meclise girerek tekrar öne çıkan

Müslüman Kardeşleri unutmamak gerekir. Sonuçta Hamas’m kurucu kadroları da Müslüman Kardeşlerden geliyor zaten. Filistin seçimlerinin ardından ya­ pılan değerlendirmelerde ağırlıklı olarak El Fetih yönetiminin yolsuzluk­ ları, İsrail’le fazla haşır neşir olması, Hamas’m yürüttüğü silahlı mücade­ le, II. İntifada’ya önderlik etmesi vb. konuşuldu. Bunların hepsinin de haklılık payı var. Ancak bir şey göz­ den kaçırılırsa, Hamas’m Filistin halkını nasıl örgütlediği anlaşılamaz. Hamas, doğrudan doğruya halkın yaşamının içine girdi ve o yaşamı ko­ laylaştırmayı kendine amaç edindi. Filistin’deki hükümete alternatif ola­ rak oluşturduğu örgüt ağıyla sağlık hizmetlerinden cenazelerin kaldırıl­ masına, yoksul çocuklara eğitim des­ teği sunmaktan konut sorununun çö­ zümüne yardımcı olmaya kadar her anlamda “yaşam alanları”nı örgütle­ di. İsrail’le sürdürülen mücadelede ölerilerin ailelerine sahip çıktı, bomba­ lanan evler onarıldı. Hamas tabii ki tüm bunları İslam dünyasından gelen maddi yardımlarla yaptı. Ancak bun­ ları adil olarak bölüştürdüklerini söy­ lemek gerekir. Kısacası Hamas, bu­ gününü dünden kurmaya başlamıştı. Hamas’m kendinden önce gelen İslami hareketlerden ve elbette I. İn-


C | O İ MART-NİSAN 2006

leler, gücünü hayatın gerekliliklerin­ den alarak şekilleniyor. Bu noktada; müdahalenin küçük ya da büyük ol­ masına aldırmadan hareket ediyorlar. Güçlerini ise yoksulların çeşitli ke­ simleri arasında gerçekleştirdikleri dayanışmadan alıyorlar.

tifada’da oluşan halk direniş komite­ lerinden öğrendiği ve geliştirdiği “id­ dialı toplantılar yaparak ‘durumu’ tartışmaya, ‘gösteri toplumunda’ pro­ fil yükseltmeye başlamadan, siyasi programları halkın gözüne sokmaya, sandıkta buna destek istemeye kalk­ madan önce, yaşam alanlarında sorun çözücü, işlevsel, vazgeçilemez top­ lumsal bir yer edinmeye çalış­ m aksan 5başka bir şey değildi. Latin Amerika ’da yeni dalga Latin Amerika’da geçmiş döne­ min aksine bugünlerde “sol” hükü­ metler arka arkaya iktidara geliyor. Venezüella’da Chavez’le “yukarıdan aşağı” bir görüntü çizen bu dalga, Bolivya’da koka üreticilerinden baş­ layan bir halk hareketini işaret edi­ yor. Keza Brezilya’da MST, bugün­ lerde geriye çekilmiş olsa da Arjan­ tin’de işsiz işçiler hareketi ya da Meksika’da iktidar talebini rafa kal­ dıran Zapatistalar doğrudan ezilenle­ rin içinden geliyor. Bu hareketlenmelere ilişkin ola­ rak; ortak dilin yaratılması, saldırı pozisyonu alınması, doğrudan eylem taktiği, temsil siyasetinden kopuşma, yaratıcı düşünce vb. gibi çeşitli özel­ likler atfedilebilir. Ama Latin Ameri­ ka’da da bu hareketlenmenin ârkasmda ciddi bir kitle desteği var. Bu örgütlenmenin arka planında ezilen­ 6

lerin hayatında işlevsel bir rol üstlen­ mek yatıyor. Brezilya Topraksızlar Hareketi, kendi iç örgütlenmesi olan, eğitimi, sağlığı kendi içinde çözümleyebilen bir hareket. MST’nin bugün için 1200 temel eğitim veren okulu, 3800 ilkokul öğretmeni, 150 bin civarında öğrencisi, 1200 genç ve yetişkin eğit­ meni, 250 kreş eğitmeni var. Bunun dışında üniversitesi, sanat okulları mevcut. Küba’da 45 MST militanı tıp eğitimi alıyor. Daha da önemlisi kendini besleyebilen bir sistemi var. MST okullarının çalışma ilkeleri; da­ yanışma, yoldaşlık, kolektif çalışma vb.’nin üzerine oturuyor. MST’nin son 18 yılda 300 bin aileyi toprak sa­ hibi yapabilmesinin ardındaki sırlar­ dan biri, kolektif halk örgütlenmesini yaratabilmiş olmasıdır. Bolivya’da; koka sendikaları, iş­ çi sendikaları konfederasyonu COB, bölgesel işçi konseyleri, kadın örgütü Bartolina Sisa, Morales’i iktidara ta­ şıdı. Ülkenin en önemli kentlerinden El Alto’da yaklaşık 600 tane mahalle meclisi var. Bu meclisler, FEJUVE (Mahalle Meclisleri Federasyonu) çatısı altında bir araya geliyor. Ma­ halle meclisleri, “mikro hükümetler” gibi işliyor. Halkın su, kanalizasyon, yol gibi kamusal işlerini örgütlerken bir yandan da ulusal ölçekteki sorun­ lara müdahale ediyorlar. Bu müdaha­

Venezüella’da ise süreç daha faz­ la yukarıdan aşağı bir görüntü çizi­ yor. Ancak Chavismo hareketi yerelleştikçe ayaklarını yere daha sağlam basmaya başladı. Her mahallede adı­ na “misyon” dedikleri çeşitli birimler mevcut. Misyonlar, halkın hem gün­ delik ihtiyaçlarını karşılıyor, hem ilk sağlık müdahalelerini yapmak üzere kurgulanmış, hem de bir düzeyde üretime yönelmiş durumda. Mahalle sakinleri buralarda yönetime katılı­ yorlar. Kimi fabrikaların işçilere devredilmesi ise yeni başlamış bir süreç. . Chavez bugüne kadar 150 bin ai­ leye toprak dağıttı. Küba’dan gelen binlerce doktor, Venezüella’nın yok­ sullarına ücretsiz sağlık hizmeti su­ nuyor. Chavez, şimdilerde tüm kıtayı göz taramasından geçirmeye hazırla­ nıyor. Yine Venezüella’da askerler, halkın gündelik işlerine yardım et­ mekle, eğitim vermekle görevlendi­ rildiler. Şimdilerde Bolivaryan halk komitelerinden yaklaşık 2 milyon ki­ şilik bir milis gücü oluşturuluyor. Latin Amerika’ya dair benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. So­ nuçta yaşam alanlarına doğrudan müdahil olan, kendini halkın içinde yeniden üreten, ortak bir dili payla­ şan, hayatta işlevsel bir rol üstlenen bir kitle hareketi söz konusu. Hayatı sokakta kuranlar, siyaseti ele geçir­ miş dürümdalar.

D a y a n ış m a v e k itle ç a lış m a s ı Gerek Latin Amerika’daki geliş­ meler gerekse de Hamas vb. örnek­ ler, yoksulların içinde olmanın ve on­ larla birlikte siyaset yapabilmenin yollarını işaret ediyor. Elbette bunla­ rı bir model olarak değil, örnek ola­ rak görmek gerekir. Geleneksel araç­ larımızla yanıt üretemediğimiz bir


MARTNİSAN 2006

sorunla karşı karşıya olduğumuz açılctır. Ancak bu bize, taklit etme ko­ laycılığına düşme hakkını vermez. Ezilenlerle ortak bir dil tuttura­ bilmek, onların taleplerini siyasete tercüme edebilmek, aradaki güven kırılmasını giderebilmek gerekiyor. Peki, ama nasıl? Eskiden sosyalizm ajitasyonu belki bu işlevi bir ölçüde yerine getiriyordu. Ancak bugün gel­ diğimiz noktada sosyalist hareketin halk nezdinde kendini ispatlamak gi­ bi bir problemi var. Elem emekçilerin içinde olacaksınız, onlarla birlikte soluk alıp vereceksiniz hem de emekçilerle aradaki güven ilişkisini yeniden oluşturacak ağlar öreceksi­ niz. Peki, ama nasıl? Öncelikle, “toplumsal kesimleri tanımlamak kadar, onların motivas­ yonlarım bilmek de önemlidir... Bu, motivasyonların salt ekonomik sorun­ lara indirgenebileceği anlamına gel­ mez. Siyasi sorunların çıkarlarıyla ya­ kından bağlantılı olduğu kitleler, hele uzun bir mücadele deneyimleri varsa, anlarlar. En geniş hareketler politik motivasyonları olan hareketlerdir ve örgütsüz halk kesimlerine bile uzanır­ lar. Toprak reformu, demokrasi soru­ nu, bağımsızlık sorunu, işte kitleler için yaşamsal motivasyonlar bunlardır: bunlar yaşam düzeyleriyle, harekete geçebilme kapasiteleriyle, özgürlük­ leriyle ilintilidir. Devrimci hareket, bu motivasyonlardan yola çıkarak, kitle hareketini hızlandırabilir ve onun dü­ şüncelerini radikalleştirebilir.” ' Kitle­ lerin bilinci yalnızca egemen ideoloji­ nin etkisinin bir ürünü değildir. Bu bi­ linç, aynı zamanda mücadele deneyle­ rinden, yaşamsal kavgalardan geçerek oluşur ve bu anlamda bir birikim nite­ liği de gösterir.

bir anlam içermez. Salt ahlaki bir düzlemden hareket edilmemeli, emekçiler, kendini var edebildiğini görmeli, onun açısından bir değer ta­ şımalıdır. Neo-liberalizmin yalnız­ laştırıcı etkisine karşılık ortaklaşma­ yı sağlarken “zafer adacıkları” yaratabilmelidir. Başaramayan bir örgüt, emekçiler açısından çoğu zaman bir lükstür. Buradaki başarının son ker­ tede büyük ya da küçük olması önemli değildir. Yine bugün yoksulların bir güç olarak kendilerini ifade edemedikleri bir ortamda, ilk etapta bir şey yaptırt­ mak üzerine değil de yapmak üzerine kurulu örgütler toplumdan daha olumlu yanıtlar alacak gibi görünmek­ tedir. Bunun sebebi çok açıktır. İhti­ yaçların son derece yakıcılaştığı, ha­ yat mücadelesinin çok zorlaştığı ve siyasetin kendisine olan güvenin azaldığı bir ortamda emekçilere yürüt­ tükleri faaliyetin kendi hayatlarında birebir düzeltmeler sağlayacağı ör­ gütlenmelerin yaratılması zorunluluk olarak öne çıkıyor. “Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim koo­ peratifleri, boş zamanı olumlu biçim­ de değerlendirmeyi sağlayarak ser­ mayenin kültürel hegemonyasından uzaklaşmayı sağlayacak kültürel bi­ rimler, çetelere, uyuşturucu tacirleri­ ne karşı koruma birimleri, afetlere acil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam

CJOİ

her geçen gün daha da genişleyecek­ tir. Syııfın hayatını bütünüyle niteliksizleştirmeye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağlayan kendi öz-örgütleri bu genişlemeyi yaratabilir ancak.” 7 Yine bu örgütler aracılığıyla, sol, sa­ ğın kendinden çaldığı “dayanışma” kavramını geri kazanabilir. Söz konusu örgütlenme kapsaya­ bildiği en geniş kesime temas edebil­ melidir. İşyeri, sektör, fabrika işçisi, ev işçisi, işsiz vb. ayrımlar ortak paydada buluşmanın önünde engeldir. Emekçi­ leri bölen, rekabet yaratan ayrımlar mahalle örgütlenmeleri üzerinden kal­ dırılmalıdır. Hayatların yağmalanması­ na karşı ortak hayatımızı ortaklaşa sa­ vunan bir örgütlenme olmalıdır bu. Kaldı ki işyerinde eyleme geçildiğinde işini kaybetme korkusunun hareketlen­ meyi engelleyen çok önemli bir etken olduğu unutulmamalıdır; emekçi kendi mahallesinde çalıştığı zaman daha ra­ hat olacaktır. Ezilenlerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksun­ luklarını elbirliğiyle giderebildikleri, dayanışmayı ve paylaşmayı somut ola­ rak yaşayabildikleri faaliyet merkezle­ ri, birer okul işlevi görmelidir. Aksi halde herhangi bir örgütle ilişkisi bu­ lunmayan emekçiler açısından yaptığı­ mız çağrıların hiçbir anlamı yoktur. O halde sözü edilen örgütlenme, acil sorunlara salt propaganda dışm-

Öte yandan kapitalizm kendini hayatın her alanına nasıl sokuşturuyorsa, kitle örgütü de benzeri bir içe­ riğe sahip olmalıdır. Tek yönlü işle­ yen değil, hayatın neredeyse tüm alanlarma yönelik çözümler geliştirebilen bir nitelikte olmalıdır. Örgüt­ lenme, örgütlenenin hayatında bir değişikliğe yol açmalıdır. “Eziliyor­ sunuz. yoksulsunuz, bu yüzden ör­ gütlenmelisiniz” demek tek başına 7


C |O İ MARTIN i SAN 2006

da da çözümler üretebilmeli, çalışan­ ları, somut hedeflerde birleştirebilmelidir. Söz konusu yapılanma, ken­ dini emekçilerin ihtiyaçları üzerin­ den şekillendirmeli, yukarıdan aşağı­ ya doğru değil, öznelerinin iradesini açığa çıkartabilecek bir şekilde ör­ gütlenmelidir. Kitleyi, sosyalist hare­ ketin yönlendirdiği bir araç olarak görmek, sosyalistleri bilinç ve bilge­ likle donatırken kitleyi geri kalmış­ lıkla suçlamak aradaki güven ilişkisi­ ni hepten yok eder. Bu yüzden ma­ hallelerde yaşayan herkesin söz hak­ kı gerçeklenmelidir. Bu sadece karar alış süreçlerine çok daha demokratik bir nitelik kazandırmakla kalmaya­ cak, aynı zamanda sıkça gözlenen “memur zihniyeti”nin aşılmasını da sağlayacaktır. Yaşam koşullarında acil düzelt­ meler gerçekleştirebilirken, geleceğe dair yaşamsal ve kültürel ipuçlarını da ortaya koyabilmelidir. İdeolojik yetkinliğe ulaşmış olmanın gerekme­ diği örgütlenme kanalları üzerinden “sınıfı örgütünün içinde oluşturma­ yı” hedeflemelidir. Keza bu yapının, hakkını almak isteyen herkesin, ya­ şadığı sıkıntılara çare bulmak isteyen herkesin dahil olabileceği örgütlen­ meler olması esas kabul edilmelidir. Sınıfı bölen tüm kültürel, ideolojik, etnik, mezhepsel ayrımların üstünde konumlanmalıdır.

8

Bu örgütlenmenin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu alanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile mümkün ola­ bilir ancak. Bu tarz yapılar öyle bir koza örebilmelidir ki bu kozanın için­ de olabilmenin avantajları dışında kalmaktan çok daha fazla olmalıdır. Bunlar, fiili dayanışma odakları ola­ rak semtlerdeki hayatın tüm kriz nok­ talarına müdahale edebilecek seviye­ de kendisini geliştirebilmek, araçları­ nı zenginleştirebilmek durumundadır.

Son bir noktayı vurgulamadan geçmeyelim. Böylesi bir örgütlenme­ ye, kısa vadeli, salt belli sayıda kad­ ro çıkartabilmek için yaklaşmamak gerekir. Aksine gerçek anlamıyla bir kitle örgütü yaratabilmek, adalet, ekonomi vb. ayaklarını oluşturarak geleceğe yönelmek hedef olmalıdır. Son kertede; devrimciler, kitlelerin tarihsel ve toplumsal birikimlerinden yola çıkmalıdır. Ama bu, bir siyasi önderlik gereğini reddetmek anlamı­ na gelmez.

(Burada uzunca bir parantez açıp, mahalle çalışmalarında kadınların önemli bir rol oynadıklarını ortaya koy­ mak gerekir. Cinsiyetler arasındaki “geleneksel işbölümü” kadınları aile­ nin yeniden üretimiyle ilişkilendirmekte, bu nokta ise mahallelerdeki mücadelelerin çıkış noktasını oluştur­ maktadır. “Kadınlar birbirlerini tanı­ makta ve semtte erkeklerden daha çok yaşamaktadırlar. Acil bir durumu en doğrudan ve hızlı duyumsayanlar ka­ dınlardır; birçok örnekte bu durumu tek başlarına göğüslemek zorunda kal­ maktadırlar. Yaşam savaşı, özellikle ücret kesintileri, artan işsizlik ve baskı koşullarında, kahramanca çabalar gös­ termelerini zorunlu kılmaktadır. O za­ man çocuklarının yaşamı için verdikle­ ri mücadele bir direniş nüvesi görünü­ mü almakta ve bu direniş ancak ortak­ laşa eylemlerle sağlanabilmektedir.” 8)

Dayanışmaevleri, on yıllık prati­ ğiyle birlikte açığa çıkan bu göreve adaydır. 08.03.2006 Dipnotlar 1. Çiğdem Çidamlı, 2006. “ Ezilenler ve Siyaset: Yeni Bir Tarihin Başlangıcın­ da” , Praksis Dergisi, s. 14, sayfa 18. 2. Mehmet Yılmazer, 2003. “ Günümüz­ de Devrim Sorunu” , Yol Dergisi, s.4, sayfa 3. 3. Yol Dergisi’nin Nisan 1987’de yayın­ lanan altıncı sayısındaki Mehmet Yılmazer imzalı “ Türkiye Devrimci Hareket i’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” yazısı. Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi’nin Temmuz 2003’te yayınlanan dördüncü sayısında yer alan Mehmet Yılmazer’in “ Günümüzde Devrim Sorunu” başlıklı yazısı ve yine Mehmet Yılmazer’in N i­ san 2004’te Alaz Yayıncılık’tan çıkan “ Devrimci Harekette Kriz” isimli kita­ bı ve Melih Ateşer’in Yol Dergisi’nin bir önceki sayısında yer alan “ Siyasetin Öznesi ve Öznenin Siyaseti Üzerine” başlıklı yazısı bu konudaki kapsamlı de­ ğerlendirmelere örnek olarak gösteri­ lebilir. 4. Mehmet Yılmazer, 1987. “ Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve Üçüncü Dönem” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 12. 5. Ergin Yıldızoğlu, 2006. “ Hamas Dersleri” , 01 Şubat 2006 tarihli Cum­ huriyet Gazetesi, sayfa 6. 6. Marta Harnecker, 1997. Latin Ame­ rika Solu Kendini Sorguluyor, Ceylan Yayıncılık, sayfa 81. 7. M. Sinan, 2005. “ Dayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir mi?” , Yol Dergisi, s.6, sayfa 4 1. 8. Marta Harnecker, age, sayfa 100.


D e v r im c il e r in ANTİ -EMPERYALÎ ZMİ Fikret Kızıltcm

Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmaktadır. Sol harekette ulusalcılığın gelişmesinin nesnel ko­ şulunu bu gerçeklik oluşturmaktadır. Ancak ulusalcıların üzerinden atladığı nokta devletin sosyal yönünün geriletllmeslnden nemalanan kesimin aynı zamanda "yeril" flnans kapital olduğudur. ABD’nin Irak’a saldırısının ve işgalin ardından emperyalizm ve emperyalizmle mücadele konusu ge­ nel olarak sol siyasette yeniden gün­ cellik kazanmaya başladı. Türkiye sol hareketi açısından “AB’ye üyelik süreci” emperyalizm tartışmasını da­ ha da yakıcı hale getirdi. Aslında emperyalizm tartışmalarını tetikleyen bu iki sıcak gündem, 1980‘lerden bu yana dünya ölçeğinde emper­ yalist merkezlerin ve büyük sermaye gruplarının öznesi olduğu “küresel­ leşme” sürecinin sosyal ve ekono­ mik sonuçlarının yanı sıra siyasi so­ nuçlarının da kristalize olması ola­ rak okunabilir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1990’h yıllarda zincirlerinden boşa­ lan “küreselleşme” ve yeni liberal politikalar emperyalizmin yeni bir tezahüründen başka bir şey değildi. Ama yaşanan somut sürece “emper­ yalizm” adının konulması için 20 yı­ lı aşkın bir sürenin geçmesi gerekti. Günümüz emperyalizmi elbette kapitalizmin yeni uluslararası örgüt­ lenmesine bağlı olarak yeni bir ka­ rakter kazanmıştır. Ancak günümüz emperyalizminin özgünlüklerini in­ celemek bu yazının konusu değildir. Burada asıl olarak emperyalist poli­ tikaların Üçüncü Dünya Ülkelerinde yarattığı gerilimler ve anti-enıperyalist mücadeleden ne anlamak gerek­ tiği üzerinde durulacaktır.

Sözde a n ti-e m p e ry a lizm Emperyalist merkezler ve finans kapitalin dayattığı yeni liberal eko­ nomik düzenlemelere (özelleştirme, esnek çalışma, ticarileştirme, ulusal pazarların eklemlenmesi vs.) karşı toplumun çeşitli kesimlerinde di­ rençler gelişmektedir. Sadece “küre­ selleşme” sürecinin asıl mağduru alt sınıflardan değil, yeni uluslararası düzenlemelerden zarar gören ya da yeni ekonominin ağları içinde henüz gerekli bağlantıları kuramamış olan

sermaye kesimlerinden de tepkiler gelmektedir. Bu kesimler, yeni libe­ ralizmle temel bir karşıtlığı olmama­ sına rağmen güncel çelişkileri (dev­ let sektörüyle ilişkileri, ulusal paza­ ra hitap etmeleri, uluslararası reka­ bete hazır olmaları vs.) dolayısıyla yeni liberal düzenlemelere tepki gösterebilmektedir. Milliyetçi ve ba­ ğımsızlıkçı bir söylemle öne çıkan bu gruplar zaman zaman AB, IMF ya da ABD karşıtlığı biçiminde tepkile­ rini ortaya koymaktadır. Ankara Ti­ caret Odası (ATO) gibi kuramların öncülüğünü yaptığı bu kesime devlet


C |O İ MART'NİSAN 2006

kaynaklarından yararlanan bürokrasi içindeki odakları da eklemek gere­ kir. Ekonomik alandaki bu gelişme­ ye siyasi alanda ABD ya da AB em­ peryalizminin Türk Devleti’nin ala­ nını sınırlayan, stratejik hedefleriyle çelişen politikalarına karşı devletin çekirdeğinde biriken tepkiler eşlik etmektedir. Devletin çekirdeğini oluşturan ordu ve bürokrasi bir yan­ dan büyük güçlerin emperyalist poli­ tikalarına uyum sağlarken bir yan­ dan da kendi iktidar pozisyonunu korumak için karşı hamleler yap­ maktadır. AB’nin Türkiye siyasetin­ de ordunun rolünü sınırlama çabala­ rına karşı anti-AB’cilik ya da ABD’nin Ortadoğu ve Kürt politika­ sına karşı anti-Amerikancılık dönem dönem geliştirilebilmektedir. Öyle ki devletin TV kanallarında “işgal”, “Iraklı direnişçiler” vb. kavramlar ra­ hatça kullanılabilmekte ya da Avru­

pa’nın emperyalist geçmişi duruma göre hatırlanabilmektedir. Gerek uluslararası ekonomik dü­ zenlemelerden zarar gören sermaye kesimlerinin gerekse emperyalist devletlerin politikalarıyla dönemsel olarak çelişen Türk Devleti’nin söz­ de anti-emperyalist söylemi temelde bir pazarlık unsuru olmaktan ibaret­ tir. Geniş halk kesimlerinde milliyet­ çiliğin güçlendirilmesi yoluyla, ordu ve bazı sermaye grupları kendi po­ zisyonlarını korumak için yürüttük­ leri pazarlıklarda ellerini güçlendir­ meye çalışmaktadır. Milliyetçiliğin pompalanması aynı zamanda düzen karşıtı ideolojilerin gelişiminin önü­ nü tıkayan bir set olarak da işlev görmektedir. Kapitalizmin ve emper­ yalizmin yarattığı toplumsal gerilimlerin mevcut düzenin bekçiliğini ya­ pan ulus devletleri hedef alması ge­ rekirken milliyetçiliğin geliştirilme­ si ulus devletin yıpranan meşruiyeti­

ni pekiştirmeye hizmet etmektedir. Ordunun ya da ATO gibi sermaye kuruluşlarının bağımsızlıkçı söylemle­ re başvurmasının anti-emperyalizmîe en ufak bir ilgisi yoktur. Kendi iktida­ rını pekiştirmek için geliştirdiği milli­ yetçi, bağımsızlıkçı söylemin altı ka­ zındığında Türkiye’deki en Amerikan­ cı kurumun Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olduğu görülür. TSK’nm silah sistemi bütünüyle ABD’ye bağımlıdır, üst düzey subayların tamamı ABD’de eğitimden geçirilmiştir, NATO içinde ABD’nin en yakın destekçisi konu­ mundadır vs. Emperyalizmin halka yansıyan yönüyle (işsizlik, çalışma ko­ şullarının ağırlaşması, sosyal hakların tasfiyesi) yukarıdaki sermaye grupları­ nın ya da ordunun herhangi bir sorunu yoktur. Bu anlamda devletin ya da bur­ juvazinin bir kesiminden anti-emperyalizm beklemenin ya da buralarda it­ tifak gücü aramanın sol adına savunu­ lacak bir yönü yoktur.

Tarih ve a n ti-e m p e ry a liz m Türkiye’de son yıllarda bir eğilim olarak belir­ ginleşen ulusal solculuk sol hareketin tarihini ulusal bir perspektiften sahiplenmeye çalışmaktadır. Özel­ likle 1960’larm sonlarında öğrenci hareketinde ve çeperinde gelişen anti-emperyalist mücadele salt ulusal bağımsızlıkçı ve “sol Kemalist” bir içerikle ha­ tırlanmaktadır. Oysa 1965-75 dönemine damgasını vuran anti-emperyalizm ulusal bağımsızlıkçı söyle­ mine karşın gerçekte sımfsal/toplumsal talepler üze­ rinden gelişen bir mücadeleydi. 6. Filo askerlerini denize döken öğrenciler aynı yıllarda üniversitelerde akademik mücadeleyi büyü­ tüyor, işçi direnişleri ve köylü hareketleri özellikle 1968-71 döneminde hızla yaygınlaşıyordu. Hareke­ tin retoriği ulusal bağımsızlıkçı olmasına karşın fiili var oluşu sınıfsaldı. Hikmet Kıvılcımlı’nm o yıllarda söylediği gibi “Türkiye’de sınıflar savaşı bu kertede bir Amerikan emperyalizmine karşı mücadele biçi­ mine girmiştir.”1 Topraksızlıktan tefeciliğe, işsizlik­ ten zamlara, polis baskısından akademik sorunlara kapitalist sistemin yarattığı onlarca çelişki anti-em'peryalist bir söylem içinde ifade edilmiştir. Mücadelenin öncülüğünü yapan öğrenci gençlik, kitleleri anti-emperyalizme kazanmak için onların gündelik hayatlarındaki çelişkiler üzerinden hareket etmek gereğini hissediyorlardı. Harun Karadeniz’in 10

anlatımıyla: “ ... kitle karşısında ‘biz sosyalistiz, onun için böyle istiyoruz’ yerine doğrudan doğruya somut so­ runların tartışmasını yapıyor ve o sorunlarda kitle desteğini sağlıyorduk. Sanırım bu tavrın büyük ya­ rarlarını gördük.”2 6 filoya karşı İstanbul’da yapılan en kitlesel yü­ rüyüş olan ve tarihe Kanlı Pazar olarak geçen eylem­ de taşman sloganlardan bazılar şunlardır: “6. Filo Defol”, “Köylüye Toprak Yok, Amerikan Üslerine Toprak Çok”, “Amerika Seni Vietnam’da Duyduk, Singer’de3 Bildik”, “6. Filo; Zammı Sen mi Getir­ din?”, “Geldikleri Gibi Gidecekler”.4 Özellikle ABD sermayeli işyerlerinde ve ABD üslerinde çalışan iş­ çiler sınıfsal mücadelelerine daha geniş bir meşrui­ yet sağlamak amacıyla ulusalcı retoriği kullanmış­ lardır. Ulusalcıların görmezden geldiği toplumsal ve sı­ nıfsal boyut, 1960’lı yıllardaki anti-emperyalizmin bugün en çok hatırlanması gereken yönüdür. Dipnotlar 1. Hikmet Kıvılcımlı, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor? 2. Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, Belge, s. 188 3. O dönemde işçi direnişinin yaşandığı ABD sermaye­ li bir fabrika 4. Harun Karadeniz, a.g.e., s. 146-153


MART-NİSAN 2006 c p l

E m p e r y a l i z m e karşı u lu sal b a ğ ı m s ı z l ı k m ı? 20. yüzyıl boyunca emperyalizmin egemen olduğu topraklarda bir biri ar­ dında ulusal kurtuluş mücadeleleri ger­ çekleşmiştir. Farklı sosyal kesimlerin koalisyonu biçiminde yürütülen bu mücadeleler bağımsızlığın kazanılma­ sından sonra yerli burjuvazilerin ege­ menliğini pekiştirmesiyle sonuçlan­ mıştır. Aynı sürecin bir başka yönü ise ulus devlet ölçeğinde alt sınıfların mü­ cadelelerinin Sosyalist Blok’un varlı­ ğının sağladığı avantajlarla birlikte el­ de ettiği sosyal kazanmalardır. Emperyalizmin günümüzdeki yeni saldırısıyla birlikte ulusal ölçekte elde edilen bu kazanımlar tırpanlanmakta­ dır. Sol harekette ulusalcılığın gelişme­ sinin nesnel koşulunu bu gerçeklik oluşturmaktadır. Ancak ulusalcıların üzerinden atladığı nokta devletin sosyal yönünün geriletilmesinden nemalanan kesimin aynı zamanda “yerli” fınans kapital olduğudur. Yeni liberal politi­ kalar sonucunda sosyal hakların gasp edilmesine karşı mücadele etmek el­ bette gereklidir. Ancak bu mücadelenin ulusalcılığa payanda yapılması hedef şaşırtmaktan başka bir anlama gelmez. Yeni liberal politikalara karşı halklara düşen ulusalcılığa sarılıp bir kez daha “bağımsızlık” savaşı yürütmek değil­ dir. Ulusalcı siyaset yukarıda belirttiği­ miz güçlerin politikalarına yedeklenmeyi getirecektir. Ulus devlet ölçeğinde kazanılmış olan sosyal hakların geriletilmesine karşı yürütülen mücadeleler “toplum­ sal kaynakların paylaşımında söz sahi­ bi olma” perspektifiyle sürdürülmeli­ dir. Milyonlarca emekçinin ürettiği toplumsal değerlere el koyan gücün “yerli” ya da “yabancı” olmasının halk açısından bir önemi yoktur. Önemli olan üretilen değerlerin nereye aktarıla­ cağına onu üretenlerin karar verebil­ mesidir. Bu ise “ulusal bağımsızlık”la değil, “halk iktidarı” ile ilgilidir. Sos­ yalistler açısından “bağımsızlık”, ege­ menlerin politikalarından “bağımsız olmak” dışında bir anlam taşımaz, eğer ülke emperyalizmin doğrudan işgali al­ tında olan bir sömürge değilse.

Emperyalizm bir ulusun başka bir ulusu ezmesi değildir. Bir ulus için­ deki egemen sınıfın ve onun devleti­ nin başka halkları boyunduruk altına alması demektir. Emperyalizm temel­ de sınıf egemenliğine dayanır. Ona karşı yürütülecek mücadelelerde sı­ nıfsal olmak durumundadır. Emper­ yalizm salt dışsal bir olgu olarak da görülemez. Emperyalist merkezler yerli egemenlerle birlikte halklar üze­ rinde tahakküm kurmaktadırlar. Gü­ nümüz emperyalizmi ve onun popüler ifadesi olan “küreselleşme”, ulus devletler aracılığıyla işlemektedir. Ulus devletle küreselleşme arasında bir karşıtlık değil, tersine tamamlayıcı bir ilişki söz konusudur. Günümüz koşullarında emperya­ lizme karşı “bağımsızlıkçılık” ya da “ulusalcılık” halklar açısından çıkışsızlığa saplanmak anlamına gelir. Emperyalizmi dışsal bir olgu gibi sunan ulusalcılar kendi ülkelerindeki egemen sınıfı ve ulus devleti ıskala­ yan bir emperyalizm karşıtlığını öne çıkarmaktadır. Türkiye’de devleti ve “yerli” finans kapitali hedef almayan bir anti-emperyalizm sıradan milli­ yetçiliğin ötesine gidemez. Devrimci güçler açısından emperyalizmle mü­ cadele, öncelikle kendi devletinle ve egemen sınıfınla mücadele anlamına gelir. Yani denklem önce ABD, son­ ra TC biçiminde kurulamaz. Dev­ rimciler için tam tersi geçerlidir. Ulus devletlerin ve yerli egemen sınıfların emperyalizmle ilişkisi de ba­ sit bir işbirlikçiliğe indirgenmemelidir. Sermaye ve meta akışının serbestleştiği, sermayenin uluslararasılaştığı bir dünyada emperyalizm her zamankin­ den daha fazla içsel bir nitelik taşımak­ tadır.

N a s ıl bir a n ti-e m p e ry a lis t m ü c a d e le ? Sosyalistler açısından anti-em­ peryalist mücadele bir devrim müca­ delesidir. Bu yüzden mücadelenin yakın hedefi emperyalist zincirin bir parçası olan ulus devlet ve “yerli” fi­ nans kapitaldir. Anti-emperyalist

mücadelenin asli öznesi, işçiler, kır yoksulları, küçük esnaf, öğrenciler ve aydınları içerecek anlamda, geniş halk yığınlarıdır. Anti-emperyalizmin geniş halk yığınlarına mal olması onun sınıfsal/toplumsal mücadelelerle iç içe geçmesi ile mümkün olabilir. Soyut bir anti-emperyalist mücadele çağrı­ sının halkta karşılığı olmayacaktır. Emperyalizmin Irak’ta, Filistin’de ve diğer ülkelerde yarattığı vahşet elbette onun tüm dünya halklarının vicdanında yargılanmasına yol aç­ maktadır. Ancak geniş halk kesimle­ rinin anti-emperyalist mücadeleye katılması emperyalizmle yaşadığı somut sorunlar arasında bağ kurma­ sına bağlıdır. ABD ve AB emperya­ lizmine karşı mücadele halkın gün­ delik mücadeleleriyle örtüşecek tarzda yürütüldüğü oranda kitlesel­ leşme şansı bulabilir. Bugün emekçi­ lerin yaşamında emperyalizmin kar­ şılığı IMF politikalarıdır, özelleştir­ melerdir, esnek çalışmadır vs. Emekçiler açısından anti-emperyalist mücadele sınıfsal ve toplumsal ta­ leplerden ayrıştırılamaz. Emperyalizme karşı mücadele­ nin öne çıkan bir özelliği de çok farklı toplumsal ve ideolojik grupla­ rı eylem birliğine yöneltmesidir. Emperyalizme karşı egemen sınıflar­ la ve devletle bağı olmayan demok­ ratik nitelikteki gruplarla eylem bir­ likleri geliştirilebilir. Bu gruplar çevreci, sosyal demokrat, feminist ya da İslamcı olabilir. Mücadelenin ihtiyaçlarına göre esnek birliktelik­ ler oluşturmak zorunludur. Katı ve dogmatik tutumlar mücadeleyi sek­ teye uğratmaktan başka bir işe yara­ mayacaktır. Başka bir boyut, anti-emperya­ list mücadelenin mekanıdır. Dev­ rimci örgütler genel olarak ulusal ölçekte örgütlenmiş olsalar da antiemperyalist mücadelede bölgesel hatta küresel ittifakların oluşturul­ ması zorunluluktur. Irak’m işgali sürecinde bu konuda atılan adımlar (15 Şubat ve 20 Mart eylemleri) al­ tı çizilmesi gereken yüzü geleceğe dönük deneyimlerdir.


R o s a Lu x e m b u r g v e SOSYALİST DEMOKRASİ M. Sinan

Burjuvazinin sınıfsal iKtidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağlayacak araçlar geliştirilemezse proletarya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşayamaz.

Sosyalist demokrasi sorununa geç­ mişteki hataları gören, bunlarla doğru bir biçimde hesaplaşabilen ve yeni bir anlayış geliştirebilen bir duruşun dev­ rimi örebilmek için kilit önemde oldu­ ğu açıktır. Özgürlüğü bayrağının en üst noktalarına yazmış bir hareketin tarih­ sel deneyimi bu açıdan sıkıntılarla do­ ludur. Özellikle Sovyetler Birliği’nde yaşanan siyasal yabancılaşmanın tarih­ te eşi benzerini bulmak zordur. Siste­ min bu kadar kavgasız gürültüsüz orta­ dan kalkması da bu yabancılaşmanın seviyesini ortaya koymaktadır. Sistemi yürütüyor görünenlerin bile sistemi sa­ vunacak durumu kalmamıştı, hatta yı­ kımın öznesi ve sonraki sürecin başaktörleri birçok yerde onlar olmuşlardır.

Ekim Devrimi gibi tarihin kitlelerin se­ ferberliği açısından en özel anlarından biri ile başlayan bir süreç bu son nok­ taya nasıl gelmiştir? Bu durumu dos­ doğru bir biçimde çözümleyemeden, kendimizde bu anlayışın yansımalarını fark edemeden ve kitlelere güven vere­ cek yeni bir anlayışı yayamadan sınıf hareketi ile bütünleşebilme imkanı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla bahse­ dilen mesele tarihsel değil, tam tersine olabildiğince güncel bir meseledir ve acil bir çözüm gerektirmektedir. Çün­ kü varolan siyaset tarzı da hem siyasal yapılarda hem de kitle örgütlerinde benzer yabancılaşmaları yaratmaya de­ vam etmektedir. Siyasi özneler arası ilişkide yaşanan sorunlarda aslında bü­ yük oranda sosyalist demokrasi anlayı­ şındaki sorunlardan kaynaklanmakta­ dır. Herkesin kendisini “tek doğru yo­ lun temsilcisi, proletaryanın gerçek ön­ cüsü” olarak kabul ettiği bir bilinç du­ rumuyla eşitler arası bir ilişki, dolayı­ sıyla bir devrimci dayanışma cephesi yaratabilmek de mümkün değildir. Varolan ilişkiler bilindik hükmetme, hakim olma dayatmaları içerisinde eriyip gitmektedir. Devrimden sonra tasfiye etmeyi planladğımız “sapmalar”la pragmatik bir araya gelişler dışında kalıcı ilişkiler yaratmak mümkün değildir. Bürokratikleşmenin felç ettiği, kit­ lelerin her türlü siyasi faaliyetin dışına itildiği, sendikaların grev yapamadığı

12

bir renksiz, tatsız tuzsuz sosyalizme nasıl varıldığı sorusunun hala belki de tam olarak cevaplanamamasmm en önemli sebebi de özellikle Lenin’in bu konudaki öngörüsüdür. Son dönemki yazı ve konuşmalarında kitlelerin siya­ sette devre dışı kalmasının yaratabile­ ceği sorunlara dair birçok uyarı bulun­ maktadır. Partinin her açıdan herşeyi olan bir kişinin bunca açık uyarısına rağ­ men buraya nasıl gelindi? Bunu sadece devrim sonrasının zorlayıcı koşulları ile açıklayabilmek ya da Rus, dolayısıy­ la Doğu toplumunun doğasıyla izah et­ meye kalkmak bizleri yeterince aydın­ latıcı sonuçlara ulaştırabilir mi? Ma­ lum, gelecekteki hiçbir devrim de çok kolay koşullarda, bütün şartlar olgun­ laştığında gerçekleşmeyecektir. Böyle olsa zaten devrim adlandırmasını kul­ lanmanın bir anlamı olmayacaktır. Devrim büyük bir kırılma ve sıçrama­ dır. Bu kırılma ve sıçrama da en azın­ dan bir dönem için olağanüstü koşullar göğüslenmeden gerçekleşemez. Çeşitli darboğazlar, kitlelerin günlük kimi maddi taleplerinin karşılanamaması, düşmanın saldırıları, provokasyonlar, sabotajlar, enerji tedariki ile ilgili sıkın­ tılar vs. Bunları devrimi başaran tüm işçi smıfı iktidarları göğüslemek zo­ runda kalacaktır. Sorun bunları göğüs­ lerken, neleri temel ilke olarak sonuna kadar büyük bir kararlılık ve inançla koruyacağımız, neleri de ilk zorlanışta rafa kaldırabileceğimizdir. Eğer bir prensip, kurulacak sosyalizm için ha­


MART-NİSAN 2006

yati önemde ya da acil bir ihtiyaç ola­ rak düşünülmüyorsa, kurucu bir ilke olduğuna inanılmıyorsa bununla ilgili kimi tavizlere, esnemelere, geri adım­ lara açık olunabileceği kabul edilebilir. Ekim Devrimi sonrasında bir bi­ çimde kitlelerin işin içinde olması nok­ tasında yüzde yüz bir kararlılık ortaya konmuş mudur? Bunu tartışabilmek gerekiyor. Partiye yapılan olağanüstü vurgu ve ona yüklenen temel işlev, kit­ lelerin geri planda kalmasına göz yu­ mulmasına yol açmış olabilir mi? Açıkçası böylesi devasa sorulara kestir­ me cevaplar üretmek hepimizi yanlış yönlere sevkedebilir. Ama soruları so­ rabilmekten de çekinmemek gerekiyor. Yaşanan sıkıntıların temel sebeplerin­ den birinin buralarda bir yerlerde gizli olduğu açıktır. Bu soruları Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde soran ve sormakla da kalr^yıp esaslı cevaplar da üreten büyük devrimci önderlerden biri Rosa Luxemburg’dur. Rosa’nm değerlendirme­ leri bugünden bakıldığında çok daha anlamlı gözükmektedir. Bilindiği gibi Rosa devrim stratejisi içinde kitlesel müdahalelere, özellikle genel greve gereğinden fazla bir misyon biçmekle, partinin işlevini yeterince farketmemekle eleştirilir. “Rosa sınıfın kitlesel dinamiklerine ve gücüne gereğinden büyük bir anlam yüklemektedir”. Hat­ ta Spartakist Devrimi’nin yenilgisi bü­ yük oranda onun bu iyi niyetliliğiyle açıklanır. Dolayısıyla sermaye birikimi yaklaşımındaki naillik ile de birleşince Lüksemburg’un teorik birikimi dev­ rimci hareketin ana dalgası içinde sa­ yılmaz. Devrimci kişiliği ile herkes ta­ rafından kabul edilen Rosa’nm görüş­ leri çok değerli bulunmaz. Doktor H. Kıvılcımlı ile Rosa’nm benzer kaderle­ ri paylaştığı görünmektedir. Oysa Rosa’nm özellikle “Rus Devrimi”makalesinde geliştirdiği tez­ ler bugün yapılacak bir “sosyalist de­ mokrasi ne demektir, nasıl uygulanabilir?”tartışmasma temel oluşturabilecek durumdadır. Rosa, büyük bir hayranlık beslediği Ekim Devrimi’nin geleceği üzerine çok önemli değerlendirmeler yapmış, biraz da “dost acı söyler” sö­ zünü doğrulamasına sert eleştiriler ge­

liştirmiştir. “Diktatörlük Problemi” başlıklı bölüme Lenin’i eleştirerek başlar. Le­ nin “Devlet ve Devrim”de burjuva devletinin burjuvazinin işçi sınıfı üze­ rindeki baskısının aracıyken, sosyalist devletin de işçi sınıfının burjuvazi üze­ rindeki baskı aygıtı olduğunu söyle­ mektedir. Oysa Rosa bunu “gereğinden fazla basite indirgenmiş” bir yorum olarak algılar ve “en temel meseleyi gözden kaçırmakla” itham eder. Burju­ vazinin sınıfsal iktidarının geniş halk yığınlarının en geniş politik eğitimine, çok dar sınırlar dışında ihtiyacı yoktur. Ama proletarya diktatörlüğü için bu gerek koşuldur, yani kitlelerin politik eğitimini, deneyim kazanmasını sağla­ yacak araçlar geliştirilemezse proletar­ ya diktatörlüğü nefes alamaz, yaşaya­ maz. Sonrasında da Troçki’den bir alıntı yapar. Troçki bu alıntıda, hükümet için yapılan açık ve doğrudan siyasetin sınıf için çok kısa zamanda çok önem­ li bir deneyim edinme olanağı sağladı­ ğını, bu sayede de mücadelede bir üst aşamaya rahatça sıçrandığmı belirt­ mektedir. Rosa bu alıntıyı şöyle değer­ lendiriyor: “Burada Troçki kendisini ve arkadaşlarını yalanlamış oluyor. Bu böyledir, çünkü onlar kamusal yaşamı baskılandırarak en önemli politik dene­ yim kaynağım bloke etmiş oldular. Ya da biz bu deneyimin ve ilerlemenin sa­ dece Bolşevikler iktidara gelene kadar lazım olduğunu, bunun ardından doruk noktasına ulaştıktan sonra gereksiz ha­ le geldiğini varsaymaktadırlar. Halbuki tam tersi doğrudur. Bolşeviklerin büyük bir cesaret ve kararlılık ile omuzladıkları görevlerinden altın­ dan kalkabilmeleri kitlelerin en yoğun politik eğitimine ve deneyim biriktir­ mesine bağlıdır.” Rosa Luxemburg için sınıfın kitle­ sel katkısı olmadan sosyalizm yaşaya­ maz. Sınıf adına hareket edenlerin par­ tisinin tüm yükü taşıyabilmesi müm­ kün değildir. Sınıfın bu yükü omuzla­ yabilmesi ve kuruluşa sürekli artan yo­ ğunlukta bir katkı sunabilmesi ancak siyasi özgürlük ile mümkündür. Bu alanda sınırların gereğinden dar bir şe­ kilde çizilmesi geri dönüşümü olma­ yan kireçlenmeler yaratabilir. En azm-

C |O İ

dan Sovyet deneyiminde böyle olmuş­ tur.,, Sovyetler’i kendiliğinden kuran Rus işçileri, devrim sonrasında adım adım siyaset sahnesinden çekilmişlerdir. Devrimin sonunu bundan daha iyi açıklayan bir gerekçe olabilir mi? Sını­ fın doğrudan, kendi öz örgütleri aracı­ lığı ile siyaset içine giremeyişi, hangi olumsuz koşul ile gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin ölümcül sonuçlar yaratacağı için kabul edilmemelidir. Oysa Sovyet Devrimi başka bir yol iz­ lemiştir. Bunu devrimin öncülerinin bi­ rikimlerinden bütünüyle bağımsız, salt koşulların dayattığı bir gelişme olarak değerlendiremeyiz diye düşünüyorum. “Sadece hükümeti destekleyenlere ya da bir partinin -hatta belki birkaç da olabilir- partinin üyelerine özgürlük gerçek özgürlük değildir. Özgürlük, farklı düşünenler için olursa ancak ger­ çek bir özgürlük haline gelebilir. Fana­ tik bir adaletten dolayı değil, ama poli­ tik özgürlüğün öğretici, iyileştirici ve ayıklayıcı özellikleri bu esas ilkeye da­ yandığı ve özgürlük bir ayrıcalık hali­ ne geldiği zaman bir işe yaramayacağı için.” Burada çok önemli iki vurgu mev­ cut. Bir, özgürlük meselesi tek parti, çok parti meselesi değildir. İki; özgür­ lük aydınca bir ilke meselesi değil, tam tersine sosyalizmin vazgeçilemez ge­ rek koşuludur. Rosa, sosyalizmin hazır bir reçete­ si olmadığını, her an ne yapması ge­ rektiğini bilecek olan bir öncü fikrinin gerçeklikle örtüşmediğini vurgular. Sorunlara çözüm bulabilmenin, devri­ min yürümesi gereken yolun yürürken belirlenmek durumunda olduğunu vur­ gular. Bu belirleme işinin ise sınıfın ve sosyalizmin ihtiyaçlarına uygun olabil­ mesinin yegane garantisinin sınıfın kendi öz örgütleri aracılığı ile aktif si­ yasete katılımı olduğu belirtilir. Başaramamak ve onurluca yenil­ mek, yanlış olunduğunun kuşku götür­ mez ispatı olarak görülebilir mi? Ro­ sa’nm bu değerlendirmeleri aslında gün gibi açık olanı ortaya koymuyor mu? Gerçek sorunlarımıza ortak ak­ lımızla müdahale edebildikçe ilerle­ yeceğiz. D


ÖNDERLİK, KADRO VE ÖRGÜTLENME SORUNLARI Melih flteşer

işçilerin, em ekçilerin genel m ücadele çağrılarına kulak asmadıkları, yukarıdan ajitasyonla halka bir şey anlatılam adığı, dahası sözün hükm ünün kalmadığı artık herkesin m alum u. Ancak buradan siste m in halkı apolitikleştirdiği gibi yüzeysel yargılara varılamaz, tersine Siyasal İslamcılık, ulusal solcu lu k/m illiy e tç ilik ve A B 'cilik (liberalizm ) gibi güçlü siyasal e ğ ilim le r o lu ş­ m uştur. Ö rgütlenm e sorunları yaşayan d evrim ci, sosyalist hareketlerdir. Ne yapmalı?.. Bu soru Lenin’inl895’lerde “dünyanın en bü­ yük küçük burjuvalar ülkesi” diye nitelediği Rusya’da 1912’lerde sı­ nıflar mücadelesi tarihinin bir dö­ nüm noktasına geldiğini işaret edi­ yor ve bu ülkede işçi sınıfı iktidarı­ na giden yolu açıyordu. Leninist ör­ güt (parti) teorisi, işçi sınıfını ikti­ dara taşıyacak hareket noktasını (ör­ gütlü devrimci iradeyi yükseltmek/savaş örgütünü inşa etmek) be­ lirlemekle kalmıyor, iktidar müca­ delesinin yöntemi ve araçları üzeri­ ne ‘teorik bir devrim’ anlamına geli­ yordu. Bolşevikler kendinde devrim yaparak, Rusya proletaryasını öncü partisiyle buluşturuyor ve Ekim Devrimi’ni örgütlüyorlardı. Ekim Devrimi ile birlikte bütün dünya proletaryası için adeta bir eylem kı­ lavuzu haline gelen bu devrim ve ik­ tidar teorisi, Sovyet iktidarı ile bir­ likte çökmediyse de oldukça yara al­ dı, tartışılır hale geldi. Ne yazık ki tartışılması henüz onun devrimci bir tarzda aşılmasına yol açmadı, fakat liberal-reformist eğilimlerin ‘güç kazanmasına’ yol açtı diyebiliriz. Devrimci hareketimiz bu soruya ye­ niden yanıt üretmek zorundadır. Bu­ günkü somut koşullarda devrimci bir iktidar örgütü nasıl yenidemyapılandırılmalıdır? Öncüsü olduğu kit­ lelerle ideolojik, politik ve organik 14

bağları nasıl biçimlendirilmelidir? Devrimci ve demokratik mücadele birbirini çelmeden, nasıl örgütlen­ melidir? Büyük sorular soralım, fa­ kat biz her şeyi biliriz edasıyla büyük/aceleci sözler söylemeyelim. Biraz sesli düşünerek işe başlaya­ lım. Bu yazıda örgüt ve örgütlenme sorunlarını genel teorik düzeyde de­ ğil, tarihsel deneyimlerimiz doğrul­ tusunda tartışmayı, pratiğin teorisi­ ne katkı yapmayı deneyeceğim. Ör­ güt kavramı ile parti kavramı eşan­ lamlı kullanılacaktır. Örgütlenme kavramı ise partinin ideolojik, poli­ tik hegemonyası ile pratik olarak yönsemeye çalışacağı, fakat organik olarak partiden bağımsız kitle örgüt­ lenmelerini ifade edecektir. Bugüne kadar devrimci hareke­ tin strateji-program-taktik-örgüt bü­ tünlüğünü oluşturmasının, gerçek bir iktidar örgütü olarak yeniden ya­ pılanmasının da koşulu olduğunu vurguladık. Hareketimiz strateji ve program sorunlarının çözümünde önemli adımlar attı. Örgüt ve taktik sorunları ile daha fazla dövüşerek bütünlüğümüzü sağlamalıyız. Bir konuda yeniden tartışmak, o konu­ daki ezberi bozmak demektir. Peki bu konudaki ezberimiz neydi? Parti yukarıdan aşağıya örgütlenir, kitle­ lere bilinç dışarıdan taşınır, ajitasyon+propaganda=örgütlenmedir, iş­

çi sınıfı partisinde işçiler çoğunluk olmalıdır, her şey parti için ve dola­ yısıyla devrim içindir, devrim için objektif koşullar hazırdır, fakat süb­ jektif koşullar yaratılamamaktadır, önderlik sorunu yoktur, kadro soru­ nu vardır, devrimci demokrasiyi tar­ tışmak liberalizmden etkilenmektir, devrimcilik fedakarlıktır, halk için mücadeleye adanmaktır v.b. Eleştir­ diğimiz kavramların kendisi değil, devrimcilik adına o kavramlarla ku­ rulan ilişkidir özünde. Ezberi boz­ mak, statükoyu sorgulamak; oportü­ nist, revizyonist, liberal vb. yakıştır­ malara hedef haline getirir çoğu za­ man. Ancak neden bir arpa boyu yol alınamıyor, neden hep tasfiye süre­ cinden söz ediliyor deseniz, onun da sorumlusu zaten sizsinizdir. Yani devrimci hareketin iç hesaplaşma, kendisiyle yüzleşme gücü de kalma­ mıştır. Bu bir çürüme işaretidir. Ger­ çekten köklü bir kopuşmaya ve değer/ilişki sistemlerimizi, yöntemle­ rimizi, araçlarımızı geliştirmeye ih­ tiyacımız var. Burada kopuşma kav­ ramının anlamının, devrimci hareke­ tin pratiğinde en çok görülen örgüt­ sel bölünmeler olmadığı, bir bütün olarak hareketin düşünce ve davra­ nış zemininde zaaflarından kopuşınası olduğu unutulmamalıdır. Devrimci bir örgütte yaşanan so­ runlara toplu bir bakışla konumuzun


MART-NİSAN 2006 q O İ

biraz daha içine girmeye çalışalım. Fili kuyruğundan değil, başından tu­ tarak kavramak için önderlik soru­ nuna önceliği verelim.

görece özerk yönleri de vardır.

aşamayan bir devrimci hareketin, bu anlamda bir kadro sorunu yaşama­ Örgütsel sorunlar bekletilemez, sından daha doğal ne olabilir ki... zamanında çözülmeyen örgütsel so­ diyerek basite indirgeyemeyeceğirunlar bir yerden sonra siyasal ve imizi söylemeliyim önce. Kadro so­ Devrimci hareket gerek ideolo­ deolojik sorunlara dönüşür. Bu alan­ rununun çözümünü görev öncelikle­ jik düzeyde gerekse politik ve örgüt­ da yetki ile, tüzükle sorunların çözü­ ri içerisinde üst sıralara almış örgüt­ sel düzeylerde önderlik sorunu yaşa­ leceği düşüncesi gerçekçi değildir; lerde dahi aynı sorun yaşandığına maktadır. İdeolojik sorunların kap­ örgütün tüm kılcal damarlarına ka­ göre, aynı zamanda bir yöntem soru­ sam ve derinliği ile dövüşebilecek dar girebilen, nabzı tutabilen bir yö­ nu da yaşanıyor olmalı. Yani tek ba­ kolektif aklı yaratamamıştır devrim­ netici önderlik kalitesi gerektirir. şına eğitim (okul) vb çalışmalarla ci örgütlerin hemen tamamı. Her ör­ Dolayısıyla ayrı bir uzmanlaşma, sonuç alınamıyor. Nasıl bir kadro egütte bir-iki ideolog ya vardır ya da yoğunlaşma gerektirir. Örgüt olmak, ğitimi politikasının uygulandığı ka­ hiç yoktur. Fakat ideologların sayıca çözüm gücüne sahip olmaktır, örgü­ dar; kadroların günlük olarak kendi­ yetersizliğinden daha önemli olan, te önderlik etmekse bu gücü doğru lerini yeniden üretecekleri ve oradan yapacakları yeniden üretimde yedek yerde, doğru zamanda kazandırıcı güç alacakları kolektifin, yani içinde bir yöntemle kullanabilmektir. Ön­ güçlerden yoksun olması, tümüyle yer aldıkları parti örgütlerinin (or­ kişisel yeteneklerine bağlı kalması derliğin kendisini misyonuna uygun ganların) iç yapısı, süreçlerdeki du­ ve bu kişilerin aynı zamanda her biçimde örgütlemesi, iş bölümünün rumu da belirleyici etkenlerdir. Yön­ şeyden sorumlu görülmeleridir. Oy­ ve uzmanlaşma konusunda kendisini tem sorunlarını buralarda aramak sa ideolojik sorunların boyutları, bu sürekli yenilemesi gereklidir. Aksi gerekir. Kadrolaşma çalışmalarında alanda yürütülecek dövüş için, örgüt takdirde ‘kolektif şeflik’ dediğimiz önemli bir yeri olan eğitimin, her içinde ayrı bir örgütün varlığını ge­ ve kişi kültünü egemen kılan; ‘oşeyden önce yeterli ideolojik dona­ nunla olmaz, onsuz da olmaz’ ikile­ rektirecek düzeydedir. Bu seviyeye nımı sağlaması için, teorik birikimin mine sokan ya da herkesin bildiğini ulaşılamadığı sürece ‘pratiğin öğre­ yanı sıra kadroya olaylara bakışta ticiliğine’ güvenmekten, başka yol yaptığı, kendiliğindenci bir ilişkiyi bütünlüklü bir perspektif kazandır­ kural haline getiren kastlaşmalar ka­ kalmıyor. Elbette devrimci pratikten ması ve olaylar karşısında /içinde kopuk bir devrimci teori de olamaz, çınılmaz oluyor. kendi tutumunu belirlemesini sağla­ ama bu ilişkiyi herkesin her işi yap­ Bir başka önemli sorun da kadro yacak bir yöntem kazandırması ge­ tığı kaba kolektivizmden kurtarmak sorunudur. Devrimci hareket hemen rekir. İdeoloji, bilimsel ve nesnel zorunluluğu da açıktır. Bu noktada her alanda kurucu kadro sorunu ya­ gerçekliğin, sınıf bilincinin süzge­ örgütün ayrıca bir politik/taktik ön­ şamaktadır. Mevcut kadro yapısı da­ cinden geçirilerek okunması, değiş­ derliğe ihtiyacı olduğu görülecektir ha çok, işi kendisine uydurmaya ça­ tirilmesi ve dönüştürülmesi konu­ ki, bu anlamda önderlik, tümüyle sa­ lışan; ‘görev adamlığı’ diyerek du­ sunda yöntem kazandırırsa devrimci haya ayakları basan, güçlerin tama­ rumunu akılcılaştıran (memurlaşbir niteliğe kavuşur, aksi halde prag­ mının nitelik ve niceliğine (özellikle mış); düşük yoğunluklu siyaset daha matizme sürükler. Diyalektik ve ta­ de kendi örgütsel gücünün durumu­ çok ‘sosyalleşme’ (arka bahçe oluş­ rihsel materyalizmin yöntemi budur. na) vakıf olmayı Örneğin; devrimci gerektirir. Ancak bir eylemin dev­ sağlam bir ideolo­ Kadroiaşma çalışmalarında önemli bir yeri olan eğitimin, rimci bir ideolojiye jik duruş noktasın­ her şeyden önce yeterli ideolojik donanımı sağlaması bağlı olmasından dan güç almayan için, teorik birikimin yanı sıra kadroya olaylara bakışta anlamamız gere­ politik/taktik ön­ ken şey o eylemin bütünlüklü bir perspektif kazandırması ve olaylar derlik pragmatiz­ öznesinin strateji, karşısında /için d e kendi tutumunu belirlemesini me (burjuva ideo­ program ve taktik­ lojisine) yenik dü­ sağlayacak bir yöntem kazandırması gerekir. leri ile bağını kura­ şer. Ayrı kurumsal bilmektir. Tersin­ varlıklar olarak örgütlenmeleri ve aturma) eğilimi gösteren; varoluşçu; den söylersek somut koşullarda dev­ ralarmda sıkı bir düşünce bağı oluş­ dar pratikçi-indirgemeci; statükocu rimci bir eylemde karar kılmak için turulması daha kazandırıcı bir ko­ vb. olumsuz özellikler taşır. Ancak de, stratejimiz, programımız ve tak­ lektivizm anlayışını ifade eder. Ör­ bu söylediklerimizden kadrolardan tik yönelişlerimiz hareket noktamız gütsel süreçlerin yönetimi de ayrı yakındığım şeklinde bir sonuç çıka­ olmak durumundadır. Eğitimin aynı bir işbölümü/uzmanlaşma konusu rılmamalıdır. Çünkü bu bir sonuçtur zamanda kadroya politik/taktik bi­ olmalıdır. Örgütsel süreç yönetimi ive ben nedenlerini ortaya koymak ilinç kazandırması gerekir. Yani nasıl se genellikle politik/taktik yöneliş­ çin değinmek zorunda kalıyorum. durumdan görev çıkartılabileceğini, lere göre şekillenir, bazen (uzun va­ Nedenlerine gelince; yukarıda kısa­ mevcut güçle başarılabilecek hedefdeli stratejik aygıtların inşası gibi) ca değindiğimiz önderlik sorununu 15


C | O İ MART-NİSAN 2006

lere yönelmeyi, bağımsız bir hat oması gerekir. Özel bir tutku da deni­ dirilmesi bu yazının sınırlarını ol­ luşturmayı, ayrım koymayı ve bu te­ lebilir buna. İşte her yönetim biçi­ dukça aşar. Fakat şunu söyleyebili­ melde bir yandan ittifak politikaları minin kendine özgü bir tutkusu var­ riz ki gerçekleştiremediğimiz hedef­ oluşturmayı, diğer yandan siyasi or­ dır. Devrimci bir yönetim biçiminin lerin bir ufuk kaybına yol açmaması tamı saflaştırmayı, tarafsızlığa karşı tutkusu nedir, ne olmalıdır? Bir yan­ için, sürecin derslerini çıkartmak sürekli dövüş yürütmeyi öğretmeli­ dan her insan tekinin, toplumsal-sikadar (bir kısmı dolaylı olarak bu dir. Eğitim kadroda örgüt bilincini yasal yaşamda özneleşmesini sağla­ yazıda da içerilmiştir sanıyorum) pekiştirmelidir. Politik bir taktiği dönem özelliklerine göre yeni yön­ mak, diğer yandan toplumsal bir ge­ temler geliştirmeyi de zorunlu kılı­ uygularken, taktik içinde taktiklerle lecek bilinci yaratarak kolektifin ka­ yor. Hedeflerin büyüklüğü, kadro (örgütsel taktikler) örgüte kazandır­ rarlarına uyum yeteneğini geliştir­ mektir. Yani özneleştiren, ancak mayı; örgütsel dokuları sıkılaştırmapolitikamızın da büyümesini gerek­ tiriyor. Profesyonel devrimcilik tut­ ‘kendini yaşamasını’, bireyselleş­ yı; parti kültürünü yeniden üretmeyi (ölçülülük, değer bilinci, eleştiri/ömesini kolektif bilinci aşılayarak ku gerektirir, tutku ise devrimci il­ zeleştiri, yoldaşlık gibi); “fteoride önleyen bir tarzdır. Kadronun ve ko­ kelere bağlı bir yaşam ve bu yaşa­ lektifin varlığını, geleceğini belirle­ uzlaşmazlık pratikte teklik” prensi­ mın yeniden üretileceği kolektif bir biyle kolektif akim emrinde olmayı, siyasal biçim içinde süreklileştirileyen şey yönetimin siyasal biçimi ile bu anlamda hiyerarşi bilincini geliş­ bilir. Devrimci bir iktidar örgütü ol­ onun içeriğini oluşturan ilkeler ara­ tirmeyi öğretmelidir. Eğitim moral sındaki ilişkidir diyebiliriz. Özellik­ mak, her şeyden önce profesyonel değer üretmeyi/taşımayı öğretmeli­ le daha ‘modern’, kentli bir yaşam­ devrimciler örgütü olmaktır. Mes­ dan gelen ve kişisel alt yapısı, özgü­ dir. Bunun için düşünce ve davranış­ lekten devrimciler örgütü ile devta bütünlüğün, devrimci emek yo­ veni daha gelişkin kadroların, yöne­ rimci/demokratik halk örgütleri en ğun ilişki kurmanın, açıklığın vaz­ timin (siyasal biçimin) özneleştiren azından devrimci duruma kadar bir geçilmezliğini aşılamak; her ilişki­ bir özellik taşımaması halinde, böyve aynı şeyler olamayacağına göre, nin mücadeleye en sıkı bağlandığı lesi bir kolektife bağlı kalamayacak­ bu süreçte aralarındaki bağın diya­ noktadan kavranması ve zayıf yön­ ları öngörülebilir. lektiği ne olmalıdır? Bu soruyla par­ lerinin güçlendirilmesi sorumlulu­ tinin siyasetini halklaştırmak, halkı Buraya kadar devrimci bir ikti­ ğunu kazandırmalıdır. O halde eğiti­ siyasallaştırmak için ne yapması ge­ dar örgütünü yeniden yapılandıramin bu sonuçları verebilmesi için, rektiğine, örgütlenme sorunlarına bilmek için olmazsa olmaz denilebi­ söz konusu olan birebir eğitim bile geliyoruz. lecek bazı koşullara satırbaşları ola­ olsa, alanında yetkinleşmiş bir ko­ rak değindik, her biri ayrıca tartışıl­ İşçilerin, emekçilerin genel mü­ lektifin işi olmalıdır. Devrimci kad­ maya değer. Ve daha el değmediği­ cadele çağrılarına kulak asmadıkla­ ronun yetişmesi ve kendisini yeni­ miz başka yönleri de var sorunun; rı, yukarıdan ajitasyonla halka bir den üretebilmesi yukarıda değindi­ örneğin böyle bir iktidar/savaş örgü­ şey anlatılamadığı, dahası sözün ğimiz bir dizi ilke ile eğitilip, biçimhükmünün kalma­ lendirilm esine Bir yönetim saf bir biçim değildir, onun içindeki insanların dığı artık herkesin bağlı olduğu kadar, malumu. Ancak içinde yer aldığı somut ilişki biçimidir. Belirli bir yönetim biçimine tabi buradan sistemin kolektifin (orga­ insanların bu yönetime tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri için halkı apolitikleştirnın) bu ilkelerle belirli bir siyasal biçimin kabul ettirilmesi yeterli değildir; diği gibi yüzeysel yoğrulmuş dina­ yargılara varıla­ insanların da bu biçime bir yatkınlığının olması gerekir. mik bir yapı olabil­ maz, tersine Siya­ Özel bir tutku da denilebilir buna. İşte her yönetim mesi de gerekir. sal İslamcılık, ulu­ Hatta aslolan bubiçiminin kendine özgü bir tutkusu vardır. Devrimci bir sal solculuk/millidur. Kolektifin iç yönetim biçiminin tutkusu nedir, ne olmalıdır? yetçilik ve AB’ciişleyiş, yönetim lik (liberalizm) gi­ tarzına bu ilkelerin egemen olması tünün maddi, teknik vb. alt yapı so­ bi güçlü siyasal eğilimler oluşmuş­ onu devrimci bir yapı yapar, ondan runlarının neler olduğu, nasıl çözü­ tur. Örgütlenme sorunları yaşayan soyutlandığında salt bir biçimdir. lebileceği gibi. Ancak gelinen aşa­ devrimci, sosyalist hareketlerdir. Bu Bir yönetim saf bir biçim değildir, mada yapısal sorunların siyasallaştıdurumu akılcılaştırmak ve kendi aonun içindeki insanların somut ilişki ğı, ondan kolaylıkla ayırt edileme­ politikleşmelerinin üstünü örtmek biçimidir. Belirli bir yönetim biçi­ yeceği bir noktadadır devrimci hare­ isteyenler, yine sosyalizmin çöküşü, mine tabi insanların bu yönetime ket. Hareketimiz 95’lerden itibaren 12 Eylül yenilgisi, devlet terörü, tam ve sürekli bağlı kalabilmeleri i3. Dönem Örgütünü yaratma konu­ dinsel gericiliğin etkisi gibi klişele­ çin belirli bir siyasal biçimin kabul sunda bir dizi siyaset mühendisliği re varsın sarılsınlar. Geleceğini ken­ ettirilmesi yeterli değildir; insanla­ ve yapı işçiliği deneyimlerine sahip­ diliğinden hareketlerin yükselmesi rın da bu biçime bir yatkınlığının ol­ tir. Bunların yerli yerinde değerlen­ umuduna bağlayanların gerçekte ik16'


MART'NİSAN 2006 C |O l

tidar hedeflerinin oluşundan da söz mek, gerektiğinde zor uygulamaları­ lanması başarılmalıdır ki hedef kit­ edilemez. Hareketimiz kendi sınıf­ nı yürütmek, kişilerin birbirleriyle lemizle örgütlü bağlar kurabilelim. sal, sosyal dinamiklerini nasıl yeni­ ve kendi içlerinde yaşanan sorunlara Sorun böyle bir hedef/plan doğrultu­ den örgütleyebilir? Kazandırıcı bir çözüm üretmek vb. saymakla bitme­ sunda çalışma mantığından uzak ol­ siyaset yapış tarzı nasıl olmalıdır, yecek bir iş yükü. Kolektifin kendi­ mamız değilse de, bunun örgütsel abunun somut örgütlenme biçimleri si de eşitsiz gelişmenin sorunlarını raçlarmdan yoksun olmamız, kendi­ neler olabilir? Pra­ mizi bu temelde tik deneyimlerimiz yeniden örgütleSorunun kaynağında iş bölümü ve uzmanlaşma düzeyi en çok halkın so­ meyişimizdir. mut ve yaşamsal çok sınırlı, herkesin her işi yapmak durumunda olduğu Başka örnekle­ kaba kolektivizmi aşamayışımız ve bu biçimimizle kitle taleplerine yanıt ümeler de yapabili­ r et e b ild iğ im iz de örgütlenmesine yönelmemiz bulunuyor. Doğal olarak ta­ riz; sağlık, eğitim, örgütlenebildiğişıyamayacağımız bir yükün altına girmiş oluyoruz. adalet gibi pek çok mizi gösteriyor za­ talep üzerinden ya­ ten. Ancak bunu il­ pılacak örgütlenmeler için de ayın le de pratikten öğrenmek durumun­ yaşadığı için çözüm gücümüz bir iki şeyi söyleyebiliriz. Bütün bunlardan da değiliz, programımız temsil etti­ dirayetli kadronun yeteneğine indir­ sosyal tabanımızla bütünleşmemizi ğimiz kitlelerle bağlarımızın hangi genmiş oluyor. Ve bu seviyeye sıçrasağlayacak hangi siyasal ilişki biçi­ taleplerde nasıl somutlandığını gös­ tılamayan kadroların dar pratikçi, mini çıkarabiliriz? Anlaşılacağı üze­ teriyor. Programımızdaki tarihsel ve statik bir konuma çekilmeleri kaçı­ re her bir talep için ayrı örgütlenme­ güncel taleplerin dönem özellikleri­ nılmaz oluyor, kitlemiz ise bir an­ lere ihtiyaç vardır. Fakat gücümüz ne göre politik ve örgütlenme taktik­ lamda örgüt içinde örgütstizleşebilive alanın öncelikleri başlangıç aleri olarak somutlanması bağımsız yor. Bu haldeyken ele aldığımız ta­ dımlarımn her alanda bir iki talep ühattımızm yaratılmasının yoludur. lebin tüm yakıcılığına rağmen yü­ zerinden örgütlenmemizi gerektire­ rüttüğümüz siyasal kampanyalar Hareketimiz halkın yaşamına bilir. Bu orta ve uzun vadede aşıla­ teşhir düzeyinde kalabiliyor ve bir nüfuz edebilecek, sınıflı toplum ger­ bilecek pratik bir sorundur. Dikkati anlamda kendi elimizi yakmış olu­ çeğinin açığa çıkardığı sorunlar kar­ çekmek istediğim nokta, talepler üyoruz. Talepler üzerinden örgütlen­ şısında sistemin eleştirisinden öteye zerinden örgütlenmenin, ‘mış gibi’ menin sonuç alıcı olabilmesi için ne geçen ve kendisini çözüm gücü ola­ yapmadan yürütülmesi gereğidir. Bu yapmamız gerekiyor? Son olarak rak ortaya koyan siyaset yapış tarzı­ tarz örgütlenme devrimci/demokra“işsizlik ve iş güvencesi” sorunları nın önemini bilince çıkarmıştır. Be­ tik örgütlenmelerimizin kuruluş üzerine yaptığımız kampanyadan lirli düzeyde güç biriktirebilmemiz mantığını ve şemasını değiştirecek hareketle tartışalım. Bu çalışmada bu anlayışın ürünüdür. Ancak sorun­ niteliktedir. Dayanışma/halk meclis­ somut hedef kitlemiz özellikle va­ lar karşısında çözüm gücü olarak leri bu çalışma tarzlarının üst siyasal roşlardaki işsiz ve güvencesiz insan­ geliştirebildiğimiz örgütlenme tak­ biçimleri, genel siyasi taktikleri ola­ lardır. Taleplerini dövüştürebilmetiklerimiz bugünkü örgütlenme bi­ rak düşünülmelidir. Meclislerin miz bir düzeyde işsizlik ve iş güven­ çimlerinin sınırlarını zorlamakta, bünyesinde somut yaşamsal taleple­ cesi sorunlarına çözüm üretmemiz mevcut örgütlenme biçimlerimiz de­ re göre şekillenecek; örneğin halk ianlamına gelir, daha doğrusu ancak rinleşmemizin önünü kapamaktadır. çin adalet örgütü, halk için sağlık o zaman örgütlenme koşulunu ger­ Sorunun kaynağında iş bölümü ve örgütü, halk için eğitim örgütü, iş­ çekleştirmiş oluruz. O halde bizim iuzmanlaşma düzeyi çok sınırlı, her­ sizlikle mücadele örgütü gibi hayatı kili iktidar alanları olarak değer biç­ kesin her işi yapmak durumunda ol­ kavrayıp yönetebilecek toplumsal tiğimiz alanlarda bu tarz bir çalışma duğu kaba kolektivizmi aşamayışıve siyasal katılım biçimleri geliştiri­ yaparken somut, uygulanabilir bir mız ve bu biçimimizle kitle örgüt­ lebilecektir. çözüm planına sahip olmamız gere­ lenmesine yönelmemiz bulunuyor. Kadrolarımız bu tarz bir örgüt­ kiyor. Örneğin bu alanlarda iş ve is­ Doğal olarak taşıyamayacağımız bir lenmede gerçek yetenek ve enerjile­ tihdam imkanı yaratabilecek küçük yükün altına girmiş oluyoruz. Daha rini ortaya koyabilecek, gerçek bir ve orta ölçekli iş yerleri üzerinde ipratik konuşalım: Bir alanda çalış­ temsil gücüne kavuşmuş olacaktır. deolojik ve toplumsal, ekonomik ve maya başladığımızda önce birebir Dar pratikçilik, statükoculuk bu yol­ fiili zor uygulamalarıyla çalışma ya­ örgütlenme ve kitle bağlan kurmaya da adımlar atıldıkça aşılacak, halk şamının ilkelerini, kurallarını belir­ yöneliyoruz. Birebir örgütlenme ile yaratıcılığına akacağı kanallar açıl­ leme hedefimiz/planımız olmak zo­ kazandığımız kadrolarla komiteleşimış olacaktır. Devrimci ilkeler ya­ rundadır. Böylece çalışanların o ma­ yoruz ve bütün yükü ona yıkıyoruz. şamda karşılık buldukça, halk için hallede yaşayan işsizlerden oluştu­ Kitle bağlarını nicelik ve nitelik ola­ halka rağmen siyaset yapma durumu rulması, çalışma süre ve ücretlerinin rak geliştirmek, çalışmanın madortadan kaldırılacak ve halkla birlik­ belirlenmesi, iş güvencesinin sağ­ di/teknik altyapı sonullarını çöz­ te iktidara yürünecektir. 17


Sendikal mücadelede yeni açılımlar

B U YASALAR IMF VE TLISİA D ’lNDIRÎ Mert BüYÜkkcırabaccık

Sendikal kesim den bir çok m ilitan, yasaya karşı yü rü tü le ce k m ücadelenin sadece sendikalar ile sınırlı olursa ka ybe tm eye m ahkum olduğunu sürekli vurguluyorlar. Toplum un geniş kesim leriyle, örgütsüz işçilerle biraraya gelm enin yollarının bulunm ası gerektiğinde ısrar ediyorlar. Bunun için birçok yerel platform girişim i yapılıyor. Mart ayında meclis gündemine gelen Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, sos­ yal devletin kırıntılarının da piyasa devletinin yeni yapılanması içinde ortadan kaldırılacağı bir içeriğe sa­ hip. Emeğin sermaye karşısındaki tarihsel kazanımlarmm geriye kalan boyutlarının önemli bir kısmı da bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) çerçevesinde gelişen süreç, sosyal güvenlik ve sağlık haklarımız ile il­ gili ticarileştirme ve piyasalaştırma alanının genişletilmesi ile yeni bir boyuta sıçrıyor. Sosyal Güvenlik ile ilgili olarak prim ödeme gün sayısının 9000 güne çıkarılması, maaş bağlanma oranla­ rının kademeli olarak %2’lere çekil­ mesi ve dolayısıyla 25 yıl çalışan ki­ şinin emekli olduğu zaman ortalama maaşının (emekli olmadan önce aldı­ ğı son maaşın değil!) %50’sini alabi­ lecek olması, neyin hedeflendiğini aslında çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Yasa kısa vadede yaşla ilgi­ li önemli bir değişim getirmiyor ya da bu yönünü öne çıkararak sanki şu anda çalışanları hiç etkilemiyor gibi bir ideolojik manevrayı içeriyor, ama emekli maaşlarını çok kısa süre içinde ciddi bir biçimde düşürmeyi hedefliyor. 60 yaşma kadar çalışan insanlar önümüzdeki yıllarda çok daha düşük emekli maaşları ile ha­ yatlarını sürdürmeye uğraşacakjar. 10 yıl içinde emekli maaşlarının as­ gari ücretin oldukça altına düşmesini 18

beklemeliyiz. Böylece şimdikine kı­ yasla çok daha fazla sayıda insan, kendisini özel emeklilik sigortaları­ na prim ödemek mecburiyetinde his­ sedecek. Emekliliğinde açlık tehdidi ile karşı karşıya kalmak istemeyen­ ler ikinci bir emekliliğe mecbur edil­ miş olacaklar. Böylece fonlarını bü­ yük oranda borsada, devlet borç tah­ villerinde değerlendiren özel emek­ lilik sigortası fonları yeni rezervleri kapsar hale gelecek. Ne tesadüf ki TÜSİAD’m bundan yaklaşık on yıl önce yayınlamış olduğu “Emekli ve Mutlu: Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm önerileri” rapo­ runda resmedilen büyük oranda buy­ du. Fakat o raporda ikinci basamak emekliliğin zorunlu olması öngörül­ müş, ancak üçüncü basamak emekli­ liğin gönüllülük esasına bağlı olması önerilmişti. Tabii bekleneceği gibi kamusal sosyal güvenlik ödemeleri­ nin asgari seviyede tutulması gereği­ nin altı çizilmişti. Yani “sosyal gü­ venlik” hakkı yerine açlığa karşı, öl­ dürmeyecek ama süründürecek bir “sosyal koruma” ilkesinin yeni dü­ zenlemelere hakim olması istenmiş­ ti. Bu yasa sürekli olarak kendisini meşrulaştırmak için sosyal güvenlik sistemlerinin aslında yoksulluğa kar­ şı bir koruma sağlayamadığını vur­ guluyor, sosyal korumayı öne çıkarı­ yor. İşçi sınıfının “ayrıcalıklı” ke­ simlerine karşı “dışlanmış” kesimle­ rinin kapsam altına alınması gerekti­ ğini vurguluyor. Ama bu gerekçelen­ dirmeden bir anda büyük bir maha­

retle emekli maaşlarının düşürülme­ si ve özel sosyal güvenlik kumulları­ nın önünün açılmasına sıçrıyor.

S a ğ lığ ın tic a ri m a l g ib i g ö r ü l m e s i kabul e d ilm e m e li! Yine yasanın ikinci bölümünü oluşturan Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı ise kamusal sağlık üretimini tasfiye edecek gibi görünüyor. Yasa­ da hastaneler için “hizmet üreticile­ ri” terimi kullanılmış. Kamusal has­ taneler ile özel olanlar arasında hiç­ bir fark yok yeni yasaya göre. Sağlık Bakanlığı ile sözleşme yapmış olan tüm hastaneler, sahipleri kim olursa olsun aynı statüye sahip. Genel Sağ­ lık Sigortası, topladığı primlerle prim ödeyenler adına sağlık hizmeti satın alacak. Böylece özel sağlık kurumlarının önündeki tüm engeller ortadan kaldırılıyor, devlet hastane­ lerinin yarattığı “haksız rekabete” son veriliyor, toplumun sağlıığı bü­ tünüyle kar esasına dayalı olarak ça­ lışan kurumlara emanet ediliyor. Maliye Bakanı yumurtacı Unakıtan’m 2006 bütçesine eklediği bir yasa ile devlet hastanelerinin sosyal güvenlik kuruluşlarından alması ge­ reken 3.5 katrilyon lira silindi. Bir­ çok ddvlet ve üniversite hastanesi bu karar sonrasında en temel faaliyetle­ rini bile yürütememenin eşiğine gel­ miş durumda. Oysa aynı sosyal gü­ venlik kuruluşları özel hastanelere karşı tüm yükümlülüklerini yerine


MART-NİSAN 2006 C J O İ

getirmiş dürümdalar. Ne seviyede bir kaosun ortaya çıkabileceği görü­ lünce hükümet aldığı bu kararı yu­ muşatmak durumunda kaldı, fakat neyin amaçlandığı ortadadır. Kamu­ sal sağlık kurumlan bir biçimiyle tasfiye edilmek istenecektir. Genel Sağlık Sigortası, bu tasfiye için çok teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir arka plan hazırlamaktadır. Kayıtdışma müdahale edemeyen, bordrolular dı­ şında kimseden prim toplayamayan devlet, tüm toplumu sigorta altına alıyormuş gibi bir görüntü vererek yi­ ne yapmak istediklerini gizleyecek bir araç yaratmaya çalışıyor. Yasanın bir diğer ölümcül yanı ise sigorta karşılığında alınacak hiz­ metlerin bir “temel teminat paketi” ile sınırlanmasıdır. Bu paketin çerçe­ vesinin belirlenmesi yetkisi iktidarın elindedir. Sosyal güvenlik ve kamu­ sal sağlık giderlerini neredeyse bir kara delik gibi göstermeyi başaranlar, yarın açıklar ortaya çıktığında rahat­ lıkla temel teminat paketinin kapsa­ mını daraltabileceklerdir. Artık herşeye ticari mantık ile yaklaşmak en “akıllıca” yol olarak görüldüğünden ör­ neğin kanser hastalarını ölüme terketmek “bütçenin yüce çıkarları” için bir zorunluluk olarak önümüze konabile­ cektir. Yine katılım payı da yasalaştı­ rılmaktadır. Yani alacağımız tüm sağ­ lık hizmetleri için katkı payı ödemek zorunda kalacağız. Gerekçe “gereksiz kullanımın önüne geçmek”. İnsanlar, sabahın altısında hastane kapılarının önünde kuyruklara hobileri hastane ziyareti yapmak olduğu için giriyor­ lar. Katkı payı miktarı şu anda 2 ytl olarak tespit edilmiş, ama alman hiz­ metin maliyetinin % 50’sine kadar ar­ tırılabileceği de söyleniyor. Toplana­ mayan primler, artan katkı payları an­ lamına gelecek. Ezilenlerin farklı ke­ simleri de bu sayede karşı karşıya ge­ tirilmeye çalışılacak. Aylık geliri 127 milyonun üze­ rinde olan herkes en az 65 milyon Genel Sağlık Sigortası Primi öde­ mek zorunda kalacak Bu yasaların birşeyleri düzelt­ mek için değil de tamamen sosyal güvenlik ve sağlık hizmetini ticari­

leştirmek ve piyasaya daha fazla aç­ mak amacı taşıdığı açıktır. Dolayı­ sıyla emekçiler tarihsel kazanımlarına sahip çıkmak, çocuklarının yüzle­ rine utanarak bakmamak için bu ya­ salarla ciddi biçimde mücadele et­ mek zorundadırlar.

takvimi tespit edildi. Merkezi Emek Platformu’nun bu konudaki ataleti İstanbul’u, da kısmen felç etse de olumlu bir deneyim yaşandı.

“M ü c a d e le e tm e k ”

u la ş a c a k ?

a m a n a sıl?

Gelinen son nokta her ne kadar pek iç açıcı olmasa da bizim'açımız­ dan işin çok dikkat çeken bir yönü var. Özellikle sendikalı kesimden bir çok militan, yasaya karşı yürütülecek mücadelenin sadece sendikalar ile sı­ nırlı olursa kaybetmeye mahkum ol­ duğunu sürekli vurguluyorlar. Toplu­ mun geniş kesimleriyle, örgütsüz iş­ çilerle biraraya gelmenin yollarının bulunması gerektiğinde ısrar ediyor­ lar. Bunun için birçok yerel platform girişimi yapılıyor. Bunların birçoğu başarısız olup hızla dağılıyor, ama bu aynı vurgunun güçlenerek yaygınlaş­ masını engellemiyor. Bu bilincin sözkonusu sendikaların yönetim kade­ melerine hakim olduğunu söylemek mümkün değil tabii ki. Ama mücade­ leyi hangi seviyede olursa olsun çe­ kip çeviren, sırtlamaya çalışan unsur­ ların böylesi bir bilinç sıçraması ya­ şaması önemli ve umut verici bir ge­ lişmedir. Çok açık bir doğru gibi gö­ zükse de yine de bunun yeni farkedıldiğinin altını çizmek durumunda;. :z

“Mücadele etmek” tespiti artık çok genel bir laf olmanın ötesine geçmek zorunda. Çoğumuz konuş­ malarımızı “bunlarla mücadele et­ meliyiz” diye bitiriyoruz, ama karşı­ mızdaki kişi bundan hiçbirşey anla­ mıyor. Neyle, nasıl ve kimlerle bir­ likte mücadele edeceğiz, neyi hedef­ leyeceğiz sorularına cevap vereme­ yen bir “mücadele edelim” söylemi oldukça soyut kalmakta. Bu da bizlere olan inancı sarsıyor. Özellikle İstanbul merkezli bir hareketliliğin „.yaşandığını sendikal çevrelerdeki tüm arkadaşlar biliyor­ dur. Geniş toplantılar örgütlendi, su­ numlar yapıldı. Özellikle İstanbul Tabip Odası burada gerçekten önem­ li bir rol oynadı. Hem yasaların içe­ riği konusunda bilgilendirmede hem de sendikal çevreleri toparlamaya çalışmada aktif oldular. Broşürler, afişler, bildiriler basıldı. Eylemler ya­ pıldı. Mart ayı içinde de bir eylem

B ilinç s ıç r a m a s ın ın ufku n e r e y e k a d a r


CJOİ MART-NİSAN 2006

Sınıfın neo-liberalizmle yaşadığı yapısal dönüşüm ve parçalanmanın yarattığı zaafları farkedişin ürettiği bir taleptir bu aslında. Burada artık bir gerçeklik tespit ediliyor. Sendi­ kalar sınıfın tümünü kucaklayabile­ cek araçlar olmaktan uzaklaşmışlar­ dır. Örgütsüz kesimin yaygınlığının, sendikaların yürüttüğü mücadeleyi de zayıflattığı görülmekte ve bu ke­ simlerle yeni bağlar kurmanın yolla­ rı aranmaktadır. Bu işin aracı olarak da yerel derneklerle, partilerle, tüm örgütlü çevrelerle birlikte platform­ lar örgütleme düşünülmektedir. Fakat burada da önemli bir aç­ mazla karşı karşıya kalıyoruz. Çün­ kü yasal dönüşümlerin genelde sını­ fın ayrıcalıklı kesimleri için hak ka­ yıpları anlamına geldiği gibi bir bi­ linç geniş kesimlere hakim durum­ dadır. Toplumun geniş bir kesimi da­ ha şimdiden özel hastanelere mecbur hale getirilmiştir. Yine kayıtdışılık oranı neredeyse %50’dir. Birçok in­ san emekli olabilmeyi umut etmek­ ten vazgeçmiş durumdadır. Böylesi bir durumda sendikalı ve sendikasız işçilerin bir araya gelme koşulları ortadan kalkmaktadır. Ayrıca yasalarla sınırlı kalan bir biraraya geliş insanlara güven ver­ memektedir. Yasalar gündeme geldi­ ğinde apar topar oluşturulan bu bir­ liktelikler, yasalar bir biçimde gün­

demden çekilince dağılmaktadır. Harcanan onca emek, örgütsel bir bi­ rikime dönüşememektedir. Ardından benzer bir kapsamlı başka bir yasa için yeniden toparlanma yaratmak için büyük gayret sarfedilmekte, işe sıfırdan başlanmaktadır. Oysa sosyal devletin tasfiyesi süreci, kamusal hizmetlerin tasfiyesi süreci biz bitir­ medikçe devam edecektir. Genel Sağlık Sigortası Yasası ile İETT’nin özelleştirilmesi aynı mantığın ürü­ nüdür ve ikisine de aynı araçla mü­ dahale edilebilir.

“ S o s y a l H a k la n K oru m a v e G e liş tirm e P la t fo r m u ” ö n e ris i ü ze rin e ... Bu zaafların aşılabilmesi ve örgütlü/örgütsüz işçilerin ortak müca­ dele kanallarının yaratılabilmesi için “Sosyal Hakları Koruma ve Geliştir­ me Platformu”nun süreklileştirilmesi yerinde olacaktır. Ezilenlerin tüm kesimlerinin, buraya köylülülüğü bi­ le dahil edebiliriz, hak gasplarına karşı mücadele etmeyi önüne koyan ve hak gasplarının sorumlusu neo-liberal paketlere karşı yeni bir prog­ ram ortaya koyan, kendi taleplerini de şekillendiren, sadece itiraz etme­ yen yeni bir hayat isteyen sürekli bir platform. Şu andaki sendikal seviye­

de böylesi bir işi örgütleyecek ener­ jinin bulunduğunu düşünmüyoruz. Fakat varolan tartışmalar bizleri eğer bir yerlere evriltecekse, sendikal ze­ minde kalan protestocu ve baştan savmacı çıkışların yenilgiye mah­ kum olduğuna eminsek o zaman ye­ ni bir hat yaratmak zorundayız. Pa­ rasız eğitim-parasız sağlık, borçların iptali, özelleştirmelerin durdurulma­ sı, tarımsal destek almalarının yeni­ den başlatılması, sigortasız çalıştır­ manın cezasının hapis olması, mut­ lak iş güvencesi için 30 kişi sınırının kaldırılması, grev-toplu sözleşme hakkının kullanılmasının önündeki engelerin kaldırılması, işsizlik sigor­ tasının tüm işsizlere verilmesi gibi taleplerimiz için mücadele etmezsek ne işçilerin tüm kesimlerini biraraya getirme şansına sahip olabiliriz ne de dolayısıyla sözkonusu saldırıları püskürtebilecek bir zemin elde ede­ biliriz. “Bize yoksa kimseye yok!” di­ yen Arjantinli işsizler gibi olabilmek imkansız mı? Sendikaların bu çizgiye getirile­ bilmesi, KESK için dahi çok zordur. Çünkü inançsızlık, umutsuzluk ve enerjisizlik kadroların büyük kısmına sirayet etmiş durumdadır. Statükoyu kıracak bir cüretli çıkış enerjisini or­ talıkta gözükmüyor. Her ne kadar sı­ nıfın ortak örgütlenmelerinin bir ih­ tiyaç olduğunu bilinçlere çıkartılma­ sı ve kısa süre önce burun kıvrılarak bakılanlara bugün el uzatılmaya ça­ lışılması büyük bir gelişmeyse de bu bütünleşmenin işe yarar ve sonuç ve­ rici araçlarını geliştirmek gibi bir büyük ihtiyaca sahibiz. Umarız bu yasalarla ilgili müca­ delemiz yensek de yenilsek de gele­ cek günler için bize umut verecek bir akıl, cüret ve kararlılığın sergilendi­ ği direnişlere sahne olur. O zaman biz de “galiptir bu yolda mağlup bi­ le” diyerek yeni kâvgalara hazırlan­ mak üzere emekçilerin içine daha büyük bir coşkuyla dönebiliriz! Ye­ ter ki eylem alanlarını ağlama duva­ rına çeviren görev savmacı işgüzar seyirciler durumuna düşmeyelim!


S Makt’ta kadinlar NEDEN BİRLEŞEMEDİ? Güler Toprak

Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve eylemleri yapıyor. Kurt kadınlarının talepleri işçi kadınlardan uzakken, yoksul ev kadınlarınınki de bir başka yerde gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yol­ daşlarıyla beraber olurken, ölüm orucu anneleri sadece devrimci militanlara sesini duyurabilecektir, İstenen tablo buysa çok başarılı olunmuştur. 8 Mart Dünya Emekçi Kadmiar günü bu sefer sadece İstanbul’da değil pek çok ilde bölündü. İstanbul, Bursa, Ankara, İzmir... illerinin her birinde miting veya ey­ lemler iki veya daha fazla parçaya bö­ lündü. Bu bölünmeyi nasıl sınıflandırmak gerekir. 8 Mart’ı “devrimci özüne uy­ gun kutlamak” ya da “8 Mart’ı erkek­ siz kutlamak” geçen sene başlayan ve bu sene de devam eden parçalanmaya konacak doğru tanımlar mıdır? Nihayetinde kendini çeşitli ayrım noktalarıyla anlatmaya çabalayan bu politikaların ne kadarı gerçekten kadın politikasl üzerindeki ayrışmalara daya­ nıyor, ne kadarı başka etkenler sürece damgasını vurduğu için gerçekleşiyor? Değerlendirmeye muhtaçtır. Buna geç­ meden önce son yıllarda 8 Mart’tan 8 Mart’a olsa da kadın gündemine etkide bulunmaya çalışan aktörlere kısaca göz atmakta fayda var.

Kürt kadınlar Kürt hareketinden kadmiar Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle yapı­ lacak mitinglerde yıllardır önemli bir rol oynamışlardır. Kitlesellikleri ve de­ mokrasi mücadelesindeki yerleri itiba­ riyle böyle bir konuma sahiptirler. Bu nedenle öncelikle Kürt hareketinden .kadınların siyasi konumlanışınm ne ol­ duğuna bakmak gerekir.

2000 ’li yıllarda Kürt hareketine İmralı merkezli politikalar damgasını vurdu. Kürt kitlesinin bir bütün olarak stratejik dönüşe göre yeniden örgütlen­ mesini merkezine alan politikalar öne çıkmaktaydı. Öcalan’m sahiplenilmesi ve gündemde tutulması önemsenmekteydi Kürt hareketi içinde zaten politize olmuş Kürt kadınların yeni strateji te­ melli olarak politika sahnesine daha aktif girmesine özel bir önem veril­ mekteydi. Kadınların; ’’Öcalan’a özgürlük”, “kültürel haklar”, “barış” politikaları çerçevesinde kitlesel bir mücadele içi­ ne çekilmesi için, Kürt kadın hareketi­ nin yaratılması gerekiyordu. Bunun için Kürt kadınlarının ör­ gütlenmesinden çok, zaten ulusal so­ run temelinde örgütlü olan Kürt kadın­ larının kadın örgütlenmesi çatısı altın­ da toplanmasına ve kadın hareketine öncülük edecek kadın kadroların yetiş­ tirilmesine ihtiyaç duyuluyordu. Bilinçli bir yönelimle bu tür ku­ rumsallaşmaların önü açıldı ve buralar­ da feminist kadınlarla ittifak içerisinde faaliyet yürütüldü. (Bu konuda ayrıntı­ lı bir değerlendirme için; Direniş Ga­ zetesi, Mart 2004) Demokratik Özgür Kadın Hareketi üzerinde ideolojik olarak etkin olan bu kuramlardır.

D e v r im c i h a rek e t Ekonomik ve sosyal yapı devrimci harekete mücadele zemini güçlendire­ cek pek çok veri sunmasına rağmen devrimci hareketle kitleler arasında bu bağ bir türlü kurulamıyor. Devrimci hareket kendini tekrar etmeye devam ediyor. Bir olumluluk olarak; çeşitli yapı­ lar içinde yeni dönemin özellikleri tar­ tışılmakta ve dünya mücadele deneyle­ rine artan bir ilgi gözlenmektedir. An­ cak bu yapıların kendilerini devrimci bir kritikten geçirebildiği söylenemez. Bu durum kadın politikasında da kendini göstermektedir. Devrimci hareketin çok büyük bir kesimi hala kadın sorununu özgül bir alan olarak görmemekte ya da böyle bir örgütlenmeye gitme kaygısı duy­ mamaktadır. 8 Mart’tan 8 Mart’a ka­ dınlar gündeme alınmaktadır. Kadın örgütlerinin yaratılması noktasında bu durumdan farklı olarak 2004 yılı içerisinde Demokratik Kadın Hareketi ve Emekçi Kadınlar Demeği iki kurultay yaparak kadın alanında ba­ zı adımlar atmaya niyetli olduklarını göstermişlerdir. (Ayrıntılı değerlendir­ me için; Direniş Gazetesi, Mart 2004) Öte yandan 2001 yılından bu yana yoksul mahallelerde emekçi kadmiar içinde öz örgütlenme çalışmaları yürü­ terek, kadın özgül soranlarından hare­ 21


C | O İ MART-NİSAN 2006

ketle kadın politikasını sistematik ola­ rak yürütmekte olan Özgür Kadm’ı bu tabloda başka bir yere koymak gereki­ yor.

Feminist gru p lar FKÇ, Mor Çatı, Pazartesi Dergi çevresi, Amargi gibi feminist kadın gruplarının çoğunun kitlesel bir kadın mücadelesi örmek gibi bir bakışı bu­ lunmamaktadır. Kadın yığınlarına yu­ karıdan seslenmeye devam etmektedir­ ler. Yasalarla ilgili çalışmalar yürüt­ mek, medyaya tesir etmek vb. taktikle­ ri önemsemektedirler. Bunlardan bazı­ larının 2000 Dünya Kadın Yürüyüşü’nde yer alması, İKP’ye ve bu yıl Halkların Kardeşliği için Kadın İnisi­ yatifine katılmalarıyla sokakta politika

yapma çabası olumlu bir adımdır. Bir kişi bile katılsa bu dayanışmanın yaka­ lanması demokrasi mücadelesi açısın­ dan oldukça anlamlıydı. Ancak aynı ortaklaşmayı 8 Mart’ta göstermek bu­ yana ayrışmayı örgütlemek için sorum­ suzca davranılmıştır. Hem Kürt hareketi, hem devrimci hareket hem de feministler geçen 2005 8 Mart’ına kadarki 8 Markların önem­ li bir kısmında Dünya Emekçi Kadın­ lar Günü’nü birlikte kutladılar. “Dünya kadınlar günü mü”, yoksa “Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü?” Mitinge ne ad verileceği tartışması her defasında gündem olmuş, fakat sonun­ da “8 Mart Mitingi” ismi verilerek, mi­ tingi ortaklaştırmanın yollan bir şekil­

de bulunmuştu. Erkeklerin mitinglere katılımı konusu da bir gerilim kaynağı olarak her zaman vardı, ama bölünme­ ye neden olmaz, kadın mitingi olması­ na özen göstermek yeteri bir ortaklaş­ ma noktası olarak kabul görürdü.. Ancak bu tablonun bariz bir şekil­ de zedelenmesi 2004 8 Mart’ında ken­ dini iyice açığa vurdu. Birkaç feminist kadın grubu, hatta feministin “erkek­ siz” miting tartışmaları yapmalarının ve kendilerini dayatmalarının sonu gel­ mez oldu. Kürt Hareketi’nden kadınlar da aynı tartışmanın içine her defasında daha fazla çekilmeye başladılar. 2004 8 Mart’ında Özgür Kadın temsilcileri­ nin Dehap’lı kadınlarla görüşmeler yapmasının ardından zorluklarla ortak miting yapılabilmişti. Her sene bir son-

K a d ın la rın fe rm a n ı T a k s im ’de o k u n d u

r

İmeceli kadınlar, bez pankart­ ların üstüne tek tek yazdıkları ta­ leplerinden oluşan Kadın Fermam ’nı Taksim’e taşıdılar İstanbul Esenyurt’ta çalışmala­ rını sürdüren İmeceli Kadınlar, İs­ tanbul’un yoksul semtlerinden ge­ len pek çok kadının da katılımıyla Taksim’de “8 Marfi’ı kutladı.

5 Mart Pazar günü saat 11.00’de Taksim Tramvay dura­ ğından başlayan yürüyüşte “Kadın Fermanı”yla yürüyen kadınlar “Görünmeyen Emek Sesini Yük­ selt”, “İki Yüzlü Namusunu Al, Başına Çal!”, “Başka, Başka, Baş­ ka Bir Dünya Eşit Özgür Kardeş­ çe” sloganlarını attılar.

V 22

Haftalardır mahallelerden top­ lanan bezler üstüne yazdıkları ta­ leplerle Galatasaray Lisesi’nin önüne gelen kadın kitlesi, “başka bir sokak, başka bir kent, başka bir ülke, başka bir dünya” özlemini haykırdı. “Evler değil artık dünya­ mız” ’’İmece’de birleşsin elleri­ miz” “iş, kreş istiyoruz “ yazılı dö­ vizleri taşıyan kadınlar şiirler, ti­ yatro gösterimi ve yaptıkları ko­ nuşmalarla hem yaşadıkları şorunlarmMrem de taleplerini dillendir­

di. Yapılan konuşmalarda “Bu gün buradayız, çünkü sesimiz duyul­ sun istiyoruz” dediler. İmeceli Ka­ dınlar, cins ayrımcılığına, ezilme­ ye, cinsel sömürüye, şiddete ve yoksulluğa karşı seslerini yüksel­ terek, kadınların gücünü birleştir­ mesinin önemine vurgu yaptı. Kadınların fermana yazdıkları taleplerden bazıları şunlardı: “Kadınlar olarak iş ve kreş is­ tiyoruz”, “Zorunlu ev kadını ol­ mak istemiyoruz”, “Emeklerimiz görünsün istiyoruz”, “Erkeklere

bağımlı olmak değil, kendi ayakla­ rımızın üstünde durmak istiyo­ ruz”, “Töre cinayetlerine kurban gitmek istemiyoruz”, “Haklarımızı kullanabilmek istiyoruz”, “Kadın­ lar olarak eğitim ve sağlık hakkı; güvenli bir gelecek istiyoruz.” Taleplerini haykıran kadınlar “Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Kadın Dayanışması” sloganlarıyla ey­ lemlerini bitirdiler. İmeceli Kadınlar 8 Mart günü de Esenyurt’ta bir kadın şenliği düzenlediler.


MART-NİSAN 2006 C |O İ

rakini aratır şekilde birleştirici misyon oynamaktan uzaklaşan Kürt kadınların son derece yanlış politikaları bölünme­ de belirleyici oldu. Demokratik Özgür Kadın Hareketi ortak miting örgütleme yönünde bir irade koyabilseydi bölün­ me bu kadar kolay olmayacaktı. Birle­ şik kitlesel 8 Mart’lar geride kalmış ol­ du. Yıllardır, 1 Mayıs mitingleri sendi­ kaların tahakkümü altında yapılırken, 1 Mayıs’lardan farklı olarak 8 Mart mitingleri; mitinge katılan bütün bile­ şenlerin katılımıyla planlanmaktaydı. Kadın örgütlenmesi bulunsun, hatta bulunmasın her grup miting örgütleme platformuna katılabiliyordu.Ve bu ge­ lenek iki yıldır çok sorumsuzca bozul­ muş oldu. Artık herkes sadece kendi söyleyip kendi dinleyebilecekleri miting ve ey­ lemleri yapıyor. Kürt kadınlarının ta­ lepleri işçi kadınlardan uzakken, yok­ sul ev kadmlarınmki de bir başka yer­ de gözden ırakta kalmaktadır. Bir grup politik kadın, erkek yoldaşlarıyla bera­ ber olurken, ölüm orucu anneleri sade­ ce devrimci militanlara sesini duyura­ bilecektir.

8 Mart’ta yaşanan süreci bundan bağımsız değerlendirmek hata olur. Bu nedenle 8 Mart’taki ayrışmanın müsebbibi sadece feminist-DÖKH itti­ fakı değildir. Bu ittifak ayrışmaya dün­ den hazırlanan pek çok gruba gerekçe olmaktan daha öteye bir anlama sahip değildir. DÖKH’nin burada ne kazan­ dığı çok kuşkuludur, hatta kendilerini tecrit etmeye, yalnızlaştırmaya çalışan politikaların üretildiği değirmenlere kendi elleriyle su taşımış oldular. İçinde bulunduğumuz politik süreç Mart’taki parçalılığı anlamak için mevcut politik havayı çok iyi hesaba katmak gerekiyor. Evet, ne askeri bir darbe olmuştur ne de 28 Şubat’ta oldu­ ğu gibi tanklar yürütülerek balans aya­ rı yapılmıştır. Ancak bu kez farklı bir şekilde; bir düğmeye basılarak politika sahnesinde şoven fırtınalar estirilmeye başlanmış­ tır. Düğmeye kah bu akışı daha hızlan­ dırmak kah yavaşlatmak için basılıyor. Ve toplumun her kesimi bir düğmenin ucunda bütün hissiyatıyla refleks veri­ yor. Sağından soluna kadar hizaya ge­ çiliyor. Geçen yıl Newroz’da linç girişim­

leriyle başlatılan milliyetçi, şovenist dalga Şemdinli’de devletin suçüstü ya­ kalanmasının ardından Savcı kriziyle sürdürülmektedir. Öte yandan PKK ey­ lemlerinde bir tırmanış göze çarpmak­ tadır. Bölen ve gruplaştıran bu atmosfe­ rin boğucu havası altında 8Mart’a gel­ diğimizde; birleşik, kitlesel bir kadın mitingi örgütlemenin önünde zaten gö­ rünmez duvarlar çoktan örülmüştü.Bir tek adını koymak kalmıştı. Bu siyasi saflaşmada ideolojik, politik yakınlık­ lar ve yatkınlıklar birbirini çekiyor ve itiyor. 8 Mart bunun dövüş meydanı ol­ maktan kurtulamadı. Böyle bakıldığında görülecektir ki “Devrimci 8 Mart Platformu” için ko­ nu kadın sorunu, gün kadın günü ve olay kadınlarla ilgili bir olay değildir. Sorun içi boşaltılan 8 Mart’a yıl­ lardır göz yuman “Devrimci 8 Marf’çıların artık sabrının taşması hiç değildir. Böyle olsaydı, geçen seneden bu güne söz konusu platforma imza atanlar ka­ dın sorununu gündemine alan kadın ör­ gütlenmelerine giderler, biz de yeni ye­ ni kadın örgütlerinin boy vermesine ta­ nık olurduk. Çünkü 8 Martları burjuva-

İstenen tablo buysa çok başarılı olunmuştur. Herkes “saf’laşmış kimsenin sesi kimseye karışmamış, kimsenin gözü ötekinin derdine ilişmemiştir. Peki, bu parçalanmanın tek nedeni 8 Mart platformuna, erkekleri temel kadın sorunu gören feminist ideoloji­ nin kendini dayatması ve buna karşılık Kürt kadın hareketinin de feministlere koltuk değneği olmaya soyunması mı­ dır? Bu mu kadın mitingini parçala­ mıştır? Evet, böyle bir gerçeklik vardır. Ama burada bitmemektedir. Eğer bu kadarla kalsaydı çok da feveran etme­ ye gerek olmayabilirdi. Kadın hareketi bir şekilde girdiği bu yanlış yoldan döndürülebilirdi. Fakat daha önemlisi içinde bulundu­ ğumuz politik atmosfer kadın günde­ minden bağımsız olarak ayrışmalara ve gruplaşmalara zemin hazırlamaktadır. Bu ayrışmaların altında yatan ana neden içinde bulunduğumuz politik süreç iyi okunduğunda ortaya çıkabilecektir.

İstanbul'da iki ayrı m itin g Emekçi kadınlar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü için 5 Mart Pazar günü ülkenin birçok yerinde sokaklara, mey­ danlara çıktılar. Yapılan tüm ey­ lemler Bursa’da fabrikada yana­ rak can veren işçi kadınlara adandı. İstanbul’da “Emekçi Kadın­ lar Mücadeleye” sloganıyla Be­ yazıt’ta bir miting düzenlendi. Miting için gruplar 13.00’de Sa­ raçhane’de toplandı. Buradan başlayan yürüyüş Beyazıt Mey­ danı ’nda son buldu. Meydanda oluşturulan platformdan kadın­ lar taleplerini haykırdılar. “Ya­ şasın 8 Mart, yaşasın kadın da­ yanışması”, “Cinsel, ulusal, sı­ nıfsal sömürüye son” sık sık atı­

lan sloganlar arasındaydı. Ey­ lem halaylarla sona erdi. 8 Mart dolayısıyla Kadıköy meydanında yapılan mitinge de binlerce kadın katıldı. Renkli görüntülerin yaşandığı mitingde kadınlar, pankart ve sloganlarla eşitlik istedi, kadına yönelik şid­ deti protesto etti. Şiddet, savaş, töre nedenli kadın katliamları ve her türlü sömürüye karşı barış, kardeşlik ve her şeyin daha eşit olduğu başka bir dünya için ör­ gütlenme çağrısı yapıldı. Hay­ darpaşa Numune Hastanesi önünden başlayan yürüyüş bo­ yunca “Biz de yandık Bursa’da, yananlar aramızda, kurtuluşu­ muz ellerimizde” yazılı pankart taşındı.

25


C |O İ MART-NİSAN 2006

zinin etkisinden kurtarmak yoksul emekçi kadınları örgütlemekle müm­ kündür ve bu konuda en azından bir adım atılması bu kaygıya dikkatleri çe­ kerdi. Her zaman olduğu gibi bu günü kurtarmak, bu gün için en cin politi­ kayı kotarmak yeğleniyor. Duruş bu olunca da müthiş bir düşünce keyfi­ yeti alıp başını gidiyor. Artık ayrış­ manın nedenleri olarak sayılıp dö­ külmeyen hiçbir “devrimci” söz kal­ mıyor. Oysa bu düşünce keyfiyetine en azmdan herkesin akima saygı duymanın gereği olarak son verilmelidir. Çünkü inandırıcılık kalmamaktadır. Sonuç olarak; siyasi konjonktürün

taraflaştırıcı, ayrıştırıcı politikasının devrimci hareketi de etkisine aldığı uzun bir zamandır gözlenmekteydi. Ya­ şanan “saflaşma” asıl olarak bunun so-. nucu olarak uygun bir momentinde ya­ kalanmasından hareketle meydana gel­ miştir ve bu gruplar kendilerini diğer kesimlerden ayırma, başka bir merkez yaratma, yeniden kendini tanımlama ve çekim gücü olma çabası içine gir­ mektedirler. Konu budur. Kadınların kadın olmaktan kay­ naklı her türlü ezilmişliğini ortadan kaldırmak için bugünden yarma kadın dayanışmasını ve mücadelesini büyüt­ mek bütün kadınlar için olduğu kadar aslında bütün ezilenler için son derece yakıcı bir konudur.

8 Mart 2006’da parçalanan kadıı mitingi bu açıdan olumlu bir ayrışın değil, tam tersine demokrasi güçlen ni parçalayan, zayıflatan bir rol üs lenmiştir. Kadın hareketi için de ly bir sınav olmamıştır. Demokrasi mi cadelesi bu tablodan dolayı zara görmüş, devrimci demokrat güçleri] parçalanmasına ve birbirinden uzak laşmasma neden olmuştur. Önümüı de daha pek çok gündem var. 1 Ma yıs, linç provaları, şovenizm, hayan mızı yağmalayan yasal düzenleme ler, emperyalist savaşlar ve işgal.. Bütün bu gündemlerde ve başka Mart’larda ezilenlerin mücadelesin bölmek, parçalamak değil; birleştir mek, kitleselleştirmek “başarı” ola rak görülmelidir.

BATÍS B u rs a 1da a la n d a y d ı

V 24

Bağımsız Tekstil İşçileri Sendika­ sı (BATİS) çalıştıkları fabrikada çıkan yangm sonucu yaşamım yitiren 5 ka­ dın işçiyi 8 Mart Dünya Emekçi Ka­ dınlar Günü’nde andı ve kadın işçileri gündeme taşıdı. 3 Mart Cuma günü çeşitli demek ve kooperatiflerle birlikte Bursa SSK Müdürlüğü önünde protesto gösterisi düzenleyen BATİS ve diğer kitle ör­ gütleri buradan Merinos’a bir yürüyüş gerçekleştirdi. “8 Mart 1857 Nevvyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Kapitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşınır­ ken “Özay Tekstil hesap verecek!”, “Özay Tekstil işçisi yalnız değildir!”, “5 kadın işçinin hesabı sorulacak!”, “Bu bir kaza değil, cinayettir, katil ka­ pitalizm!”, “Bu ateş bir gün Özay Tekstil’i de yakacak!”, “Yaşasın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü!” slo­ ganları atıldı. Buradan otobüslerle 5 kadın işçi­ nin yakıldığı yere giden kitle Yaylacık Köyü’nde yaklaşık 1 km’lik bir yürü­ yüşün ardından 5 kadın işçinin ölü­ münden sommlu olan fabrikanın ö~ nünde bir basın açıklaması yaptı. Ba­ sın açıklamasından sonra 41 gündür direnişte olan Petrol İş’e bağlı direniş­ çi BEPO işçileri ziyaret edildi. 5 Mart Pazar günü ise BATİS kit­ lesi önce sendikada toplantı yaparak 8 Mart’ı kutladı. Ardından Setbaşı’ndan

İpekçilik Caddesi’nden yolu kapata­ rak toplanma yerine kadar bir kilomet­ re pankart ve sloganlarla yürüyüş ya­ pıldı. Yürüyüş sırasında “8 Mart 1857 Newyork - 29 Aralık 2005 Bursa - Ka­ pitalizm kadınlan öldürüyor” pankartı taşındı. Toplanma yerine yürüyüş ya­ parak giden BATİS kortejine apart­ man balkonlarından sloganlarla eşlik edildi. İpekçilik’ten Koza Han’a kadar disiplinli ve canlı bir kitle yürüyüşü gerçekleşti. BATİS üyeleri, karma katılım ge­ rekçe gösterilerek bir grup feminist ta­ rafından alana sokulmak istenmedi. Büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ve “Emekçi kadınlar el ele örgütlü

mücadeleye - BATİS” imzalı önlükler ve “BATİS” yazılı dövizler taşıyan BATİS’li emekçi kadmlann direnişi sonucu taviz vermeden alana girildi. Yaklaşık 600 kişinin katıldığı mi­ tingde emekçi kadmlann talepleri BA­ TİS kortejinde dövizler ve pankartlar­ la BATİSTi işçiler tarafından taşmdı. BATİS tarihten günümüze devre­ den emekçi kadınların mücadelesini, emekçi kadmlann içinde yürüttüğü iş­ çi smıfı mücadelesi ve dayanışmasıyla temsil ediyor. Böyle bir bilinçle 8 Mart kutlamasında yerini alıyor olma­ nın da bilinciyle 5 kadın işçinin yana­ rak yaşamını yitinnesini 8 Mart’ta başlıca gündem konusu yaptı.


İHD İstanbul Şube Başkanı Av. Eren Keskin:

‘CİNSEL İŞKENCE D E V A M EDİYOR* 'Bütün bu mağduriyeti yaşayan Kadınlarda benim gördüğüm, ailelerinin erkekleri­ ni üzmekten korkmalarıydı. Bunun erkek egemen kültürle çok ilgisi var diye dü­ şünüyorum. Biz istediğiniz kadar kendimizi solcu, demokrat, Kürt Ulusal Mareketi'nin bir tarafı olarak tanımlayalım, erkek egemen değer yargılarıyla biz de biçim ­ lenmişiz. Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin namusu olarak görüyoruz.' Toplumsal politik muhalefetin her türlüsüne yasal/yasal olmayan her türlü anti demokratik yasalarla/yasaklarla, uygulamalarla, iş­ kence ile cevap veren sistem, kadın­ ların bu toplumsal muhalefette politik/pratik yer alışına ise en katı biçimde cevap veriyor. Sistemin kapitalist/militarist yapısı içerisinde tanımlanabilecek bu cezalandırma­ nın en başında ise cinsel işkence yöntemi var. İşkence aslolarak kişi­ yi konuşturmaya, teslim almaya, ki­ şiliğini yok etmeye yönelirken, ka­ dına yönelen cinsel işkence boyutu bundan daha da fazlasını içeriyor. Devletin cinsel işkence uygulaması­ nın son örneğini, geçtiğimiz Aralık ayında Ekin Sanat Merkezi çalışanı Sevda Aydın yaşadı. Aksaray ’ın Yusufpaşa durağında kaçırılan Sevda Aydın araba içerisinde başına çu­ val geçirilip, uyuşturularak bilme­ diği bir yerde tecavüz işkencesine maruz kaldı. Politik/adli kadınlara, resmi/resmi olmayan yollarla yapılan cinsel işkenceyi, insan hakları ala­ nındaki mücadelesinin yanı sıra gö­ zaltında cinsel taciz ve tecavüz ile ilgili çalışmalarıyla da Türkiye ka­ muoyunun yakından tanıdığı Av. Eren Keskin ile görüştük. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavü­ ze Karşı Hukuki Yardım Proje­ s i ’ne hangi nedenlerle başla­ maya karar verdiniz? 1995’e kadar siyasi davalara gi­ ren bir avukattım ve işkence ile her zaman yüz yüzeydik. Ama işkence

denilince elektrik, askı, kaba dayak, tırnak çekme vb. ilk aklımıza gelen­ lerdi. Ağır iz bırakan işkence yön­ temleri söz konusuydu ve o dönem çok yoğun uygulanıyordu. 95 yılın­ da ilk kez cezaevine girdim ve altı ay kaldım. Burada kendi müvekkil­ lerimle kaldım. Cezaevinde müvekkil-avukat ilişkisi yoktu, çok yakın arkadaş ilişkisi içindeydik ve bana karşı rahat davranıyorlardı. Bir gün volta atarken bir kadın müvekkilim yanıma geldi ve ağlamaklı bir sesle, “niye bana eskisi gibi davranmıyor­ sun? Biliyor musun benim gözaltın­ da yaşadıklarımı?” dedi. Ben birden çok şaşırdım ve daha sonra anlattı. Gözaltında tecavüze uğramıştı. On­ dan sonra diğer kadınlarla konuş­ maya başladık yavaş yavaş. İstisna­ sız her kadının gözaltında cinsel ta­ cize uğradığını, ama bir bölümünün de tecavüze maruz kaldığını öğren­ dim. Ama bunu daha çok tek tek ko­ nuşmalarda söylüyorlardı ve bu ce­ zaevinde yine de genel bir tartışma haline gelemedi. Ben daha sonra bunu çok düşündüm. Çünkü genel olarak tüm kadınlar düşünceliydi ve mutlaka bunun bir nedeni olmalı di­ ye düşünüyordum. Zaman içerisin­ de anladımki cinsel işkenceye uğra­ yan kadınların özellikle anlatırkenki yüz ifadeleri ,birbirine çok benzi­ yordu. Hepsinde aynı ifade vardı. Cezaevinden çıktıktan sonra ne ya­ pılabilir bu konuda diye düşünmeye başladım. Uluslararası A f Örgiitü’nde bir arkadaşım vardı. Alman­ ya’da Alman bir avukat arkadaşla tanıştık ve bu konuları konuşmaya başladık. A f Örgütü’ndeki arkadaş

“eğer böyle bir çalışma yapacak olursanız ben de size destek sunarım, kadın örgütlerinden de bu desteği sağlarım. Çünkü böyle bir çalışma­ ya başlamanız için kaynağa da ihti­ yacınız olacak” dedi ve Kilise Ka­ dınları Vakfı isimli bir vakıf bize ilk desteğini sundu. Herhangi bir nedenle adli ya da siyasi gözaltına alınıp cinsel işken­ ceye uğramış kadınlara ücretsiz avukatlık yapmaya başladık. Biri Al­ manya’da dört kadın avukat olarak 1997 yılında bu çalışmaya başladık. Bu çalışmaya başlarken dünya­ daki deneyimleri de inceledik. O dönem özellikle Bosna ve Ruanda’da yaşanan bir çatışma ortpmı vardı ve orada da gündemdeydi cin­ sel işkence. Kadınların taciz ve te­ cavüze uğramaları, babası belli ol­ mayan çocuk doğurmaları vb. orada da bir mücadele vardı. 98’de Türki-

25


q o ! MARONI SAN 2006

ye’de tüm bunları tartışabileceği­ miz uluslararası bir toplantı düzen­ ledik. Bu toplantıya Almanya’dan, Bosna’dan, K ürdistan’dan kadın hukukçu ve doktorlar geldi. O top­ lantıda ana ilkelerimizi belirledik ve beyaz kitapçık adını verdiğimiz Almanca-Türkçe bir kitapçık çıkar­ dık. O toplantıdan sonra çalışmala­ rımız daha da netleşti ve bugüne kadar geldik. Cinsel işkence Türkiye’de en çok kimlere, hangi nedenle uygula­ nıyor? Diğer işkencelerden farklılığı nedir?

ber yapıldı. Özellikle Kürt medyası çok sahip çıktı ve kadınlar şunu gördü “benim dışımda başka kadın­ lar da var bunu yaşayan” diyerek çok sayıda Kürt kadını açıkladı ya­ şadığı cinsel işkenceyi. Projeye kendiliğinden başvuran kadınlar da oluyor. Bunun dışında biz cezaevlerini dolaşıyoruz. Ayrıca basma yansıyan haberler oluyor za­ man zaman ve biz o haber üzerin­ den de kadınlara ulaşmaya çalışıyo­ ruz. İlk başta Kürt kadınları başvu­ ruyordu, sosyalist kadınların başvu­ rusu daha zaman aldı. Bazı örgütsel yapılar daha çok başvuruyordu, ba­ zıları başvurmuyordu. Siyasi ne­ denle ya da Kürt meselesi nedeni ile yaşanan savaşta gözaltına alman kadınlar daha çok başvurdular ve açıkladılar cinsel işkenceyi.

Travestiler de hemen her gün cinsel işkenceye uğruyorlar, ama korktuk­ ları için başvurmuyorlar. Tüm ke­ simler tarafından reddedilen bir ke­ sim ve sahip çıkanları çok az. Kim­ se sahip çıkmaz diye başvurmaya çekiniyorlar. Fuhuş sektöründe olan kadınlar da aynı durumda. Fler an polisle yüz yüze oldukları için çok da karşılarına almak istemiyorlar. Yeni baştan aynı şeyleri yaşarız di­ ye. Dediğim gibi adli nedenlerle gözaltına alman kadınlar da başvur­ sa bu sayı çok artacak. O nedenle sayılar tam olarak gerçeği yansıtmı­ yor.

Bu çalışmayı başlattığımız za­ Kadınlar projenize başvururken ne man Kürdistan’da bir savaş yaşanı­ tür kaygılar yaşıyor? yordu ve savaşla bağlantılı olarak Çok korku duyulan bir alan. İş­ çok yoğun uygulandı. Başvuran ka­ kenceden bahsetmek belki daha ko­ dınların büyük bir bölümü siyasi lay, ama cinsel işkenceden, taciz­ nedenle ve Kürt meselesi nedeni ile den ve tecavüzden söz etmek çeşit­ gözaltına alman, tutuklanan kadın­ Adli nedenlerle gözaltına alı­ li korkulara neden oluyor.Kadmlar lar. Politik kadınları konuşturmak, nan kadınlar hemen hiç başvurmu­ feodal değer yargılarından dolayı davasından vazgeçirmek, kişiliğini yor. Aslında onlar başvursa bu sayı­ kendilerini kirlenmiş hissediyorlar, yok etmek. Özellikle savaş bağlan­ nın çok daha fazla olduğu ortaya çı­ korkuyorlar, ailesinin başına bir şey tısı olarak düşündüklerinde o kadı­ kacak diye düşünüyorum. Örgütlü gelecek diye açıklama yapmak iste­ nın bedeni üzerinden savaşın karşı değiller ve hak arama bilinci de ge­ miyor. Diğer işkence türleri gibi da­ bitirmek, onun değer yargılarını bi­ lişmemiş olduğu için korkuyorlar. ha açıklanabilir bir durum tirmek, bunu sonuçlandır­ değil cinsel işkence. Çün­ mak amaçlanıyor. Bunun kü kadın suçlanıyor da bu dışında adli nedenlerle Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı işkenceyi yaşadığı için. gözaltına alman ve güzel Hukuki Yardım Projesi buldukları kadınlara da Bizim gibi İslam i­ konuşturmak için olmasa yet’in egemen olduğu, bir bile yapıyorlar. Toplam başvuru sayısı 222 kız arkadaşımızın yanın­ da bile soyunma rahatlığı Gözaltına alındığında Suç dağılımı içinde olmadığımız bir çırılçıplak soyma, vücu­ Tecavüz 66 toplumun değer yargıla­ dunun cinsel bölgelerini Cinsel taciz 151 rıyla büyümüşüz ve bir­ sıkma, vücutta cinsel or­ Suçu işleyen failler dağılımı gan gezdirme ve tecavüze çok erkeğin yanında so­ Polis 167 yunduruluyorlar, cinsel varan bir işkence uygula­ Jandarma/asker 46 nıyor. tacize maruz kalıyorlar, Özel tim 11 tecavüze uğruyorlar. Ka­ Cinsel işkence çok zor aKorucu 11 dınlar bunun dışında aile­ çıklanan bir durum. İnfaz koruma memuru 11 leri ile de uğraşıyorlar. Cinsel işkenceye uğ­ İtirafçı 2 Birçoğu ailesine açıkla­ rayan kadınlara na­ Gazeteci 1 yamıyor. Projemiz bo­ sıl ulaşıyorsunuz? yunca benim çok etkilen­ Kadınların statüsü Bu çalışmaya ilk baş­ diğim bir olay var ki bu­ Kürt 172 ladığımız zaman kimse nu birçok yerde anlattım. Türk 37 tanımıyordu bu projeyi. 8-9 yıl önce, gerillaya Diğer (Alman Bulgar, Roman,Avusturya) 8 Medyanın bu konuda çok yıllar önce katılan kızını Kadınların gözaltına alınma nedenleri etkisi oldu diye düşünü­ arayan bir baba gelmişti Siyasi ya da savaş kaynaklı 191 yorum. İlk çıktığımız dö­ büromuza. 5 yıldır kızın­ Adli nedenlerden 25 nem hakkımızda çok ha­ dan bir haber alamadığı26


MARTNİSAN 2006

CJOİ

m, bir telefon geldiğini, kızının ça­ mak gerekiyor. Bu hiç kimsenin ve savcılar bu raporların Adli Tıp tışmada yakalandığını söylemişler devrimci olmadığını göstermez. Fi­ tarafından onaylanmasını istiyorlar. kendisine. Biz aramaya başladık kı­ ziki kalıntıları belki bir süre sonra Sonuçta Adli Tıp bir devlet kurulu­ zını. Diyarbakır Cezaevi’nde oldu­ geçiyor, ama psikolojik olarak mu­ şu ve bir devlet biriminin yaptığı iş­ ğunu öğrendik. Ben kızıyla görüş­ hakkak iz bırakıyor. Onların avu­ kenceyi bir başka devlet kurumumeye gittim. Görüşmemizde 66 gün katlığını yapan, başvurusunu alan nun raporlaması gerekiyor. Ve bu Silopi Jandarma Karakolu’nda ara­ bizler için de aynı şey söz konusu. da her zaman mümkün olmuyor. lıksız tecavüze uğradığını, ama bu­ Çünkü biz de travma yaşıyoruz. Sonuçta Adli Tıp bünyesinde çalı­ na rağmen kendisine imzalatılmak şan tüm hekimler için değilse bile, Türkiye’de işkence davalarının istenen ifadeyi imzalamadığını söy­ çünkü aralarında dürüst çalışan he­ çok önemli bir bölümü sonuç­ ledi. Ben hemen suç duyurusunda kimler de var, ama oradan maaş asuz kalıyor. Cinsel işkencenin bulunalım, açıklama yapalım, rapor lan, siyasi görüşü doğrultusunda tespit edilmesinde ve cezalan­ alalım dedim. Beklemek istediğini çalışan hekim de var. Bağımsız dırılmasında ne tür sorunlar söyledi. Daha sonra ilk celsede tah­ davranmaları mümkün olmuyor ço­ yaşıyorsunuz? Hukuksal sü­ liye oldu ve beni aradı. Bana “çok ğunlukla ya da korkuyorlar. Çünkü reçleri cinsel işkence açısından kızacaksın biliyorum, ama ben suç rapor veren doktorlar hakkında da proje çalışmanız boyunca nasıl duyurusunda bulunmak istemiyo­ davalar açılabiliyor. O nedenle iş­ değerlendiriyorsunuz? rum” dedi. Niçin diye sorduğumda kencenin belgelenmesinde bağım­ Cinsel işkence ispatı çok zor o“babamı üzmek istemiyorum” ceva­ sız hekimlerin raporlarının önemi lan bir işkence biçimi. Kadın eğer bını verdi. Bütün bu mağduriyeti son derece büyük. Ama biz aldığı­ bakireyse ilk 7-10 gün içinde fizik­ yaşayan kadınlarda benim gördü­ mız bu delilleri yine de mahkemeye sel rapor alınması gerekiyor. Çünkü ğüm, ailelerinin erkeklerini üzmek­ sunuyoruz. Davalara tecavüzden kızlık zarındaki yırtık, eski yırtık oten korkmalarıydı. Bunun erkek ebaşvursak bile çoğunlukla sadece larak geçiyor. Kadın bakire değilse gemen kültürle çok ilgisi var diye kötü muameleden, işkenceden açılı­ eğer ilk 48 saat içinde fiziksel rapor düşünüyorum. Biz istediğiniz kadar yor. Tecavüzden açılan dava sayısı alınması gerekiyor. Ama kadınlar kendimizi solcu, demokrat, Kürt U4-5 tanedir. Bu davaların büyük bir bu süreleri çeşitli nedenlerle kaçırı­ lusal Hareketi’nin bir tarafı olarak bölümü de savcıların raflarında yorlar. Korkuyorlar, hemen açıklatanımlayalım erkek egemen değer bekliyor. O yüzden bence Türki­ yamıyorlar. Geriye bir tek yöntem yargılarıyla biz de biçimlenmişiz. ye’de iç hukuk yolları açısından so­ kalıyor o da psikolojik raporla iş­ Biz kendimiz de, kendimizi erkeğin nuç almak neredeyse şu anda im­ kencenin belgelenmesi. Bunda da namusu olarak görüyoruz. Bunun kansız gibi bir şey. Bunun da tabii gerçek anlamda rapor verebilecek da çok kolay aşılabildiğini düşün­ tek nedeni cinsel işkencenin bir tek kurum var; o da Çapa Tıp Fa­ müyorum. Adli ya da siyasi olsun devlet politikası olması. Ayrıca sa­ bu kalıntıları göz­ dece işkence ya­ lemliyorum cinsel pan değil, suçlu oişkenceye uğrayan 'Türkiye'de iç hukuk yolları açısından sonuç almak n e­ lan bence. Onun kadınlarda. hakkında soruştur­ redeyse şu anda imkansız gibi bir şey. Bunun da tabii ma açmayan savcı, Cinsel işkenceye tek nedeni cinsel işkencenin bir devlet politikası olması. bu işkenceyi ra­ uğrayan ka­ Ayrıca sadece işkence yapan değil, suçlu olan bence. O porlamayan hekim dınlar sonra­ nun hakkında soruşturma açmayan savcı, bu işkenceyi ya da zaman aşı­ sında ne tür raporlamayan hekim ya da zaman aşımından dava düşü­ mından dava düşü­ sorunlar yaşı­ ren hakim bunların hepsinin bu sistematiğin bir parçası, ren hakim bunların yorlar? hepsinin bu siste­ suçlusu olduğunu düşünüyorum / Bu işkenceyi matiğin bir parça­ yaşayan her kadın sı, suçlusu olduğu­ psikolojik olarak çok büyük bir kültesi Psiko-Sosyal Travma Mer­ nu düşünüyorum. travma yaşıyor. Kirlenmişlik duy­ kezi".' Bunun dışında bağımsız iş­ Biz Türkiye’de sonuç alamadı­ gusunu çok yoğun yaşıyorlar. Ben kence rehabilite merkezleri, Türki­ ğımız zaman Avrupa İnsan Hakları bize başvuran tüm kadınlara mutla­ ye İnsan Hakları Vakfı, Toplumsal Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruyo­ ka fiziki ve psikolojik tedavi alma­ Araştırma Vakfı vb. Fakat Türki­ ruz. Aslında AİHM’nin de bu konu­ larını öneriyorum. Ama bu bizim ye’de çok önemli bir sorun, işkence da özellikle son dönemlerde çok topraklarımızda pek yapılmıyor. ve buna bağlı olarak cinsel işkence­ politik davrandığını, devletleri ko­ Örgütlü ya da siyasi olmakla bunun nin belgelenmesinde tek resmi bi­ ruyucu bir yaklaşım içinde olduğu­ çok fazla ilgisi yok diye düşünüyo­ lirkişi kurumu Adli Tıp Kurumu. nu düşünüyorum. AİHM’e bireysel rum. Çok insani bir durum ve son Siz istediğiniz kadar bağımsız mer­ başvuru çok önemli bir haktır ve derecede normal, bundan kaçmrnakezlerden rapor alın, mahkemeler 27


CJOİ MART-NİSAN 2006

bunu da sonuna kadar kullanmak gerekiyor. Ama şunu da unutmamak gerekiyor ki AİHM de devletlerin bir mahkeme­ sidir. Özellikle Türki­ ye’nin AB sürecinin baş­ lamasıyla birlikte Türki­ ye’yi koruyucu kararlar aldıklarını düşünüyorum. Örneğin konumuzla ilgili değil, ama ayrımcılığı yasaklayan 14. madde var. Bugüne kadar Kürdistan’daki ölümler, te­ cavüzler bunların hepsi devlet “ayrımcılık” uy­ guladığı için yapıldı. Ve yapılan başvurularda ay­ rımcılık da bir madde olarak sunuldu. AİHM bu­ güne kadar bir kez bile Türkiye’yi ayrımcılıktan mahkum etmedi. Oysa bir kere mahkum etse bü­ tün yasasını değiştirmek zorunda kalacak. Mesela tecavüz dosyalarında giderek Türk Devle­ ti’ne yakın düşünmeye başladılar. O nedenle bir imkandır sonuna kadar kullanmak gerektiğini düşünüyo­ rum, ama politikleştiğini düşünüyo­ rum. Bu süreçlerin ancak içeriden mücadelenin yükseltilerek değişti­ rilebileceğini düşünüyorum.

lman bir arkadaşımla bile tehdit göndermişler bir müvekkilimle ilgili ola­ rak.

dar değildi. Kaçırma yoluyla yapı­ lan, resmi olmayan gözaltılarda es­ ki ağır işkence uygulamaları taciz ve tecavüz dahil olmak üzere hepsi yapılıyor. Bu noktada şunu da söy­ lemek istiyorum. Türkiye’de işken­ ce bitmedi. Sadece kayıtlı gözaltılardaki yöntemler değişti. Kayıtsız gözaltılarda yine aynı eski yöntem­ ler devam ediyor.

Biz bu projede çalı­ şırken bir komiser üzeri­ me yürüdü ve bana dedi ki: “Eren hanım bize iş­ kenceci deyin, ama teca­ vüzcü demeyin, bunu di­ yemezsiniz. Biz tecavüz­ cü değiliz. Biz Türk poli­ siyiz.” Hem yapıyorlar hem de değer yargıları nedeni ile gizliyorlar. İş­ kenceyi gizlemek onların derdi değil, ama tecavüz olayına gelince bunun dillendirilmesini hiç iste­ miyorlar ve bundan da çok rahatsızlar. Bu yüz­ den hakkımızda defalar­ ca dava açıldı. Müvekkil­ lerimle haber yolluyorlar “ona da tecavüz edece­ ğiz” diye. Ben kendim de cinsel taciz mağduru oldum Fatih Altaylı tarafından. Defalarca ölüm tehdidi aldım ve hala da almaya de­ vam ediyorum.

Yaptığımız çalışma aslında sa­ dece işkenceye karşı bir mücadele değil. Militarizm, erkek egemenli­ ğinin son aşaması ve biz bunu bü­ tün raporlarımızda dile getiriyoruz. AB ile ilgili Bu militarist, er­ son dönemlerde kek egemen şidde­ bazı değişikliklere Özellikle savaş bağlantısı olarak düşündüklerinde o kadının tin ve kültürün so­ dikkat çekmek is­ bedeni üzerinden savaşın karşı bitirmek, onun değer yargı­ nucu olan bir şey. tiyorum. Örneğin larını bitirmek, bunu sonuçlandırmak amaçlanıyor. Bunun Hem erkekliği, gözaltı süreleri kı­ dışında adli nedenlerle gözaltına alınan ve güzel buldukları hem askerliği her saldı. İşkence/cinşeyi konuşturarak kadınlara da konuşturmak için olmasa bile yapıyorlar. sel işkence eskiye kadını teslim al­ oranla daha fazla mak, konuşturmak istiyorlar. Onu Sisteme karşı her türlü mücadele da tartışılmaya başlandı. AB süreci vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bunu ya da muhalefet birçok baskı iile gördüğümüz şu; resmi kayıtlı bütünlüklü düşünmek gerekiyor. le karşılaşıyor, siz bu çalışma­ gözaltılarda artık daha az iz bırakan Çünkü erkek ile kadın arasındaki nız süresince ne tür baskılarla işkenceler yapılıyor. Örneğin teca­ ezme ezilme ilişkisine karşı çıkar­ karşılaştınız? vüz daha az uygulanan bir yöntem. ken sadece buna karşı çıkmıyorsu­ Ama cinsel taciz iz bırakmamak Kolay değil böyle bir çalışmayı nuz. Militarizme, ırkçılığa, kapita­ kaydıyla yine çok uygulanıyor. Ka­ bu topraklarda yapmak. Ben sadece lizme bütün yarattıkları tüm olum­ nıtlanması da en zor olan uygula­ bu proje nedeni ile değil İnsan Hak­ suz sonuçlara karşı çıkıyorsunuz. ma. Fakat yine AB süreci ile ilgili ları Derneği’ndeki çalışmalarım ne­ Militarist yerleşik yapının yarattığı kayıt dışı, yani resmi olmayan gödeni ile de çok fazla olay yaşadım. bir ihlal alanına ilişkin bir mücade­ zaltılarda da bir artış başladı. Ka­ Örneğin daha bugün (röportajın ya­ le olduğu için de doğal olarak tep­ çırmalar yoğunlaştı. Eskiden bu ka­ pıldığı gün) Dersim’de gözaltına a­ kileri de o kadar büyük oluyor.

28


Genel Sağlık Sigortası ile ilgili olarak İstanbul Tabip Odası Temsilciler Kurulu Divan Üyesi Dr. Bora İnce ile görüştük...

‘ Ka m u s a ğ l iğ i h iz m e t l e r i TASFİYE EDİLMEK İSTENİYOR’ Röportaj: Zeynep Koru

P rim ini-vergisini yatırm ayan birey hiçbir sağlık hizm etinden yararlanam aya­ cak, sağlık kurum iarının kapısından geri çevrilecektir. Primini eksiksiz yatır­ mış olanlar ise sınırlı sağlık hizm etinden yararlanabilecekler. Daha fazla sağlık hizm eti alm ak isteyenler için ek sigortalar gerekecektir. Yani herkes parası kadar sağlık hizm eti alabilecek. Neo-liberal politikaların taşeron örgütü olan AKP hükümeti bir süredir gözünü sağlık alanına dikti. Sağlıkta dönüşüm progra­ mı nedir; halkın sağlığını nasıl dönüştürecek? Sağlıkta dönüşüm programı, sağ­ lık alanında neo-liberal dönüşüm ana başlığı altında değerlendirilebilir. AKP hükümetinin IMF-Dünya Ban­ kası patentli özelleştirme/yoksullaştırma programının bir parçasıdır. Amaçlanan, kamu sağlığı hizmetleri­ nin tasfiyesi, sağlığın piyasa koşul­ larına uydurulması, sağlık ortamımı­ zın küreselleşmeye entegrasyonudur. AKP hükümeti bugüne kadar hangi adımları attı? Öncelikle kamuoyu tepkisini mi­ nimize etmeye dönük bir çaba harca­ dı. Aslında önceki hükümetler kamu sağlık alanını iyice hırpalamıştı. AKP hükümeti de “yatırım yapma­ yarak, genel bütçeden sağlığa ayrı­ lan payı kısıtlı tutarak, personel ge­ reksinimi ve dağılımını göz ardı ede­ rek vb.” kamu sağlık kurumlar mm çökertilmesi için zemini iyice hazır­ ladı. Yoksul halkın kamu sağlık ku­ rulularından eşit, nitelikli ve ücretsiz hizmet alabilme koşullarını tama­ men ortadan kaldırdı.

Yaratılan bu memnuniyetsizlik ortamından yararlanarak SSK sağlık kurumlan tasfiye edildi, SSK’lılarm ve kamu çalışanlarının özel sektör­ den “hizmet alabilmelerinin” yolu açıldı, aile hekimliği pilot uygulama­ sı başlatıldı. Sıra, Genel Sağlık Si­ gortasının yasalaştırılmasına geldi. Genel Sağlık Sigortası ile emekçile­ ri bekleyen nedir? Sağlık hizmetlerinden yararlan­ ma olanaklarının azalması ve daha da yoksullaşmadır. Aslında hükümet aylar öncesinde bu yasa tasarısını meclis gündemine getirdi. Fakat, ge­ rek Türk Tabipler Birliği ve emek ör­ gütlerinin yoğun tepkisi, gerekse ye­ terli hazırlığı yapmamış olmaların­ dan dolayı tasarı geri çekildi. IMF ile yapılan son görüşmede varılan zo­ runlu anlaşmanın gereği olarak, yani hükümetin kulağı çekildiği için yasa tasarısı çaresiz gündeme getirildi.

luluğu getirilmiştir. 127 YTL’nin al­ tında geliri olan “yoksulların” vergi­ leri genel bütçeden karşılanacaktır. GSS ’si olan herkesin sağlık güven­ cesi tam olacak mı? Öncelikle primini-vergisini ya­ tırmayan birey hiçbir sağlık hizme­ tinden yararlanamayacak, sağlık ku­ ramlarının kapısından geri çevrile­ cektir. Primini eksiksiz yatırmış olanlar ise sınırlı sağlık hizmetinden yararlanabilecekler. Daha fazla sağ­ lık hizmeti almak isteyenler için ek

Genel Sağlık Sigortası aslında bir sağlık vergisidir ve asgari ücretin üçte birinin üzerinde geliri olan her birey tarafından ödenmesi zorunlu­ dur. Yani 127 YTL gelir yoksulluk sınırı olarak kabul edilmiş, 127 YTL üzerinde geliri olan herkes tarafın­ dan yaklaşık 65 YTL ile 410 YTL arasmda sağlık vergisi ödeme zorun­ 29


q O İ MART-NİSAN 2006

sigortalar gerekecektir. Yani herkes parası kadar sağlık hizmeti alabile­ cek. AKP hükümetinin halk sağlığına, koruyucu hekimlik alanına dö­ nük hedefleri nelerdir? Yoksa sağlık ocaklarımız elimizden alınacak mı? Sağlıkta dönüşümle beraber bi­ rinci basamak koruyucu sağlık hiz­ metinin aile hekimliği hizmetine dö­ nüştürülmesi istenmektedir. İlk uy­ gulama Düzce’de başlatılmıştır. Ama bu tam bir fiyaskoya dönüştü. Her türlü merkezi desteğe rağmen Düzce halkı sağlık ocaklarını arar hale gel­ di. Sağlık çalışanları ekip hizmeti vermekten uzaklaştırılmış ve mes­ leklerine iyice yabancı yabancılaştı­ rılmıştır. Bütün bunlara rağmen hü­ kümet aile hekimliği uygulamasını süratle diğer illere de yayma çabası içindedir. Yani AKP hükümetinin kirli eli sağlık ocaklarımızın üzerin­ dedir. Yabancı hekim çalıştırılmasının serbestleştirilmesi sağlığımızı nereye götürecek? Burada ikili hedef güdülmekte­ dir. Yabancı hekim çalıştırılması as­ lında sağlığın ticarileştirilmesinin ve serbest pazar ekonomisinin doğal so­ nucudur. İkili iıedef şudur; öncelikle bü­ yük kentler yabancı hekim projesi kapsamına girecek ve bu hizmetten başlangıçta burjuvazi yararlanacak­ tır. Yani bir avuç azınlık, sağlığı için yurtdışma gitme zahmetine katlan­ mayacak. Ardından, yoksullar için, yoksul ülkelerden hekim getirtilerek düşük ücretlerle hekim çalıştırıla­ caktır. Yani hekim emeği daha da değersizleştirilecektir. Tabii ki hükü­ met yabancı hekim projesini de sağ­ lık kentleri vb. isimlerle süslü amba­ lajlar içinde sunmaktadır. Bu paketin içinden de yoksulluk çıkacaktır. Sağlıkta dönüşüm gerçekleşirse ne­ lere yol açacakf Koruyucu hekimlik ortadşn kal­ kacak, aşılanma oranı düşecek, bula­ şıcı hastalıklar artacaktır. Herkes pa­ 50

rası kadar sağlık hizmeti alabilecek­ tir. Sağlık harcamaları kat be kat ar­ tacaktır. Sağlık çalışanları örgütsüzleşecek, çalışma barışını tümüyle kaybedecek, mutsuzlaşacaktır. Emekçi halk daha da yoksullaşacak. Sağlıkta dönüşüm programının sağlık emekçilerine yansıması nasıl olacaktır? “Performansa dayalı ücretlendirme” hekimler ve diğer sağlık çalı­ şanları ile farklı branşlardaki hekim­ ler arasında eşitsizlik/adaletsizlik yaratacaktır. “Sözleşmeli çalışma”, iş güvencesini yok edecek, mevcut haklan sınırlandıracak, angaryayı yasallaştıracak, kamuda istihdamı sı­ nırlandıracaktır. “Taşeronlaştırma”, sağlık çalışanlarının emeğini daha da değersizleştirecek, çalışma koşul­ larını olumsuz etkileyecek, insan onurunu zedeleyecektir. Hekim-hasta ilişkisi piyasa kuralları tarafından belirlenecektir...

Türk Tabipler Birliği nasıl bir sağ­ lık sistemi istiyor? Genel vergilerden finansmanın sağlandığı, sağlığa bütçeden yeterli payın ayrıldığı, genel pratisyendik esaslı birinci basamak sağlık hizmeti­ ni önceleyen, herkese eşit-ücretsiz sağlık hizmetinin sunulduğu “kamucu-eşitlikçi” bir sağlık sistemi isti­ yoruz. Ve ayrıca dünyayı yeniden keşfetmiyoruz. Bu sistem sosyalist sistemlerde başarıyla uygulandı, uy­ gulanıyor. Ülkemizde de geçmiş yıl­ larda kısmen uygulandı. Çalışanlar için insanca çalışma koşullan, insanca geçinebileceğimiz ücret, iş güvencesi, grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı istiyoruz. Buradan Küba yönetimine ve son dönemde önemli mesafeler kateden Venezüella yönetimine sundukları çok başarılı örneklerden dolayı se­ lam gönderiyoruz...


STRATEJİK KAYMALAR VE YEN İ

İTTİ FAK

ARAYIŞLARI

Mehmet Vılmcızer

Amerika'nın mevzi kaybettiği Latin Amerika'da başlıca iki farklı karakter var. Bre­ zilya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal politikalara yumuşak bir direnç gösteren ilk kesim, bir yandan da DTÖ'de Amerika ve Avrupa'nın ikiyüzlü politikalarına karşı bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha radikal zeminde duran Venezüella ve Bolivya, sadece direnmekle kalmayıp, alternatifler yaratma hedefini güdüyorlar. Dünyadaki güç merkezleri arasın­ daki ilişkide 2001 ’de ikiz kulelerin yı­ kılışının hemen arkasından kurulan dengelerde bugün çok önemli kayma­ lar yaşanmaktadır. Genel olarak ele almdığmda o günden bugüne geçen beş yılda ABD ve AB’nin konumunda bir yıpranma ortaya çıkarken, Çin ve Rusya’nın konumunda bir gelişme ya­ şanmıştır. İçinde bulunduğumuz gün­ lerde bu tabloyu değiştirmek için ABD’nin yeni bir atak geliştirmekte olduğu görünüyor. Önce mevcut durumun bir tablo­ sunu çıkartalım. ABD, 2001 başından itibaren yo­

ğun bir saldırıya kalkışmış, ilk Körfez Savaşı’ndan sonra kendi aleyhine de­ ğişen dengelerde köklü bir sıçrama yaratmıştır. Afganistan’ın doğrudan ve buna bağlı olarak Merkez Asya’nın dolaylı işgali gerçekleştirilmiştir. Ara­ dan beş yıl geçtikten sonra ABD hala Afganistan’dadır, ancak Merkez As­ ya’daki mevzilerini tek tek kaybet­ mektedir. Bu bölgede yapılan “porta­ kal devrimi” girişimleri bir sonuç ya­ ratmamıştır. ABD Merkez Asya’da 2001’de elde ettiği mevzileri bugün kaybetmektedir.

işgal koşullarında oynanan demokrasi oyunu bile ABD’nin istemediği so­ nuçlar yaratmıştır. Irak içinde yaşanan Şii ve Sünni gerilimi aslında bölgede­ ki güç dengelerinin bir sonucundan başka bir şey değildir. ABD, Şad­ dandı devirdikten sonra hangi denge­ ler üzerinde yürüyebileceğini tespit edebilmiş değildir. İşgalde kurtarıcı gi­ bi karşılanacağını varsaydığı için, iş­ gal sonrası dengeler için hiçbir hazır­ lık yapmamıştır. Ayrıca böyle hesap­ ların ne ölçüde tutacağı da ayrı bir so­ rundur. Irak’m bölünmesi, bölgede yepyeni bir dönemi başlatır. Askeriye camiinin bombalanması ile başlayan süreç, aslında Irak içinde çözümsüz

bir noktaya gelen güç ilişkilerinin zor­ la bir şekle sokulma provasıdır. Ancak hangi sonucu yaratacağını kimse bil­ miyor. Irak’taki durum ABD’nin elini kolunu bağlayan sonuçlar yaratmakta­ dır. Netice olarak, işgal gerçekleşmiş ancak ABD lehinde dengeler henüz inşa edilememiştir. Bu durum Ameri­ ka’yı fazlasıyla yormaktadır. Amerika’ya son darbe Hamas ta­ rafından vurulmuştur. Filistin hareketi içinde Arafat sonrası yaratılmaya çalı­ şılan tam uzlaşmacı çizgi, Hamas’m zafer kazanmasıyla konum kaybet­ miştir. Fetih’in yenilgisi sadece poli­ tik zayıflıklarından dolayı değil, yıl­ larca yardımlarla beslenip çürümesin-

Afganistan’ın işgalinin ardından esas büyük hedef Irak’m işgali ger­ çekleştirilmiştir. İşgalin üzerinden yıl­ lar geçtikçe ABD’nin “düzen kurma” umutları azalmaktadır. En kısıtlanmış 51


MARTIM ¡SAN 2006

bedelini kendi iç gerilimlerinin yük­ selmesiyle ödemektedir. AB Anayasa­ sının Fransa ve Flollanda’da reddi, “Brüksel politikalarına” sıradan Avru­ palInın artan tepkisini göstermiştir. Paris varoşlarının yanması ise, tepki­ nin başka bir derinliğini ortaya koy­ muştur. AB, Amerika ve Rusya’nın çekim alanında sallanmaktadır. Yapı­ sından dolayı AB’nin kararlı bir stra­ tejik güç olarak davranabilmesi im­ kansız görünüyor. Irak Savaşı sırasın­ da aldığı konumu, savaş sonrasında da belli ölçülerde sürdüren Avrupa, karşı bir strateji geliştirme gücünde olmadı­ ğı için, sonuçta Amerika’nın atakları­ na göre pozisyon almaya devam et­ mektedir. Savaş sonrası süreçte, ABD, Emperyalist paylaşımın Suriye ve İran hedeflerini belirleyince en çıplak görüntüsü... AB bu gidişin karşısında olamayacağı için, sınırlı hedeflerle ABD’nin yönelişini etki­ AB, politik bir güç olarak zayıftır. Bu onun en önem li handikabıdır. lemeye çalışmaktadır. Daha önceki dönem de AB'yi sürükleyen Almanya-Fransa ekseni, Fransa’nın Lübnan ve Suriye üzerine ABD ile Almanya'daki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir? anlaşması; İran konusun­ da da, ABD çok yıprandı­ dendir. Fetih yönetimindeki yozlaşma yaratma hedefini güdüyorlar. Ameri­ ğı için nükleer silah pazarlıklarında yenilginin esas nedenlerinden birisi­ ka, Irak Savaşı’ndanberi Ortadoğu’ya AB’nin öne çıkması, iki gücün zorun­ dir. Buradan şu sonuç çıkartılmalıdır. yoğunlaştığı için Latin Amerika’ya lu işbirliği olarak yorumlanmalıdır. Neo-liberalizmin pervasızca bencillimüdahalede gecikiyor. Elbette Penta­ “Zorunlu”, çünkü ABD, Irak’m kim­ , ği körüklemesi, gündelik çıkarlarla gon yola çıkarken böyle hesap yap­ yasal silah yalanlarından sonra dünya bilinçleri körleştirme çabaları Filistin mamıştı. Irak’ta çiçeklerle zafer kaza­ için inandırıcı olamazdı; öte yandan, topraklarında tutmamıştır. Hamas’m nıp ve Saddam diktatörlüğüne karşı AB de İran’ın bir nükleer güç olması­ zaferi aynı zamanda moral değerlerin demokrasiyi inşa ettikten sonra, bura­ nı kesinlikle istememektedir. Buradan aşağılanmasına karşı da bir tepkidir. dan aldığı güçle bütün dünyada kaba­ zorunlu bir işbirliği ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’da önüne büyük hedefler. dayılığını yükseltecek, adeta karşı ko­ Ancak rekabet bütün hızıyla devam ekoyan ABD, Irak’ta yaşadığı patinaj­ nulmaz bir güç haline gelecekti. Bu diyor. Bush’un Hindistan gezisinden dan dolayı İran ve Suriye hedeflerine rüzgar bütün dünyada ve elbette Latin bir hafta önce Chirae, kalabalık bir yönelirken, önceki hatalarını tekrarla­ Amerika’da da etkisini gösterecek, bi­ heyetle Hindistan’daydı. Dokuz an­ mamaya çalışıyor. linç ve davranışlarda büyük bir baskı laşma imzaladılar. Bunların arasında oluşturacaktı. Bunun yerine direnişle Amerika’nın diğer mevzi kaybet­ nükleer enerji de vardır. ABD ve AB bocalayıp, Irak’.ta patinaj yaptıkça tiği alan Latin Amerika’dır. Aslında aralarındaki güç dengesini lehlerine dünya ölçüsünde güç ve itibar kaybe­ Arjantin ayaklanması Latin Ameri­ çekebilmek için birbirinin gölgesini diyor. ka’da neo-liberalizmin en açık bir şe­ izliyor. kilde iflasının sembolü oldu. Bu dalga Sonuç olarak, ABD, 2001’de he­ AB, politik bir güç olarak zayıftır. „ büyüyerek vuyıjıvor^Bu deflediği pozisyonun çok gerisinde­ Bu onun en önemli handikabıdır. Da­ lıca iki farklı karakter vardır. Brezil­ dir. Şu anda, Merkez Asya ve Latin Aha önceki dönemde AB’yi sürükleyen ya, Şili ve Arjantin gibi neo-liberal merika’da çok açık mevzi kaybetmek­ Almanya-Fransa ekseni, Almanya’da­ politikalara yumuşak bir direnç göste­ ki yeni iktidarla ne ölçüde gidecektir? tedir; Ortadoğu’da da stratejik olarak ren bu kesim, bir yandan da Dünya Ti­ Ayrıca AB bütçesi daraldığı için hare­ yerinde saymakta, yıpranmaktadır. caret Örgütü’nde Amerika ve Avru­ ket kabiliyeti ve yeni ortaklarını şekil­ Avrupa Birliği, diğer yıpranan pa’nın ikiyüzlü politikalarına karşı bir lendirme hızı da yavaşlayacaktır. AB, büyük güçtür. Yapısal sorunlarından zemin yaratmaya çalışıyorlar. Daha bir yandan ABD’nin yüksek teknik dolayı, dış politikada bugüne kadar radikal zeminde duran Venezüella- ve gerektiren, uzay, silah, yeni gelişen bir ağırlık oluşturamayan AB, neo-li­ Bolivya, neo-liberal politikalara sade­ gen ve nano sanayi rekabetiyle; öte beral politikalara ayak uydurmanın ce direnmekle kalmayıp, alternatifler

52


MART-NİSAN 2006

yandan Çin dünyanın ucuz emek atöl­ yesi oldukça oradan gelen tüketim mallarının rekabetiyle karşı karşıya­ dır. ABD’nin açık stratejik hedefleri vardır, ancak aynı şey AB için söyle­ nemez. AB, ABD’nin adımlarına tep­ ki üretme seviyesindedir. AB’nin bir stratejik hedefinden söz edilecekse, o da, birliğin Doğu Avrupa’ya genişle­ tilmesidir. Bu hedef bile sorunlu yürü­ mekte, ortaya güçlü bir politik irade çıkmadığı gibi, bu yayılma kritik an­ larda AB’de politik parçalanmalara yol açmaktadır. Dünyadaki yeniden paylaşım hiçbir vşekilde bütün güç merkezlerinin “ortaklaşa” davranışına dönüşmeyip, tersine daha da şiddetle­ neceği düşünülürse, AB için gelecek günler çok daha zorlu olacaktır. Ana­ yasa, politik merkezi bir güç yaratma­ nın en asgari adımı olacaktı. Bugün o asgari seviye bile yakalanamamıştır.

Rusya, Irak Savaşı sonrası hızla kendini toparlamıştır. Dünya ve bölge politikasında daha aktif rol almak için girişimlerini artırıyor. Ancak hala ekonomisi enerji (petrol ve doğal gaz) ve silaha dayanmaktadır. Dünya paza­ rında başka alanda bir rekabet gücüne sahip değildir. Altyapı ve kurumlar olarak da fazlasıyla yıpranmıştır. Bu konuda Amerika kadar kötüdür. Ba­ tı’dan ve Doğu’dan bütün kırmızı çiz­ gileri zorlanarak sıkıştırıldı. Fakat bu konuda bir sınır çizgisine gelindiği ve Rusya’nın daha geriye gitmeyeceği anlaşılıyor. Ukrayna üzerine bilek gü­ reşi “portakal devrimi”yle bitmemiş yeni başlamıştır. Merkez Asya’da ise Rusya kaybettiği mevzileri yavaş ya­ vaş geri almaktadır. Son dönemde kri­ tik alan Gürcistan’dır. Sık sık “Rusya ile savaşmak”tan söz eden Gürcistan, Amerika’nın tetiklemesiyle ikinci bir Çeçenistan’a dönüştürülebilir. Rusya kendini toparlayıp ileriye doğru adım­ lar attıkça ABD ve Avrupa tarafından hırpalanacaktır.

merikan stratejik düşünce tankları son dönemde Irak ve İran’dan çok Çin üzerine araştırma ve yorumlarla dolu­ dur. En kırılgan noktası enerji olduğu için bu konuda büyük bir arayış ve atak içindedir. Merkez Asya’dan Afri­ ka’ya kadar petrol anlaşmaları yap­ maktadır. Elbette en önemli anlaşma­ yı -“yüzyılın anlaşması” deniyor- İran ile yapmıştır. Son dönemde Rusya ile geniş çaplı askeri tatbikatlar yaparak, ilişkisini daha yüksek seviyeye çek­ miştir. Bu arada ABD yayın organla­ rında “Çin’in gizli askeri üsleri” üze­ rine bol spekülatif yazıların çıkması, Pentagon’un bir şeylere hazırlandığı­ nın işaretidir. ABD’nin Hindistan’ı kendine karşı konumlandırmasını en­ gellemek için, birkaç ay önce ilginç tekliflerle Hindistan’la görüşmeler başlatmıştır. Çin’in stratejik olarak ilk hedefi, dünyadan çok, Pasifik bölgesinde et­ kinliğini yükseltmektir. Bu konuda son on yıldır büyük adımlar atmıştır. Şu anda dünyanın en fazla döviz re­ zervi olan bölgesi Uzak Doğu’dur. Çin, Japonya’dan sonra en fazla rezer­ ve sahiptir.

Japonya, ekonomik olarak bir dev olmaya devam ediyor, ancak poli­ tik cüceliği ise derinleşerek sürmekte­ dir. 90’lı yılların başlarında ABD po­ litikalarından bir kopuşma isteği gös­ teren ve “normal bir ulus” olma yolu­ na çıkmaya niyetlenen Japonya, böl­

C |O İ

gede Çin’in çok hızlı büyümesi nede­ niyle, yeniden ABD stratejik hedefleri­ ne angaje hale gelmiştir. Yaşadığı uzun ekonomik durgunluk (1990-2000) ile “Japon ekonomik mucizesi” diye bir şeyin olmadığını görmesi, buna karşılık “Çin mucizesi”nin doğuşuna tanık olduğu için, 90’ların başlarında yeltendiği “Amerika’ya hayır diyebil­ mek!” tavrından çark ederek bildik konumuna geri döndü. Hatta Tayvan konusunda, ABD ile birlikte bir anlaş­ ma imzalamış, Tayvan’a yapılacak, saldırıya karşı cevap verme yükümlü­ lüğü altına girmiştir. Bu konuda sık sık Çin’e karşı provokasyonlar dene­ mektedir. Japonya’nın yeniden ABD stratejik eksenine oturması Pasifik’te­ ki bilek güreşinin şiddetinin bir kanı­ tıdır. Enerji konusunda Çin kadar kı­ rılgan olan Japonya, ‘91 Körfez Sava­ şı öncesi gibi ABD politikalarını çok zorlayan tavırlara girmemektedir.

Irak s a v a ş ı s o n ra s ı d ö n e m in s tra te jik ö z e llik le r i İlk önemli özellik, ABD’nin yeni strateji arayışlarıdır. Bu arayışlar en son “uzun savaş” kavramıyla dile ge­ tirildi. “Uluslararası terörle mücade­ le” gürültülü stratejisi daha kapsamlı başka bir kavrama yerini bırakıyor. “Uzun savaş” açıklandığı kadarıyla iki esas eleman içeriyor. Birisi, düzen-

Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim göstermekte­ dir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnut­ suzlukları biriktirmek ve hatta doğa­ nın katliamı pahasına gelişmektedir. Ancak Çin, bu konuda fazla seçeneği olmadığını, er geç “hesaplaşma” za­ manının geleceğini biliyor. Bütün A­

55


q o l MART-NİSAN 2006

li ordu savaş düzeni, küçük hareketli birlikler düzenine dönüştürülecek ve aynı anda pek çok küçük savaşların yürütülmesine göre organizasyon ya­ pılacak. İkincisi, ordu aynı zamanda savaş sonrası süreç için de eğitilecek. “Ulusal inşa” konusunda Irak’ta yaşa­ nanların tekrarlanmaması için ordu maddi ve toplumsal altyapının inşa­ sında özel olarak uzmanlaştırılacak. Bu konu Balkan Savaşları sırasında AB tarafından yürütülmüştü, şimdi ABD kendisi bu işe soyunmaya hazır­ landığına göre, bu konuda AB’den bir umudu yok demektir. Yeni strateji üzerine uzun uzun yorum yapmadan önce ihtiyatlı olmak gerekiyor. ABD’nin son beş yılda yaptığı strate­ ji değişiklikleri, Pentagon’un kafası­ nın oldukça karışık olduğunu gösteri­ yor. Pentagon’un öngörüleri sürekli olaylar tarafından yalanlanmaktadır. “İki noktada aynı anda konvansiyonel savaş” stratejisi geri çekildi. Şimdi “uzun savaş”a hazırlanılıyor. Yeni “uzun savaş” stratejisinde açık olmayan önemli bir nokta vardır. Aynı anda pek çok noktada hareketli müdahale bir­ likleriyle gerilla tarzı savaşa göre or­ dunun düzenleneceği söyleniyor. Bu­ nun pek çok noktada yapılabilmesi için, bu topraklardaki hükümetlerin iz­ ni ve onlarla sıkı işbirliği gerekir. Şu anda bu statüye yakın tek ABD gücü Kolombiya’dadır. Afganistan ve Irak önce düzenli orduyla işgal edilmiş ül­

kelerdir. ABD, anlaşıldığı kadarıyla, Afganistan ve Irak işgali sonrası gelen ve.hala baş edemediği direnişlere kar­ şı hazırlık yapmaya çalışıyor. Bu yeni sözde stratejinin derinliği yakında or­ taya çıkar. Ancak şu andan görünen, ABD yine el yordamıyla gitmektedir. Bunun en son örneklerinde birisi de Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Doğma­ dan ölen bu proje, Türkiye işin içine çekilerek diriltilmeye çalışılıyor, an­ cak bu proje ölmeye mahkumdu ve diriltilemez. ABD neden böyle yanılgı­ lara sürükleniyor? Gücünü çok abart­ tığı için! Irak Savaşı’nda ABD ordusu bü­ yük ölçüde yıpranmış, şu anda yedek bulamayacak ölçüde açmaza girmiştir. Irak Savaşı bir yanıyla “paralı Or­ du’ların bir sınırı olduğunu da göster­ di. “Yeni strateji” bu sorunla da uğraş­ mak zorundadır. Dev silah gücüyle sa­ dece imhaya odaklı ABD ordusu, ha­ reketli savaşa hazırlanıyorsa, bu çok yaratıcı kurmay ve savaşçı gerektirir. ABD ordusu en çok savaşan ordu ol­ masına rağmen bu konuda seviyece çok düşüktür. Büyük hava gücü ve uzay istihbaratıyla “insansız savaşa” hazırlanan ABD, yeni sözde strateji­ siyle tam tersi bir noktaya kaymakta, yeniden “insanlı” savaşa hazırlanmak zorunda kalmaktadır. Bütün bu sözde yeni strateji tartış­ maları üzerine daha fazla yorum yap­ mayı bir kenara bırakalım. Uçuşan

stratejilerden öteye bir nokta çok açıktır. Washington, gerilim ve savaş stratejisinden vazgeçmiyor. 2007 “sa­ vunma bütçesi” 513 milyar dolar ola­ rak planlanıyor. 2001’de 283 milyar dolar olan bütçe hemen hemen iki ka­ tma çıkarılacaktır. Bunlar ABD’nin esas stratejik duruşunda bir değişim ol­ mayacağını, yürütümde kaçınılmaz düzenlemeler yapılacağım gösteriyor.

İkinci özellik, yumuşak saflaşma­ lardır. Günümüz yeniden paylaşımı­ nın özelliği, güçler arasında katı ve kesin saflaşmaların şekillenmeyişidir. Tarihe baktığımızda, emperyalist pay­ laşımın başlamasından sonra, güçler arası saflaşmada başlıca iki neden se­ çilebiliyor. Emperyalist paylaşıma geç katdan ülkelerle önceki egemen­ ler arasında saflaşmalar yaşanmıştır. 20.yy’m ilk yarısındaki her iki payla­ şım savaşında da, geç gelen Almanya ve İtalya safın bir tarafını oluşturmuş­ tur. Ancak olaylar safların birisinin kesin egemenliği sonucundan çok, iki paylaşımda da yıpranmayan “üçüncü” taraf olan Amerika’nın galip hale gel­ mesi sonucunu doğurmuştur. Bunun dışında, doğrudan ideolojik, sosya­ lizm ve kapitalizm saflaşması uzun bir döneme damgasını vurmuştur. Bugün güç merkezleri arasında ideolojik bir saflaşma yoktur. Geriye paylaşım çıkarları açısından saflaşma­ lar kalır. YDD’nin kısa tarihinde böy­ le saflaşmalar oldukça değişken ol­ muştur. İlk Körfez Savaşı’ndan günü­ müze merkezler arası ilişki sürekli de­ ğişmiştir. 1990’larm başlarında bütün güçlerin içinde olduğu bir “koalis­ yon”; Balkan Savaşı sırasında, Sırbis­ tan’a, aslında Rusya’ya karşı tüm NA­ TO ittifakı; Afgan Savaşı sonrası, ABD’nin “eski Avrupa’yı” ve tüm di­ ğer güçleri karşısına alması, güç mer­ kezleri arasındaki ilişkilerin nasıl de­ ğişken olduğunu gösteriyor. Irak Savaşı deneyi Washington’a dünyayı ittifaksız tek başına yönetemeyeceğini gösterdi. Bu tatsız gerçek karşısında ABD, İran olayı sırasında AB ile çok sınırlı da olsa işbirliği de­ nemelerine girmiştir. Fakat buradan sürekli bir ittifakın çıkacağını öngör­ mek imkansızdır. Irak Savaşı’nm or-


MART-N İSAN 2006

CjjOİ

taya koyduğu güçler dengesi ABD’ye sınırlı bir ittifakı dayatıyor; öte yan­ dan ABD kendi gücünü koruyabilmek için dünya enerji kaynakları üzerinde güçlü bir denetime sahip olmak ve bu­ nun kadar önemlisi, dünya sermaye birikiminin yüzde 80’inden fazlasını kendine çekmek zorundadır. Hiçbir merkez bu enerji denetimi ve sermaye transferine gönüllü razı olmayacağına göre, bu denklemden sürekli bir itti­ fak çıkması mümkün değildir. Bu gerçekten hareketle dünyaya baktığımızda birbiriyle iç içe geçen iki saflaşma görünür. Temel olan, tüm diğer güçlere karşı ABD-İngiltere (za­ yıf bir bağlantıyla Japonya’da bu kut­ ba dahildir) saflaşmasıdır. Bu saflaş­ mada esas güç ve aktör ABD’dir. Do­ layısıyla ABD ve diğerle­ ri biçiminde yumuşak bir saflaşma, zaman zaman Çin, büyük çelişkilerle birlikte nefes nefese bir gelişim gösterm ekte­ dir. Ekonomi, büyük sosyal hoşnutsuzlukları biriktirmek ve hatta farklı biçimlere de girse kendini ortaya koymakta­ doğanın katliamı pahasına gelişmektedir. dır. Bu genel karşı karşı­ Ancak Çin, er geç "hesaplaşma" zamanının geleceğini biliyor. ya duruşun içinde, katı­ laşmamış olan saflaşma lann bir versiyonuna yuvarlanabilir­ duran, ancak zaman zaman Rusya ile ise, ABD-İngiltere ve Çin-Rusya saf­ ler. Fakat halklar da bir cevap yaratma kendini güçlendirmeye çalışan taktik­ laşmasıdır. Burada ABD egemen ta­ gücünü gösterebilirse, yürünecek yol ler izlemektedir. Çin ve Rusya yükse­ raf, gücünü koruyabilmek için dünya kesinlikle değişecektir. len taraf olmayı sürdürebilirlerse güç zenginliğinin yarısından fazlasını çe­ merkezleri arasında en zor konum AB Irak Savaşı sonrası kritik süreci şitli yollarla kendine maletmeye de­ için ortaya çıkacaktır. Parçalanma da­ geçmek için ABD’nin sınırlı ittifakla­ vam etmek zorundadır. Çin, geç gelen hil, çok kritik süreçlere girebilir. Eğer ra gereği vardır. Savaş öncesi kabada­ ve gelişen, ancak hızlı ilerleyen, Rus­ bugün yumuşak saflaşmalar içinde en yılıklarının bedelini yıpranarak ödü­ ya ise büyük bir güç iken çöken ve ye­ belirgin olanı vurgulamak gerekirse, yor. Bu nedenle, İran ve Suriye’nin niden ayağa kalkmaya çalışan bir ko­ bu ABD-İngiltere ittifakına karşı Çintasfiyesinde AB ile işbirliğini gerekli numdadır. ABD’nin egemenliğini ko­ Rusya ittifakıdır. AB bu saflaşmada görüyor. Öte yandan, hızla girdiği rumaya çalışması ancak diğer tarafın her zaman ABD’ye yakın durmayı ter­ Merkez Asya’dan geriye püskürtül­ engellenmesiyle mümkündür. Çin ve cih etse de, ezildikçe güç kazanmak imesi ve Çin’in yükselişi karşısında Rusya’nın gelişmesi, hatta Amerikan çin özellikle Rusya üzerinden politika Hindistan’ı devreye sokma adımını ayaşam tarzının sadece yarısı seviye­ yapmayı gündemine geçici süreler ge­ tıyor. Fakat İran konusunda AB’nin sinde bir noktaya ulaşmak için, tirmiştir. Washington ü n amaçlarını tatmin eABD’nin kaynaklarının büyük çoğun­ decek bir noktaya kadar gelmesi çok Günümüzün saflaşma konusunda luğunun kesilmesi gerekiyor. “Bir azor görünüyor. Böyle bir sürüklenme bir özelliği, yumuşak saflaşmalarda rada var olabilmek” kapitalizmin esas yaşadığında bizzat kendi çıkarlarını bir karakter değişimi yaşanmasa da, özellikleriyle çelişmek anlamına geli­ riske atmış olacaktır. Öte yandan, As­ büyük güçlerin yeni ittifaklar yarata­ yor. Tarih bilincimizi yokladığımızda, ya’da Hindistan’ı devreyle sokma ça­ rak, mevcut tıkanmayı aşma sürecine emperyalist paylaşımın şiddeti ve ka­ basının, tümüyle ABD çıkarlarına hiz­ girmiş olmalarıdır. çınılmaz bencilliği, böyle dengelerde bir tarafın, hatta iki tarafm da yıkımı­ met eden bir yönde gelişeceğinin de Üçüncü özellik, pazarlık alanla­ nı getiren sonuçlar yaratıyor. Bu an­ hiçbir teminatı yoktur. Fakat Irak Sa­ rında bugüne kadar Ortadoğu önde lamda dünya 20.yv'm basma geri vaşı sonrası ortaya çıkan güç dengele­ göründü, artık devreye gerçek güç odönmüş gibidir. Aynı yoldan yürüme­ ri bu adımları zorunlu kılıyor. Bu güç dağı Avrasya giriyor. Uzakdoğu ve yecekse hangi yoldan yürüy ecektir? oyunlarından yeni bir aşamaya tırmaGüney Asya, pazarlıkların odaklaşaBu sorunun cevabı sadece egemen sı­ nılacaktır. cağı alanlar olacaktır. Ekonomik güç nıflara kaldığı takdirde onlar eski yolAB bu saflaşmada ABD’ye yakın olarak Uzakdoğu epey zamandır öne


qol MART-NİSAN 2006 çıkmaktadır. Ekonomik gelişimin, dünya rezervlerinin en güçlü olduğu ve aynı zamanda silahlanmanın da en hızlı geliştiği alandır. Bu bölgenin doğrudan aktörlerinin başında Çin ge­ liyor, sonra sırayla Rusya, Japonya ve Hindistan gelmektedir.

likle Çin’e karşı Hindistan üzerinden oyunlar oynayacaktır. Bu gerçekler Hindistan iç politikasında kaçınılmaz olarak belli gerilimler yaratacak; öte yandan, Ortadoğu gibi kurcalandığın­ da, Güney ve Güneydoğu Asya yüksek gerilimlerin yüklü olduğu bir bölgedir.

kedir. Rusya ile bağları son yarım yüz­ yıla dayanır. Silah sistemleri olarak Rus silahlarına sahiptir. An etik son dö­ nemde Amerikan savaş uçakları alma peşindedir. ABD, Hindistan’ı dünyanın yeni büyük güçlerinden birisi haline getirmek gibi hedefe hiçbir zaman sa­ hip değildir. Çin ve Rusya’yı kuşatmak için, Hindistan’ı öne sürecektir. Özel­

tışmalı anti-Batı zemindeki siyasal İs­ lam’dır. Bu eğilim, bir yanıyla son dört yüzyıldır insanlığı şekillendiren Batı merkezli düşünüş ve yaşam tarzına bir tepki; öteki yanıyla kendi ülke ya da toprak zenginliğine sahip çıkma bilin­ cini taşıyor. Ancak esas olarak kapita­ list sistemin ilişkilerinin dışına çıkan bir duruşu yoktur. Bu tepkilerin tarih­

sel kaynakları ve ideolojik duruşları çok farklıdır. Ancak ortak yanları em­ peryalist paylaşıma karşı durmalarıdır. Ancak bundan öteye bir ortak zemin daha vardır. Bu da Batı’nm moral de­ ğerleri aşağılayan, sırf bencillik üzeri­ ne kurulu çıkarcı maddi zeminine bir tepkidir. Batı kültürü ve demokrasisi­ ABD, bu alanda istikrarlı bir ko­ ABD rakiplerini kendini ateşe at­ nin eski ölçüde bir çekim gücü yoktur. num tutturamamıştır. Eğer bir üçüncü madan, onların arasında sürtünmeler Elbette bunu, günümüzün çok yaygın dünya savaşı ölçüsünde gerilim yaşa­ yaratarak yıpratmayı amaçlıyor. An­ post modern kültürünü unutmadan nacaksa, bu gerilime aday bölge Av­ cak bu klasik silahın bugün işlerliği söylüyoruz. Bu parıltı artık kesinlikle rasya’dır. Bölgede Japonya büyük bir eskisi ölçüsünde değildir. Irak’ta bile sönmeye başlamıştır. Hala müthiş bir ekonomik güç olsa da, hem II. Dünya kendisi için dövüşecek güç yaratmak­ tüketim kültürü egemendir, ancak ne­ Savaşı’mn anılarından dolayı hem de ta zorlanan ABD, Avrasya denen in­ reye kadar? Amerikan dış politika der­ ABD güdümünde “normal olmayan san denizinde belli bir noktadan öteye gisi Foreign Affairs’e konu olacak öl­ bir ulus” olması nedeniyle etki alanı geçmekte zorlanacaktır. Afgan Savaçüde bir gelişme Batılı kafaları olduk­ sınırlıdır. Çin’in etki alanı kesinlikle şı’nın hızıyla Merkez Asya’da acele ça sarsmıştır. Rusya’da yapılan bir ka­ öne çıkmıştır. adımlar atan ABD’nin bu girişimleri mu araştırmasına göre en sevilen lider aradan beş yıl bile geçmeden geri tep­ Bu bölgenin özellikleri dünya nü­ olarak Stalin ezici bir çoğunlukla öne meye başladı. İkinci büyük atağı, Hin­ fusunun hemen hemen yarısının bulun­ çıkarken, en nefret edilenler Kruşçef, distan’ın ABD bölge stratejisine ek­ duğu bölge olması, buna karşılık ener­ Gorbaçov ve Yeltsin’dir. Demek ki, lemlenme çabalarının iflas etmesi için ji kaynakları açısından sınırlı olması­ küreselleşmenin büyüsü artık kesinlik­ bakalım kaç yıl gerekecektir. dır. Enerji kaynakları Merkez Asya ve le dağılıyor. Üçüncü tepki, daha silik Sibirya’dadır. Bugünkü maliyeti Orta­ Sonuç olarak, yaklaşan günlerde ve bir hedefe yönelmekten çok, kay­ doğu’ya göre yüksek olsa da, son fiyat­ gerilim alanı olarak Avrasya’nın öne bettiklerini. savunma zemininde kalan, larla birlikte Sibirya bile işletme açı­ çıkması büyük olasılıktır ve ABD açı­ sosyal devletlerin yok olmasına karşı, sından “karlı” hale gelebilir. Japonya sından hedef Çin ve Rusya’nın yıpraçalışan kesimlerden yükselen tepkidir. hariç, bu bölgenin aktörlerinin ABD itılmasıdır. Bu tepki, henüz “21.yüzyıl sosyalizmi le ilişkileri tarihsel ve güncel olarak ile” buluşmadığı gibi, bu çıkışa karşı Dördüncü ve son özellik, yeni sorunludur. Bu gerçekten hareketle oldukça kayıtsızdır. Siyasal İslam’la iemperyalist paylaşıma halklardan üç ABD, Clinton döneminden beri Hin­ lişkileri ise düşmanlık zeminindedir. farklı ana zeminde tepkinin yükselme­ distan’la ilişkileri geliştirmenin yolla­ Bu ayrı kanallardan akan tepkilerin bu­ sidir. Birisi, “21.yüzyıl sosyalizmini” rını aradı. Bugün bu konuda bir nokta­ günden nasıl buluşacağı üzerine öngö­ inşa etme iddiasıyla Latin Ameri­ ya gelinmiştir. Nük­ rü ve spekülasyonla­ leer enerji konusun­ Batı kültürü ve demokrasisinin eski ölçüde bir çekim gü­ rın hiçbir yararı ol­ da uluslararası ku­ madığı gibi zararı cü yoktur. Elbette bunu, günümüzün çok yaygın post vardır. Dünyanın bu ralları ve aynı za­ manda kendi sözde modern kültürünü unutmadan söylüyoruz. Bu parıltı ar­ koşullarında her tep­ prensiplerini de zor­ tık kesinlikle sönm eye başlamıştır. Hala müthiş bir tüke­ ki kendi kanalların­ layarak ABD, Hin­ da yürüyecektir. Ötim kültürü egem endir, ancak nereye kadar? distan ile anlaşmaya nemli olan emperya­ varmıştır. list paylaşımın yolunu farklı yönlerden ka’dan yükselen eğilimdir. Bu eğilim kesen etkiler yaratabilmelerindedir. EBu yeni ittifakın nasıl yürüyeceği aynı zamanda sosyalizmin yıkılışının sas olan budur. Sonrası emperyalist konusunda bugünden bazı öngörülerde yarattığı bilinç ve moral tahribatının paylaşımın krizlerle derinleşmesiyle bulunmak mümkündür. Hindistan, Pa­ giderilmesinde de tarihi bir rol oynaya­ daha açık olarak görülebilecektir. kistan ve Çin ile sorunları olan bir ül­ bilir. Diğeri, anti emperyalist yanı tar­

56

Sonuç olarak, Irak savaşı öncesi ABD’nin diğer güçlere dayattığı ve “uygun” gördüğü konumlar yürümemiştir. Yeni ittifak arayışları içine gi­ rilmiştir. Yeni arayışlar, umulanın ter­ sine güçler arası sürtünmeleri yüksel­ tici bir rol oynayacak, ayrıca paylaşım gerilimini yeni bölgelere taşıyacaktır. 05 Mart 2006


DENGELER Ayşe Tcmsever

IraK'ta Kan gövdeyi götürüyor, rahlı liderler, hükümeti Kurmakla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani'den Şii lider 5adr Mukteda'ya, Bush'a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı, hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. Ancak olaylar sürüyor. Irak'ı eskisinden de karışık günler bekliyor. Irak’ın bu kez kesin bir iç savaşın eşiğinde olduğu düşünülüyor. Şubat son­ larında Şamara kentindeki Askariya Camisi’ne yapılan saldırı, Sünni ve Şiileri birbirine düşürdü. Hükümet yetkililerine göre 200, Irak polisine göre tüm ülkede 1000’in üstünde, kimi Batı basınına göre ise 1300’e yakın kişi öldü. Bunların %99’u Sünni. 100’e yakın Sünni camisi tahrip edildi. Irak’ta hükümet kurma ça­ lışmaları durdu. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Iraklı liderler, hükümeti kur­ makla görevlendirilen Caferi ve Devlet Başkanı Talabani’den Şii lider Sadr Mukteda’ya, Bush’a kadar herkes halkı sakin olmaya çağırdı. Hatta İran liderleri bile Şiileri sakin olmaya çağırdılar. An­ cak olaylar sürüyor. Aslında Irak’ta her gün onlarca insan ölüyordu ama şimdiki rakamlar “normalin” pek çok üstünde. İç savaşın tehlikeleri anlatılıyor. Irak’ı eski­ sinden de karışık günler bekliyor. Elbette altta baş gösteren bu karışık­ lık üstteki karışıklığın bir göstergesi. Ka­ rışıklık iki mezhep arasında dini bir özel­ lik gösterse bile altmda başka çıkarlar yatmakta. Bu çıkarları anlamadan olayla­ rın kaynak ve hedeflerini kestirmek olası değil. Seçimlerden Şii ittifakı galip çıktı. Ancak bilindiği gibi bu ittifak pek sağ­ lam değil. İttifakı oluşturan güçlerin farklı yapı ve görüşleri var. İran’da do­ ğup büyümüş olan SCIRI temelde İran’m Irak’taki kolu gibidir. Lideri Abdül Mehdi yeni kurulacak hükümetin başba­ kan adaylarmdan biriydi. İran'ın çıkarla­ rına uygun olarak SCIRI Irak'm bölün­ mesini ve güneyde bir Şii devleti kurul­ masını ister. Böyle bir Şii devleti İran'ın güdümünde olacaktır. Irak petrolünün büyük bir kısmının güneyde olduğu dü­

şünülürse de bölge petrolü üstünde Şiilerin ve İran’ın etkisi artacaktır. İran’ın Or­ tadoğu’daki gücü yükselecektir. ABD buna karşı ve o nedenle Şii ittifakını des­ teklemiyor ve ona karşı bir güç oluştur­ maya çalışıyor. Caferi’nin başını çektiği Dava Parti­ si ise Saddam’a karşı hep İran’dan destek almıştır. Ancak Humeyni sonrası İran ile aralan bozulur gibi olmuştur. Özünde belki şöyle demek uygundur. Dava Parti­ liler daha çok kendi petrollerine sahip çıkmak ve kendi çıkarlan doğrultusunda kullanmak isteyen Irak Şii buıjuvalandır. İran’a karşı milliyetçidirler. Irak’m bö­ lünmesine ve güneyde bir Şii devleti ku­ rulmasına SCIRI kadar sıcak bakmazlar. Bütün bir Irak pazan daha işlerine gelir. Elbette İran ile iyi ilişkileri vardır. Hatta Caferi sık sık Tahran’i ziyaret eder ve on­ ların görüşlerini alır. Dava liderliğinde kurulacak bir Irak hükümeti de İran ile ilişkilerini sıkı tutacaktır. Ancak SCIRI kadar ona bağımlı olmayacak, bağımsız­ lığa özen gösterecektir.

kın yoksulluğu ile pek ilgilenmemekte­ dirler. Aslında İran’da geçtiğimiz yaz Ahmedinecat’ta bu gerçekliğe halkın tepkisini dile getirerek iktidar oldu. Yani bir anlamda Mukteda ile Ahmedinecat’m üst üste düştüğü noktalar olsa gerektir. Mukteda da üst düzey dini liderlerin ül­ keyi yönetişine karşıdır. Bu nedenle İran’dan bağımsız ve bütün bir Irak dileğindedir Irak halkının bir numaralı dini otori­ tesi olan Sistani de az çok aynı'görüşte­ dir. Ancak Sistani bilindiği gibi İran reji­ mine başka bir yönden tepki olarak yo­ rumlanabilecek şekilde devlet ve din iş­ lerinin birbirinden ayrılmasını savun­ maktadır. O nedenle devlet kurulmasında herhangi bir görüş bildirmekten kaçmı­ yor. Kendisi SCIRI gibi İran’da doğup büyümesine karşılık Dava Partisi ile ak­ rabalık ilişkisi içindedir ve sanki İran’dan bağımsız bir çizgiden yanadır.

Şii ittifakı içinde olan 3. Parti Mukteda al Sadr güçleridir. Bilindiği gibi bunlar Şiilerin kurmayı düşündüğü gü­ ney Şii devleti sınırlan dışında, Bağdat çevresinde yaşayan yoksul Şiilerdir. Eğer Irak parçalanacak olursa bunların bir pet­ rol zenginliği kalmayacaktır. Aynlmaya kesinlikle karşıdırlar. Bu anlamda Mukteda Sünnilerle işbirliği yapmaktadır. Mukteda al Sadr her ne kadar Irak’ta di­ ni bir İslam din devleti kurmak istese bi­ le İran’da kurulu olandan farkları vardır. Humeyni sonrası üst düzey dini görevli­ ler petrol üstünde bir hakimiyet kurmuş­ lar ve gelirini kendi çıkarlan doğrultu­ sunda kullanmaktadırlar. Bu din adamlan din bilgileri ile zenginleşmişler ve hal­ 57


C |O İ MART-NİSAN 2006

vensiyonal silahlara göre eğitilmişken Mehdi Ordusu daha çok milis niteliklidir. Basra’da eskiden Bedr’in ait olan önem­ li yerleri ele geçirerek birbirlerine rakip oldular. Bu ön açıklamaların ardından belki son hükümet kurulması sırasında olanla­ rı anlamak daha kolay olacaktır. Bu her bir gurubun başbakanlık için adayları vardı. Yukarıda yazdığımız gibi SCIRl’nın adayı Abdül Hemdi, Dava’nm adayı İbrahim Caferi, Mukteda’nm adayı ise Nedim al Cabiri idi. Birde Saddam’a karşı çıkmış olan nükleer kimyacı ba­ ğımsız Şii aday Hüseyin Şahristan bulu­ nuyordu. Hiçbir aday oylamada gerekli çoğunluğu alamayınca Mukteda taraftar­ ları Da-va Partisi ile anlaştı ve Caferi baş­ bakan adayı olarak bir oy farkla SCIRI adayının önüne geçti. Bu anlamıyla da Mukteda güçleriyle uz­ laşır, ancak Sistani daha bir Irak Şii bur­ juvazisinin görüşlerine yakındır. Bu ne­ denle olsa gerek Sistani hiçbir zaman Mukteda kadar anti-Amerikancı olmadı. Hatta ABD’nin varlığını destekleyecek kararlar bile aldı. Oysa Mukteda 2 kez ABD askeri güçleriyle çatıştı. Ve de ken­ dini ezdirmedi. Halkın sempatisini ka­ zandı. Mukteda’mn Sistani’den diğer bir farkı da sıradan bir imam olmasında ya­ tar. Yani Şii imamların İran’da gittiği di­ ni okullarda yetişmemiştir. Zaten Irak içinde de “evde yetişmiş imamların” ikti­ darından söz etmektedir. Bununla ne kas­ tettiği, bu imamlara devlet yönetiminde ne gibi görevler verileceği belli değildir, ama o daha sıradan imamlar yada halk içinden çıkmış imamların önderliğini dile getirir. Anlaşıldığı kadarıyla diğer Ayetullahlar halktan kopuk ulema, din aydı­ nı olmuşlardır. Sistani de belki böyle bi­ ridir. Son olarak önemli bir nokta daha vardır. Mukteda’nın her ne kadar bir sü­ re önce silahsızlandırılmış olsa da bir Mehdi Ordusu bulunur. Yoksul halk ço­ cuklarının oluşturduğu ve kendi bölgele­ rinde din adaleti sağlayan, yoksula ba­ kan, güvenliği ve düzeni kuran bir ordu­ dur bu Son dönemde bu ordu elemanları asıl yerleri olan Bağdat civarındaki böl­ geden çıkıp kente yayıldılar. Hatta Bas­ ra’da örgütlenmeye çalıştılar. SCIRFmn Bedr Ordusu’na rakip oldular. Bedr Or­ dusu daha çok bir ülke ordusu gibi kon-

58

Caferi ve Mukteda’nm aralarında vardıkları anlaşmanm ayrıntıları bilinmi­ yor. Ancak yukarıda anlattığımız özellik­ lerden kalkarak bir şeyler çıkarmak mümkündür. Mukteda birçok açıdan ye­ ni anayasaya karşıdır. Onun ayrılıkçı yanlan budanmalıdır. Irak bir bütün ola­ rak kalmalıdır. Petrol gelirlerinin dağıtı­ mı merkezi hükümetin elinde kalmalıdır. ABD’ye hemen çıkış için bir tarih veril­ melidir. Bu istekler Sünnilerin de destek­ leyeceği maddelerdir. Zaten anlaşma o nedenle uygundur. Mukteda’nm arası za­ ten Sünnilerle iyidir. Böylece Caferi baş­ kanlığında kurulacak bir Irak hükümeti Sünni direnişçilerin eylemlerinden koru­ nacak, bir gelecek, sağlayabilecektir. Sünniler ancak Petrol, İçişleri ve Savun­ ma Bakanlıklannı isteyerek işi biraz yo­ kuşa sürüyor gibiydiler. Elbette böyle bir Jrak hükümetine SCİRI güçleri, Şii ittifakı içinde olsalar bile sıcak bakmıyor. Hele hele Kürtler bu işten hiç memnun değiller. Kürtler son seçimlerde oy kaybettiler, Şii ittifak ile yapılacak bir koalisyona oylan yetmiyor. Onlann talepleri bellidir. İyice löse, fede­ re bir Irak istiyorlar. Kuzey’deki petrol gelirlerinin kendilerine ait olmasına çalı­ şıyorlar. Hatta Kerkük bölgesinde derhal bir referandum yapılıp bu bölgenin de kendi federe topraklama katılması için zorluyorlar. Aynca eğer Sünni ve Şiiler arasında bir iç savaş çıkarsa bölge ülke­ lerinin istekleri ne olursa olsun derhal ba­ ğımsızlık ilan edeceklerini de açıkladılar. Devlet Başkanlığının geçici hükümette olduğu gibi kendilerinde kalmasının pe­

şindeler. Ayrıca orada yaşadıkları gibi bir sorunla karşılaşmamak için bu kurumun yetkilerinin artırılmasında direniyorlar. Caferi’yi de istemiyorlar. Onunla çok kö­ tü şeyler yaşadıklarını söylüyorlar. Son Türkiye ziyareti sırasında Caferi’nin ya­ pacağı anlaşmaları tanımayacaklarını söylemeleri bunun son göstergelerinden biri. Ayrıca Kürtlerin sanki ABD zoruyla ya da ona yaranmak için ileri sürülmüş gibi gelen bir talepleri daha var. Eski baş­ bakanlardan Allavi’nin yeni kurulacak hükümete alınmasını istiyorlar. Bilindiği gibi Allavi, Mukteda güçlerini Necef’te bombalattı. O bir ABD ajanıdır. Şimdi Caferi’yle ittifak yapan Mukteda güçleri­ nin onu kabineye alması düşünülemez. Özetlersek; Şiiler bir ittifak içinde olsalar bile farklı görüşlere sahiptirler. Bu farklılıklar bazı noktalarda Kürtlerle işbirliği yapma olanağı yaratsa bile te­ melde karşı olunan yığınla sorun vardır. Şimdiye kadar asıl güç olan Şiileri Sista­ ni ve dini özellikler bir arada tuttu. An­ cak bundan sonra birbirleriyle birlikte davranmaları giderek zorlaşmaktadır. Seçimler sonrası Caferi böyle karı­ şık, iktidara aday güçlerin farklı uzlaş­ maz çıkarlarının olduğu bir ortamda hü­ kümet kurma çalışmalarını sürdürüyor­ du. SCIRI ve Sünniler önemli bakanlık­ ları istiyorlardı. Kürtler bağımsızlık ilam için fırsat kolluyorlardı. Askariya Camisi’nin bombalanması bu ortamda gelişti. Hangi güçlerin bu bombalamanın arka­ sında olduğu pek karanlıktır. İlk suçlamalar El Kaide’nin Irak uzantısı Zerkavi’ye yöneltilse bile diğerle­ rine göre bomba SCIRI güçleri tarafın­ dan konulmuştur. Zerkavi şimdiye kadarki eylemlerinde hep çok sayıda Şi­ i’nin ölmesini hedefledi. Ancak son ma­ bet bombalanmasında Şii kanı dökülme­ di. Öyleyse bu Zerkavi işi olamaz. SCIRI kendi kendisini bombalamıştır. Elbette böyle bir değere yapılacak saldırıda Sün­ ni direnişçiler suçlanacaktır. SCIRI, Saddam güçlerinin içinde olduğu Sünnilerle bir ittifak yapılması ve Irak içinde tekrar onların iktidarda olmasına karşıdır. Böy­ lece Sünniler suçlanacaktır. Olaylar da böyle bir olguyu doğruladı. Bombalama sonrası çıkan olaylarda ölenlerin çoğu Sünniler oldu, Şiiler değil. Aynca böyle bir bombalamanm Şiiler de büyük bir öf­ ke yaratacağı ve şimdi görüldüğü gibi iki mezhep arasında çatışmaların olacağı, Irak’m parçalanma yoluna gideceği açık­


MART'NİSAN 2006

tır. Parçalanma da tam SCIRI güçlerinin işine yaramaktadır. Caferi ve Mukteda’nm arasında varılan anlaşmaya duyu­ lan öfke, böylece dile getirilmiş olmakta­ dır. Ya da Mukteda güçlerinin ülke için­ de etkinlik kazanması böylece tepeden engellenme yoluna girilecektir. Sonuçta bombalamanın arkasında İran yanlısı SCIRI güçlerinin olduğu düşünülebilir. Sünnileri öldüren kişilerin kara sivil gi­ yimli Bedr ordusundan olduğu söylen­ mekte. Bu tür güçler zaten Al Askariya Camisi bombalanmadan da böyle eylem­ lere girişiyorlardı. Sünniler de Bedr’ci olan İçişleri Bakam’nı suçluyorlar, onun istifasını istiyorlardı. O nedenle de yeni kurulacak hükümette bu bakanlığın ke­ sinlikle SCIRI yanlılarına verilmesine karşılar. Ancak işler bu kadar basit değildir elbette. Federe bir Irak SCIRI güçlerinin işi­ ne yarayabilir, ancak Kuzey’de bu du­ rumda kurulacak bir Kürt devletini İran da istemez. Irak Kürdistan’ı gelecekte İran ve Türkiye içindeki Kürtleri de içine almak isteyecek ve bölge dengeleri açı­ sından istenmeyecek bir durum gelişebi­ lecektir. Onun için SCIRI böyle bir işe kalkışırken daha derin düşünmek zorun­ dadır. Öte yandan hükümet kurma çalış­ malarında Kürtler açıkça dileklerini orta­ ya koydular. Eğer bir iç savaş başlarsa hemen bağımsızlıklarını ilan edecekleri­ ni söylediler. Bu anlamda Al Askariya Camii’n'in bombalanmasının arkasında İran yanlı güçlerin olduğunu söylerken iyi düşünmek gerekecektir. Ayrıca şu kesinlikle unutulmamalı­ dır ki ABD kendisinin hakim olmadığı bir Irak iktidarının güçlü olmasını iste­ mez. İktidar güçleri arasında çatlaklar yaratmaya çalışır. Hatta Irak’ta bir kaos ortamının olması onun işine gelir. Bir iç savaş yaşayan, birbirleriyle dövüşen bir Irak’ta iktidar ABD’nin çıkmasını isteye­ mez. Irak’ta kalmasını sürdürüp gerekti­ ğinde başvurulan bir güç olarak durmaya çalışır. Kaos ortamı Irak halkını bezdire­ cektir. İşsizlik, her gün onlarca ölüm, şid­ det, günlük yaşamda bir düzelmenin ol­ maması ABD güçlerinin kalış süresini uzatmasma hizmet edecektir. Yani Irak ne kadar kanşık, ne kadar parçalanma eğili­ minde olursa işgal güçlerinin kalışı da o kadar sağlam olacaktır. İstediği kadar ABD askeri bütçesi açık versin, istediği kadar petrol fiyatları yukarı çıksın, böl­

C jO İ

gedeki askeri ve ekonomik şirketleri kar yapacaktır. ABD Irak’ta kalıp Ortadoğu bölgesinde çıkarlarını daha güçlü dayat­ ma yeteneğine sahip olacaktır. Tarafları birbirine düşürerek kendi çıkarlarım ko­ ruyacaktır. Bu nedenlerle Askariya Ca­ misi’nin bombalanmasının arkasında ABD güçlerinin olma olasılığı yüksektir. Talabani, Caferi, İran hükümet başkanı Ahmedinecat bombalamanın hemen ar­ kasından bu işi ABD ve İsrail güçlerinin yapmış olabileceğini söyledi. Aynı anda Bush ve Blair de Zerkavi güçlerini gös­ terdiler. Mukteda olaylar sonrasında Mehdi ordu güçlerini Sünni camilerini korumaya ve Şii ve Sünnileri birbirlerine saldırmamaya çağırarak işgal güçlerinin derhal Irak’tan çıkmalarını istedi.

ler o noktada kopma noktasına geldi. An­ cak ABD’nin zoru ile bu çıkar ilişkileri­ nin uzlaşması seçim sonrası kurulacak hükümete bırakıldı. Bu çeşitli açılardan ABD’nin işine yarıyor olsa gerektir. Böylece kendi suçu biraz daha hafifliyor, başka dengelerde oynama ve bunun gel geç değil, daha kesin olması garantileni­ yordu. Şimdi herkes olaya Irak yönetici­ lerinin suçu olarak bakıyor. Oysa sorun­ ların hepsi daha o günlerden biriktirile­ rek bu günlere gelindi. Şimdi bu sorun­ larla baş etmek için eğer kurulabilirse çok güçlü bir iktidar olmak zorundadır. Bir anlamda yeni bir Saddam aranmakta­ dır. Bir grubun çıkarını diğerinin üstünde zorlayacak.

Şimdilik bombalama olayının arka­ sındaki gerçek güçlerin kimler olduğunu tespit etmek zordur. Fakat bazı gerçek­ likler ortadadır. Irak’ta hükümet kurma çalışmalarında karşılaşılan zorluğun te­ mel nedeni iç güçlerin petrol üzerindeki çıkarlarıdır. Şii ittifakı ABD’nin çıkışma tarih vermeden önce petrol gelirlerini kendi aralarında nasıl paylaşacaklarını belirlemek istiyor. ABD çıktıktan sonra yapılacak bir paylaşım bazı grupların işi­ ne gelmemektedir. İktidar ve bakanlık tartışmalarının altında yatan bunlardır.

Oysa asıl olan Irak toprakları üstün­ de yaşayan halkların çıkarları olmalıdır. Petro-dolarların peşinde koşanlarm ken­ di ceplerini doldurmak için halkın kanını akıtmaktan kaçınmayacakları ortadadır. Bu çıkar gruplarını da, işgal güçlerini de kendi çıkarlarına alet etmeye hazırdırlar. ABD de zaten böyle bir şey peşindedir. Oysa asıl olması gereken bize kalırsa Mukteda’nm da dediği gibi ilk önce işgal sona ennelidir. Sonra yoksul halklar na­ sıl bir devlet isteyeceklerine kendileri ka­ rar verebilirler. Bu Irak’ın parçalanması mı olacaktır, yoksa eskisi gibi bütün bir Irak mı, halkların vereceği bir karar ol­ malıdır bu. Halklarına güvenmeyenler böyle sandalyeler peşinde koşup arkala­ rına ABD’yi almak istiyorlar. Bu da halkların aleyhine Batı güçlerinin işine yarayan bir durum yaratıyor.

Bir şey daha söylemek yerindedir. Hükümet kurma çalışması sırasında geli­ nen bu nokta aslında anayasa hazırlama çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştı. Anayasa yazılırken federallik, petrol gelir­ lerinin dağıtılması, eski Baascılann yani Sünnilerin iktidara katılması gibi yığınla sorun gündeme gelmiş, anayasa bir türlü yazılamamış, tarihi hep ertelenmişti. İş­

01 Mart 2006


‘İYİLER HATTININ BİR HALKASI OLARAK VENEZÜELLA Mehmet Rkyol

Chavez'in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezüella'da bir şeylerin değişeceğine öncelikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. Onlar Chavez'in sadece retorik olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gördüler, önemsememe yerini yavaş yavaş korkuya bıraktı. Emperyalist saldırının ideolojik silahlarından biri olan ‘Şer Hattı’ esp­ risine bugün bizlerin de “ideolojik” bir “İyiler Hattı” oluşturarak cevap vermemiz mümkün, bu hattın başlan­ gıcına Küba’yı koyarsak buna ilk ön­ ce Venezüella, kısa bir süre önce Bo­ livya eklendi, yeni seçilen Bachelet Şili’yi de bu hatta ekler mi, görece­ ğiz. Şu sıralar bir dizi Güney Amerika ülkesi bu hattın birer halkaları olmaya aday. Emperyalist saldırılara karşı 40 yılı aşkın bir süredir dimdik ayakta durmaya çalışan Castro’nun Küba’sı­ nın yanında durma cesareti gösteren Venezüella devlet başkanı Chavez, bu tutumu ile böylesine bir hattın oluş­

masının önünü açan isim. Chavez’in 1998 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından Venezü­ ella’da bir şeylerin değişeceğine ön­ celikle kimseler ihtimal vermiyordu, ancak başkanın ilk adımları sermaye çevreleri için alarm işareti oldu. On­ lar Chavez’in sadece retorik olarak sermayeye karşı olmadığını, pratikte de sermayeye karşı tavır aldığını gör­ düler, önemsememe yerini yavaş ya­ vaş korkuya bıraktı. Bilindiği gibi Chavez’in iktidara yerleşmeye başlaması üzerine serma­ ye emperyalizmin her türlü imkanla­ rım da seferber ederek karşı saldırısı­ nı başlattı. Saldırı modelleri ‘kadife

devrimi’ veya’portakal devrimi’ man­ tıklı oldu, toplum içindeki muhalefet güçlerini ‘maddi ve manevi’ destekle kışkırtarak emperyalizmin istemediği iktidarı alaşağı etmeye çalıştılar. An­ cak bugüne kadar 2 somut darbe giri­ şimi ve 5 seçimden hep Chavez galip çıktı. Bu saldırılar içinde ülkenin eko­ nomik hayatını felce uğratmak önemli bir yere sahipti, ABD fınans kapitaline göbekten bağlı işverenler bilinçli olarak üretimi asgari ölçüye indirme, hatta yer yer durdurma yo­ luna da gitmeye başladılar. Bunun sonucu tüm ülkede yüzlerce işyerin­ de dev boyutlarda atıl kapasite orta­ ya çıktı. Bugün Venezüella da hemen göze batan gerçeklik pek çok alanda giderek artan ithalat malzemeleri, özellikle gıda maddelerinin %70’inin ülke dışından gelmesi. Kuşkusuz bu durumun Venezüella’nın artan petrol ihracı ile elde ettiği dövizlerle bağ­ lantısı bulunmakta, ama esas olan söz konusu işletmelerin üretimi dü­ şürmesi veya azaltması.

S o s y a lle ş t ir m e Aslında bu davranışı ilé sermaye adeta Chavez’in yolunu açtı, ekono­ mik program içinde sinirli da olsa stratejik öneme sahip üretim alanları devletleştirildi -veya kendilerine Bo­ livar Devrimcileri diyen Chavez ta­ raftarlarının deyimi ile sosyalleştiril­ mesi-. İktidar partisi MVR bu saldırı-


MART'N İSAN 2006

C jO İ

lara karşı kıvrak bir cevap buldu. İş­ verenler tarafından işletilmek isten­ meyen işyerlerinin devletleştirilmesi. Ve bu düşünce doğrultusunda teorik altyapısı da olan bir program hazır­ landı. 2000 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile bunun yasal altyapısı hazırlandı. Cogestion adı verilen bu program esas olarak bu tür işletmelerin devlet tarafından satın alınarak devlet ve iş­ çiler tarafından işletilmesi prensibine dayanmaktaydı. Bu tür işletmelere öncelikle devlet, sendikaların ve işçi­ lerin hazırladığı bir plan çerçevesin­ de, satın almak üzere talip olması ve işyeri sahiplerinin satmaya razı olma­ ları üzerine normal fiyatla devlet tara­ fından satın alınması öngörülmektey­ di. Programın mantığı açısından bu konu ayrı bir öneme sahip. Emperya­ lizm MVR iktidarını Venezüella’da Sovyet tipi bir komünizmi uygulama­ ya koymakla suçluyordu, tıpkı Sovyet iktidarı gibi işletmelere el koyma ha­ zırlığı içinde olduğu propagandası ile anti-komünizm körükleniyordu. Sov­ yet iktidarının devrildiği bir süreçte bu tür propagandanın gücü de olduk­ ça yüksekti. İşin aslına bakıldığında MVR ve Chavez’in komünist bir programa sa­ hip olmadığı gün gibi açıktı, bir nevi halkçı-devrimci çizgiye sahiptiler. Üstelik Sovyet iktidarının çökmesi ile doğrudan emperyalizmi ve sermayeyi hedef alan bir programın günümüz dünyasında çabucak izole olacağının da bilincindeydiler, tıpkı Zapatistaların yaptığı gibi, doğrudan sosyalizme açılmak yerine, sosyalizme hazırlık sayılabilecek ara bir aşamanın gerekli olduğunu el yordamı ile bulmuşlardı. Üstelik içinde yaşadıkları dünyada Sovyet deneyinin. analiz edilip yeni bir sosyalizme varan düşüncelerin he­ nüz gün yüzüne çıkmadığını biliyor­ lardı. Bu son derece pragmatik çerçeve­ de kendilerine has bir deneme yoluna çıktılar. Şartlarca buna uygundu, dev­ letin kontrolünde oAn petrol çıkarımı sayesinde, devlet kasasında para var­ dı, dolaylı veya dolaysız zorla işlet­ melere el koyma yerine, satın alma

fazlaca kurbağa ürkütmeyecekti ve emperyalist propagandayı tersine çe­ virebilecekti.

Ve ‘ C o g e s t io n ’ Aralık 2004 seçimlerine kadar bir iki işletmede denenen bu model, önce Haziran 2005’te Chavez tarafından büyük bir proje olarak lanse edildi, Chavez sadece retorik anlamda ‘21. yüzyılın sosyalizmi’nden bahsetmi­ yordu, ama aynı zamanda somut bir adım atıyordu, ülke çapında binden fazla işletmenin ‘cogestion’ projesi ile özel mülkiyetten geri alınmasının amaçlandığını ilan ediyordu. ‘Cogestion’ fikri bir anlamda bel­ li tesadüflerin sonucu ortaya çıkmıştı. İlk olarak büyük bir kağıt fabrikasının sahiplerinin, işletmeyi kapatma kararı alması üzerine işyerinde örgütlü sen­ dika işletmenin kapatılmasına karşı eylemlere girişti. Venezüella kağıt ih­ tiyacının büyük bir bölümünü üreten Venapal işyerinin sahipleri 2002 yı­ lında Chavez'e karşı yapılan darbe gi­ rişiminde y er aldılar. Aynı zamanda ABD kağıt tekeli Smurfıt’in de ortağı olan işveren bu başarısız darbe girişi­ minin ardından, bir yandan da ulusal ekonomiyi sabote etme amacı ile iş­ yerini kapatıp komşu ülke Kolombi­ ya’daki Smurfif e ait işyerine üretimi kaydırmaya girişti. Ancak bu plan işy erindeki güçlü

sendikal örgütlenmenin direnci ile karşılaştı ve işçiler işyerinde makinalarm sökülüp nakledilmek isten­ mesine karşı üretimi kontrolleri altı­ na aldılar. Bunun üzerine Temmuz 2003’te işveren resmen işyerini ka­ pattığını ilan etti ve işçilerin buna cevabı işyerini işgal oldu. 80 günlük işgal sonucu işveren sendika ile bir anlaşma yapmaya mecbur kaldı. Devlet işyerinin modernleştirilmesi için 5 milyon dolar yardım edecek, buna karşılık işyerinde çalışan 400 işçinin kuracağı bir kooperatif işye­ rinin ortağı olacaktı. Bu sıra dışı anlaşma işyerindeki sendikal örgütlenmenin lideri E. Pena tarafından formüle edilmişti, işçilerin uzun tartışmaları sonucu ortaya çıkan önerilerden kaynaklanıyordu. Chavez iktidarı öncesi silahlı gerilla mücade­ lesi yürüten bir komutan olan Pena, bu kez kapitalizme karşı sendika sila­ hım kullanmak üzere Venapal’de iş­ başı yapmıştı. Öneri bir anlamda işçi -gerilla yaratıcılığı- yapkmlığının adeta bir sentezi olmuştu. Ancak bu model hemen hayata geçirilemedi, işveren anlaşmaya uy­ ma yerine Eylül’de yeniden işyerini kapatmaya girişti ve işçiler bir kez daha işyerini işgal ettiler. Son olarak Aralık 2004’te işverenin iflas kararı çıkartması üzerine işçiler sendika ara­ cılığı ile işyerine devletin el koyması­ nı talep ettiler. 41


MART'NİSAN 2006

2 0 0 0 A n ayasası v e 5. C u m h u riy e t Öneri 2000 yılında yürürlüğe gi­ ren Anayasa’nm 104. maddesinde yer alan, ‘üretimi yapmayan veya yeterin­ ce üretken olmayan ülke ekonomisi için önemli olan işletmelere devletin el koymasını’ belirlemeye dayanıla­ rak hükümete sunulmuştu. Hükümet başvuruyu inceleyerek Venapal’i Ocak 2005’te ‘sosyalleştirmeye’ karar verdi. Buna göre işyeri işverenden sa­ tın alınarak %51 hissesi devlete, %49 hissesi işçilere ait olan yeni kurulan bir ‘firmaya’ Invepal’e devredildi. 2000 Anayasası’nda yer alan bu maddenin nasıl uygulanacağı konu­ sunda başka bir yasal belirleme olma­ ması bu tür gelişmeler için hem belli imkanları hem de zorlukları berabe­ rinde getirmekteydi. Invepal benzeri şu anda 27 ayrı işyerinde ‘sosyalleş­ tirme’ yapılmış durumda, aşağıda da göreceğimiz gibi bu ‘sosyalleştirme­ lerin’ her birinin kendine göre özel­ likleri ve uygulamaları var. Bu duru­ ma son vermek için Venezüella Sen­ dikalar Birliği UNT geçen yıl içinde bir yasa önerisi hazırlayarak bunu meclise sundu, Aralık’ta seçilen mec­ lisin bu yasayı bu yıl içinde görüşerek yürürlüğe koyması bekleniyor. 2000 Anayasası aslında pek çok alanda toplumsal hareketlere önemli

olanaklar sunuyor, esas olarak Anaya­ sa’nm hazırlanmasının da mantığı bu, toplumu bir anda değiştirmek yerine, bu değişikliği sağlayacak kurumlaş­ manın, toplumsal altyapının hazırlan­ ması. Adeta Zapatistalarm, sosyaliz­ mi değil, ama ona olanak tanıyacak bir ortamın yaratılması için mücadele ediyoruz demelerine atıfta bulunan bir mantık, toplumsal değişimin önü­ nü açacak bir bakış açısı. Toplumu Ekim Devrimi gibi bir vuruşta değiştirmek yerine adım adım değişimi öngördüğünden elbette re­ formcu bir çizgide, ama sorun bu re­ formların kapitalizme mi yamanacağı yoksa daha üst düzeyde bir toplumsal değişim için bir ortam mı yaratacağı. Günümüzde kapitalizmin her türlü değişimin önünü tıkadığı, toplumsal kireçlenmeye yol açtığı tezlerinden hareket edersek, bu tür değişim proje­ lerinin önemsenmesi sonuçlarına va­ rabiliriz. Bu nedenle Chavez yeni Anayasa ile 5. Cumhuriyeti kurduklarını söylü­ yor, zaten partisinin ismi de bu mantı­ ğın ürünü MVR, yani 5. Cumhuriyet Hareketi. Yeni Anayasa’nm bu mantı­ ğını Chavez’in icraatlarında görmek mümkün, özellikle devletin görevi olan alanlarda, halk inisiyatifini öne çı­ karan yeni kurumlar yaratılarak, dev­ let tedrici olarak devre dışına çıkarıl­ mak istenmekte, buna en güzel örnek ‘Mission Robinson’ projesi. Mahalle ----- — —

ve köy gibi yerleşim birimlerinde açı­ lan merkezlerin, buralarda onaranlara eğitim, imkanları sunması biçiminde tanımlanacak olan bu proje, o bölgede oturanların inisiyatifine bırakılmakta, devlet bir anlamda bu hizmetlerin gerçekleşmesi için bir çerçeve getir­ mekte, çerçevenin içinin doldurulma­ sı halka bırakılmakta. Bu merkezleri kullananlar kendilerine göre okuma yazma öğrenmeden tiyatro yapmaya kadar neler yapılacağını kendileri ka­ rarlaştırmakta ve kendileri yapmakta. ‘Mission Robinson’ projesinin 2003 yılı başında lanse edilmesinin ardından çeşitli alanlarda 20’ye yakın benzer proje hayata geçirildi. Projeler doğrudan devlet başkanı yardımcısı­ nın kontrolü altında, gerekli imkanla­ rı yaratmak için bürokrasi dışında alı­ şılmadık yöntemler kullanılması bü­ tün projelerde dikkati çekiyor. Bazen ordunun, bazen PDVSA petrol şirke­ tinin imkanları doğrudan bu projelere sunuluyor. (Ekte bu projelerin belli başlıları ve kısa bir açıklamaları yer alıyor.) Bu tanımın en ideal durum oldu­ ğu, projenin gerçekleştirilmesinde pek çok handikapların ortaya çıktığını belirtmek gerekir, ‘evdeki hesap pa­ zara uymuyor’, ama ‘yukarıda emirle’ veya ‘pazarın kör kuralları’ ile işleyen mekanizmaların yanında inisiyatife yer tanıyan yeni bir mekanizma yara­ tılmaya çalışılıyor. Bu yeni bir top­ lumsal yapılanmanın ilk adımları ola­ bilir mi sorusuna bugün bir yanıt ver­ mek mümkün değil, ama deneniyor, bir çıkış yolu bulunmaya çalışılıyor. Bir teorik altyapısı bile olmayan bu gelişme en azından incelenmeyi hak ediyor. Kuşkusuz bu inceleme yapılır­ ken daha önce benzer deneyimleri ya­ şamış ülkelerin deneyleri gözden uzak tutulmamalı, hemen belirtmekte yarar var, oralarda bu deneyler başarı­ lı olmadı, burada da başarılı olmaz gi­ bi kestirmeden değerlendirmelerden de kaçınmak gerekli.

M o d e l a ra y ışı Bu tür bir model arayışım belli zorlamalarla bugüne kadarki toplum­ sal değişim projelerinde bulmak

42


MARTINiSAN 2006

mümkün. Gramsci’nin sivil toplum projesinden Alman sendika hareketi­ nin ‘işyeri yönetimine işçilerin katıl­ ması’ projesine kadar pek çok dene­ yin izlerini, ‘Bolivar Devriminde’ görmek mümkün. Ama onların sürek­ li dikkati çektikleri, evrensel bir de­ ney olmadıkları, tamamen Venezüella şartlarına denk düşen bir toplumsal değişim projesi içinde oldukları. Bunun belli başlı iki nedeni var; öncelikle dünyada ki konjenktürel du­ rum Chavez iktidarının elini kolunu bağlıyor. Bugünlerde Chavez tüm ‘soğukluklara’ rağmen ABD’ye petrol ve doğalgaz satışına devam edecekle­ rini vurgulamaya özen gösteriyor, hem de daha önceki iktidarlar döne­ minde yapılan anlaşmalar çerçevesin­ de ABD lehine satış şartlarını da de­ ğiştirmeden. Chavez’in Bush ve ABD aleyhine söyledikleri sözde kaldığı müddetçe finans kapital ekonomik çı­ karlarına doğrudan bir saldırı yapıldı­ ğını düşünmüyor ve Venezüella’ya yönelik ciddi bir saldırıyı düşünmü­ yor, muhalefeti kışkırtıp gözdağı ver­ mekle yetiniyor. Asıl neden ise daha köklü, top­ lumsal değişim için elde ne bir somut proje, ne de bunun teorik altyapısı bu­ lunuyor. Toplumsal bir proje için ge­ rekli insan malzemesi ve toplumsal örgütlülük konusunda Venezüella top­ lumu tam ‘geri kalmış bir ülke’. Prag­ matik bir düşünce ile toplumu değiş­ tirmek için gerekli ön şartların yara­ tılması öne çıkıyor. Bu nedenle devlet bürokrasisini ‘yıkmak’ için çaba göstermek yerini, onu kendi halinde çürümeye bırakıp, bu mekanizmanın yapabileceklerini yukarıda belirtilen proje ve benzerle­ rine devretmekte bu pragmatik bir dü­ şüncenin sonucu. Ama bütün bunların belli bir plan içerisinde yapıldığının da düşünülmemesi gerekli, zorunlu­ luk dayandıkça çözüm aranıp bulunu­ yor. Venezüella’yı ilginç kılan da, de­ neye başarı ile sonuçlanma şansı tanı­ yan da tam bu durum, ‘çözüm bulun­ ması’. Bu çözümü mümkün kılan ise şu durumda ‘petol gelirleri’: Hemen belirtmek gerekir ki şimdiye kadar

UNT Başkam

A 4.

CJOİ

M aspero ile görüşm e

UNT’tıin diğer sendikalardan far­ kı nedir? UNT bir değişim süreci içinde kuruldu, bu anlamda diğer sendika­ lardan biraz farklı bir konumda, ama UNT diğer sendikalar gibi işçi hakları mücadelesini esas almakta­ dır. Bizim özel konumumuz esas olarak Bolivar Hareketi içinden çık­ mış olmamız. UNT içinde elbetteki sadece Bolivar Hareketi taraftarları yok, her tür görüşten sendikalar fe­ derasyon içinde yer almakta. Poli­ tik olarak Bolivar Devrimini sa­ vunmaktayız, çünkü işçi hakları bu devrimle genişleyecek ve garanti altına alınacak. Üstelik Bolivar Devrimi taban demokrasisi, katı­ lımcı anlayış çerçevesinde işçilere üretim sürecinde söz ve karar hak­ kı imkanını gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Bu da her sendikal hare­ ketin temel taleplerinde biri. UNT bu prensibi nasıl harekete geçiriyor? Her şeyden önce sendikal yapı­ nın demokratikleştirilmesi önemli, şu an hazırlanmakta olan tüzük bu yıl yapılacak kongrede kabul edil­ dikten sonra, sendika yönetimi es­ kiden farklı olarak demokratik bir ortamda belirlenecek. Başkan Chavez’in belirttiği gi­ bi ülkede bir dizi fabrika, işyeri ter­ kedilmiş, bunları tespit edip hükü­ mete bu işyerlerini işçilerin yöneti­ me katılacak şekilde yeniden faali­ yete geçmesini öneriyoruz. Bugü­ ne kadarki deneylerde bunun deği­ şik biçimlerde gerçekleştirilebile­ ceğini gördük. Cogestion modeli esas olarak işçilerin bir işletmenin yönetimini üstlenmesi prensibine dayanıyor. Bir işyerinin %49 hisse­ sinin işçilere devredilmesi %51’nin devlete ait olması, yöneti­ minin de devlet ile işçilerin olması­ dır. Bazı yerlerde işçiler kendi üre­ tim kooperatiflerini kurarak işlet­ menin tamamına sahip olmaktadır­ lar. Öte yandan hükümet üretim

yapmakta zorlanan işyerlerine çağ­ rıda bulunarak bu modeli işveren/işçi kapsamında hayata geçir­ meyi, buna karşılık işyerine uygun koşullarda devlet tarafından kredi verilmesini önerdi. Bazı işyerleri bu çağrıya olumlu yanıt vermiş bu­ lunuyor. Bu süreçte sendika nasıl bir rol oynuyor? Gerek işçiler gerekse de sendi­ ka çalışmayan işyerlerinin yeniden nasıl çalışılır hale geleceğini birlik­ te tartışıyorlar. Ortaya çıkan sonuç­ lar bir rapor halinde sendika tara­ fından hükümete iletiliyor. Hükü­ metin bu önerileri kabul etmesi ha­ linde sendika işçilerle birlikte işye­ rinin yeniden üretime geçmesi için gereken işlemleri hayata geçirme­ ye başlıyor. Bu süreci takiben işyerindeki çalışma koşullarının dene­ timi gene sendika tarafından ger­ çekleştiriliyor. UNT’nin diğer ülke sendikaları ile ilişkisi ne düzeyde? UNT prensipleri içinde ulusla­ rarası dayanışma önemli bir yere sahip, yeni kurulan bir federasyon olarak henüz bu alanda ilişkileri­ mizi geliştiremedik. İlk elde ILO nezdinde Venezüella’nın bir tek CTV tarafından temsil edilmek is­ tenmesine karşı mücadele verdik, ILO UNT’yi muhatap olarak kabul etti. Uluslararası düzeyde pek çok sendika ile iyi ilişkiler kurdukça UNT’nin Uluslararası Hür Sendi­ kalar Konfederasyonu’na üyelik için başvurusu konusunu bu yıl ya­ pacağımız kongre karara bağlaya­ cak, ama özellikle işkolları düze­ yindeki uluslararası sendikal bir­ liklere katılma talebimiz var. Başlangıçta UNT’nin uluslara­ rası planda tanınmasına karşı gös­ terilen direnç kırıldı, uluslararası planda UNT ister istemez Venezü­ ella sendikal hareketinin temsilcisi olarak görülmekte.

45


tjol MARTNİSAN 2006 dikalardaki makamlarına yapışmış bürokratlar tabandaki bu değişime karşı tüm yasal ve yasadışı olanakları kullanarak bu süreci engellemek isti­ yorlardı, bu alanda uğraş zaman kay­ bı anlamına geliyordu ve aynı zaman­ da toplumsal değişim sürecinin önü açılmıştı, süreç ancak bir radikal karar­ la sürdürülebilirdi.

hiç bir toplumsal değişim projesi böylesine bir avantaja sahip olmadı, şim­ dilik bu avantaj diğer tüm dezavantaj­ ları nötralize ediyor. Bu durum devam eder mi, bu yolla bir toplumsal deği­ şim projesi başarıya ulaşır mı sorula­ rına cevap aramayı ‘dar kafalılara’ bı­ rakarak gelişimi izlemek, gerekli ol­ duğunda destek sunmak doğru yol ol­ sa gerek.

Y en i s e n d ik a l h a r e k e t; UNT 2003 yılı Nisan’mda yeni sendi­ kal federasyon UNT kumlana kadar Venezüella’da sendikal hareket tipik Üçüncü Dünya sarı sendikacılığı du­ rumunda idi. Bir yanda uluslararası sermaye, bir yandan da gerici devlet mekanizması ile el ele işçi sınıfının her türlü hak arama mücadelesini sö­ nümlendirmek. Bu tarihe kadar en bü­ yük sendikal federasyon olan GTV tüm sendikalı işçilerin %90’mmı bün­ yesinde bulundururken diğer 3 sendi­ kal federasyon herhangi bir pratik rol oynamamaktaydı. Chavez’in seçilmesinin ardından CTV işverenlerle birlikte yeni iktida­ rın ülkeyi ekonomik bir felakete sü­ rükleyeceğini savunmaya başladı. Sendikal bürokrasi, Chavez ile bir de­ ğişimin başlayacağını ve bununda-, eninde sonunda kendilerini vuracağını sezmişlerdi. Nitekim Chavez taraftar­ 44

larının oluşturmaya başladıkları ‘Bolivar Çemberleri’ de giderek artan bir biçimde işyerlerinde kendilerini his­ settirmeye başladılar. Sendika ile ikti­ dar arasındaki sürtüşme Aralık 2002 ile Ocak 2003’te yapılan 63 günlük ‘genel grev’ ile en üst noktasına vardı. Aslında grev denilen eylemin bir lokavt olduğu biliniyor, işveren sen­ dikası ile CTV ortaklaşa bu ‘eylemi’ örgütlediler, amaç seçimle gelen dev­ let başkanım tıpkı Ailende gibi bir ‘ayaklanma’ ile devirmekti. İşverenler işyerlerini kapatarak üretimi durdur­ dular ve ülkede tam bir ekonomik karmaşa yarattılar. Eylemin can alıcı noktası devletin petrol şirketi PDVSA’nm muhalefet yanlısı idare­ cilerinin petrol çıkarımını durdurması oldu. Bu kritik noktada Chavez yöne­ timin iki güçlü yani ortaya çıktı, ilki kitlelerin yaratıcı devrimciliğine gü­ ven, İkincisi radikal karar alma cesa­ reti. Petrol şirketinde çalışan bir grup işçinin önerisi ile hükümet bir kararla, tüm idarecilerin sözleşmele­ rini feshetti ve yönetimi üretimi baş­ latmak için işçilere devretti. Kısa bir sürede ekonominin can damarı olan petrol çıkarımının yeniden başlama­ sı kararın ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Bu radikal çıkış sendikal alandaki gerekli değişiminde önünü açtı, sen­

60 Tı yıllarda kurulan CTV, sosyal demokrat bir çizgiyi savunan Acción Democrática (AC) partisine yakınlığı ile biliniyor, ancak soğuk savaş döne­ minin bir devamı olarak AC ‘sol’ bir çizgiden çoktan uzaklaşmıştı, CTV de onun izinden gidiyordu. Türk-İş’in başına gelenler onunda kaderi oldu, uluslararası anti-komünist çizgideki sendikal hareketin uzantısı haline gel­ diler. Chavez iktidara geldikten sonra, sendika temsilcilerinin doğrudan işçi­ ler tarafından seçilmesini öngören bir yasa çıkarıldı, ancak ‘kırk yıllık kurt’ sendikacılar ‘sandıktan çıkmayı da’ başarma ‘becerisini de’ gösterdiler. Nisan 2003’te kurulan yeni sendi­ kal federasyon UNT bu sürecin sonu­ cu olarak ortaya çıktı. Kısa zamanda tüm ülke ve işkollarında örgütlenen UNT şu anda sendikalı işçilerin dört­ te üçünü bünyesinde toplamayı başar­ dı. Yeni sendikal federasyonun yapı­ sına bu süreç damgasını vurmuş du­ rumda, tüm süreci belirleyen yerel bi­ rimler, merkez sadece sendikal politi­ kayı belirlemekle yetiniyor, geçici bir tüzüğe sahip olan federasyon bugün­ lerde iki konuda karar almak üzere kongre hazırlıkları yapıyor. İlki nasıl bir tüzük ve örgütlenme, İkincisi işçi­ lerin işyeri yönetimine katılması veya işyerini yönetmesini düzenleyen ‘Co­ gestion’ yasa önerisinin işçiler tara­ fından tartışılıp son şekline kavuştu­ rulması.

U N T ‘ç iz g is i’ Bankaların ve dış ticaretin ‘dev­ letleştirilmesinden’ işçilerin üretimde söz ve karar hakkı olmasına kadar ge­ niş bir yelpazede devrimci sendikacı­ lığın tüm programadle taleplerini ilke edinen UNT’nin çizgisi bu anlamda net. Sorun bu çizginin hayata geçiril­ mesi, başka bir deyişle bunun önün­


MARTINİSAN 2006 CJjOİ

deki engeller. Chavez iktidarı bu çiz­ ginin önünde engel olmaktan çok yol açıcı bir işlev görüyor, engel ise biz­ zat sendikanın kendisi. Her şeyden önce bu programı hayata geçirecek bir işçi önderliği ve örgütlenmesi he­ nüz ortada yok. Başka bir sorun ise, UNT içindeki sendikaların ve sendikacıların karak­ teri. UNT içinde şu anda üç ayrı ke­ sim bulunuyor, ilk bakışta önde görü­ nenler ‘Bolivar Çemberleri’ içindeki Chavez taraftarları. Toplumsal değişi­ min öncüleri ve emperyalist saldırıla­

ra karşı ‘Bolivar Devriminin’ savunu­ cuları olan bu kesim canla başla prog­ ramı hayata geçirme mücadelesi veri­ yor. Küçümsenmeyecek bir perspek­ tifleri, tecrübeleri ve taraftarları var. Tek eksikleri ‘kadro’. Ayrıca kendi iç­ lerinde sendikal politika konusunda da tam bir birlik sağlayabilmiş değil­ ler. Öte yandan CTV’den ayrılarak UNT’ye katılan önemli miktarda sen­ dika ve sendikacı var. Bunlar içinde gerçekten ‘Bolivar Devrimini’ savu­ nanlar var, ama aynı zamanda kendi

durumunu, iktidar olanın yanma ge­ çerek korumak isteyenler de. Bürok­ rasi içinde pişmiş bu kesim, sendikal örgütlenme deneyi olmayan değişim yanlıları için tam bir ‘fren’ işlevi gör­ mek durumunda. Bu iki kesim arasın­ da yer alan bir dizi ‘komünist’, ‘anar­ şist’, ‘troçkist’ sendika ve sendikacı­ lar var. Mantık gereği genel olarak Chavez taraftarları ile birlikte hareket eden bu kesim, zaman zaman onlara ters de düşüyor. Örneğin işçilerin yö­ netime katılması konusunda UNT’nin tutumunun yeterince ‘devrimci’ olma­ dığını savunuyorlar. Bu tavır bir yere

'M is ió n l a r ‘Bolivar Devrimi’nin’ en tipik oluşumları olan bu kurumlar, belirtildi­ ği gibi ‘paralel bir devlet’ yaratma an­ layışının örnekleri. Bunlardan belli başlıları şunlar;

Misión Barrio Adentro http.V/www.barrioadentro.gov. ve Genel sağlık hizmetlerinden ya­ rarlanamayacak durumda olan halk kesimlerine bu hizmeti sunmayı amaçlar. Kendi büroları ve hastanele­ rinde çalışacak doktorlara toplum içinde teşvik amacı ile kolaylıklar sağ­ lar. Misión Robinson http://www.misionrobinson.gov.ve Ülkenin her yanında okuma yaz­ ma bilmeyen vatandaşlara, özgürlük­ lerini kullanma imkanı kazanmaları için, ordu kanalı ile bu eğitimi götüren bir kurumdur. Bolivar devriminin ‘çocukları’ devlet ve silahlı kuvvet­ lerle birlikte halkı aydınlatma misyo­ nunu bu araçla sağlamayı amaç edin­ mişlerdir. Misión Sucre http://www.misionsucre.gov.ve Bolívar iktidarının, yüksek eği­ tim imkanlarım yaygınlaştırmak ama­ cı ile başlattığı bu proje ile, orta eğiti­ mini tamamlayan gençlere, yüksek eğitime hazırlık ve yüksek eğitim yeri­ ne geçecek bir ara eğitim imkanı sun­ mayı amaçlamaktadır. Misión Piar Kırsal alanda tarımın desteklen­ mesi ve organik tarım için gerekli bil­ gi ve imkanların bu işletmelere ka-

zandırılmasım amaçlayan bu proje Enerji Bakanlığı tarafından doğrudan desteklenmektedir.

Misión Guaicaipuro Çevre Bakanlığı tarafından des­ teklenen bu proje ile yerli halkın yerle­ şim bölgelerini korumak ve gelişimini teşvik etme amacım taşımaktadır. Misión Miranda Coğrafi alanların gelişimini yön­ lendirmek, bakımım sağlamak amacı ile ordu ile işbirliği içinde çalışan bir projedir. Misión Robinson II http://www.misionrobinson.gov.ve Eğitim amaçlı ilk projenin bir de­ vamı olarak, televizyon, video gibi araçlaıı da kullanarak ilk programa ka­ planları daha üst bir eğitim seviyesi­ ne ulaştırmayı amaçlayan bu proje, matematik, dil, tarih coğrafya gibi alanlarda 15 kişilik gruplar halinde öğ­ renimi gerçekleştirmektedir. Misión Ribas http'J/www. misionribas.gov. ve Eğitim düzeyini artırmak için çe­ şitli teknik araçları hazırlayıp yayma­ yı amaçlayan bu proje tüm Venezüel­ la halkının genel kültür düzeyini yük­ seltmeyi amaçlamaktadır. Misión Mercal http://www.mercal.gov. ve Halkın temel gıda ihtiyaçlarını uygun koşullarda sağlamayı amaçla­ yan bu proje, kooperatifleşme esasına dayanmaktadır. Bir yandan mevcut imkanları daha elverişli hale getirme

bir yandan da yeni imkanlar yaratma amaçlı bu proje halk içinde kısa za­ manda yaygınlaşıp, Bolivar devrimi­ nin teıhel taşlarından biri olmuştur. Venezüella halkının yarısından fazlası bu üretim ve tüketim kooperatiflerinin hizmetlerinden yararlanmaktadır.

Misión Identidad Her vatandaşın bir kimliği olma­ sı gerektiği temel düşüncesinden yola çıkarak, kimlik edinme önündeki bü­ rokratik engelleri ortadan kaldıran bir projedir. Proje öncesi, evlenme, ço­ cukların kaydı gibi konular için aylar­ ca bekleyen halk şimdi bunu bir iki dakika içinde halletmektedir. Özellik­ le göçmenler için bu hizmet büyük bir kolaylık oluşturmuştur. Misión Vuelvan Caras Esas olarak yoksullukla mücade­ le için yoksullara somut iş ve eğitim imkanları yaratma bu projenin amacı­ dır, Yoksulluğu bir sosyal felaket ola­ rak kabul eden Venezüella hükümeti, sosyoekonomik modelin, mevcut im­ kanların devrimci bir yaratıcılıkla de­ ğiştirilerek bu felaketin sona erdirile­ ceğini savunmaktadır. 45


q O İ MART'NİSAN 2006

kadar ‘anlayışla’ karşılanabilir, ama en son Aralık seçimlerinde gerici mu­ halefet partilerinin peşine takılıp ‘se­ çimleri boykot’ ‘devrimci taktiğini’ atanları anlamak pek mümkün olmasa gerek.

B o liv a r ç e m b e r le r i 1999 yılında başkan Chavez’in önerisi doğrultusunda parlamento tara­ fından kabul edilen bir kanunla Vene­ züella’daki sosyal değişimin önemli bir temel taşı olan Bolivar Çemberle­ ri’nin (BC) yasal altyapısı oluşturul­ du. Bunu takiben 2001 yılında bu halk örgütlenmesi hayata geçirildi. Esas olarak yerleşim bölgelerinde oluş­ turulan bu komiteler, yerleşim bölge­ lerine ilişkin her sorunun tartışılıp, bunlara çözüm aranması, çözümlerin hayata geçirilmesi veya ortaya çıkan önerilerin yetkili makamlara ulaştırıl­ masını amaçlıyor. Kuruluşunu taki­ ben Chavez iktidarına yönelik başla­ yan bir dizi saldırıları aynı zamanda kendine yönelik olarak da gören BC’ler ilk dönemde adeta birer sa­ vunma komiteleri olarak işlediler.

Kısa zamanda yaygınlaşan bu ko­ mitelerin sayısı bugüne kadar 200.000’e ulaşmış durumda, BC’lere katılan insanların sayısının da 2.200.000 civarında olduğu belirtili­ yor. 25 milyonun yaşadığı bir ülke için küçümsenmeyecek bir sayı. Poli­ tik partilerden farklı olarak dikey bir hiyerarşi yerine yatay bir koordinas­ yon mantığı ile çalışan bu komitelere Venezüella vatandaşı olmayanlar da katılıyor, bu belirleme önemli, çünkü ülkede yaşayan göçmenlerin sayısı 6 milyonu geçmiş durumda. Yerel komite toplantıları esas ola­ rak haftada bir sefer yapılmakta, katı­ lım sayısı gündemdeki sorunlara göre önemli oranda değişmekte. Toplantı­ ya katılanlar aldıkları kararları sözlü olarak çevrelerine iletmekte, muha­ tapları ile bire bir görüşmektedirler. 2005 yılında birbiri ardından yapılan Chavez’in görevden alınması referan­ dumu, yerel seçimler ve genel seçim­ lerde BC’ler birer seçim bürosuna dö­ nüştüler. Emperyalist saldırıların yo­ ğunlaşması üzerine geçen yaz ayla­ rında halkı silahlan­ dırma planlarını açıklayan Chavez ikti­ darı öncelikle BC ü­ yelerinin silahlandı­ rılmasını öngörmek­ teydi. Açıklamanın ar­ dından bir BC yetki­ lisi, ‘Nasıl Küba hal­ kı Domuzlar Körfezi’nde ABD ordusu­ nu püskürttüyse, biz de ülkeye yapılacak bir saldırıyı aynı şe­ kilde karşılarız’ diye­ rek bu komitelere verdikleri değeri dile getirmişti.

K ıtasal ‘ B o liv a r D e v r im i’ Güney Ameri­ ka’da sömürgeciliğe karşı ilk mücadele bayrağı açanların ba­ 46

şında olan Simon Bolivar’dan ismini alan Bolivar devrimciliği kendi içinde pek çok radikal öğeyi barındıran bir kavram, ama sonuç olarak anti-kapitalist değil anti-sömürgeci karakteri ön planda. Günümüzde bu devrimcili­ ğin öne çıkan iki önemli özelliği önem taşımakta. Her şeyden önce Boli­ var devrimcileri kendi kurtuluşlarını bir tek yaşadıkları ülke ile sınırlamı­ yorlar, Güney Amerika kıtasının tüm­ den kurtuluşu onlar için önemli. Bu nedenle değişik ülkelerdeki mücade­ leler arasında önemli bir uluslararası dayanışma söz konusu. Mantığı gere­ ği uluslararası mücadele vermesi ge­ reken ama özellikle bugünlerde bunu çoğu kez sözden hayata geçiremeyen işçi sınıfı için güzel bir örnek Bolivar devrimcilerinin kıtasal dayanışması. Bu dayanışmanın tarihsel boyutu ay­ rıca incelenmeye değer bir konu. Bolivar devrimciliğinin diğer dik­ kate değer noktası ‘taban yönetimi­ nin’ sürekli ön plana çıkarılması. Si­ mon Bolivar’dan Jose Marti’ye tüm Latin Amerika devrimci önderlerinde bu düşüncenin varlığı bir tesadüf ol­ masa gerek. Sömürgeci işgale karşı yerli halkın sürekli belirleyici rol oy­ nadığı dikkate alındığında, bu toplu­ mun komünal gelenekleri, ‘kolektif aksiyon’ güçleri bu vurgulamanın kaynağı gibi görülüyor. Gerçekten de Chavez’in güç aldığı ‘barrios’larda (gecekondu mahalleleri) esas olarak yerli halkın yaşadığı ve toplumsal de­ ğişim noktalarının buralarda başladığı bize bazı ipuçlarını vermekte. Chavez iktidarının giderek bu iki konuda daha ileri noktalara varmış ol­ ması, dünyadaki güçler dengesini em­ peryalizmim aleyhine çevirmeye aday. Emperyalizmin yaratmak istediği dikensiz gül bahçesinde tek diken olarak duran Castro’nun Küba’sı ya­ nında Chavez dikeni yeşerdi, şimdi onu Morales takip ediyor. Irak batağına saplanmış ABD emperyalizmi bu di­ kenlere nefretle bakıyor, ama elini uzatma gücü kalmamış durumda. Tek­ rar bu gücü kazanır mı, elini uzattı­ ğında bu dikenleri ayıklayabilir mi sorularını bir yana bırakalım, Bolivar devrimcilerini anlayalım ve dayanış­ mayı yükseltelim.


Venezüella Devrimi ve iki farklı fabrika öyküsü

DEVRİMİN YAPICILARI KONUŞUYOR Haşan Oğuz

hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında İKİ fabrika öyküsünü anlatmaya ayrılacaktı. Ancak o derece güzel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekilde de olsa vermek gerektiğine İnandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıladım. Haşan Cemal bir yazısında, Bemard Henri Levy’nin ‘tarihin sonu değil, dev­ rimin sonu’ sözünü rehber olarak almış ve sonra da ‘devrimin gelmemesi belki de iyi oldu’ demişti. (Milliyet 26.02.2006) Oysa ben ‘devrimin bittiği­ ni’ ilan eden, kafası da yüreği gibi küçük olan bu aydınlara burada bir devrim hi­ kayesini anlatacağım. Tanıklığını yaptı­ ğım, zaman, mekan ve kahramanlan ile gerçek olan bir hikaye’yi... Bunu oku­ yan herkes doğal olarak devrime ilişkin bir yargıya da varacak. Bu yargı ‘devri­ min sonu mu yoksa başlangıcı mı’ soru­ suna da yamt üretecek. Ama yine de söylememiz gereken son sözü burada şimdiden ilan etmek hakkımız olsa ge­ rek; ‘yaşananlar tarihin sonu değil, ya­ şananlar 21. yüzyılda devrimin bizzat kendisi.’ Şimdi artık devrimin tanıklanna/yapıcılarma bırakalım sözü.

Görüşler, d e n e y le r v e örn ekler

I Bizler; bilim adamı, yazar, politika­ cı ve sendikacılara olduğu bir grup ar­ kadaşla birlikte 2-15 Şubat 2006 tarih­ leri arasında Venezüella’nın bâşkenti Caracas’ı ziyaret ettik. Amacımız, emekçi halkm ve işçi sınıfının ayağa kalkmış mücadelesine ve dipten gelen devrim coşkusuna tanıklık etmek ve o coşkuyu birlikte yaşamaktı. Elbette biz­ ler yalnız enternasyonal bir dayanışma için orada bulunmadık, aynı zamanda

devrimin ruhunu, toplumsal dönüşüm sürecini ve kıtasal devrim coşkusunu yerinde görmek, o havayı teneffüs et­ mek ve sürecin özgül karakterini anlamak/öğrenmek için de oradaydık. Bu ziyaretimizde, 5 milyon nüfuslu ve devrimin merkezi olan Caracas’ın Vali ve Belediye Başkanı, aynı zamanda milis örgütlenmesinden ve güvenlik ha­ reketinden sorumlu Fredy Bemal, MVR (Venezüella 5. Cumhuriyet Hareketi, Hugo Chavez’in önderlik ettiği partidir) dış ilişkiler sorumlusu Aurora Moreles, UNT (Venezüella Sendikalar Birliği) Başkanı Marcella Maspero, Öğretmen­ ler Yardım Kurumu (ÎPAS) sorumlusu Prof. Orlande Perez, varoşların özgün bir örneği olan La Vegas semt yetkilile­ ri, Venpa Kooperatif sorumluları, Inveval fabrikası işçi önderi Jorge Paredes, aynı şekilde sosyolog-felsefeci El Negro Villafana, yazar ve dışişleri bakanlığı eski sorumlusu Roland Tenis Boultan ve daha birçok yetkili kişi, kurum ve hare­ ketin önderleriyle sayısız görüşmelerde bulunduk. Hemen belirteyim; bu yazının esas amacı aslında iki fabrika öyküsünü an­ latmaya ayrılacaktı. Ancak o derece gü­ zel ve öğretici deneylere şahit olduk ki, gerçekten tanıklık ettiğimiz çok önemli bazı görüşmeleri oldukça özet bir şekil­ de de olsa vermek gerektiğine inandım ve bunu tarihi bir görev olarak algıla­ dım. Doğrusu bu önemli görüşmeleri hiçbir zaman atlamak gelmedi içimden. Kısa da olsa bu tarihi görüşmeleri yan­ sıtmak istiyorum.

II Venezüella’da hızlı bir devrimci dö­ nüşüm süreci yaşanıyor. Devrim düşün­ cesi, emekçi halkın önemli bir kısmında ve öncü güçlerde hücrelere kadar işle­ miş. Karşı olan da taraf olan da hararet­ le tartışıyor. Devrimin öncü güçleri ve emekçi halk, devrimi, anti-emperyalist bir Bolivar Devrimi olarak tanımlıyor. Simon Bolivar, yalnız Venezüella’nın değil, aynı zamanda Colombiya’nm, Ekvator’un, Bolivya’nın ve Dominik Cumhuriyeti’nin de kurtuluş önderi ola­ rak algılanıyor. Chavez yönetimi, devle­ tin ismini bu nedenle ‘Venezüella Boli­ var Cumhuriyeti’ olarak değiştirmiş. Caracas’ta devrimin simgeleri he­ men her yerde göze çarpıyor. Her gün bir yerde toplantılara ya da eylemlere ta­ nıklık etmek mümkün. Özellikle bu et­ kinlikler daha çok ‘Devrim Meydam’nda ya da ‘Bolivar Meydanı’nda ger­ çekleşiyor. Devrim hareketi farklı aşamalardan geçerek bugüne gelmiş. Devrim hala çok genç ve canlı bir süreç. Devrimin en karakteristik özelliği politik bir devrim olması. Sol bir darbe girişimi ile başla­ yan, ancak halk iradesi ile genişleyerek yayılan ve sonra karşı devrim darbesi ile yeni bir sürece evrilen ve tekrar emekçi halkın katılımı ve baskın gücü ile yeniden yönetim erkine egemen olan bir süreç yaşıyor devrim. Venezüella Devri­ mi, adeta tipik Latin Amerika kültürü ile örülmüş bir devrimci sürece tanıklık ediyor. Harekete önderlik eden kadro, 47


CJOİ MART-NİSAN 2006

Chavez’in başını çektiği asker kökenli ilerici küçük burjuva bir gmptan oluşu­ yor, Ancak devrim derinleştikçe farklı sınıflar ve o sınıfların temsilcileri de ar­ tan oranda sürece müdahil oluyor. Ken­ dilerinin de tanımladıkları gibi Venezü­ ella’ya özgü bir süreç bu. Kendilerini sosyalizme açık bir kimlik ile tanımlıyorlar ve bunu ‘21. yüzyıl sosyalizmi ’ olarak açıklıyorlar. Devrimin esas karak­ teri anti-empeıyalist bir kurtuluş hareke­ ti özelliği taşıyor olması. Chavez’de güçlü bir halkçı karakter var ve halk ta­ rafından oldukça seviliyor. Bu nedenle her defasında artan oranda seçimi kaza­ nıyor. Son olarak Aralık 2005 seçimle­ rinde sağcı muhalif güçler, seçimlerde hezimeti görerek boykot taktiğini uygu­ luyor. Ama taktik işe yaramıyor ve kar­ şı devrimci güçler büyük oranda halk desteğini yitiriyor. Parlamento tümüyle ilerici ve devrimci güçler tarafından oluşturuluyor. Parlamentoda sayısı az da olsa Marksist Leninistler de var. Ülke içinde iyiden iyiye karşı devrimin beli kırılmış. Ancak hala güçlü alanlar yok değil. Halk daha çok ABD’nin işgalini konuşuyor. Ona göre hazırlık yapılıyor. Silahlanmaya özel bir önem verdikleri anlaşılıyor. İki milyona yakın milis gü­ cünden bahsediliyor. Chavez biz ora­ dayken ‘Dünya Sosyal Forumu’nda, halka bir milyon kalaşnikof dağıtacağını açıkladı. Ancak karşı devrim de boş dur­ muyor. Ülkeden kaçan generaller ve bü­ yük burjuvazinin bazı temsilcileri başta olmak üzere karşı devrimciler komşu

Colombiya’da üslenmiş dürümdalar. Ordu, polis ve bürokrasi Chavez’in yönettiği MRV’nin de içinde yer aldığı ortak devrim cephesinin denetimine geçmiş. Hemen hemen devletin siyasal kontrolü tümüyle devrim güçlerinin elinde. Ancak politik devrim, ekonomik'toplumsal dönüşüm sürecinde he­ nüz hangi yolu izleyeceği konusunda belirsiz. Kafalar karışık. Anlaşılan o ki, deneme-yanılma yoluyla ilerliyorlar. Olurnlu işaretler kuşkusuz yok değil. 1999 yılında değiştirilen Anayasa bu yıl içinde yeniden yazılarak daha ileri ka­ rarların alınacağından bahsediliyor. Şu anda yeni Anayasa taslağı parlamentoda tartışılıyor. Ancak kapitalist devletin kurumsal varlığı devam ediyor. Büyük işletmele­ re, banka ve sigorta şirketlerine henüz dokunulmamış. Dokunulup dokunulma­ yacağı da belirsiz. Daha çok alternatif kurumlar ile abluka siyaseti izleniyor. İkili iktidar ve paralel ekonomi birlikte yürüyor. Hangisinin egemen olacağı, sorusunun karşılığı net olarak verilmiş değil. Belli ki Venezüella Devrimi’nde son sözler söylenmemiş. O nedenle dev­ rim hangi yolda ilerleyecektir, sorusu henüz karanlıkta. Ancak olumlu geliş­ melerden bahsedilecek birçok gelişme söz konusu. Bu gelişmeler umut verici. Esas mesele işçi sınıfı ve emekçi güçle­ rin, devrimci sürece ağırlık koyup koy­ mamasında ortaya çıkacak. Bu konuda ise sorunlar oldukça karmaşık. Zira işçi sınıfı ve emekçi halk istenilen düzeyde

bilinçli ve örgütlü değil. Dahası emekçi halkın gerçek bir öncüsü olması gereken Komünist Partisi yeterli örgütlü bir güç olarak görünmüyor. Devrime öncülük edecek bir kapasiteden de yoksun olduğu anlatılıyor. Nitekim görüştüğümüz ta­ rafların hemen hemen hepsi partinin bü­ rokratik yapısından yakmıyorlar. Şimdi­ lik olumlu unsurlardan bir tanesi, bütün devrim güçlerinin ortak bir cephede ör­ gütlenmiş olması. Bu cephenin içinde KP’de var. Günlerce uğraşmamıza rağ­ men bu parti ile görüşme olanağımız ol­ madı. Hakkında fazla bir bilgi de edine­ medik. Yalnız parlamento da sekiz civa­ rında üyesi olduğu söylendi. Venezüella Devrimi’nin önemli bir ayrıcalığı, devrimi besleyecek büyük bir gelire sahip olması. Petrol ve gaz önem­ li gelir kaynakları. Yönetim devrimin gereksinmelerini rahatlıkla sübvanse edecek durumda. Biz oradayken Chavez,' parlamentodan 52 milyon dolar gibi bir bütçeyi ‘misyonlara ’ (halkın ve işçile­ rin özyönetimi olarak belirtilen organla­ ra) denetimine ve kullanımına verecek yasayı çıkardığı söylendi. Ülke öyle yoksul ki eski faşist yönetim, petrol ge­ lirlerini adeta taş taş üstüne koymadan ABD’ye kaçırmış. Yolsuzluklar dizboyu imiş. Bu zaten ülkenin durumunda bariz bir şekilde görülüyor. Ve insan şaşırıyor adeta. Faşist yönetiminin nasıl kan içici bir sömürü ve talan sistemi olduğunun kanıtını gösteriyor. Bunu Caracas’m bü­ tün sokak ve evlerinde görmek müm­ kün. Şimdi olumlu birçok değişim süre­ cini de... Ancak temel sorun, devrimin organ­ larının henüz tümüyle kurumsallaşamamış olması. Değişik örnekler ise hala çok yeni. Doğal olarak bu noktada so­ runlar oldukça yaygın. Görüştüğümüz MVR dış ilişkiler sorumlusu Aurora Morales ile ismini şimdi hatırlayamadığımız bir profesör arkadaş, bize paralel ikili iktidardan ve ikili ekonomiden' bahsetti. ‘Biz’ dedi ‘özgül bir yolu izliyoruz. Bu yol burju­ vazinin alanını daraltacak ve sınırlaya­ cak bir yoldur. Onun için Sovyet yolun­ dan gitmiyoruz. Dogmatik bir yaklaşımı reddediyoruz.’ Bu anlatım kuşkusuz Sovyet deneyinden öğrenmek ve ders çıkarmaktan çok, her an burjuvazi ile

48


MART'NİSAN 2006 q O İ

uzlaşma eğilimini ifade eden bir kuşku yarattı bizde. Ama bir şey söylemek için henüz çok erken. Gerek valinin gerekse dış ilişkiler sorumlusunun mülkiyet biçimlerine iliş­ kin sorumuza verdikleri yanıtları ise şöyle özetleyebiliriz; bu arkadaşlar üç mülkiyet biçiminden bahsettiler; 1. Devlet mülkiyeti: Devletin doğ­ rudan kontrol ettiği mülkiyet. 2. Özel mülkiyet: Yeni Anayasa tar­ tışmalarında sosyal amaçlara ve hedef­ lere ters düşmeyecek biçimlerde özel mülkiyete sınırlamalar getirilmek isten­ mektedir. Mesela enflasyon altında üc­ ret kısıtlamasına ya da sendikal örgüt­ lenmelere karşı keyfi davranışlara gidi­ lemeyecek vb. gibi. Bunlar değiştirilme­ si düşünülen Anayasa’nm son taslak metninde tartışılıyor. 3. Sosyal mülkiyet: İşçilerin deneti­ mini amaçlayan bir tarz kooperatif mül­ kiyeti. Nitekim sosyal mülkiyete örnek iki temel biçim var; bunlardan ilki semt­ lerde oluşan ve halk katılımını amaçla­ yan kooperatif mülkiyeti. Bununla ilgili bir kooperatifi gezdik. Kısaca belirte­ lim; Katya mahallesinde kurulmuş olan Venta adlı bir kooperatif oluşumu. Bü­ yük bir alana inşa edilmiş. Eski bir pet­ rol şirketinin alanı. Bu kooperatif devlet ve petrol şirketi tarafından sübvanse ediliyor. Yoksul mahallenin bir ucunda kurulmuş. Kendi içinde yaklaşık 40 ci­ varında değişik alanda çalışan alt koo­ peratif birlikleri var. Mesela sağlık, spor, market, üretim, eğitim, ulaşım, çocuk sağlığı vb. gibi alanlarda çalışma yapı­ yor. Ayrıca küçük bir fabrikayı andıran iki tane de üretim atölyesi var. Birisi 198 işçinin çalıştığı tekstil atölyesi. Diğeri de 100’e yakın işçinin çalıştığı ayakkabı atölyesi. Biz ordayken Küba’dan on bin ayakkabı siparişi almışlar, onu üretiyor­ lardı. Venta’yı değişik kooperatiflerden seçilen bir ekip yönetiyor. Şimdilik süb­ vanse ediliyor. Ancak ileride kendi ken­ dilerine yetmeyi amaçlıyorlar. İkinci örnek de; zarar eden ya da iş­ veren tarafından işletilmek istenmeyen veya değişik sorunları olan fabrikaların, devlet tarafından satın alınarak devletle birlikte işçilerin denetimine verilmesi. Daha çok orta veya küçük işletmelerde

görülen bu duruma yakmen tanık olduk. Böyle durumlarda devlet, işletmenin %51’ni elinde tutuyor, işçiler de %49’nu. Ortak bir komisyon kumluyor ve fabrikayı bu organ yönetiyor. Bu or­ ganda devletin temsilcileri de yer alıyor. İki fabrika öyküsünde bunun ayrıntısını anlatmaya çalışacağım. Sorunu iyi tanımlayabilmek için bir de misyonlardan bahsetmek gerekiyor. Misyonlar, biraz halk konseylerine ben­ ziyor. Amaç halk insiyatifmi öne çıkar­ mak. Böyle yirmiye yakm misyon var. Mesela Ribas, Sucre, Robinson, Barrio Adentro, Piar, Miranda, Guaicaipro gibi misyonlardan bahsedebiliriz. Gerek Venta Kooperatifı’nde, gerek İnveval fabrikasında, gerekse de La Vegas semt inisiyatifinde Ribas eğitim projesine ya­ kından tanıklık ettik. Devletin resmi eğitim sistemine paralel başka bir eğitim projesi bu. Kooperatiflerde, varoşlarda ya da fabrikalarda Ribas eğitimi mutlak bir zorunluluk haline gelmiş. Bu daha da geliştirilirse çok önemli bir rol oyna­ yacak gibi görünüyor. Kısaca önemli olan bazı görüşme­ lerden daha bahsetmek gerekiyor. Size şiçıdi sosyolog ve felseci El Negro Vil■fafana, Chavez döneminin eski dış iliş­ kiler sorumlusu ve Kristof Colomb hey­ kelinin yıkılışının öncülerinden yazar Roland Tenis Boultan’m görüşlerini özet olarak aktaracağım. Bunun şöyle bir önemi var; devrim sürecinde nasıl tartış­ malar yürütülüyor ve farklı düşünenler neler söylüyor, bunları anlamak için bu

tartışmaları yansıtmak gerekiyor. Önce El Negro ile başlayalım; 90 Tara kadar solun yer altında olduğu­ nu, 90’larm sonundan itibaren halkla Chavez hareketi arasında köprü rolü oy­ nadığını belirtiyor El Negro. Chavez’in başta sağcılar ve dincilerle hareket etti­ ğini, popülist bir karaktere sahip oldu­ ğunu, ancak halkın baskın gücü ve top­ lumsal değişim talebi karşısında sol po­ pülist bir çizgiye kaydığını söylüyor. ‘Halktan gelen sosyalizen baskı Chavez’e fazla geliyor’ diyen El Negro, devrimin dört temel sorunundan bahse­ diyor; 1. Devrimde öncülük sorunu, 2. Buıjuva demokrasisinin ■Venezü­ ella’da gelişme süreci, 3. Devletin yasal üstyapı sorunu, 4. Anti-emperyalizm ve sosyalizm süreçlerinin evrimi. El Negro, devrimin olası evrilme süreçlerini ise üç ana başlıkta topluyor. Bunlardan ilki, halk katılımı derinleşirse ve devrime ağırlığını koyarsa devrimci süreç olumlu yönde gelişebilir. İkincisi, şu anda var olan kurum ve partiler ağır­ lık koyarsa devrim reformist ve uzlaş­ macı sürece doğru evrilebilir. Üçüncüsü de, politik erk başta olmak üzere devlet­ te yozlaşma ve çürüme gibi bir gelişme olursa, karşı devrimci süreçte yeni atak­ lar olabilir. Elbette El Nero’ya göre bun­ lar olası birer senaryo. Ancak yine de ona göre ‘bu senaryolardan hangisinin a­ 49


CJOİ MART-NİSAN 2006

ğırlık kazanacağı önümüzdeki başkanlık seçiminde belli olacaktır’ diyor. El Negro başka bir noktaya daha parmak bası­ yor; meselenin ekonomik olmaktan zi­ yade politik olduğunu, ancak politikanın ise dar çerçevede yapıldığını ve halk için sınırlandığını ifade ediyor. Bu konu­ larda çeviri sorunundan dolayı net ola­ rak nelerin ifade edildiği anlaşılır ol­ maktan uzak oldu bizim için. Mesela halk katılımının önünün Bolivar Mis­ yonları örneklerinde görülebileceği gibi açıldığı kanaatini edinmiştik. Ancak El Negro’nun içerden olarak neleri kastet­ tiği kuşkusuz önemli ve yabana atılacak değerlendirmeler olmadığını dikkate al­ mak gerekiyor. Chavez döneminin ilk dış ilişkiler sorumlusu ve yazar Roland Tenis Boultan ise anlaşılan önemli bir kimlik. Gö­ rüş ayrılıklarından mıdır bilinmez, ama Chavez tarafından görevden alınmış. Kristof Colomb heykelinin yıkılmasının mimarlarından birisi Tenis. Onun görüş­ leri ise kısaca şöyle; ‘21. yüzyıl sosya­ lizminden ne anlıyorsunuz’ sorumuza R. Tenis’in cevabında şunlar ifade ediliyor; ‘...bu konuda kimsenin kesin bir bilgisi olduğunu sanmıyorum. Ancak bana gö­ re kesin olan şu; sosyalizm öncülerin değil, halkın yaratacağı bir mesele. Ulu­ sal değil, küresel bir sorun sosyalizm. Kıtasal devrimi öngörmek gerekiyor. Bizim kıta da devrimin ortak birçok te­ meli var. Mesela Jose Martin sadece Küba’nın değil, Latin Kıtası’mn da bir kurtuluş simgesidir vb.’ Daha sonra Ro­ land Tenis, beş sınıf dinamiğinden bah­ sediyor Venezüella Devrimi için; 1. Kent yoksulları, 2. Sanayi proletaryası (öncülük ro­ lü), 3. Radikal kır yoksullan, 4. Batıdaki yerli halk, 5. Altın madenlerinde çalışanlar. (Yine çeviri meselesinden dolayı bu sı­ nıf gücünü neden sanayi proletaryasın­ dan ayırdığı anlaşılamadı.) Tenis, devrimde ilk üçünün etkin bir konum, diğer ikisinin de etkin olmayan bir konum kazanacağını belirtiyor. Projesel önerisi ise şöyle; ‘Bu sınıf dinamiklerini ortak bir platformda bir­ 50

leştirmek ve yeni hareketi de bu temel­ de ele almak gerekir. Anayasayı daha ileri hedefler doğrultusunda yeniden de­ ğiştirebiliriz. Bunu kıta da yaygmlaştırabiliriz. Biz dönüşümü sokakta yapaca­ ğımıza inanıyoruz. Bunun için iki bin kişilik bir gücü temsil eden ‘Sokakta Demokrasi Hareketi’ni kurduk.’ Tenis’e sorduğumuz bir soru da Ko­ münist Partisi ile ilgili olanaydı; Tenis, ‘Onlar sokaktan ziyade parlamentoya bakıyorlar. 30 yıldır pratik mücadele de yoklar. Onlar parti bizler ise otonom gruplarız. Biz de komünistiz, ama onlar­ dan ayrıyız.’ Bu düşünce El Negro tara­ fından da paylaşılıyor. Bizim için VKP’nin görüşlerini al­ mak önem taşıyordu. Başkanı Brezil­ ya’da olduğu için görüşemedik. Diğer bir yetkili ile görüşme talebimize ise bir yanıt alamadık. Belli ki Venezüella Devrimi’nde ol­ dukça değişik görüşler varlığını sürdü­ rüyor. Kuşkusuz bu doğal ve devrimin zenginliği. Üstelik bu tartışmalar tam bir demokrasi ortamında yapılıyor. Ama sanıyorum en önemli sorun, genişlemiş olan, içine kır ve kent yoksullarını da alan işçi sınıfının devrime ağırlığını nasıl koyacağıdır. Bu sorun hala askıda. Bir yerde devrimin kaderi adeta Chavez’in kişiliğinde toplanmış. Bu ise olası bir tehlikeyi ifade ediyor. Bu tehlikeyi ken­ di aramızda da sık sık vurguluyoruz.

III Sonra Venezüella Sendikalar Birliği (UNT)’ni ziyaret ediyoruz. UNT yakla­ şık bir milyon üyesi olan bir sendika. Başkanı bayan Marcalle Maspore aynı zamanda parlamenter. Maspore sadık bir Chavez taraftan. Cana yakın ve dost bir arkadaş. Sendika ILO’ya katılmış. Önceki -sağcı sendika STV’nin üye sayısı 60 bi­ ne kadar düşmüş. Hızla üye kaybettiğini anlattılar bize. STV daha çok özel sek­ törde örgütlü. Petrol işçileri ise devrim­ den sonra hızla UNT’ye katılmış. Ayrıca elektrik, ulaşım, sağlık gibi alanlarda iş­ çiler UNT’ye üye olmuş. 28 Mart 2006’da yeni kongresi var. Birçok tartış­ malı ya da açık olmayan sorunlar bu kongrede tartışılacak. Ancak en ilginci

delegelik sisteminin ortadan kaldmlmış olmasıdır. Doğrudan seçim sistemini ge­ tirmişler. Seçimi bu durumda nasıl ya­ pacaksınız sorumuza verdikleri yanıt belirsiz. Söyledikleri herhalde elekronik sistemle olur diyorlar. Bu sendika bü­ rokrasisinin önlenmesi için önemli bir karar. Yetkililer işçilerin yönetime katıl­ masını sağlamak için yasa tasarısı hazır­ ladıklarım söylediler. Ayrıca özel sek­ törde uygulanmayan Chavez yasalarını, güvence altma alacak yeni yasalar çıka­ racaklarını belirttiler. Sendikada şimdi­ lik aidat yok. Bu sorunu tartışıyoruz, bu­ na uygun bir çözüm getireceğiz, diyor­ lar. İşçi nüfusu ülkede hizmet ve kafa emekçileri dahil 9.5 milyon. Sanıyorum buna kırsal alanlarda çalışanlar ve işsiz­ ler de dahil olsa gerek. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı çünkü. Venezüella’nın nüfusu ise 25 milyon. UNT bir genel sekreterle yönetiliyor. 23 eyalette örgüt­ lü. Her eyalette ise bir sekreter var. An­ laşılan oldukça gevşek bir örgütlenme. İlginç bir anlatımda Sovyet deneyi­ ne getirdikleri eleştirilerdir. Mesela Sovyet sendikacılığı reddediliyor. Hatta daha ileri giderek Bolşevikleşmenin çu­ valladığını ve bunun sorumlusunun Lenin’de aranması gerektiğini dahi belirtti­ ler. Elbette bunu söyleyenler devlet yö­ netiminde bulunan valinin ve parti dış ilişkiler sorumlusunun (ki bir prof, ile gelen Aurora Morales partinin teorisyenleri izlenimini vermişti bizde) ortak düşünceleri. Ama farklı düşünenler de var. Mesela bunlardan birisi ziyaret etti­ ğimiz sendikaya bağlı Öğretmenler Yar­ dım Kurumu’nun (İPAS) başmda bulu­ nan Prof. Orlande Perez. Perez, kendini Marksist-Leninist olarak tanımlıyor. Zi­ ra bize tercümanlık eden oğlunun ismi Lenin, Kızının ise Rosa. İPAS’m üye sa­ yısı 350 bin. UNT’ye bağlı olarak çalı­ şıyor. Biz, Perez ve bir işçi kökenli mil­ letvekili ile işçi sınıfı sorunlarım tartışı­ yoruz. Sınıf içinde üç ana eğilimden bahsediyorlar. Bunları şöyle özetlemek mümkün: 1. Bolivar İşçi Gücü. Perez, bu gru­ bu daha çok bürokratik ve reformist eği­ limli olarak tanımlıyor. 2. Troçkist grup. Bu gmp, işçi sını­ fının bütünsel çıkarları ile grup çıkarla­ rını birbirine karıştırıyor, diye eleştiri-


MARTNİSAN 2006

C |O İ

yorlar. Küçük bir grup olduğunu söylü­ yorlar. 3. Kendilerinin de içinde yer aldığı, aynı' şekilde UNT Başkam’nm da katıl­ dığı ana gövde. Bu ana gövde de farklı eğilimler var. Anti-emperyalist sınırda kalanlardan (anlaşılan o ki başkan bu sı­ nırda kalanlardan) Marksist-Leninistlere kadar geniş bir cephe bu. Bize anlatı­ lanlara göre; şimdi esas amaç, emperya­ lizme karşı işçilerin tümünün birleşik bir merkezini kurmak. Bu konuda önemli ilerlemeler sağlanmış. Onun için partiler üstü bir ulusal cephe zorunlulu­ ğundan bahsediyorlar. Ancak Perez, sınıf içindeki sorunla­ rın farkında. Perez’e göre işçi smıfı iki ana gövdeye ayrılmış. İlki daha çok Pet­ rol, Maden, Elektrik ve Gaz gibi sektör­ lerde çalışan ve artı değer üreten sanayi işçileri. Ancak bunların sayısı sınırlı. İkincisi de kafa ve hizmet emekçileridir. Ücrete bağlı olanları daha çok kamu sektöründe çalışanlar olarak tanımlıyor. UNT’nin esas amacı, bu smıf güçlerini eğitmek, birleştirmek ve harekete geçir­ mek. Özel mülkiyetin toplumsallaşma­ sını ve bütün işçilerin üretim araçlarının denetimini sağlamasını esas amaç ola­ rak açıklıyor Perez. Olumsuz olarak gördüğü bir nokta, 167 parlamenter içinde sadece 3 işçi kökenli, 3 ’te sendika kökenli milletvekilinin bulunmasıdır. Perez iki temel sorunun daha altmı çizi­ yor; bunlardan ilki, emeğin metalaşmasını engellemektir. Bunu nasıl yapaca­ ğız, tartışıyoruz, diyor. İkincisi de, pazar sorunu. Kapitalist pazardan, ihtiyaçlara yanıt veren pazara nasıl geçilecektir so­ runu bizim için önem taşıyor, diyor. Kuşkusuz bir de mülkiyet sorunu var. Bu sorular henüz açıkta. Verilen cevap­ lar yetersizliğin ötesinde, şimdilik dev­ rimin hangi yoldan ilerleyeceğini de be­ lirsiz ^ılıyor. Görüşme sürecinde özür dileyerek UNT başkanı Marcalle’nin gelemediği­ ni (biz başkanı bekliyorduk), çünkü bir fabrikanın işçiler tarafından işgal edildi­ ğini ve işçilerin denetimine geçtiğini, başkanın orada olduğunu, isterlerse fab­ rikaya gelebilecekleri haberini gönder­ mişti. Daha sonra oraya gittik. Bu vesi­ le ile bir fabrikanın mülkiyet biçiminin el değiştirmesine de tanıklık edecektik.

Burada küçük bir espiriyi de aktara­ lım isterseniz; İngilizce konuşma nedeni ile telefonda arkadaşımız Lenin ile ko­ nuşuyor. Herhalde karşı avizeden ‘ben Lenin’ diyor. Bizim arkadaş da hemen espriyi yapıştırıyor; ‘ben de Stalin!’ Gü­ lüşüyoruz. Şimdi bu iki fabrika öyküsüne geçe­ biliriz artık...

IV İki fabrika öyküsü: S e l-Fex (L o n y ) v e İn veval d e n e y le ri I. Sel-Fex örneği SEL-FEX, LONY markası ile mayo ve iç çamaşırı üreten bir fabrika. Burada 240 işçi çalışıyor. Çalışanların %95’i kadın işçi. Daha önce toplu sözleşme yapılmış. Ancak birçok maddesi işveren tarafından uygulanmamış. İşveren sade­ ce çıplak maaş vermeyi kabul etmiş. Bunun üzerine birçok aşamadan sonra 16 Aralık 2005 tarihinden itibaren fabri­ ka işçiler tarafından işgal edilmiş. İşgal faal olarak 35 kadın işçinin denetiminde sürmüş. İşveren bunun üzerine konkor­ dato ilan etmiş. Uzun aralıklardan sonra iş mahkemeye gitmiş. Mahkeme işçiler lehine karar vermiş. Ancak işveren zarar ediyorum gerekçesi ile mahkeme karar­ larım uygulamamış. Bunun üzerine fab­ rika işverenin işçilere ve devlete borçla­ rını mahsup edip geri kalanını satın ala­ rak fabrikaya el koymuş. 1999’da çıka­ rılan Anayasa’nm 104. maddesine daya­

nılarak (‘sosyal mülkiyet’ olarak tanım­ lanan) fabrikanın, devlet ile birlikte işçi­ lerin denetimine geçmesi kararı alınmış. Biz fabrikaya gittiğimiz gün mülkiyetin el değiştirme sözleşmesi imzalanıyordu. Hukuk temsilcileri (bu temsilcinin işve­ renin mi, yoksa devletin mi temsilcisi olduğunu anlayamadık) ile UNT Başka­ nı ve fabrika işçi temsilciliğinin imzala­ rı ile fabrika el değiştiriyordu. Kuşkusuz bu süreçlerin tümüne devrimin cevaz verişi etkili olmuştur. Bütün dönüşümler politik otoritenin et­ kili gücünden ve bu güce uygun olarak Anayasal kararlardan gelmektedir. Bu da iktidar erkinin politik bir devrimle ele geçirilmesinin ne kadar önemli oldu­ ğunu gösteriyor. UNT Başkanı Marcalle Maspore’nin bizi fabrikada beklediğini haber alınca Lenin bizi hızla oraya götürdü. Fabrika önü kalabalıktı. Bir kadın işçi, hemen hemen tümü kadın olan işçilere hitap ediyordu. Belli ki işgal ve mülki­ yetin el değiştirmesi anlatılıyor. Neler yapılacağı tartışılıyor. Coşkulu bir hava içinde yaklaşık yanm saat onlan dinli­ yoruz. Lenin içeriye haber vermiş olmalıki işçilerin arasmdan içeriye almıyo­ ruz. Sözleşme bitmiş ve imzalar atılmış ki biz içeriye girdiğimizde hukuk tem­ silcisi Maspore’nin elini sıkarak çıkıp gitti. Sonra UNT Başkanı ile tanıştırıl­ dık. Kısaca fabrikadaki durumu anlattı. Sonra işyeri temsilcisi olan ve dışanda konuşan bayan arkadaşla da tanıştırıl­ dık. Küçük kız çocuğu da yanındaydı. 51


t |O İ MART'NİSAN 2006

istiyor herhalde. Sonra çok genç bir po­ tıyor. Toplantıya arada bir değişik işçi Ayrıca Maspore işçi bayanlara bizlerin arkadaşlar geliyor, onlarla da tanışıyo­ lis müfettişi ile müdür ya da komiser ol­ Türkiye’den geldiklerini ve dayanışma ruz. Paredes süreci kısaca şöyle özetli­ duğunu sandığımız iki güvenlik elemanı içinde bulunduklarım anlattı. Maspore, yor; ‘fabrikanın eski sahibi Chavez kar­ giriyor içeriye. Tek tek bizimle de el sı­ ikinci gün SEL-FEX ile ilgili olarak bü­ şıtı muhalefetin başını çekiyordu. Soma kışıyorlar. Milletvekili genç bir arkada­ yük bir toplantı yapacaklarını, isterlerse Ispanya’ya kaçtı. 2002 yılı grevinde şımıza dönerek, ‘görüyorsunuz polis oraya gelip konuşma yaparak mesajları­ fabrikada 110 işçi çalışıyordu. Şu anda müfettişimiz de senin gibi çok genç ve nı da verebileceklerini bize söyledi. Biz55 işçiye düştü. İşçiler daha çok erkek işçileri korumaya gelmişler.’ Öyle anla­ ler ikinci gün döneceğimizden o toplan­ ve lise çağındaki gençlerdir.’ Bu grevde şılıyor ki genç arkadaşımıza ‘bütün bun­ tıya katılamadık, ama mesajımızı ilettik. 8 işçi dışında tümü işten atılmış. Atılan­ ları bize devrim sağladı’ demek istiyor. Fabrikada işçiler destek duygularım ifa­ lara işveren 12 milyon Bolivar civarında Biz yine de kendi aramızda şakalaşıyo­ de etmek için bir defter açmışlardı. O tutan tazminatı da vennemiş. İflas ge­ ruz; ‘bu polisler gerçekten şimdi bizim deftere destek anlamına gelen ortak rekçesini göstererek ancak 2 milyon Bo­ dostlarımız mı? duygularımızı yazdık ve her birimiz im­ livar ödeyebileceğini zalayarak başkana belirtmiş. Böylece 1 verdik. Lenin, yaz­ UNT'nin esas amacı, bu sınıf güçlerini eğitm ek, birleş­ Mayıs 2003 günü dıklarımızı işçilere kendi dillerinden ter­ tirmek ve harekete geçirmek. Ö zel mülkiyetin toplum ­ fabrika işgal edilmiş. cüme etti. İşçilerin sallaşmasını ve bütün işçilerin üretim araçlarının deneti­ İşçilerin talepleri; iş­ yerine dönmek, üre­ alkışlama biz de al­ mini sağlamasını esas amaç olarak açıklıyorlar. time yeniden başla­ kışla karşılık verdik. mak, üretilmiş olan Sonra fabrikanın ge­ Otelimize döndüğümüzde bu görüş­ vanaların güvenliğini sağlamak ve ol­ nişçe bir salonuna geçtik. İşçiler de bi­ meye katılamayan arkadaşlara durumu mazsa tazminatlarının tümünü almak zimle birlikte salona geçmişlerdi. İşçiler aktarıyoruz. Arkadaşlar oldukça hayıfla­ vb... İşçiler işverene tazminatlarımızı kendi aralarında kaldıkları yerden hara­ nıyorlar. Böyle bir tarihi olayı kaçırdık­ vermezsen vanaları satar, haklarımızı aretle tartışmaya devam ettiler. Soma ları için tabii. O zamana kadar daha çok lınz, demişler. Ancak işçiler yeterli dü­ bekledikleri misafir geldi. Meğerse bek­ görüşmeler ile geçirmiştik zamanımızı. zeyde örgütlü olmadıkları için mücade­ ledikleri arkadaş başından beri kendile­ Devrimci bir eylemin içinde bulunma­ le başarıya ulaşmamış. Uyuşmazlık rini destekleyen işçi kökenli bir parla­ mıştık. Oysa şimdi hem işçilerin fabri­ mahkemeye kadar gitmiş. Mahkeme iş­ mentermiş. Milletvekili ile de teker te­ kayı işgaline destek veriyorduk hem de veren lehine karar vermiş. Ayrıca mah­ ker tanıştırıldık. İşçilere hitaben konuş­ ilk defa bir fabrikanın mülkiyetinin el keme işçilere dönük karar da almış; tu. Sonra işçilerin alkışlarını cep telefo­ değiştirmesine tanıklık yapıyorduk. Bu ‘fabrika işçilere terk edilemez. Çünkü nu aracılığı ile birisine dinletiyordu. az şey mi... işçiler fabrikayı yönetemezler. Sorunsuz Sorduğumuzda Venezüella Meclis Baş­ II. İnvevalfabrikası deneyi çekip gitmelidirler. Böyle yaparlarsa ba­ kanı ve aynı zamanda Latin Amerika zı haklara sahip olacaklardır! ’ Ancak iş Parlamentolar Birliği Başkanı da olan İnveval, Caracas’a yaklaşık 40 müfettişi işçiler lehine karar vermiş. Fa­ arkadaşın desteğine karşın işçilerin al­ km.uzaklıkta. San Antonio bölgesinde kat işveren bunu da kabul etmemiş. İş­ kışlarını dinletiyormuş telefon aracılığı kurulmuş. Yemyeşil bir dağlık bölgede veren Nepal’daki fabrikayla birlikte ile. inşa edilmiş. Çok güzel bir bölge. Ova­ davranmaya başlamış. lık adeta önünüze bir yatak gibi serili­ İşçiler önlem için makineleri bü­ yor. Kendi aramızda ‘bizde olsa buraya yükçe bir odaya toplamış ve kilitlemişBu süreçten somu fabrika yeniden hemen turistik bir otel kurulur’ diyoruz. lerdi. Kaçırılma korkusundan dolayı bu işgal ediliyor. İşçiler bu sefer aileleri ile birlikte kamp kuruyorlar. Direniş uzun önlemi almışlar. Şimdilik fabrikada üre­ İnveval, petrol şirketine vana üreten tim yok. Üretimin ne zaman ve nasıl sürünce ve işçilere sarı sendikadan yar­ bir fabrika. başlayacağını tartışıyorlar. Lenin, şimdi dım da gelmeyince mücadele parçalan­ Fabrikada üretim son birkaç yıldır polisler gelecek diyor, bize. Bizde ğayri maya başlıyor. Geçim derdi için bazı iş­ durmuş. Fabrika adeta hurdaya çıkar ha­ ihtiyarı bir telaş var. Ne de olsa polis ge­ çiler direnişi terk ederek iş aramaya baş­ le gelmiş. Yaklaşık üç yıl öncesinden lecek! Meğerse polisler işverene ve palıyor. Direnen işçiler içinde boşanmalar başlayan direniş devam ediyor. Rehberi­ ramiliter güçlere karşı işçilerin güvenli­ bile baş gösteriyor. Direniş kuşkusuz bu miz olan Lenin, işçi direnişinin önderi, süreçten olumsuz etkileniyor. Büyük bir ğini sağlamak için geliyorlarmış. Bizim şimdi ise fabrika sorumlusu (müdürü) omoral bozukluğu yaşanıyor. 10’a yakın arkadaşlar orada bulunanlara ve işçi lan Jorge Paredes ile tanıştmyor. Jorge milletvekiline bizdeki durumu anlatıyor. değişik komiteler kurulsa bile parçalan­ bizi fabrika yönetimi olan bölüme çıka­ ‘Polis, bizde işvereni işçilerden koru­ ma durdurulamıyor. Bu dönem, devri­ rıyor. Ancak fabrika yönetim bölümleri mak ve işçileri baskı altına almak için min geleceği açısında da kritik günler. dahil adeta çürümeye terk edilmiş. Daha gelir sadece’ diyoruz. İşçi kökenli mil­ Chavez’i devirmek için referanduma gi­ soma toplantı odasına alıyor Paredes. diliyor. Karşı darbe gerçekleştiriliyor. letvekili arkadaş gülüyor. ‘Devrim bu’ Son üç yılın direnişini ayrıntısı ile anla­ Böylece karşı devrimci güçler daha tehdiyor. ‘Devrim nelere kadirdir’ demek

52


MARTIN iSAN 2006

ditkar davranıyor. Devrim ise hala sal­ lantıda ve kurumlar ise istenilen düzey­ de örgütlü değil. Bu süreçte 110 işçiden 40’ı direnişi terk ediyor. Uzun sürmeden direniş kın­ lıyor. Birçok ara süreçlerden sonra 2004 yılma gelindiğinde sadece direnen 4 işçi kalıyor. Aynı yılın Kasım ayında ise sa­ dece Jorge Paredes kalıyor-fabrikada. Burada ilginç olan bir nokta şudur; üre­ tim durduğu, işveren ülkeden kaçtığı ¡herhalde devrimin olası gelişmesinden korkup kaçmış olmalı) ve işçi direnişi de kırıldığı için, halk fabrikayı yağmalı­ yor. Ne buluyorlarsa evlerine taşıyorlar. Bu dönemde devrim umutlan yeni­ den ülkede hız kazanıyor. Chavez atak üstüne atak yapıyor. Devrimde derinleş­ me giderek artıyor. Devrimci güçler egemenliklerini birçok alanda pekiştiri­ yor. Karşı devrimci güçlerin beli iyiden iyiye kırılıyor. Böylece merkezi otorite­ den, fabrika direnişine destek geliyor. Umutlar artınca 20 işçi tekrar fabrikaya dönüyor. Ancak işveren Ispanya’ya kaç­ tığı için yerine atadığı bir menajeri ara­ cılığı ile üretilmiş olan vanaları, bilgisa­ yardaki disketleri, değişik dokümanları kaçırıyor. Bu dönemde derhal sürece ye­ niden müdahale etmek için yeni bir ko­ mite kuruluyor ve başına Paredes geçi­ yor. Paredes parlamentoya çağrılıyor. İş­ çi kökenli milletvekillerinin de desteği ile sorunu tartışıyorlar. 16 Şubat 2005’te işçi komitesi parlamentoya bir öneri su­ nuyor; ‘eğer bizi desteklerseniz fabrika­ yı ele geçirebiliriz.’ Fakat hükümet bu öneriye güvence veremiyor. Çünkü bu devrimin adeta ilk millileştirme örneği olacaktır. Devrim ise hala bu konularda ne yapacağını bilecek durumda görün­ müyor. Destek verilmeyince işçiler de fabrikayı ele geçirmede tereddüt ediyor. Bu durum işçilerde yeniden moral bo­ zukluğuna sebep oluyor. Paredes sert bir konuşma yapıyor. Bunun üzerine 12 iş­ çi, 2 güvenlik görevlisini etkisiz hale ge­ tirerek fabrikanın kontrolünü ele geçiri­ yorlar. Sonra bazı işçiler yeniden fabri­ kaya dönüyor. Artık fabrika denetimi tü­ müyle işçilere geçmiştir. Bundan sonra gerek iş mahkemesi gerekse ilgili ba­ kanlıktan görevliler gelerek envanter turuyorlar. Böylece bakanlık da millileş­ tirmeye yeşil ışık yakıyor. Ancak bakan­ lık işçilerden tek bir istek de bulunuyor;

‘fabrikanın millileştirilmesi komuoyu tarafından bilinmeyecek. Gizli tutula­ cak.’Anlaşılan o ki hala devrimci otori­ te, mülkiyet sorunu hakkında net bir tu­ tuma sahip değildir. Bakanlığın tavrı, aslında bu anlayışın açık bir göstergesi gibidir.

t |Q İ

Oysa Jorge Paredes’in anlattığına göre; ‘bizim hareketimiz yasalara uy­ gundu. Çünkü petrol sanayisi 1976 yı­ lında millileştirilmişti. İnveval fabrikası da (petrol sanayinin yan bir kolu olması nedeniyle) Anayasa’nm ilgili maddesine dayanılarak millileştirilebilirdi. Dolayı­ sıyla hareketimizin böyle bir hukuksal dayanağı vardı.’ Nihayet fabrika, 26 Mart 2005 yılında parlamentoda milli­ leştiriliyor ve başkan Chavez tarafından imzalanıyor. Bu karara göre fabrikanın %51’i devletin, %49’u da işçilerin ola­ caktır.

retimi Nisan 2006’da başlatabilme ça­ basına verilmiş. Aralıktan bu yana işçi­ lerin ücretlerini devlet ödüyor. Asgari ücret ortalama 400 bin Bolivar iken, iş­ çiler burada 700 bin Bolivar alıyor. Paredes’in ücreti de işçilerle aynı. Bizim gözlemimizden çıkan sonuçlardan birisi de şu; sanki işçiler maaşlarını alıp fazla bir şey yapmamışlar. Çünkü son üç ay­ dır maaşlarını alan işçiler, fabrikaya dö­ nük doğra dürüst bir temizlik dahi yap­ mamış görünüyorlar. Flatta biz Pare­ des’e ‘sanki işler burada çok ağır gidi­ yor’ sorumuza, hayır cevabını veriyor. Oysa fabrikanın yönetim büroları ol­ dukça yıkık ve bakımsız. Duvarlar dö­ külüyor, odalar perperişan bir görüntü veriyor. Bu durumda bizde kendi ara­ mızda Sovyetler Birliğimdeki çürümeye neden olan gerekçeleri düşünmeden edemiyoruz elbette.

Bundan sonra işçiler derhal bir koo­ peratif kuruyorlar. Böylece fabrikanın mülkiyeti kooperatife geçiyor. Koopera­ tife 5 YK üyesi seçiliyor. Bunların üçü devletin, ikisi de işçilerin temsilcisi. İş­ çiler bıma itiraz ediyor. Fabrika temsil­ cisinin işçilerden olması isteniliyor. İş Chavez’e kadar gidiyor. Chavez işçile­ rin lehine karar veriyor. Bu sırada 5 ki­ şilik YK 9’a çıkarılıyor. İşçileri temsilen beş işçi seçiliyor, devleti ise dört kişi temsil ediyor. YK Başkanı ise Jorge Pa­ redes oluyor. Paredes aynı zamanda fab­ rikadan sorumlu müdür. Fabrikada şim­ di 7 komisyon var. Bütün haznlıklar ü­

Jorge Paredes, kısaca bazı düşünce­ lerini bizlerle de paylaşıyor. Özellikle demokratik katılımcılığın öneminden bahsediyor. ‘Bunu’ diyor ‘biz fabrikada hayata geçirmeye çalışıyoruz. Burada oluşacak olan artı değer sadece işçilere gitmeyecek, aynı şekilde semt halkına da yansıyacak. Kapılarımızı çevrede ya­ şayanlara da açtık. Kapitalizmi yok edip, sosyalizmi kurmak istiyoruz. Dev­ rimi bütün kıtaya yaymak gerekir. 21. yüzyıl sosyalizmi tabandan başlamak zorundadır. Halk iktidarını inşa etmemiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlar­ dan birisi de, bürokrasiye karşı işçi ini-

55


C | O l MARTIN ¡SAN 2006

siyatiflerinin gerçekleştirilmesidir. ’

yor. Herhalde boş zamanı oldukça üni­ versiteye gidiyor. Doğrusu bu olsa ge­ rek.) Hoş bir sohbet yapıyoruz. Sohbeti­ miz daha çok espiri ve şaka içinde geçi­ yor. Ona isminin önemini hatırlatıyo­ rum. Sonra bazı liberal tavırları (rande­ vulardaki gecikmeler gibi) nedeniyle bu isme layık olması gerektiğini espiri ile

yımlan ile esas olarak anti-emperyalist ulusal demokratik bir devrim özelliği göstermektedir.

Bu arada fabrikada sendikal örgüt­ lenmenin olup olmadığmı soruyoruz. 2. Devletin politik üstyapısını ele Bu konuda Parades’in düşüncelerini öğ­ geçiren merkezi otorite, politik bir dev­ renmeye çalışıyoruz. Aynı soruyu Venta Kooperatifi’ndeki yetkiliye de sormuş­ rim sürecinde derinleşme gösterse bile, ekonomik/toplumsal dönüşüm sürecinde tuk. Onun yanıtı şöyleydi; ‘ne gerek var ciddi sancılar ve sorunlarla karşı karşıya sendikaya. Burada işveren yok ki. Altı bulunduğu yadsına­ değer, işçiler tarafın­ maz. Ancak devrimci dan paylaşılıyor. Bu­ 'Devrimi bütün lataya yaymak gerekir. 2 1 . yüzyıl sosya­ süreç, yaşamın da­ rada herşey işçilerin çünkü.’ Bu yaklaşım lizmi tabandan başlamak zorunda. Halk iktidarını inşa e t­ yattığı zorunluluklabizde biraz ürküntü memiz gerekiyor. Dikkat edeceğimiz hususlardan biri de, nn bir sonucu olarak yaratmıştı. SSCB’de bürokrasiye karşı işçi inisiyatiflerinin gerçekleştirilmesidir.7 aynı ölçüde ekono­ mik/toplumsal dönü­ Lenin’e karşı da ben­ şüm süreçlerinin dinamiklerini de açığa zer argümanlar ileri sürülmüştü. Lenin ikarışık bir şekilde anlatıyorum. Lenin içıkarmaktadır. Başka bir deyişle bu zo­ se ‘işçi devletinin hata yapmayacağını çin, hem bilimsel teorinin büyük bir us­ runluluk, toplumsal dönüşüme yamt ara­ kim garanti edebilir. İşçiler kendi hakla­ tası hem de örgütçü ve pratik hareketin rını savunabilmek için sendikalar gerek­ makta ve kendi sürecini dayatmaktadır. önderi olduğunu söylüyorum. Büyük lidir’ demişti. Fakat Parades daha man­ 3. Devrim sürecinin dinamik güçle­ ustanın neden radikal bir komünist ol­ tıki açıklama getiriyor sorumuza; ‘fabri­ ri, kendi mecrasında doğal olarak sınıf­ duğunu anlatıyorum. Bu isme layık ol­ kada şu anda sendika yok. Çünkü geç­ sal programı da gündeme getirmiştir. Bu ması gerektiğini belirtiyorum. Sonra ye­ mişte sendika ile ilgili işçiler kabuslar sınıfsal dayatmayı anlayanlar da var an­ mek fişinin bir kenarına Lenin’i Lenin yaşadı. İşçiler sendikaya karşı tepkili. lamayanlar da... Her iki fabrika örneğin­ yapan bazı özellikleri maddeler halinde Kontrol şu anda tümüyle işçilerde. Sen­ de görülebildiği gibi, işçi sınıfı devrim­ arka arkaya yazıyorum. Bunlar elbette dika belki ilerde olabilir.’ ci sürece ağırlık koyar ve sınıf politika­ hoş ve espirili bir sohbette oluyor. Son­ larını dayatabilirse, devrim sınıfsal dö­ Paredes, fabrikada bir de hücre kur­ ra T.enin bana babası ile (babasını yuka­ nüşüm sürecinde etkin bir konum kaza­ muş. Burada işçilere güncelin ötesinde rıda anlatmıştım; Orlande Perez) kendi­ Marksist eğitim çalışmaları yaptıklarını nabilir. Chavez yönetiminin açık olmasa ni karşılaştırarak şöyle diyor; ‘ben baba­ da ‘21. yüzyıl sosyalizmi’ olarak tanım­ söylüyor; ‘biz de Marksistiz. Fabrikada mın sağmda duruyorum. Ama ilerde oladığı söylem, devrimin sosyalizm yo­ gazete çıkarıyoruz. Bununla işçileri enun soluna geçeceğim’ diyor. Sonra ba­ lunda derinleşmesi açısından bir kaldı­ ğitmeye çalışıyoruz. Ayrıca Ribas eğiti­ zı radikal çıkışları karşısmda arkadaşla­ raç rolü oynayabilir. Bu önemli bir açı­ mini sürdürüyoruz. Chavez yönetimini rı ona ‘sen Usame Bin Ladin mi’ olacak­ lım ve önemli bir olanak anlamma geli­ destekliyoruz. Ancak bizler Chavez’in sın diyorlannış. Ben de ona ‘hayır senin yor. Eğer bu olanak doğru kullanılır ve partisinden değiliz. Ama devrim cephe­ için Bin Ladin benzetmesi güzel değil, sinin içinde yer alıyoruz.’ Sonra 1000 bu alanda beceri gösterilebilirse, devrim sen Lenin gibi olmalısın’ diyorum. Bir­ Bolivar karşılığında gazatelerini satıyor­ hızla sınıfsal program hedefleri doğrul­ likte gülüşüyoruz. Sonra devrimin in­ tusunda ilerleyebilir. Bunun gerçekleşe­ lar. Sattıkları gazete fabrika gazetesi de­ sanlarımızı nasıl eğittiğini gözlerimizle ğil. Daha genel politik ve teorik bir ga­ bilmesinin tek kriteri, tümüyle sınıfın görüyor ve şahit oluyoruz. Oysa Haşan zete. Gazetede Troçki’nin bir yazısını komünist öncü güçlerinin yetkin eylem­ Cemal ne demişti: “Devrim hayalleri lerinde toplanmış olmasına bağlanabilir. görüyoruz. Anlıyoruz ki Paredes biraz bitti!” Oysa bakan göz, duyan bir yürek yan Troçkist eğilimli bir arkadaş. Bunu ve çalışan bir kafa, devrim hayallerinin Venezüella Devrimi’nde en temel da şu sözlerinden anlıyonız; ‘ama be­ neden bitmediğini Lenin gibi gençlerin sorun, devrimde hangi sınıfın önderlik nim KP’ye de sempatim var. Onlarla da yaşamlarında görebilirler mi bilmiyo­ edeceği sorunudur. İşçi smıfı devrime diyalog içindeyim.’ KP ise klasik ML rum. Ne kadar basit bir kafa ve zavallı önderlik edebilecek midir? Bu sorunun bir parti. En azından ideolojik çizgisinin bir ruh hali olsa gerek bu. cevabı şimdilik verilmiş değildir. Ancak öyle olduğunu söylüyorlar. burada ciddi sorunlar olduğunu görmek S on u ç gerekir. Bu anlamda temel iki noktanın Bitirmeden küçük bir anekdotu da­ altını çizebiliriz; ha aktannak istiyorum; yemeğe gidiyo­ Gerek her iki fabrika deneyinden, ruz. Lenin benim yanıma düşüyor ye­ gerek Venta Kooperatifi ile La Vegas a. İşçi sınıfının çok parçalı yapısı mekte. Onunla konuşuyorum. Lenin 22 semt girişiminden, gerekse değişik gö­ süreci olumsuz etkileyen nedenlerin ba­ yaşmda üniversiteli bir genç. Herhalde rüşmelerden çıkarabildiğimiz bazı so­ şında sayılabilir. Başka bir deyişle sınıf üniversiteden kalan boş zamanında 4evnuçlan şöyle toparlayabiliriz; yapısının yatay ve dikey olarak parça­ rim için çalışıyor. (Ama doğrusu şu olsa 1. Venezüella Devrimi; önderliği,lanmış olması, devrime önderlik soru­ gerek; gece gündüz devrim için koşturu­ nunu paralize eden önemli nedenlerden sınıf karakteri ve politik/teorik varsa-

54


MART-NİSAN 2006

bir tanesidir. Sınıf kimliğinde, sanayi proletaryası aleyhine çok büyük bir ge­ nişleme söz konusudur. Ülke adeta kü­ çük enformel sektörlerin ağırlık taşıdığı bir ülke haline gelmiştir. Büyük bir iş­ sizlik, ara sektörlerde geçici çalışma bi­ çimleri, zanaatkar, küçük esnaf ve gezi­ ci seyyar satıcılar, kısacası kent yoksul­ lan, sınıfsal konumlanma da temel bir göstergeyi ifade etmektedir. Bu ise sınıf disiplinini, politikasını, ideolojisini ve kültürünü olumsuz etkileyen faktörler olarak düşünülebilir. Bu durum devrim­ de işçi sınıfının niteliksel anlamda ön­ derlik sorununu olumsuz etkliyen bir faktördür. Doğal olarak bütün bunlar, devrimde' küçük buıjuva önderliğinin beslenmesine, dolayısıyla etkin bir ko­ num kazanmasına neden olmaktadır. Kuşkusuz bunlar yadsmamaz.

tümüyle ele geçirilmesi, emekçi halkın lehine yasal/hukuksal ve pratik bir dizi karann gerçekleştirilmesi, Anayasa’nm devrim lehine değiştirilmesi ve devrimci demokratik bir Anayasa’ya kavuşturul­ ması ve karşı devrimci güçlerin önemli derecede tasfiye edilmesi gibi son dere­ ce ilerletici olan devrimci kararların alınmış olması, devrimin ikinci adımını hem zorunlu kılmakta, hem de artan oranda olanaklı hale getirmektedir. Yaşa­ mın nesnel gereksinmeleri sosyalist dev­ rime geçişi mutlak surette gerekli kıl­ maktadır. Bu ise tümüyle sınıfsal (sosya­ list) bir programın pratikte uygulanması demek olacaktır. Ancak bu nasıl olacak­ tır, açık değil. Daha önemlisi, devrimin bu aşamasına ilişkin devrim güçlerinin teorik bir kafa açıklığına sahip olmaları gerektiğidir. Bu konuda sorunlar yaşan­ dığı açık. Burada olası bir gecikme veya olası bir savsaklama devrimin kaderi ile oynamak demektir çünkü.

CJOİ

dirler.

6. Her iki fabrika deneyinden genel bir deney çıkarmak gerekirse eğer (as­ lında bu iki fabrika deneyi, aşağı yukarı ülkenin ortak bir profilini de vermekte­ dir) şu noktaların önemi kendiliğinden anlaşılabilir; işçilerin örgütlülüğünde, eğitimleri ve kuramsallaşması süreçlerin­ de ortaya çıkan tablo, oldukça yetersiz, atıl, gevşek ve liberal yapıların ağırlık taşıdığı olumsuzluklarla örülmüş bir tabloyu göstermektedir. Bunda sıcak bir bölgenin iklimsel etkisini ve aynı şekil­ de Venezüella kültürünün kendine has özelliklerini (özellikle disiplini bertaraf eden ve kendiliğindenciliği özendiren) hesaba katarak belirtiyorum. Ama ne olursa olsun bu durumun, devrimin ilerletilmesinde bir frenleme yaptığını ve tu­ tucu bir konuma neden olduğunu rahat­ b. İşçi sınıfının parçalanmış olan lıkla söyleyebiliriz. Zaten UNT Başkanesnel yapısına paralel olarak, sınıfın nı’nm başka bir vesileyle ifade ettiği gi­ öncü güçleri de kendi içinde sayısız bi ‘bu Venezüella’ya özgü liberalizm’ gruplara bölünmüştür. Kuşkusuz bu du­ 5. Devrim yoksul bir ülkede, kırsaldir. Ancak yine de nedenler ne olursa ol­ rum somnu daha da içinden çıkılmaz bir ilişkilerin hala güçlü olduğu, ama kent sun, devrim nedenlere bağlı olarak de­ hale getirmiştir. Bu nedenle işçi sınıfım yoksullarının aynı oranda büyümüş de ğil, tersine nesnel koşullara ve iradi ça­ birleştiren, eğiten ve eyleme seferber ebalara bağlı olarak gelişir. olduğu bir süreçte gerçekleşti. Kendine den bir oluşum, Venezüella'da oldukça özgü bir yoldan ilerledi. Ancak bu ger­ Umut artık soyut bir istek olmaktan zayıf ve güçsüzdür. Tenis Boultan’ın bu çekler, devrimin ikinci aşamaya geçişini çıkmış, tersine emekçilerin avuçları igüçleri birleştirme önerisi doğruya ait özorlaştıran nedenlere de işaret etmekte­ çinde gerçekleşebilir bir nesnelliğe dö­ nemli bir proje anlamma gelmektedir. dir. Yine de burada 1930’lar SSCB’sinnüşmüştür. Şimdi dünyanın bir tarafı ka­ VKP ise güçsüz ve kırılgan özellikler ta­ de olmayan daha kolaylaştırıcı çok özanılmıştır. Devrim bundan sonra yeni şımaktadır. Anlaşılan o ki KP bu yolda nemli bir olanaktan bahsedebiliriz. Bu umutlarla birlikte yeni hedeflere doğra oldukça sorunludur. Ayrıca ML olan çok da ülkenin büyük bir petrol gelirine sa­ koşacakta ‘Devrimin sonu’ diyenlere sayıda grup ve çevreler ise kendi arala­ hip olmasıdır. Zira ülke dünya petrol ü­ tarih yanıtını vermiş­ rında birleşik bir ey­ tir. Venezüella Devri­ lem hattı da örebil­ Venezüella Devrimi'nde en tem el sorun, devrimde mi, devrimin güncel­ miş değildir. KP ise liği sorununu yeni­ hangi sınıfın önderlik edeceği sorunudur. bu gruplan da kucak­ den insanlığın önüne İşçi sınıfı devrime önderlik edebilecek midir? lamadan uzaktır. Do­ getirmiştir. Bu ne­ layısıyla değişik Bu sorunun cevabı şimdilik verilmiş değildir. denle tarih devrimi Marksist çevre ve yazacaktır, devrim gruplar devrimci smıf cephesi anlamma reticileri sınıflandırmasında beşinci sıra­ tarihi değil. Ancak devrimler tarihi oluş­ dadır. Bu sanayileşme atılımında hem gelen ortak bir smıf partisinde birleşeturmaya devam edecektir. Zira devrim­ bilmiş değillerdir. Şimdilik en olumlu hızlı bir süreci, dolayısıyla hızlı bir smıf ler tarihin aynasıdır. görülen nokta, bu çevrelerin ortak bir birikimini ve proleterleşme eğilimini Bizler, bu hedeflere koşan devrimin anti-emperyalist devrim cephesinde bu­ hem de devrimin organlarını sübvanse yapıcılarının eylemlerine tanıklık ettik luşmuş olmalarıdır. Ancak bu cephenin etmede önemli bir olanağa sahip oldu­ sadece. Daha ötesine değil. örgütlenmesi ve faaliyetleri hakkında ğunu gösterir. Bu devrimin derinleşme­ sinde önemli bir olanaktır. Stalin önder­ herhangi bir bilgi sahibi olamadığımız iVenezüella Devrimi kazanacak ve çin, nesnel yorum yaprha imkanına da liğinde SSCB’nin endüstrileşmesindeki bu eylem bütün emekçi halkların umut­ sahip değiliz. Zaten bunun sının bellidir. bütün olumsuzluklara karşın ülkenin na­ larına ışık olacaktır. sıl bir politika ile dünyanın en önemli 4. Devrimin yaratmış olduğu muaz­ Özetle Venezüella Devrimi’nden çı­ sanayi ülkesi olduğunu biliyoruz. Bu­ zam olanaklar özel olarak vurgulamayı nun tarihi derslerini Venezüella devrim­ karılacak sonuçlar bunlar olsa gerek. hak ediyor; bunlar demokratik hayatm cileri mutlak surette özümseyebilmeliönünün açılması, merkezi politik erkin 28 Şubat 2006 55


S osyal fo rum lar n er ed en GELDİ, NEREYE GİDİYOR? Güler Toprak

T5F'nln yapısal olarak barındırdığı sorunlar D5F'de ve A5F'den O'na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, yeni bir mücadele yöntemi olarak ilgi odağı oluyor, ancak gelip bir yere dayanıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonyasından da kurtulmak zorunda. 5osyal hareketler bu denizde boğul mayaca ksa eğer, en iyi ihtimal­ le Sosyal Forumlardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması gerekiyor. Yoksa kapitalizme bir tekme atmakla bir şey olmaz, o ne badireler atlattı. Türkiye Sosyal Forumu (TSF )geçen sene haziranda duyuruldu. Kuru­ luşunun ilan edildiği basın metninde TSF’nin hedefi şöyle ifade ediliyordu; “Türkiye Sosyal Forumu’nun (TSF) çalışmalarında emek ve meslek örgüt­ leri, siyasi partiler, çeşitli demekler ve inisiyatifler aktif rol oynuyor. TSF, Türkiye’deki yüzlerce sosyal hareketi bir araya getiren bir zemin oluştura­ cak. Türkiye Sosyal Forumu, Türki­ ye’deki tüm sosyal hareketleri TSF’nin bir parçası olmaya, bir avuç insanı değil, milyonları merkezine alan alternatifleri hep birlikte oluştur­ maya ve geliştirmeye çağırıyor” O günden buyana kumcuların ya­ nı sıra başka örgütlerin de katılımıyla TSF süreci başladı. TSF’ye çağırılan tüm gruplar 28 kumcu yapının tanımladıkları ilkeleri kabul ederek içeri girmek zomndaydı. Çoğu kurulma aşamasında sürece ka­ tılmayan veya davet edilmediği için katılamayan gmp ve yapılar buna rağ­ men pişirilmiş, şekillenmiş olan TSF oluşumuna paraşütle inmiş oldular. İl­ kelerini tartışamadıkları bir oluşuma katılmak TSF’ye sonradan dahil olan­ lar açısından çok ta sık yaşanan bir durum değildir. Hatta böyle davetler pek de sıcak karşılanmaz. Buna Nağ­ men TSF için bu böyle olmadı. Pek çok yapı bu sürece dahil olmak istedi. 56

TSF’nin normalde fazla yan yana gelemeyen yapıları buluşturma bek­ lentisi önemliydi. Dünyadaki diğer sosyal forumlara katılmaya önayak ol­ ması, uluslararası hareketlere daha fazla etkide bulunmak ya da dahil ol­ mak isteyen sol grupları da TSF’ye yönlendirdi. Her geçen gün daha fazla eriyen ve güçsüzleşen sendikal yapıla­ rın bir kısmı da Sosyal Forum süreçle­ rine dahil olmayı önemsiyorlardı. Platform, ittifak, eylem birliği şeklin­ deki örgütlenmelere alışkın olan siya­ si yapılar, başka bir forma sahip olan TSF yi anlamakta ya da kabul etmekte zorlansalar da şimdilik içinde yer al­ maya dönük bir istek var. Yeni bir şey olarak hem merak edilen hem de ilkelerine direnç gelişti­ rilen TSF’yi anlamak için aslında Dünya Sosyal Forumu’na (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu’na (ASF) bak­ mak gerekli. Sosyal forumlar, 2001 yılında Brezilya’nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu (DSF) ile başladı. İsviçre Davos’ta; dünyayı yönetenlerin toplandığı Dünya Ekono­ mik Forumu ile aynı zamanda yapılan I.DSF, Davos’a alternatif olarak örgüt­ lenmişti. O günden bu yana toplam 6 DSF gerçekleşti. Bunlardan 4 tanesi Porto Allegre’de, biri Hindistan Mumbai ve sonuncusu ise çok merkezli

(poli centrik) yapıldı. Venezüella Ca­ racas’ta, Mali Bamako’da ve de Pakis­ tan Karachi’de. Dünyanın her yerinden on binler­ ce aktivistin katıldığı DSF toplantıla­ rının birinci misyonu “sosyal hareket­ leri buluşturmak” olarak ifade edili­ yor. Protestoların yanı sıra sosyal ha­ reketlerin birbirine deney aktarması, birbirinden etkileşmesi, ağlar oluştur­ ması önemseniyor. Dünya sosyal forumu kıvılcımını yakan, küreselleşme karşıtı eylemler­ de bir dönüm noktası olan 1999 Seattle eylemidir. Doğrusuyla yanlışıyla yı, kılan reel sosyalizmin ardından, em­ peryalistler zafer ilan etmiş ve bütün dünyaya demokrasi ve zenginlik yay­ mayı vaat etmişti. 90Tarın sonuna gel­ meden yalanlar iyice su yüzüne çıktı. Küreselleşme adı altında yürütülen politikalara benzer ya da farklı farklı nedenlerle karşı olanların öfkesi birik­ ti. İşte Seattle bunun göstergesiydi. Serbest ticaret anlaşmaları, küresel ısınma, özelleştirmeler, sosyal hakların kısılması ve daha pek çok nedenle kü­ reselleşme karşıtı hareket büyüyordu. Seattle’da DTÖ’yü protesto etmek için birbirlerine sanal ortamdan ulaş­ maya çalışan pek çok aktivist belki de böylesine etkili bir eylemin mimarları olduklarından habersizdiler. Dünyanın pek çok kentinden


MARTIN ¡SAN 2006 q O İ

50.000’i aşkın protestocu oldukça sert geçen eyleme katıldı. ABD polisiyle çatışan göstericiler hem Seattle sokak­ larını hem de DTÖ toplantısını felç et­ miş, dünya ticaretinin patronları otel­ lerinden çıkamamıştı. “Seattle, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana seçkinlerin ticaret diplomasisinin uğradığı en büyük he­ zimet oldu.” 1Kendi içlerinde de çeliş­ kileri bulunan DTÖ patronları bu ko­ şullarda toplantıyı bir sonuca bağlayamayıp, dağıldılar. Güçlü bir şekilde katılan sendika­ lardan, anti-kapitalist gruplardan, sos­ yalist örgütlerden, çevrecilerden, ka­ dın hareketinden ve pek çok sosyal ha­ reketten on binlerce aktivist Seattle’da zafer kazanmıştı. Oldukça temkinli ol­ duğu şüphe götürmez bir eylemci hak­ lı olarak “kapitalizme bir tekme attık” diyecekti.2 Fakat Seattle’m asıl önemi küre­ selleşme karşıtı hareketin neler yapa­ bileceğini göstermiş olmasıydı. Küreselleşme karşıtlan için Seattle’dan sonra DTÖ, G8 gibi önemli top­ lantılara müdahale etmek, toplantıları yapılamaz kılmak önemli bir motivas­ yon kaynağıydı. (Dünya Ekonomik Fo­ rumu, Davos, Ocak 2000; IMF-Dünya Bankası Bahar toplantılan, Washington, Nisan 2000; DEF, Melbourne, Eylül 2000; IMF-Dünya Bankası yıllık top­ lantısı, Prag, Eylül 2000; AB zirvesi, Nice, Aralık 2000; Davos toplantısı, Ocak 2001; Quebec Amerika Ekonomik Zirvesi, Nisan 2001; AB zirvesi, Got­ henburg, Haziran 2001; Salzburg Dün­ ya Ekonomik Forumu toplantısı, Tem­ muz 2001 ve G-8 Dünya Ekonomik Zir­ vesi, İtalya, Temmuz 2001)

DSF fikrine kaynaklık eden ve ha­ yata geçirilmesinde etken olan daha pek çok şey var, ama en çarpıcı olarak küreselleşme karşıtı hareketin geldiği bu evreden söz etmeliyiz. Seattle’da olanlar pek çok kişiyi heyecanlı tartış­ malara sevk etti. Hareket üstüne kafa yoruldu, sayısız yazı yazıldı. Çok geç­ meden “hareketin protestocu karakte­ rini aşmak ve karşı çıkılan düzenin al­ ternatiflerini tartışmak” gibi bir fikirle yola çıkılarak DSF’ye varıldı. Kurucu 8 örgüt Brezilya’da yan yana gelerek ilkeleri ve çalışma şartlarını belirledi­ ler. Kıstaslar, dünya efendilerinin poli­ tikalarına karşı olan en geniş kesimi yan yana getirmek üzere belirlendi: “DSF, neoliberalizme, dünyanın sermaye tarafından htikmedilmesine, emperyalizmin her çeşidine karşı olan ve hem insanlar arası, hem insanlar ile yer küre arasında yapıcı ilişkilerin ol­ duğu küresel bir toplum inşaa etmeyi amaçlayan grupların ve sivil toplum hareketlerinin, eleştirel düşünce, de­ mokratik fikir tartışması, öneriler oluşturulması, serbest deneyim alışve­ rişi ve ortak etkili faaliyetler kurgu­ lanması amacıyla bağlantılar kurulma­ sı için açık bir buluşma yeridir.” 3 DSF; örgütleri, hareketleri, grup­ ları buluşturur. Katılımcılar isterse DSF adına bir şey söylememek koşu­ luyla eylem önerebilirler. Çünkü “DSF’nin son sözü yoktur.” 3

Bu hassas çizgiler ne kadar katılı­ mın kapsayıcılığmı güvence altına alı­ yor, ne kadar hareketi reformcu talep­ lere sıkıştırma rolü oynuyor bu DSF katılımcılarının beklentilerine göre anlam kazanan bir tartışma. Fakat elimizi çenemize koyup bü­ tüne baktığımızda; DSF’ye olsun, ASF’ye olsun damgasını vuran “daha acımasız bir kapitalizm yerine, daha insancıl bir kapitalizm” betimlemele­ ridir. “Başka Bir Dünya Mümkün”, “Başka Bir Avrupa Mümkün”den son­ ra gelen önermeler bizi düzen içi iyi­ leştirmelerin tartışmaları içinde dolan­ dırıp duruyor. Birkaç dil bilen, seyahat etme ko­ şullarına sahip, ekonomik bakımdan güçlü bir avuç elit temsilci büyük top­ lantılar, parlak isimler peşinde koşu­ yor ve Sosyal Forumların bu şekilde kotarılmasında esas rolü oynuyorlar. Kulisler yapan, köşeleri tutan, fo­ rumların akacağı yollara yön veren hep onlar. Onların kurduğu hegemon­ yadan söz edebiliriz. Geride kalanlar çok, ama dağınıklar ve forumların ha­ zırlık toplantılarında eleştirmekten da­ ha fazla bir şey yapamıyorlar. Bu ka­ dar karmaşık bir süreci takip etmek ve bu karmaşa içerisinde DSF’de etkili olmak, böyle bir güç biriktirmek çok özel bir çabayı gerektiriyor. Ayrıca DSF ilkeleriyle zaten bü­ tün katılımcılar için sınırlar da çizil-

200l ’de İtalya’nın Cenova kentin­ de düzenlenecek G8 zirvesine karşı 3 gün boyunca süren eylemlere 10 bin­ ler katıldı. En son gün eylemci sayısı 300.000’e ulaşmıştı. Berlusconi hükü­ meti de bu hareketi engellemek için her yolu denedi. Polisle çatışmaya gi­ ren kitleden bir genç; Carlo Guilliani İtalya polisi tarafından katledildi. Dünyada sosyal hareketler yeni bir ivme kazanmış, rüzgar “dışlanmış­ lardan” yana esmeye başlamıştı. 57


H ° l MARTINİSAN 2006

miş dummda. Bu duvarları aşmaya ça­ lışanlar ağır dille suçlanırlar. Dar gö­ rüşlülükle, indirgemecilikle, süreci anlayamamakla eleştirilirler... Geçen sene Haziran ayında Türki­ ye’de yapılan ASF hazırlık toplantı­ sında ATTAC mensubu bir temsilci, bir eğitim emekçisine önce saygısını bildirip sonra da “hala DSF ilkelerini anlayamamış ve kavrayamamış ol­ makla” suçlamıştı. Çünkü kafasızlıkla suçlanan eğitimci; ASF’nin politika yapmaması gerektiğini savunan anla­ yışın da bir politika olduğunu haykır­ mıştı kürsüden, zülfıyare dokunmuştu. DSF’de geçerli olan ASF’de de geçerlidir. Çünkü ASF, DSF’nin Avru­ pa kıtasındaki versiyonudur. İlkeler hemen hemen aynıdır. Uygulamalar hemen hemen aynıdır. Ve onlarda ge­ çerli olan TSF’de de geçerlidir. Seattle’dan bugüne pek çok radi­ kal eylem gerçekleşti. Fakat bu süre­ cin gelip dayandığı yer 100 bini aşkın kitlenin bir şeyler tartışıp sonra evleri­ ne geri dönmesi olunca, DSF’de “fo­ rum turizmi” yapmakla eleştirilmek­ ten kurtulamıyor. Çoğu örgüt, bu sosyal hareketler denizinde kendini göstermek, deney­ leri izlemek, tanımak veya anlamak için gidiyor. Sosyal Forumların hala genişleme evresinde olması bu ilginin bir nedeni olabilir. Kıtalarda ve tek tek ülkelerde kurulma aşamasında olan

Sosyal Forumlar her sene yeni yeni unsurları da sürece katarak genişliyor ve bu da çekim merkezi olmasını sağ­ lıyor. Genişleme evresinin devam edi­ yor olması (ister istemez belli bir za­ man alacak) şu anda DSF’yi kurtarı­ yor bile diyebiliriz. Çünkü sürekli ola­ rak aynı çevrelerin bir araya gelip dur­ madan konuşması ve bu kadar az iş çı­ kartması bir yerden sonra sıkmaya başlayacaktır. Öte yandan bu süreç “başka bir dünya mümkün” demenin ötesine na­ sıl geçecek çok büyük bir merak konu­ su. “DSF’nin şiddet kullanmadan baş­ ka bir dünya kurma önerisi vardır; bu yüzden silahlı örgütlerin katılımına izin verilmez.’” Bu da DSF’nin ilkele­ rindendir. DSF’nin neye hayır dediği O’nun ne olduğunu da söylüyor. Şid­ det kullanmadan bir dünya kurmayı önermek bizim ülkemizde her halde be­ bekleri bile ikna edemez. Bunlar süslü laflardan öteye bir anlam taşımıyor. Bütün dünyada Irak Savaşı’na karşı 20 milyon insan ayağa kalktığın­ da, sokaklarda protestolar yaptığında savaş durdurulabilmiş midir? Yoksa savaş karşıtı hareketimiz sayesinde “savaşı bir yıl ertelettik” diye sevin­ memiz mi gerekiyor? DSF kurucuları bunu nasıl karar­ laştırmıştır, şiddet kullanmadan başka bir dünya kurmak mümkün müdür, de­ ğil midir? Buna nasıl karar vermiştir? Acaba aralarında bir tartışma olmuş mudur? Herhalde gülünç sorular bun­ lar. Biz istiyoruz diye dünya böyle şid­ det içermeyen yöntemlerle değişecek değil. Bu bir politikanın adıdır. Bu­ nunla çoğu yerde kötü reformlar bile yapılamaz. Ve DSF bunu kendisine il­ ke edinmiştir. İşte duvarın mimarları da hege­ monya kuranların siyasi kimlikleri de yine açıkça görülüyor. Çokça yapıldı­ ğı gibi bu durumu göstermek için DSF’nin fon kaynaklarını araştırmaya da gerek yoktur. Komplo aramaya da. Başka bir dünya yaratmak adına böyle peşin hükümlerle yürütülen tar­ tışmalar doğal olarak birbirini anla­ maktan çok sesi güçlü çıkanın diğeri­ nin sesinin bastırması anlamına da ge­

58

liyor. Devrimci görüşler küçük semi­ nerleri, atölyeleri aşamamakta, “görü­ nürlük sağlayan” etkinliklere istisna­ sız olarak en genel ve en tehlikesiz ko­ nular yerleşmektedir. Üstelik parlak isimlerin yer aldığı bu etkinliklerin ağırlığı altında diğer etkinlikler çoğu zaman ezilmektedir. Bu sefer durma­ dan gelip dayanılan şey “başka bir dünya mümkün” olacak. Bu tartışma­ lar buradan öteye gidemeyecek. O zaman da sorarlar; eeee, yani? Yerine ne koyacağını bilemediğin bir dilek... Latin Amerika da yaşanan geliş­ meler artık neo-liberalizmin tartışıldı­ ğı, anti-emperyalizmin tartışıldığı bir evre değil. Latin halkı bağrını açmış emperyalizme meydan okuyor. Neoliberalizme karşı savaşıyor. Alternatif yaratmaya çalışıyor. Devrimci bir sü­ reci zorluyor. Sosyal Forumlar böyle bir artıyla da yelkenlerini doldurması gerekirken bu kazanmalardan daha fazla güç alması gerekirken öyle ol­ muyor. Bu kazanımların üstüne bir şey koyamıyor. Gelişmelere ayak uydura­ cak bir tempoyu da yakalayabildiğini söylemek zor. Sosyal Forumlar belki de acilen bunları gündemleştirmelidir. TSF’nin yapısal olarak barındırdı­ ğı sorunlar DSF’de ve ASF’den O’na geçen sorunlardır. Yeni bir durum, ye­ ni bir mücadele yöntemi olarak ilgi odağı oluyor, ancak gelip bir yere daya­ nıyor. Elini kolunu bağlayan ilkeler angajmanından da, elitler hegemonya­ sından da kurtulmak zorunda. Sosyal hareketler bu denizde boğulmayacaksa eğer, en iyi ihtimalle Sosyal Forum­ lardaki bu kalıpların Sosyal Forumları daha ileri taşımak üzere kırılması ge­ rekiyor. Yoksa kapitalizme bir tekme at­ makla bir şey olmaz, o ne badireler at­ lattı. Dipnotlar 1. Hadi Bunu Küreselleştirin. Hazırla­ yanlar: Kevin Danaher, Roger Burbach 2. DSF Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever 3. DSF ilkeleri, http://www.sosyalforum.org/site/DSF/ilkeler.htm


Hayatımız satılık değil!

NED-LİBERAL GÜNDEMİ AŞMAK M. Özgür

İşçi ve em ekçilerin farklı alanlardan başlayan dayanışma ve m ücadelelerini örm ek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı m ücadelelerin ortak m ücadelelerini g eliştirm ek gerekiyor. Bu m ücadelelerin şim diden oldukça yetersiz olduğunu ve asıl görevin önem li m evziler kazanmak olduğunu te s p it e tm e k gerekiyor. Neoliberal söylem sorunların tek çözüm yolunun “piyasayı büyütmek­ ten” geçtiğini vaaz ediyor. Bunun dı­ şında bütünlüklü alternatifleri tama­ men çağdışı ilan ediyor. Oysa günü­ müzde dahi neoliberal politikaların geçerliliği dünya çapında ciddi yara­ lar almış durumda, neoliberal yazı­ nın genel iddiaları pek çok kapitalist ülkede dahi farklılaşarak, yerel öz­ günlükler kazanarak ve çeşitli gitgeller, mücadeleler ve engellerle de­ ğişerek ilerliyor . Neoliberal politikaları genel ola­ rak şu şekilde ifade edebiliriz.

dukça yetersiz olduğunu ve asıl gö­ revin önemli mevziler kazanmak ol­ duğunu tespit etmek gerekiyor. An­ cak tüm bunlar ve bu öncelikler, mü­ cadelelerin hedefleri ve alternatif politikalar hakkında bugünden ko­ nuşmanın gerekliliğini de ortadan kaldırmıyor. Bugünden yakıcı sorun­ lara karşı geliştirilecek talepler ve kazanılacak mevziler kapitalizmin açık bir şekilde meşruluğunun sorgu­ lanmasını getireceği gibi genel umutsuzluk havasının yıkılmasına yardımcı olacaktır. Özel mülkiyetin ve sermaye birikiminin mantığına karşı katılım ve dayanışmaya dayalı

yeni bir mantık iktidar mücadelesini ve uzun dönemli dönüşümleri hedeflemelidir. Temel hak gasplarının en­ gellenmesi, özelleştirmelere ve ticarileştirmelere karşı mücadeleler, pa­ rasız eğitim, sağlık, barınma, güven­ celi iş, herkese geçimlik ücret müca­ deleleri neoliberal kapitalizm içinde çözümlenemeyecek en temel ve en insani talepler oldukları gibi kapita­ lizmi ciddi sorunlara sürükleyecek taleplerdir. Bu yazıda mücadelenin öznesi ve örgütlenme yollarını değil neoliberalizme alternatif politikaları tartışmaya çalışacağız.

1. Sosyal güvenlik sisteminin ti­ carileşmesi. Eğitim, sağlık hizmetle­ rinin paralılaşması. 2. Emeğin esnek üretim koşulla­ rına zorlanması ve uluslararası reka­ bet adına ücretlerin düşürülmesi, hakların gaspedilmesi. 3. Tarımsal üreticilerin uluslara­ rası piyasa ile karşı karşıya bırakıl­ ması, işçileşme (işsizleşme) ve göç. 4. Özelleştirmeler. 5. Tüm bunlarla birlikte artan ve farklılaşan yoksulluk, işsizlik, kent­ sel dışlanma ve ayrışmalar. Tüm bunlara karşı, işçi ve emek­ çilerin farklı alanlardan başlayan da­ yanışma ve mücadelelerini örmek ve buna karşı birleşik bir sınıf stratejisi içinde bu farklı mücadelelerin ortak mücadelelerini geliştirmek gereki­ yor. Bu mücadelelerin şimdiden ol­ 59


cjol MART'NİSAN 2006 H üküm et çok net: Emekçiye “Bütçeyi zorlayamayız, size para y o k .”, sermayeye “hemen vergileri in d iririz”!

r

Hükümetin emekçilerin ta­ lepleri karşısında dillendirdiği “% 6.5 faiz dışı fazla vermek zo­ rundayız, bütçeyi zorlayamayız” politikası sermayeden alman ver­ gilerden vazgeçilmesine gelince “piyasayı canlandırmak için” he­ men terk ediliyor. Devlet serma­ yeden alacaklarından vazgeçiyor. 1. Eğitim ve sağlık alanının gittikçe metalaşması için bu alandaki özel sektöre “destek” amacıyla KDV %8’e indirildi. Bi­ lindiği gibi KDV indirimi özel sektörün bu alanda devlet ku­ rumlan ile daha rahat rekabet et­ mesini sağlıyor. Devlet özel sek­ törün kar etmesi amacıyla kendi gelirlerinden vazgeçmiş oluyor. Eğitim ve sağlık alanının metalaşması ve ticarileşmesi destek­ lenmiş, sermayeye yeni bir kar alanı, emekçiler açısından yeni bir eşitsizlik alanı oluşturulmuş olu­ yor. 2. 2005 yılında yapılan iki değişiklikle şirketlerin ödedikle­ ri kurumlar vergisi %33’ten %20 ye indirildi. Zaten Başbakan Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarında dahi ifade ettiği gibi gelirlerinin sadece %16’smı beyan eden ve gerisini gizleyen sermayedarlar iyice vergi ödemeyecek.

3. SSK dışındaki özel hasta­ nelerde de tedavi olma “hakkı” verilerek özel sektöre bir destek daha yapıldı. Özel sektör bizim verdiğimiz vergiler üzerinden kar etmeye başladı. Devletin “kar eklemeden” yapacağı ve topluma maliyeti böylece daha az olacak hizmetler özel hastane­ ler tarafından verilince vergileri­ miz ile özel sektör beslenmiş oluyor. 4. Tekstil sektöründe KDV %18’den %8’e indirildi. Çin’in 60

rekabetine dayanamayan işve­ renler için “piyasanın canlandı­ rılması” gerekçesi ile KDV %8’e düşürüldü. Tabii bu indirim ser­ mayedarların karlarında ciddi bir artışa denk geleceği gibi, ulusla­ rarası rekabette de bir avantaj ge­ tirmeyecek, Kayıtlı çalışan orta ve büyük işletmelerin işine yara­ yacak bu gelişme sonrası işve­ renler “enerji maliyetleri” ve “is­ tihdam maliyetleri”nde indirim için açıklamalar yaptılar. Devletin KDV oranlarını düşürerek bu ge­ lirlerden vazgeçmektense bu ge­ lirler ile kamusal yatırımlar yap­ ması neoliberal politikaların uy­ gulandığı bir ülkede tabii ki im­ kansız. 5. Sermayedarların emekçile­ rin gelirleri üzerinden ödedikleri SSK primleri ve gelir vergisinin indirilmesi 2006’nm ilk yarısın­ da gerçekleştirilecek. Maliye Bakam’nm açıklamaları TİSK ve TÜSİAD’m açıklamaları sonra­ sında şöyleydi: “Bizim bundan sonra yapmamız gereken, mikro ekonomik tedbirlere başlamak. Üretim maliyetlerini düşürmek, istihdam vergisini azaltmak. Mü­ teşebbisin vergisini düşürdük, sı­ ra istihdam üzerindeki vergi yü­ künü azaltmak. Bunu da 2006’da yapacağız.” (Bakan Kemal Unakıtan, CNN Türk, “Eğrisi Doğru­ su Programı”, Aralık 2005) . SSK pirimlerinin azalması ile SSK hizmetleri ve emeklilik pa­ raları kısıtlanabilecek. Devlet gelirleri azalacak. Bu paralar ser­ mayedarların kasasında k.alacak. Hükümet çevreleri “kayıtdışı ça­ lışmanın engellenmesi ve işsizli­ ğin azaltılması” amacında olduk­ larını açıkladılar.

D ü şü k ü c r e t, d ü ş ü k t a le p , d ü ş ü k y a t ır ım , d ü ş ü k is tih d a m Dünya çapında uygulanan liberal politikalar, kapitalizmde ciddi bir kı­ sır döngü de yaratıyor. Düşük ücret­ ler genel talebi kısarken, finansallaşma yatırımlarda artan duraklamayı, artan kırılganlığı ve yüksek işsizlik oranlarını kalıcılaştırıyor.1Bu çerçe­ vede Türkiye’de uygulanan IMF po­ litikaları çerçevesinde gözlemlenen “yoksullaştım büyüme” sürecinde il­ ginç bir nokta var. Büyük sermaye ve küresel finans sermayesinin işine gelen düşük enflasyon politikaları çerçevesinde hükümetin borç öde­ mek dışında asıl olarak yapabildiği vergileri azaltarak sermayedarların kar marjlarını artırmak, özelleştir­ meler yaparak kamusal değerleri ve kentiçi arazileri haraç mezat satmak ve eğitim, sağlık gibi yeni kar alan­ larının sermayedarların hizmetine sunulması oluyor. Neoliberal politi­ kaların yarattığı serbestleşmenin so­ nucu olan ve ülkeyi soyan kamu borçları ve gümrük vergisi kayıpları sorgulanmazken, bu borçtan kaynak­ lanan açık başka neoliberal politika­ ların ve emeğe saldırıların gerekçesi yapılıyor. Sermayenin üzerindeki vergiler azalınca işsizlik ve kayıt dı­ şı ekonominin azalacağı söylenip duruyor.

A lt e r n a t ifle r v e s o s y a lis t y ö n e l i m l e r Kaynakları geniş kitlelerin yara­ rına dağıtacak, sömürüyü ve eşitsiz gelişmeyi aşmayı hedefleyen planlı bir kamu yatırım programı alternatif politikaların başında gelir. İstihdam yaratmak ve tam istihdamın müm­ kün olduğunun ilk ipuçlarını vermek 1. eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gi­ bi hizmet alanlarında, 2. sanayi planı çerçevesinde geliştirilecek teknoloji programına göre belirlenen çeşitli kilit Sektörlerde, 3. kamulaştırılan veya özelleştirilen şirketlerin geri almmasıyla ele geçirilen şirketlerde yapılacak yatırımlarla olacaktır. Üc­ retler düşürülmeden yapılacak çalış-


MART'NİSAN 2006 C | O İ

S e r m a y e h a r e k e tle r in in k ıs ıtla n m a s ı

ma süresi indirimleri işsizlik konu­ sunda, örgütlenme ve boş zaman hakkı konusunda önemli adımlar olurken, Venezüella’daki Halk Eko­ nomisi Bakanlığı’nm girişimleri tü­ ründe sosyal dışlanmayı aşmayı he­ defleyen, enformel sektöre sızarak kooperatifleşmeyi ve katılımı artıran uygulamalar önemli olacaktır.

B o r ç la r ın ödenm em esi Yıllarca sermayeden vergi alın­ mayıp borç alınarak yüksek faizle sermayedarlar beslendiği için iç borçların ödenmemesi ve yine yıllar­ dır sadece “faizi” ödenebilen dış borçların ödenmemesi gerekliliği yukarıdaki yatırımların yapılması için meşru bir şekilde savunulabilir. Geç kapitalistleşmiş Türkiye gibi ül­ kelerin şimdiye kadar ödedikleri fai­ zin aldıkları borçların 35 katma ulaş­ tığı söylenmektedir. Arjantin’in düzeniçi hükümetinin 2004’te böyle bir uygulama yapabilmesi ve 50 milyar dolara yakın bir borç silmesi müm­ kün olmuştur. Yıllarca desteklenen, rant ve sömürü ile büyüyen büyük sermayeden alınacak servet vergisi de önemli bir gelir kaynağı olacaktır.

Finans hareketlerinin kısıtlanma­ sı ve sınırlı konvertibilite uygulama­ ları bugün dahi kapitalist ülkelerin bazılarınca uygulanabilen politika­ lardır. Konvertibilite paranın hiçbir izin alınmadan merkez bankasında dövize ya da dövizin yerli paraya çevrilebilme garantisidir. Çin, Hin­ distan, Tayvan gibi ülkeler diğer finansal kısıtlamalar ve sınırlı konver­ tibilite uygulamaları ile Asya krizin­ de ülkedeki çok büyük miktar para­ nın dolar ve diğer para birimlerine çevrilip çıkmasını ve dolayısıyla de­ valüasyon krizlerini engellemişler­ dir. 1980’lerin ortasında Güney Kore sermaye çıkışlarını kontrol ederek, Malezya 1990’larda yerli paranın dı­ şarı çıkmasını, dışarıdaki paranın dövize çevrilmesini, yabancıların yerli para almasını denetleyerek

benzer örnekler vermişlerdir. Serma­ ye çıkış vergileri ve yasakları, şir­ ketlerin bilanço dışı faaliyetlerini açıkça belirtme zorunlulukları, bu fa­ aliyetlerin ve türev işlemlerinin ya­ saklanması gibi uygulamalar da mümkün olmuştur. Kolombiya ve Şili’de 1990’lar boyunca uygulandığı gibi şirketleri dış borç almadan cay­ dıracak şekilde dış borca endeksli vergiler yanında, dış borca karşılık %30’luk bir şirket para rezervi tutma zorunluluğu gibi önlemler türünden seçenekler mümkündür.2Yerli finansal sistemin kamulaştırılması günde­ me gelecektir.

Y a tırım v e ş ir k e tle r in k a m u s a l k o n t r o le a lın m a s ı Ülke içine dışarıdan yapılan doğrudan yabancı yatırımlarda elde edilen karların ülke dışına çıkarılma-

Tekstil sektörü küreselleşm eye y e m old u , uzun vadede c id d i oranda tasfiye olacak, işsizlik em ekçiyi vuracak! Sermaye çevrelerinin dille­ rinden düşürmedikleri Serbest Ticaret .ve Küreselleşme politi­ kaları sonucu, Çin ve Hindistan başta olmak üzere tekstil sektörü dünya ile rekabet edemiyor. Emekçiler sömürü oranlarının son derece yüksek olduğu bu sektör­ de “yeterince sömürülmüyorlarmış” gibi işverenler tarafından Hindistan ve Çin emekçileri ile rekabete zorlanıyorlar. Bu alanda işsizlik yine emekçileri vuracak. Sektörün tek tek alt dallarına ba­ karsak durum şöyle:

Ö r m e v e h a z ır g iy im e n ç o k e t k ile n e n s e k t ö r le r İplikte hem ithalatçı hem de büyük ölçekli üretim yapıp ya içeriye ya da dışarıya mal satan kısım var. Bu sektörde şimdilik

büyük bir küçülme beklenmiyor. Tekstilde ikinci kısım örme ya da dokuma yoluyla kumaş üretme. Örmede dış satım çok azaldı. Çünkü bu alanda düşük düzeyde teknoloji, fakat yoğun emek kul­ lanılıyor. Ve işçiliği daha ucuz ülkelerle rekabet edilemiyor. Do­ kuma sektöründe bazı alanlarda küçülme beklenirken bazılarında beklenmiyor. Bir de hazır giyim sektörü var. Bu sektör darmada­ ğın durumda. Çünkü emek yoğun bu kesimin dünyada yeni rakip­ ler karşısında ayakta duramadığı görülüyor. Kısacası, örme ve hazır gi­ yimde sektör gitgide kan kaybe­ diyor. Pazar payları emeğin daha ucuz olduğu ülkelere kayıyor, (bkz. Hurşit Güneş, Milliyet Ga­ zetesi, 10.03.2006) 61


C-JOİ MARTIN i SAN 2006

Kimi yaklaşımlarda büyük kapi­ talist ekonomilerle yarış edecek sek­ törlerde üretim yaparak gelişme stra­ tejileri önerilmektedir. Bu yönelim zamanla ileri olunan sektöre giren pek çok ülkenin olması ile -dünyada pek çok kez görüldüğü gibi- riskli­ dir. Tüm az gelişmiş ülkeler bu tip sektörlere girmeye çalışınca sınırlı küresel talep karşısında düşen fiyat­ lar ciddi sorunlar yaratmaktadır.4Enternasyonalist politikalar ve ulusla­ rarası makroekonomik koordinas­ yonlar sağlanması kapitalist sisteme karşı gerçekçi politikalar olacaktır.

sı kısıtlanabilir. Bu yatırımlarda yer­ li girdi zorunluluğu, teknoloji trans­ ferine ilişkin denetimler, mülkiyet kısıtlaması, teknolojik yenilik zo­ runluluğu ve bu yeniliklerde kamu­ sal fikri mülkiyet ve kamusal patent hakkı uygulamaları yapılabilir. Ve­ nezüella hükümeti milyonlarca dolar vergi kaçıran IBM, Siemens, Bosch, Microsoft gibi şirketlere bunu engel-' lemek için ciddi denetimler getir­ miştir. Yine bankaların kredileri bel­ li sektörlere kanalize etmelerini sağ­ lamak, faiz oranlarını denetlemek ve

planlı bir kalkınma programı uygula­ yabilmek için banka yönetim kurul­ larına hükümet temsilcisi atama zo­ runluluğu getirilmiştir.3 Ekonomik aktörlerin döviz ve yerli kredi piya­ salarına ulaşmaları devletin koyduğu çeşitli şartlara bağlıdır, ulusal pazara yönelik üretim, istihdamı artırma, yeni kurallar ile vergilerini ödeme, yerel ekonomik kalkınmaya katkı yapma gibi beklentiler vardır. Ayrıca yoksullara hizmet edecek yeni top­ tancı marketler ve dağıtım ağları ku­ ran kooperatifler desteklenmektedir.

Arjantin ’den b ir dış borç ödem em e hikayesi: ‘A lın ya da bırakın!’ Arjantin, 2001’de sürüklen­ diği kriz ortamında 100 milyar doları aşan dış borçları üzerine moratoryum ilan etmiş ve 9 Ey­ lül 2003’te de IMF’ye vadesi gelmiş olan 2.9 milyar dolarlık borcunu ödemeyi reddetmiş idi. 2004 yılı başında ise Devlet Baş­ kanı Néstor Kirchner, Arjantin’in alacaklılarına 103 milyar tutarın­ daki borcun yüzde 75’inden vaz­ geçmelerini içeren bir öneri sun­ du. Yani, 103 milyar dolarlık dış borç tek taraflı olarak (birikmiş faizleri ile birlikte) 42 milyar,do­ lar seviyesine indirilmiş oluyor­ du. Maliye Bakanı Lavagna da 62

söz konusu öneriyi şimdi kabul etmeyen alacaklıların bundan sonra hiçbir hak iddia edemeye­ ceklerini ve “alacaklarının süre­ siz olarak dondurulduğu” fiili bir durumla başbaşa kalacaklarını duyurarak, öne sürülen ödeme programının başka bir seçeneği­ nin olmadığını belirtti. Uluslarası finans çevrelerinde büyük tep­ kiler çeken bu karar üzerine ya­ pılan görüşmeler sonrası Arjan­ tin birikmiş faizler dışında 50 milyar doları aşan bir borç silme operasyonu yapmış oldu./Mz. Erinç Yeldan, “Yanlış Teşhis Yanlış Te­ davi ”, www. bilkent. edu. tr/~yeldane)

Emekçilerin, kadınların, yaşlıların örgütlülüklerinin artması ve karar sü­ reçlerine katılımı, üretim merkezlerin­ de işçi denetimi ve bu denetimi güçlen­ direcek mülkiyet dönüşümleri, kazanç­ ların eşitlikli bölüşümü, iş güvencesi­ nin herkesi kapsaması, sosyal güvenli­ ğin tam sağlanması, eğitim, sağlık, ba­ rınma haklarının tam sağlanması amaçlanmalıdır. Tabi tüm bu yapılacak­ ların politik konjonktür içinde değer­ lendirilmesi gerekir. Neoliberalizm’in giderek cilasını yitirdiği bir dönemde bu yazıda bir kısmını tartışabildiğimiz alternatif­ leri ve hedefleri tartışmak önemli. Ancak bugünün acil görevlerini bu alternatifler ve hedeflerle birleştir­ meden yapılacak her mücadele tabiki havada kalacaktır. Neoliberal uy­ gulamaların hayatımızı tümden satı­ lığa çıkarmaya yöneldiği bir dönem­ de yaşam, onur ve iktidar mücadele­ sini yeni ve yaratıcı bir biçimde bir­ leştirmek gerekiyor. Dipnotlar 1. Özlem Onaran, Neoliberalizme Karşı Güncel Taleplerden A lternatif Sosyalist Stratejiye, İktisat Dergisi, Sa­ yı 461-462, Mayıs 2005. 2. H.J. Chang bu yöntemleri kapitaliz­ mi aşmayı hedeflemeyen bir kalkınma stratejisi çerçevesinde dile getirmek­ tedir. H.J.Chang, Kalkınma Yeniden: Alternatif İktisat Politikaları El Kitabı, İmge Yay. 2003 3. G.Albo, Beklenmedik Devrim, Praksis Dergisi, Sayı 14, Kış - Bahar 2006. 4. Ö. Onaran, a.g.y.


Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü:

V e d a t T l ir k a l İ - II Zeynep Koru

Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için V/edat Türkali şunları söyler: "Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili olaylar, konuşmalar, aslına bağlı kalınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanılmış bir film deyin isterseniz." 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevkifatı diye bilinen davaya dönüşler yaparak iki dönem devrimcilerinin kimliklerini ve acılarını dile getirir. “Romancının, çağını doğru yansıtmak­ tan sorumlu olduğuna inanırım. İnsanı doğru tanıtmanın da yolu odur. Ro­ manlarımda, çirkine, yanlışa, sömürü­ ye başkaldırıp, bu toplumu değiştirme kavgasına girmiş özverili kişiler vardır daha çok. ” Vedat Türkali hayatının belli bir döneminde şiir yazmayı dener, ama iyi bir şair olmadığının tez farkına va­ rarak bu alanda yoğunlaşmaz. Onun kaleme aldığı tiyatro oyunları da var­ dır. 1968 yılında yazdığı “141. Basa­ mak” oyununu Halk Oyuncuları oy­ nar. “Dallar Yeşil Olmalı” adlı oyu­ nu 1970 TRT Oyun Ödülü’nü alır. “Bu Ölü Kalkacak” adlı oyunu ise yasaklanır. Oyun yasaklanmakla kal­ maz, oyunu sergileyen yönetmene ve dönemin Şehir Tiyatroları Başkam’na (O zaman başkan Muhsin Ertuğrul’dur) dava açılır. Hayatının belli bir döneminden sonra, neredeyse tek uğraştığı sanat dalı olan roman yazarlığına başlar 1970’lerde. Romanlarım yazarken, edindiği sinemacılık deneyiminden ya­ rarlanır. Yazdığı tüm romanlarında, sinemada edindiklerinin etkisini gö­ rürüz. Roman ve sinemanın olanakla­ rının birbirine çok benzediğini, birbi­ rini beslediğini söyler Vedat Türkali. İnsanlara çeşitli açılardan ayrıntılı ba­ kabilmek romanda olan olanaklardı ve sinema romanda olan bu şeylerden yararlanmıştı. “Sinema romandan çok şeyi aldı... Ben o aldıklarını si­ nemadan geri almak istiyorum.”

Romanlarının kurgusu sinemacılık yeteneği ile beslenir. Sinemada ka­ zandığı görsel bakış açısı romanların­ da anlatım zenginliği yaratır. “Her yazdığımı önce ben görmeye çalışı­ rım. Bir yeri anlatacaksam yönet­ men gibi girip iyice inceler, canlan­ dırırım kafamda.” Anlatımında, üslubunda, karak­ terlerin yaratımında var sinema. Gör­ sel öğeleri ağır basan anlatım kazan­ dırır ona. Kendisiyle yapılan bir söy­ leşide, sinemanın üç boyutunu da ro­ manlarına yansıtmak istediğini ifade eder. Sadece romandaki kişiler değil­ dir söz söyleyen, romanın yaratıcısı­ nın, yani kendisinin bakış açısını da koyar esere, okurları da işin içine ka­ tar, yarattığı karakterleri sorgulatır. Vedat Türkali’nin roman anlayışı, sinemada olduğu gibi yine dünya gö­ rüşüyle şekillenir. Hayali kahraman­ lar yaratmaz, insan karakterleri ve olaylar gerçekçidir. İnsanı, insan ilişki­ lerini kendiliğindenmiş gibi yüzeysel­ lik içinde yansıtmaz, üretim ilişkileri içinde, doğa, tarih ve toplumsal ko­ şullar bütünü içinde ele alır ve bunu yaparken de eklektik, zorlama, kaba bir biçimde yapmaz. 1975 yılında “Bir Gün Tek Başına” üzerine yazan Fethi Naci “İlk defa gerçekçi bir ro­ manda ilerici dünya görüşünün roma­ na bir yama gibi eklenmediğini; yaza­ rın dünyaya, insanlara ve olaylara ba­ kışının olağan bir yöntemi olduğunu görüyoruz.” diye ifade eder görüşünü. Sanata ihanet etmez. “Ancak çekilen

acılardan kurtulmanın tek yolunun halkların politik bilinç düzeyinin yükselmesine bağlı olduğuna inanı­ rım. Tüm uğraş alanlarımda, şiirdi, oyundu, sinemaydı, romandı, ça­ bam bu bilince bir şeyler katmaya yönelik oldu, elimden geldiğince; emek verip insanlara sunduğum ürünün gerçek sanat yapıtı olma ni­ teliğini taşımasının topluma karşı sorumluluğumun vazgeçilmez ilkesi olduğu gerçeğini unutmadan. Ro­ mansa roman, şiirse şiir. Oyunsa oyun, sinemaysa sinema olmalı ön­ ce.” Vedat Türkali Bir Gün Tek Başı­ na (1974) adlı ilk romanında, gerçek yaşanmış bir dönemi, 27 Mayıs T ya­ ratan koşullan edebi dille anlatır. Ya­ rattığı karakterleri, onlara biçim ka­ zandıran toplumsal koşullarıyla ele alır. Çelişkili, kararsız küçük burjuva aydın karakteri etrafında dönemi ya­ ratan koşulları gerçekçi biçimde işler, sonraki romanlarında da yaptığı gibi, tarihsel dönemi adeta belgeleştirir. Roman Milliyet yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Ro­ man Armağanı’m alır.

Mavi Karanlık (1983), 1980 dar­ besi sonrası yazdığı ikinci romanı. Döneme tepki niteliğinde yazılır ro­ man, ama o günkü koşullarla değer­ lendirdiğimizde çok zorlanır Vedat Türkali. Bir çeşit oto sansür uygula­ mak zorunda kalır yazdıkları için. Dönemin baskıcı ve yasaklı ortamın­ da yazdığı her sözcüğe dikkat etmek 65


MART-NİSAN 2006

zorundadır. Bir yaz Bodrum’da topla­ nan her kesimden aydınları anlatır. Onlarla halk arasındaki hesaplaşmayı yansıtır bu romanında.

Yeşilçam Dedikleri Türkiye (1986) ile yakından tanığı olduğu Ye­ şilçam çevresini ele alır. Romanda sa­ dece sinemanın sorunlarını yansıt­ maz, yine bir tarihsel dönemi sorgu­ lar. “En sevdiğim romanım” der bu kitabı için. Tek Kişilik Ölüm (1990) romanı için Vedat Türkali şunları söyler: “Salt düşlemeye dayanmayan bu romanda, gerçek kişilerle ilgili olaylar, konuşmalar, aslına bağlı ka­ lınarak, belge niteliğinde verilmeye çalışılmıştır. Bol belgesel kullanıl­ mış bir film deyin isterseniz.” 12 Eylül sonrası dönemden 1951 Tevkifatı diye bilinen davaya dönüşler ya­ parak iki dönem devrimcilerinin kim­ liklerini ve acılarını dile getirir. Bu eserinde, Güven romanının işaretlerini verir. Güven (2001) romanını yazmayı çok önceleri, 1942 yılında tasarlar.

Tam 50 yıl biriktirir yazacaklarını. 1988 yılında, 10 yıl boyunca romanı­ nı yazmak için kalacağı Londra’ya yerleşir. TKP tarihi ile ilgili Komin­ tern belgelerine ulaşmak için defalar­ ca eski Sovyetler Birliği kentlerine gider. “Bu romanı yazmak için ro­ mancı oldum diyebilirim. Ötekiler, mesela en bilinen romanım ‘Bir Gün Tek Başına’ ya da ‘Mavi Ka­ ranlık’ roman denemelerim gibiy­ di.” Roman II. Dünya Savaşı yılların­ da TKP’nin çalışmalarının durduğu dönemde, TKP’yi bulmak için çabala­ yan gençleri anlatır. ‘Komünist’ adlı anı kitabından anlıyoruz ki aslında kendi yaşanmışlığıdır anlattıkları. Ama tarihi anlatırken kendi yaşanmışlı­ ğı ile yetinmez Vedat Türkali. Çok yoğun araştırmalar yaparak, roman tadını hiç bozmadan, sıkıcılaştırmadan pek az bildiğimiz TKP tarihinin o dönemini bizlere büyük bir ustalıkla, belgeleriyle birlikte yansıtır. “Sömü­ rü düzeninin başındakiler, işlerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven kültürle eğitip belleklerini çarpıtmaya bakar­ lar. Halkları doğ­ rularla eğitip ileri bellek kazandır­ mak, tarihçiler ka­ dar yazarların, özellikle de roman­ cıların yükümlü­ lük alanındadır bence. Bilimsel yolla sanatsal yön­ tem çelişmez, bir­ birini tamamlar burada. Salt zihin­ sel oyun, yalandan doyum aracı değil­ dir roman, ciddi bir iştir; yoluna ışık tutmalıdır in­ sanların. Ancak, gerçek roman ya­ pısındaki tadını yi­ tirmeksizin; yani roman olduğunu unutmadan!” Ro­ man yazıldıktan sonra, yasal sorun­ larla karşılaşacağı

endişesiyle, anlaşmalı olduğu yayıne­ vi tarafından basılmak istenmez. Baş­ ka bir yayınevi tarafından basılır ve büyük bir ilgiyle karşılanır okurları tarafından.

Kayıp Romanlar (2004), son ro­ manıdır Vedat Türkali’nin. Yetmişli yaşların sonlarında, uzun yıllar yurtdışmda kalmak zorunda kalan eski TKP üyesi bir doktorun İstanbul’a yerleştikten sonraki yaşamım aktarır. 2000 Ti yıllarda, yani günümüzde ge­ çer romanın konusu. 40 yılını yurtdışmda geçirmiş ve sonra yurda dön­ müş olan doktor için yaşadıkları ilk önce sarsıcıdır. Kendisinden 60 yaş küçük yeni dönemin kuşağından bir genç kızla yaşadığı aşk çerçevesi içinde büyük bir sorgulamaya girer, artık farklı bir dönemde yaşadığını kavrar ve dönemi anlamaya çalışır. Komünist (2001) Güven romanı­ nın hemen arkasından yayınladığı, yaşamından bir kesiti anlattığı (doğu­ mundan 1951 tutuklanmasına kadar) anı kitabıdır. Ailesini, çocukluğunu, çevresini, onu etkileyen, dünya görü­ şünün şekillenmesini sağlayan koşul­ ları, kimlerden etkilendiğini, örgütlü mücadeleye olan inancını, örgütü bul­ ma çabalarını ve örgütsel ilişkilerini anlatır. Sinemacılığı ve roman yazar­ lığı ile büyük etki bırakan Vedat Tür­ kali, bu kitabı ile siyasal mücadele içindeki yerini de gözlerimizin önüne serer. “Bu Gemi Nereye”, “Savunma­ lar”, “Yanıtlar” ve “Ölmedikçe” yapıtlarında; sinema, ülkemiz sine­ masının sorunları, edebiyat, politika ve eleştiriler üzerine düşüncelerini okuyucuları ile paylaşır. Özgürlük İçin Kürt Yazıları (1996) ile Kürt sorunu hakkmdaki gö­ rüşlerini ifade eder. Server Tanilli’yle birlikte Kürt sorunu ile ilgili, gazete­ lerde paralı ilan olarak bastırmak üze­ re bir duyuru yazarlar. Gazeteler (2000’e Doğru dergisi hariç) bu ilanı yayınlamaz. Kitap bu duyuru ile baş­ lar. Bu kitabın tüm gelirini köyleri ya­ kılarak göçe zorlanmış, Kürt köylüle­ rinin hasta çocuklarına bırakır. (Devam edecek)

64


MEHMET LATİFECİ YOLDAŞI SAYGIYLA ANIYORUZ ;.... î..... .......

1995 yılında Hatay Samandağ’da kontrgerillanm kurduğu pusu sonu­ cunda katledilen Mehmet Latifeci yol­ daşı saygıyla anıyoruz. Anısını yaşat­ maya ve mücadelesini büyütmeye de­ vam edeceğiz. Sosyalist D a ya n ış m a Platform u (SO D A P)

MEHMET AKDAĞ BİZİMLE 1996 yılında kaybettiğimiz Mehmet Akdağ yoldaş 6 Şubat günü mezarı başın­ da ve Okmeydanı’nda yapılan bir etkinlik­ le anıldı. Devrim yürüyüşümüzde anısı bize güç vermeye devam edecek.


Venezüella umudu büyütüyor» O'NUN TÜRKÜSÜNÜ, GUEVARA'NIN Körlerin ve yetimlerin / Türküsünü söylemek istiyorum Yavrusu ölmüş ananın Hastaların türküsünü söylemek istiyorum Hapiste yalnız bir adamın. Sevgili bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum Kardeşimin, Guevara'nın. Ah, nasıl da acı / Böyle susup durmak Kötüler, cellatlar elinde / Bunalırken güzelim halk Fabrikalar yanlış çalışırken / Yanlış ekilirken toprak Ayak, olmuşken baş / Baş, olmuşken ayak Kavganın ve hürriyetin / Türküsünü söylemek istiyorum Gür bir akışla akacak kanın Eşitliğin türküsünü söylemek istiyorum Halklar adına yükselen sancağın. Sadeliğin, inceliğin, onurun / Türküsünü söylemek istiyorum Onun türküsünü, Guevara'nın. Ataol Behramoğlu


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.