Çağdaş Yol Temmuz 1987 Sayı 2

Page 1

TÜRKİYE ■

DEVRİMCİ DEMOKRASİNİN PROGRAMI KEMALİZM NEDİR 27 MAYIS 12 EYLÜL “TEK ATEŞLER”DE N BİRİSİNİ YAKABİLMEK İÇİN

KALE KİLİT GREVİNİN DEĞERLENDİ­ RİLMESİ OTOMOBİL- İŞ’TE NELER OLUYOR KAZLIÇEŞME’ DE GREVE DOĞRU

■ GENÇLİK

ÖNE ÇIKAN GÖREV; KİTLESELLEŞM E

DÜNYADAN ■

SOVYETLER’DE NELER OLUYOR NİKARAGUA DEVRİMİ

■ SANAT

İŞÇİLER VE SANAT ARABESK


YANNIS KITSOS


İç in d e k ile r : Ç ağ d aş YO L BAŞYAZI:

SİYASI DCRGİ |.......................................................................................... 4 -Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz İ p Q |J 1 " j|{y \

Mücadele Ybniden Yükselirken/Kenan YAŞAR..................................® Devrimci Demokrasinin Programı.......... i..................................... Kemalizm Nedir?.......................................................................... 27 Mayıs - 12 Eylül..................................................................... S.E.İ.A/Ha!il ASLAN.......................................................

20

Tanm Sorunu/Mehmet YILMAZER.................................................22 DÜNYADAN Sovyefler’de Neler Oluyor?/A.B.Kafaoğlu.......................................25 Gorbaçov ne yapıyor/Mehmet YILMAZER.....................................30 Nikaragua devrimi/Ayşe TANSEVER........................... ‘Tek tek ateşler’ den birisini yakabilmek İçin/Mehmet YILMAZER.38 Avrupa’da sendikal mücadelede “yeni” fıedefler/Erol AYDIN........42 Emperyalist ekonomi ve durumda/Ayşe TANSEVER...................... 44 SENDİKALAR Kale Kilit grevinin değerlendirilmesi............................................49 İlhan Dalkılıç ile söyleşi................ ................................. *.......—- f "} Otomobil-İş’te neler oluyoıVOrhan DINÇOK.................................. 52 Yaygınlaşan grevler ve sendikal mücadelenin sorunlan/Kenan YAŞAR............. ._................................................-56 Sendikal eğitim üzerine/Ceren GÜLER........................................ 58 Kazlıçeşme’de greve doğru........................................................ 59

SAHİBİ ve s o r u m l u

y a z i İş l e r İ müdürü:

TARTIŞMA Sosyalist mücadelede temel görev/Cemil YALÇIN.........................61 Savaşmanın erdemliği ya da, yürümek durmaktan I İyiditfAhmet ERKÖK..... .............................................................. f j

Sadece kahramanlık mı/Orhan DINÇOK........................................................ 64 cemal şen Sürgünden notlar/Aslı DOKUMACI........................................................ 66 YAZIŞMA ADRFSI: Balabanağa Mah. . Ahmet Şuayip Sok. No: 14/4 GENÇLİK ^ 5^ 5oro Öne çıkan görev; kltleselleşme/Orhan DİNÇOK................................ 69 Dizgi: Maraton Dizgievi | Boş zaman, moda ve gençlik/Ayla ALP-Ali ZEKİ............................... 72 Baskı: Çiftay Matbaacılık- I Film: Durmaz Reprodüksiyon o a k i a t FİATI: 750 TL. oANAl YILLIK ABONE bedeU: 90C» TL Uçjler m sanat/Kemal SARUHAN.......... g e n e l ^d a ğ it im : Etkin Dağıtım Metropol 1. am aBr ^ ^ te r s e n llğ l/te r ıa " BAŞAR.........................77 önkapak resmi: irfan Ertei | Arabesk/Ertuğrul KAYSERİLIOGLU......................................................ra


BAŞYAZI

_________ t ._______________

4

DEMOKRASİ Demokrasi! 12 Eylül sonrası siyasi ortamın baş gündem maddesi oldu. 12 Eylül yürütücüleri icraatla­ rının ilk gününde “ uygun bir zamanda demokrasiye geçileceğini” vaad ettiler. Dillerinden demokrasi kelimesi hiç düşmedi. 1983 seçimleri onlar açısından demokrasiye geçiş oldu. Ancak bu “ demokrasi” Demirel'i bile tatmin etmeyince, sorun bütün canlılığıyla yeniden gündemde kaldı. DYP, demokrasi ha­ variliğine soyunarak, adeta 12 Mart’ta ve MC hükümetlerinde işlediği günahları unutturmaya çalışıyor. SHP ise demokrasi konusunda yıllardır çok şiirsel konuşup iş yapamamanın verdiği eziklikle, demokra­ sinin meziyetlerini yeniden sayıp dökmek yerine, Özal’ın “ kötülüklerini” anlatıp durmayı tercih etti. Sol ortama baktığımızda, demokrasi sorunu yine en önlerde yer almaktadır. Yeni Gündem dergisi­ nin ilk sayılarından başlayarak, ardından çıkan her yeni dergi kendi açısından demokrasi konusuna değ­ meden edemedi. T.Özal haricinde herkes demokrasiyi aradığına göre demek “demokrasi” yitirilmiştir. Demokrasi is­ temek güzel şey! Ancak demokrasi dilberi dillere öyle düştü ki, körlerin orasına burasına dokunarak fili tarif etmelerinden öteye bir somutluk kazanamadı. Aradığımızı nerede bulacaktık? 12 Eylül 27 Mayıs’ın rövanşı oldu. Biz de köklü bir “demokrasi geleneği” yoktu. Üstelik, 12 Eylülle “ demokrasi” emekli edilirken geniş yığınlar hiçte ardından göz yaşı dökmediler. Öyleyse demokrasi ağacının bazen rüzgârla yapraklan topraklarımıza düşsede kökü bizde değildi. Süpürüldüğünde geride bir şey kalmıyordu. Gözler B atı’y a döndü. Eski seyyahların "Çin Ülkesini” anlatmaları gibi aydınlarımız Batı Demokrasi­ sini anlatıyor. Böylece demokrasi mi kazanılacak? Konunun politik ortama bu derece yayılması ileriye atılmış bir adım olarak görülebilir. Ancak görüntü­ lerin arkasına geçtiğimizde durum bambaşkadır. Demokrasi talebinin yaygınlaşması bir kazanç olsa da, bu kazanç önemli değerlerin yitirilmesi pahasına olmuştur. Bir hayalin peşinden boş yere koşma­ mak için, yitirilen değerlerle ilgilenmek zorundayız. Demokrasi çığlıkları, onun sınıf temelinin bulanıklaştırılması, gizlenmesi pahasına yükseldi. Ya da daha doğrusu sınıflar gerçekliği en usta kamuflajları bile yırtacak açıklıkta olduğu için, sınıfların doğrudan inkârı aklı başında bir yol alamazdı. O zaman yaşanmış sınıf kopuşmalan gizlenmeliydi. 12 Eylül siyasi planda bunu başarmak için didindi durdu. Yasalar bu mantıkla'hazırlandı. Uygulan­ maya çalışılıyor. İki ya da üç siyasi parti yeterdi. İşçiler Türk-İş'te toplanırsa onların çıkarına olurdu. Öğ­ renciler için dernekleşme, sırat köprüsünde yürüyüşe dönüştürülmeliydi. Vatandaş çeşitli “ kamplara” bölünmemeliydi. Siyasi planda bunları savunan ve uygulamaya çalışan 12 Eylül, ekonomi alanında tam zıddı bir yol izledi. İzlemek zorundaydı. Bütün kredi imkânları holdinglere akarken, geniş yığınlara hergün fırlayan fiyatlar karşısında “ kemer sıkmak” kalıyordu. Siyasi baskı ile yapıştınlmak istenen sınıfsal kopuşmalar, ekonomi kaldıracıyla daha derinden ve daha yaygın bir şekilde kopartılıyordu. Bu, Türkiye FinansKapitalinin alın yazısıydı. Ancak 12 Eylül uygulamalarıyla, bu akn yazısına yeni kader ortakları kazanabilmiştir. Kimseyi doğrudan bu kader ortaklığıyla suçlamak akıldan geçmez. Ancak cehennemin yollarının iyi niyet taşlarıyla döşendiğini unatamayız. Konumuz 12 Eylülle birlikte sol hareketin uğradığı bozulmalar­ dır. Bu bozulmalar yaşadığımız günlerde “demokrasi” parolasının altında gizlenmeye çalışılıyor. De­ mokrasi kelimesi sol görüşlerin arasındaki sınır çizgilerini hatta “ liberal” burjuvazi ile sol arasındaki çizgileri ortadan kaldıran ya da şimdilik uyutan bir ninni oldu. Sesler hoş gelse de bu ninniyle uykuya dalmak gaflet olur. Kapitalist gelişimin özellikle 1950’lerden sonra hızlanması, sınıflar planında kendini 1960 sonrası farklı siyasi şekillenmelerle ortaya koydu. Toprak daha derinden sürüldükçe, gömülü duran zıtlıklar güneşin altına serildi. CHP kendini “ orta sol” ilan ederken, TİP “sosyalizmi” , MDD ise “ ulusal bağımsızlığı” savundu. Bu gelişimin topyekun anlamı, Finans-Kapital ağından, tekel dışı burjuvaların ve küçükburjuva tabakaların yığınsal ölçülerde kopuşması demek oldu. Proletarya aynı adımı çok önceleri atmıştı. Adımını 15-16 Haziran 1970 olaylarından sonra daha da genişletti Hiç şüphesiz ki bu kopuşmalar eskinin bütün etkilerinden bağımsızlaşmak değildi. Ancak çatlama gerçekleşmiş ve derinleşiyordu. CHP, “orta sol” olduğunu ilan ederken “aracıların kaldırılması” ve “te­ kellerin sınırlandırılması” taleplerinden öteye gidemedi. Gidemezdi. 12 Eylülden hemen önceki icraa­ tıyla ise söylediklerini yapma yeteneğinde olmadığını en güzel şekilde gösterdi. TİP, “ sosyalizm” dese de, işçi aristorkasisi zeminine tutunduğu için sendikalizm ve parlementarizm ağlarında takılı kaldı. En son tahlilde sınıf temeli olarak CHP’nin sol içindeki bir uzantısıydı. Davranış planında bunu her adımında ispatlamıştır. MDD, TİP’ten bir adım önde yürüse de “ ulusal bağımsızlık” parolasıyla hâlâ eski gelenekcil güçlerin, politik olarak da Kemalizmin etkisi altında olduğunu dile getirmiş oluyordu. Özellikle 1967’den sonra “ bağımsız Türkiye” parolası öne çıktı. Bu küçük burjuva radikalizminin ken­ dine yol arayışta ilk hareket noktası oldu. “ Bağımsızlık” parolası sağlam bir sınıf temeline oturtuldu­ ğunda buna itiraz edilmeyebilirdi. Ancak bu parola kendi döneminde işçi sınıfı ile küçükburjuva ta­ bakalar arasındaki farklılığı örtmek gibi bir rol oynadı. Hatta bu zeminden kaynaklanan çeşitli eğilimler “ proletaryanın ideolojik öncülüğünde” “köylü temel alınarak” kurtuluşa varmayı özlediler. Demek sı­


nıflar kopuşması henüz düşüncelere bulanık bir şekilde yansıyordu. 12 Mart olayların genel akışına bir set çekmek istediysede olmadı. Gerçeklik inatçıydı. Kendi kanalla­ rında akmaya devam etti. Ancak 12 Mart bazı eğilimlere olumlu dersler öğretirken, bazıları için geri ka­ yışlara gerekçe oldu. Eğilimlerin yeniden şekillenmesinin nedenleri kavranmayınca, soyut birlik özlem­ leri hatta bazı eğilimlerin eklektik birleştirilme çabaları yaşandı. Ancak tutmadı. 12 Eylül’e kadar akan süreçte bazı ayak diremelere aldırmadan sınıf kopuşması hızlandı. Fınans-Kapitalin ağlarından kopuş­ lar daha yoğunlaştı. Her hoşnutsuz sınıf ve tabaka kendi üslubuyla bir çıkış yolu arama momentine dayandı. 12 Eylül sürecin akışına önemli bir darbe vurdu. Onun daha ilk adımını attığındaki açmazı, siyasi planda sınıfsal kopuşmaları “ yeni tedbirlerle" ortadan kaldırmak, buna karşılık uygulanan ekonomi politikayla bu amacını kaçınılmaz bir şekilde zayıflatmak oldu. Ancak bu yolda hiç adım atılmamış mıdır? Tam ter­ sine önemli adımlar atılabilmiştir. En başta sosyal demokrasi 1970’lerden beri önceleri Finans-Kapitalden kısmi kopuşma, sonraları ise uzlaşma ve teslimiyete varan bir eğri çizmiştir. Şimdi onun itibarsızlığının köklerinde çizdiği bu eğri ya­ tar. Burjuva sosyalizmi başka bir yol izlemedi. Eskiden CHP’ni "mücadeleye” ikna etmekle uğraştılar. Şimdi ise sosyal-demokrasinin bir nüansı olma yolundalar. Bu evrim hiç de şaşırtıcı değildir. Onlar böy­ le davranmakla olayların kaçınılmaz akış yönüne ayak uydurmak yerine, tersine anaforları zorluyan ba­ raj duvarının bir taşı olmayı yeğlemiş oldular. Madem ki ileriye doğru, adımlar atmanın bedeli pahalı ödeniyordu, öyleyse sosyal-demokrasiyle bir hizada yürümek ve bu yürüyüş koluna "liberal sağı” da kazanmak çıkış yolu olabilirdi. Ve yürüyüş kolunun bayrağına “demokrasi” yazıldı. Küçükburjuva radikalizminin önemli bir bölümünü, çıkış noktasının tam tersi bir sonuca vararak bütü­ nüyle tersyüz oldu. 1960’larda “ bağımsızlık", 1970’lerde radikal sağa karşı mücadele parolasını yük­ seltenler, 1980’lerde demokrasi ve sivil toplum parolasına vardılar. Burjuva reformizmi kendi yolunda istikrarlı bir şekilde sosyal-demokrasiye evrimleşerek ilerlerken küçükburjuva radikalizmi aynı yolu ken­ dine özgü zikzaklarla bir iki sıçrayışta katetti. İyi günlerde nasıl ileriye doğru hızlı adımlar atmaya tutkun ise, anafor ortasında da aynı hızla geriye atlamayı kendi yapısına yabancı bulmadı. Demokrasiye pek fazla ilgi duymayanlar, bu geriye atlayıştan sonra, demokrasi aşığı oldular.

12 E ylü lle birlikte demokrasi istekleri öne çıkarken, sınıf gerçekliklerimiz geri itilip, bulanıklaştınlmıştır. Son yedi yılın kazancı budur. Kazançtır, çünkü ayaklarını sağlam zemine basarak yürüyenlerle, sosyal-demokrasi ve “ liberal sağ ’ın ayak izlerinden yürüyenler yaygın ve derin bir farklılaşmaya uğradılar. 12 Eylül’le birlikte, eskiden beri başarılamayan “ geniş demokrasi güçlerinin işbirliği” böylece ger­ çekleşmiş mi oluyordu? Kesinlikle hayır! Sınıflar kopuşması egemenlerce siyasi baskı ile durdurulmak istendi. Aynı şey kendine hâlâ “ sosyalist” diyenlerce “demokrasi” güzel dileğiyle yapılıyor. Kimin için demokrasi, hangi sınıf temelinde demokrasi gibi can alıcı gerçeklikler bir kenara itilip, soyut-sat demok­ rasi gürültüsüyle sınıf gerçekliği gölgeleniyor. Hepsinden önemlisi yaşanan ve derinleşen sınıf kopuşmaları saf dileklerle geriye döndürülmek, olmazsa yerinde saydırılmak isteniyor. Böylece kendi gerçekliklerimize yabancılaşılıyor. Batı’da demokrasi en azından son kırk yıldır tökez­ lenmeden yürüyor. Dolayısıyla demokrat ve sosyalistler ikide bir kanun dışı ilan edilmeden davranabili­ yorlar. Bizde de benzeri bir demokrasi gerçekleşse, sosyalistler, ilericiler ikide bir yıldırımları üzerlerine çekmeden davranabilecekler. Ve bu herkes için iyi olacaktır. Saf demokrasi savunucularının özlemleri budur. Başka bir deyişle; ikide bir batıp çıkmadan yürüyebilen bir sınıf mücadelesi! Ancak bu nasıl ola­ cak? Demokrasi tek başına karın doyurmadığına göre yoksulluğun son sınırına itilmiş yığınlar için "demok­ rasi” , en azından kendi maddi ve manevi açlıklarını giderme imkânı ve davranışı anlamına gelecektir. Bu yola çıkıldığında ise, Finans-Kapitalin yığınlara tavsiyesi "kemer sıkmak” oluyor. Bu köklü çelişki nasıl çözülecektir? Bir yolu, batı gibi geri ülke kaynaklarını patent, kredi vb. yollarla çekip bunun birazını da çalışanlara vermektir. İkincisi, bu yol tıkalı ise, bizden kredi faizleri devalüasyonlar vb. yollarla aktarılan değerlerin yolunu kesmektir. Üçüncü yol yoktur. Saf demokrasi istekleri, hayatın zorlamasıyla bu iki yoldan birisi­ ne akıp, saflığından soyunup gerçeklik olmak zorundadır. 12 Eylül’le birlikte demokrasi istekleri öne çıkarken, sınıf gerçekliklerimiz geri itilip, bulanıklaştırılmıştır. Son yedi yılın kazancı budur. Kazançtır, çünkü ayaklarını sağlam zemine basarak yürüyenlerle, sosyaldemokrasi ve "liberal sağ” ın ayak izlerinden yürüyenler yaygın ve derin bir farklılaşmaya uğradılar. Nasıl ki yaşanan son yedi yılda en yetkili ağızlardan Kemalizm yeniden anlatılıp geniş yığınların kav­ rayış süzgecinden geçti ise, saf demokrasi dilekleri de aynı süzgeçten geçiyor. Süzgecin üstünde ka­ lan ise geniş yoksul yığınlar için gerçek demokrasidir. Demek yollar ayrı. Bu bir gerçeklik. Baskıyla ya da güzel dileklerle bu farklılıklar örtülemiyor. işçi sınıfımız ne ölçüce bağımsızlaşırsa o ölçüde kendine ittifak güçleri kazanabilir. Demokrasi özürüyle de olsa, diğer sınıfların akıntısına kapılırsa yedek güç olmaktan öteye gidemez. Görev, çeşitli yollarla örtülmek istenen sınıfların kendi öz eğilimlerini açık ve net çizgileriyle politik ortama yansıtmaktır. Ancak o zaman hangi talepler uğruna, kimlerin, nereye kadar birlikte yürüyebile­ ceği bir kere daha aydınlanacaktır.


MÜCADELE YENİDEN YÜKSELİYOR! f

4

*

KENAN YAŞAR

\

12 Eylül buldozerlerinin açtığı yolun sonuna gelinmiştir. O yolda gönüllü ya da yarı gönüllü yürütülmüş halkın geri tabakaları, maddece ve ruhça tükenişlerinin nedenlerini sorgulamaya başlamıştır ve çıkılacak yeni yolun arayışı içindedir. Şimdiki halde halk, yol çatıda bekleyen ve hangisine gireceğini

bilmeyen kararsız bir yolcuyu andır? n aktadır. Hangi yolu tutacağını, o yolların başında v-.. an kılavuzların ratahkları, yetenekleri ve

kar ulakları

Sosy al gerçeklik, ferm anlara aldırmaksızın hükm ünü bir kez d ah a icra ediyor. V e bir kere daha halkın en ileri saflarında m ü cad ele kıvılcımları parlı yor. İşçi sınıfı ve aydın gençliğin tümü ile söndürüldüğü sanılan külleri arasın­ dan tutuşm akta olan korun, sıcaklığı yayılıyor. Y ed i yıllık sürek avının kan revan içinde bırakılmış mazlumları, yorgunluk, bitkinlik ve dağınıklık gün­ lerinin bitişini biraz ürkek, biraz tered ­ dütlüce de olsa, ilan ediyor . 12 Eylül buldozerlerinin açtığı yolun sonuna gelinmiştir. O yolda gönüllü ya da yarı gönüllü yürütülm üş halkın g e ­ ri tabakaları, m ad d ece ve ruhça tü ke­ nişlerinin ned enlerini sorgulam aya başlamıştır ve çıkılacak yeni yolun ara­ yışı içindedir. Şim diki halde halk, yol çatıda bekleyen ve hangisine gireceğini bilm eyen kararsız bir yolcuyu andır­ maktadır. Hangi yolu tutacağını, o yol­ ların başında bulunan kılavuzların us­ talıktan, yetenekleri ve kararlılıklan b e ­ lirleyecektir. Birinci yolun kılavuzları, 12 Eylül ön cesi paçavrası çıkm ış, her renk ve cinsten halk düşm anları ve sahte halk dostlandır. 1 2 Eylül’ün çeşitlendirdiği sim alan ile faşistinden, sosyal-dem okratına kadar, burjuvazinin her boydan tem silcisi, dinleyenin ve seyredenin yüzünü kızartacak pişkinlikle, kurtarı­ cı İsa pozundadır. 12 Eylül felaketin­ den kaçanlara, 11 Eylül “d em okrasi”

şe m siy e sin in sığ ın ılacak te k yo l o ld u ­ ğ u n u , er; u sta p a n a y ır te z g â h ta rla rın a ta ş ç ık a r ta c a k u sta lık la p r o p a g a n d a e t­ m ek ted irler. Y o lu n İk in cisin d e, y a ş n in y arattığ ı ü rk e k liğ e v e r a ğ m e n , g e r ç e k k u tlu lu -, silcisi D e v r im c i P r o le t a :

a d ığ ı y en ilg i­ çek in g en liğ e n d iricik t e m ­ a y o l g ö s te ri­

ciliğe hazırlanmaktadır. V e tarihinde hiçbir zaman sahip olamadığı şansa sa­ hiptir. Tarih onlarca yılda alınam ayan m esafelerin nasıl birkaç yılda alındığı­ nın örnekleri ile doludur. Y a şa n an ya­ kın geçm iş ve çektirdiği acılar ne olur­ sa olsun devrim ci proletaryanın öne çıkışının objektifçe zeminini hazırlamış­ tır. (İşçi sınıfı bu konuda elini kolunu bağlayan generallere çok şey borçlu­ dur.) Bir yandan alt ve ezilenlerin bin­ lerce yıllık köke sahip sosyal alışkan­ lıklarını, d eğer yargılarını ve g e le n e k ­ lerini altüst etm iş; öte yand an, işçi sı­ nıfının hamlıklarından, ütopyalanndan ve çocukluk hastalıklanndan kurtulma­ sında, hiç de k ü çü m sen m ey ecek biri­ kimler sağlam ıştır. Bir diğer söyleyiş­ le, 12 Eylül’ün yedi yılı istemeksizin de olsa, sınıf m ücadelesini olgunlaştırıp, derinleştirmiştir. Sınıf çelişkilerinin şu and a dışa vuruş biçimi ve görünen s e ­ viyesi ne olursa olsun gerçeklik budur. Ş a y e t devrimci proletarya, d en eyleri­ ni savrukça harcam az, enerji ve karar­ lılıkla yönlendirici olabilirse; oligarşinin düzenleyeceği provokasyonları zam a­ nında görüp boşa çıkarabilirse; burju­ vazinin her türden siyasi temsilcisine karşi; ısrarla ve kıskançlıkla kendi id e­ olojik duruluğunu koruyup, örgütsel bağımsızlığına sahip çıkabilirse; ufak günlük çıkarlar uğruna geleceğine ipo­ tek koydurtacak reformculuklardan sa­ kınabilirse; sa d ece kendi saflarını to ­ parlam akla kalm ayacak, yol çatıda şaşkınca b ek leşen halk güçlerini de kurtuluş yoluna sokacaktır. S o sy al bi­ linççe geri ve örgütsüz davranışça k a­ rarsız ve savsak halk kesimlerinin göz­ leri ve kulakları, proletaryadan yükse­ lecek ışıkları g örm ey e, sesleri d uym a­ ya hiç bu kadar yakın ve yatkın o lm a­ dı.

G en el olarak halk m uhalefetinin, özel olarak işçi sınıfı hareketinin yeni­ den yükselişe girdiği günümüzde, dev­ rimci proletarya bir kere daha çok zor bir sınavla karşı karşıyadır. Y aşanılan m ücadelenin karakterini en ince ayrın­ tılarını dahi gözden kaçırm adan kav­ ram ak, tekrar tekrar analiz etm ek, ona uygun parolaları atm ak, m ücadele bi­ çimleri geliştirm ek ve örgütlenm eler yaratm ak zorundadır. Yaşanılan süreci ve bağnnda taşıdığı geleceği kavrayabilmek için, yakın g eç­ mişin kısa bir değerlendirm esini y ap ­ m akta fayda görüyoruz.

12 EYLÜL YENİLGİSİNE KISA BAKIŞ 12 Eylül, kitleler çapında bir dirençle karşılaşm adı. Tüm ülke sathına yayıl­ mış ve oldukça zenginleşm iş toplum ­ sal m ücadele adeta bıçakla kesitmişçe­ sine duruverdi. B u durum , küçük bur­ juva devrimci çevrelerde, yeterince ol­ gunlaşm am ış işçi sınıfı saflarında, yıl­ gınlığı, karamsarlığı ve güvensizliği b es­ ledi. Yenilginin sebepleri kavranam ayınca, inançsızlık yaygınlaştı. Devrimci proletarya açısından, ya­ şanan yenilginin anlaşılmaz hiçbir ta­ rafı yoktu. Tüm yaygınlığına ve zenginliğine rağm en , sınıf m ücadelesi son kertesi­ ne dek olgunlaşm am ıştı. B inlerce yı­ lın sosyal alışkanlıklan, gelenekleri, ön ­ yargıları ve sosyal değerleri toplum sal m ücadelenin her anında ve adımında kendini hissettiriyordu. İşçi sınıfı p ra­ tik olarak günlük m ü cadelenin önüne çıkışın sancıları içinde, toy, tecrübesiz, örgütsüz ve yeterli kararlıktan uzak durm aktaydı. M ücadelenin ufku, oli-

«i


M *

garşinin bütün cephelerd e açtığı saldı­ rılardan korunm a ve m üm kün olan düzen içi iyileştirmeleri sağlam ayla sı­ nırlıydı. Bir parola olarak (“T ek Y ol Devrim”) sıkça kullanılmasına rağm en, sosyal kurtuluşun tek ve en acil görev olduğu gerçeği, kitleler çapında benim ­ senem em işti. V ar olan siyasi örgütler, sendikalar, dernekler vb.leri de aynı h astalık la m alü ld ü . M ü ca d elen in önü nd e görülen eğilim ler, m ü cad ele­ lerin yaygınlığı ve derinliği arttıkça, ç a ­ tırd a m a y a b a şla m ışla r, h a re k e tin önü nd e savrulm uşlardı. Küçük burju­ va ve burjuva sol öncülüğü iflas etm iş, ancak proletarya örgütlü olarak ve k a ­ rarlıca toplum sal m uhalefetin önüne çıkm am ıştı. 12 Eylül baskını o günler­ de yapıldı. Başarısını da yukanda özet­ lem eye çalıştığımız şartlar belirledi.

12 EYLÜL SONRASI MÜCADELENİN SEVİYESİ VE KARAKTERİ 1 2 Eylül yenilgisi, m ü cadelenin k a ­ rakterinde sınırlı değişiklikler yarattı. Uygulanan devlet terörü ve alman ted­ birler, hareketi geçici zaafa uğratırken, onu ham hayallerinden siyasi ço cu k ­ luktan kurtardı. İşçi sınıfını sosyal-dem okrasi ve burjuva sosyalizminin reformizmi ve küçük burjuva radikaliz­ minin etki alanından çıkaracak bir ze­ min yarattı. 1 2 Eylül’ün ön günlerin­ de yaşam aya b aşlanan süreç, 1 2 Eylül’le birlikte hızlanıp, yeni saflaşm ala­ rı ortaya çıkardı. Eylül öncesinin açı­ ğından yükselen toplum sal m uhalefeti yatıştıram ayan sosyal dem okrasi, finans oligarşisinin D em ir-El’Ieri ve ayaklan arasında uzlaşma anyordu. 12 Eylül bu safları genişletti ve burjuva sosyalizmi ve küçük burjuva radikaliz­ minin önem li bir kesimini de o batağa sürükledi. S ö z konusu kesim ler şimdi elbirliği ile, finans oligarşisini “sivil top ­ lum” yaratm ak için “ikna etm eyi” ger­ çekçi “tek yol” olarak benim sem iş bu­ lunuyorlar. V e finans-kapital Allahı’nın göklerden yağdıracağı dem okratik rah­ m et için yakanyoriar. B u saflaşmanın görünen yüzü olum ­ suz olsa d a, işçi sınıfını önündeki e n ­ gellerden kurtarm a gibi olum lu bir y a­ nı da vardır. V e şimdi her toplum sal kesim , 12 Eylül kılıçları önünde, olm alan gereken yerde hizaya girmiştir. Burjuva terörün ve oluşturulan hukuk­ sal dem ir zırhın içinde y aşan an , yeni saflaşm alar, bundan sonraki m ü ca d e­ lenin içeriğini de biçim ve araçlarını da tüm den değiştirecektir. H enüz yolun başında olunrrçasma rağm en, bunun güçlü belirtileri kendini göstermektedir. M ücadelenin bu günkü cılızlığı kim­ seyi yanıltmamalıdır. O cılızlık böyle bir kökten çıkan sürgün cılızlığıdır. D alla­ nıp budaklanm ası ve m eyve verm esi çok uzun sürm eyecektir. Tarih on lar­ c a yılda alınam ayan m esafelerin, bir­ kaç yılda alındığının örnekleri ile d o ­ ludur.

J

B u genel tesbit ve açıklam alardan son ra, Eylül sonrası hareketin gelişim seyrine ve ulaştığı noktaya bakalım . 12 Eylül zaferi ile Finans-Kapital Cum huriyet tarihinin en köklü ve kap­ samlı değişikliklerini yaygın bir devlet terörü eşliğinde gerçekleştirdi. T o p ­ lumsal m uhalefeti ulaştığı noktadan gerilere doğru püskürttü. Yenilgi işçi sınıfı dahil, tüm halk katlarında yılgın­ lığı, dağınıklığı, inançsızlığı besledi. Y e ­ niden yola çıkılırken, eski noktadan devam edilemezdi. Savrulunan yerde mevzilenip, bir hazırlık dönem i, moral­ ce ve m ad d ece güç toplam a dönem i yaşandı. S o n u n a yaklaşılan bu süre­ cin anlaşılm ası, hayati önem taşım ak­ tadır. İlk iki yıl, kitleler çapınd a ve yasal planda tam bir durgunlukla geçti. L o ­ kal kalan toplu şikayetler, yazılı dilek­ çe başvurulan ve yem ek boykotları söz konusu d önem d e başlıca eylem biçim­ leri olarak görüldü. A n ay asa’nın kabulü, seçim ler ve sendikalar yasasının çıkarılmasını taki­ b en , kırıntı kabilinden de olsa, yasal haklara kavuşm a, yeni bir hareketlen­ m enin yollarını açtı. Biriken p otansi­ yel ufak çatlaklarda akıntılar yarattı Ö tesini göze alam ay acak durum da olan işçi sınıfı, yasal hakların zerresini dahi değerlendirm ek zorundaydı ve değerlendirdi. 1 9 8 3 ’ün ortalarından itibaren, sendi­ kalar planında önem li bir canlılık y a­ şanm aya başladı. 12 Eylül’de örgütle­ rini ve çok büyük oranda önderlerini yitiren işçiler, canlı bir sendikal m ü ca­ dele yürüttüler. Belli başlı büyük iş kol­ larında tek tip sendikacılığa karşı, eski geleneklerine sahip çıkıp, yeni sen d i­ kalar kurdular ya da var olan bağım ­ sız küçük sendikalarda örgütlendiler. M etal iş kolunda, O T O M O B lL -ÎŞ , Lastik petrol kimya işkolunda, L A S P E T K İM -tŞ, tekstil işkolunda Ö ZG Ü R D O K U M A -ÎŞ, genel hizmet işkolunda G E N E L H lZM ET-İŞ, turizm işkolunda T U R S A N örgütlendi. Y asaların elv e­ rişsizliğine, yasadışı baskılara ve eski önderlerin dolaylı dolaysız eng ellem e­ lerine rağm en, önem li başanlar kazan­ dılar. Potansiyelin d aha küçük oldu­ ğu işkollarında ise T Ü R K -ÎŞ e giden iş­ çiler, orada yeni bir dinam izm sağla­ dılar. 1 9 8 5 ’ten itibaren toplum sal canlılık yeni bir ivme kazandı. T Ü R K -İŞ dip­ ten gelen dalgayı kırm ak için, bir e y ­ lem planını yürürlüğe soktu. B u rsa’da yapılan başarısız kapalı salon toplantı­ sını, 2 2 Ş U B A T 1 9 8 6 ’da, İzmir mitin­ gi izledi. 2 2 H A ZÎRA N ’da Eskişehir mitingi yapıldı. D evletten ve T Ü R K İ Ş ’ten gelen tüm en g ellem elere rağ ­ m en , onbinlerce işçi miting alanlarını doldurdu. 1 9 8 6 ’da kötü çalışm a şartlanna, işten atılmalara ve işyeri k ap anm alanna karşılık daha canlı ve aktif di­ renişler ve protestolar başladı. 1 9 8 7 ’ye işçi sınıfı son yıllann en bü­

yük eylemleri ile girdi. Göstermelik bir­ kaç grevden so n ra , bağımsız sen d ika­ larda örgütlenmesini sağlamış metal iş­ çileri, N E T A Ş ’ta, Lastik işçileri P İR E L L İ’de greve çıktı. Y aklaşık beşbin işçi­ nin bu eylem i, gelişen harekette d ö ­ nüm noktası oldu. G revlerde yeni bir yaygınlaşm a başladı. 1 9 7 0 ’lerin ünlü işyeri D E R B Y grevi, bu süreci daha da hızlandırdı. G revler, lastik petrol ve kimya işkolunun 6 3 işyerinde, daha yayıldı ve 9 7 0 0 işçi greve çıktı. Y a y ­ gınlaşan bu grev dalgasının yanında, son iki yıl değişik eylem biçimleri ve m ücadele araçlarıyla da zenginleşti. P ek görülm eyen açlık grevleri, top lu ­ mun her kesiminde uygulanmaya baş­ ladı. 1 9 8 7 ’nin en ileri eylemi Kazlı Deri Sanayii işçilerinin protestosu oldu. A r­ kadaşlarının iş cinayetine kurban git­ m esine protesto eden işçiler, tüm e n ­ gelleri aşarak ikibin işçinin katıldığı top­ lu bir gösteri yaptılar ve K azlıçeşm e’ye tarihi bir gün yaşattılar. İşçi sınıfının bu m ü cadele hattı, ilk yankısını en can d an ve samimi müttefiği Aydın G ençlikte buldu. Ü niver­ site gençliği, bir adım arkadan örgüt­ lenm e hakkını kazanm a savaşını ısrarla sürdürdü. B u hakkın kazanılması ve uygulanm ası için, pek çok eylem biçi­ mine başvurdu. Meclise dilekçe ile baş­ layan ve açlık grevleri ile devam eden öğrenciler, sonu nd a sokağa ve m ey­ danlara taşm aya başladılar. 1 9 8 7 yazı başlarken, havadaki ısın­ m aya paralel bir toplum sal sıcaklıkta, dalga dalga ülkenin her yanına ve top­ lumun tüm katlarına yayılacağa b e n ­ zem ektedir. Bugün ulaşılan seviye, 1 9 8 0 ö n c e ­ si ile kıyaslandığında, elbette çok g e ­ ridir. 1 9 8 0 öncesini son d erece yük­ sek ve zengin m ücadele biçimi ve araç­ larının yanında sönü k kalır. H edefleri ve am açları bakım ından da aynı geri­ lik söz konusudur. G örünen gerçeklik­ le yetinm ek, sürecin niteliklerini ve g e­ lişim yönünü k avrayam am a tehlikesi­ ni içinde taşır. M evcut seviye yanıltıcı olm am alıdır. 1 9 8 0 öncesini yaşam ış ve gerekli dersleri çıkarmış işçi sınıfının ve aydın gençliğin yükselişi, krizdeki bir derinleşm eye paralel olarak, çok hızla onları siyasi iktidar hedefine y ö n ­ lendirecek ve çok güçlü örgütlemelerle d aha kararlı bir m ü cad eley e sok acak ­ tır. Eylem lerin bu günkü seviyesi bile, eylem cilerin pek ço k şeyi göze alm a­ sını gerektirm ektedir. V e bu durum , her şeye rağm en sonuç alm a ruhunun m üjdecisidir. Durgunluk ve yılgınlık bulutlan d a ­ ğılm aya, teslim iyet ruhu yerini m ü ca­ d ele ruhuna bırakm aya başlamıştır. Henüz bu sürecin başlangıcındayız. 12 Eylül kılıçlan istemeksizin de olsa, dev­ rimci proletaryayı olgunlaştırmış, ham hayallerini yıkmış, yolu maddi ve m o ­ ral engellerd en tem izlem ek zorunda kalmıştır. Şim di bütün sorun, bilinçle, kararlılıkla ve enerji ile son u ç alm ak üzere, işe sanlm aktadır.

E D O >■

Durgunluk yılgınlık bu dağılmaya, teslimiyet r yerini mücî ruhuna bira başlamıştır, bu sürecin başlangıcın 12 Eylül kılı istemeksiziı olsa, devrir proletaryayı olgunlaştım ham hayalle yıkmış, yok maddi ve m engellerden temizlemek zorunda kal Şimdi bütür sorun, bilim kararlılıkla v enerji ile so almak üzere sarılmaktadı


DEVRIMCI-DEMOKRASININ PROGRAMI E D O > -

Her önemli dönüş noktası, sınıflar mü­ cadelesinde yaşanan her altüstlük berabe­ rinde yeni görüşlerin, yeni arayışlann da canlanmasını getirir. Hele yaşanan önem ­ li bir yenilgiyse, eski dönemle ilgili tartış­ malar, yeniden yorumlamalar kaçınılmaz bir şekilde canlanır. 12 Eylül’le birlikte, neredeyse Osmanlı­ lıktan bugüne yaşanan gelişim süreci bü­ tünüyle otopsi masasına konuldu, didik di­ dik ediliyor. Bu çabaları küçümsemek ak­ lımızdan geçmez. Ayrıca, böyle bir çaba, geleceğe yönelik sağlam düşünceler üre­ tebilmek için gereklidir de. 12 Eylül’le birlikte, düşüncelere yükse­ len en önemli kilit soru, ikide bir patlak ve­ ren Ordu müdahalelerinin tarihi ve sosyal kaynaklarıydı. Müdahalelerin neredeyse on yılda bir kaçınılmaz alın yazısı haline gel­ mesi aydın beyinlerde derin öfke doğurdu. 12 Eylül, kendi yakın geçmişinin tartışılma­ sını yasaklamıştı, kafalar çok gerilere, Os­ manlı düzenine dönerek oralarda bugünün sorunlarına cevap arandı. Günün sorunIanndan kopuk gibi görünen bu tarihe dö­ nüşler özünde, Kurtuluş Savaşı’yla şekille­ nen Cumhuriyet döneminin değerlendiril­ mesi, ya da Türk burjuva devriminin yargılanmasıydı.

Olayın çözümünde iki temel hareket noktası olmalıdır. İlki tarihi olarak, bizde burjuva devriminin yapabildikleri tesbit edilmelidir. Bu program sorununu tarihi temellerine oturtur. İkinci olarak, yaşanan önceki mücadele deneyleri günümüzün sınıflar dengesi kriterinden geçirilerek geliştirilebilir. Çünkü devrimci-demokrasi programı, ya da işçi sınıfının asgari programı, bugün değil daha bizde burjuva devrimi ilk adımlarını atarken gündeme gelmiştir. Ve genel özlü bakımdan hâlâ aşılmamış olarak kalmıştır. Bizzat 12 Eylül, icraatıyla, hele hele MDP’yi iktidar etme girişimiyle eski ama köklü bir geleneği diriltmeyi denemişti. Ta­ rihe böyle bir dönüş zorlaması, düşünen beyinleri de öğünleri kritik etmeye itti. Biz de burjuva devrimi neleri başarabilmiş, hangi noktalarda Osmanlılıktan koparabilmiştir ve bütün bunlann Özal hükümeti­ nin “alternatifsiz” programıyla bağlantıları neydi? Böylece bir kere daha gündeme devrimci-demokrasinin program sorunu geliyordu. Sorun hiç şüphesiz yeni değildi. Hatta eski, en azından elli yıldır açıklığa kavuş­ muş konulan yeni koşullarda bir kez daha

öne çıkartmak gerekli hale geldi. Sorunu tarihi kökleriyle brlikte açıklamak zorunda kalıyorsak, bu yalnızca 12 Eylül’ün tarihe ve geleceğe bakışla düşüncelerde yarattığı al­ tüstlük nedeniyledir. Düşüncelerimizi “yeni” muhataplarının tartışma örsünde daha da yetkinleştirmek durumundayız. Bizim açı­ mızdan yenilik bu noktadadır. Devrimci-demokrat hareketin hedefleri ya da program çerçevesi hangi temeller üzerine kurulabilir? Dünyanın en iyi prog­ ramlarını önümüze koysak, kendi gerçek­ liklerimize doğru cevaplar veremiyorsa, de­ ğeri hiçtir. Deneylerden öğreneceğiz. An­ cak en başta kendi mücadele deneyimimiz­ den öğrenmeyi bilmeliyiz. Olayın çözümünde iki temel hareket noktası olmalıdır. İlki tarihi olarak, bizde burjuva devriminin yapabildikleri tespit edilmelidir. Bu program sorununu tarihi te­ mellerine oturtur. İkinci olarak, yaşanan önceki mücadele deneyleri günümüzünsınıflar dengesi kriterinden geçirilerek geliş­ tirilebilir. Çünkü devrimci-demokrasi prog­ ramı, ya da işçi sınıfının asgari programı, bugün değil daha bizde burjuva devrimi ilk adımlannı atarken gündeme gelmiştir. Ve genel özü bakımından hâlâ a şılm a m ış olarak kalmıştır.

İşçi sınıfı açısından bizde ilk burjuva devrimlerine bakış . Burjuvazimizin yapısını ve biçare halini kavrayabilmek için Osmanlı düzenine bir göz atmak kaçınılmazdır. 12 Eylül ortamın­ da Osmanlılığa bakan pek çok aydınımız bir tek şey görebiliyor: Her şeye hükme­ den, “toplumu eriten” bir d e v le t! , “Doğallıkla, bu özgül ideolojik ve poli­ tik yapıda ne Batı anlamı ile mülkiyetten (hele hele ö zel m ü lk iy etten ) , ne de mülk sahiplerinin kendi aıalanndaki yatay ilişkilerinin bir bölümünü özümhyen gene Batı anlamı ile sınıftan bahsedilme ola­ nağı çok sınırlıdır... Ekonomi, Osmanlı düzeninin özü ile çelişir.” (Asaf Savaş, Al­ ternatif Büyüme Stratejisi, s. 16) 12 Eylül şokuyla düşünceleri bulanıkla­ şan aydınlanmızın en kaba görüntülere saf gerçeklik diye sanlmalan kendi bakımlanndan haklı görülebilir. Ancak bu öyle nok­ talara varmıştır ki olayların yalnızca bir ya­ nı, ya da gerçekliğin sadece bir yüzü abar­ tılarak düşünceler saçmalık haline getiril­ miş, bu saçmalıklar üzerine “strateji” ku­ rulmaya kalkılmıştır. Osmanlılık ve Cumhuriyet dönemi ne­ redeyse bir tek olgudan hareketle açıkla­ nır. “Devlet”, “Devlet-i Ali”, “askeri bürokrasi” ya da “elit" gibi sıfatlar yakıştınlan bir güç yukardan, toplum denilen aşa­ ğıdakilere sürekli “komut” vermiş, “bireyi eritmiş” “sivil toplumun oluşmasını” engel­ lemiştir. Hatta, A. Savaş, “ekonomi(nin), Osmanlı düzeninin özü ile çeliş”tiğini iddia ederek, saçmalığın tepe noktasına vanr. “Sivil toplumcu” aydınlarımızın de­ mokrasi programlarını ve siyasi anlamını

yazımızın ileriki bölümünde irdeleyeceğiz. Şimdi “ekonomi”nin dışına itilen Osmanlı düzenine bir göz atalım. OsmanlIların ilk Bursa yöresine gelme­ leriyle birlikte kurduklan düzen, Bizans tekfurlannın (derebeği) topraklarında sertleş­ miş köylülük için köklü bir to p ra k re* fo rm u anlamına geldi. Çoban ekonomi­ sinden ötesini tanımayan, orta barbarlık ko­ nağındaki Osmanlı boyu için toprak işle­ mek, dolayısıyla toprakta özel mülkiyet he­ nüz bilinmez şeylerdi. Pazardaki satıştan “baç” alması kendine öğütlendiğinde Osman Gazi: “Baç da ne olur? Bir kişi ki malını kendü eliyle edin­ miş ola, bana ne borcu varki akça vire?” (1) diyebilecek denli, bezirgan ekonomisin­ den habersiz, ilkel komüna geleneklerine bağlı bir komün şefiydi. Bizans tekfurların­ dan ve Selçuk derebeylerinden devşirilen topraklar, “komünün ortak malı” ilan edil­ miş, köylünün tasarrufuna verilmişti. Ko­ mün şefleriyse bu toprakların ne mülküne ne de tasarrufuna sahip olmayan dirlikçiler konumundaydılar. “Dirlikçi: Toprakdüzeninin devlet adına güdücüsüdür. ‘Sahibül arz’ (toprağın sahi­ bi) diye de anılır. Gerçekte toprağın değil mülkiyetine, tasarrufuna dahi el süremez. T a s a rru f: (Topraktan işleyip yararlan­ ma) köylünün, M ülkiyet: Bütün Müslümanlann hakkıdır. Bugün bir şeyin sahi­ bi, o şeyin mülkiyetini elinde tutan kişi an­ lamına geliyor. Oysa Arapça (sahip’ söz­ cüğünün Türkçesi ‘koruyucu’dur. (Saha­ bet: korumak). Nitekim dirlik düzenindeki "sahibül arz’ların başlıca görevleri toprağı, toprak üzerinde adaleti ve toprakta çalışanlan her türlü haksızlıktan korumaktır. Sa* hip sözüne bugün verilen anlam o zamandanberi Türkiye’de yapılmış toprak hırsız­ lıklarının çok m anidar karşılık soysuzlaştırmasıdır.”(2) Osmanlı ilb’leri ilkel komüna gelenekle­ rini henüz korudukları, yalan bilmez, doğ­ ru eşitlikçi olduktan için kolektif insan ak­ siyonu bakımından, çöken derebeyliklerin soysuzlaşmış ilişkilerinden üstündüler, an­ cak üretim temelinde feth ettikleri mede­ niyetlerden geriydiler. Medeniyet: Topra­ ğa yerleşik üretim ve bezirgan yollanndan malların akışı demekti. Dirlik düzeni: çöken antika Bizans m e­ deniyetinin içine girdikçe medeniyette onun ilişkileri içine sızıyordu. Eski basit, doğru dirlik şefleri, bezirgan ekonomisinin sinik ve inatçı aşındırmasıyla soysuzlaşıyor, safahata düşkün derebeği taslaklan oluyor­ lardı. Şeyh Bedrettin isyanı dirlik düzeninin ilk derebeyleşmesine tepkiden başka bir şey değildir. “Malda ve mülkte ortaklığı” ken­ dine parola ecfinen isyan, ilkel sosyalizmin her gün yitip giden geleneklerini umutsuzca yeniden diriltme çığlığı oldu. Demek ki Os­ manlı boyunun Bizans topraklanna ilk gi­ rişinden 150 yıl sonra dirlik düzeni bozul­ maya başlamıştı. Fatih, dirlik düzenindeki bu çürümelere karşı köklü bir reform yap-


madan, Bizans çekirdeği İstanbul’a gireme­ zim,sarrafa düşerken, çiftçi % 7 6 alıyordu; Böylece Batı’da tekelleşme momentini yadi. Fakat girmesiyle birlikte Bizansın bütün 3 0 yıl sonra beytülmal % 3 .3 , devlet kası­ şıyan sermaye ile eski kadim tefeci-bezirgan gelenekçi! çürümüş kurumlannın sinsi sal­ lan % 4 , kesim düzeninin sınıf ve zümrele­ serjmaye Osmanlı liman şehirlerinde sen* dırısına uğradı. Bezirgan ekonomi impara­ ri % 3 4 , köylü % 5 0 .6 nispetinde pay alır­ te z le ştile r. Tefeci-bezirgan sermayenin torluğun ticaretkanallannda işledikçe, ye­ lar. Ve bu gidiş, gittikçe kötüye kararak Os­ en irileri “eşraf’ ve “ayan”lar, Batı sermani ve daha köklü çürümelerin yaşanması ka­ manlI nesil ve mirasçılara doğru uzanıp gi­ .yesi ile birleşip “kum panya”laştılar. çınılmaz oldu. 1 8 5 0 ’lerde kurulan Şirketi Hayriye, İstan­ decektir.” (5) 1 5 1 0 ’lara gelinince Celali İsyanları pat­ Kesimcilerin üretimden aldıkları pay bir bul deniz ulaşımında bir tekel çekirdeği olu­ lak verir. Celali lsyanlan bir yandan dirlik 5 0 yılda 8 katı aşkın artmıştır. verdi. ••* • düzeninin yozlaşmasına tepiri olsa da aynı Osmanlı düzeni 1 8 5 0 ’lerden sonra ka­ zamanda dirliğini kaybetmiş eski ilb’lerin, pitalizme sıçrama sancılannı yaşamaya baş­ Kemalist burjuva devrimine kadar gelen toprak yağmasında kendilerine birpay kap­ lamadan önce, bu kesim düzeni içinde s ı­ süreçte derebeyliğin çöküşü ve kapitalizme ma savaşı olmuştur. Celali İsyanları n ıfla ştı. geçiş, atlayış sancılarınınyaşandığı yıllarda 1650’lerde durulduğunda artık yeni bir dü­ Osmanlı tarihine kaba bir bakış, devlet ıslahatlar, Tanzimatlar ve Meşrutiyetler hep zen: K esim D üzeni egemendir. Sultan sınıflannı te k e g em en görme gibi yanıl­ Osmanlı sınırlannın ufku içinde kaldı. LeSüleyman’ın “kanuni”liği bu yeni düzeni gılara kapı açar. Soyut bir “devlet ve vanfenlere yeni imtiyazlar tanımaktan öte­ kurumlaştırmasından gelir. toplum ” ikilemi koymak, sonra da ye gitmedi. Ancak aynı yıllar o güne ka­ İsyanlar sırasında saraya sunulan bir arz­ “devlete” verip veriştirmek sosyal gerçek­ dar ticareti hor görmüş irili ufaklı devlet sı­ da olayların nedeni şöyle özetlenir: liklerimizin e n c a n a lıc ı yönlerini ört­ nıflarının, iratg hazır yiyicilik imkansız ha­ “... çağınp söylerlermişki: Bir dahi tımar mekten başka bir işe yaramaz. Kesim dü­ le geldikçe, ticarete, kapitalizme itildiği yıl­ satarlar mı, Tımanmızı satın alı alı cemi nz- zeninde de devlet sınıfları yine egemenlik lardır. Fakat Batı’dan mal ve sermaye akı­ kımız tükendi. Tımar almağı deve gerek, tahtında oturuyordu. Seyfiyye’nin kılıcı ll- şı, Levantenlerin ve Ermenilerin elindey­ mal gerektir. Yoldaşa tımar yoktur. Nere­ miye’nin fetvası hâlâ tartışmasız k a n a n ­ di. “Bu itibarla denilebilir ki Türk burjuva­ de maldar etrak taifesi varsa, bezirgan oğul­ d a . Ancak artık saray kesimcilere ve zisi iktisadi ve siyasi idmanını, Ermeni bur­ lan varsa, kadı oğullan, mütevelli oğulları tefeci-bezirgan sermayeye dayanmaksızın juvazisinin sırtında denediği kılıç oyunu ile varsa cümlesi ehl’i tımar oldular.” (3) edemezdi. Saraya akacak paranın muslu­ elde etmiştir.” (6) “Maldar etrak taifesi”, “bezirgan oğullan” ğu onlann elindeydi. Balkanlarda patlak veren burjuva devo güne kadar elde kılıç imparatorluğu ge­ Bu gerçeklikler atlanınca Osmanlı dev­ rimlçri, emperyalizmin Osmanlı limanlannişleten eski “yoldaş" dirlikçileri tımarlann- let yapısının s ın ıfla r ü stü görüntüsü­ nı işgali, Türk burjuvazisini Pan İslamizm dan, sermaye gücüyle kovuyorlardı. hayallerinden kopanp daha realist olma­ ne kapılmak, Osmanlı düzeninin özünü, Osmanlı tarihinde hep üstün ve ege­ “ekonomi ile çeliştirmek” kaçınılmaz alın ya itti. Kemalizm bu çerçevede doğdu. men görünen kılıç, böylece Sümerlerden yazısı olur. Kurtuluş Savaşı’nm başarabildiği, Batı beri ticaret yollannda semiren bezirgan ser­ Osmanlılıkta devletin sınıflar üstü görün­ mallarının acenteliğini yapan kom pro* mayenin sinsi ve göze batmaz gücüne bo­ mesinin kaynağında iki temel neden yatar. d o r b u rju v azin in ta s fiy e s i oldu. yun eğiyordu. Elbette bu boyun eğiş san­ 1850’lere kadar hiç değilse şeriata göre bü­ Kemalizmin 1920’ler sonrası tuttuğu yola cısız ve sessiz soluksuz olmadı. Tam tersi­ tün topraklar “Müslümanlann ortak malı” geçmeden onun dayandığı sınıf temelini ne yüz yılı aşkın Celali kargaşası, bu kanlı idi. Bezirganların toprak düzenini yıllarca aydınlatmalıyız. cümbüş tefeci-bezirgan sermayenin en si­ kemirmeleri, özel derebey toprak miîlkiyeÖnce Kemalizmin sınıfsız görünüşüne, nik şekilde yıllardır yarattığı değişimin ken­ tini meşrulaştıramamıştı. Saray eğer gücü ya da aynı şey demek olan “asker-sivildini açığa vurması oldu. yeterse, şeriata göre kesimöden tımarı geri aydm” zümrelerden ibaret sanılması yanıl­ Aynı isyanlar ortasında tefeci sermaye­ alabilirdi. Bu devlet sınıflarına egemen gö­ gısına değinelim. Bu görüntünün nedenleri nin köylü üretmenle ilişkisi de şöyle tespit rüntüsü veren ekonomi temelidir. Ancak, açıklanabilirse altından Kemalizmin sınıf te­ edilir: 1 8 5 0 ’lerden sonra olaylar hep kesimcile- meli çıkacaktır. “ ... ribahurlar (tefeciler, bn) reayaya rinbinbir yolla toprakları kendilerine mülk “Sınıf teşkilatı: “Meşrutiyet burjuvazisin­ onunu on beşe ve on altıya ve belki daha edinmesi yolunda akmıştır. Sarayın kılıcı de ‘Ittihad ve Terakki’, Cumhuriyet burju­ ziyade akçe verüp Amanı geldikte reaya­ pek ender durumlarda kimi kesimcileri ye­ vazisinde 'Müdafaa-i Hukuk’ oldu..Fakat da akçe bulunmamakta veya ‘selem rinden edebilmiştir. İkinci neden, tefeci- icra cihazı her iki devirde de aynı oldu:Ornamiyle’ yani, bir malın parasını evvelden bezirgan sermayenin karakteristiğinde ya­ d u ...” (7) Ancak Ordu yalnız “icra cihazı” vermek süretiyle akçe verip fukara edaya tar. Tefeci-bezirgan sermaye küçük köylü olmakla kalmamış “çok kere... sınıf teşki­ kadir olmayıp ekserisinin bağ ve bahçe ve üretimini bitkinleştirinceye kadar sömürse latına ağır basmıştır” (8) Bu gerçekliğimiz davarlarını ve tarlalarını zapt etmekte idi- de kendisi bir yeni üretimbiçimine yol aça­ Kemalizm ya da son burjuva devriminin sı­ lir.” (4) cak girişimciliği, atlayışı hiçbir zaman gös­ nıf temeli konusunda köklü yanılgılar ya­ Hâlâ küçük köylümüzün “ selem teremezdi. Üretim temelinden kopukluğu, ratmıştır. namiyle” yani, ürününü sermayesizlikten faiz vurgunu ve ticaret yollan ile beslenmesi Ordu’yu sınıf teşkilatına ağır bastıran ne­ peşin olarak tüccara sattığını düşünürsek, onunkısır yçizgisi oldu. Yedi bin yıllık anti­ denler nelerdi? ne köklü bir ilişkiyle yüzyüze olduğumuz ka tarihte medeniyetlerin batış çıkışında O rd u b ak ım ın d an : Dağılan Os­ anlaşılır. Köylümüzün kendiürününe k a ­ hep bu gerçeklik, tefeci-bezirgamsermaye- manlı düzeninde her şeye rağmen en ör­ y ıtsız lığ ı ve k a d e rc iliğ in in kökle­ nin üretimi çoraklaşırması ama daha geliş­ gütlü güç Ordu idi. Ve devlet sınıflan için­ ri buralarda yatar. kin üretim biçimine atİayamaması gerçek­ de Seyfiyye (Ordu) Osmanlılığın ilk günle­ Böylece Kesim düzenine gelinir. Osman­ liği yatar. O nedenle tefeci-bezirgan serma­ rinden beri en önemli yere sahipti. Os­ lı tarihine “yükselme” “alçalma” devirleri ye iktidar hedef tahtasına hiçbir zaman manlılıkta temel üretim aracı olan toprağı çerçevesinde bakmak adet olmuştur. Oy­ çıplak, kendi haliyle oturmamıştır. Devlet feth eden ve köylü üretimini kollayan en sa gerçeklik daha iyi ifade edilecekse, iki sınıflan kendi çıkarlarına dokununca, en önemli ekonomik güç Ordu’ydu. Osman­ birbirine zıt Osmanlı düzeni: Dirlik ve Ke­ kancık kıyametleri koparabilmiş, fırtına güç­ lılıkta kapitalimi sancılan başladığında ilk sim düzenleri, birbirinden duruca aynlma- lü eserse para kesesinin üzerine kapakla­ çeki düzen verilip, modernleştirilen cihaz lıdır. nıp sinmiş, ortalık durulunca bezirgan yol­ Ordu oldu. (Yeniçeriliğin tasfiyesi Nizam-ı Kesim düzeninde, devlet sınıflan ile üret­ lannda yine kımıldayıp, canlanmıştır. Cedid’e geçiş), özel olarak, kapitalizm ça­ men köylü arasına artıkbaşlıca iki sınıf: Ke­ Bu iki temel neden unutulunca, görün­ ğında dış savaşlar sırasında Avrupa’daki s im c ile r ve T e fe c i-b e z irg a n s e r ­ tüler gerçeklik gibi kendini ortaya koyar. ,son gelişmelerle tanışan ve etkilenen, Bam ay e girmiştir. Eskiden dirlikçinin koru­ Ve bu yanılgı günümüze kadar kılık değiş­ tılaşmayı özleyen yine Ordu kadrolan ol­ ması altına belli sayıda asker beslemesi için tirerek akıp gelir. du. verilen dirliklerden onda bir anlamına ge­ T ü rk bu rju vazisi b ak ım ın d an : Burjuva devrimleri, Osmanlılığın, en ge­ len öşür vergisi alınırdı. Köylü ürettiğinin onda dokuzuna sahipti. Bu düzen oturak- < nel tablosunu çizdiğimiz) bağrından çıka­ Osmanlılığın son 100 yılında iyice şekille­ laştıkça sefaheta karan devlet sınıflannı bes­ caktı. Ancak geçişin iyi kavranabilmesi için nen, liman şehirlerinde Batı mallarının lemez hale gelnce, dirlikler peşin vergi kar­ tabloyu tamamlamalıyız Batıda kâpitalizm acentalığını yapan komprodor burjuvazi şılığı “bezirgan oğullanna” devredildi. Bun­ gelişip top menzili içine bütün kıtalan alma­ (Levantenler) açısından İngiliz ya da Alman lar kesimci adını aldılar. Kesimciler geniş ya başladığında bizde kapitaîst ilişkiler, yok sermayedarlığına bağlılık, geçici bir çıkar topraklann işletimini m ü lte z im le re (o denecek ölçüde cılızdı. Batı kapitalizminin birliği değil, onlar için varlık koşuluydu. zamanın girişimci çiftçilerine) bıraktılar. kapütülasyonlarla metalan Osmanlılığa ak­ Emperyalizm Osmanlılığın şakağına silahı Mültezimler’de kesimciye verdiğinin birkaç maya başlayınca, cılız kapitalizmimiz ölüm dayamış, paylaşım hesaplan yapıyordu. katını köylüden çıkartmak için her yolu mü- döşeğine yatarken, liman şehirlerinde Le- Osmanlı liman şehirlerindeki burjuvazi için vantenler (komprodor burjuvazi) bat acen- teslim olmak tek çıkar yoldu. bah gördüler. Öte yandan, hem emperyalizmin doğ­ talarınm şubesi oldular. Bizdeki tefeci“Kanuni çağında toprak üretiminin bezirgan sermayenin en irilerinin kompro­ rudan işgali dianda kalmış hem de Batı ser% 2 0 ’si beytülmale, % 4 ’ü kesimci, müte- dor burjuvaziyle kaynaşması zor olmadı. mavesi ile yeterince içli dışlı olamamış Ana-

( i İD F B İİ.E M .E R (.İD tkltR Gitsin gidebilenler bırak, kalın, diye yalvarma. Gidemeyenler kalsm yeter. Nasıl akkorsun gidenleri? Dayayanlar sırtını duvara kimseyi tutamazlar ki. Sakın tutmaya uğraşma iyi günlerde gideni Belki döner gelir kötü günlerde. Safımızda kavgaya kim girer bizim gibi ezilenlerden başka. Bize gönülleri aksa bile dışmvzdakiler neye yarar/ Vakit geldi, diyelim onlara, haydi. ey ayrılacak olanlar, uğurlar olsun, henüz kapanmadı yöremizdeki yenıber Gidebilir sığınak bulan başka yerde Düşman safında bir dostu olanın geldi işte gitme vakti Gitsin gidebilenler b>rak sel gider kum kalır, kalırız biz bize B Brecht

9


dolu burjuvazisi için teslimiyet ya da Ame­ rikan mandalı^ çıkar yol gibi görünmüyor­ du. “Müdafaa-ı Hukuk” Anadolu burjuva­ zisinin bu koşullar altında doğan sınıf teş­ kilatı oldu. Ancak Anadolu burjuvazisi ne idi? Çok cılız modem kapitalist girişimcili­ ğin yanında, büyük bir ağırlıkla; toprak beyleri “ayan" ve tefeci-beargan sermaye “eşraf’ idi. Böyle bir sınıf yapısının, emper­ yalizme ve saraya karşı mücadelede iki de bir yalpalaması kaçınılmazdı. Çağın akışıyla kapitalizme açramaya zorlanan tefecibezirgan kökenli sermayenin, kişiliksiz pısınklığı ve her an ortaya çıkabilecek satılıklığı, onu burjuva devrfminde silik bir ak­ tör haline getirmiştir. İlk dönem (1920-23) Meclisin yapısı, burjuva devriminin sınıf bileşimini çok açık şekilde yansıtmaktadır. Meclisin % 5 6 ’sını devlet sınıflan, % 3 6 ’sını da tefeci-bezirgan sermayenin çeşitli temsilcileri meydana ge­ tirmektedir. Burjuva devrimini Ordu yürütmüştür, ancak dayandığı sınıf teme? a n tik a kö­

ken li te feci-b ezirg an serm ay e ve to p ra k a ğ a la rıy d ı. Kemalizmin çeliş­

G ülerken yanağında güller açan insanlara g ebed ir ülkem A laca karanlıkta o lacak belki doğum Kimbilir belki d e günlük güneşlik bir havada B elki d e kanlar içinde gövdelerin yüzdüğü bir havada Nasıl g e b e y s e gündüz g e c e y e g e c e d e gündüze Ü lkem d e g eb ed ir dost yüzlü sev ecen , candan insanlara D oğum olacak günün birinde bilm em n e zam an D oğum o lacak bir gün ülkem yeşilliği bereketi, dostluğu insanları d oğ u racak M ehm et ŞEN

10

kili görüntüsü ya da dramı bu gerçeklikte yatar. Modem kapitalizmi özleyen devlet sınıfları bunu antika kökenli cılız burjuva­ ziyle yapmak zorundaydılar. O nedenle, Kemalizm girişimci bir bur­ juva temele dayanmadığı için, kendisini sı­ n ıfsız ilan etmek zorunda kalmıştır. Oy­ sa onun sınıfstzlık edebiyatının altında, cı­ lız burjuvazinin Ortaçağ artığı toprak bey­ leri ve tefeci-bezirgan sermayeyle u z la ş­ m a s ı yatmaktaydı. Burjuva devrimimizin olağanüstü kısırlığının temellerinde bu uz­ laşma yatar. Batı’da burjuvazi, üretim gücü ve teknik yaratıcılığıyla kendi öncülüğünü toplum öl­ çüsünde meşrulaştırabilmişti. Oysa bizde yüzyıllann egemeni batakçı bezirgan serma­ ye, üretimi çoraklaştırmakla geniş yığınlann bilincinde yer etmişti, onun ne öncülü­ ğü inandmcı olabilirdi ne de böyle bir ye­ teneğe sahipti. "Kemalizmin, sınıfsız ya da sınıflar üstü görünmesinin Türk burjuvazisi açısından durumu budur. Kemaİizmi “asker-sivilaydın” zümrelerden ibaret saymak, burju­ va devriminde yürütücü Ordu gücünü, sı­ nıfın yerine koymak oldu. Yanılgının en korkunç sonucu ise Kemalizmin dayandı­ ğı antika kökenli sermayenin, Türkiye in­ sanının alın yazısını belirleme gücünün görülemeyişi yada küçümsenmesi oldu. Bu nedenle yıllardır mücadelede sınıf şaşılığı sürüp gider, işçi sınıfının önüne hedef ola­ rak ya da ne idüğü belirsiz ‘işbirlikçiler” ya da “gizli Amerikan işgali” konur, ama ger­ çek hedef bir türlü tutturulamaz. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül gibi acı deneyler, ufuklan biraz daha genişletmiş, sınıf gerçekliğimizi gözler önüne sermiştir.

Bizde burjuva devriminin ekonomik sınırlan Kemalist burjuva devriminin yaptıkları­ nı ve yapamadıklannı irdelerken, hiç şüp­ hesiz ki kriter, ortaçağ artığı kalıntılardan kopuşun, kapitalizmin özgür gelişimini ne ölçüde sağlayabildiği olmalıdır. Kemalizmden kimse “anti-kapitalizm” umamaz. Ka­ pitalizm kırda derebey artıklarının tasfiyesi ve teknik yaratıcılığı demekti. Y a da en azından genç kapitalizm böyleydi. Ekonomi temelinde yapılanlardan baş­ lamalıyız. Oysa Kemalizmin “devrimleri” denince akla hemen şapka, harf, laiklik vb, kanunlar gelir. Bunlar kapitalizmin geliş­ mesi açısından manivela olmak anlamın­ da bir değere sahip değildi. Batı’ya karşı

Türkiye’nin vitrininde yapılan düzeltmeler­ dir. Ancak bu konuda yanılgılar oldukça köklüdür. “Kemalist dönemde, kapitaliz­ min gelişme koşullannm hazırlanması ba­ kımından en önemli gelişme, hiç kuşkusuz hukuk alanındadır. Ticaret, sözleşme, mül­ kiyet, miras, aile hukuku konulannda Türkiye’nin hukuksal düzeni kısmen şeri­ ata dayanan, yoğun olarak kapitalizm ön­ cesi hukukun öğeleriyle örühnüş bir hukuk sisteminden kopanlarak kıta Avrupa’sının gelişmiş kapilatist ülkelerininhukuk sistemi­ ne uyarlanmıştır. Bu hızlı ve köklü değişi­ min sonuçlan, gerek kırda, gerekse kent­ te kapitalizmin gelişmesinin yolunu açmak bakımından büyük önem taşır.” (11. Tez Kitap Dizisi 1) Batı’dan aktanlan hukuk bizde “gerek kırda, gerekse k en tte kapitalizmin gelişmesini” ne ölçüde hızlandırmıştır? Eğer bütünüyle tek parti dönemini dikkate alır­ sak, kırda kapitalizmin gelişmesi kaplum­ bağa adımlarla ancak yürüyebilmiştir. Ke­ malist hukuk, 1 9 6 0 ’a kadar uzanan bir sü­ reç içinde kırda Osmanlılıktan beri yağma­ lanmış “miri topraklan” beylerin, ağalann ta p u lu malı haline getirmekle kırda ka­ pitalizmin gelişimini değil hızlandırmak en sancılı bir yola sokmuştur. Her toprak re­ formu söylentisinde ise ağa topraklarının sınırları akrabalara yapılan satışlarla küçülüverir. Demek hukuk yetmiyor. Böylece bizde burjuva devriminin en önemli zaafına değinmiş olduk. Bizde bur­ juva devrimize kırda ortaçağ artıklarının tasfiyesi gerçekleşmemiştir. Kemalizm bu mantığıyla toprak beyliği­ ne dokunmamıştır. Şapka devrimi, laiklik üzerine kopanlan fırtınalarla kır üretim iliş­ kileri en küçük bir değişime uğramamış, Paşa’nın hatırına şapka giyen toprak ağa­ ları, “memleketin efendisi” köylülüğün ca­ nına okumaya devam etmişlerdir. Burjuva devriminde ikinci önemli sorun: Sanayileşm e ya da teknik yaratıcılığı açı­ sından durum nedir? Kemalizmin bu alan­ da yaptıklan. Cumhuriyet Türkiye’sinin ka­ derini çizmiştir. Dünyada kapitalizmin tekelci aşamaya sıçradığı ve bizde sermaye biriki­ minin henüz çok cılız olduğu bir ortamda hangi noktadan hareket edilmiştir? “Bir de hususi menfaatler en nihayet, re­ kabete istinat eder. Halbuki yalnız bunun­ la iktisadi nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya terkedenlerdir.” (9) Serbest rekabet Cumhuriyet Türkiyesi’nde “serap”br. O zaman devlet eliyle özel te k e lle r yaratmak ekonomi politikanın tem eli olur. Kemalizmin şapka vb. “devrimlerinden” çok daha önemli iki adı­ mı, İzmir iktisat Kongresi ve Iş Bankası’nın kuruluşudur. Bunlar ekonomik gidişte ger­ çek öneme sahip adımlardır. Böylece hızlı bir sermaye birikimi sağlanarak, doğrudan tekelci bir ekonomiye geçilmiştir. Bu kadan belki yadırganmayabilir. Ancak Osmanlı­ lıktan arta kalan üretimden kopuk tefecibezirgan sermayenin ekonomik ilişkilerdeki ağırlığı hatırlanırsa devlet eliyle tekeller ya­ ratma politikasının ne korkunç vurgunlara kapı açacağı hemen kavranabilir. Burjuva devrimi teknik yaratıcılığa dayak sanayileşme sorununu çözememiş, bu san­ cı günümüze kadar akıp gelmiştir. Tek parti dönemi bankalarda en iri tüccar, sanayici ve toprak sahiplerinin domuz topu olup sentezleştikleri dönemdir. Bu gelişim belli bir olgunluğa vannca tek parti döneminin devlet vesayeti, özel flnans-kapital tarafın­ dan kırılmış, böylece finans-kapital vurgu­ nu daha dizinsizce yol almıştır. 1 9 5 0 ’ler Türkiye’de yeni modem ege­

men güçlerin şekillenmesinde önemli dö­ nüm noktasıdır. Tek parti dönemi kırlarda durgun, ölü bir ekonomi politika izleyerek, kırların aleyhine şehirlerde sermaye biriki­ mini yoğunlaştırmıştır. Ancak şekillenen finans-kapital en sonunda bir avuç azınlıktı. Kendi sınıf temellerini y aygın laştırm a­ d ığ ın d a , egemenlik yalnızca “milli ş e f’ ve paşalar eliyle yürüyemezdi. 1950’ler ay­ nı zamanda kırda kapitalizmin gelişiminin tek parti dönemiyle kıyaslanmayacak ölçü­ lerde hızlandığı bir dönemdir. Finanskapital kırlara ithal malı on binlerce trak­ törü bir anda boca etmiştir. Bakım, yedek parça eksikliğinden çok kısa süre sonra köyler traktör mezarlığına dönüp,pek çok üretim aracı israf edilmiş olsa da bu gidiş artık geriye döndürülemezdi. Bu gelişim kırda kapitalizmin hızlanma­ sının yanında, finans-kapitalin köy ekono­ misindeki İttifaklarının şekillenmesi açısın­ dan da çok büyük önem taşır. Kırda bü­ yük toprak sahipleri tek parti döneminde siyasi planda CHP içinde yer almış, eko­ nomik planda Iş Bankası, Ziraat Bankası ve büyük şirketler bünyesinde sentezleşmiştir. Fakat irili ufaklı her köy ve kasaba­ da çöreklenm iş yaygın tefeci-bezir­ gan _sermaye finans kapital kâbesine doğal olarak erişememişti. 1950 atılımıyla, bu sermaye gelişen zengin çiftçiliğin maddi temeli oldu. Aynı zamanda bütün Anadolu kasaba ve köylerinde benzinden, diğer tüketim gereçlerine kadar bütün mal­ ların b ay ilik ve d a ğ ıtım a ğ ın ı aynı tefeci-bezirgan sermaye kurdu ve geliştir­ di. Böylece kırda finans-kapitalin sağlam ve yaygın ittifak gücünü oluşturdu. DP, AP ve devamları artık böyle bir ittifakın güdücüsü oldular. Elbette ki bu ittifak, geniş ve yoksul küçük üretmenliğin zengin çiftçi, tefeci-bezirgan sermaye kıskacında iyice köleleştirilmesi pahasına kurulmuştur. Özetlersek, bizde Kemalist burjuva devrimiyle başlayan süreçte teknik yaratıcılık­ tan uzak, ithalat-ihracat vurgununu her za­ man üretim zahmetine tercih eden bol dev­ let kredisi ve para spekülasyonlarıyla şişi­ rilmiş bir finans-kapital yaratılmıştır. Kırda ise, derebey artıklanyla uzlaşılmış, en irileri finans-kapital bünyesinde yer al­ mış, diğerleri bayiler ağı ile finans kapitale bağlanmış, kırda kapitalizmin gelişimi en sancılı yola itilmiş, derebey artıklarının ön­ cülüğüne terkedilmiştir.

Kemalist burjuva devrimi­ nin siyasi sınırları Batı’da burjuva devrimleri siyasi planda demokrasiyle birlikte yürümüştür. Burjuva­ zi, feodal ortaçağa ne kadar cesaretle vurabildiyse, demokrasi o ölçüde gelişmiştir. Bizde burjuva devrimi, demokrasi getir­ mek şöyle dursun hızla pahalı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı yaratmıştır. De­ mek burjuva devrimleri kendiliğinden ve kaçınılmaz bir biçimde demokrasiyi getire­ miyor. Cılız Türk burjuvazisi Batılılaşmak için çı­ rpınırken, hemen kuzeyinde Sovyet Dev­ rimi ilerliyordu. Tarihi kişiliksizliği ve cılız­ lığına bir de “Bolşevik korkusu” eklenin­ ce, Türk burjuvazisi en küçük halk girişken­ liğinden ölümü gürmüşçesine korkmuştur. Kemalist burjuva devrimi için “kitlesiz devrim” yazgısı yaygındır. Oysa Kurtuluş Savaşı bu yargyı yalanlamaktadır. Emper­ yalizmin işgaline karşı ilk örgütlü tepki Kuvayi-Milliye’den gelmiştir. Hepsi, ken­ diliğinden şekillenmiş, gönüllü halk çete­ leridir. Dolayısıyla, Kurtuluş Savaşı’nda ini­ siyatif önce halkın gönüllü mücadele birliklerindeydi. Düzenli ordu, ancak İnönü


muharebelerinde belirleyici olabilmiştir. Or­ kapitalizm döneminden, tekelci döneme rası yeni boyutlar kazanmıştır. Yaşanan yıl­ dunun rolü arttıkça, halkın girişimciliği bas geçerken uğradığı değişimi unutmamalıyız. lar, Türkiye’nin sınıf yapısını derinlikleriy­ tmlmışbr. Serbest rekabetçi dönemde, tü m burju­ le devrimci hareketin önüne koymuştur. Devrim sırasında, buıjuvart kendini aşan v a z i sınıf olarak egemendi, seçim, parla­ Bu konuda ilk önemli aşama 12 Mart’tır. her girişimden panik derecesinde ürkmüş­ mento gibi aygıtlar burjuvazinin çeşitli ka­ O nedenle buıjuva devrimine bakışlan 12 tür. M. Suphilerin katli, Ç. Ethem’in pro- natlarının açık mücadele alanıydılar. Mart öncesi ve son reisi olarak irdelemek ge­ vakasyonla yok edilmesi, Halk Iştirakiyyun Finans-kapital çağı gelip çatanca artık tüm reklidir. Fırkası’nın Meclisteki etkisi karşısında bas­ burjuvazi d e$l, burjuva sınıfı içinden b ir 12 Mart öncesi başlıca iki eğilim TİP ve kıyla sindirilmesi yalnızca bilinen olaylardır. a v u ç z ü m re (finans-kapital) egemen MDD idi. TlP, Kemalist burjuva devrimini Şeyh Sait isyanının ardından gelen Tak- durumdadır. Dolayısıyla ne parlamento ne tamamlanmış olarak gördü. Böylece önü­ rir’i Sükun Kanunu’yla (1926) Kemalist seçimler, artık tüm burjuvazi için gerçek bir ne sosyalist devrim adımmı koymuştur. burjuva devriminin demokrasi bocalaması mücadele alanı değil, özü boşalmış, mizan­ Oysa ki Kemalist burjuva devrimi to p ra k , bitmiş, tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. senlerdir. s a n a y i ve d e m o k ra si konularında Bu dönemdeki Serbest Fırka olayı burju­ _ Bizde de yaşananlar finans-kapital deson derece sınırlı ve cılız adımlar atmışta. TİP va devriminin iki yüzlülüğünü ve ne dere­ mokrasisiydi. Demokrasi smıfsızkavrana- işçi sınıfına düşen bu demokratik görevleri ce şark kumadığıyla inmelenmiş olduğu­ maz. Dün bütün burjuvazi için gerçek de­ atlayarak, aslında bu atılması zorunlu adım­ nu en açık biçimde göstermiştir. “Emirle” mokrasi vardı, 1 9 1 0 ’lardan beri artık yal­ lan sosyal-demokrasiye ısmarlamış oluyor­ kurulan Serbest Fırka birdenbire genel hoş­ nızca bir avuç finans-kapitafist için gerçek du. nutsuzluğun odak noktası olmuştur. demokrasi vardır. Bizde serbest rekabet Kemalizm, “kurtancı” olmanın sağladı­ “serap ’ olarak görüldüğü için, tüm burju­ ğı itibann verdiği rahatlıkla davranırken, vazi için demokrasi hiç yaşanmamış, an­ Serbest Fırka olayıyla geniş yığınlardan cak kısır finans-kapital demokrasisi yaşan­ ne kadar kopuk olduğunu hayretle gör­ mıştır. Bu sınıf temelini atlamadan özellik­ müştür. le 1960 sonrası yaşanan döneme burjuva Halka Osmanlılıktan kalma devlet sınıflan demokrasisi diyebiliriz. geleneği ile yukardan bakan ve onun ba­ Hitler faşizminin yanında bizimkiler ma­ sit girişimciliğinden ürken Kemalizm aynı sum çocuk kalacakken, “sürekli” mührü ile zamanda dayandığı tefeci-bezirgan kökenli sabitleştirilirken, burjuva demokrasisine kı­ sermayeye de yeterince güvenememiştir. yılıp topraklanmıza indirilemez. Demokrasi Onun ikide bir geriyi özleyen tepkilerine illüzyunuyla gözler kamaşınca bu kaçınıl­ karşı bir denge kurmak içgüdüsü ile hızla mazdır. “memurin devleti” yaratılmıştır. Kurtuluş “Batı’da demokrasi istikrarlı bizde ise iki­ Savaşı sırasında 26 memurla yürütülen de bir ortadan kaldınlıyor. O nedenle bizdevlet işleri zamanla, memur ordusu arttık­ deki demokrasi değil, duruma göre ‘açık ça yürütülemez olmuştur. ya da gizli faşi2m’ vardır” gerekçesi, tam da Finans-kapital yeterince palazlanıp kır­ dediklerimizi doğrular. Burjuva demokra­ larla bağlannı sağlamlaştırdıktan sonra tek sisinin bağnndan faşizmin d o ğ m ası bir partiden çok partili döneme geçilmiştir. Fa­ işçi sınıfı devrimcisi için hiç de şaşırtıcı de­ kat DP yalnızca isminin demokrat olmasıyla ğildir. Faşizmin çıkıp geliverme yolunu tı­ yetinmiş bu ilk demokrasi denemesi kısa kayan bir b tu ju va demokrasisi hayal et­ sürede yozlaşmıştır. 27 Mayıs’la daha de­ mek ancak bayağı liberallerin işi olabilir MDD hareketi ise Türkiye’nin yeniden mokratik bir ortama geçilmiştir. Elbette bü­ Eğer Batı’da demokrasi “istikrarlı” ise bu bi­ tün bu gelişimlerin temelinde gelişen sınıf zim gibi ülkelerde burjuva demokrasileri­ emperyalizme bağımlı hale gelmesi gerçek­ liğinden hareketle, mücadelenin önüne mücadelesi yatmaktadır. Fakat bizde de­ nin ikide bir rafa kaldınlmas sayesindedir mokrasi oyunu on yılda bir dinlendirilmeden Yoksa “istikrar” Bah demokrasilerinin de­ “bağımsızlık” parolasını koyup, yeni bir kur­ tuluş savaşı özlüyordu. Türkiye’de kapita­ yürümüyor. 12 Eylülle birlikte adeta tek ğişmez, kendiliğinden bir özelliği değildir lizmin gelişim seviyesini olduğundan çok parti dönemi özlendi, geniş yığınlann en Burjuva demokrasisiyle ilgili gereksiz ha­ geride gördüğü için, işçi sınıfının belirleyi­ basit demokratik haklan “bol” geldiği yar­ yallere kapılmadığımız için, biz kısır toprak­ ci rolünü göremiyor, “asker-sivil-aydm” gısıyla iyice daraltılıp, yok edildi. larımıza onu sözü edilendönemlerde indir­ Ancak konumuz devrimci-demokrasi mekte bir sakınca görmüyoruz. Bunun yı­ zümrelere olmayacak misyonlar yüklüyorprogramı olduğuna göre yaygın bir yanıl­ ğınlar açısından yanıltıcı olmaktan çok öğ­ du. 12 Mart deneyi, hareket üzerinde kaçı­ gıya değinmeliyiz. Bizde demokrasinin hiç­ retici bir yanı vardır. Geniş çalışan insan­ bir zaman yaşanmadığı iddia edilerek, bü­ larımız burjuva demokrasisinin ikiyüzlü nılmaz etkiler yaratmıştır. Burjuva sosya­ tün siyasi süreç “sürekli faşizm”le isimlen- yanlannı tanıdılar, kanunlarla tanınan hak­ lizmi eski çizgisinde daha da derinleşerek dirilmektedir. Bu yargı çok devrimci görün­ ların nasıl başka kanunlarla hiçe indirilebi­ yeni biçimler altında aynı yolu yürümüş­ se de sanıldığının tersine, burjuva demok­ leceğini yaşadılar. Güçlü ve örgütlü olduk- tür. “Ulusal burjuvaziden -yani sosyalrasisinin ideallzasyonundan kaynak­ lannda alabildiklerini gördüler. Ve genel demokrasiden- tekellere karşı mücadele lanır. Faşizmi topraklarımıza rahatlıkla olarak burjuva demokrasisinin çürümüş uman burjuva sosyalizmi işçi sınıfının de­ “sürekli” olarak yerleştirebilenler burjuva özünü belli ölçülerde kavradılar. Bu halk mokrasi programım sosyal-demokrasiye ısdemokrasisini bizim için hep u la ş ılm az demokrasisine sıçrayışta önemli bir birikim­ marlamıştar. Bütün taktik tutumu ve ittifak arayışı sosyal-demokrasi zemininde kalmış­ görürler. dir. tır. 1950 sonrası başlayıp 12 Eylül’le kapa­ özetlersek, tek parti dönemi devletçilik Küçük-burjuva radikalizmi çeşitli parça­ nan dönemde burjuva demokrasisi de ya­ eliyle sermaye birikiminin yapıldığı, yıllaşanmıştır, faşizm de. Burjuva demokrasisi nn gecikmişliğinin verdiği dürtüyle bu biri­ lanmalara uğramış en önemli eğilim, 12 sabit, değişmez bir norm değil, feodalizme kimin korkunç baskılarla sürdürüldüğü dö­ Mart sonrası “işçi sınıfının mücadeledeki karşı mücadele içinde şekillenmiş, burju­ nemdir. İşçi haklan ağıza ahnmadan, cılız öneminin arttığı” tespitini yapmıştır Böy­ vazinin yönetim, egemenlik biçimidir. Bur­ Türk burjuvaasi mutlak artı-değer devşir­ lece geri bağımsızlık savaşı parolasından juvazinin feodalizme ve işçi sınıfının kapi­ meyi kendisi için tek yol görmüştür. Oysa daha gerçekçi zemine yaklaşılmış oluyor­ talizme karşı mücadelesi içinde gelişmiştir, işçinin aşağıdan baskısı, kapitalizmin tek­ du. “Amerikan işgaline” karşı mücadele­ ilk burjuva devrimleri sonrası genel oy hak­ nik yaratıcılığını harekete gegren en önemli ye dayandınlan mücadele ufku, “tekelci burjuvaziye” ya da “oligarşiye” karşı mü­ kı bile yoktu. Yalnızca mülk sah ip le­ zemberektir. cadeleye evrimleşerek Türkiye gerçeklik­ ri oy kullanma hakkına sahiptiler. Yine Türk burjuvazisinin demokrasi ufkunun burjuvazi işçilere örgütlenme hakkını bah son sınınnın 27 Mayıs Anayasası olduğu­ lerine yaklaşılıyordu. Ancak 12 Eylül’e ge­ şetmemiş, sınıfın mücadele gücüyle kopa nu deneyler göstermiştir. Ancak bu ana­ linceye kadar küçük-burjuva radikalizmi program sorununu çözememiştir. 12 Eynlmıştır. yasa Türkiye finans-kapitalini daima rahat­ lül’den hemen önce yayımlanan program Çelişki gibi görünse de Amerika kapita­ sız etmiş ve sonunda 27 Mayıs’m intikamını ise büyük altüstlüklerden sonra olmamışa 12 Eylül’le almıştır. Artık 27 Mayıs Ana­ lizmin en özgür geliştiği ülke olmasına rağ­ dönmüştür. men işçi hareketine karşı Avrupa’dan çok yasası bile ulaşılmaz bir “serap” olmuştur. 12 Eylül önemli bir dönüm noktası olsa daha vahşi baskı uygulamıştır. Amerikan Emperyalizm kamburuyla bizde “demok­ da sınıf ilişkilerinde bir altüstlük anlamına rasi” bu kadar gidiyor. burjuvazisi Avrupa işçi hareketlerinden öğ­ gelmediği için işçi sınıfının asgari program renmiştir. hedeflerinde bir değişikliği gerektirmemek­ Bizde de işçi sınıfı ve halk sesini yükselt­ tedir. Fakat 12 Eylül bir yandan burjuva tiği oranda demokrasinin sınırlan genişle­ sosyalizmini adeta sosyal-demokrasinin bir miştir. nüansı olmaya doğru evrimleştirirken, Ancak demokrasinin serbest rekabetçi Türkiye’de devrimci hareket 1960 son- öte yanan eski küçükburjuva radikalizmi

12 Eylül önemli bir dönüm noktas da sınıf ilişkilerinde bir altüstlük an gelmediği için işçi sınıfının asg< program hedeflerinde bir değişik gerektirmemektedir. Fakat 12 Eylii yandan burjuva sosyalizmini ade sosyal-demokrasinin bir nüansı olr doğru evrimleştirirken, öte yandan küçük burjuva radikalizmi zeminir tersine evrimler yaratmış, 12 Eylül’« bir eğilim “ sivil toplumculuk” türerr

Solda burjuva devrimine bakış ve program sorunu


zemininde t e n l e » evrimler yaratmış, 12 EytOl’e has bir eğilim “sivil toplumculuk” türemiştir. Ana hadanyla “sivil toplumculuğun’ de­ mokrasi programı açısından ne anlama gel­ diğini tespit etmeliyiz. Sivil toplumcular bu­ güne kadar sd hareket içinde yoğun tar­ tışmalara sebep olan Türkiye’nin sınıflar ya­ pısını son derece basit bir formülasyonla çözdüler: “Devlet ve sivil toplum”! Saflaş­ ma böyle idi. Sivil toplum gelişerek devle­ ti Bati’daki gibi “kontrol ve denetimine” ala­ caktı. “Sivil toplum’ deyimi 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin kullandığı feodal aristokrasiye karşı gelişmekte olan t i s e b e r j s v a t o p l u s u « kapsayan bir iki­ deydi. O dönemde, feodal ayrıcalıklara karşı mücadelede ileri bir rol oynayan bur­ juvazi kendisini, işçileri ve köylüleri bir tek “sivil toplum” çatısı akında toplamakta hak­ sız sayılmazdı. Ancak, burjuva toplumunun yeni modem snıflan şekillendikçe ve ken­ dilerini eylemleriyle ortaya koydukça “si­ vil toplum” kavramı yok olup gitmiş, yeri­ ni sınıflar, altyapı, üstyapı kavramlanna terketmişür.

Kemalizm ve sivil toplumculuk birbirine çok zıt gibi görünse de temel kalkış noktalarında üst üste çakışmaktadırlar.

“Sivil toplum” kavramı burjuvazinin fe­ odal aristokrasiye karşı mücadelesinde İle­ rici bir rol oynamıştır, ancak bizde şimdi ay­ nı kavramın tüketilmesi sınıf brklılıklannı ör­ tüp bulandırdığı için tam anlamıyla g e ri­ c i bir rol oynamaktadır. Yalnızca “toplum”daki sınıf farklılıklan örtülmekle kalın­ maz, aynı zamanda “devlet” ya da “elifin de sınıf temelleri gizlenmiş olur. Üstelik biz­ de “sivil” kavramı Batı’daki anlamından öteye bir de “üniformasız” anlamına gel­ diği için ve bu kavram 12 Eylül’e karşı türetfldiği için üniformalılar ve onlarla uzlaşık olanlar dışındaki bütün kesimleri kap­ sadığından ijrtce belirsizleşmektedir. Osmanlılıktan beri gelen kalıntılara tep­ ki duyan sivil toplumcular böyle davrana­ rak hayal ettiklerinin tam tersine bir sonuçla o kalıplan kırmak yerine onlann içimde sıkışıp kalmış oluyorlar.

lumcun hedefi aydınlanmış oluyor; burju­ va demokrasisi! Kemalizm ve sivil toplumculuk birbirine çok zıt gibi görünse de temel kalkış nokta­ larında üst üste çakışmaktackrlar. Kemalizm kapitalizm yoluna çıkarken sınıflann varlı­ ğını İnkâr ederek ilk adımlarını atmişb. Bu inkâr, ahz ve p «n k Türk burjuvazisinin çı­ kartan uğruna işçi sınıfı ve köylülüğün kö­ kleştirilmesi anlamına geldi. Şbndi sivil top­ lumcular, devletle toplumu karşı karşıya koyarak hem devletin sınıf temellerini göl­ geliyorlar hem de “toplum* içindeki sınıf çıkarlannı bulanıklaştmyorlar. Sivil toplum parolasıyla işçi sınıfı ve köylülüğün çıkarlannı genel olarak burjuvazkıin çıkarlarına tabi kılıyorlar. İkinci olarak, Kemalizmln hedefi “çağ­ daş Bab medeniyetlerine” ulaşmaktı. Ke­ malizm bunun için ekonomi manivelasına basarak bir avuç tekelci finans-kapital ya­ ratmaktan öteye bir yol tutamamıştır. Sivil toplumcular ekonomik gerçeklikleri çevik bir hareketle atlayıverip, “çağdaş Ban toplumunu” (sivil toplumu) vanlacak he­ def olarak İlan ediyorlar. Kemalizm insanı unutarak, sırf en kaba mutlak sömürü yol­ lan ile Bab’ya ulaşmayı denedi. Olmadı. Si­ vil toplumcularımız, ekonomiyi unutarak sözde demokrasiyle Batılılaşmayı umuyor­ lar. Atladıktan ekonomik gerçekler taşına takılıp yere kapaklanmaktan başka şanslan yok. Üçüncü olarak, Kemaltem, yukardan “devrimterle” Bablılaşmayı umdu. Halka güvenmediği için en sonunda ortaya dev bürokratik ve militarist bir devlet dhazı çıktı. Ekonominin pek çok kaynağını yiyip tüke­ ten pahalı devlet vanlmak istenen hedef­ lerin önünde en önemli engel oldu. Sivil toplumcular yıkardan “komut” yerine aşa­ ğıdan “toplumun” kendi davranışını öne çı­ kartarak Bablıjaşmak istiyorlar. Ancak işçi sınıfı ve köylülüğün bağımsız davranışı ya da bu sınıflann çıkarlannı öne çıkaran bir davranış onlara fazla “dogmatik” göründü­ ğü için halk kitlelerini sivil toplum adı albnda yaygın liberal ve sosyal-demokrat ön yargılann ağına terk ediyorlar. Sonuç olarak, Kemalizmle sivil toplum­ culann varmak istedikleri hedef aynıdır: “çağdaş Bab”! Bu hedefe gidiş yollan farklı görünüyor, öyleyse sivil toplumculuk Kemalizmin tersine çevrilmişidir. Biri eldive­ nin içi ise öbürü dışıdır. Ama artık geniş halk yığınlannın aynı eldiveni tersinden ya da düzünden giymeye niyeti yok.

“ Alternatif” program Sonuç olarak, Kemalizmle sivil toplumcuların varmak istedikleri hedef aynıdır: “ Çağdaş Batı” ! Bu hedefe gidiş yolları farklı görünüyor.

12

Sivil toplumculann ilk ve en önemli ya­ nılgıları sın ıfa ız lık tır. Ya da sivil topiumculanmıza haksızlık etmeyecek isek şöyle demeliyiz. “E life karşı davranışta toplumdaki snıf farklılıkları belirleyici de­ ğildir. Elit dışın d a olmak o rtak davran­ mak İçin y e te rli bir nedendir. Böylece Demircilerden “sosyalistlere* kadar uzanan “demokrasi cephesi” kurulmuş olur. (kinci olarak, sivil toplumculu önümü­ ze “B a tfy ı hedef olarak koymaktadırlar. Bab’daki gibi bir sivil toplum oluşturulabilmelidir. Batı’da “sivil toplum” denen şey, burjuva demokrasisidir. Böylece, Demirelterden sosyalstlere kadar uzanan “top­

T. özal, 12 Eylül’ün gücüne sırtını yas­ layarak, “alternatifsiz” olduğunu ilan etmiş­ ti. Ve finans-kapital ekonomi politikası açı­ sından gerçekten başka alternatif de yok­ tu. Ancak ne ekonomi ne de siyaset sırf finans-kapitalin keyfince yürüyemezdi. O günlerde işçi sınıfının görüşlerini dile ge­ tirmeye çalışanlar 12 Eylül düzeninindışına itildiler. Dolayısıyla “alternatiflerini” açık­ ça ileri süremediler. Ancak aynı ortamda “alternatifi' olma iddiasını taşıyan görüşler kendini ortaya koymadan edemedi. A. Savaş Akat’ın “Alternatif Büyüme Stratejisi” önümüzde. Onu atlayarak dev­ rimci demokrasinin programını açıklaya­ mazdık. Aynı “strateji” sivil toplumcu gö­ rüşlerin bir ekonom ik programını da içerdiği için günümüzde ayn bir önem ta­ şıyor. “ ö n c e D w e o k m i ” : “Kendi cena­ hımda, değer verdiğim çok sayıda aydının üretim güçlerinin gelişmesini birincil, de­ mokrasiyi ikindi kriter aldıklanna raslıyorum. Bence sralama t e r e i t e olmak: De­

mokrasi birindi, üretim güçleri ikindi alın­ mak.” (A.S. Akat, Alternatif Büyüme Stra­ tejisi, s. 27) Bu skolastik “üretim güçleridemokrasi” çatışması, demokrasinin aıatf teaM İial unutmaktan kaynaklanır. De­ mokrasinin birindi ya da ikindi aknması ki­ şilerin dileğinden öteye bir şeydir. Demok­ rasi sınıflann varlığını ve bir amfin egemen­ liğini varsayar. Antika Roma’da da demok­ rasi vardı. Ancak köleler bu demokrasinin sınırlan dışmdaydılar. Burjuva rakibini öz­ gürce yenebilmek, metasını aristokrasininsurlanna takılmadan pazarlayabilmek ve hepsinden önemlisi arb-değer devşirebil­ mek İçin pazarda özgür işgücü bulabilmek için,'eşitlik, özgürlük çığlıklarını atb. Ancak burjuva demokrasisinin n a a l a n a ı bi­ rind ve ikinci dünya savaşları en açık bi­ çimde ortaya koydu. Burjuvazinin iktidarı tehlikede ise demokrasi oyunu faşizmle bo­ zuluyordu. Dünyaya demokrasiyi tanıtan Bab, faşizmi de tanıtmadan edemedi. Safsınıfsız demokrasi yoktur. Bizde “demokrasi”, “devlete aşın önem vermek”ten, böyle bir “terdhin” yapılma­ sından dolayı mı ikincil kalmışb? Bismark Almanya’sı da köklü bir Yunker geleneği­ ne sahiptir. Hatta orada da burjuva devri­ mi bir otuz yıl “yukarıdan” yürümüştür. Ay­ nı ülke uzun yıllar “anti-sosyalist kanunla” birlikte yaşamıştır. Ancak yine de burjuva demokrasisi kurumlaşabilmiştir. Bir gelenekdl tutuma her şeyi bağlamak belki ko­ lay bir çözüm, ancak olaylar yine karan­ lıktadır. Kapitalizm genlikti geliştikçe de­ mokrasi de nefes alabilmiştir. Aynı zaman­ da yığınlar aşağıdan vurdukça demokrasi­ nin sınırlan genişlemiştir. Sorun üretim te­ melinden çıkıp gelen güçler dengesine ta­ kılıp kalıyor.

“D evlet değil, bireyin ö z g a rlO # â " : “Baticı Doğucu ya da ilerici-gerici ayınmlan işlevlerini yitirdiler, yerlerini sa­ nayi toplumunun muhafazakâr, liberal sosyal-demokrat ve sosyalist fikir akımlan (ve toplum projeleri) almalı. Bütün bunlar, siv il to p la m a n hızla kurulmasını, ya­ ni devletin özgürlüğünü sınırlayıp bireyin özgürlüğünü teminat altına alan kurumların birbiri ardından devreye girmesini zo­ runlu kılıyor. İşte, ekonomide yenidenböliişümcü devletin iflası, sivil toplum pro­ jemizin hayati bir unsuru olarak p iy a sa m ek an izm asın ı gündeme getirir.” (ay. s. 38) Yine “devlet” ve “birey” karşı karşıya­ dır. Devlet ne ölçüde özgürdür? Örneğirl bizd.e “devlet” neden 24 Ocak kararlarına mahkûm oldu? ö z g ü rc e daha başka tür­ lü davranabilr miydi? Y a da “elit” neden başka bir yol izleyemedi? Bu sorular uzar gider, önemli nokta kişi özgürlüğünün “pi­ yasa mekanizmasına" bağlanmasıdır. Ser­ best rekabet mi özleniyor? Hayır! A. Savaş şöyle diyor: “Piyasayı tümüyle reddeden bugünkü yeniden bölüşümcü devletin al­ ternatifi 19. yüzyıl değil, güçlü bir piyasa sistemini daha etkin ve poBtik-toplumsal hedeflerle tutarlı biçimde işletmek üzere yo­ ğun müdahalede bulunan b ag ü n ân Batı Avrupa’sıdır.” (ay. s. 18) Hedef noktasına varmış olduk: Bugünün Batı Avrupası! Demek, Kemalizmin onca zahmeti bo­ şa gitmiştir. Şimdi yeniden aynı yola bir de sivil toplumculann öncülüğünde çıkacağız! Bu yolda atılacak adımlar ise şöyle sırala­ nır: “ B an k acılık r e f o r m a : ... Bu ke­ simde normal rekabet koşullanna geçişin ön koşulu, bankalann d ev letleştirilm e­ s id ir .” ... “ P iy a sa r e f o r m a : ... Pi­ yasada rekabet koşullannı sağlayacak şe­ kilde devlet müdahalesini gerektirmektedir. Bu amaçla, te k elcilik le m ü cad ele mevzuatı derhal çağdaş bir düzeye getiril-


meli, hiçbir resmi ya da fiili tekelin oluşma­ sına olanak vermeyecek şekilde kamu de­ netimi sağlanmalıdır.” Mükemmel! Bir adım daha atıp, “alternatif büyüme stratejisinin” sihirli değneğine dokunalım: “Bence, kaynaklann dağılımlıda ağırlığı pi­ yasaya veren, ama büyüme, istihdam ve gelir bölümüşü alanlannda yoğun devlet müdahalesine giden y e n i b ir d e v le t­ çilik anlayışı geliştirmeliyiz. 6 0 yıldır sü­ regelen cebeırut devlet kapitalizmi/vahşi özel kapitalizm ikilemini önümüzdeki dö­ nemde aşmanın tek yolu devlet müdahale­ ciliği ve girişimciliğine getireceğimiz ademi merkeziyetçi ve katılımcı bir yeni içerik.” (ay. s. 96) Bankalann ve tekellerin üzerinden silin­ dir gibi geçtikten sonra dönüp dolaşıp kürk­ çü dükkânına döndük: “Yeni bir devletçi­ lik”. Nedense 12 Eylül sonrası en küflü ve esk i düşünceler hep “yeni” etiketiyle pi­ yasaya sürülüyor. 12 Eylül’ün en büyük yeniliği bu olsa gerek. “Kaynaklann dağılımında ağırlığı piyasa­ ya veren... yeni bir devletçilik!”. Devleti, gece rüyasında yapacağı girişimleri gören “birey”e penceresinden “kaynak” dağıtan Noel baba mı sanıyorsunuz? Devlet ancak ait olduğu sın ıfa kaynak dağıtır. Fakat A ,S 4 Akat’ın yeni devletçiliği hiç de böyle değildir. O, bütün bireylere özgürlük sağ­ layacak, “ademi merkeziyetçiliği” geliştire­ cek bambaşka bir devlettir. Sınıflardan ba­ ğımsız bireylerin yen i Noel babasıdır. B a­ basıdır, çünkü bankaları kendi bünyesine katarak bütün sermayenin tek egemeni ha­ line gelmiştir. Aynca tekeller de “çağdaş bir mevzuatla” gömülmüştür. Geriye ise ye­ ni girişimci “bireyler” kalmıştır. Babalanndan piyasa mekanizması aracılığı ile kay­ nak temin edeceklerdir. Kemalizm farklı bir yol izlemedi. Netice­ de bugünlere geldik. A. Savaş’m “birey’ierinin bizi “Çağdaş Batı”ya vardıracağına nasıl inanalım. Tam bu noktada, stratejistimiz Kemalizmin, tekelci bir yoldan yürü­ düğünü haykıracak, önümüze çağdaş Batı’ya ulaşmak için yepyeni bir mekanizma sürecektir: Piyasa! Güzel, eğer kör değilsek, çağdaş Batı’nın piyasa yolunda bugünkü dev tekelci ekonomiye vardığını hemen görebiliriz. Yolun yansından geri mi döneceksiniz? Bilineli bir işçinin gözüyle bakıldığında, maskaralık ölçüsüne varan bu “strateji”, te k s l d ışı b u rju v aların gözünde bambaşka bir anlam taşır. Tekel dışı burjuvalar, 2 4 0 c a k ’Ia başla­ yan dönemde, yüksek faizle bankalardan sıkı bir tekme yediler. KİT zamlan ile atöl­ yelerine aldıklan ucuz girdilerden oldular ve şimdi atematif büyüme stratejisi salın­ cağında güzel rüyalar görüyorlar. Devlet, hep yollannı kesen tekelleri görmüyor, pi­ yasa oyuncağı ile kendilerine kaynak da­ ğıtıyor. Güzel rüyasının sonunda tekel dişi burjuva keyifli şöyle mmldanır: Tekeller öl­ dü, yaşasın “yeni” tekeller! Alternatif büyüme stratejisinin hazin so­ nu budur.

l a n a ı a l a n n a bağlamak zorundayız. “Strateji” banka ve tekellerin tasfiyesini!?), “ k apitalizm -öncesi kalıntıların temizlenmesi" olarak görürken, toprak re­ formuyla ilgili tek söz etmez. Y a da küçük üreticiye yeni bir darbe olacak “ciddi bir arazi vergisi” onun bu alandaki tek refor­ mudur. Böylece en önemli “kapitalizmöncesi kalıntı”: Büyük toprak sahipliği, A. Savaş’ın Noel Baba devletinden kaynak devşirmeyi sürdürecektir. Bütün kötülük “ceberrut devlet kapitalizmi”ne bağlanınca, gözler bu “ceberrut” ışıktan körleşince, onun bütün yarattıklan, bankalar, tekeller “kapitalizm-öncesi kalıntı” gibi görünür. Oysa, “bankalar, tekeller” yani finanskapital, ulaşılmak istenen ‘bugünün Batı Avrupa’sının ekonomi temelidir. Bizde finans-kapitali, “ ceberrut d evlet kapitalizminin” yaratmış olması, onları kapitalizm-öncesi kalıntı haline getirmez. Bu düşünce şaşkınlığı finans-kapital vurgu­ nu ile işçi sınıfı korkusu arasında ezilen te­ kel dışı burjuvazinin çeresidik ve zavallılı­ ğının aynasıdır. Onlan çareszlikleri ile başbaşa bırakıp, devrimci demokrasinin prog­ ramına geçelim.

söz sahibi olması, kırtasiyeci ve militarist ol­ mayan ucuz devlet; — işçi sendikalannın, iş kanunlannda gerçek söz sahibi olması, kısıtsız grev hak­ kı, işçiye iş, bulunamazsa tazminat hakkı; — milletvekillerine ortalama hayat stan­ dardına göre maaş, seçimle gelip, seçm e­ nine hesap veremediğinde her an seçmen çoğunluğunun isteğiyle geri çağnlması; — Mahkemelerin jürili ve halka açık olması; — Bütün mahalli idarelerin yukardan atama ve buyurmalarla değil, halkın ken­ di seçtiği«özerk yönetimlerle yönetimi; — Uluslann kendi kaderlerini tayin hak­ kı;

Sanayileşı ■e k o n a a a n d a : — Hertürlü devlet himayesiyle, ekono miye asalak bir yük haline gelen finanskapitalin tasfiye edilmesi; — Bankalann millileştirilmesi, kaynak­ lann planlı devlet yatınmlanna yönlendiril­ mesi, verilmiş her türlü imtiyazın tasfiyesi; — Hayali ihracatlarla milyonlann çarçur edildiği dış ticaretin millileştirilmesi; — Reklam yükü ve spekülasyona dayalı iç ticaretin, kooperatifler eliyle ucuz ve pra­ tik hale getirilmesi; — Gelire göre yükselen, ilerleyen vergi ve bu konuda her türlü imtiyazın kaldmlması; — Devletin en ucuz ve pratik hale geti­ rilmesinden, dış ve iç ticaret reformlanndan ve toprak reformundan gelecek kay­ naklarla, montaj sanayi yerine en son tek­ nikli planlı ağır sanayinin kurulması;

Ancak konum devrimcidemokrasi programı olduğuna gön yaygın bir Devrimci demokrasinin yanılgıya programı değinmeliyiz. Bizde Kemalist burjuva devrimi ne başlangıcın­ demokrasinin da ne de ardından gelen yıllarda başlıca üç sorunu, D em okrasi, T op rak re fo r­ hiçbir zaman Köylü S o ra n a k on n san d n : m a ve S a n a y ile fm e ’yi çözememiştir. Bu gerçeklik-o günlerin “elifinin sübjektif — Yoksul ve topraksız köylünün soru­ yaşanmadığı ic yanılgılanyla açıklanamaz. Tersine, burju­ nu taban fiyattan’ ve “girdi fiyatlan” de­ va devriminin dayandığı sınıf temeli, geli­ ğil, topraksızlıktır, bu nedenle gelişimin edilerek, bütün şimin alın yaasını çizmiştir. önünde engel olan derebey artıklan tasfi­ siyasi süreç Cılız Türk burjuvazisi, ağılıkla tefeci- ye edilip,yoksul ve topraksız köylüye top­ “sürekli faşizm bezirgan kökenliydi. Türkiye finans-kapitali rak dağıtımı; bu sermayenin en irileri arasından şekillen­ — Ziraat kombinalan ile hem küçük üre­ miş, hem toprak ağalığı ile uzlaşmış hem ticiye örnek olunup, kooperatifleşmesinin isimlendirilmek de yaygın tefeci-bezirgan sermayeyi yede­ sağlanması, hem de ona teknik, usul ve alet dir. Bu yargı çc ğine almıştır. Bu yapı bir de uluslararası te­ yardımı; kelci sermayeyle içli dışlı olunca, bugünle­ — Tefeciliğin tasfiyesi, modem kredi sis­ devrimci görünı re gelmek kaçınılmaz olmuştur. temiyle başta kooperatif üretiminin ve yok­ de, sanıldığının Bu gidişi, A. Savaş’lann sözcülüğüne so­ sul köylülüğün desteklenmesi; yunduğu tekel dışı burjuvazi yeni devletçi­ En özet şekliyle devrimci-demokrasinin tersine, burjuva likle değiştiremez. Onlann ufku, en sontah- program çerçevesi böyle olmalıdır. Yeni lilde piyasa mekanizması gibi dolambaçlı devletçilikle piyasa mekanizmasını özlemek demokrasisinin yollardan kendi tekelci ekonomilerini kur­ işimiz değil. idealizasyonuna ma hayaline vanr. Ancak treni çoktan ka­ Şehirde, üretenin yaratıcı katılımıyla, çırmışlardır. planlı ağır sanayi en ucuz ve pratik yoldan kaynaklanır. Devrimci-demokrasinin programı hiç kurulmalı. Kırda büyük sanayiin alet ve tek­ şüphesiz ki henüz sosyalist uygulamaları niğiyle beslenen ziraat kombinalan ve ko­ Faşizmi içermez. Kapitalizmin bütünüyle tasfiyesi operatif üretimle, küçük üretimin verimsiz­ topraklarımıza değildir. Kapitalizm-öncesi kalıntılann ve liği süratle aşılmalıdır. üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen Hepsinden önemlisi bu gelişim, gerçek­ rahatlıkla asalaklığın taziyesini içerir. ten çalışan yığnlan temel alan bir demok­ Bu yoldaki ilk önemli sorun, iktidar so­ rasi içinde olabilir. “sürekli” olarak runudur. Bu konuda en küçük bulanıklık en güzel programlan gevezeliğe dönüştü­ Halkın örgütlü girişimciliği, hem şehirde yerleştirebilenleı rür. Bugüne kadar burjuva iktidarlanyla ge­ ve kırda üretimi zenginleştirecek, hem de burjuva lindi. Gelinen nokta gözler önünde. Ge­ yığmlann beyinlerine yüzlerce yıl sinmiş niş çalışan yığınlara oy davarı olmaktan olan “yukardakiler bilir” kayıtsızlığının ye­ demokrasisini öteye bir hak tanınmadı. rini kendi özgür davranıştan alacaktır. bizim için hep İşçi sınıfı ve köylülük, yani değer yara­ tan insanlanmızın yönetimi denenmemiş K aynakla*: ulaşılmaz görürle olarak duruyor.

Ancak, maskaralık bu noktada bitmez. “Yazı, bir sosyalizm projesi olmadığı gi­ bi bir sosyalizme geçiş önerisi de değildir. Sadece, kapitalizme sancılı geçiş dönemi­ ni bitirip olgun bir sanayi toplumuna ulaş­ mak için k a p lta llz n -ö n ce sl kalın* tıların temizlenmesinin yolunu göster­ mektedir (burjuva demokratik devrimi?), o kadar.” (ay. s. 40)

— Halkın örgütlenme özgürlüğüne ge­ tirilen bütün sınırlamalann kaldırılması, ser­ best örgütlenme hakkı;

Saçmalığın böylesine zirveleşmesini, 12 Eylül vuruşuyla tekel dışı burjuvalanmızın bugüne dek görmedikleri ölçüde a ş a ğ ı *

— Nisbi demokratik seçim, —Üretim ve tüketim alanlannda kuru­ lan halk teşekküllerinin kendi alanlannda

Gerçekten çağdaş, teknik yaratıcılığa ulaşabilmek isteniyorsa, uğrunda mücadele edilecek hedefler şöyle özetlenebilir.

D em okrasi k o n u şan d a:

1. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm. 2. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm. 3. Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri. 4 . Calali isyan lan, M. Akdağ. 5. Osmanlı Tarihinin Maddesi, H. Kıvılcımlı. 6. Yakın Tarihten Birkaç Madde. H. Kı­ vılcımlı. 7. Yakın Tarihten Birkaç Madde. H. Kı­ vılcımlı. 8. Atatürk Ekonomi Politikası, M. Aysan. 9. Atatürk Ekonomi Politikası, M.Aysan

1


KEMALİZM NEDİR? Kemalizm 1960 sonrası iki ayrı do.- :’ .de iki ayrı yönden tartışma gündemine geldi. 1965'lerde özellikle gençlik hareketi içinde konu ol­ du. “Amerikan emperyalizmine karşı” yeni bir kurtuluş savaşı özleyen gençlik, ilk Kurtuluş Savaşı’nın öncü kadrolarına ve parolalarına ilgi duydu. Kemalizm nasıl bir sınıf ve düşünce te­ meline dayanmıştı? G enç beyinler bu sorunla uzun uzun ilgilendiler. Yıllar 12 Eylüle aktıkça bu konudaki yanılgılar, sığ değerlendirmeler belli ölçülerde aşılabildi. 12 Eylülle birlikte bu sefer tam zıddı bir yön­ de, egemen zümreler içinde, tartışma konusu ol­ masa da, yeni yorumlara uğratıldı. 12 Eylül’de küçük çaplı bir meydan muharebesiydi. Ancak bu sefer “düşman” dışarıdan değildi. Fakat yi­ ne aynı ideoloji: Kemalizm, 12 Eylül güdücülerinin bayrağı oldu.

KEMALİZMİN DOĞUŞU VE DAYANDIĞI SINIF TEMELİ M .Kemal kendisi kişi olarak Çanakkale savaş­ larında öne çıkmış, sivrilmiştir. Kemalizmin do­ ğuşunu ise Erzurum ve Sivas Kongreleriyle baş­ latmak hatalı olmaz. O Kongrelerde Kurtuluş Savaşı’nın temel yönelişleri belirlenmiş, Örgütlen­ meler derlenip toparlanmıştır. M.Kemal İstanbul’da “hükümet” çevresindeki entrikalardan umudu kestikten sonra Anadolu’ya geçtiğinde oradaki örgütlenmeleri şöyle anlatır: “Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kişilerce kurtu­ luş yollan düşünülmeye başlanmıştır. Bu düşün­ ceyle girişilen çalışmalar, bir takım örgütler do­ ğurdu. örneğin Edime ve yöresinde Trakya Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda, Erzurum’­ da ve Elazığ’da genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vllayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Mil­ liye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk adlı bir dernek bulunduğu gibi, İs­ tanbul’da da Trabzon ve Havalisi Ademi Mer­ keziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek... Of ilçesi ile Rize yöresinde şubeler açmışlardı.” (Nutuk, M Kemal) Hemen anlaşılacağı gibi örgütlenmeler henüz mahalli veya bölgeseldir. Birbiriyle sağlam iliş­ kisi yoktur. Dolayısıyla Osmanlı imparatorluğu­ nun son anlannı yaşadığını ve kabuk değiştirme­ ye başladığını bu yöresel “dernekleşmeler” gös­ termektedir. Ama, burjuvazimiz olağanüstü cı­ lız ve kişiliksiz olduğundan örgütlenmeleri de he­ nüz dağınık ve hedefsizdir. Derneklerin belirlen­ miş ve ufku geniş amaçları yoktur. M.Kemal düşünülen yollan şöyle özetliyor: “Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu is­ temek,

İşte Kemalizmin ekonomi-politikası banka ve şirketlerde kaynaşmış bir avuç parababası yaratmaktan başka bir sonuca varmamıştır. “İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek, “Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünen­ lerdir. Osmanlı ülkesinin ayrı ayrı devletler ara­ sında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün ola­ rak (tek) bir devletin kanadı altında bulundur­ mayı yeğleyenlerdir “Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıy­ la ilgilidir, örneğin: bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden kopanlacağı görüşüne kar­ şı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. B a­ zı bölgeler de, Osmanlı Devleti'nin ortadan kal­

dırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kur­ tarmaya çalışıyorlar.” (Nutuk, M.Kemal) Osmanlılıktan kopuşamayanlar bir bağımsız yol da düşünememektedir. Bu tesadüf değil, çö­ ken bir düzenin ancak köleleşerek yaşayabile­ ceği!!) gerçeğinin en tabii sonucudur. “Bölgesel kurtuluş yollan” da ayn bir sonuca varmamaktaydı. Örneğin Trakya-Paşaeli Cemiyeti böl­ gesel kurtuluşu için “Ingiltere’nin, olmazsa Fran­ sa’nın yardımını sağlama”yı düşünmekteydi. Netice olarak bütün bu yollann temelindeki gerçek: Osmanlı Devleti’nin ömrünü tüketti­ ğini kavrayam am aktı. M.Kemal bu çözüm yollarının hepsini redde­ der. “Baylar, ben bu kararlann hiç birini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararlann dayandığı bü­ tün gerekçe ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanh Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tüken­ mişti... Osmanlı Devleti onun bağımsızlığı padi­ şah, halife, hükümet, bunların hepsi içeriğini yi­ tirmiş bir takım anlamsız sözlerdi.. “Baylar, bu durum karşısında bir tek ka­ rar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı ba­ ğımsız-koşulsuz (ve kesin) olarak bağımsız ye­ ni Türk Devleti kurmak. “Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm! “İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.” (Nutuk, M.Kemal) Çok açıktır ki bu sonuca varabilmek için “Os­ manlı Devleti”nden umudu kesmek, artık onun ömrünü doldurduğunu kavramak gerekliydi. M.Kemal bu yolda ilk elden neler yapmıştır? “Şimdi baylar, ilk iş olmak üzere bütün orduy­ la ilişki kurmak gerekli idi." Sonra, “.. bütün yurtta ulusal örgütler kurulması ge­ rektiğini bir genelge ile bütün komutanlara ve sivil örgütlerin baş yöneticilerine bildirdim.” (Nu­ tuk, M.Kemal) Dikkat edilirse ilk iş, en örgütlü kesim olan Or­ du ile hedef birliği yapmaktır. Ardından yine or­ du başlarının marifeti ve yukardan “genelge” ile “ulusal örgütlerin kurulması atılan ikinci önemli adımdır. Bu örgütlenmelerin merkezileştirilmesi, tek ve kesin bir am aca yöneltilebilmesi için Erzu­ rum ve Sivas Kongreleri yaşanmıştır. Samsun’a yola çıktığında henüz Padişah’m Ordu Müfetti­ şi olan M.Kemal Erzurum Kongresi’nitı örgüt­ lendiği sırada Ordu'dan ayrılmak, yani Padişa­ ha karşı açık bir tutum takınmak zorunda kal­ mıştır. Yani mücadele yükseldikçe saflar netleş­ mektedir. Erzurum Kongresi “Doğu illeri adına” toplan­ mış ve bir bakıma Anadolu adına toplanan Si­ vas Kongresinin hazırlayıcısı olmuştur. Sivas Kongresi “bağımsızlık” parolası altında, aynı za­ manda dağınık örgütlenmeleri “Anadolu ve Ru­ meli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” olarak merkezileştirmiştir. Şimdi bizlere aksi düşünülemezmiş gibi gelmesine rağmen, Sivas Kongresinde sa­ dece bağımsızlık parolas tartışılmadı. “Amerikan mandası” tezi özellikle İstanbul delegeleri tara­ fından uzun uzun savunuldu. Sonunda binbir te­ reddüt ve çekimserlikten sonra manda tezini sa­ vunanlar geri adım attılar. Sivas Kongresi henüz İstanbul hükümetiyle bağlarını koparınamıştı. Mücadele henüz o se­ viyeye gelmemişti. Ama her geçen gün İstan­ bul hükümetiyle ilgili umutlar sönmekteydi. Ni­ hayet Sivas Kongresinden yedi ay sonra, İstan­ bul’un işgali ve İstanbul'daki meclisin işgal kuv­ vetleri tarafından dağıtılması olaylarından hare­ ketle Ankara’da “olağanüstü yetkili” bir mecli­ sin toplanması kararı alınır ve bunun üzerine TBMM Ankara’da toplanır. Bu olayla artık çif­ te hükümet İyice açığa çıkmıştır. Birisi Emper­ yalizmin kölesi, çöken Osmanlı hanedanlığının hükümeti, diğeri de buna karşı yeni doğan Türk

Milletinin bağımsız hükümeti. Şimdi tarih suyunun üstünde görünenlerden, olayları içden içe belirlendiren Kurtuluş Savaşı­ nın güdücülerinin sınıf yapısına geçelim 1920’de toplanan ilk meclisin yapısı bize bu konuda az çok bir fikir verecektir. I. Dönem (1 9 2 0 -İ9 2 3 ) M.Vekillerinin Mes­ lek Gruplanna göre sayılan şöyledir: Hukuk 13 idare 23 Asker 15 Eğitim 5 Sağlık ve teknik işleri 5 Basın 2 6 Tarım 13 Ticaret 17 Din (Atatürk Devrimi Sosyolojisi. Kurt Steinhaus, s . 111) Bu rakamlan şöyle tasnif edebiliriz. Bir yan­ da oldukça fazla sayıda bizim gelenekçil yapı­ mızdan gelen “Devlet Sınıflan” vardır. Yani Or­ du, idare, Eğitim, Hukuk diye isimlendirilen bu gruplar bizim Seyfiye (Kılıçlılar, Ordu) ve tlmiye'ye denk düşer. Toplamı 5 6 ’dır. Öte yandan sinik egemen zümreler. Türkiye halkının rızkını elinde tutan, ekonomiye egemen Tarım (Top­ rak ağaları), Ticaret (Tefeci Bezirganlar) ve Din (onlann ideologlan) erbabı. Toplamı 3 6 ’dır. Bir de az çok modern burjuva aydınları diyebilece­ ğimiz Sağlık, Teknik işler ve Basın mensuplan vardır. Hepsi ancak 7 kişidir, öyleyse Kurtuluş Savaşı’nın Meclis’teki güdücülerinin % 5 6 ’sı “Devlet sınıflarımızdan” , % 3 6 ’sı egemen Tefeci-Bezirgan veya Eşraf, Ayan takımından ve % 7’si de modem burjuva aydınıdır. Bu yapı Kurtuluş Savaşı’nı güdenlerin sınıf karakterini; yani Kemalizmin sınıf yapısını oldukça açık şe­ kilde ortaya koymaktadır. Meclis, hem Emperyalizme hem de Hilafe­ te, Osmanlılığa karşı bayrak açmıştı. Ama kendi yapısı, bu savaşı nereye kadar götürebileceğini adeta ilk gününden ilan ediyordu. “Devlet S ı­ nıflan” Osmanlılığın Ruhu idi; Eşraf ve Ayan da Osmanlılığın maddesi. Böyle bir meclis için­ den çıktığı yapıya karşı ne kadar radikal, kök­ tenci davranabilirdi? “Devlet Sınıflan” Dirlik Düzeninden beri en az 5 0 0 yıllık gelenek ile güdülüyorlardı. OsmanlI­ lar henüz göçebe çoban iken Bursa yöresine yer­ leştiklerinde çürüyüp soysuzlaşan Selçuk ve Bi­ zans toprak beylerini barbar gelenekleri ile bir bir deviriverdiler. Ve o topraklarda Dirlik düzenini kurdular. Toprak “Beytülmal’i Müsliminin" ya­ ni müslümanların ortak malı idi. Dirlik sahipleri ne toprağın ne de tam anlamıyla tasarrufunun sahibi değildi. Toprak gelirinin bir kısmı ile, dirlikçi asker besler, üstü de köylünün kendisine kalırdı. Böylece iki grup insan şekillendi: altta Reaya (güdülen köylüler), üstte güdücü kılıçlı Dirlikçiier. Osmanlı yayıldıkça devlet yapısı da gelişti. “Devlet Sınıflan” başlıca dört bölük ol­ dular: Seyfiyye (Ordu), Itmiyye (Bilginler), Mül­ kiye (İdareciler), Kalemiyye (Ekonomi işleri). Za­ man içinde özellikle Seyfiyye ve Ilmiyye canlı varlıklannı korumuş ve sürdürmüşlerdir. Zamanla Dirlik düzeni soysuzlaştı. Devlet Sı­ nıfları ile Reayanın arasına Tefeci-Bezirganlar girdi imparatorluk büyüyüp devlet sınıflarının masrafı arttıkça tefeci-bezirganlara borçlanıldı. Yi­ ne devlet sınıflan üstte-egemen, tefeci-bezirgânlar altta görünüyorlardı. Ama bu sadece görü­ nüştü. Böylece Osmanlılık Kesim Düzenine at­ ladı. Devlet Sınıfları para karşılığı dirlikleri tefe­ ci-bezirganlara devrettiler. Tefeci Bezirgan o yer­ lerin vergisini devlete peşin ödüyor; ve topra­ ğın bütün gelirini cebe indiriyordu. Böylece Dirlik düzeninin reayası Kesim Düzeninde yerlerin esiri oldu. İşte Dirlik Düzeni gelenekli devlet sınıflan bir yanda, devletin sahibi, köylünün koruyucusu


göründü; öte yandan halka yukardan bakjp, ister istemez tefeci-bezirganlara dayandı, Tefeci-bezirganlarsa bu geleneği altüst etmeğe gönüllü ol­ madılar. Ekonomi ellerinde oldukça devlet sı­

a

Halkçılık programıdır. Emperyalist saldırıların yo­ ğunlaştığı günlerde Eylül 1920’de M.Kemal Meclis’e Halkçılık Programını sunmuştur. Programın girişi ve parolası şöyledir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ha­ yat ve istiklalini kurtarmayı yegâne maksadı ve gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm ta­ hakküm ve zulmünden tahlis ederek idare ve ha kimiyetinin hakiki sahibi kılmakla gayesine va­ sıl olacağı itikadındadır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunlan, İTİA Mezun lan Derneği)

M.Kemal Ittihat-Terakki döneminin soysuzla­ “ İYİ ADAM ”A şan parti çekişmelerinden Türkiye’nin sınıf ya­ BİR İKİ SORU pısını kavrayıp aydınlatmak yerine, tersine bu gerçekleri külleyici dersler çıkartmıştır, ö n ce Arıladık iyisin, M.Kemal, 5 0 0 yıllık geleneğe sahip Devlet sı­ ama neden iyi? nıflarından Kılıçlılann içinden birisidir. O gele­ Seni kimse satın c nekte güden Devlet sınıflan ile güdülen halk var­ eve düşen yıldırım dır. Aynı kavrayış tarzını ister istemez seyfiyye satın alınır mı ki? (ordu)den M.Kemal de sürdürmektedir, ikinci Anladık dediğin dı olarak ona sınıfları inkar ettiren, sınıfların olma­ ama dediğin ne? ması değil, modern sınıflar savaşının henüz cılız Doğrusun, söylersi ama içindeki ne? olmasıdır. Başka memleketlerde de bizde de he­ men hiç bir parti (işçi sınıfının partisi hariç) ben Esirgemezsin gözür şu sınıfın çıkarlarını savunuyorum dememiştir. Hep halkın veya milletin bütününün çıkarlarını ama kime karşı? savunduklannı iddia etmişlerdir. Bizde politika­ Dolusun bilgelikle, nın Batıdakinden farklı olarak ikide bir soysuz­ ama yararı kime? laşmasının nedeni sınıfsız olduğumuzdan değil, Gözetmezsin kendi tersine en az 7000 yıldır sınıflı olmamızdan, ama gözettiğin kiminki? modern kapitalist üretime sıçrayamayıp, antika Dostluğuna diyecek ama dostların iyi mı bezirgan, ekonomisi içinde taşlaşmamızdandır.

nıflarının üstte görünmesine ses çıkarmadılar. Birinci meclis işte tam da bu Osmanlı toplum yapısının adeta bir modeliydi. O nedenle Sivas Kongresinde ve daha önceleri Amerikan Man­ dasının tartışılması tesadüf değildir. Bu eşrafayan takımının aslında “Ingiliz casusluğu” veya “Amerikan Mandalığf’ndan bir şikayetleri yok­ tu. Onlar için yaratıcılık ve girişim kabiliyeti isrteyen modem üretim değil, asalaklıkla elde edi­ Fakat Halkçılık Programının uygulanması “za­ len vurguncu kazanç önemliydi. Büyük Şehir ferden sonraya” bırakılmış ve bir daha da ağıza Bezirganları malın nasıl ve nerede üretildiğine alınmamıştır. Veya emperyalizme karşı Kurtu değil, o malın satışından elde edeceği vurguna; luş Savaşı verilmekle “kapitalizmin tahakküm ve Taşra Hacıağalığı ise toprakta modem üretim­ zulmünden” de kurtulunduğu sanılmıştır. Elbette den çok yoksul köylüyü faiz, kira ve yarıcılıkla böyle bir sanı ancak politikada saflık olur. Halk­ sömürmeye bakar. İlk Meclisteki bir olay, hem çılık programı bilinçlice, burjuvazinin sosyal iç­ meclisin yapısı, hem de genel anlayışı açısından güdüsüyle uyutulmuştur. aydınlatıcı bir örnektir. “1920 yılında, TBMM’nin Kemalizmi sınıf dayanağından kopararak ve açılışından hemen sonra, Meclis İkinci Başkanı özellikle de sırf Kurtuluş Savaşı kahramanlığı ola­ M.Kemal konuşmasına şöyle devam eder. CelaJettin Arif Beyin Ereğli’de sahip olduğu kö­ rak algıladığımızda, onun ideolojik yapısı bize aşı­ “Biliyorsunuz ki memleketimiz çiftçi memle­ mür işletme ayrıcalığını Italyanlara sattığı orta­ rı eklektik ve çelişmeli, anlamsız gelecektir. Oy ketidir, o halde milletimizin azim ekseriyeti de ya çıkmıştır. Ankara hükümetinin İtalya ile sa­ sa sınıf temeli ve tarihi süreci içinde ele aldığı çiftçidir. Bu böyle olunca buna karşı büyük ara­ vaş halinde olduğu bir sırada Itaiyanlar Ereğli’­ mızda kendi iç tutarlılığı hemen görülecektir. zi sahipleri hatıra gelir. Bizde büyük araziye kaç ye gelmiş, havzayı işletmek istemiştir. Olay Mec­ Kurtuluş Savaşı neyi başarmıştır? Emperya kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik liste uzun tartışmalara yol açmış, sonunda. Mus­ lizmin açık tahakkümünü kırmış, ve onun liman edilirse görülür ki memleketimizin vüsatine na­ tafa Kemal Paşa’nın yönettiği bir oturumda, sa­ şehirlerinde acentalığını yapan ecnebi Kompra­ zaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Bi­ tış işlemi olağan bir ticaret işi sayılmış, Celaletdor Burjuvaziyi tasfiye etmiştir, örnek olarak naenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edile­ tin Arif Bey aklanmıştır” (Atatürk Döneminin İzmir’in 18 8 0 ’de nüfusunun % 5 0 ’si Rum, an­ cek insanlardır.” (Atatürk Döneminin Ekonomik Ekonomik ve Toplumsal Sorunlan, İTÎA Mezun­ cak % 3 0 ’u Türktür. Ve 1840 -1 8 8 0 yıllan ara­ ve Toplumsal Sorunlan, İTİA Mezunlar Demeği) ları Derneği). sında ticaret % 300 artmıştı. “İzmir kentinin hin­ Biraz “tetkik edilirse görülür” ki Türkiye, Os­ Evet, bezirgan için “bağımsızlık savaşı” ayrı, terlandında suni gübre ve tarım makinaları itha­ manlılığın son Kesim Düzerinden çıkmadır. Ya­ “kömür imtiyazının satışı” ayn konudur. Ve Mec­ latı da Rumların işiydi” (Atatürk Devrimi Sos­ ni o toplum şartlannın içinden doğmuştur. Ke­ lis bu satışı “aklamakla” daha Kurtuluş Savaşı­ yolojisi, K.Steinhaus). Kurtuluş Savaşıyla birlikte sim Düzeni ise, toprağın peşin vergi karşılığı “kenın başında “bağımsızlık” parolasını lekelemiş ol­ Rumlardan boşalan iş alanlarını Türk tüccarlan simci”lere devredildiği, dolayısıyla “kesimci”lemuyor mu? işte Kurtuluş Savaşı böylesine kay­ doldurmuştur. Hatta Ermeni katliamının derin­ rin de toprak beylerine kılık değiştirdiği bir dü­ pak ve "satış”tan öteye ufku olmayan bir sos­ liğinde yatan gerçeklik budur. Kurtuluş Savaşı­ zendir. Osmanlılığın Kanuni Sultan Süleyman yal sınıf temeline dayanmıştır. nın yaptığı en köklü değişim budur. Bu ise Os­ döneminde iyice bozulmaya başlayan Dirlik Dü­ Batıda derebeyliği, modern burjuvazi, üretim manlı toplum yapısının kısırlığını kıracak radikal zeni, ardından kesim düzenini, kesim düzeni de gücüne dayanarak tasviye etti. Bizde mr ’->rn bir reform değil, Türk burjuvazisinin kendi ege­ toprak beylerini yaratmıştır. Dolayısıyla bizde burjuva sınıfı yok denecek kadar az, kişiliksu. ve menliğini kurarken attığı en ilkel adımlardan bi­ "çiftçi’ nin karşısında “büyük arazi sahibi'ni gör­ zayıftı. 7 0 0 0 yıldır büyüyüp, irileşen hep anti­ ridir. memek tarihi, somut günlük gerçekleri inkar et­ ka Tefeci-bezirgan sermaye idi. Onun da en be­ mek olur Üstelik “bu arazi sahipleri”ni de “hi­ lirgin özelliği üretimden kopukluğuydu. Dev­ maye edilecek insanlar” arasında saymak, öze­ let sınıfları: yani Ordu ve ilmiye, batıda modem nilen “çağdaş uygarlığa” varmayı bir hayale dön­ burjuvazinin rolüne davrandı. Ama Kılıç ve ki­ tap üretimin yerini tutamazdı. O nedenle devlet dürür. Çünkü batı kapitalizmi toprak beyleriyle hesaplaşabildiği oranda modern üretimini mu­ sınıfları yüzlerce yıllık alınyazıları ile bir kere da­ azzam boyutlara vardırabilmiştir. ha karşılaştılar. Ne tefeci-bezirgân kökenli eşraf Kemalizmin başarabildiği Komprador Burju­ ve ayanla edebiliyorlardı, ne de onlarsız olabili­ vazinin tasfiye edilmesidir, dedik. Olayı daha de­ M.Kemal’in bu anlayışının mantık sonucu ise, yorlardı. İşte Kemalizm bu dramın adıdır. O, rinlemesine inceleyerek ne anlama geldiğini açık­ hiçbir zaman toprak reformunu gerçekleştireme“çağdaş uygarlığa” özenmiş, ama eşraf ve aya­ lamaya çalışalım. mek olmuştur. 50 yıldır yılan hikayesine dönen na dayanmadan edememiştir. Bu açmazın en Tarih kitaplarında Cumhuriyet döneminde ya­ toprak reformu ta ilk meclislerden itibaren uyu­ sancılı sentezi ise. tarihe Kemalizm olarak geç­ pılan bazı “devrimler”den bahsedilir. “Şapka tulmuştur. Ve her ortaya çıktığı zaman Meclis miştir. devrimi”, “dil devrimi”, “harf devrimi” gibi. Bi­ adeta muharebe alınma dönmüş, büyük gürül­ M.Kemal, bu binlerce yıllık geleneğe dayanan zim konumuz bunlar değildir. Bunlann hiç biri tülerden sonra reform yeniden uykuya yatınltefeci-bezirganlığın gücünü Kurtuluş Savaşı’na Türkiye’yi “çağdaş uygarlık” seviyesine vardıramıştır. başlarken şöyle tespit ediyor: “Burada, pek mazdı. Olsa olsa görünüşte böyle izlenim uyan­ M. Kemal 1923 Şubatında Türkiye’nin toprak önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıkla­ dırabilirdi. Bizi ilgilendiren, özellikle M.Kemal’­ sorununa ancak bu kadar deyebilmişti. Sonra , malıyım. Ulus ve Ordu, Padişah ve Halifenin hain ekonomi politikasıdır. 1923 sonrasının olay­ Cumhuriyet döneminde denemesiyle “büyük yınlığından haberi olmadığı gibi, o makama ve larla izahına geçmeden önce, M.Kemal’in Os­ toprak mülkiyetinin”, yani antika toprak ağalı­ makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştir­ manlı imparatorluğunun içinden doğan Türki­ ğının üretimi nasıl kısırlaştırdığını yaşamış, gör­ diği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uy­ ye Cumhuriyetinin temel sorunlan hakktndaki müştür. Ve ölümünden bir yıl evvel Kasım sal. Ulus ve Ordu, kurtuluş yolu düşünürken, düşüncelerinin Cumhuriyetin şekillenmesinde 1937’deki Meclis açış konuşmasında şunlan söy­ kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlık dolayısıy­ önemli etkileri olmuştur. lemektedir: “Bir defa memlekette topraksız çiftçi la kendinden önce yüce halifeliğin ve padişah-’ bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise. lığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünü­ M.Kemal’in Türkiye’ye Bakışı: bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir se­ yor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamı­ bep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması bü­ nı kavramaya yetenekli değil... Bu inanca ay 7 Şubat 1923’de Balıkesir’de Paşa Camii min­ yük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri kın görüş ve düşüncelerini açığa vuracak lan n vay berinden M.Kemal şunları söylüyor: arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket böl­ haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez “Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yan­ gelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim de­ olur” (Nutuk, M.Kemal) mıştır. Şunu arzedeyim ki, başka memleketler­ recesine göre sınırlandırmak lazımdır." (Atatürk'­ M.Kemal konuyu tersine koymaktadır. Me­ de fırkalar behemahal iktisadi maksatlar üzeri­ ün Ekonomi Politikası, M.Aysan) sele halkın “kurtuluşunun anlamını kavramaya ne teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o mem­ Bu söylenenler 1937’lerde Türkiye’de toprak­ yetenekli” olmayışında değil, halktaki bütün gi­ leketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın men­ sız köylü ve artı kendi toprağı ile geçinemeyen rişim, yetenek ve yaratıcılığı binlerce yıl baskı al­ faatini muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fır­ yoksul köylü ve bunlann karşısında büyük çiftlik tında tutan tefeci-bezirgan zulmünün, gücünün kaya mukabil diğer sınıfın menfaatini muhafaza sahiplerinin olduğunun itirafıdır. Ve M.Kemal. kınlmasındadır. işte bu binlerce yıllık yapıya karşı maksadiyle başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek 1923’de “çiftçiye” “karşı" görmediği toprak ağa­ açık ve cepheden bir savaş verilmedikçe halkın tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayn ayn larının topraklarını “sınırlam aksan söz etmek­ enerjisi açığa çıkamaz. Ve “uysal” görünür. sınıflar varmış gibi teşebbüs eden fırkalar yüzün­ tedir. M.Kemal halkın “uysal”lığından yakınırken, as­ den şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hal­ Elbette bizde 1923'den beri hiçbir zaman top­ lında, kıramadığı Tefeci bezirganlığın gücünü dile buki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun için rak reformu gerçekleşememiş, yani kırlarda de­ getirmiş olmaktadır. bir kısım değil, bütün millet dahildir” (Atatürk rebeyi artıklarının etkinliği kınlamamıştır. Tersi­ İşte Kemalizm, Emperyalizmin Osmanlılığı Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorun, ne onlar da egemen zümre içinde yer almış ve paylaşımı şartlarında bütün Anadolu burjuvazi­ İTlA Mez.Der.) modern kapitalist gelişimin önünde daima en­ sinin sosyal eğilimi olarak Erzurum ve Sivas İşte Kurtuluş Savaşı liderinin temel bakışı bu­ gel olmuştur. Kongrelerinde doğmuş, dayandığı burjuvazinin dur. Ve bu görüş 1946’lara kadar zorlanmıştır. M.Kemal’in 1923'te ve 1937’de söyledikleri antika ve kaypak özellikleriyle kah çatışarak, kah Ama gerçekler inatçıdır. M.Kemal de 1.İnönü de çelişmekte midir? Evet. Zaten Kemalizm bu çe ­ -uzlaşarak şekillenmiştir. Buna en güzel örnek olsa üstlerini örtmeye gücü yetemezdi. lişmeli yapının ta kendisidir.

CUMHURİYET DÖNEMİ REFORMLARI VE KEMALİZM

Şimdi bizi iyi dinle: Düşmanımızsın sen Dikeceğiz seni bir di Ama madem bir sür dikeceğiz dibine iyi t iyi tüfeklerden çıkan vuracağız seni, sonra gömeceğiz iyi ı bir toprağa.


Devlet sınıfı gelenekli ordu gençliği olan Kur tuluş Savaşı kadroları, bir yandan bütün Ana­ dolu'nun alın yazısını avucuna almış bu “eşraf" ^vyan" takımına dayanmış, bir yandan da on­ ların kaypaklığına ve soysuzluğuna güvenememiştir. Kah sarıklı kelleler devrilmiş, kah onlar­ la uzlaşıtttjiştır. Toprak beylerine (“ayan") karşı tutum da aynı tezatlı yapının bir tekrarıdır. Fakat sonu'çç önemlidir Kılıcı elde tutan ve üst­ te görünen Kurtuluş Savaşı'nın devlet sınıfı g e ­ lenekli kadroları, bçı ortaçağ artığı tefeci-bezirgan kökenli eşraf ve ayanın toprağımızdaki kökleri­ ni sökememiştir. Her'fırtınada yerlere yatan bu olağanüstü esnek antika sermaye, fırtına geçtik ten sonra yavaş yavaş "başını kaldırmış ve yeni şartlara adapte olup, kendi vurgununu sürekli kılmıştır. ' M.Kemal'in Paşa Camii minberinden yaptığı konuşmayı değerlendirmeye devam edelim. “Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccarlar gelir. Bittabi bunların men­ faatlerini hal ve atilerini temin ve muhafaza et­ mek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında ol­ duğunu farzettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahipleri insanlar yoktur Kaç milyonerimiz var? H iç... binaenaleyh biraz parası olanlara da düş­ man olacak değiliz. Bilakis memleketimizde bir çok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişme­ sine çalışacağız. (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Tpplumsal Sorunları, ¡TÎA Mezunları Derneği) Yazının ileriki bölümünde "büyük sermaye sa­ hibi”. “milyarder"lerin nasıl yetiştirildiğini göre­ ceğiz. Burada önemlice göze batırmak istediği miz milyarder yetiştirme felsefesidir. Ve hem mil­ yarder yetiştirip, hem de halkçı olunamaz. Bu­ rada M.Kemal bizde “sınıflar yok", “Halk Fırka­ sına... bütün millet dahildir” demesine rağmen yavaş yavaş sivrilen Anadolu burjuvazisinin adı­ na konuştuğunu itiraf etmektedir.

İşte Kemalizm Emperyalizmin Osmanlılığı paylaşımı şartlarında bütün Anadolu burjuvazisinin sosyal eğilimi olarak Erzurum ve Sivas Kongrelerinde doğmuş, dayandığı burjuvazinin antika ve kaypak özellikleriyle kah çatışarak, kah uzlaşarak şekillenmiştir.

16

Konuşmasını "am ele" ve “münevverler” de değerlendirerek, şöyle tamamlar. "Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane ve saire gibi müessesat çok mahduttur. Mevcut amelemizin, miktan yirmi bi­ ni geçmez. Halbuki memleketi yükseltmek için çok fabrikalara muhtacız; bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh tarlada çalışan çiftçilerden farklı olmayan ameleyi de himaye ve siyanet et­ mek icab eder. “Bundan sonra da münevverler ve ulema de­ nilen zevat gelir. Bu münevverler ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara tereddüp eden vazife, halkın içine gi­ rerek onları irşat etmek, yükseltmek ve onlara terakki ve temeddüne yol göstermektir. “İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Bina­ enaleyh muhtelif meslekler erbabının menfaat­ leri yekdiğeriyle imtizaç (kaynaşma, uyum b.n) halinde olduğundan onları sınıflara ayırmak im­ kanı yoktur ve umumi heyetiyle hepsi halktan ibarettir” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İTÎA Mezunlar Derneği) Bahsi geçen yıl 1923’dür. M.Kemal am ele­ nin “yirmi bini geçme”diğini söylüyor. Elimizde tam 1923 yılı için yapılmış bir sayım yok. Ama daha 1915’de sırf sanayi işçisi 1 6 .3 0 9 ’dur. 1927 yılında ise yine sırf sanayi işçisi 2 3 8 .0 0 0 kişidir. Buradan 1923 yıllarında “amele”nin en az 100.000’in üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu yapılan basit bir rakam hatası de­ ğil, sınıfları gömme mantığının en tabii bir so­ nucudur. Yine M.Kemal “amele"yi “tarlada çalışan çift­ çilerden farklı” görmüyor. Çok açıktır ki “tarla­ daki çiftçi” ancak mülksüzleştiğinde, tarlasını, üretim araçlannı kaybettiğinde işçileşir. Ve dir­ lik düzeninin dirlikçilerinin reayayı himaye etti­ ği gibi M.Kemal de “amele”ye başkasını layık gö remez: “Ameleyi himaye etmek icab eder” der. Himaye edecek olan kim? Sınıflar arasında bir çatışma görmeyen devletçi M.Kemal Paşa. Oysa işçi kendi örgütlenmesiyle kendini en iyi bir biçimde koruyup, güçlendirebilir. Hem eko­ nomik, hem sosyal durumunu düzeltir ve hatta kendi iktidan yolunda yürüyebilir. Ama böyle sine, bizim paşalarımız katlanamaz. Ne demek­ tir işçinin, çiftçinin kendi haklannı kendisinin ko­ ruması! Ortada bir hak varsa, korunması gere­ kiyorsa onu da devletçi paşalarımız yapacaktır.

Kullara sadece himaye edilmek düşer. İşte bu nedenle işçi sınıfının ve halkın en küçük bağım­ sız örgütlenmeleri en şiddetli biçimde ezilmiştir M.Kemal değerlendirmesinde belki de en doğru teşhisi "münevver ve ulema denilen ze vat" için yapar. Çünkü kendisi hem Ordudan dır (yani kılıçlıdır) ama az-çok da aydın münevverdir. Ve en çok münevverlerle içli dış­ lı olmuştur. Ve "münevverler"in “kendi kendi­ lerine toplanıp" bir şey olamayacaklarını görmüş­ tür Ancak halkın içine girdiklerinde işe yaraya­ bileceklerini söylemektedir. Sınıfları inkar etse de pratik deneyiyle aydınların bir sınıfa dayan­ madan hiç olduklarını sezmiştir. Ve kendisi de Anadolu burjuvazisine dayanmıştır. Ve Kemalizmi antika-modern karışımı eşraf-ayan denen Anadolu burjuvazisi yaratmıştır. Anadolu ve Ru­ meli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetide bu sınıfa dayanmıştır Sivas Kongresiyle son şeklini alan ve Kurtuluş Savaşı nı politik olarak güden bu “ce­ miyet' tir. Sonra Halk Fırkasfna dönüşmüştür. Netice olarak değerlendirmesinin sonucunu muhtelif meslekler erbabının menfaatleri yek di­ ğeriyle imtizaç halinde olduğundan onları sınıf lara ayırmak imkanı yoktur ve umumi heyetiy­ le hepsi halktan ibarettir şeklinde bağlayan M .Kemal 1946 lara kadar süren Tek Parti dik­ tatörlüğünü kurmadan edemezdi.

ğıtım alanına yönelmesine yolaçıyordu. Doğu( Anadolu’nun sosyo-ekonomik açıdan geri kal­ mış bölgelerinde, ticaret ve endüstri sermaye­ leri arasındaki uyuşmazlığı. 1945 yılında Elazığda yapılmış olan bir araştırma çok güzel yansı­ tır: “kalburüstü tabaka" denebilecek 5571 kişi içinde 5 0 5 7 tüccar ve yalnız üç tane fabrikatör bulunmaktaydı” (Atatürk Devrimi Sosyolojisi, K.Steinhaus) Demek kalkınma yoluna çıkalı 20 yıl olmasına rağmen burjuvazimizin yapısında bir değişim olmamıştır. Tek Parti diktatörlüğünden çıkıldığında bir de­ ğişiklik olmuş mudur? "1 9 5 0 ’de 1.4 milyon ser­ mayeli 3 şirket ve anonim şirket bulunurken. 1954’de sermayeleri 167 milyonu bulan 56 şir­ ket kurulmuştu. Bu sermayeler üretim alanına değil, daha çok taşınmaz mallara, ticarete ve ula­ şıma yatırılmıştı. Özel tasarrufun % 7 0 ’inin ta­ şınmaz mallara yatırılması şaşırtıcı bir durum de­ ğildir. Devlet müdahalesinin bulunmadığı bu alanda aşırı kâr sağlamak mümkündü Örne­ ğin,İstanbul’da kiralar 1950 ile 1959 yılları ara­ sında eski seviyelerinin 17 katına çıkmış, arsa fiatları her yıl % 50 oranında bir artış göstermiş­ tir .. “Türk burjuvazisi, üretime dönük olmayan bir sınıf karakterini korumuştur “Özel sermayenin dağıtım ve spekülasyon .ilanlarında yoğunlaşması, üretime dönük faaKalkınma Yolunda Hedef: Ziraat j lıyetlerini engellemişi ir," (Atatürk Devrimi Sos ! volojisi, K.Steinhaus) "Hakiki bir bütçe tesisi, vergilerin İslahı, her Bir yabancı yazarın uzaktan gözlemleri bile çı­ nevi israfata (savurganlığa) karşı daima teyak ban gibi büyük gerçekliğimizin üzerine değme­ kuz (uyanıklık) ve mümanaat (karş/ gelme) ka den edemiyor Modem üretime ilgi duymayan ranndayız. Memleketimizin kesbi servet etmesi bezirgan burjuvalarımızın egemen olduğu bir top (servet kazanması) yolunu her şeyden evvel zilumda nasıl bir yöneliş olabilirdi? Onlar yıllardan raatle ve sanayi i ziraiyede arıyoruz ” (Atatürk beri topraktaki köylünün ve küçük zanaatçıla­ Ekonomi Politikası. M.Saydan) rın ürettiklerini satarak vurgunlarını yapmışlar­ . M.Kemal Mart 1924 tarihli TBMM'nin açış ko­ dır. Nasıl ve ne üretildiğinden çok. nerede, ka nuşmasında böyle diyordu Kasım 1937 Meclis ça satılacağı onların temel problemleridir. İşte açış konuşmasında aynı şeyleri tekrarlıyor: “Milli yüzyılların alışkanlığı: toprağın esiri köylünün yi­ ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki zi­ ne tefeci-bezirganlarca yolunması için Cumhu­ raatta kalkınmaya büyük önem verrrıekteyiz.’’ riyetin liderleri iki halkaya asılmışlardır: “ziraat” (Atatürk'ün Ekonomi Politikası, M.Aysan) ve “nakliyat”. Tek parti döneminin ziraate ila­ Emperyalistlerin işgaline son verilip, ülke eko­ ve meşhur demiryolları politikası vardı. DP dö­ nomisine yön vermek söz konusu olunca M.Ke­ nemi ise ziraat parolasını sürdürdü, ama demir­ mal’in görüşleri açık ve nettir: “Milli ekonomi­ yolları yerine karayolları politikasına önem nin temeli ziraattir.” verdi. İyi ya yol yapmasa mı idiler, denebilir. Y a­ M.Kemal’in neden böyle bir düşünceye var­ pılsın elbette. Ama nerede ağır sanayi üretimi? dığını sormaya gerek yoktur. Anadolu burjuva­ Bu olmadan yol döşediğimizde yüzlerce yıl ö n ­ zisinin sosyal eğilimi olarak başka türlü düşüne­ ce katırlarla yaptığımız bezirganlığı şimdi tren ve­ mezdi. Türkiye'de ne bir sanayi ne de girişkin ya TIR'la yapmış oluruz Ama daima modern sanayici vardı, daha doğrusu yok denecek ka­ üretim merkezlerine yüzde yüz bağımlı kalırız. dar azdı. Ve antika bezirgan ekonomi en küçük İşte Kemalizmin “ziraat” ve “nakliyat” paro­ sanayi girişimini emperyalizmle içiçe, o güne ka­ laları bezirgan ekonomi yapısının söze vuran po­ dar habire boğazlamakla yaşamıştı. İşte bu 7000 litikasından başka bir şey değildir. Ve sonuçta yıllık, köklü bezirgan ekonomiye karşı ağır s a ­ yüzlerce yıllık geriliğimizin aşılması, değil, sadece nayi parolasıyla ayak diremek devrimierm en çağımıza uygun kılık değiştirmesinden başka ulusu olurdu Ama Anadolu eşraf ve ayanına bir şey değildir. dayanan Kemalizm bunu yapamazdı. Türk burjuvazisinin böyle bir yol tutmaması­ Dertıek liderin "dahiyane görüşleri” sadece nın iki nedeni vardır: Birincisi iç sebepler: biz­ içinden çıktığı ekonomik yapının tabii yöneliş­ de antika tefeci-bezirgan sermaye ta Sümerlerlerinin dile getirilmesinden öteye değildir. Batı den beri gelişip azgınlaşmış, sanayi sermayesini “uygarlığı” “şapka’’dan sanayi temeline bile in­ boğmuştur. Osmanlılığın son günlerinde kapi­ dirilememiştir. Bezirgan ekonomi üstüne ne ku­ tülasyonların sağladığı imkanlarla yabancı tekelci rulmuşsa soysuzlaşmış, batak hale gelmiştir. De­ sermaye ile bizim bezirganlarımız fiat indirimleri mek Kemalizm eşraf ayan takımına karşı radiile doğmakta olan cılız sanayi girişimlerini batır­ kal-köktenci bir modern burjuva hareketi bile mış, boğmuştur. Burjuvalanmız antika kökenli, değil; onları kazıyıp, atacak gerçek bir sanayi üretimden kopuk, alıp satan vurguncu bezirgan­ devrimine yönelmek yerine, “ziraat ve nakliyat” lardır. parolaları ile onlarla uzlaşan antika-modern kar­ Buna .iki örnek vermekle yetinelim. Birisi ması bir burjuva eğilimidir. Ve daima bezirgan 1922’lerden, “54 Millet Vekili, 37 tüccarın, yük­ aşılı olarak kalmıştır. sek memur ve subayların Izmir’in kurtuluşundan Sanayi yolunu tutamayışımızın ikinci sebebi: 10 gün sonra (1 9 .9 .1 9 2 2 ) kurdukları Türkiye dış sebeptir. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı ver­ Milli ithalat ve ihracat AŞ, bir İngiliz şirketiyle diği yıllarda dünyada kapitalizm tekelci hege­ 1 5 .6 .1923’de imtiyaz kokan bir antlaşma yap­ monyasını kurmuştu. Bütün dünya pazarı batı­ tı. O derecede ki, ABD imtiyazdır diye buna iti­ nın tekelindeydi. Ve geri ülkeleri kendi pazarı raz etti " (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Top­ haline getirmekten başka bir amacı yoktu. Türk lumsal Sorunları, İTÎA Men.Der.) burjuvazisi bu dünya devine siyasi anlamda kur­ İzmir'in kurtuluşunun üzerinden 10 gün geç­ tuluş savaşıyla bayrak açmıştı ama, iş ekonomiye meden devlet sınıfları (milletvekilleri + yüksek gelince değişiyordu. Lozan görüşmeleri sürer­ memur + subaylar) ve tüccarlar üretime yöne­ ken İzmir iktisat Kongresi’nin toplanması anlam­ lik bir işletme değil, “ithalat ve İhracat A Ş” ku­ lıdır. Kongreye karşı "yabancı basında” uyarılar ruyorlar. Yani alıp satacak ve yine yabancı acen­ çıkmış ve bunlar üzerine zamanın iktisat vekili i teliğine devam edecekler. Ve yine aradan bir yıl basma şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bazı ecnebi geçmeden adı “milli" olmasına rağmen bu şir­ ve ezcümle, Yunan gazete ve ajansları Kongre ket ABD'ni kızdıracak denli bir imtiyazla Ingilte­ aleyhine propaganda yapıyor ve bizim ecnebi re’nin acentalığına yazılıyor, ikinci örnek 1945 sermayesine düşman olduğumuzu iddia ediyor­ yılında yapılan bir gözlem. ‘ Özellikle üretim ala­ lar. Bunlar külliyen yalan ve iftiradır. nındaki elverişsiz koşullar Türk burjuvazisinin da­ “Chester projesiyle memlekete 4 0 0 milyon


liralık bir ecnebi sermayesi girecektir. Milletimi­ zin hukukuna ve memleketimizin kavanînine riayetkâr herhangi bir ecnebi sermayesine kattiyen düşman olmadığımıza bundan daha kuvvetli burhan olabilir 1™?” (İzmir İktisat Kongresi. G.Ökçün) İktisat vekili yabana sermayeye düşman ol­ madığımızı. yapılan bir proje anlaşmasıyla dün­ yaya ispatlamaya çalışıyor. Elbette yabancı sermayeye kurukuruya düş­ manlık bir anlam taşımaz. Fakat 1923 sonrası Cumhuriyetin ilk on yılının deneyi göstermiştir ki; emperyalist yabancı sermaye koşulsuz gel­ memektedir. Nitekim o yıllar sadece Sovyetler Birliği’nin kredisi gerçekleşmiş ve Nazilli. Kay­ seri Basma Fabrikaları kurulmuştur. Emperya­ list yabancı sermaye Türkiye’yi hep sanayileş­ me rotasından uzaklaştırmak istemiştir. Ve ba­ tıdan kopamayan Kemalist Burjuvazi yabancı sermayenin akıl hocalığına her zaman açık ol­ muştur. Batı ise kendine rakip yetiştirmek yeri­ ne basit bir iş bölümü Önermektedir: kendileri makine yapacaktır, biz de ziraat. Bunu uzaktan kollayan Türk burjuvazisi batının bu dileklerine her zaman kulak kabartmış, onunla rezonansa gelmiştir. Sanayi İçin Tutulan Y ol: K arm a Ekonom i Kemalizmin hedefi olan "ziraat ve zirai sana­ yi ye hangi yollardan varılacaktır? "Bir d« hususi menfaatler en nihayet, reka­ bete istinat eder. Halbuki yalnız bununla iktisa­ di nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya terkedenlerdir. “Fertler, şirketler, devlet teşkilatına nazaran zayıftırlar. Serbest rekabetin, içtimai mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada karşı karşıya bırakmak gibi... ve nihayet fertler bazı büyük müşterek menfaatleri tatmine muktedir olamazlar. "Herhalde devletin siyasi ve fikri hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadi işlerde de nazımlığı. prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir. “Prensip olarak devlet ferdin yerine kaim ol­ mamalıdır. Fakat ferdin inkişafı için umumi şart­ ları gözönünde bulundurmalıdır. Bir de ferdin şahsi faaliyeti, iktisadi terakkinin esas menbaı ola­ rak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına mani olma mak. onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadi sahadaki hürriyet ve teşebbüs­ leri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mani vü­ cuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mü­ him esasıdır” (Atatürk Ekonomi Politikası, M. Ay­ san) Bu uzun alıntıdan üç temel düşünce çıkar; 1- Ferdi teşebbüsler cılızdırlar, 2- Bizde rekabet mahzurludur. 3- Özel faaliyet ekonomik ilerlemenin esas kaynağı olarak kalmalıdır, buna mani olmaya­ cak şekilde devlet ekonomik faaliyet gösterme­ lidir. Rekabetin “mahzurlu” görüldüğü ve özel te­ şebbüsün “esas” alındığı bir yönelişte, devletin ekonomideki görevi özel tekeller yaratmak ve bunları besleyip büyütmek olabilir. Batının kıran kırana rekabeti: hem kapitalist­ lerin birbiriyle. hem topyekün kapitalistlerin işçi sınıfı ile rekabeti sanayiin, tekniğin gelişmesinin zembereği olmuştur. En yaratıcı buluşlar; işçiyi daha fazla sömürebilip, rakiplerini ezebilmek gü­ düsüne dayanır. Gerçek budur. Fakat bir kez te­ keller doğunca kapitalizmin bu yaratıcılığı da sön­ müştür. Nasıl olsa pazar birkaç on firmanın te­ kelindedir. İşte bu noktada yaratıcılığın yerini spekülasyon alır. Bizde kapitalizm M.Kemal’in dediği gibi cılız­ dı. Fakat sermaye yok değildi. Prekapitalistantika sermayeydi; Bu sermayeye devlet des­ teği ile tekel olma şansı verilirse ondan ne yara­ tıcılık beklenebilirdi? Nitekim bütün Cumhuriyet tarihi bu vurgunların acı hikâyeleri ile doludur. Tek tek olayları sıralamak ciltlere sığmaz, dev­ letin özel sektörü desteklemesini Doç. Dr. Em­ re Kongar şöyle özetliyor; “Devlet kuruluşları bi­ rincil olarak, temel sanayi dallarını kurarak, bu dallara dayalı, yan sanayilerin özel girişimciler tarafından geliştirilmelerine yolaçmıştır. İkinci olarak, devlet, bir takım alanlarda yüksek kâr oranlan saptayarak öncü görevini yaptığı bu .alanlarda özel girişimcilerin yatırımlar yapmala­

rını sağlamıştır. Üçüncü olarak, devlet işletme­ lerinde üretilen malların, doğrudan tüketiciye ak­ tarılması yerine, araya özel kişilerden ya da fir malardan oluşan aracılar sokularak, ticaret ser­ mayesinin gelişmesine yardımcı olunmuştur. Dördüncü olarak, devlet personel eğitiminde ve sağlanmasında özel girişime yardımcı olmuştur. Yurtdışı burslarla eğitilen uzmanlar, bir süre ka­ mu iktisadi teşebbüslerinde çalıştıktan sonra, ye­ terli deneyi kazanınca özel girişime atlamışlar­ dır. Beşinci ve son bir destek, devlet işletmele­ rinin ihaleler yoluyla, özel girişimcileri destekle­ mektedir.” (Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları. İTİA Men.Der) Şimdi de 1923 Sonrası Kemalizmin ekono­ mideki pratiğine ana olaylarla göz atalım. Böylece söylenenler çok daha açık olarak gözler önüne serilecektir. Nasıl milyonerler yetiştirildi­ ği görülecektir. İzmir İktisat Kongresi ve îş Bankası’nın Kuruluşu Erzurum ve Sivas Kongreleri Kurtuluş Savaşfnın teme] politikasını belirlemiştir. İzmir İktisat Kongresinde Kurtuluş sonrası ekonomik inşa­ nın genel politikası konusunda ilk taslak düşün­ celerdir, denebilir. Kongrenin buyurucu bir fonk­ siyonu yoktur, “istişaridir”. Bu, konumuz açısın­ dan önemli değildir. Orada belirlenen düşünce­ lerin Türkiye’nin o zamanki ekonomik durumun­ dan doğduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Kongre özellikle “Nafia meselesi. Bankalar. Şirketler. Amelenin vaziyeti. Gümrük sistemi görüşülmek” üzere gündemlenmiştir. Kongre­ de Osmanlı toplum düzenine karşı radikal hiç­ bir karar alınmamıştır. Kararların muhtevası iyi­ leştirme seviyesindedir. Ve yüzlerce karar alın­ mış, yani akla gelen her şey söylenmeye çalışıl­ mış. fakat doğru dürüst hiçbir şey söyienememiştir. Kongrenin en önemli problemi “kredi mesele­ si" olmuştur. İktisat Vekaletince teşekkül edilen “Heyet-i Faale”nin kongre için hazırladığı rapo­ run ilk cümlesi bu konuyla ilgilidir. “Türkiye'deki iktisadi teşebbüslerin garpte görülen mebzuliyet ve vüsatle çoğalmaması sebeplerinden en mühimmi Türkiye'de kredi teşkilatının pek gayrı mütakamil bir şekilde olmasında görüyoruz.” (İzmir İktisat Kongresi. G.Ökçün) Ve raporun bu bölümü şöyle bağlanır: “B an­ kalar şirket halinde teessüs ettikleri taktirde ha­ reket ve faaliyetleri daha emin ve menfaatleri da­ ha şamil olacaktır, ki bilhassa bu gibi banka şir­ ketlerinin teessüsleri son derece elzem ve şayan-ı tavsiyedir.” (İzmir İktisat Kongresi, G.Ökçün) Aynı raporda “istihsalin tanzimi için en son şu sonuca varılmaktadır. “ 1. Sanayiin birçok sahalarında ferdiyetten topluluğa ve birliğe doğru gitmeliyiz. Bu ki, ‘sa­ nayi kooperatiflerinin’, sanayi kredi müesseselerinin’, ‘sanayi gayesiyle teşekkül edecek ano­ nim şirketlerin’ teessüsleri ile mümkündür. “2. Devlet kendisinin kuvvetli bir unsur-u ik­ tisadi olduğunu nazar-ı dikkata alarak yalnız fert­ lerin teşebbüsleri ile dahi kooperatif ve yahut anonim şirketler ile boşa çıkaralamayan büyük sanayi iktisatlarında irşad ve iştirak ile halka yol göstermelidir, “Bugünkü manasıyla yalnız idare ve siyaset devleti olarak değil, belki iktisat devleti olarak Türkiye’mizin sanayi sahasında mühim vazife­ leri vardır." (İzmir İktisat Kongresi, G.Ökçün) Bütün bu söylenenler 5 0 yıldır yürünen yo­ lun ilk taslak düşünceleridir. ' “Rekabetin mahzurlu” görüldüğü toprakları­ mızda. devletin “iktisadi” desteğinde bankalar­ la kaynaşan anonim şirketlerin kurulması, işte Türkiye'nin 5 0 yıldır debelenmesinin sırrı bu yol­ dadır. O günden bu güne gelinen nokta açıktır. Türkiye piyasasına 10-20 holding ve 4 banka egemendir. İktisat Kongresinin yolundan ancak böyle yürünebilirdi.'; Olayların gelişimine kısaca göz atarsak; İkti­ sat Kongresinden hemen bir yıl sonra M.Kemal'­ in öncülüğünde îş Bankası kurulmuştur. “26 Ağustos 1924’te 1 milyon TL, sermaye ile ku­ rulan bankanın başlangıçta sermayesi Atatürk ta­ rafından taahhüt edildiği ve ilk % 25 sermaye ödemesinin Atatürk tarafından yapıldığı anlaşıl­ maktadır. İlk sermaye ödemesi olan 2 5 0 .0 0 0 TL sini Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda Hint Müs-

lümanlarından gelen ve tutarı çeşitli kaynaklar­ dan 5 0 0 -6 0 0 bin TL olarak belirtilen paradan ödediği kaydedilmektedir. Bundan sonra Ata­ türk’ün emriyle devlet memurları maaşlarından 10 TL aylık kesintilerle çok sayıda devlet m e­ muru İş Bankası sermayesine katılmaya özendirilmiştir.” (Atatürk'ün Ekonomi Politikası, M. Aysan) Ve banka kurulduktan hemen sonra Kömür ve Demir işlerine el atmıştır. Şimdi artık hepi­ mizin bildiği gibi hangi taşı kaldırsanız altından İş Bankası çıkar. İş Bankası’mn gelişimi ilginçtir. 1 9 2 4 ’te iki şube 29 memur ile kurulan banka 10 yıl sonra 1934’te 49 şube, 671 memura sa­ hiptir. Yani şube sayısı bakımından % 2450. me­ mur sayısı bakımından % 2 3 1 3 artış olmuştur. Mevduat bakımından 1924’te 9 6 kişi para ya­ tırmış. 1 9 3 4 ’te bu rakam 5 7 .1 9 1 ’e varmıştır. % 5 9 .5 7 3 artış. < Bilanço yekunu 3 milyon küsür iken 1934'te 88 milyon 47 4 bin iira olmuştur. Yani % 2 4 4 2 artış olmuştur. İşte ülkenin ekonomisine egemen olacak te­ kelci bir kuruluş, dünyada hiçbir bankaya na­ sip olmayan böyle bir gelişimle doğmuştur. İş Bankası’yla birlikte Ankara’da bir salgın baş­ lamıştır. Daha doğrusu varolan salgın İş Bankası çevresinde kümelenmiştir. "İlk aferizm (çıkarcı öze! iş) fesadı, Ankara'da iş takibine gelenleri ha­ raca kesmekle başlamıştır... Bir gün milli savun­ manın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür... İş Bankası’nm bir nevi politika­ cılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhu­ riyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur.” (Falih Rıfkı. Çankaya) Bu pek acıklı aferizm çıkarcı özel iş) salgınının se­ bebi iş Bankası’n.n “politikacılar bankası” olması değildir, tersine devlet sınırları ile eşraf-ayan ta­ kımının Kurtuluş Savaşı'ndaki rolleri böyle bir banka doğurmadan edemezdi. Yine o yıllarda Ankara kuruluyordu. Şehir bir plan dahilinde imar edilecekti. Ama ne oldu? "Birçok arsalar spekülasyoncuların eline geçmiş­ ti.” “Ankara'da nüfus ticaretinin ilk kaynağı, me­ selâ Cebeci'de ucuz bir arsa almak ve Maarif V e ­ kili ne konservatuvarı orada yapmaya karar ver­ direrek arsasını ona satmaktı." “Sabit olmuştur ki. (Yunan ordularını denize döken) Mustafa Kemal, ŞAPKA ve LATİN HARFLERİ inkilâplarını başarabilecek kadar bir kuvvetli idare kurmuş, fakat bir şehir planını uy­ gulayabilecek kuvvette bir idare kuramamıştır. "Hırsızlar ve geriler olmasaydı” (Falih Rıfkı, Çan­ kaya) . Demek “şapka” ve “harf inkilâbları” nın de­ ğeri bir “şehir planı” kadar olamıyor. Neden? Çünkü ne şapka ne de harf en sonunda bizim vurguncu tefeci-bezirganlarımıZa dokunmaz, ama bir şehirde spekülasyonunun yolunu kes­ meye kalkarsanız karşınıza “politikacılar banka­ sı” olan İş Bankası bile çıkabilir. Falih Rıfkı “ah! hırsızlar ve geriler olmasa” diyor. Oysa, o “hır­ sızlar ve geriler” denilen “toplumumuzda Babil çağı kalıntılarının. Tefeci-Bezirganların Batı finans-kapitali ile kaynaşmasından doğmuş, bi­ zim bize benzeyen Özel Serm ayeci sosyal sınıkmızdır” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı) M.Kemal’in bu sosyal sınıfımıza karşı tavrı Fa­ lih Rıfkı’nın özlediği gibi midir? Tersine, İş Bankasfmn gelişimiyle birlikte po­ litika kiremitliğinde de bazı değişiklikler olmuş­ tur. Önce îş Bankası Müdürü olan Celal Bayar, bankanın başından ülkenin iktisat işlerinin başı­ na geçmiş, İktisat Vekili olmuştur. “İsmet Paşa. İktisat Vekilleri ile Atatürk arasında ikinci hatta kimi zaman etkisiz plana düşer. Nitekim, ...selüloz-kâğıt fabrikasının kuruluşu sırasında. Celal Bayar’ın lideri olduğu İş Bankası grubunun mü­ dahalesi sonunda, Atatürk, İsmet Paşa’nın İkti­ sat Vekili Mustafa Şerefi sofrasında azarlar ve istifaya zorlar. Mustafa Şerefin yerine iktisat ve­ kili olan kişi Celal Bayar’dır.” (Atatürk .Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları. İTİA Mezun­ ları Derneği) Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir gece geç vakitlere kadar Çankaya’da İsmet İnönü Köşkü ile, Florya Köşkü arasında karşı­ lıklı bir tartışma geçti... (sofrada Atatürk bir ar­ kadaşına bakarak) ‘oldu bitti’ dedi. ‘İnönü izin alacak. Celal Bayar vekildir.” “Böylece îş Ban-

Kuruluş günlerinde, lâı Osmanlılığı özleyen antika sermayeye kaı bir duvardı. İş< Sınıfı hareketir ve halkın tepkisinin öner boyutlara ulaşt günümüzde, di sömürüsü Finans-Kapital iktidarının yaşaması için, halk hareketine karşı örülmeye çalışılan bir duv olmuştur. Kemalizm’in bu evrimi onun alın yazısıdır.

devamı 84. sayfada

17


27 MAYIS -12 EYLÜL E 3 O

>

12 Eylül, 27 Mayıs’la açılan politik dö­ nemin kapatılması oldu. Her iki müdaha­ le de Ordu eliyle yapılmıştı. 12 Eylül, 27 Mayıs’ın inkârı olduğuna göre aradaki 20 yılda neler akmış, hangi değişimler yaşan­ mıştı? 12 Eylül’ün sıcak etkisi altında bu so­ rulara cevap aranınca ilk şekillenen tepki “her türlü yukandan müdahaleye karşı çık­ mak” biçiminde oldu. 2 7 Mayıs ve 12 Ey­ lül her ikisi de “yukardan” geldiği için ne­ redeyse aynı kefeye kondu. Düşünceler daha da geriye gidip Osmanlı döneminden soruna cevaplar arandı. İlk yoklamalardan sonra, tarih boyunca hep yukardan buyuran “e life karşı toplu­ mun aşağıdan davranışlarının yanında yer almak doğru göründü. “Toplum”, Cum­ huriyet döneminde en açık biçimde DP ve AP’nin ardından gitmişti. Öyleyse, bu eği­ lim “e life karşı davranışta bir hareket nok­ tası olabilirdi. Bütün bu yargılar, 12 Eylül’ün yarattığı ya da daha doğrusu derinleştirdiği yanılgı­ lar olmaktan başka bir değere sahip değil­ dir. Gerçekleri atlayarak, başka renklere boyayarak onlardan kurtulamayız. Y a da “yukardan müdahale olmasın” demekle, ikide bir karşımıza çıkan bu realitenin kök­ lerini kavramış olmayız. Bırakalım bütün geri ülkeleri, eski Os­ manlılığın değdiği ülkelerde, Ordu müdaha­ leleri bir gerçekliktir. Hatta, Mısır’da, Irak’ta bizde ilk kurtuluş ve 27 Mayıs örnekle­ rinde olduğu gibi; bu müdahaleler ülke ko­ şullarına göre “ilerici” özellikler taşımıştır. En son Libya deneyi ilerici olmaktan öte­ ye, sosyalizme doğru adımlar atma sancı­ sı içindedir.

1960 sonrası şekillenen ORKO, OYAK ve VAKIF’larla şirketler çatısı altında FinansKapital ile geleneksel vurucu gücün davranışları sentezleştirilmeye çalışıldı. Bu çabaların ilk somut sonucu 9 Mart ve 12 Mart olaylarında kendini en açık biçimde ortaya koymuştur.

18

Ancak, yine Irak'ta Saddam, Mısır’da Sedat, bizde 12 Mart bir dönüşün en ke­ sin belirtileri oldu. Bu dönüşün anlamı ve nedenleri kavranmadan olay açıklanamaz. 12 Eylül “bir daha müdahaleye yol aç­ mayacak bir düzen” kurma niyetindeydi. Ve bu konuda herkes hemfikir görünüyor. Ancak değişen nedir? Sivil politikacılann her çekişmesinde yine gözler Ordu başla­ rına dönmeden edemiyor. Onların tepkisi bütün ağırlığıyla önemini koruyor. Demek ki, istemekle ya da serzenişlerle gerçekliler örtülemiyor.

27 MAYIS’TAN 12 MART’A Hiç şüphesiz ki 27. Mayıs’ı doğuran koşullaı 1950’lerde birikmeye başlar. 1950’deki değişimin anlamı neydi? “Sosyal ilişkiler bakımından iki egemen zümreden Devletçiliğimiz, üstte güreştiği zaman bile, Türkiye’de sırf Finans-Kapital zümrelerini yetiştirmek ülküsü altında ça­ lıştı. ikinci Cihan Savaşı Türkiye’nin Fi­ nans-Kapital zümrelerini yeni bir harb zen­ ginliğine kavuşturup kemiklendirince, ulus­ lararası Finans-KapitaPin Amerikan Emper­ yalizmi kanadına (“Amerikan Yardımfna) var gücüyle dayanan özel Serm aye, artık Devletçiliğimize haddini bildirmenin zamanı geldiğini dçıkladı.” (H.Kıvılcımlı, 27 Ma­ yıs Devletçilik, Y ön ’ün Yönü s .270) Kurtuluş Savaşı’ndan beri “Çağdaş batı uygarlığına” ulaşmayı önüne hedef koyan devlet sınıfları, kendi yarattıkları bir avuç Finans-Kapital tarafından; 1950’lerde bir çırpıda ikinci plana itildiler. Osmanlılıktan beri devlet sınıfları üstte egemen görünme­ ye alışmış idiler. Sinik tefeci-bezirgan ser­ maye ise kendi gerçek egemenliğini sürdür­ düğü müddetçe bu gidişe itiraz etmemişti. Ancak, kapitalizm kendi sınıf temellerini sağlamlaştırdıkça, vurgununu daha derin­ leştirmek isteyecekti. Bu yolda Devletçili­ ğimizi geri plana itmekten kaçınamazdı. 27 Mayıs, artık yeterince palazlanan Finans-Kapital’in “bu ülkede efendi, benim” deyişine gelenekçi! güdüler içinde bir tep­ ki oldu. Devletçilik üstte görünürken, “mil­ yonerler yetiştirmek” hoş görülebilirdi. Ama palazlanan Finans-Kapital’in devlet­ çiliği hor görmesine katlanılamazdı. 1950 sonrası Finans-Kapital’in vurgununu arttır­ ması, kırdaki bütün eski kalıntıları kendi­ ne ortak etmesi, “yolsuzluklann” artması, devletçiliğimize, tek parti döneminde çizil­ miş yoldan ayrılmak gibi göründü. . DP’nin tahkikat komisyonlanyla CHP’yi kapatma girişimleri bardağı taşıran son damla oldu. 27 Mayısçılar sınıflardan bağımsızmışça­ sına davrandılar. DP’yi Yassıada’ya, Men­ deres’i sehpaya yollayıp, ihbar edilen “vurguncular”ın bir kısmını Harb Okulu’na ka­ patmakla düğümü çözeceklerini sandılar. Devletçiliğimizin sınıflar gerçekliğini göre­ memesi yalnızca kendi kusuru değildi. An­ tika kökenli cılız Türk burjuvazisi 1950’lere kadar hep devletçiliğin vesayeti altında gel­ miş ve palazlanmıştı. Ancak bir gecede hükümeti deviren 27 Mayısçılar, bir türlü iktidar olamadılar. MBK, ihtilâlin yürütücü organıydı. Ancak, bu organın önünde hiçbir somut plan yok­ tu. “Çağdaş batı’ya ulaşmak”, ya da “ön­ görülen reformlar” gibi, pratiğe akınca bin kılığa sokabilecek, bulanık hedefler vardı. Belki tek somut hedef; “derhal seçime gitmek”ti. 27 Mayısçılar bir sınıfa dayanamadıkları

için her adım atışlarında kaçınılmazca bö­ lündüler ve güçten düştüler. Türkiye Finans-Kapitali, binbir yylla ilk gününden iti­ baren 27 Mayıs’ı nötralize etmek için didi­ nip durdu. Ekonomi temelinde köklü de­ ğişimler yapılmaması karşılığı, 27 Mayıs Anayasası’na politik planda göz yumuldu. Ya da yumulmak zorunda kalındı. 27 Mayıs, DP örneğinde olduğu gibi bir siyasi partinin “çoğunluk oya” dayanarak kendi “keyfi diktatörlüğünü kurmasının” yollarını tıkayacak bir siyasi sistem getirme­ ye çalıştı. Buna karşılık “Tasarruf bonalan vb, davranışlarıyla sermayedarlara verile­ cek kredileri halktan devlet zoruyla kopart­ tı. Bununla ispat etti ki Finans-Kapital sö­ mürüsünü sınırlandırmak şöyle dursun, katmerlendirmek yolunu tutmuştur.” (H.Kıvılcımlı, a y. s.284) 27 Mayısçıların iyi dilekleri sınıf gerçek­ likleriyle karşılaştıkça bozulmadan edemez­ di. Onlar sınıf gerçekliklerini göremedikle­ ri için “kişilerle” uğraştılar. “Kişiler” tasfiye edilirse “kötülüklerinde” tasfiye edilebile­ ceğini sandılar. Ancak Finans-Kapital ege­ menliğine dokunulmadıkça hiçbir köklü de­ ğişim gerçekleşemezdi. Nitekim, FinansKapitale kredi demek olan “tasarruf bono­ ları” ve “arazi vergisi” uygulamalan 27 Mayıs’cıları şehirde az gelirli tabakalardan, kır­ da köylülükten hızla tecrit etti. İlk seçim­ lerde AP'nin yeniden önemli bir oy topla­ masına 27 Mayısçılar şaşıp kaldılar. 27 Mayıs politik planda yapılan bazı re­ formlardan ileriye gidemedi. Ancak bu du­ rum Ordu içinde yeni tepkiler doğurdu. 27 Mayıs’ın üzerinden iki yıl geçmeden Ayde­ mir isyanı patlak verdi. Ancak zayıf bir çığlık olmaktan ileriye gidemedi. Bu tepkinin ne­ denlerini F.Gürcan savunmasında şöyle sı­ ralamıştır: “Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonk­ siyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mut­ luluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlan­ dığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir... “Olumlu bir toprak reformu, hem sos­ yal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?.. “Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi sta­ tükoyu koruma hatta restore etmek rolün­ de olan başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?” (F.Gürcan Savunması) 27 Mayıs’ın yarattığı büyük umutlara rağmen, F.Gürcan “27 Mayıs öncesi sta­ tükoyu koruma, hatta restore etme” gay­ retlerinin üste çıktığını acı acı görüyor. Bü­ tün çabalar sanki boşa gitmiştir. Ne “hal­ kın mutluluğunu” sağlayacak “modern devlet” ne de “toprak reformu” hâlâ orta­ larda yoktur. Demek yalnız kılıçm gücü dü­ ğümü çözmeye yetmiyor. O, bir sınıfa sağ­ lamca dayanmadıkça, ilk vuruşunda biraz


toz kaldırsa da, ortalık durulunca her şey sınıf temelleri üzerindeki dengeye göre sı­ ralanıyor. Aydemir olayının kökleri, 27 Mayıs’ın Finans-Kapitalce ustaca nötralize edilme­ sine karşı ordu gençliği içinde yükselen tep­ kide yatar. Eskinin yeniden “restore” edil­ diğini gören ordu gençliği halktan kopuk, halk adına, yeni bir atılıma kalkınca, sta­ tükonun duvarlannda parçalanmaktan baş­ ka bir sonuca varamadı. Bu olay, 27 Mayıs’m Finans-Kapital’in rotasına oturtulma­ sına karşı son tepki olur. Artık sivil-demokrasi yürüyecektir. 27 Mayıs, Finans-Kapital için büyük bir uyarı olur. Kılıçlıların kritik günlerde “dev­ leti kurtarma” gelenekçil davranışına bir şey denilmeyebilirdi. Ancak bu davranış, Finans-Kapital’den bağımsızca, “sınıflar üstü” ülkülerle yapılırsa, bu atılımlar, zaten cılız olan Finans-Kapital iktidarını zedeleyebilirdi. Devletçiliğimizi, DP iktidarının yaptığı tarzda horlamak olmuyordu Türkiye’nin alın yazısı madem ki bir avuç şirketin çıkar­ larına oturtulmuştu, gelenekçil vurucu güç neden bunun dışında kalsındı. 1960 sonrası şekilenen ORKO, OYOK ve VAKİF’larla şirketler çatısı altında Finans-Kapital ile geleneksel vurucu gücün davranışları sentezleştirilmeye çalışıldı. Bu çabaların ilk somut sonucu 9 Mart ve 12 Mart olaylarında kendini en açık biçimde ortaya koymuştur. 9 Mart doğmadan inmelendirilmiştir. Onun olmamışa çevrilmesi gerçeklikleri ör­ temez. Yaşayanlardan olaylan dinleyelim. “Ben, sağcı, totaliter özel sektör yanlısı bir müdahaleye karşı laik Atatürkçü, dev­ letçi ve özgürlükçü bir müdahale hazırlığı çindeydim... “...ben hep kendimi, İttihat Terakki, Ha­ reket Ordusu, Kuvayi Milliye ve 27 Mayıs Devriminin bir çeşit mirasçısı sayanm... 12 Mart ise 27 Mayıs’a karşı bir çeşit karşı dev­ rim olarak gelişti.” (Çelil Gürkan, 31 Ekim 1985, Cumhuriyet) 9 Martçılar tarihten gelen bir geleneğe sahip çıkarken, 12 Mart’ı “sağcı, totaliter, özel sektör yanlısı bir müdahale” olarak görmektedirler. Bir eski geleneği 1 9 7 0 ’ler Türkiye’sinde yaşatma çabasındadırlar. İt­ tihat Terakki, Kuvayi Milliye, 27 Mayıs, kendi dönemlerinde ilerici rol oynamışlar­ dır. Osmanlılığın çöküş günlerinde, “çağ­ daş batıya ulaşma” az çok somut bir he­ defti. Anlamı, Türkiye’de kapitalizmi kur­ mak oldu. Ve bu yolda Cumhuriyet döne­ minde bir elli yıl yaşandıktan sonra, gele­ nekçil kılıçlılar önlerine hangi hedefleri ko­ yabilmişlerdir? Çelil Gürkan şöyle anlatıyor: “Köylüyü toprağın sahibi yapacak, toprağı üretim ye­ teneğine göre dağıtacak, üretimi arttıracak ve kooperatifçiliği gerçekleştirecek bir top­ rak ve tarım reformu. “Dış ticaretin, bankalann devletleştirilme­ si... “Sermayenin ne bugünkü şekliyle fert­ lerin veya muayyen zümrelerin kontrolü ve istisman altında toplanmasını ve ne de dev­ letin mutlak ve ekonomik potansiyele sa­ hip olup fertlerin sömürülmesini asla hoş görmeyen, yeraltı ve yerüstü zenginlikle­ rini ulusun emrine veren, devleti, ulusun ortak çıkar ve yararları için bir denge bir hak/görev dağıtıcı unsur sayan bir ticaret düzeninin kurulması.” (C.Gürkan, 2 Ka­ sım 1985, Cumhuriyet) 9 Martçılar, 12 Mart mahkemelerinde “Marksistlikle” suçlandılar. Oysa dile geti­ rilen taleplerin bu suçlamayla hiçbir bağı

yoktur. Onların taleplerinin en uzak ufku; tek başına olumsuzluk değildir. Ancak bu Finans-Kapital çıbanıyla ikide bir hastala­ geleneği 1980 Türkiye’sinin koşullarında nan kapitalizmin birazcık olsun reforme bağımsızca sürdürmeye kalkmak en acıklı edilmesiydi. “Devleti, ulusun ortak çıkar vç sonuçlar doğurur. Neden 1960’lara kadar devletçi gelene­ yararları için bir denge” unsuru olarak gö­ ren 9 Martçılar, nasıl marksist olabilirlerdi? ğin en somut sahiplisi Kılıçlılar üstte görün­ dü ve sınıflardan bağımsızmışçasına dav­ Onların istedikleri yeni bir devletçilikti. Ancak kendileri istemeseler de 9 Mart- ranış gösterebildiler? Bu gelenekçil davra­ çılar “devrimcilerle” aynı safta sayıldılar ve nış neden 9 Mart’la inişe geçti? Y a da suçlandılar. 1970’ler Türkiye’sinde bir avuç T.Turhan’ın deyimiyle “iflas” etti? Finans-Kapital’in, ya da “muayyen züm­ relerin” çıkarlanna dokunacak, “toprak re­ formu, devletleştirme” gibi talepler artık boşlukta, ya da sırf Kuvayi Milliye gelene­ ğini sürdürme çabasında olanların iyi dile­ ği olarak kalmıyordu. İşçi sınıfı ve gençlik belli ölçülerde uyanmış, bu talepleri bir sı­ nıf temeline ve sosyalizm hedefine bağlı­ yordu . Demek, 1970’ler Türkiye’sinde Kuvayi Bu soruların cevabı, küçükburjuvazinin Milliye geleneğinin samimi takipçisi olmak, kaypaklığında değil, Türkiye’de modem sı­ insanı kaçınılmaz bir şekilde yeni, devrim­ ci hedeflere varmaya zorluyordu. Bu sıç­ nıfların en kör göze batarcasına güneşin al­ tındaki yerlerini almalarında yatar. rama başanlamazsa geriye dönüş, FinansDevletçiliğimiz kendi elleriyle, Türkiye Kapital ağlarının bir kenarına takılmak ka­ ekonomi ve siyasetini tekelinde tutan Fider olur. Nitekim C. Gürkan şöyle serzenişte bu­ nans-Kapitali yarattı. Uluslararası FinansKapital’le de etle tırnakmışçasına kenetle­ lunmadan edemiyor: “Masalan yumruklarcasına Toprak dev­ nen bu egemen zümre, 1950 sonrası hızlı rimi, toprak devrimi’ diye haykıran bu iki bir gelişim gösterdi. Bunun tam karşısında ise işçi sınıfımız kaçınılmaz bir şekilde saf eski meslek arkadaşımın bugün ulaştıkları tuttu. Ancak bu saflaşmanın siyaset suyu­ aşamalar devrim ile, reform ile pek ilgili ol­ nun yüzüne en açıkça ve yığınsal bir şekil­ madıklarını kanıtlar niteliktedir.” (31 Ekim de çıktığı yıllar 1 9 6 5 ’ler sonrasıdır. Bu ob­ 1985, Cumhuriyet) Kişilerin dönüşlerinden yakınmak, ya da jektif gerçekliğin bilinçlerde geniş ve yay­ 9 Mart olayını Batur ve Gürlerin tutumla­ gın bir şekilde izler bıraktığı yıllar ise, özel­ rına bağlamak, safdillik olur. Bu ters yüz likle 15-16 Haziran 1970 sonrasıdır. Mo­ oluşları daha deneyli bir “cuntacı”dan din­ dern sınıflar, kendi tutumlanyla aydınlık bir şekilde siyaset sahnesinde yerlerini aldık­ leyelim. “9 Mart’ta tasfiye edilen görüş, Türk Si­ ça, eski, tarihten gelen gelenekçil davra­ nışların misyonu ister istemez zayıflamış, lahlı Kuvvetleri içindeki radikal görüş ve değişime uğramıştır. eğilimleri ve bağımsızlaşmayı önermekte Bu gerçekçiler karşısında, Finans-Kapi­ idi. 12 Mart ise, tutucu görüş ve eğilimler­ le, vardığı sonuçlar itibarıyla, dışa bağımlı­ tal, Kuvayi Milliye geleneğinin işçi sınıfımız ile kuracağı bağları boş düşürmek için di­ lığı simgeler. Bu açıdan, 9 Mart bir dönüm noktasıdır.” (Talat Turhan, 11 Kasım dinip durmuştur. Başansız olduğu söylene­ mez. 1 9 8 5 , Cumhuriyet) T.Turhan’lar, Ziverbey köşkünde FiEvet, 9 Mart bir dönüm noktasıdır. Dö­ nans-Kapital’in gücünü, sınıfsız devrimci­ nen, değişen nedir? liğin zayıflığını yaşadılar. Emekli Tümgene­ “12 Mart, hem ‘hiyerarşik ihtilâl’ hem Jö n Türk gelenekli iktidar mücadele yön­ ral C.Gürkan’a gözleri bağlı sorguya gider­ temlerinin, hem de ehvenişerci görüşlerin ken, bir er tarafından “parmaklarını gıtlatma lan” dedirten ayni güçtür. F.Gürler’i iflasını belgelemiştir. Bütün bu özlemlerin “İkinci Ordu Komutanlığı zamanından be­ faşizmle noktalandığını, benim gibi faşist özentisi uygulamaların hedefi olmuş her­ ri yakından takip etmekte olduklarını” (Cumhuriyet, 21 Kasım 1985) söyleyen kes bugün anlamış bulunuyor.” (T.Turhan, gizli kuvvetin ardında yine Finans-Kapital ay.) Demek 12 Mart, “Jön Türk gelenekli ik­ yatar. Evet, 9 Mart bir dönüm noktasıdır. Ku­ tidar mücadele yöntemlerinin” yıkılışı ol­ muştur. T.Turhan, bu yıkılışı daha sınıfsal vayi Milliye geleneğini günümüz gerçekle­ rine uyumlandıramayışın, modern sınıfla­ bir temele, çok soyutta olsa, oturtabilmiştir. “Sol literatürde ‘küçükburjuva’nm ka­ rı göremeyişin ödenen bedelidir. ypak olduğu yazılır. Benim bütün hayatım, bu gözlemin doğruluğunu yansıtmaktadır. Evet ‘küçükburjuva’ kaypağın kaypağı, kal­ 12 Eylül görünüşte yine eski bir gelene­ leşin kalleşidir.” (T.Turhan, ay.) Öfkeye ğin devamı oldu. Ordu yine “devlete sa­ varan bu tepkinin kaynağı; vurucu gücün hip çıkma” güdüsüyle yönetime el koydu. sınıflardan bağımsızmışçasına davranma Fakat benzerlik yalnızca görüntü de kal­ yeteneğinin tükenmesi gerçekliği; hedefi maktadır. 12 Eylül, ilk gününden itibaren ise; her davranışta binbir bocalamaya dü­ ve kararlı bir şekilde bir sınıfa dayanmıştır. şen “eski meslektaşlar”dır. Onların çoğu 24 Ocak kararları hiçbir itiraz görmeksizin “küçükburjuva” idi. Ve yalpalamak, ikide uygulanmıştır. Ekonomi politikada en kü­ bir saf değiştirmek ise yapılan gereğiydi. Bir çük bir bocalama olmaksızın Finans-Kapitagün “devrim” ateşiyle tutuşmak, ertesi gün lin çizdiği yolda yüründü. “Öngörülen re­ sönüp silikleşmek güçlüden yana meylet­ formlar” ya da “toprak reformu” lafta ol­ mek, onlar için doğaldı. sun gündeme gelmedi. Demek ki, bir sını­ T.Turhan’ın tesbitlerini sağlam temelle­ fa dayanmanın kaçınılmazlığı önceki de­ re oturtmazsak, 9 Mart’ın dönüm noktası neylerden iyice öğrenilmiştir. olma özelliğini açıklayanlayız. Benzeri bir dersi, Kuvayi Milliye gelene­ Önce şu tesbit edilmelidir; Jön Türk, ya ğine samimiyetle sahip çıkan başka unsur­ da Kuvayi Milliye geleneğini sahiplenmek lar niye çıkartmasın!

Evet, 9 Mart bir dönüm noktası* Kuvayi Milliye geleneğini günün gerçekliklerine uyumlandıramayıı modern sınıfları göremeyişin öde bedelidir.

12 EYLÜL VE SONUÇ


SAVUNMA VE EKONOMİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI Halil Aslan

1. Nasıl Bakmalı? 1980 Mart ayında imzalanıp, ancak MGK döneminde yürürlüğe giren Savun­ ma ve Ekonomik işbirliği Anlaşması’nın ge­ çerliliğini Aralık 1990’a dek uzatan ek an­ laşma, geçtiğimiz Mart ayında imzalandı. Ek anlaşmanın gündeme gelişinden bu­ güne kadar muhalefet partileri ve “solcu basın” , konuya geniş yerverdiler. Ancak gösterilen tepkilerin birçoğunun tutarsızlı­ ğı, birçoğumuzun gözünden kaçmadı. Tu­ tarsızlığın -gerek burjuva siyasal partileri­ nin gerek birkısım gazete ve dergilerin tutarsızlığının- asıl nedeni, sınıfsal temelleri olan, konuyu, algılayış farklılıklarıdır. Bu; olayları hangi tarafa göre kavrayacağına karar veremeyenlerin tutarsızlıkları, hâlâ sürüp gitmekte olan “Amerikan silahları­ nın Kıbrıs’ta kullanılıp kullanılamayacağı” konusunda da gözlemlenebilir. Konuyu anlamaya-anlatmaya çalışan burjuva sosyalistleri de, sorunu bir ulusal onur sorunu olarak görmüş, ve sonucun­ da somut öneriler koyamaz duruma gel­ mişlerdir. Sınıfsal çelişkiler, Ulusal onur so­ runu olarak ele alınınca çözümü de sınıflarüstü bir düzeyde aramak gerekecektir. Görülen bu tutarsızlıklara en çabuk yanıt veren ve konuyu kendi sınıf temelleri üze­ rinde net olarak tanımlayabilen Yeni Fo­ rum Dergisi oldu. “Türkiye’deki siyasal muhalefet ve ba­ sının önemli bir bölümü anlaşmanın bu şe­ kilde uzatılmış olmasını, hükümet için bir “acizlik”, Türk diplomasisi için bir “yenilgi” ve “başarısızlık” olarak tanımlamışlar ve ABD’ni ...suçlamışlar ve sonuç olarak Türkiye’nin daha sert davranarak, ABD’ne karşı pek iyi belirlemedikleri önlemler almasını önermişlerdir. Bu daha sert dav-

Konuyu anlamaya-anlatmaya çalışan burjuva sosyalistleri de, sorunu bir ulusal onur sorunu olarak görmüş, ve sonucunda somut öneriler koyamaz duruma gelmişlerdir. Sınıfsal çelişkiler, Ulusal onur sorunu olarak ele alınınca çözümü de sınıflarüstü bir düzeyde aramak gerekecektir. ranmanın hangi belirli tedbirleri içerdiği açık bir şekilde tartışılmamıştır. Bu önerilen sert davranışlar, acaba hangi tedbirleri kapsayacaktır? İlk akla gelen, ül­ kemizdeki A K ) üslerini kapamaktır, bunun yanında NATO ya olan katkımızı azaltmak­ tan da bahsedilmektedir. Hangi üsleri ka­ patalım veya NATO’ya hangi katkımızı azaltalım? Bu sorular tümü ile cevapsızdır. Bu düşünce tarzının mantiki sonucu, ABD’ni Türkiye’nin tarafsızlığıyla tehdit et­ mektir ki, bindiğimiz dalı kesmeden bunu başarmak sözkonusu değildir.” 1

Bir sonraki sayıda konu daha iyi tanım­ lanıyor. “Türkiye-Amerika ilişkileri üzerinde dü­ şünürken, askeri yardımın düzeyi, iktisadi yardımın koşulları gibi aslında ikincil unsur­ lar olması gereken konular üzerinde dik­ kati yoğunlaştırıp, aramızdaki stratejik çı­ kar birliğini gözardı etmemek gerekir. NA­ TO ve Batı içindeki güvenlik işbirliğimiz içinde, Amerika’ya ve Bâtı’yakarşı yüküm­ lülüklerimiz nedir diye düşünürken, bu yü­ kümlülüklerin başında bizzat kendi savun­ mamızın geldiğini unutmamalıyız. NATO’­ ya yahut Amerika’ya küsmenin yüzçevirmenin herşeyden önce kendi güvenliğimizi zedelemek sonucu verebileceğini düşüne­ rek adım atmalıyız. Bu nedenle ilişkileri ko­ parma yahut gevşetme tehdidiyle karşı çık­ manın, karşı tarafa zarar verme yanında bizzat kendi menfaatimizi da zarara soka­ cağını düşünmek zorundayız.”2 İyileştirmea-reformcu formüllerin ola­ naksızlığı, çeşitli biçimlerde resmi ağızlar­ dan da açıklanıyor. Her açıklamanın ardın­ da, başka türlü edilemeyeceğini anlatan bir bütünleşmişlik bir bağımlılık gerçeği var. “Türkiye sorumluluk duygusuyla hareket etmelidir.” Parafe edilmiş bir anlaşmanın imzalanması geciktirilemez.”

bir biçimde kurumlaşmış olmasıyla birlik­ te, ekonomsinin, diğerlerinden daha fazla askerileşmiş oluşundan ileri gelmektedir. Böyle bir açıdan baktığımızda şunu da görüyoruz: Devletlerarası ilişkilerde, birey­ ler, tekbaşlarına belirleyici değillerdir. An­ cak ve ancak nesnel gerçekliğin sınırlan içe­ risinde, etkileyici olabilirler. Dolayısıyla, Türkiye ile ABD arasında böyle bir anlaş­ manın imzalanmış olması, R.Perle’nin işbitiriciliği ya da bizimkilerin beceriksizliği ile açıklanamaz. Öncelikle zorunlulukları gör­ mek gerekiyor. Sorunu kişilere indirge­ mekle, çözüm yolunun da kişilerden geç­ tiğini önermiş oluruz ki, bu, çarpıtmanın ile­ ri bir örneğidir. Dış politika denilen, iç politikaya sıkısıkıya bağlıdır, içerideki sınıfsal ilişkilerin ka­ rakterini yansıtır. Uzlaşmaz sınıf çelişkileri üzerine kurulu, biri emperyalist iki devlet arasındaki ilişkileri ele alırken sınıflarüstü çözümler öngörmek, işte bu noktaların he­ saba katılmamasından dolayıdır. Anlaşma­ da, iki değil, bir ve aynı öznenin yeraldığını söylemek, bir abartı değil, doğru tavrı belirleme yolunda olumlu bir adım olur.

“En gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç beş büyük banka, sınai sermayenin ve banka Herhangi bir uluslararası ilişkiyi ele alır­ sermayesinin ‘kişisel birliği’ni gerçekleştir­ ken, onun temel belirleyicisi olan ekono­ miş ve bütün ülkelerdeki sermaye ve geli­ mik yapıyı gözardı edecek olursak, hem so­ rin en büyük bölümünü oluşturan milyar­ runu doğru kavramak hem de doğru tavır ların denetimini kendi ellerinde toplamış ve çözüm koymak olanakszlaşacaktır. bulunuyorlar. Günümüz burjuva toplu“Emperyalizmin [uluslararası] politikasını munda istisnasız, bütün ekonomik ve si­ ekonomisinden ayırmak”, yüzyılımızın, çok yasal kurumlann üzerine sımsıkı bir bağım­ uğranılan yanhşlanndan, çok kullanılan ça- ' lılık ağı germiş bir mali-oligarşi: Tekelin en rpıtma yöntemlerinden biridir. Emperya­ çarpıcı özelliği budur.”3 lizmin zorunlu asalaklığı ile Türkiye ve Or­ Bugüne kadar küçük değişiklikler amaç­ tadoğu’nun hammadde kaynağı ve çok yönlü bir pazar olması özelliklerini hiçbir şe­ layan anlaşmalar dışında kalan tüm anlaş­ kilde gözardı edemeyiz. Bir yandan yaban­ malar ABD tarafından hazırlanmış (en son cı sermaye yatırımlarının artması isteniyor yapılan ek anlaşmada olduğu gibi) Türkive diğer yândan böyle bir anlaşma imza­ ye’li yetkililere yalnızca imzalamak kalmış­ lanıyorsa; bu anlaşma, bugüne kadar ger­ tır. Bu durum; “anlaşma şartlarının, Türk­ çekleşen ve bundan sonra gerçekleşecek iye’nin içinde bulunduğu iktisadi şartlarla yabancı sermaye yatırımlarının bir güven­ ilgili olarak ABD tarafından ayarlandığı’’“ lik garantisi değil midir? (Hemen belirtelim, gerçeğini Jçünkü anlaşmada iki farklı öz­ “yabancı sermaye” deyimi gerçeği büyük ne bulunmadığını) doğrudan yansıtır. Ko­ ölçüde yumuşatmaktadır. Çünkü yan- nuya böyle bir açıdan baktığımızda mec­ sömürge ya da azgelişmiş ülkelere yapılan liste geçen-gazetelere yansıyan konuşmalann, verilen demeçlerin, temiz (kalpli) kö­ yatırımlar, uluslararası tekellerin parasermayesinden başka bir şey değildir. Y a ­ şe yazarlarının, nasıl bir danışıklı dövüşün ne tür unsurları olduklarını görebiliyoruz. tının yapan, uluslararası tekeller; yatırılan, para-sermaye; bu iki unsur, emperyazilmin Her türden iyileştirmeci önerilere ve bu özünü oluşturur. V e, bu para-sermaye, yerleştiği bölgeyi kendine göre bir duruma danışıklı dövüşün yalanlarına karşı şunu getireceğinden-getirmek zorunda olduğun­ biliyoruz-bilmeliyiz: Günümüzde, taraflann dan, “yabancı sermaye” deyimi gerçeği yu­ niteliklerinde köklü dönüşümler olmaksı­ zın var olan ilişkiler bütününde köklü de­ muşatmaktadır.) ğişimler olamaz. Fakat bu gerçek, güncel Anlaşmanın ABD ile yapılmış olması da görevlerimizi gözardı etmemizi ya da bu gü­ bir raslantı değildir. Çeşitli tarihlerde ABD ne boşvermemizi gerektirmez. yöneticilerinin de açıkladığı gibi, hür dün­ yanın güvenliği (sermayenin güvenliği)ni Hafife almak ya da vurdumduymazlık ya sağlayabilecek tek ülke, 1941’den beri, da boşvermişBk, sınıfsal geleceğimizle ilgi­ ABD’dir. Bu, onun, çok yönlü ve yaygın li olası olumsuz gelişmelerin oluşumuna ze-


min hazırlamak, ve böyle bir oluşumu şim­ diden meşru kılmak olacaktır. Bundan do­ layı öncelikli güncel görevimiz, ait olduğu­ muz safta yerimizi almaktır. Kimsenin “ikincil” diyemeyeceği bir baş­ ka güncel görevimiz, anti-nükleer tavır koy­ ma zorunluluğumuzdur. Bu zorunluluk, varlığımızı (en azından birey olarak varlı­ ğımızı) tehlikeye atan nükleer silahlara kar­ şı, imha edilmesi yolunda savaşım zorun­ luluğumuzdur. Böyle bir savaşım, diğer gö­ rev ya da görevlerimizden ayrı ele alına­ maz; çünkü, ancak birlikte varolabilirler. Halen: Milli Savunma Bakanı Z.Yavuztürk’e göre, ne olduğu belirsiz bir “makul” düzeyde; Hürriyet Gazetesinin aktardığına göre de4 Beş yüzden fazla nükleer fü­ ze ve bomba, ülkemiz sınırları içinde ko­ numlandırılmış durumda. Bu miktarın ya­ rısı bile, 1945’te kullanılan tombul’un bin­ lerce katıdır. Hatta, “alınan bilgilere göre, imzalanan teknik uygulama anlaşmalan, bir savaş anında ABD hava kuvvetlerinin ine­ ceği askeri hava alanlarında, bomba, cep­ hane ve yakıt depolanmasını, savaş uçak­ larının hızlı iniş-kalkışı için pistlerin onarımını, hangarlar yapımını, üslere su ve elek­ trik götürülmesi gibi alanları kapsıyor.”5 Ve bu anlaşmalar çerçevesinde nükleer de­ polar modernize ediliyor, İncirlik üssü ge­ nişletiliyor, Muş ve Batman’a yeni üsler in­ şa ediliyor: Daha çok kâr daha çok ölüm...

2. Danışıklılığın Karakteristikleri Hepsinden önce bir başka konuya de­ ğinmek gerekiyor. Ağustos 1 9 7 8 ’de am­ bargonun kalkması nedeniyle verdiği bir özel demecinde, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren “Kimseye faz­ la güvenilmemesi gerektiği, bu ambargo olayı ile büsbütün suyüzüne çıkmıştır.”6 diyor. Ama; 1980’de imzalanan anlaşma­ nın MGK döneminde yürürlüğe girdiğini anımsayalım. V e, imzalanan anlaşmanın MGK döneminde yürürlüğe girdiğini anım­ sayalım. V e, SH P Genel Başkanı E.İnö­ nü’nün, ek anlaşmanın imzalanmasının ge­ ciktirilmesi konusundaki yardım isteğine “ben kanşmam” diyen de (üstelik şimdi çok daha fazla yetki sahibi olduğu halde) yine say ın Kenan Evren’dir. Oysa bu anlaş­ ma ileT .C . Hükümeti, ABD Hükümetine güvenmek zorundadır. ABD Hükümetinin mutlak taahhütleri vardır, T.C. Hükümeti ise hiçbir zorlayıcı kurala dayanmayan bu taahhütlerin gerçekleşeceğine güvenmekinanmak zorundadır. Anlaşma şöyle diyor: “...Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetle­ ri ve Türkiye Ekonomisinin kuvvetlendiril­ mesine yardımcı olma yolunda ABD’nin ciddi bir taahhüdü olduğu inancıyla... yö­ netim, SElA ’nın gayelerine ve ABD ana­ yasal usullerine uygun,Türkiye’nin ortak savunmaya yaptığı önemli katkıyla müte­ nasip yüksek seviyedeki bir desteği... Ka­ rarlı bir şekilde her yıl ABD Kongresine önerecektir... Türkiye’ye ekonomik yardım sağlamak için çalışmaya devam edecek­ tir...” Burada sorun, daha çok, bir iç-tutarlılık sorunudur. Bu yüzden hiçbir şekilde de­ ğerlendirmelerimizin - tartışmalarımızın merkezi olamaz. Bir başka “düşündürücü karikatür”, an­ laşmaların gizliliği. Burjuva siyaset bilimin­ de; devletin, güvenlik gerekçesiyle bazı bil­ gileri kamuoyundan gizleyebileceği; ve böyle bir durumun, egemenliğin hal­

ka/ulusa aitolmasıyla ya da devletin var­ ilişkilerin bir zorunluluk olduğu SHP tara­ lık nedeninin kamu-güvenliği/kamu refa- fından da kabul ediliyor. Ama mademki hı/kamu düzeni olmasıyla ya da hükümete hâl böyle, ücretimizi biraz olsun artıralım. “birbirinden çok farklı” siyasal partilerin ge­ Özal hükümeti gibi, bahşişlere güvenmek yerine sağlam bir tarifeye imza atalım, di­ lebileceği olaslığıyla çelişmediği, yazılıdır (Oysa 1950-1960 döneminde yoğunlaşan yorlar. Hibelerin, üs kirası niteliğinde ol­ ilişkilerin mimarları biraz da bu yüzden, acı duğunu burada belirtelim. Yoksa, ABD bir son yaşadılar.) ülkemizde gizliliğin tari­ ekonomisi böylesine zor durumlar yaşar­ hine baktığımız zaman, çeşitli etkenlerle sı­ ken dahi hibe veriyorsa, bunun başka bir nırların genişletilip-daraltılabildiğini, görü­ .anlamı olabilir mi? Birçok kaynakta da hi­ yoruz. (Yine de bu gizlilik sınırlarının ge­ beler böyle tanımlanıyor. nişleme eğiliminde olduğunu söyleyebili­ riz) Çelişki şu soruda: “Anlaşmalara imza koyanlar ve onaylayanlar, “güvenlik” ve “düzen”i tehlikeye atıyor olamazlar mı?” Bunları denetleyecek ve zamanındagerektiğinde önleyebilecek bir kurum ol­ ! madığına göre... Hükümetin ve SHP'nın tutarsızlıklarını tek tek ele almak için sayfalar harcamak gerekecek. (Bu deyişimizle diğerlerine pay çıkarmak gibi bir amacımız olmadığını be­ lirtelim.) Bazı karakteristik örnekler konu­ yu açıklamaya yetecektir, sanıyoruz. Görüşmelerle birlikte, hükümet, ek an­ laşmanın nasıl olması gerektiği konusun­ daki düşüncelerini açıklamaya başladı. Ama, yaklaşık bir yıl süren görüşmeler bo­ yunca konuşulanlar ile anlaşmanın imza­ lanması, tam bir tutarsızlık içinde. Örneğin. “Anlaşma iki yıldan daha fazla bir süre için uzatılamaz.” Bir yandan “Daha fazla yar­ dım değil, daha fazla ticaret” diğer yandan “Yardım içinde yeralan hibelerin miktarı arttırılmalıdır” . Sonra bir başkası: “Amaç, mevcut anlaşmadaki taahhütleri kuvvetlen­ dirmektir.” “Anlaşmanın sona erdirilmesi imkânı daima mevcuttur” . Bu sözlerin ne kadar havada olduğunu anlamak için ge lecek gelişmeleri beklemeye gerek yoktur “Biz-Özal’m Amerika ile ilişkilerini her­ hangi bir bunalıma sokmayacağını biliyo­ ruz. Dolayısıyla, Amerika, Türkiye’nin tu­ tumundan emin olduğu ve bir kriz çıkma­ yacağını bildiği için harekete geçme gere­ ğini pek duymuyor”7 Bir Amerikalı diplo­ mat böyle diyor. Gerçekten de gelişmeler bunu kanıtlamadı mı? Kıbrıs’ta Amerikan silahlannın kullanılamayacağı gündeme ge­ lince (sanki 1974’ten beri başka silahlar kul­ lanılıyor) hükümet keskin çıkışlar yapma­ makla, bugüne dek en tutarlı tavrını koy­ muş oldu. Çünkü, bugüne dek yapılmış olan anlaşmalar hakkında bilgi sahibi olan­ lar, bütün anlaşmalarda verilen silah araç ve gereçlerin, belirlenen amaçlar dışında kullanılamayacağı deyiminin geçtiğini bilir­ ler. Belirlenen amaçlar deyimi, ortak amaçlar olarak da geçebiliyor. Fakat bu de­ yimlerin neleri kapsadığı tek-tek belirlene­ memiştir. Dolayısıyla, gelişen durumlara göre, güçlü olan tarafın inisiyatifinde^ de­ yimin kapsamı belirlenecektir. Sonra; bir yandan silah standardizasyonuna gidecek­ siniz, sonra, bu silahları üretenlerden ba­ ğımsız iç/ dış kararlar alacaksınız. Doğru­ su, Yeşilçam filmleri daha inandırıcı .. Amerikan Kongresindeki diğer olumsuz gelişmelere rağmen, hükümet, uysallığını korudu, hoşnutsuzluğunu yumuşak söz­ cüklerle dile getirmeye çalıştı. Bu yumu­ şaklıktaki en önemli etken, sanırız, anlaş­ mayla ilgili olarak yaşanan tutarsızlıklardan alınan dersler oldu. Bir hükümet için inan­ dırıcı olmanın temel koşulu da. sözü ile özünün birolması, olsa gerek... SH P için sorurr nedir? Önce onu orta­ ya koymak gerekiyor. "Türkiye ucuza git­ mektedir. Bunun öt lenmesi için. " Dikkat edelim, gitmek ya da gitmemek değil, ucu­ za ya da pahalıya gitmektir, vurgulanan.

SHP için sorun nedir? Önce onu koymak gerekiyor. “ Türkiye ut gitmektedir. Bunun önlenmesi iç Dikkat edelim, gitmek ya da gitrr değil, ucuza ya da pahalıya gitm vurgulan.

ABD ve Türk hükümetleri arasında ek anlaşma ile ilgili görüşmeler. 1985 sonun­ da başlamıştı. 1986 Aralık ayında ek an­ laşma parafe edildi. Nihayet, Dışişleri Ba­ kanı V.Halefoğlu 12 Mart’ta imza töreni için Amerika’ya gidiyor. E.İnönü'nün Cumhurbaşkanfndan olaya elkoyması için (imzanın geciktirilmesi şeklinde), Cumhurbaşkanıyla görüşmesi, Bakan’ın hareketin­ den iki saat önceye rastlıyor. On dört ay bekleyip de herşeyi son iki saate sığdırma çabası, muhalefet olma iddiasındaki bir si­ yasal parti için korkunç bir ikiyüzlülük de­ ğil mi? İnönü ciddiyetsizliğinin diğer bir bo­ yutu da C um hurbaşkanı’nın "b en karışmam” demesi üzerine ortaya çıkıyor. “Böyle söyleyeceğinizi tahmin ediyor­ dum." Şimdi, doğal olarak. SHP bizim ge­ leceğim izi tem sil etm ediği için ed em ey eceğ i için. "B ö y le yapmamalıydılar" demiyoruz. Tam tersi, kendisini teşhir etmeyi ne kadar iyi bece­ rir ise Türkiyeli çalışan sınıflar için, o denli yararlı olacaktır diyoruz. Kıbrıs ile ilgili gelişmeler sırasında veri­ len demeçlere bakalım. "Bizi, kendimizi ko­ ruyabilen. güvenilebilen bir ülke olduğu­ muz için NATO’ya aldılar. Bu hüviyetimi­ zi koruyoruz. Ama böyleyiz diye devamlı sömürülmemizi de kabul edemeyiz." S or­ mak gerekir: Kendini koruyabilen bir ülke­ nin ortak birsavunma-saldırı blokunda işi ne? Sonra: Türkiye NATO’ya. katıldı mı alındı mı? Aynca. sömürünün devamlı ol­ masına karşı çıkılıyor, kesikli bir sömürü yeğleniyor olsa gerek. İşte SH P. Bütün bunlar birer dil sürçmesi midir. Sürüyor: “Böyle giderse anlaşmayı feshetmek zo­ runda kalırız.' Sonra ne olacak? Üsler ve nükleer silahlar beş yıldan önce sökülüp götürülecek mi? Ülke içinde yaratılan de­ ğerlerin tekel kasalarına akması duracak mı? Dahası var: böyle bir kararı olan hü­ kümet ne kadar işbaşında kalabilecek9 Uygulamaya yönelik anlaşmaların hiç konuşulmadığı ve 1 9 9 0 ’da (olası bir SHP iktidannın dahi) yenilenecek olan anlaşma­ ya nasıl kuzu-kuzu imza atmak zorunda ka­ lacağını düşününce, yanıtını bildiğimiz hal­ de yeniden sormadan edemiyoruz: Bu

g ü rü ltü -p a tırtı n iye? DİPNOTLAR 1 2. 3. 4. 5. t>. 7 >

Yem Forum. Savı 182. 1 Nisan 1Q8 ? Yeni Forum. Sayı 183. lö Nisan 1987 V.Î.Lenin. Emperyalizm. S h .149 Hürriyet Gazetesi. 20 Nisan 1987 Cumhuriyet Gazetesi. 18 Mart 1987 Haftaya BAKIŞ. 12 Nisan 1987 Milliyet G Yatçın Doğan, 15 Kasım 198t» Cumhuriyet G HavJaı 1ııııç kanat İkili Anlaşmaların İçi u.*ıı


“ 11. T e z” ve “ G elenek” dergilerinin eleştirisi

TÜRKİYE FİNANS-KAPİTAL İNİN SANCILI KAMBURU

TARIM SORUNU: Mehmet YILMAZER

22

“Toprak Reformu” ya da finans-kapital politikacılarının sevdiği haliyle “tarım reformu” her krizli momenue politika gün­ demine gelir. Fakat 12 Eylül, 12 Mart ka­ dar olsun “toprak reform yla” uğraşma mıştır. Toprak sorununa dokunulduğunda nasıl tepkilerin kıpırdadığını asker pratik de­ neyiyle elli yıldır bilmektedir. Ancak sorun çözülmedikçe gündemden kalkmayacaktır. Türkiye burjuvazisi, cılız ve antika köken li asalak yapısından dolayı, 1920’lerden be ri kırdaki derebeyi artıkları sorununa do­ kunamamıştır. Batı’da burjuva devrimleri kırda derebey artıklarını temizledikleri öl­ çüde kapitalizmin “özgür” gelişimine yol aç­ mışlardır. Bizde “burjuva devrimi” liman­ lardaki yabancı şirket ajanı Levanten Bur­ juvaziyi ve onların irili ufaklı dağıtım ağı olan Ermenileri tasfiye etmekle yetindi. Oysa Osmanl'iığm Kesim Düzeni, bü­ yük toprakların sar«y tarafından vergi kar­ şılığı kesimcilere devredildiği bir toprak dü­ zeni yaratmıştı. Kurtuluş Savaşı, ilk yılla­ rında birkaç “sarıklı kelle"yi uçurmuş olsa da, bu düzene esasında dokunmamıştır “Ayan” takımı Kurtuluş Savaşı’nın sinik, güdücü egemen zümreleri içinde yer almış, meclislere girmiş, hatta ilk Finans-Kapitaî yuvası İş Bankası’mn kuruluşuna katılmış, Ziraat Bankasfnın pratik güdücüsü olmuş­ tur. Böylece kırda kapitalizmin gelişmesi de­ rebey artıklarının binbir engellemesiyle en sancılı biçimde bir gelişme yolu izlemiştir. Bu sancı, kriz günlerinde kendini çeşitli bi­ çimlerde ortaya koymaktadır. Şimdilerde Özal Hükümeti, bir tarım re­ formundan söz ediyor. 12 Eylül ekonomik uygulamalarının kırda yükselttiği sancı, kendini iyice hissettirmeye başlamıştır. Dolayısiyle köylü sorunu henüz pek cılız da olsa siyaset gündemine pratik olarak uzun bir suskunluktan sonra yeniden girmekte­ dir.

dağıtımı” (örneğin 12 Mart’m ilk hüküme­ tinde 1 l ’lerin çabas) talebine vardığında ise büyük kıyametler kopmuştur. Demirel’in ünlü deyimiyle “kimin toprağı kime dağı­ tılacaktır!” Finans-Kapital’in tarım sorununda tavrı elli yıldır son derece açıktır. Kredi ağı, ta­ ban fiyatları uygulaması, tarım makinalan kullanımı, vergi muafiyetleriyle özellikle 1 950’lerden sonra tanmda finans-kapital tarzı bir reform yapılmaktadır. Toprak bey­ leri ağır ve sancılı yollardan burjuvalaşmakta, zengin köylü palazlanmaktadır. Sol çevrelerde soruna karşı “yeni” tavır alışlar ise ortamın düşünce kısırlığına denk düşen sığlıkta ve geriliktedir. 11. Tez, iddialı isminin tam tersi yönde davranıp tanm ilişkilerinin en kaba yorum­ lam asıyla kendisini sınırlamış, kır müca­ delesinde durumu değiştirecek somut hal­ kalar yakalama yeteneğini gösterememiş­ tir. Kautsky ve Lenin’in kırda “küçük üre­ ticiliğin tasfiyesi” tezinin aradan “80-90 yıl geçmesine” rağmen gerçekleşmediği tesbitini yaptıktan sonra, “tarımda ana eğilim”in “sermayenin tarımı boyunduruk al­ tına alması” olduğu keşfini yapar. (11 Tez Kitap 4 s .207) Gelenek ise, “3 ,6 milyonu aşkın işletme­ nin 3 ,4 milyonu nüfusu 5 0 0 0 ’den az olan yerlerde yerleşik” olduğu istatistik gerçek­ liği karşısında tipik bir aydın karamsarlığıyla şu yakınmayı ileri sürmeden edemez. “Bu en azından kültürel gerilik ve gelenekseldinsel ideolojik güçlerle çok yakın temas anlamına geliyor.”! (Gelenek, Mart 87) Bu tezlerin zavallılığını ortaya koymadan önce, sorunu kaba görüntülerden kurtar mak için bizde köylü sorunun maddi temel­ lerini en özet biçimde ortaya koymalıyız.

Köylü hareketindeki dinginlik kimseyi yanıltmasın. Dünyayı yorumlamakla yetinmeyip, değiştirmeye tutkun olanlar için keskin objektif farklılıklar, olayları bilinçli bir şekilde yönlendirmek için hareket ettirici manivelalardır.

İlk yapılması gereken tesbit, bizde kırda kapitalizmin “Prusya 1ipi' bir gelişim çizgi­ si izlemiş olmasıdır “Serilik kalıntıları, ya toprak beyi eko­ nomisinin değişmesinin sonucunda, ya da toprak beylerinin latifundalannm tasfiye edilmesi sonucunda, yani ya reform, ya da devrimle temizlenebilir. Burjuva gelişim bü­ yük toprak sahipleri ekonomisinin liderli­ ğinde yürüyebilir, zamanla giderek burjuvalaşır ve feodal sömürü metodlan yerine burjuva sömürü metodlan geçer. Aynı ge­ lişim, devrimci bir yoldan küçük köylü eko­ nomisinin liderliğinde de yürüyebilir, sos­ yal organizmadan feodal latifunda “urunu” kazır ve o zaman onlar olmaksızın kapita­ list ekonomi yolunda gelişir. “Objektif olarak mümkün burjuva devriminin bu iki yoluna sırasıyla Prusya ve Amerikan tipi diyeceğiz.” (Lenin, Birinci

Öte yandan, sol çevrelerde 1968’lerdeki popülerliğini yitiren “köylü sorunu", bu­ günlerde 11. Tez Kitap Dizisi’nde ve G e­ lenek dergisinin sayfalarında yeniden bir canlılık kazanmıştır. Türkiye Finans-Kapitali kırdaki sorunu daima “tarım girdi fiyatları”, “taban fiyatları” gibi noktalarda odaklaştırmış. olay bundan öteye en masum bir “toprak

KIR FACİAMIZIN ÜÇ TEMEL ÖZELLİĞİ

Rus Devrimınde Sosyal Demokrasinin Ta­ rım Programı) Bu tesbit krlanrnızdc- “feodal artıklarının mı, kapitalist ilişkilerin mi egemen olduğu skolastik tartışmasına en kesin cevabı ve­ rir. Kırda kapitalizmin geliştiğine, özellikle 1950’lerden sonra hızla geliştiğine ve kır üretim ilişkilerinde kapitalizmin kesin ege­ men olduğuna hiç şüphe yok. Ancak bu yol en sancılı, köylüyü en kahredici koşul­ larda bırakan, üretim güçlerini israf eden bir yoldur. Bütün küçük ve orta köylülük büyük toprak sahipleri ve tefeci-bezirgan ağının pençesindedir. İkinci tesbit, toprak dağılımı konusun­ da yapılmalıdır. Kirda üretim araçlarının ba­ şında toprak gelir. Kırdaki toprak dağılımı­ na baktığımızda çok çarpıcı bir tabloyla kar­ şılaşırız. . Bin dönümden fazla toprağa sahip olan üçbin civanndaki toprak beyi kır işietmeieri içinde % 0.1 gibi müthiş bir azınlık olma) ¡ri­ na rağmen toprakların % 15, 6 ’sına sa h ip ­ tirler. Ve sahip oldukları ortalama , alanı 15 bin dönümdür. Öte yanda. 2 milyon yoksul köylü ailesi (50 dönür . âz toprak işlerler) işletmelerin % 7 0 ,5 in. meydana getirirken toprakların yalnızca % 19,5ine sahiptirler. Hemen hemen üç bin toprak beyi, 2 ,5 milyon yoksul köylü ailesinin bütününün sahip olduğu kadar toprağa sahiptir. Eğer 500 dönümden fazla toprağı elinde tutan büyük toprak sahiple­ rinin bütününü dikkate alırsak, işletme sa­ yısı içinde 0 1 ,1’lik bir yere sahip oldukları halde, toprakların % 2 7 ,2 ’sini ellerinde tut­ maktadırlar. 35 bin büyük toprak sahibi ne­ redeyse yoksul köylü topraklarının tümü­ nün 2 katı toprağa sahiptir. (1973 Tarım Sayımı) Tarımda toprak dağılımının iki zıt kutbu böyledir. Büyük toprak sahipleri ellerindeki toprak tekeliyle kırda kapitalizmin özgür ge­ lişmesine en büyük engeldir. Bizde büyük toprak sahibi, toprağının en verimli bölü­ münü kendi işler, diğer geniş topraklarınya kiraya, ya yarıcıya verir Üretici çiftç. den çekilip alınan toprak rantı payı 1950lerde % 8 ,6 iken, 1969’da % 27 ye çıkmışîtr. (Gülten Kazgan, Tarım ve G e­ lişme) Toprak tekeline Ödenen bu h ara­ cın son yıllarda daha da korkunçlaştığı açıktır. Bu tabloya rağmen bizde günlük basın­ da “tarım sorunu”nun her öne çıkışında ya taban fiyatları, ya da gübre fiyatları konu edilir. Toprak sorununun üzeri binbir demogojiyle örtülmeye çalışılır. Tanm girdi­ leri ve taban fiyatlarından etkilenen köy­ lü, daha çok orta ve zengin köylülüktür. Onların sesinin yoksul ve topraksız köylü lükten daha fazla çıkması çok doğaldır. An cak bu görüntü kırlanmızdaki gerçek faci­ anın üstünü örtemez. Kır gerçekliklerimi­ zin en kaba incelenmesi bile 3 milyona ya­ kın yoksul köylü ailesinin toprak sorunu-


nu en kör göze batırabilir. Üçüncü önemli sorun, tefeci-bezirgan sermayenin kırdaki egemenliğidir. Tanm da “borç para kaynaklarının % 4 4 ,5 ’i ban­ ka ve kooperatiflerden, % 5 5 ,5 ’i şahıslar’’dandır. (Türkiye Tarımında Sermaye ve Kredi Sorunlan 1. Aksöz) Küçük köylü için bankanın yolu kapalıdır. Kredi için “kefil” engeli onu tefecinin kucağına iter. Tefeci­ ye düşen küçük köylünün pek çoğunun ta­ pusu kendi ellerinden çıkıp tefecinin çek­ mecesine girer. Fakat tefeci sermaye üretim zahmeti ye­ rine faiz vurgunuyla beslendiği için eiinde topladığı topraklarda eski sahiplerini ortak­ çı olarak çalıştırmayı tercih eder. Yoksul köylü aileleri için toprak geçim umudu ol­ maktan çoktan çıkmış, onları köleleştiren bir cendere haline gelmiştir. Kır gerçekliğimizin bu üç temel özelliği­ ni tesbit ettikten sonra 11. Tez ve Gelenek kitap dizilerinde sorunun ele alınışını irde­ lemeye çalışalım.

“ KÜÇÜK KÖYLÜLÜĞÜN TASFİYESİ” Sorunun önemi nereden kaynaklan­ maktadır? Kapitalizmin kırda gelişme yasalanndan birini kabaca tesbit etmek için hiç te bilimsel sosyalist olmaya gerek yok­ tur. Sorun, bu yasanın işçi sınıfının müca­ delesi açısından ne anlama geldiği ve ona hangi yollan gösterdiğindedir. Soyut dü­ şünce idmanları kişi ruh halini belki tatmin edebilir ancak, mücadele açısından pratik değeri hiçtir. Z. Aydın, uzun “Tanm Sorunu ve Azge­ lişmiş Ülkeler" (11. Tez Kitap 3-4) ince lemesinde pekçok yazarın düşüncelerini alt alta eklektik bir tarzda sıraladıktan sonra yalnızca 4 -5 sayfada kendi düşüncesini or­ taya koymaya çalıştığında yazının “bilgi bolluğu” birdenbire bayağı tekrarlamalara dönmektedir. Bakalım. Z.Aydın, önce Lenin ve Kautsky'nin te­ zini son derece pratik bir şekilde çürüte­ rek yola çıkar. "Kautsky ve Lenin'in eserlerini yayınla­ masından bu yana 80 -9 0 yıl geçmesine rağmen, küçük üreticilik tasfiye olmamış­ tır. Hatta kimi yazarlara göre, küçük üreti­ cilik sayısal olarak artmıştır." (Z. Aydın. Ta­ rım Surunu, 11 Tez Kitap 4) Bu basit, pra­ tik tesbit zengin düşünce vitrinine sahip ya­ zarımızın aklına “iki düşünceyi" getirmiştir. Ya “tasfiye süreci için 80-90 yıl" yeterli de ğildir. Ya da "tasfiye görüşü bugünün so­ mut koşullarını açıklamakta yetersizdir " Bu sözde eleştiri, kırda kapitalizmin ge­ lişmesi sorununda bilimsel sosyalist teori­ nin kaba davranışından, bayağılaştırılmasırıdan öteye bir anlama sahip değildir. Y a­ zar bir adım daha atıp, şehirde küçük üre­ timin Marx’tan bu yana hâlâ tasfiye olma­ dığını tesbit ettikten sonra. Marx’i da ya­ lancı çıkarabilirdi. Ne Marx, ne Kautsky. ne de Lenin, “kü çük üreticilerin yıkımı" sorununu basit ve mutlak bir süreç olarak kavramışlardır. Kır­ da kapitalizmin gelişmesi kır nüfusunda şe­ hirler lehine bir azalma yaratır ve tarımda büyük modern üretim lehinde küçük ge­ leneksel köylü üretimi yıkıma uğrar. Kapi­ talist anayurtlarda, özellikle İngiltere ve Amerika'da bu süreç en çıplak biçimde ya­ şanmıştır. Tarımda kapitalizmin gelişmesinin anla­ mı kırda sabit sermaye yatırımının artma­ sıdır. Ancak bu koşulda geleneksel üretimle

modern üretim arasındaki fark belirginle­ şir ve küçük üretim yıkıma uğrar. Dolayı­ sıyla olay büt a Öyle kapitalizmin gelişme seviyesine bağlıdır. “Küçük üretimin dayanıklılığı” tezi Lenin ve Kautsky’nin 1 9 0 0 ’lerde şiddetli eleştir­ dikleri bir görüştü. Z. Aydın küçük üretimin tasfiye olmak yerine “sayısal olarak art­ tığını" söyleyerek aynı görüşü mü savunu­ yor? Rakamlann kaba görüntüsü Z.Aydın’ı doğruluyor. Bizde 5 0 dönümden aşağı toprak işleyen köylü aileleri 1950’de 1,5 milyon iken 1 9 7 3 ’te 2 ,2 milyona çıkmış­ tır. Fakat aynı zamanda 2 0 0 -5 0 0 dönüm arası toprak işleyen zengin köylülükte 100 binden 115 bine çıkmıştır. Buna karşılık or­ ta köylülükte 8 1 4 bin aileden 771 bin ai­ leye bir azalış yaşanmıştır. Kırda kapitaliz­ min gelişmesi köylüyü iki uçta biriktirmek­ tedir. Ancak bu gerçekliğin bir yüzüdür. 1975 nüfus sayımına göre kırda tüm faal nüfu­ sun % 7 5 ’i mevsimlik işçidir. Yani küçük köylü her fırsatta işletmesinden kopmak­ tadır. Aynı gerçekliği küçük işletmelerin ge­ lir durumu da göstermektedir.

da metalaşma sürecinin hızlandınlması”dır, diyerek bir ve aynı sürecin iki yönünü bir­ birine zıt olgularmış gibi koymaktadır. “Kırsal alanda metalaşma sürecinin hızlandırılması” ne anlama gelir? En başta modern üretim araçlarının tarımsal üreti­ me şu ya da bu ölçüde girmesi demektir. Yoksa köylünün pazardan “gaz ve şeker” alıp, buğdayının bir kısmını satması değil­ dir. Tarımda “metalaşma sürecinin hızlan­ masının”, modern kapitalizm açısından esas anlamı; makinalaşmadır. Bugün kır­ larımızda 6 0 0 bin traktör vardır. Ve kırla­ ra makina akınmın 1 9 5 0 ’lerden sonra hız­ landığı bilinen bir gerçektir. Öte yandan traktör sayısı ile köylü işletmelerinin sayı­ sını karşılaştırırsak şu gerçeklik ortaya çı­ kar. Büyük toprak sahibi, zengin köylü ve orta köylü ailelerinin toplamı 4 1 5 .5 8 2 ’dir. Her işletmenin bir traktörü olduğunu var­ sayarsak. küçük köylü ailelerinin ancak 200 bini makina sahibidir. Geriye kalan 2 ,5 mil­ yonu aşkın yoksul ve küçük köylü ailesi makinasızdır. Bu gerçekliğin en belirgin sonucu ise, yoksul köylü işletmelerinin rekabet şansı ol­ madığı için iflasa itilmesi, proleterleşmesi ya da yarı proleterleşmesidir. Bugün kır-

Hane Halkı Parasal Gelir Türleri (% ) İşlenen alan (Dönüm) 1-50

Öz üretimden Satış 5 2 .7

Ticaret 5 .0

(Kaynak: DİE, 1981)

Yoksul köylünün “ticareti” ancak türe­ di işler, “karşılıksız gelir”i, Almanya'daki ya­ kınlarının yolladığı para olabilir. Böylece yoksul köylü işletmesi gelirinin % 4 6 ’sını bizzat ücret'le sağlamaktadır. İşte “sayıca artan” küçük işletmelerin tablosu! “En küçük çiftliklerin sayılanndaki artış yoksulluk ve proleterleşmede muazzam bir artışın belirtisidir; çünkü iki hektarın altın­ daki alana sahip olan çiftlik sahiplerinin ezi­ ci çoğunluğu, tek başına tarımda geçimle­ rini temin edemediklerinden, yardımcı bir iş aramak zorundadır.” (Lenjn, Tarım S o ­ runu ve Marx’ın Eleştirmenleri) Z.Aydın, bilimsel sosyalizmin kırda köy­ lülüğün farklılaşması ve küçük geleneksel üretimin yıkımı tezlerini “bugünün somut koşullannı" açıklamakta yetersiz bulmakta­ dır. Kendi yeterli bulduğu görüşlerini ise şöyle formüle eder: “Toprak mülkiyetini belli ellerde yoğun­ laştırıp köylülüğü dolaysız bir şekilde pro­ leterleştiren yol, kapitalizmin tarımla ilişki­ lerini geliştirirken takip ettiği temel yol de­ ğildir; aksine bu yol bir istisnadır... Tarım­ da ana eğilim, sermayenin tarımı boyun­ duruk altına alması biçimindedir... “Hane üreticilerinin sayısal olarak ço­ ğunlukta olduğu bir toplumda, sermaye için sorun bu üreticilerin proleterleştirilmesi değil, kırsal alanda metalaşma sürecinin hızlandırılması, yani üretim araçları ve ge­ rekse tüketim malları açısından pazara ba­ ğımlılıklarının yoğunlaştırılmasıdır.” (ay) Kapitalist anayurtlar için geleneksel kü­ çük üreticinin tasfiyesi bir istisna değil ku­ raldır. Bu açık. Ancak geri ülkelerde kapi­ talizmin gelişim seviyesi bu süreci çok san­ cılı hale getirmiştir. Gerçek modern sana­ yinin gücü olmadıkça kırda küçük üretim yatalak bir şekilde de olsa yaşamaktadır. Fakat Z.Aydın “sermaye için sorun bu üre­ ticilerin proleterleştirilmesi değil, kırsal alan­

Ücret 3 1 .0

Kira 1 .3 '

Karşılıksız Gelir ÎÖ.O

Toplam 100

larımızdaki “tüm faal nüfus" içinde her 100 kişiden 12’si işçi, 7 5 ’i de mevsimlik işçidir. Küçük köylünün proleterleşmesi ya da yarı proleterleşmesi kırda “metalaşma sürecini" yavaşlatır mı? Aksine hızlandırır. Z.Aydın’ın sandığının tam tersine serma­ ye hem “metalaşma sürecini" hızlandırıp, hem de proleterleşmeyi yavaşlatamaz. An­ cak bu proleterleşmeyi sanayi ya da mo­ dern tanm ememezse, elbette ki bu iş-gücü tarımda değer yaratamaz asalak haline ge­ lir. Acı gerçekliğimiz de budur. Z. Aydm’ın kırda kapitalizmin gelişim sü­ recini hatalı kavrayışı onu yanılgısının odak noktasına götürür: "Hanenin kapitalizmin denetimine girmesi demek, bir farklılaşma­ nın olması ve küçük üretimin silinip gitmesi demek değildir. Sınıfsal anlamda köylülü­ ğün farklılaşması meta üretiminin yoğun­ laşmasının bir başka boyutudur. Ama bu yoğunlaşmanın zorunlu bir ön koşulu ve­ ya sonucu değildir. Meta üretimi kimi so­ mut koşullarda farklılaşma doğurur ama ki­ mi koşullarda da doğurmayabilir." (ay). "Kapitalizmin denetimi" altına giren fa­ kat “farklılaşmayan” bir köylü ekonomisi. Z.Aydın’ın Kautsky ve Lenin'i çürüttükten sonra vardığı sonuç budur. Yazar, meta üretiminin "kimi somut koşullarda" farklı­ laşma doğurduğunu söylese de bu koşul­ ları nedense açıklamıyor. “Sermayenin köylü ekonomisini dene­ timi altına" aldığını söylemek 1950'ler Türkiye'sinde belki bir değer taşıyabilirdi, fakat 1980'ler Türkiye’sinde kaba görün­ tünün bayağı bir tekrarından öteye bir an­ lama sahip olmamakla kalmaz, kırda yıl­ lardır derinleşen farklılıkları örtmek gibi ge­ rici bir rol oynar. Yeterli toprağa sahip orta köylülük KöyKoop hareketiyle "sermaye denetimine" karşı “ucuz kredi ve makina” parolasını yükseltirken, yoksul ve küçük köylü top-

11. Tez kırlarımızdaki farklılaşmayı görmüyor. Gelenek ise, var olan farklılaşmanın ayrı tepkiler doğurmayacağını, din çağrılarının ortak bir alıcı bulacağını savunuyor. 1965’lerin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, bazı aydınlarımızın köy gerçekliğimizi kavrayışı 1960 öncesine gerilemiştir. Şaşırmıyoruz.

23


rak işgalleri ve Almanya’ya göç'le tep­ kisini açığa vurmuştur. Bu tepkilerin ara­ sındaki farklılığı örten her değerlendirme kır sorunu karşısında liberal gevelemeler­ den öteye geçemez. Köylü hareketindeki dinginlik kimseyi yanıltmasın. Dünyayı yorumlamakla yetin­ meyip, değiştirmeye tutkun olanlar için keskin objektif farklılıklar, olaylan bilinçli bir şekilde yönlendirmek için hareket ettirici manivelalardır.

KÖYLÜLÜK: “ GERİCİ İDEOLOJİLERİN DEPOSU MU?

SORU

Olmadan yığınların bilgeliği nasıl kurulur yeni düzen? Bulamaz çoğunluğa uyan yolu kendinden kopamayan. Büyük üstatlar, hey, büyük üstatlar, dinlemeyi düşünün konuşurken' B.Brecht

ÜSTAD, ÖĞREN!

Haklıyım, dem e sık sık. üstad! Öğrencin de görsün, bırak. Zorlama gerçeği■ Gerçek zora gelmez. Konuşurken dinle biraz! B.Brecht

24

Gelenek köyden şehirlere hızlı nüfus ka­ yışını rakamlarla sergiledikten sonra şu tesbiti yapar: “Yapının ne denli bir hız içinde değiştiği açık olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’nin ya­ pısal olarak o eski ve seviyesiz ‘feodal-yarı feodal’ türü tartışmaları ve MDD tipi ‘ön­ koşulları’ şiddetle tasfiye ettiğini söyleyebi­ liriz. Nesnellik, ‘umudu’ köylerden kentle­ re taşımak durumunda.” (Gelenek, Mart 87) “Umudu” kentlere taşıdıktan sonra kır­ lara ne kalıyor? “Birtakım yanılsamalara, tatlı da olsa esaretin gereği yok, kırsal kesim, içinden çı­ kardığı nitelikli yenilikçiler hariç, toplam olarak dinginliği, yani kuruluşu, eski olan­ da arayacaktır.” (ay) Kırda gelecek için “umut” yok, “eskiye” tutkunluk vardır. Gelenek kırın karanlığı­ na bakınca böyle bir sonuca varmadan edemiyor. “3 ,6 milyonu aşkın işletmenin 3 ,4 milyonu’nun 5 0 0 0 ’den az nüfuslu yerlerde ol­ ması Geleneğin böyle bir sonuca varması­ na yetmiştir. Hatta daha da ileri giderek kır­ daki farklılaşmanın tepkilerde bir farklılaş­ maya yol açmayacağı iddiasındadır. “Yaklaşık 228 milyon hektarlık tanm ala­ nının 171 milyonu orta-büyük işletmelere ait. ‘Kulaklar’ ağırlıkta. Fakat ideolojik saplantılann burada küçük veya büyük işlet­ me üyelerine göre bir farklılık taşıdığını söy­ lemek iyimserlik olur... küçük ve orta bü­ yüklükteki işletmelerin, tarımda yaşanan genel bunalım, düşen gelir düzeyi karşısın­ da aynı, diyelim benzer bir ‘reaksiyon’ üre­ teceğini söyleyebiliriz. Din ve gelenek tonlu her frekanza duyarlı bir ‘alıcılar ordusu’ gündemdedir.” (ay) 1968’lerin köylü popülizminin karşısına 1980’lerde, Gelenek, ne yazık ki aydın ka­ ramsarlığından öteye bir alternatif koyama­ mıştır. Köylü, Osmanlılıkta “reaya” (güdülen) idi. Cumhuriyet bu gelenekcil tavn çok faz­ la bozmamıştır. Köylü yüzyılların durgun akışında elbette ki eskiye tutkundur. “Din ve gelenek” köylünün kendiliğinden ide­ olojisidir. Bunlar açık. Buna rağmen dinin abartılarak öne çı­ kartılması ve tarikat örgütlenmelerinin canlı tutulmasının nedeni nedir? 1950’lerde hız­ lanan kırda kapitalizmin gelişmesinin do­ ğurduğu farklılaşmalar, geniş kopuşmalar yaratmıştır. Dln’ln abartılması, bu kopuşmalara karşı Finans-Kapitalin biçare sigor­ tasıdır. 1968’lerdeki toprak işgallan MDD’ci gençlerin “tatlı yanılsamalan”nın zorlama­ sıyla açıklanamaz. Ecevit’e “Toprak işleye­ nin su kullananın” parolasını attıran bir sos­ yal gerçeklik vardır. En son Köy-Koop, or­ ta köylülük seviyesinde olsun kırdaki geri­ ci Finans-Kapital, tefeci-bezirgan ağından

bir kopuşma çabasıydı. Köydeki farklılaşmanın siyaset suyunun üstüne çıkması şehirlere kıyasla elbette ki çok yavaştır. Üstelik bizde geniş köylü ha­ reketleri, Kürt isyanlannı karekter farklılı­ ğından dolayı ayırırsak, çok seyrek ve za­ yıftır. Neredeyse en son ve en büyük çal­ kantı Celali isyanlannda kalmıştır. Köylü­ lüğün tabii örgütlenmesi olan ilkel komüna gelenekleri kapitalizm tarafından kemirildikçe topyekün davranış yeteneği zayıf­ lamaktadır. Fakat gelişim demokratik köy­ lü hareketini yaratacaktır. Köylülüğün bir kesimi, özellikle 1960 sonrası finans-kapital. tefeci-bezirgan ağın­ dan kopuşmuştur. Köylü hareketini daha ileri noktalara götürmeye “umut” Ecevit ve CHP’si yetemezdi. Bugün gericiliğin “tür­ ban” senaryosu aydınlarımızda böylesine köklü karamsarlıklar yaratabiliyorsa bu du­ rumun umutsuzluğunu değil, onların sınıf bağstzlığmı gösterir. Proletarya küçük köy­ lülüğü mücadelesine kazanacaktır. Bilinir, 1905 devriminden sonraki yenilgi yıllarında proletaryanın köylülükle ittifakı­ nı sağlamak için “tanrı yapıcılan” eğilimi tü­ remiştir. Bu, köylü gericiliğine tipik bir tes­ limiyetti. Bizde de bu konuda bazı tipik ge­ lişmeler vardır. Gelenek, bu yolda Birikim ve YeniGündem’i örnek gösteriyor. Doğ­ rudur. Ancak aynı yenilgi yıllarında “tanrı ya­ pıcıları" dışında bir başka eğilim daha şe­ killenmiştir. Troçkizmin devrimde köylülü­ ğün rolünü inkâr eden görüşleri köylü ge­ riliğine teslimiyetin zıt yönden kendini or­ taya koymasıydı. Gelenek, “kırsal kesimin”, “geri ideolo­ jilerin deposu” olduğunu tesbit etmekle hiç de yeni bir şey söylemiş olmuyor. Bu, “te­ mel güç köylülükle uzun halk savaşı” öz­ leyenlere bir uyarı mıdır? Fakat, onlar hiç değilse köylülüğü gericiliğin ağlanndan ko­ parmak gibi bir devrimci çaba içindeler. Sizler, “umudu kentlere” taşıyıp, köylüğü gericiliğin ağlarına terketmekte finanskapitale rahat bir soluk aldırmış oluyorsu­ nuz. Ülkemizde köylü sorununun ihmali, köylülükle ittifak sorununun inkân kişiyi en bayağı liberalizme kadar sürükler. Çünkü ittifak ufkundan yoksul ve küçük köylülü­ ğün silinmesi, ittifak gücü olarak gündeme “kent” orta tabakalarını getirir. “Kentli” orta tabakaları ise hiçbir siyaset liberalleşmedikçe kazanamaz. Ve mücade­ lenin pratik gücü açısından, en son tahlil­ de orta tabakalar fazla bir değer taşımaz. Ancak geniş yoksul köylü yığınlan FinansKapital iktidannın kırlardaki ayağını kırabi­ lir. Özal iktidarının, tarım reformu ninnile­ riyle, Finans-Kapital ağlanndan kopmaya çabalayan köylüleri tutmaya çalıştığı bir or­ tamda kırlar: “geri ideolojilerin deposu” ilan etmek bir gerçekliği tesbitten çok, geriliğe teslimiyet anlamını taşır. “Büyük ve küçük işletme üyeleri”nin “ta­ rımda yaşanan bunalım”a aynı “din ve ge­ lenek tonlu” tepki üreteceğini söylemek, yoksul köylülüğü kır zenginlerinin tahak­ kümüne terketmek anlamına gelir.

SONUÇ 11. Tez kırlanmızdaki farklılaşmayı gör­ müyor, Gelenek ise, var olan farklılaşma­ nın ayn tepkiler doğurmayacağını, din çağ-

rılannın ortak bir alıcı bulacağını savunu­ yor. 1965’lerin üzerinden 20 yıl geçmesi-, ne rağmen, bazı aydınlanmızın köy gerçek­ liğimizi kavrayışı 1960 öncesine gerilemiş­ tir. Şaşırmıyoruz. Mücadeleye, işçi sınıfı açısından baktığı­ mızda kırlardaki farklılaşma aşın derecede önem taşır. Çünkü proletarya kırda hangi sürükleyici halkayı yakalayacağını bilmeli ve bu temelde kendine müttefik güç kazanabilmelidir.

Gelenek, “kırsal kesimin” “geri ideolojilerin deposu” olduğunu tesbit etmekle hiç de yeni bir şey söylemiş olmuyor. Bu “ temel güç köylülükle uzun halk savaşı” özleyenlere bir uyarı mıdır? Fakat, onlar hiç değilse köylülüğü gericiliğin ağlarından koparmak gibi bir devrimci çaba içindeler. Sizler, “umudu kentlere” taşıyıp, köylülüğü gericiliğin ağlarına terketmekle finans-kapitale rahat bir soluk aldırmış oluyorsunuz. Oysa 11. Tez ve Gelenek bu yolu seçmemiştir. Seçemezdi de. Kırdaki farklılaş­ mayı görememek insanı Finans-Kapitalin tanm politikası zeminine sürükler. Problem, “taban fiyatları, tarım girdi fiyatları” soru­ nuna indirgenir. Böylece bayrağı, liberal politikalann ağında salınmak kaçınılmaz olur. Hareket öne doğru daha kompleks adımlar attıkça böyle geriye doğru anafor­ ların ortaya çıkması bizleri şaşırtmıyor. He­ nüz mücadele önemli bir yükseliş göster­ medi. Fakat 12 Eylül deneyi herkese önü­ müzdeki günlerin çok daha kompleks gö­ revlerle yüklü olduğunu göstermiştir. Bu ağır yükü şimdiden sezip görevleri ilkelleş­ tirmek isteyenler aydınca gevezeliklerle kendilerini tatmin edebilirler. Ancak hare­ ket ileriye doğru her adım atışında böyle safraları bordasında denize fırlatıp, kendi manevra kabiliyetini yükseltecektir.


Arslan Başer Kafaoğlu İle Söyleşi

SOVYETLER’DE NELER OLUYOR? — Sovyetlcr Birliği’nde “Gorbaçov reformları” olarak da bilinen yeni uygula­ malar, bugün dünya politikasının en çok tartışılan ve üzerinde en çok spekülasyon yürütülen konularından biri. Yeni düzen­ lemeler Türkiye’de de ilgiyle karşılanıyor. Bu konuda siz bir kitap yayınlayarak bazı önemli Sovyet belgelerini kamuoyunun il­ gisine sundunuz. Şimdi, ilk olarak, yeni uy­ gulamaların temel karakterini izah edebilir misiniz? Bu reformlar, Sovyet toplumun un hangi ihtiyaçlanndan doğdu ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişimi açısından nasıl bir değer taşımaktadır? ABK - Bu reformlar, dünyada çok iyi anlaşılmış değil. Dış politika yazarlannca da çok iyi anlaşılmış değil. Özellikle bizim dış politika yazarları ne Amerika, ne de Sov­ yetler Birliği’ni çok iyi tanıyorlar. Çok ha­ ta yapıyorlar. Halbiıki, Amerika’yı ve Sov­ yetler Birliği’ni çok iyi iyi tanımak gerekir. Bu hatalara o yüzden düşülüyor. Bir ke­ re, Türkiye’de Sovyetler Birliği hakkmdaki yargılar, tamamen Batı dünyasının Kremlin uzmanı, Sovyetolog gibi isimlerle adlandırılan, aslında çok şey bilmeyen ki­ şiler tarafından verilmiş yargılara dayanı­ yor. Sovyet toplumunun, bir yere geldikten sonra bu yollara girmesi mukadderdi. Ne­ dir bu yollar? Bu yollar, bir kere, sosyaliz­ mi güçlendirmektir. Aslında Gorbaçov re­ formları, bazılarının belirttiği gibi sağa bir açılış değildir. Sola doğru bir güçlenmedir. Tarım politikasında Agro-endüstriyel kompleksler, devlet birimlerinde “work collectives” denen işçi komiteleri gibi yol­ larla sosyalist yönetim güçlendiriliyor. Y ö ­ netimin merkeziyetçiliği işçi tabanına doğ­ ru yayılmak isteniyor. Yapılan şey budur. Bir şey daha yapılmak isteniyor. Şimdi­ ye kadar solculukla özgürlükçülük birbiri­ ne zıt sayıldı. Halbuki, solculuk özgürlük­ çülüktür. Dünyada sol tabiri, daima özgür­ lükçü gruplar için kullanılmıştır. Meselâ, ta Fransız etajenerosunda... solculuk denin­ ce, daha özgürlükçü insan anlaşılmıştır. Henüz sosyalist teori kurulmadan, sol par­ tiler parlamentoya girmeden önceleri bile daha özgürlükçü olanlar, daha adem-i merkeziyetçi olanlar solcu kabul edilmiştir. Fakat, nedense sonraları “solculuk hürri­ yetle olmaz” düşüncesi yerleşmiştir. Tabi bunda Rusya’da yapılan 1917 Devrimine sağdan ve soldan gelen eleştirilerin payı ol­ muştur. Özellikle sosyalizme çok büyük hiz­ mette bulunan Rosa Luxemburg’un 1917 Devrimi sonunda kurulan proletarya dik­ tatörlüğüne yaptığı eleştiriler ve bu eleşti­ rilere karşı o zamanki Sovyet yönetiminin daha içine kapanması, bu sonucu getirmiş­ tir. Şimdi Gorbaçov’un yapmak istediği, işçi denetimini arttırarak, tarımda Agro-

endüstriyel kompleksler kurarak, bu şekil­ de verimliliği arttırmak ve demokrasiyle sosyalizmin birbiriyle çelişmediğini gösteren önlemler almaktır. Bunun büyük yaran ola­ caktır. Halkın kendisini iyice kavrayarak, aydınlanarak plan hakkında karar verme­ siyle, işçi başına verim artacaktır, artmak­ tadır. İkincisi, dünyada sosyalizmin imajı de­ ğişecektir, değişmiştir. Geçen seneki Gor­ baçov’un inandırıcılığı ile bu seneki Gorba­ çov’un inandırıcılığı birbirinden çok farklı­ dır. Hele iki sene önceki Gorbaçov’un inandırıcılığı bugünkünden çok daha fark­ lıdır. Demek oluyor ki, Sovyetler Birliği’nde, teknolojinin hızla ilerletilerek Batı teknolojisi ayarına getirilmesi, planlamaların işçi topIumlarının verdiği kararlarla yürütülmesi, tanmda makineleşmeye daha hızlı gidilme­ si, kompüterizasyonun daha hızlı büyütül­ mesi, hedef olarak konmuştur. Çağımızın işçisi bilgili olmak zorundadır. Bilgi de tek şey değildir. Bilgi olacak, hu­ kuk bilgisi de, siyaset bilgisi de olacak. Ama inisiyatif de olacak. Bunlar olmadan iyi iş­ çi olunmaz. — Gorbaçov burada özellikle halkın ide­ olojik formasyonunu yükseltmekten ve kit­ le inisiyatifini geliştirmekten söz ediyor. ABK- inisiyatifi olmayan işçi, iyi işçi de­ ğildir. Emek verimliliği ancak işçinin bilgisi ve inisiyatifiyle artar. Bilgi, aydınlatmayla olur ancak. G orbaçov reformlarının en önemli yönü açıklıktır. Açıklık olmayan yerde bilgi de olmaz, özgürlük de olmaz, sosyalizm de olmaz. Bence, Gorbaçov re­ formları, o eski kısır döngüyü kırmak için düşünüldü. Yalnız, buna Gorbaçov reformları de­ mek de yanlıştır. Aslında Sovyet Rusya’­ da değişiklikler Andropov’la başlamıştır. Andropov’un erken ölmesi, büyük talihsiz­ lik oldu. Fakat, Andropov’un kurduğu genç kadro, Çemenko zamanında da parti makinesine hakimdi, işçi komitelerinin ku­ rulması, aslında Çemenko yönetimi zama­ nında gerçekleştirilen bir reformdu. Onun için, tek başına Gorbaçov’un reformlan de­ mek yanlıştır. — Sanıyorum, Batı basınının bir zorla­ ması bu. ABK- Zorlaması, yanıltması, zehirleme­ si. Kastı bilgisizlikle önlemesi Gorbaçov’u işbaşına getiren reformlar, Gorbaçov’la başlamamıştır, Andropov’la başlamıştır, 5 ­ 6 seneliktir. — Efendim, Gorbaçov’un da dile getir­ diği gibi, özellikle Brejnev döneminde bi­ riken birtakım sorunlar var. Biraz önce siz onu kısır döngü olarak nitelendirdiniz. Bu kısır döngünün seviyesi neydi? Nerelerden kaynaklandı? Bunları izah edebilir misiniz? ABK- Efendim, bütün toplum düzenle­

yici kurallar, üretim güçlerine kopmamacasına bağlıdır. Sosyalizm, bunlan savunur, iyi yönetim, üretim güçlerini engelleme­ yen, onları en iyi pekiştiren yönetimdir. Yalnız, burada Stalin’in koymuş olduğu bir şey var. O, üretici güçleri olağanüstü bir düzenlemeyle arttırmış. Bunun da bir ne­ deni vardı. Faşizm geliyordu. İkinci Dün­ ya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğunu S ta­ lin çok iyi anlamıştı. Sovyet savunmasını hızla güçlendirmek ve sanayileşmeyi kısa zamana sığdırmak gerekiyordu. Demin de söylediğim gibi, bu olağanüstü bir düzen­ lemeydi. Üretim güçlerini zorlamak gere­ kiyordu. Ama, savaş bittikten sonra bunu başka bir yönetim biçimine değiştirmeye Stalin’­ in ömrü yetmedi. Belki Stalin de değişti­ rebilirdi. Ondan sonra da Sovyetler Birli­ ği’nde geniş düşünebilecek, filozof tabiatlı devlet adamı gelmedi. Stalin de, filozof ta­ biatlı, işin köküne inerek toplumu düzenleyebilen bir kişi değildi. Bir ölçüde Malen­ kov böyleydi. Fakat, bazı zaafları dolayı­ sıyla yıldızı çabuk kaydı. Stalin döneminde konulmuş kuralların toplumu ve üretici güçleri zorladığını, do­ layısıyla üretici güçlerden gerekli verimin alınamadığını ilk anlayan, Andropov ol­ muştur. Kruşçev’inki Stalin’e duyulan kap­ risli bir tepkiydi. Temeli olmadığı için de bir yere oturmamıştır. Aslında, daha doğru­ su, Sovyet toplumunda bunu ilk kavrayan adam Kosigin’dir. Kosigin, planlamada çok büyük şeyler getirmiştir. Orta Avrupa’da­ ki veya Bulgaristan’daki plan çalışmaları­ na, rejimin planlı işçi inisiyatifine dayalı ça­ lışmalara gelmesinde Kosigin’in makalele­ rinin ve telkinlerinin çok büyük etkisi var­ dır. Kosigin, aslında, bugünkü Sovyet yö-

‘sr t

o Q . •O

cr

Gorbachev reformları, bazılarının belirttiği gibi sağa bir açılış değildir. Sola doğru bir güçlenmedir. Tarım politikasında Agro-endüstriyel kompleksler, devlet birimlerinde "work collectives" denen işçi komiteleri gibi yollarla sosyalist yönetim güçlendiriliyor. Yönetimin merkeziyetçiliği işçi tabanına doğru yayılmak isteniyor. Yapılan şey budur. netiminin ve Sovyetlerle bağlaşık olan Do­ ğu Avrupa ve Küba sosyalizminin hocası­ dır. Belki Andropov’un da hocası. Fakat, o da kendisini fazla nazariyata verdiğinden, siyasi gücü çok etkili olamadığından bu re­ formlar belki bu kadar gecikti. Andropov’-

25


unsa sağlığı elverişli olmadı. Onun için re­ formlar, ancak Gorbaçov zamanında, 27. Kongre'den sonra hız kazandı. Reformların Andropov zamanında baş­ ladığının farkına vanlmamasının nedeni şu­ dur: Andropov’un da içinde yetiştiği bir ku­ şak var, eski usûllerle yetişmiş, düşüncesi öyle şekillenmiş. Andropov, bu kuşağa karşı Gorbaçov’un şimdi söylediği sözleri söyleyemezdi. Gorbaçov da, o zaman başlasa, onun gibi başlardı belki. Andro­ pov ve onun kadrosu, üretim güçlerine en uygun yönetimi bulmak için iş başına gel­ miştir, ki o kadronun içinde Gorbaçov da vardır. — Şöyle diyebilir miyiz? II. Dünya S a ­ vaşı öncesi ve savaşta ülkenin yıkıma uğ­ ramasından sonra 7 0 ’lere kadar geçen sü­ re, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin yay­ gınlaştırması, sosyalizmin maddi temelle­ rinin sağlamlaşbnlması olarak nitelendirile­ bilir. Bu dönemlerde yetişen bu zor şartlar içinde çalıştılar ve o dönemin alışkanlıkla­ rı. eğilimleri içinde şekillendiler. Gorbaçov, savaş sonrası yetişen yeni, genç kuşağın enerjisini taşıyor.

tılar yaşanacağını tahmin etmiyorum. De­ mokratikleşmeyle kararların tabana yayıl­ masında bugün büyük ölçüde gelişme sağ­ lanabilmiştir. Bu tabana yayılma sonucun­ da Sovyetler Birliği’ni bu yoldan döndür­ meye kimsenin gücü yetmez. — Gorbaçov bürokrasiden ve bürokra­ tik hantallığın kınlmasından söz ediyor. Bu­ nunla ilgili olarak sizin açıkladığınız ve da­ ha başka önlemler alındı Sovyetler Birliği’n­ de. A B K -Yalnız dikkat edin. Hangi önlem­ ler olduğunu Batı basını da, Türkiye de bil­ miyor. Asıl önlem alt yapıda: Üretimin entansifikasyonu (makineyle yoğunlaşması). Bürokrasi nasıl üretim güçlerinin gelişme­ sini önlerse, hızlı teknik gelişme de bürok­ rasiyi parçalar. Go baçov sadece demeç vermiyor. Üretimin makina ve sermaye bi­ leşimini arttmyor ve bu yolla da üretim güç­ lerini hızla geliştirerek bürokrasiyi etkisiz ha­ le getirmeyi amaçlıyor. — Yani tersine bir deyişle, ekonomik yapıdaki büyümenin giderek yavaşlaması, bürokrasinin de artmasına neden olabiliyor. 1970’lerden sonraki durumun bu olduğu­ nu söyleyebilir miyiz?

Bugün güçlü bir kadro ortaya çıkmıştır. İşçi sahneye çıkmıştır. Bundan sonra çok sıkıntılar yaşanacağını tahmin etmiyorum. Demokratikleşmeyle kararların tabana yayılmasında bugün büyük ölçüde gelişme sağlanabilmiştir. Bu tabana yayılma sonucunda Sovyetler Birliği’ni bu yoldan döndürmeye kimsenin gücü yetmez. ABK- Bir faktör daha var. O faktör şu­ dur: Bir ülke savaşla tahrip edildiği, üre­ tim düzeyi düştüğü zaman, savaştan son­ ra yapılacak bazı tamirler ve revizyonlarla millî hasıla birden hızla büyür. Almanya'­ da da, Japonya'da da öyle olmuştur. O za­ man eksikliklerin farkına vanlmaz. Nitekim, Sovyetler Birliği’nde de aynı şey oldu. Rekonstrüksiyon safhasında Sovyet toplumu, • çok yüksek bir gelişme hızına ulaştı. O va­ kit de, üretici güçleri köstekleyen düzen­ lemelerin kolay farkına varılamadı. Kaça kadar? 70’e kadar 7 0 ’lerde rekonstrüksiyon dalgası bitti. Üretim güçlerini üretimi düzenleyen kuralların kösteklediği belli ol­ du. O zaman düşünülmeye başlandı. Bu­ nu ilk düşünen, Kosigin’dir. Kosigin ve Andropov; bence Gorbaçov hareketinin asıl filozofları onlardır. — Şimdi, açıklamalarınızdan da anlaşı­ lacağı gibi, Sovyetler Birliği’nde bugün gö­ rülen değişiklikler birdenbire ortaya çıkma­ mıştır. Esas olarak, Sovyet toplumunda 7 5 ’lerden bu yana bir değişim sancısının yaşadığı görülüyor. Fakat, SBKP gereken önlemleri neden zamanında alamadı? Za­ man kaybedildi? ABK- Zaman kaybedildi. Tabii burada kadrolaşmanın önemi var. Ta Stalin zama­ nından kalma kadrolaşmalar inisiyatifi azal­ tıyordu. inisiyatif olmayan yerde de sıçra­ ma olmuyor. — Yeni nitelikler, yeni, taze güçleri ge­ rektiriyor yani. ABK- Evet, taze güçleri gerektiriyor. Bu gün güçlü bir kadro ortaya çıkmıştır, işçi sahneye çıkmıştır. Bundan sonra çok sıkın­

ABK- Onu da söyleyeyim. Hayır, bura­ da öyle bir şey yok. Üretim güçleri karşı­ sında üretim kuralları birikmeye başladığın­ da bürokrasi zaten güçlenir. Yani, hangi ül­ kede yönetim kurallan üretim güçlerine uy­ gun değilse, orada bürokrasi güçlenir. Bü­ rokrasi prim yapar; üretmektense, üretimi düzenlemeyi uygun sayar. Bu, ondan. Şu da yanlış: Sosyalist ülkelerde geliş­ menin kapitalist ülkelerden geriye gittiği de yanlış. Son onbeş yılda sosyalist ülkelerin ortak kalkınma hızı, % 100’den daha yük­ sektir. — Fakat, sosyalizmin kendi ölçüleri için­ de bir gerileme vardı. ABK- Yetmiyor tabi, yetmiyor. — Gelişen yeni ihtiyaçları karşılamıyor. ABK- Tabi, karşılamıyor, sosyalizmin genişlemesini karşılamıyor.Bir de, 20. yüz­ yıl militarizminin getirdiği bir sorun var. Bu sorun, silâhlanma sorunudur. Silâh üstün­ lüğünü kaptırmama gayretiyle, silâhlanma girişimlerinde ne Amerika, ne de Sovyet­ ler Birliği, müttefikleriyle bu yükü paylaş­ mıyorlar. Yükün büyüğünü kendi üstleri­ ne alıyorlar. Neden? Filan füzeyi falana yaptırırsa, bir düzen değişikliği halinde o si­ lah başka ellere geçmiş olur da ondan. Sık sık NATO sırları çalmıyor. Amerika bun­ dan çok yakınıyor. Fakat o kadar da vermemezlik olmaz. ‘ Aslında, Sovyetler Birliği’nir yaptığı si­ lâhların büyükbir kısmını Çekos/avak ya da Doğu Alman sanayii yapabilecek düzeyde. Bunun gibi, Amerika’nın yap'ığı silâhların birçoğunu da Japon, Almar Fransız sanayiileri yapabilir. Fakat yap (irmiyor.

Şimdi, buradan nereye geleceğiz? Şura­ ya geleceğiz. Amerika kadar silâh yapmak zorunda Sovyetler Birliği. Bu şu demek­ tir. Daha fakir bir ülkenin aynı silâhı daha çok üretmek zorunda olması, o ülkenin halkını sosyal hizmetlerden uzak bıraktırır. Sovyetler Birliği’nde adam başına gelir, Amerika’nın % 4 0 ’ıdır. 100 dolardan 25’ini silâha ayırdığı zaman, oran % 2 5 ’tir. Fa­ kat, 4 0 dolar geiiri olan % 25 ayırdı mıy­ dı, oran % 60 -6 5 olur. Ne var ki, sosya­ list üretim biçiminin etkinliğinden dolayı bu % 2 5 oranı, % 18 üzerinden gerçekleşti­ rilebiliyor. 18 fazla değil belki, ama, o as­ lında % 4 5 ’e karşılık düşüyor. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nin çok üs­ tün bir kalkınma hızına sahip olması gerek­ lidir. Bir yandan bireylerinin refah durumu­ nu geliştirmesi, bir yandan da askeri sırla­ rını koruyarak silâhlanması gerekir. Silâh­ lanma dengesinde Amerika’dan geri kal­ maması için; Sovyetler Birliği’nin % 5 kal­ kınma hızı da az. % 7-8 olması lâzım. Bu yükü hafifletmek için Gorbaçov bir hareket daha yapıyor: Barış. Gorbaçov barış taarruzunu başlattığında, Batı basını “Samimi değil” diyordu. Ama, şimdi sa­ mimiyetini kabullenmek ve sıkıştıklarını iti­ raf etmek zorunda kalıyorlar. — Şimdi, orada önemli bir nokta var. ABD ekonomisinin esas olarak silâh sana­ yiine dayandığı biliniyor. Yani, ABD eko­ nomisi ne zaman bir bunalım dönemine girse, hemen silâhlanma yanşını arttınyor. ABK- Oradaki sonuçlan biz kitabımızda yazdık. 1950'den beri dünyanın en önemli iki olayı, silâhlanma yarışı ve enflasyonun yükselmesidir. Şimdi, gelişmiş ülkelerde 1929’daki gibi şiddetli bir krizin doğmasını önlemek için bunalım geri ülkelere akta­ rılıyor. Kapitalizmin kendi içinde yarattığı en büyük tedavi çaresi budur. Tabii, bü te­ davi çaresi başka bir şekilde de oluyor. De­ min anlattığım mekanizmayla. Batı’nm en anti-komünist gazeteleri bi­ le, meselâ. Wall Street Journal, “Sovyet­ ler Birliği samimidir" diye yazıyorlar artık. Ama “azami indirimden uzak duralım, si­ lahlanmaya gene devam edelim” diyorlar. Kapitalist ekonomi, sadece silâh üreti­ minden başka bir şeye dönüşmedi değil. Plan olmadığı için her gelişmede zor dö­ ner zaten. Ama, sosyalist ekonominin mo­ dern teknolojiyi uygulama üstünlüğü var­ dır. Yeni teknolojiler sosyalist ülkelerde çok kolay uygulanır. Meselâ tarımda: Bulgaris­ tan’da, Macaristan’da, Sovyetler Birliği’nde örnek teknolojiler uygulanıyor. Veyahut si­ lâh sanayiinde, meselâ misillerde, Sovyet­ ler Birliği’nin bazı teknikleri daha Batı ya gir­ memiştir. Batı bunu görmemiştir. Çünkü kapita­ lizm, eski teknolojisine kıyamaz. Azami kârı elde etmeden teknolojisini değiştiremez. Sosyalizmde bu sözkonusu değildir. — Efendim, ekonomik olarak da silâh­ lanma... ABK- Daha fazla silâhlanma kapitaliz­ min lehinedir. Şimdi, Gorbaçov’un bir amacı da. bu sa­ mimiyetini dünyaya ispat etmektir. Bunda da çok mesafe aldı. — Gorbaçov, bir yandan ülkesinde halk inisiyatifini yükseltmeye ve kitlelerin yöne­ time daha büyük ölçülerde katılmasını sağ­ lamaya çalışırken, bir yandan da dünyada sosyalizmin itibannı yükseltmeye çaba har­ cıyor. ABK- itibannı yükseltiyor, sözüne güve­ nilirliğine inandırıyor. Bunda da, silâhsız­ lanma önerileri kendisine çok büyük bir koz


sağlıyor. Bugün Batı bloku birbirine girmiş­ tir. Bab Alman kabinesi bugün birbirine gir­ miştir. Bugün, Fransız muhafazakâr kabi­ nesi birbirine girmiştir. İşte Chirac ve ba­ kanları birbirleri hakkında olmadık lâflar söylüyorlar. Bugün Ingiltere birbirine gir­ miştir. “Nükleer silâh istemiyoruz” diyen Labor Party, bu kozu sayesinde iki hafta evvel 14 puan geriden başladığı seçim kampanyasındaki farkı bugün 4 puana in­ dirmiştir. Bu, Gorbaçov’un yeni barış öne­ rilerinin Batı kamuoyunda gitgide büyük yer tuttuğunu gösterir. Bir de isterseniz şunu sormuş olun: Gorbaçov hareketine direnme falan diyorlar Yok öyle bir şey. Demin anlattım Bakın size bir şey söyliyeyim. İki hafta evvelki Newsweek’te “bellibaşlı direnme noktalanndan biri Sovyet gizli polisi” diyor. Tama­ men yalan yanlış, tamamen ipsiz sapsız bir iddia. Aksine, ilk reform, daha önce KGB yöneticisi olan Andropov tarafından baş­ latılmıştır. O kadar ki, Sovyetler Birliği’nde bir cel­ sede savunma bakanı, hava kuvvetleri ku­ mandanı görevlerinden alındı. Bir McArthur’u aldı. Truman, Amerika birbirine gir­ di. Alsın bakalım bizim sivil yönetimimiz ge­ nelkurmay başkanın). Yani, ne kadar da­ yanaksız sözler. Bu Sovyetologlar. Krem linolistler, bunlar, Batı halkını uyutmak için kendilerinden fetva alınan, özel sek­ törün beslediği birsürü tufeyli .. İki şey kendini gösteriyor en çok. R e­ form, gizli polisten başlamıştır. Andropov’la başlamıştır. Andropov, zamanında bu re­ forma gizli polis de eğilmiştir. Eski dosya­ ları gördüklerinde, adamlar kendi arkadaş­ larının eski yaptıklarından utanmışlardır belki. Veyahut belki, bu yapılmasın demiş­ lerdir. Sovyet yenileşme hareketi, Sovyet gizli polisinde başlamıştır. Ligaçev deniyor. Ligaçev aslında Brejnev’in iki numaralı adamıydı. Doğru ama, Ligaçev en büyük destekçisidir Andropov’un. Andropov ta­ rafından oraya getirilmiştir. — Batı basını bunu farklı göstermeye mi çalışıyor? ABK- Evet. Fakat bir yerde de birden kendini ele veriyor. Zaten bu Andropov zamanında başlamıştı ya, diyor. — Sovyetler Birliği’nde sosyalizm, Ekim Devrimi’nden bu yana çok önemli mesa­ feler katetmiştir. Bunun sonucunda, üre­ tim güçlerinde belli bir sıçrama momenti or­ taya çıktı. Ve bugün sosyalizm, gecikmiş de olsa, bu sıçramayı gerçekleştiriyor. Y a­ ni, sosyalizmde yeni bir kalite sıçraması or­ taya çıkıyor, ki, bu yüzden Gorbaçov da komünist toplumun ilk aşamasına geçişten söz ediyor. Bu gelişim, sosyalist sistem içindd ne gibi etkiler yaratır? Biliyorsunuz, Gor­ baçov’un bu reformlara diğer sosyalist ül­ keleri de ikna etme çabaları var. ABK- Şimdi, doğal ki, o ülkelerin o tek­ nolojik düzeye gelmelerine bağlı. Ben, ora­ dan çok bir şey çıkacağını sanmıyorum. Çünkü bu ülkeler CMEA (Karşılıklı Ekono­ mik Yardımlaşma Örgütü) içindeler. Bu­ nun merkezi Moskova’da. Bütün sosyalist ülkelerin planları burada armonize edilir. Öyle bir mekanizme var ki orada, sürekli bir direncin geleceğini sanmıyorum. Kaldı ki, bu ülkelerden beşinin başkanının yaşı 74’ten yukarı. İkisininki 6 9 ’dan yukarı. Bu kuşak gidiyor zaten. — Sosyalizm kuşak olarak da yenileni­ yor.

ABK- Yenilenecek. Başka bir şey söyli­ yeyim. Örneğin, Gorbaçov'un tarımda ge­ tirdiği yöntemler aslında Bulgaristan’dan alınmadır. Bulgarlar bunu on senedir uy­ guluyor. — Agro-endüstriyel kompleksler... ABK- Evet. Fabrika yöntemleri, Doğu Almanya’nın tatbik ettiği yöntemlerdir. Do­ ğu Almanya work collectives sistemini 15 senedir tatbik ediyor. Niye? Teknoloji ola­ rak Sovyet Rusya'ya en yakın ülkelerden birisidir de onun için. Çekoslovakya bu yo­ la girecek. Macaristan, yanlış bir açılım yap­ tı. bunu düzeltecek. Ve Polonya... Polon­ ya. şimdi Gorbaçov'un en büyük destek­ çisi. Kaldı ki, sosyalist blok dışında kalan, ama yakında bu blok ülkeleri gibi yönetil­ meye başlayacak olan ülkeler de, bloka ka­ tılacaklar. Finlandiya meselâ bu blokun içi­ ne girebilir, çok yakındır. “Bizim neyimiz farklı ki, onlardan ayrıyız” diyorlar Finlan­ diyalIlar Gorbaçov reformlarından sonra. Moğolistan belki katılacak. Çin, tarım yön­ temleri ilk safhayı atladıktan sonra, bu Agro-endüstriyel komplekslere ve işçi ko­ mitelerine gelecek Çin-Sovyet anlaşmaz­ lığı, bugün bir ölçüde giderilmiş durumda. 7-8 sene önceki Sovyet-Çin ilişkileriyle şim­ diki Sovyet-Çin ilişkileri farklı. Hindistan, Sovyetler Birliği’ne başka bir şekilde bakı­ yor. Ben, direnç bir yana, komünist blok dışından bloka yakınlaşmalar olacağını, da­ ha yeni sentezler doğacağını sanıyorum. Çok yakın zamanda Finlandiya. Belki Norveç'ten başlayarak NATO çatlayabiir. Bu başlamıştır da. Norveç, bugün Ortak Pazar’a girmiyor, füzeleri kabul et­ miyor. İzlanda çatlayabilir. Yani, çatlaklar o tarafta olur. Bu tarafta olacağını sanmı­ yorum. İzlanda.. Norveç.. NATO’nun bu üyeleri, NATO’ya başka bir soğuklukla ba­ kıyorlar. — Gorbaçov hareketi, ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerinde ya da kurtuluş sa­ vaşlarının başanya ulaştığı ülkeler, örneğin, Nikaragua veya Afrika’da Angola, Mozam­ bik gibi ülkelerde sosyalizmin kuruluşu ba­ kımından doğrudan etkilerde bulunabile­ cek mi? ABK- Tabi tabi. Şimdi Batı basınına ba­ kın. Şöyle baskı, böyle hürriyet falan. Ar­ tık bunu diyemiyorlar. Peki beş sene son­ ra ne diyeceker? Beş sene de bir şey ol­ madı? Batının hiçbir propagandasının ya­ rarı kalmayacak. — Gorbaçov, silâhlarını onların elinden aldı. ABK- Çoğunu alıyor Çünkü bir kısmı ! silâh değildi onların. — Bu insan hakları konusunda açılan olumsuz kampanyalar var. Saharov’a öz­ gürlük falan gibi. Gorbaçov. bugün Batfdan bu silâhı kapmış görünüyor. Diğer yandan, Afganistan'dan çekilmek istedik­ lerini açıklıyor. ABK- Yahudileri gönderiyor. — Aslında bu gibi şeylerin daha önce­ leri yapılması gerekmez miydi? ABK- Tabi. tabi. 6 5 ’te yapılması gere­ ken şeylerdi. Meselâ. 6 5 ’te yapılsaydı, tah­ min ederim. Sovyet milli geliri, Amerikan millî gelirinden büyük artış gösterirdi, adam başına. — Şimdi başka bir noktaya gelmek isti­ yorum. Batı'da ve bizde, Sovyetler Birli­ ği’nde bugün yapılan değişiklikler, daha önceki dönemlerde gerçekleştirilen bazı uy­ gulamalara. örneğin NEP’e ya da Kruşçev

dönemine benzetiliyor. Kruşçev'le Gorba­ çov arasında birtakım bağlantılar kurulma­ ya çalışılıyor. ABK- Hiç alâka yok. Andropov ya da Gorbaçov reformları global. Kruşçev. fab­ rika yönetimlerine de, çiftlik yönetimleri­ ne de hiçbir yenilik getirmiyor. — Yani, eski yönetim metodları ve tek­ niğin olduğu biçimde yaygınlaştmlması sözkonusu. ABK- Haa diyor ki. hata yaptık. Stalin. geceleri çalıştırdı adamları, bilmem neler yapardı. Bu Gorbaçov reformları veyahut Andropov’la başlayan yeni reformlar farklı, her taraftan reform. Kültür politikasında, milliyetler politikasında, azınlıklar politika­ sında, ülkelerin kendi kaderlerini tâyin hak­ kı bakımından, enternasyonal ya da komü­ nist blok içindeki ilişkilerin düzenlenmesi bakımından, silâhsızlanma bakımından, tu­ tarlı, her tarafı düşünülmüş reformlar. Kruşçev’de bir şey yoktu ki. İçi boş bir ba­ ğırma. ayakkabısını çıkarıp Birleşmiş Mil­ letler masasına vurma. Yani Kruşçev'deki ciddiyetle Andropov ya da Gorbaçov cid­ diyeti arasında bir benzerlik yok. Bu ekol Kosigin ekolüdür. — Kruşçev. daha çok Stalin dönemine tepkiyle...

Sosyalist blok dışında kalan, ama yakında bu blok ülkeleri gibi yönetilmeye başlayacak olan ülkeler de, bloka katılacaklar. Finlandiya mesela bu blokun içine girebilir, çok yakındır. “ Bizim neyimiz farklı ki, onlardan ayrıyız“ diyorlar FinlandiyalIlar Gorbachev reformlarından sonra. ABK- Efendim. Stalin’e karşı herif için­ de bir şeyler tutarmış. Açıklanmayan kompleksler, onları açığa vurdu. Ne getir­ di? Kruşçev, reform olarak ne getirdi? Bu en azından işçi komitelerini getirdi. Agroendüstriyel kompleksleri getirdi Şimdi bu işçiye Gorbaçov kötüdür nasıl denilsin? Fabrikaların idaresini bana verdi Gorbaçov. diyor işçi. — Kruşçev döneminin sonraki dönem­ leri etkileyen başka önemli hataları var Ekonomide aşırı bir hayalciliğe varış gibi. Örneğin. 1980’lerde komünist topluma ulaşmayı hedef olarak koyuyor. Planlama. aşırı ölçüde zorlanıyor.

27


ABK- Yok, zorlayacak araçları da yok. Araçları verirsin de zorlarsın. O araçları da vermiyor. Gorbaçov o araçları veriyor. Ne diyor? Şu şu şu endüstrilerde elektronik, makine engineering kısımlarına ağırlık ve­ rilecek. Oralarda yeni teknolojiler getirerek araştırmaya ağırlık verilecek. Araçları ve­ riyor, yine de kalkınma hızı 6 .5 -7 olacak diyor. En yüksek oran olarak 7 — Planlamayı Sovyet gerçeklerine yak­ laştırıyor. ABK- Herşeyi hesaba katıyor. — Ama, Brejnev döneminde Kruşçev’in ekonomik hayalciliği bir ölçüde törpülen­ mişti. ABK- Tabi Kosigin ekolü daha hesapkitapçı. Ona ben Kosigin ekolü diyorum. İleride belli olacak tabi. 6 0 ’tan 8 0 ’e kadar fikriyata Kosigin hakim olmuştur. Kosigin başvekildi. Çok önemli bir adam. Podgorni-Kosigin ikisi de. Bilhassa Kosigin. — Şimdi, bir de NEP dönemiyle bağlan­ tı kurmaya çalışıyorlar. İşte, Gorbaçov’un reformlan, Buharin’in tezlerine benzetiliyor. NEP dönemiyle Gorbaçov döneminin de­ ğişiklikleri arasında karakterce ne gibi fark­ lar var? ABK- NEP dönemi, aslında tanmda re­ alist bir liberasyondu. Bu, tarımda sosyali­ zasyon. NEP döneminden en büyük farkı bu. Gorbaçov, kollektif çiftliği büyütüyor ve ona bir sanayi takviyesi yapıyor. NEP, tarımı özelleştiriyordu. Taban tabana zıt. — Ama, bugünkü değişiklikler NEP dö­ neminin sağladığı birikim üzerine oturuyor. ABK- Hepsi öyle. Tabii ki, o ilk birikim olmazsa, Stalin dönemi de, sonrakiler de olmazdı. NEP, o zamanda şey... — Tarımda kapitalizme verilmiş bir ta­ vizdi. ABK- Tanm kapitalizmi. Yoksa endüst­ ride bir şey yok. Endüstride NEP’in bir özel.fiği yoktur. Tarıma bir fazlalık, yani piya­ saya bir pluvali gelsin, zahire gelsin. Yeni reformların onunla yapı olarak bir benzer­ liği yok. Doğruluk bakımından, ikisi de doğru olduğu için benzer. Benzerlikleri, yalnız doğrulukları. Buharın meselesine gelince. Her dö­ nemde en önemli mesele, sosyalizmin bil­ ginlerinin, teorisyenlerinin zamanına uygun reçeteler getirmesidir. Buharin’in bu zama­

başarılı. Son on senenin en önemli olay­ larından biri, Çin’de tarımsal hasılanın ar­ tışıdır. Dünyayı açlıktan Çin kurtardı. — Fakat bugün Çin, bir sınır üzerinde yürüyor.

da bilhassa makine entansifikasyonu ve ka­ pitalin organik bileşimini yükseltme politi­ kası, bunlar tamamen Marksist uygulama­ lar. Dubçek’te ne var? Gorbaçov sistemi, çok derin bir şey. Üç Yahudi’nin bırakılması, Saharov’un bırakıl­ ABK- Sanayiini kuramıyor. — Yani, biraz Çin’in eski yoksulluğun­ ması meselesi falan değil. Onlar makyaj dan kaynaklanan bir zorunlulukla, üretimi hep. Sen evvela o terzinin kumaşa, telaya arttırmak için özel teşebbüse böylesi bir ta­ bakacaksın. En önemli konu bu. En önemli viz vermek zorunda kaldı ÇKP. Fakat bu­ konu, üretim güçlerini güçlendirmek ve rada, görünüş olarak NEP’ten biraz farklı onun önündeki engelleri ortadan kaldır­ mak. Gorbaçov reformunun, yahut Andolan daha liberal bir tutum sözkonusu de­ ropov’la başlayan yeni reformların aslı bu­ ğil mi? ABK- Yok, o da yok. Çin’e de fazla şey dur. Dubçek reformunun bununla ne ilgi­ yapmamak lazım. Tarımsal hasılayı arttır­ si var. — Gorbaçov, bu adımı atarken, bugü­ mak yetmez *abi. O tanmsal hasılayı sana­ yide yatırıma koymak lâzım. Bunu yapa­ ne kadar atıl kalmış potansiyelin devreye sokulmasına, hatta en kıyıda köşede kal­ mıyor Çin. — Bunu yapamadığı sürece de prob­ mış küçük üretim birimlerinden bile yarar sağlanmasına çalışıyor. lemler kökünden çözülemez. ABK- Evet evet. Evinde dikiş makinesi ABK- Olmaz tabi. Stalin, şöyleydi böyleydi ama, O NEP’tan gelen pluvalileri, artı var meselâ, onu da özendiriyor. Bu, san­ değerlerin hepsini sanayie yatırdı. Orada ki sosyalizme gidiyormuş gibi gösteriliyor. Hiç alâkası yok. kimse bir şey bulamaz. Okuyoruz, bütün Rusya’da 70 bin aile — Bu ihtiyaç, sanayileşme zorunluluğu, Çin’i sosyalist sisteme biraz daha yaklaştı­ başvuruyor. Halbuki, Rusya’da 40 milyon aile var. 70 bin aile lokanta işletecek, ayak­ rabilir mi sizce? kabı tamir edecek. Saat tamir edecek, ka­ ABK- Tabi, başlamıştır bile. — Efendim, benzer çerçevede olmak pitalist restorasyon olacak. Asıl temeline üzere, 2 0 0 0 ’e Doğru dergisi, sayfalarında bakmıyorlar. Kapitalin organik bileşiminin “Doğu Avrupa muhalifleri” olarak bilinen yükselmesi, tarımda Agro-endüstriyel eski rejim aleyhtarlarının görüşlerine özel komplekslerin gelmesi, özel mülkiyetin kol­ bir yer veriyor. Hatta bu rejim aleyhtarla­ lektif mülkiyete dönüşmesi... Bunları hiç rının tezlerinin bugünkü gelişmeler tarafın­ görmüyorlar. Gördükleri, orada üç tane adamın işçi çalıştırmadan aile fertleriyle kü­ dan doğrulandığını iddia ediyor. çük teşebbüslerde bulunması. ABK- Hiçbiri doğrulanmış değil. Sonra, Dubçek reformu, tamamen bir — Dubçek’le paralellikler kuruluyor. Bu­ dış ticaret reformudur. Mimarı da Dubçek nun için ne diyeceksiniz? ABK- Time’ın son sayısında da Dubçek’­ değil, Otto Şik’tir, başbakan yardımcısı. le ligili şeyler söyleniyor. Tabi sosyalist blok­ Gorbaçov’la bir ilgisi yok. — Az önce, Macaristan’da yanlış bir açı­ ta, demin dediğim gibi, CMEA, yani Kar­ şılıklı Ekonomik Yardımlaşma Örgütü plan­ lımın yapıldığından söz ettiniz. Bunu biraz lar arasında bir uyum sağlıyor. Senbu açabilir misiniz? ABK- Şimdi, Macaristan konusunda ya­ uyum içinde ekonomini geliştirebilirsin. O pılan yanlışlar... Bir kere, yorum yanlışı. uyumun en büyük parçası bir taraftayken -ki bu Sovyetler Birliği’dir-, Bunun dışına Macaristan, o kadar kötü bir şey yapmadı çıkamazsın. Ekonomik başansızlığa mah­ aslında. Macaristan’da hususi teşebbüs yok. Mesele şu: Burada, merkezi yönetim kûmsun en azından. İkincisi, Dubçek neyi getirmiştir ki? Dub- var, planlamada... ve kamunun ihtiyaçla­ çek’in getirdiği şu: Dış ticarette serbest ola­ rı var. Aşağıda da kâr için çalışan müesse­ yım. Yani, ben makineleştim, geliştim fa­ seler var. Gelişmenin ilk safhalannda bun­ lar birbiriyle çelişir. Fakat, endüstrileşme ve lan, dış ticarette sosyalist düzenden ayrı­ sosyalist yaşam ilerledikçe, birbirlerine yak­ laşırlar. Öyle bir yere gelirsiniz ki, bunların hepsinin planlama içindeki sözünü arttırsanız da, kolay kolay kamuyla çelişmez. Bu safhaya varmadan oraya geçti Macaristan. Almanya geçseydi olurdu. Nitekim, borç­ ları büyüyor. Gorbaçov Karşılıklı Ekono­ mik Yardımlaşma Teşkilâtı içinde bunlara kurallar getirecek. — Yani, Gorbaçov’la birlikte sosyalizmin layım. Üretimin işleyişinde bir şey yapayım problemlerini sistem başında ele alma ye­ diye değil ki Gorbaçov düzeninin gerek teneği de güçleniyor... ABK- Tabi, tabi. Zaten Gorbaçovun Batılı kaynaklar, gerek 2 0 0 0 ’e Doğru der­ gisi tarafından gözden kaçırılan tarafı, ka­ söylediği şu: Herkes kendi ülkesinin ger­ pitalin organik kompozisyonunu değiştir­ çeklerine uygun politikalar üretir. Amma, sosyalizmin temel kurallarına uymak şar­ me gayretidir. Gorbaçov hareketinin en önemli tarafı budur. O, gözden uzak bu­ tıyla. Sosyalizmin ana kurallan da, üreti­ mi daha çok geliştirmektir, halklandaha çok lundurulunca, herşeye benzetirsin onu. söz sahibi etmektir, falan. Onlara aykırı ol­ Dubçek hareketinde bu yok ki. — Dubçek’te kapitalist restorasyon giri­ mamak şartıyla. Ancak, sen o safhaya gel­ meden, sosyalist teoriye aykın olarak plan­ şimi var. lamada sulandırmaya kalkarsan, dış ilişki­ ABK- Kapitalist restorasyon. Sistemden ayrılma özlemi. Halbuki Gorbaçov siste­ lerde sulandırmalar yaparsan, onu da ben eskisi g<bi asker göndererek önlemem ama, minde bu yok. — O, sosyalizmi derinleştirmeye çalışı­ Sovyet ekonomisinin kazanacağı aktiflik sa­ yesinde önlerim. Eskiden böyle sıkıyorsa yor. ABK- Elbette. Sosyalizmi daha sosyalist Sovyet yönetimi, şimdi daha başka türlü yapmaya uğraşıyor. Komünizmin ilk saf­ sıkacak. Gücü yeterli oldukça asker kul­ lanmaya gerek kalmayacak. O çirkin göhasına varacağım, diyor. Tarım politikasın

Belki Norveç’ten başlayarak NATO çatlayabilir. Bu başlamıştır da. Norveç, bugün Ortak Pazar’a girmiyor, füzeleri kabul etmiyor. İzlanda çatlayabilir. nın sosyalizmine cevap verebilecek bir te­ ori geliştirdiğini ben sanmıyorum. Bugün­ kü uygulamalar, bence Kosigin reçeteleri­ ne uygundur, Buharin reçetelerine değil. Buharin’in, ben, sağlam, tutarlı bir reçete getirdiğine de inanmıyorum. Buharin’in za­ man zaman yazdıklannı alt alta koysanız birçok çelişkiler çıkar. Fakat, Buharin de Sol düşüncenin ye­ tiştirdiği bir adam. Güçlü bir adam. Belki Lenin yaşasaydı, belki hızla, beş on kat sa­ nayileşme <*bi başdöndürücü bir zamanda gelmesey^ , belki de sosyalizmin yararla­ nabileceği bir adamdı. — NEP uygulamalan Gorbaçov hareke­ tine değil, Deng Siao Ping’in Çin’de baş­ lattığı reformlara benzemiyor mu? ABK- Bakın o NEP’e benziyor. NEP'in kendisi. NEP’den daha da geniş ve Çin çok

\


rünüm de ortadan kalkacak. Yani, çeliği ben dışarıdan alıyorum. Ni­ ye alıyorsun kardeşim, ben daha iyi çelik yapıyorum. Kalite iyileştirmesinin çok sö­ zü geçer. Gorbaçov’un raporunda da. Baş­ bakan Ruzkov’un raporunda da. Bu ka­ liteyi iyileştirme olayı, iç pazardan çok, Do­ ğu bloku pazarlarında dışarıdan mal ithal edilmesine karşıdır. — Gorbaçov, sosyalist ülkelerin ekono­ mik açıdan kendi kendine yeterli olmala­ rını hedef koyuyor. ABK- Ve burada Sovyetler Birliği’ne bir hedef veriyor. Eskiden ona dikkat edilmez­ di. — Ama, sadece ülkeler arasındaki eko­ nomik ilişkilerin planlı olarak güçlendirilme­ sinden de öte, halklar arasındaki ideolojik alışverişin hızlandırılması da amaçlanıyor. ABK- Tabi, şimdi bu kuşak gidince, Honecker’in kuşağı falan... Aslında Honecker, Gorbaçov’un yaptığı birçok şeyleri daha önce yapmış fakat, kafası şimdi “evet, doğrudur” demeye gelmiyor. Doğu Al­

jantin, pamuk satmaya mecburlar. Asıl hasta olan Amerikan tarımıdır. Niye Ame­ rikan tarımıdır? O. mallan piyasada mali­ yet fiyatıyla satamıyor. Maliyetleri çok yük­ sek. Devlet 2 5 0 milyar sübvansiyon ayırı­ yor Amerikan tarımına. Sovyetler Birliği, Amerikan bütçesinden kendi halkını besliyor. Bu bir. İkincisi, as­ lında Sovyetler Birliği’nde kendisine yete­ cek kadar tahıl var. Peki Amerika’dan ni­ ye alıyor? Hayvanlara yedirmek için. En ucuz hayvan yemi, Amerika’dan alınan mı­ sır. Bunu bilmiyorlar, tarımda bunalım ol­ duğunu iddia ediyorlar. — Bu, aynı zamanda Sovyetler Birliği’­ nde protein tüketiminin yüksekliğini gös­ teriyor. ABK- Çok büyüktür, çok büyüktür. Amerika’dan sonra en büyüktür. — Bize son dönemde yapılan uygula­ maların sonuçları, bu uygulamaların nere­ lere dek uzandığı konusunda Türkiye’de henüz bilinmeyen yeni bilgiler aktarabilir misiniz, elinizde varsa?

liydi. Haziran’da yeni bir toplantı daha ya­ pılıyor. O toplantıdan sonra ben kitabı yaz­ maya başlayacağım. — Peki, ek olarak söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? ABK- Bugün Sovyetler Birliği’nde parti adayları dışında bağımsız adaylar konma­ sı .. — Evet, bu sosyalist demokraside çok önemli bir gelişme. ABK- Tabi. Bu yapılmış daha önce Bul­ garistan’da. Dimitrov zamanında Bulgaris­ tan’da Komünist Parti almadı iktidarı, V a­ tan Cephesi aldı. Vatan Cephesi de üç kı­ sım: Çiftçi Partisi, Zemstvo grubu ve Ko­ münist Partisi. Hepsi kendiadaylarınıgös­ terirlerdi. Yani bu, sosyalizmde, ilk tatbi­ kat değildir. Polonya’nın da öyle başladı. Şimdi hâlâ Bulgaristan’da Çiftçi Partisi, çok önemi kalmamasına rağmen aday göste­ rir. Bu demek değildir ki. Komünist Parti­ si tam egemen değildir. Fakat ilk kuruldu­ ğunda tam egemen değildi. — Sovyetler Birliği tarihinde şöyle bir gelişme gözleniyor: 1918’de kulakların ve eski sömürücülerin seçimlere katılması yaI saklandı. Fakat, 1936 Anayasası'nda bu madde kaldırıldı. Şimdi, seçilme haklan da­ ha da genişletiliyor. Yeni uygulama, parti i organlarının gösterdiği adaylar dışında tek tek kişilerin adaylığını da mümkün kılıyor ve gizli oy sistemi getiriliyor. ABK O da meselâ, bir fabrikada çok sa­ yıda işçi var. Partiye girmemiş, ama me­ selâ. bin kişiden 300'ü onu öneriyor, aday olarak gösteriyor. —- Fakat, parti üyesi olmayanlar daha da seçilebiliyorlardı. Meselâ, 80 seçimlerin­ de. seçilenlerin % 4 3 ’ü partili, geri kalan­ ABK- Yeni kitap çıkınca görürsünüz. lar da partisiz adaylarmış. Şimdi bu daha Reformlar devam ediyor. da genişliyor. Parti organlarının önerisi dı­ — Kitabınızın ismi bu mu olacak? şında da adaylık koyabilme hakkıyla. ABK- Hayır. Dünyada Neler Oluyor-2 Bir kere, Sovyet Anayasası, Sovyet me­ ABK- Bu, daha alt kademelerde. Üst deni kanunları yeni baştan gözden geçiri­ kademelere, Cumhuriyet yönetimlerine liyor. Sovyet planlama mevzuatı yeni baş­ kadar gelmesi, daha 5-6 sene sürer. tan gözden geçiriliyor. Sovyet spor, eğitim Fakat, asıl önemlisi, söylediğim gibi, sos­ yalizmin ulaştığı üretici güçleri engelleyen yasaları gözden geçiriliyor. Yani, üstyapı kuralların kaldırılması ve sosyalizmin kapi­ kurumlan, altyapı kurumlarına uygun ola­ rak düzenleniyor. Altyapı kurumlan, ken­ talin birleştirilmesi yoluyla daha da kökleştirilmesidir. dilerinden gelmişler oraya. Onun zorladı­ ğı bütün pürüzler kaldmlmak isteniyor. Bu, — Teşekkür ederiz. geçen Nisan'da yapılan toplantı çok önem­ ABK- Ben de teşekkür ederim.

Fakat asıl önemlisi, söylediğim gibi, sosyalizmin ulaştığı üretici güçleri engelleyen kuralların kaldırılması ve sosyalizmin, kapitalin birleştirilmesi yoluyla daha da kökleştirilmesidir.

manya’nın lideri veyahut Kadar. Kadar ın yaptıklan, Batı nın istedikleri açısından Gorbaçov’dan ileride. Yanlış ama, erken. Er• ken doğum o Belki Bulgaristan’mki en gü­ zel uygulama. Gerçi Polonya’nınki de Gor­ baçov sistemine uygun. Bunlar karşılıklı tar­ tışılacak. Eşit seviyede Gorbaçov buna ta­ ahhüt ediyor. Son Çavuşesku tartışmaları da eşit düzeyde. Gorbaçov söyledi, o be­ ni tenkit etti, ben de onu tenkit ettim, ko­ nuştuk, dedi. Ama, şu var: Hakim ekonomi olarak davranacak. Amerika’nın 1 9 5 0 ’de Avru­ pa’ya sözünü dinletmesi başka, çünkü o za­ man çok hakimdi ekonomisiyle, şimdi 80 ’lerde dinletmesi başka. Öbürleri de kuv­ vetlendi. Burada, dediğini yaptırmanın yo­ lu da yine Sovyetler Birliği’nin büyük eko­ nomik kalkınmayla blokun en çekici ve da­ ha egemen gücü haline gelmesine bağlıdır. — Siz tanınmış bir ekonomi uzmanı ola­ rak bu konuyla yakından ilgileniyorsunuz. Bunun yanında, basında Sovyetler Birliği’ndeki yeni değişiklikler hakkında çıkan ha­ berler. ya tamamen saptıncı nitelikte, ya da bu konuda sağlıklı bir değerlendirme ya­ pabilmek için son derece yetersiz... ABK- Tabii, meselâ, tanm konusunu ele alalım. Sovyetler Birliği’nin Amerika’dan buğday alması, Sovyet tarımının zayıf ol­ masından değil, Sovyetler’i yönetenlerin akılk olmasından. Çünkü, bir malın son kullanılış tarzında hangisi kârlı, buğday mı kârlı, pamuk mu? Sovyetler Birliği, tarım üretimini planlarken pamuğu kârlı görmüş­ tür. Türkiye’de bilinmez, geçen seneye ka­ dar Sovyetler Birliği, dünya pamuk üreti­ minde birinciydi. Geçen sene az bir farkla Çin’e kaptırdı. Gene diğerlerinden büyük farkla ikinci. Pamuk ekilen yerde, buğday de ekilir. Niye bunu yapmıştır? Çünkü Amerika, Ar­

ı

Buna Gorbachev reformları demek de yanlıştır. Aslında Sovyet Rusya’da değişiklikler Andropov’la başlamıştır. Andropov’un erken ölmocî., büyük talihsizlik oldu. Fakat, Andropov’un kurduğu genç kadro, Çernenko zamanında da parti makinesine hakimdi. İşçi komitelerinin kurulması, aslında Çernenko yönetimi zamanında gerçekleştirilen bir reformdu. Onun için, tek başına Gorbachev reformları demek yanlıştır.

î

c

-S «i

29 -


“ Yeni Ö n c ü ” eleştirisi:

GORBAÇOV NE YAPIYOR? Mehmet YILMAZER “Gorbaçov reformları” ile Sovyetler Bir­ liği dünya politikasının odak noktasına otur­ du. Dünya ölçüsünde kapitalist basın, Marksologlar, çeşitli sol çevreler Sovyetler’de olan biteni her gün yeniden yorumluyor­ lar. Hatta silahsızlanma görüşmelerinde ge­ tirilen son tekliflerin boyutlanndan çok, her­ kes Sovyetler’de neler olduğuyla daha fazla ilgili... Emperyalist basın, Sovyetler’de atılan adımları kendi süzgecinden geçirip en ya­ nıltıcı biçimde aktanyor. Bu çok doğal. Gorbaçov’un geleceğiyle ilgili binbir spekülas­ yon, Kruşçefi anımsatmalar olayların özü­ nü örtmekte, Sovyetler’de olanlar bir ma­ cera romanı hafifliğiyle aktarılmaktadır Aynı koroya sözde solcularımızın da ka­ tılması 12 Eylül sonrası ortamda artık ya­ dırganmıyor. Kimileri “biz demedik mi, iş­ te söylediklerimizin hepsini şimdi Gorba­ çov söylüyor” diyerek sevincinden zıplar­ ken, aynı zamanda Gorbaçov’a reformla­ rında “daha ileri” gitmesini tavsiye ediyor­ lar. Diğer bazıları için “bu reformlar hiçbir şeyi değiştirmeyecek, eski bürokratik me­ kanizma en sonunda yine galip gelecektir.” Bayağı düşüncelerin göz bağıyla “re­ formların” orasına burasına rastgele doku­ narak Sovyetler’de ki değişim açıklanamaz, inanıyoruz ki en sefil koşullara mahkum edilen işçi sınıfımız ve genç insanlarımız dünya sosyalizmindeki gelişmeleri en cid­ di şekilde izleme istek ve çabasındadır. Olaylan sığ benzetmelerden kurtanp ay­ dınlatmaya çalışalım.

•_ • • _ • s o s y a l iz m in iç in d e

BULUNDUĞU KONAK Burjuva basını olayları kişilere ya da tek kişi kahramanlara yüklemeye yatkındır. Ki­ şileri bir anda yüceltmek ya da batırmak ko­ laydır. Sovyetler’de olanlar da şimdi Gorbaçov’un kişiliğiyle açıklanmaya çalışılıyor. Kişiler önemlidir. Ancak onlann içinden çı­ kıp geldiği ortam kavranmadan olaylar açıklanamaz.

Bayağı düşüncelerin göz bağıyla “ reformların” orasına burasına rastgele dokunarak Sovyetler’deki değişim açıklanamaz. İnanıyoruz ki en sefil koşullara mahkûm edilen işçi sınıfımız ve genç insanlarımız dünya sosyalizmindeki gelişmeleri en ciddi şekilde izleme istek ve çabasındadır.

30

Sovyetler’deki değişim Andropov’la baş­ lamıştır. Aynı doğrultuda ve hızlanarak Gorbaçov’un liderliğinde sürmektedir. Hat­ ta değişim sancıları 1975’lerde iyice birik­ miş, fakat ancak 1 980’leri geçince sıçrama yapabilmiştir. Değişimi ya da Gorbaçov’un deyimiyle “reoıganizasyon”u zorlayan birikimler nelerdir?

Sovyetler’de, Bolşeviklerin iktidara gel­ mesiyle sosyalizm düz bir çizgi üzerinde ge­ lişmemiştir. Tam tersine pek çok sancılı iniş çıkış yaşanmıştır. En genel hatlanyla belir­ lersek, 1935’lere kadarki dönem kapitaliz­ min köklerinin öldürüldüğü dönemdir. Özellikle kırda Kulak’lara karşı verilen mü­ cadele 1930’ların ortalarında kesin bir so­ nuca ulaşmış, geriye dönüş imkânları, res­ torasyon umutları kökleriyle birlikte temiz­ lenmiştir. Fakat bu adımın üzerinden bir beş yıl geçmeden Emperyalizmin topyekün saldı­ rısı ile yüzyüze gelinmiştir. Savaş yıkımın­ dan çıkan Sosyalizm, 1950 sonrası pek çok alanda ekonomisini yeniden düzenlemek Sosyalizmin maddi temelini ekonominin bütün alanlarına yaymak ve sağlam laş­ tırm ak göreviyle karşı karşıyaydı. Stalin’in son yılları, Kruşçev dönemi ve 1975’lere kadar Brejnev’in liderliğinde yaşanan yıl­ lar bu genel özelliği taşımaktadır. Stalin’in döneminin 1940 sonrası yılları Sosyalizmin korunması hedefine yönelik­ tir. Ancak bu savunma savaşı cehennem ­ di bir ortamda pek çok insiyatifin körleşti­ rilmesi pahasına yaşanmıştır. Genç Sovyet iktidarı, emperyalizmin topyekün saldırısı koşullarında, adeta Stalin’in kişiliğinde cisimleşmiş, sosyalizmin korunması, geri Rus ülkesinde kimi skolastik kalıplann örülme­ si pahasına başarabilmiştir. Yaşanan ger­ çekliklerden sızlanmak işimiz değil. Kimi hatalann kaçınılmazlığını ispatlamak da yo­ lumuz olamaz. Gelişimden ders çıkartmak tek yoldur. Kruşçev dönemi bir yandan mevcut eko­ nomik potansiyeli hızla sıçratma ve öte yan­ dan sosyal alanda “tabuları” kırma döne­ mi oldu. Ancak bu atılımlar ekonomik alan­ da hayalciliğe, siyasal alanda liberalizme va­ rarak, bizzat yapılmak istenen sıçramaya engel haline geldiler. Kruşçev döneminde kabul edilen Parti programı 1980’lerde “ko­ münizme varmayı” hedefleyerek tutarsız­ lığının tepe noktasına çıktı. Kruşçev’le birlikte “hurra planlama" öne çıktı: “Plan üretim için mahmuz olarak kul­ lanıldı, sık sık gerçek dışı ve uygulanamaz olarak kaldı”.1 Siyasal planda anti-Stalinizm gerek ulusal, gerekse uluslararası planda liberal düşüncelere kapı açtı. Brejnev, “subjektivizme son vermeliyiz" diye yola çıkarken, Kruşçev döneminin tu­ tarsız hedeflerini Sovyet sisteminin gerçek­ liklerine yaklaştırıyordu. Ancak gelişim 197 5 ’lerde kendi sınırlanna varmış, artık başka bir kaliteyi zorlamaya başlamıştır. Ya­ tırım eğilimi düşmeye, emek üretkenliği ge rilemeye başlamıştır. Olayların ardındaki temel gerçeklikler nelerdi? Bunları Gorbaçov’un tesbitlerinden izle­ yelim. 197 0 ’lerin sonu ve 1980’lerin başında “Öncü Parti organları toplumda ve bazı ko­ münistlerin davranışındaki olumsuz eğilim­ lerin gittikçe artan tehlikesini zamanında ve eleştirici! bir şekilde değerlendirmeyi ve ha­ yatın zorunlu olarak talep ettiği kararlan al-

mayı başaramadılar.”2 Ekonomide “Yetmişlerde ve seksenler­ de bir ölçüde önceki dinamizmi kaybettik. Ekonomi momentinde yaygın büyümeden yoğun büyümeye sıçrayamadı... Sonuç ola­ rak, makina-araç dizaynı, eleman yapımı, kompüter teknolojisi ve gelişmiş malzeme gibi temel mekanik mühendislik sanayi ye­ terince gelişmedi... Bayağı taklitçilik orta­ ya çıktı.”3 Teoride, “Sosyalizm konusunda Leninist düşünceler basitçe yorumlandı ve onların teorik derinliği ve anlamı sık sık zaafa uğ­ ratıldı... Gerçekte, yoldaşlar, yaratıcı ana­ liz yapma ve yeni düşünceler üretme giri­ şimleri destek görmezken, kimsenin ilgisi­ ni çekmeyen ve acil sorunlarla ilgili hiçbir ^ değere sahip olmayan skolastik teori yap­ ma bütün alanlarda cesaretlendirildi.”4 Sosyal alanda, “geçen yıllarda ortaya çıkan sosyal çürümenin unsurları toplam moralini ters yönde etkiledi ve öğündüğümüz, halkımızın karakteristiği olan ideolo­ jik inanç, çalışma coşkusu ve Sovyet yurt­ severliği gibi yüksek moral değerlerini sin­ sice kemirdi.”5 Parti yaşam ında, “Leninist prensip ve parti hayatının normlarına yeterince dikkat gösterilmedi. Bu özellikle kollektif liderlik alanında kendini ortaya koydu. Sözünü et­ tiğim, seçilmiş organların ve Parti toplantı­ larının rolünün zayıflamasıdır.”6 Bu tesbitler Sovyet toplumunun bütü­ nüyle bir değişimin eşiğinde olduğunu gös­ termektedir. Sosyalizm, Sovyet yaşamın­ da yeni bir aşamaya gelip dayanmıştır. Sosyalizmin bütün alanlarda sağlamlaş­ tırılması dönemi geride kalmış, onun en son teknik ve derin bilinçle daha fazla yet­ kinleştirilmesi dönemi gelip çatmıştır. Artık ihtiyaçların en genel tatmininden öteye geçilecek, insanların yaratıcılığını ve girişimciliğini çok gelişkin seviyelere sıçra­ tacak olan maddi zenginlik ortamı kurula­ cak ve ancak böyle, Sosyalizm artık savu­ nulması gereken bir kale konumundan siyrılacak, dünyada sosyal yaşamın her ala­ nında daha girişimci, kapitalizme karşı bü­ tün alanlarda saldın adımlarını yoklayan bir konuma yükselecektir. Gorbaçov’la hızlanan uygulamalann özü bu hedeflere yöneliktir. Ve bu yönde ger­ çekten devrimci adımlar atabilmek için iki temel halka yakalanmıştır. Ekonomide, ar­ tık üretkenlikte bir artışa yol açmayan eski yaygın (ekstansif) büyüme terkedilecek, bi­ limsel teknik devrimin üretime sistemli bir şekilde yansıtıldığı yoğun büyümeye “hız­ landırılmış” olarak geçilecektir. Sosyal alanda bürokratik donukluktan, halk insiyatifinin daha yetkin kullanıldığı, yeni kad­ roların öne çıkartıldığı bir aşamaya sıçranacaktır. Son beş yıllık planın ilk döneminde, 1987 yılına kadar “iş kolektiflerinin aktif ka- ^ tılımıyla bilimsel ve teknik kazanımlann uy­ gulamasına geçilmiş, 24 bin yeni bulgu ve 4 milyonun üzerinde üretimi rasyonalleştirme önerisi ulusal ekonomide uygulan­ maya konmuştur.”7 Bu rakamlar Sovyet


Sisteminde var olan potansiyelin nasıl hız­ la açığa çıkmaya başladığının en kesin gös­ tergeleridir. Bu gelişmelere rağmen kafalarda bir soru takılı kalmaktadır: bu atılımın momentin­ de yapılmasını engelleyen bürokratik çürü­ melerin kaynağı nerelere dayanmaktadır? Önce bürokratik deformasyonlann ken­ dini en yaygın biçimde ortaya koyuş biçi­ mine değinelim: “Seçimle gelmiş organla­ rın zararına yürütme organlarının rolünün aşın büyümesi meydana geldi. İlk bakışta her şey olması gerektiği gibi yürüyor. S e ­ çilmiş organlann tam üyeli toplantılar, otu­ rumları düzenli olarak yapılır. Onlann ça­ lışması sık sık aşırı ölçüde biçimsel oluyor, ikinci önemde ya da önceden kararlaştırıl­ mış konular tartışmaya getiriliyor. Sonuç yürütme organları ve onların liderlerinin fa­ aliyetleri üzerinde gerekli kontrolün kuru­ lamayışı oluyor. Doğrusu, bazı yoldaşlar se­ çilmiş organları, yalnızca baş ağrıları veren ve sorunlar yaratan bir dert olarak düşün­ meye başladılar. İşte geldiğimiz nokta.”8 Yürütme kurullarının hesap vermekle yükümlü oldukları organlardan kopuşmalan bürokratik yozlaşmanın kendini, en sis­ temli biçimde ortaya koyduğu alan olmak­ tadır. Sovyet yaşamını bozan bu çürümelerin temelinde, yığınlann insiyatif eksikliği yat­ maktadır. İnsiyatif ise bilgi ve deneyle geli­ şir. Bürokratik donukluğun bu temel kay­ nağı Lenin’in 1919’lardaki tesbitinden bu yana geçerliliğini korumaktadır. “Ancak yönetime bütün nüfus katıldığı zaman bürokrasiyi tüketebilir, tam bir za­ fer kazanabiliriz... Bu noktada, sürekli eği­ tim olmaksızın çözülemeyecek bir problem­ le karşı karşıyayız.”9 Hiç şüphesiz ki, Sov­ yet insanının genel bilinç ve deneyi 1920’lerle kıyaslanmayacak ölçülerdedir. Fakat mevut bilinç ve örgütlerin işleyişi gelip da­ yanılan aşamanın öne çıkarttığı görevlere yetmemektedir. Yeni görevler yani kalite gerektirmektedir. Sovyetler’de teorik seviyeye bakıldığın­ da hemen yaratıcı düşünce emeklerinden çok deneylerin tasnifinin yapıldığı ürün­ lerin çoğunlukta olduğu göze çarpar. Bir yandan Marksizm-Leninizmin teorik ürün­ leri didaktik bir şekilde tasnif edilirken, öte yandan devrim ve Sosyalizmin kuruluş de­ neyleri, faşizme karşı savaşın dersleri aynı şekilde Sovyet toplumunun genel yaşamı­ na kazandırılmıştır. Böyle bir aşamanın ka­ çınılmaz olduğu açıktır. Ancak bilimsel dü­ şüncenin keskin pratik içinde üretilmesin­ den Akademilerin soğuk duvarlarının ar­ kasına geçildiğinde nasıl zaaflann ortaya çı­ kabileceği açıktır. Fakat aynı zamanda dü­ şünce üretiminin dar kadrolardan daha ge­ niş bir alana yayılması tartışılmaz avantaj­ lar ve imkânlar doğurur. Geri Rus kapitalizminin ekonomi ve kül­ tür temeli üzerine Sosyalizm inşa edilirken, uzun yıllar sosyalizmin savunma konu­ munda kalması, skolastik formulasyonları beslemiştir. Bu teorik besin, Sovyet insa­ nının insiyatifini ortaya koymada kaçınılmaz sınırlamalar getirmiştir. Bürokratik bozulmaların ikinci nedeni, ekonomik temelde yatmaktadır. Lenin, devrimin hemen sonrasında “bürokrasi be­ lasının” bir sorun olmadığını, ancak 1919 Mart’mda 8. Kongre’de, “Sovyet sistemi içinde bürokrasinin kısmen canlandığı” tesbitinin yapıldığını belirtir. Eski Çarlık bürok­ ratları, yığınların korkunç eğitimsizliği so­ nucu yönetim mekanizmalanna kendileri­ ni “komünist” olarak isimlendirerek sızmak­

tadır. Bu çok açık gelişime karşı Parti tüm gücüyle savaşmıştır. Fakat iki yıl sonra “bürokrasi belası” za­ yıflamak şöyle dursun, “daha açık ve beter” bir şekilde kendini ortaya koyar. Bu gelişi­ mi “atomlarına ayrılmış küçük üretimin iç savaşta çökmesi”, buna karşılık şehirlerde “geniş ölçekli sanayinin zamanında geliştirilememesi” ve “şehirle kır arasındaki de­ ğişimin” kopukluğa uğraması beslemiştir.10 Korkunç koşullar altında, cesaretli ve ya­ ratıcı atılımlann yapılması gerektiği bir or­ tamda bürokrasi, bu gidişe ayak uyduramamakla kalmamış, ekonominin zayıflaması onlann kırtasiyeci hımbıl davranışlarına gı­ da olmuştur. NEP uygulamasıyla bu kısır çemberden çıkılmıştır. 1950’ler sonrası Sovyet ekonomisi hiç şüphesiz ki bambaşka koşullarda gelişmiş­ tir. Ancak ekonominin sürekli bir teknik ye­ nilenmeyle gelişmesinden çok, mevcut tek­ nikle yaygınlaşbnlması 1970’lere kadar ege­ men yöndür. Her ekonomik pratik adım, bir öncekinin belli ölçülerde genişletilmiş tekrarı görünümündedir. Buna “kazanımların abartılması ve öne çıkan problemlere sahip çıktlmayışı”11 da eklenince, bürokrasi yeniden beslenmiştir. 1974’lerde, ekono­ mide olumsuz göstergelerin iyice ortaya çıkmasına, teknik yenilenmenin hızlandınlması gerektiği defalarca tesbit edilmesine rağmen, dev bürokratik aygıt bu değişimin çabalarını bünyesinde eritmiştir. Otuz yılı aşkın devamlı kullanılmış yöntemlerden sıy­ rılmak büyük sancıları gerektirmiştir. Son on yıl bu değişim sancılarıyla yüklüdür. Son olarak, olayın Parti önder kadrola­ rını ilgilendiren yönüne değinmeliyiz. Gorbaçov’a kadarki Parti önder kadroları İkin­ ci Dünya Savaşı yıllarının anacık babacık günlerinde olgunlaşmışlardır. Onların bilinç ve pratik eylemini o günlerin koşullan şe­ killendirmiştir. Emperyalizme karşı savun­ ma ve sosyalizmin sağlamlaştırılması onla­ rın başlıca eylemi olmuştur. Gorbaçov ve yeni parti kadroları daha çok savaş sonra­ sı yeni atılımlann yapıldığı günlerin şekil­ lendirdiği insanlardır. Toplumun yeni ener­ jilerini ortaya çıkarmaya daha yatkındırlar. Sovyet toplumu kabuk değiştirmektedir. Sosyalizmin kuruluş ve sağlamlaştınlmasını yürüten önderlerin yerini, kurulan sos­ yalist ortamda yetişen önderler almaktadır. Uzun yıllar yerlerine alışmış önder kadrolann yaratıcılığı zayıflamış uygulamalannın yerini, biriken potansiyeli pratiğe akta­ racak genç kadrolar almaktadır.

GORBAÇOV REFORMLARINA TEPKİLER Batı basını Gorbaçov’un uygulamalanyla başlıca iki yönden ilgilenmektedir. Ekono­ mik alanda getirilen önlemlerden kapitalist uygulamalann üstünlüğünü teslim edenler varsa bunlar alkışlanacaktır. Siyasi planda, “daha fazla demokrasi ve açıklık politikası” rejim düşmanlanna yeterli özgürlüğü sağ­ larsa bunlar batının övgüleriyle karşılana­ caktır. Dolayısıyla, yeni uygulamalann ger­ çek yönü iyice şekillenince, batı basını Gor­ baçov’un “güler yüzünün altındaki çelik dişlerinden” sözetmeye başladı. Batı, sos­ yalist sistemdeki hiçbir reformla tatmin edi­ lemez. Ve sosyalizmin de böyle bir derdi olamaz. Batı, kırlarda kişilere ait bahçe üretimi­ nin teşvik edilmesinin ve şehirlerde işçi ça­ lıştırmamak kaydıyla ailelerin lokanta vb. iş­ letmeler açabilmelerinin, “kapitalizme geri

dönüş” açısından hiçbir değere sahip olma­ dığını hemen kavradı. Bu tedbirler en kı­ yıda köşede kalmış üretim güçlerinin bile ekonomiye kazanılmasından başka bir an­ lama sahip değildi. Gorbaçov’un “açıklık” politikası ise sos­ yalist düşüncelerin liberalleştirilmesine de­ ğil, bürokratik donukluğun hatalan örtme­ sine karşı yöneltilmiş bir silahtır. Ünlü re­ jim düşmanlarının serbest bırakılması ise batının elinden bu kof silahın alınıvermesi ©Idu. Bugüne kadar bu sefillerin çok iste­ dikleri batıya fırlatılmamalan hatadır. On­ ların yıldızı geniş kapitalizm bataklığında hızla sönerdi. Oysa Sovyetler’de kaldıklan sürece, batılı basının odak noktası oluyor­ lar. Sosyalizm her taktik alanda ustalıklı davranmayı becerebilmelidir.

Sovyetler’deki değişim Andropov’la başlamıştır. Aynı doğrultuda ve hızlanarak Gorbaçov’un liderliğinde sürmektedir. Hatta değişim sancıları 1975’lerde iyice birikmiş, fakat ancak 1980’leri geçince sıçrama yapabilmiştir. Değişimi ya da Gorbaçov’un deyimiyle “ reorganizasyon” u zorlayan birikimler nelerdir? Gorbaçov hızlı adımlar attıkça, bu sefer basında Kruşçef le benzetmeler yapılmaya, bir “politbüro müdahalesine” kurban gide­ bileceği üzerine spekülasyonlar yapıldı. Kruşçef, Stalin dönemini topyekün in­ kara yönelirken, öte yandan Sosyalizmin kazanımlannı abartarak gerçekleşemeyecek hedefleri toplumun önüne koymuştur. Ekonomide merkezi planlamayı zaafa uğ­ ratacak uygulamalara geçilmiştir. Gorba­ çov, son program değişikliği ile Kruşçef dö­ neminin aşın hedeflerini Programdan çıkar­ tarak işe başlamıştır. Hedef, ekonomide ve sosyal alandaki birikimleri bürokrasi enge­ linden kurtarmak, geciken gelişime hız ver­ mektir. Gorbaçov, 1 9 7 5 ’lere kadar süren gelişimi teslim ederek yola çıkmıştır. Tutarsız bir inkarcılık yerine, bu kazanımlardan yo­ la çıkılması gereğini vurgulamaktadır. An­ cak, 1975’ler sonrası çürümeler en radikal bir eleştiriye uğratılmaktadır. Diğer bir spekülasyon, Çin ve Sovyet­ ler’deki değişimler aynı kefeye konarak ya­ pılmaktadır. Hatta batı basını bir dönem Çin’i Sovyetler’e örnek gösterdi. Çin’in “ba­ tıya açılma cesaretini” alkışladı. Fakat son öğrenci olaylanyla birlikte ÇKP’nin tavn da­ ha net şekilde ortaya çıkınca batı basını bu sefer Deng ve Gorbaçov’a “siz demokrasi­ den ne anlarsınız” (The Economist) diye hırçın çığlıklar atmadan edemedi. Sovyet­ ler’de ve Çin’de olanlar siyahın beyaza ben­ zediği kadar birbirine benzemektedir. Çin’­ deki uygulamalar daha çok Sovyetler’deki NEP dönemine denk düşmektedir. Çin, ekonomiye hız verebilmek için, kırda ve ba­ zı liman şehirlerinde kısmî kapitalist uygu­ lamalara geçmiştir. Genel konumuyla Çin, ekonominin bütün alanlarına sosyalizmin yaygınlaşbnlması dönemine varamamış, bunun sancılannı yaşamaktadır. Oysa Sovyetler Birliği bu dönemi çoktan aşmış, Sos­ yalizmin yetkinleşmesinin sancılannı yaşa­ maktadır. Basit mantık oyunlanyla bu ger­ çeklikler örtülemez. Son konuya, Gorbaçov’un “açıklık ve

31


Sahorov’lar kökleri kazınan kapitalist sınıfın düşünce artıklarının dile gelişidir. Sosyalizm, bu gericiliğe partileşme hakkı bahşedemez. Ne çare ki, kapitalizmin demokrasi oyunu baylarımızın gözlerini öyle boyamıştır ki, kapitalizmde nasıl o düzene karşı olan proletarya örgütlenebiliyorsa, Sosyalizmde de ona düşman olanlar niye örgütlenmesin!

32

daha fazla demokrasi” uygulamalarının yükselttiği tepkilere geçelim. Gorbaçov “da­ ha fazla demokrasi” deyince, kimi solcula­ rımız bunu "Sovyetler'de demokrasi ol­ madığına" delil gösteriyorlar. Gorbaçov’un adımlarını “demokrasinin gerçekleşmesi için yeterli" bulmuyorlar (Yeni Öncü, s.l) Görmek istemeyen gözden daha körü yoktur. Gorbaçov, “daha fazla demokrasi” önerdiği raporunda önce “mevcut seçim sistemi iktidarın seçilmiş organlarında nü fusun bütün bölümlerinin temsilini sağlı­ yor... Bu başlı başına sosyalist demokrasi­ nin büyük bir kazanımıdır." gerçekliğinden hareket ederek; “Bununla birlikte, bütün politik, ekono­ mik ve sosyal kurumlaşmalar gibi, seçim sistemi de, toplumdaki reorganizasyoıı ve yeni gelişim sürecinden kopuk ve değişme cen kalamaz '1~ sonucuna varır. Sovyetler'deki mevcut seçim sisteminde Sovyet organlarının bütün kademeleri, bü tün yığın örgütlenmelerinin yetkili organ lan. mahkemeler seçimle işbaşına gelir Ve seçmenin seçtiklerini geri çağırma hakkı vardır. “Son yirmi yılda seçilmiş 8 0 0 0 gö­ revli geri çağrılmıştır"11 Seçimlerde aday gösterme hakkına “Par ti. sendikalar, Komsomol, kooperatifler ve diğer halk örgütlenmeleri, iş kollektifleri ve hizmet sektörü birlik toplantıları sahiptir." “1980 Sovyet seçimlerinde 9 3 5 .8 0 0 se­ çim komitesi kuruldu ve bunlara halk ör­ gütlenmeleri ve iş kolektiflerinden 8.6 mil­ yon temsilci katıldı. Seçimlere katılma oranı % 9 9 .9 oldu."14 Seçilenlerin % 4 3 .l i ko­ münist, % 5 6 .9 ’u partisizdir. Bu gerçeklikleri sosyalist demokrasiyi gö­ remeyenleri ikna etmek için değil, samimi işçilerin yaşayan gerçekliği kavrayarak, sos­ yalizm dilbazlarının iç yüzünü kavraması için özetledik. Geri çağırılma hakkının çok sınırlı kulla­ nılması neyi göstermektedir? Seçilenlerin görevlerini hakkınca yürütmeleri olayın bir yönüdür. Fakat aksamalar biriktiğine göre, esas neden yeni insiyatiflerin öne çıkma­ sındaki yavaşlıktır. Bu da geniş yığınların bilinçliliğiyle ilgilidir. Her şeye rağmen seçimlere katılım yüz­ de yüze yakındır Sovyetler’de seçime katılmayana para ya da hapis cezası olmadığına göre, oranın bu kadar yüksek olmasının tek nedeni, yığın ların kendi iktidarlarına sahip çıkma gerçek­ liğidir. Beğenilmeyenin değiştirilebileceği, aksayanın düzeltilebileceği umudu olmasa seçimler ölü bir formaliteye döner, geniş yı­ ğınların ilgisini çekemezdi. Ancak varılan aşamada bu yetmemek­ tedir. Şimdi demokrasi başlıca iki yönde da­ ha da genişletilecektir. Ekonomi alanında, merkezden atanan fabrika yönetimleri, iş kollektifleri tarafın­ dan seçilecektir. Genel seçim sisteminde ise, aday sayısının sınırlanması ve aday gös­ terme hakkıyla ilgili kısıtlamalar kaldınlmaktadır. Fakat baylarımızı bu gelişmeler tatmin et­ miyor. Yeni Öncü’ye göre, demokrasinin gelişmesi “örgütlenme özgürlüğüne” ve "çok partililiğe" varmazsa bir anlam taşıma­ yacaktır. Sovyet halkı tümüyle'örgütlüdür. Kim­ lere örgütlenme özgürlüğü isteniyor? Thatcher ve Reagan'ların kucak açtıkları sosyalizm düşmanlarına! İşte “demokrasi” anlayışı. Kapitalizm, çağımızda yalnızca bir avuç Finans-kapitalist için gerçek özgürlük demek olduğundan, onun yığınları aldata­ cak ikiyüzlülüklere ihtiyacı vardır. Sosya­

lizm. geniş çalışan yığınlar için demokrasi olduğu için onun bu tür ikiyüzlülüklere ihlıyacı yoktur. İlk sovyet anayasasında (1918) eski işverenler ve kırlarda kulaklar, diğer sömürücü unsurlar seçme ve seçilme hakkına sahip değildi. Bu sınırlama 1936 Anayasasında kaldırılmıştır. Şimdi de aday gösterme hakkı Parti ve çeşitli halk örgüt­ lenmelerinden tek kişilere yaygınlaştırılmaktadır. Sovyetler'de bütün adayların se çim-propaganda masraflarının devletçe karşılandığı düşünülürse, en gelişkin kapi­ talist anayurtlardaki “demokrasinin" bile na­ sıl zavallı bir aldatmaca olduğu ortaya çıkar. Gelelim “çok parti" sorununa. Sosyalizm tek parti ile kurulur ve güdülür diye bir ka..un ya da fetva yoktur. Bugün çok partili sosyalist ülkeler de vardır, sovyetler'de tek parti Bolşeviklerin isteği ya da yersiz zorla­ maları ile yaratılmamıştır. Devrim momen­ tinde proletarya her ileri adım atışında Menşeviklerden. Sosyalıs* Devrimcilere ka­ dar uzanan partiler tek tek karşı devrim saflarına savrulmuşlardır. Emperyalizmin genç Sovyet iktidarını çökertmek istediği koşullarda, burjuva reformistleri ve küçükburjuva devrimcilerinin enerjileri tükenmiş, kurulmakta olan düzenin karşısına geçmiş­ lerdir Fakat buna rağmen RSDİP yöneti­ mindeki Sovyet iktidarı geniş köylü yığın kırının taleplerine de cevap vererek, onla­ rın gericileşen partilerden kopuşmalarını sağlamıştır. Mücadelenin tek parti iktidarı ile sonuçlanması devrim günlerindeki sınıf savaşının en keskin noktalara tırmanma­ sının bir sonucudur. Yeni Öncü, mücade­ lenin bu derece keskinleşmesinden mi ya­ kınıyor? RSDİP ın kararlı eylemliliğiyle, işçi sını­ fından öteye geniş halk yığınlarının da gü­ venini kazanması, buna karşılık diğer par­ tilerin halkın büyük çoğunluğundan tecrit olup bu yeteneği gösteremeyişi karşısında sızlanmak niye?

terketmiştir. Sizler, bu gerçeklikleri görmek istemeyerek, sınıf savaşının insafsızca kes­ kinleşmesinden sızlanmış oluyorsunuz. İkinci olarak, RSDİP bir kocakarı sabrı ne bu partileri devrimci mücadeleye ikna et mek için uğraşmak yerine, bu papazca tu­ tumu bir kenara itip proletarya dışında ge­ niş yığınların da güvenini kazanabilmiş ve devrimi sonuna dek götüren tek parti ol­ muştur. Sizler bu gelişimden yakınarak, ye­ teneksiz devrimciliğe tolerans ya da “öz­ gürlük” istemiş oluyorsunuz. Üçüncü ola­ rak, RSDİP devrim sonrası gelişimde ka­ rarlı devrimci tutumuyla konumunu daha da sağlamlaştırmış ve sosyalizmin gelişimi­ ne de tek parti olarak damgasını vurmuş­ tur. Sizler, çok partililik adına bu gerçekliği eleştirerek, proletaryanın sınıf olarak öncü rolünü burjuva yargılarla kemirmek istiyor­ sunuz. Tek partililiğin tercih edilip edilmemesi, sübjektif bir seçim sorunu değil, devrim dö­ neminde objektif koşulların belirlediği bir durumdur. Apcak “çok partililik” hevesi burjuva önyargılara teslimiyettir. Yeni Öncü, Gorbaçov’a reformlarında çok partililiği” hedef noktası olarak gös­ terdiğinde. parti sorununu nasıl bir temele oturtuyor? “Eğer bir görüş sahipleri örgütlenme öz gürlüğüne sahip olur, bir başka görüş sa hipleri buna sahip olamazsa, açıklık nasıl gerçekleşecektir?” (Yeni Öncü, s.l) Böylece Partilerin “bir görüş" ya da “bir başka görüş sahipleri” temeline oturduğu­ nu öğreniyoruz. Oysa siyasette “görüş" ip­ siz sapsız bir balon değil, sınıf çıkarlarının ifadesidir, \feni Öncü gibiler. 12 Eylül hen­ değine kapaklandıktan sonra, sınıf temeli­ ne dayanan bir siyasi mücadele yürütmek yerine, düşünce idmanına dayalı bir siya­ set yapma yolunu seçtiler. Sovyetler’de, devrimden bu yana işçi sı­ nıfının, tanmda çalışanlann ve aydınlann çı-

Burjuva normlara değil, devrimini yapmış proletarya ve geniş halk yığınlarının insiyatifine güvenmek tek yoldur. Sosyalizm elbette ki sancısız gelişmiyor. Ve partiler Nevski Bulvarı’nda gezinircesine kolay ve tasasız yürüyemiyor. Sizler sosyalizm yolunda yürüyüşün zorluklarından yılıp burjuva normlara sığınıyorsunuz. Demokrasinin temel nimetinin “çok par­ tililik” olduğunu sananlar kendilerini bur­ juva yargılann bataklığında bulurlar. Parti­ ler sınıflara dayandığına göre, her proleter devrimi kaçınılmaz şekilde önce burjuva partilerini tasfiye eder. Köylülüğün ve orta tabakaların partileri ise devrimin gidişine ayak uydurabilirse tasfiye olmak kaçınılmaz alın yazısı değildir. Fakat sosyalizme doğ­ ru her adım atışta, sınıf çıkarları arasındaki farklar eridikçe partiler de sentezleşebilir. Yeni Öncü, “tek partililiği model yapma­ yalım” derken Rus Devriminin gerçekleri karşısında bayağı bir liberal konumuna dü­ şüyor. İlk olarak, iç savaş ve birinci dünya savaşının içiçe girdiği koşullarda sınıflar sa­ vaşının korkunç derecede keskinleşmesi proletarya partisi dışındaki eski ilerici par­ tilerin enerjisini hızla tüketmiştir. Ve hepsi çeşitli provokasyonlarla devrim alanını

karlan, sosyalizmin geliştirilmesi hedefi doğ­ rultusunda bir ve aynı partide temsil edile­ biliyor. Bu partide, Sosyalizmin geliştirilmesi çerçevesinde “başka başka görüşler" dai­ ma olmuş, hatta dönem dönem keskin mücadele vermişlerdir. Yeni Öncü'nün derdi bu değildir. “Gor­ baçov, Saharov ve benzerlerini serbest bı­ raktı... Eğer bunlar gösteri yapmak ve ör­ gütlenmek isterlerse ne diyecek?” İşte “çok partililik” çığlıklarının somut hedefi! “Eğer bir görüş sahipleri örgütlenme özgürlüğü­ ne sahip olur, bir başka görüş sahipleri bu­ na sahip olamazlarsa, açıklık nasıl gerçek­ leşecektir?” Yeni Öncü’nün derdi budur. Masum cümlelerle cinayet işliyorsunuz. Sovyetler Birliği Komünist Partisi “bir gö­ rüş sahibi”dir, “Sahorov ve benzerleri” de “başka bir görüş sahibi”! Birisine örgütlen­ me özgürlüğü varsa, diğerine niye olmasın!

4”

%


Sahorov’lar hangi görüşün sahibidir? Neden Reagan’Iar bu görüşe kucak açar­ ken, “öbür görüşü’’ öldürmek için kanteri döküyorlar? Bizim “özgürlük” savaşçıları için görüşlerin sınıf temeli önemli değildir. Yalnızca “bir başka görüş” olm aları onla­ ra örgütlenme özgürlüğü için hak kazan­ dırmalıdır.

yal ettiğiniz “güçlü partiler” hangi çıkarları savunacaktır? Eğer bunun çerçevesi sosya­ lizm içinde kalacaksa hiç de ayrı “güçlü” partilere gerek olmayabilir. Ayrı güçlü partilerin olması halkın alda­ tılmasına karşı bir teminat değildir. Ameri­ ka’da iki güçlü parti al gülüm ver gülüm ge­ niş halk yığınlannı aldatabiliyor. Uygulama-

“ Sovyetler’de örgütlenme özgürlüğü” paravanasını bir kenara atın, bayrağınıza “ sosyalizmden geri dönme özgürlüğü” parolasını yazın, bu işçi sınıfımıza yapabileceğiniz en büyük hizmet olur.

■j

Sahorov’lar kökleri kazınan kapitalist sı­ nıfın düşünce artıklarının dile gelişidir. Sos­ yalizm, bu gericiliğe partileşme hakkı bahşedemez. Ne çare ki, kapitalizmin demok­ rasi oyunu baylarımızın gözlerini öyle bo­ yamıştır ki. kapitalizmde nasıl o düzene kar­ şı olan proletarya örgütlenebiliyorsa, S o s­ yalizmde de ona düşman olanlar niye örgütlenmesin! Evet, kapitalist anayurtlarda proletarya­ nın -elbette belli sınırlamalarla- örgütlenme özgürlüğü vardır. Ancak hiçbir kapitalist ül­ kede artık feodal ortaçağı özleyen ciddi bir örgütlenme yoktur. Burjuvazi feodal orta­ çağı öldürdüğü oranda güçlü ve özgür bir şekilde gelişebilmiştir. Geri ülkelerdeki ba­ zı kalıntılar hariç feodal ortaçağ yüz yıldır ölmüştür. Ancak kapitalizm hala güçlü bir şekilde yaşıyor. Ve bu nedenle Sosyalist ül­ kelerdeki gelişimleri etkileyebiliyor. Burjuvazi feodalizmden gücüyle örgüt­ lenme hakkını almıştır. Proletarya da ka­ pitalistlerden en zorlu mücadelelerle sen­ dikalaşma ve partileşme hakkını koparmış­ tır. Kapitalizm kanunlarla proletaryanın ör­ gütlenmesini yasaklaşa da, işçi sınıfı yeraltmın “özgür'’ ortamında yine örgütlenmektedir. Çünkü tarih sosyalizme akıyor. Fakat Sosyalizmden ötesi komünizm. Saharov’larla mı komünizme gideceksiniz? Son olarak, Yeni Öncü’nün “iktidar kor­ kusuna” değinelim. Yeni Öncü “iktidar olan” ve “kanunlarla korunan” bir partinin kendisini “yenileyebileceğine” inanmamak­ tadır. Oysa “güçlü rakipleriyle mücadele et­ mek zorunda kalan parti kendini yenile”yebilir. Burjuva aşıklığının bu kadarına pes. *

Batı anayurtlarında pek çok parti var. Ancak yenilenen kişiler ve propaganda metodlarıdır. Partilerin sınıf temeli değiş­ medikçe temel görüşü değişmez. Bu an­ lamda yenilenemezler. Biz’de ANAP ne ölçüde bir yeniliktir? Ya da Demirel ANAP’tan dolayı hangi temel görüşlerini yenile­ miştir? Hele SHP, eski CHP’den beter biı durumdadır. Kafanızda sınıf kavramı yok, kof biçimler ve kalıplar var.

-

Sosyalizmde iktidar olmak demek, ge­ niş yığınlarla sürekli ilişkide olmak demek­ tir. Çünkü Parti onların çıkarlarının temsil­ cisidir. Eğer Polonya olaylarını önümüze sürerseniz, Walesa hiç şüphesiz ki Partinin korkunç hatalarının çocuğudur. Ancak Parti yığınların şamarıyla günahlarından kurtulma yolunu tutmuştur. Bir Walesa, yı­ ğınları geçici olarak peşinden sürüklese de, kapitalizme dönüşü özlediğini açığa vurun­ ca hızla çökmüştür. Sosyalizm içinde ha-

larıyla yıpranan parti gidip, ardından öbü­ rü yığınlara yeni bir umut gibi sunulup, dü­ zen yuvarlanıp gidiyor. Oysa tek parti, uy­ gulamalarıyla geniş yığınların sürekli karşısındadır. Sırf bundan dolayı, parti değiş­ tirilemeyeceğine göre, uygulamalar yığın­ ları tatmin etmiyorsa parti kendini yenile­ mek zorunda kalır. Ayrıca Yeni Öncü’nün unuttuğu bir ger­ çeklik vardır ki, Sosyalizmin özünün unu­ tulmasıyla aynı anlama gelir, Sovyetler’de Parti’yi “koruyan” kanunlar, aynı zaman­ da bütün Sovyet halkının da çıkarlarını te­ minat altına almaktadır. Gorbaçov, bu ka­ nunlara dayanarak, çok yakında 4 0 0 soy­ suz partilinin elinden “lüks villalarını” bir an­ da çekip alıverdi. Sovyetler’de büyük yol­ suzlukların hala cezası idamdır. Burjuva normlara değil, devrimini yap­ mış proletarya ve geniş halk yığınlarının insiyatifine güvenmek tek yoldur. Sosya­ lizm elbette ki sancısız gelişmiyor. Ve par­ tiler Nevski Bulvarı’nda gezinircesine ko­ lay ve tasasız yürüyemiyor. Sizler sosya­ lizm yolunda yürüyüşün zorluklanndan yı­ lıp burjuva normlara sığmıyorsunuz. Sosyalizmdeki aksamalardan paniğe ka­ pılıp, burjuvazinin çöplüğünden onun es­ kimiş kavramlannı ödünç alıyorsunuz. Sos­ yalizm bütün dünyayı hayran bırakacak parlaklıkta ve kusursuzlukta gelişseydi ne iyi olurdu! Dünya burjuvazisinin soluğunu tıkayacak mükemmellikte adımlar atsaydı, bizlere ne kadar az iş düşerdi! Ya da bu olmuyorsa, her “başka görüşe” özgürlük tanıyıp, gerektiğinde sosyalistler, sosyalizmden özgürce geri dönebilecekle­ rini ve böylece ne kadar “demokratik” ol­ duklarını dünya burjuvazisine gösterseler ne iyi olurdu! “Sovyetler’de örgütlenme özgürlüğü” paravanasını bir kenara atın, bayrağınıza “sosyalizmden geri dönme özgürlüğü” pa­ rolasını yazın, bu, işçi sınıfımıza yapabile­ ceğiniz en büyük hizmet olur.

1 Soviet Politics in the Brezhnev Era, R.Kelley 2 M Gorbaçov. 27-28 Ocak 1987 Mk Toplantı ko­ nuşması 3 M.Gorbaçov. Haziran 1986 MK'ya rapor 4 (2) 5 (2) 6 ( 2) 7 SSC B Merkezi İstatistik Büro Raporu. Şubat 1987 8 ( 2) 9 Lenin Cilt 29 10 Lenin Cilt 32 11 Georgi Srnimoz. New Times, Nisan 1987

12 (2) 13 STP Ekim 1982 14 Çernenko, Soyvetler'de İnsan Hakları

G orbaçov

’Yeni uygulamaların gerçek yönü iyice şekillenince, Batı basını Gorbaçov’un “ güler yüzünün altındaki çelik dişlerinden” söz etmeye başladı. Batı, sosyalist sistemdeki hiçbir reformla tatmin edilemez. Ve sosyalizmin de böyle bir derdi olamaz. Sosyalizmin bütün alanlarda sağlamlaştırılması dönemi geride kalmış, onun en son teknik ve derin bilinçle daha fazla yetkinleştirilmesi dönemi gelip çatmıştır.


NIKARAGUA DEVRİMİ Ayşe Tansever Ira’ngate skandalından sonra dünya ba­ sınında Nikaragua’dan pek söz edilmiyor, ama ülkemizdeki devrimci güçler açısından Sandinista rejimi güncelliğini yitirmemiştir. Silahlı mücadele deneyi zenginliklerle dolu­ dur, Cepheleşme sorunununda da üzerinde önemle durulmalıdır. Devrim öncesi cephelenişleri ülke içindeki güçler dengesini ve bunun önemini yansıtır, iktidar olduktan sonra da aynı cephe dünya güçler denge­ sinin sırat köprüsünde mücadele verir. Ni­ karagua Devrimi’ni incelemeyi bu sorun­ lara ışık tutması açısından önemli gördük. Yazı 3 başlık altında toplanmıştır. Por­ tekiz Sömürgeciliği ve ABD işgalinden son­ ra Somoza ve burjuvazinin serpilip geliş­ mesini inceleyeceğiz. İkinci bölüm genel olarak Halk cephesindeki durumu, özellikle de FSLN (Sandinista Ulusal Kurtuluş Cep­ hesi) nin şekillenip örgütlenmesi ve devrim mücadelesinden çıkışıriı ele alacaktır. Son bölümde FSLN iktidarını anlamaya çalışa­ cağız.

1909’da Nikaragu’yı işgal eder ve ancak 1933’te gerisinde Som oza ve bizzat eğitti­ ği Ulusal Muhafızları bırakarak ayrılır. Sandinista Cephesi’ne adını veren Au­ gusto Cesar Sandino, ABD’nin bu işgali­ ne karşı direnen milliyetçi bir köylüdür. Meksika Devrimi’nden etkilenmiş, hatta devrimde dövüşmüş bir kahramandır. Marksizmle ilgisi yoktur. Somoza iktidar olunca silahını bırakır ve Somoza tarafın­ dan öldürttürülür. Somoza ve iki oğlu Nikaragua’yı tam 46 yıl, her biri ABD’de eğitilen Ulusal Muha­ fızların (UM) dillere destan zalimlikleri ile ülkeyi yönetirler. Somoza feodal bir top­ rak ağasıdır. Büyük latifundalarında kah­ ve yetiştirir, hayvan besler, bunları ABD’ye satarak geçinir. 1950 yılında kahveye yeni bir ürün, pamuk eklenir. Pamuk küçük değil büyük topraklarda ekimi ve sermaye yatırımını gerektirdiğin­ den, topraklar değerlenir ve küçük köylü iflas eder, kırda proleterleşme başlar. Ma­ dalyonun öbüryüzü de kır burjuvalarının artmasıdır. Nikaragua tarihinin dönüm noktaların­ dan biri Küba Devrimi’dir. F.Kastro ve Che tüm Orta ve Latin Amerika’da devrim ateşini yakmıştır ama emperyalizmde kendi 19. yılda Nikaragua tarihi 2 politik gö­ dersini almıştır. 1960 yılından başlayarak rüş arasındaki savaş ve sürtüşmelerle do­ ABD bölgede endüstrileşme faaliyetine gi­ ludur. Portekiz sömürgecilik döneminden rişir. Güdümündeki rejimlere krediler açar. kalma tutucular ile kuzey batıda yerleşik li­ İlk önce en sadık uşağı Somoza ile İlerici beraller boyna iktidar kavgası yaparlar ama İttifak kurulur ve kredi girmeye başlar. Ni­ hep sömürge kalıntılan feodaller üstündür. karagua’da endüstrileşme başlar. Managua Gölü çevresinde oturanlar, altın Kalkınma herhangi bir plan veya prog­ ve esir ticareti yaparak geçinirlerdi. Kuzey­ ramsız sadece Somoza’nın maddi çıkarla­ de oturan bir kesim de kahve ekip biçerek, rına göre yürütülür. Dış ticareti elinde tut­ hayvan besleyerek burjuvalaştılar ve libe­ tuğundan ithal mallarından elde ettiği kâr­ ralizm bayrağı altında iktidara geldiler. Yıl ların gitmemesine özen göstererek ülkeyi 1893. Nikaragua devrimcileri bu tarihi bur­ yeni bir bağımlılığın içine iter. Endüstrileş­ juva demokratik devrimi olarak kabul mede hiçbir ülke çıkan güdülmez, dışa da­ ederler. yalı montaj sanayi biraz kurulur. Kredileri denetlemek için bir banka ku­ rar ve tamamen kendi kontroluna alır. Baş­ ta sözünü ettiğimiz iki aile ile sınırları tama­ men belli bir şekilde ülke ekonomisi pay­ laşılır. Türkiyemize benzer bir şekilde tepe­ den inme, ABD güdümünde tekelci ka­ pitalizm kurulur, ya da kurdurtturulur. Böylece Somoza 1960 sonrası 1 0 0 ’den fazla büyük arazi ve hayvan çiftliklerine 150'den fazla endüstri işletmesi ekler. Çi­ mento, inşaat sektörü, birkaç metal çıka­ nını işine kredileri yatınr. Uçak ve deniz şir­ ketleri kurar. TV ve 2 Radyo istasyonuna sahiptir. Kamu parası ile yaptırdığı ünlü Pa­ sifik Demiryolu’nu da üstüne geçirir. Ka­ Burjuvazi iktidara geldiği dönemde ABD dın ticareti ve kumar kontrolundadır. An­ Panama Kanalfnı açmaya başlar, böylece laştığı diğer ailelerin endüstri işletmelerin­ Nikaragua'da benzer bir kanal projesi rafa de payları vardır ve bol bol haraç keser. Sözünü ettiğimiz ailelerinden biri Chakaldırılmış olur. Nikaragua burjuvazisi bu­ morro'dur. Banco de Americano’nun sa­ na kızar ve Başbakan Zelaya ne pahasına olursa olsun, gerekirse başka bir uluslara­ hibidirler. Tekstil, şeker fabrikaları, kesimrası güce kanalı açtıracağını söyler. ABD hane ve inşaat firmaları vardır. Diğeri ise

1. BÖLÜM

SOMOZA İKTİDARI ve BURJUVAZİ

Halkın morali yüksekti. Arada yenilgiler alınsa bile moralsizlik yaratmıyordu. Kırda, kentte, dağda birçok olay oluyordu, ama tam bir koordinasyon yoktu. FSLN’nın üç eğilimi epey deney kazanmıştı. Tam bir zafer için bu deneyimler birleştirilmen ve yeniden saldırmalıydı.

34

Collejos ailesidir, Banco Nicaragüense nın sahibidirler. Gıda maddeleri satım zin­ ciri kurmuşlar, neredeyse tüm restaurantların sahibidirler, tki ailenin doğrudan ABD ile ilişkileri vardır. Bir süre sonra Honduras, El Salvador ile Orta Amerika Ortak Pazarı kurulur. Ser­ maye, kendi çapında da olsa uluslararası pazara açılır. Gümrük duvarları kalkar, S o ­ moza ve bu sermaye grupları dış ülkelere yatırım yaparlar. Bu dönemde Nikaragua % 8 ’lik bir yıllık ortalama kalkınma hızı gös­ terir. Montaj Sanayi ise % 12.5 büyümek­ tedir (Nicaragua, First 5 Years, s.281-294). Bu rakam tüm Latin Amerika ortalamasın­ dan daha yüksektir. Sınıflar farklılaşması hızlanır. Pamuk nasıl kırda proleterleşmeyi arttırdıysa en düstrileşme de küçük esnafı iflâsa sürükler vé kentlere savurur. Ama açılan iş imkânı bu kadar işsizi barındıracak kadar değildir, iş­ sizlik başlar. 1950-1970 arası toprağından olan köylü % 1000’dir (Fire from The Mo untains. Ornar Caberas, s.226). Ayrıca toprakların pamuk ve birkaç ihraç tarım ürününe ayrılmış olması, köylünün yiye­ ceği fasulye gibi gıda maddelerinin ekilmemesi demektir. Açlık başlar. 1970’lerle birlikte ekonomik çözümsüz­ lük yavaş yavaş yükselir. Bunun en temel nedeni dünya piyasalarında pamuk, kah­ ve vs. gibi tanm ürünlerindeki fiyat düşme­ leridir. Öte yandan ithal edilen malların fiyatlan da artmaya başlar. Nikaragua’nın bir daha kapanmayacak şekilde bütçesi açık vermeye başlar ve borçları hızla artar. 1977'de 1.1 milyar dolar yani GSMH’nin % 5 5 ’i olur. Ekonomiyi çıkmaza sürükleyen başka nedenler de vardır. 1972 yılında başkent Managua’da bir deprem olur, arkasından yangın çıkar. Kentteki endüstrinin % 80’i tahrip olur. Ertesi yıl sel tüm mahsulü alır götürür. 1974-75 kapitalizmin genel krizi ve bunun üçüncü dünya ülkelerine düşen payı Nikaragua’yı çok etkiler. Ard arda ya­ şanan bu olaylar ekonomiyi iyice sıkıştırır. Ancak en önemlisi 1960’larda kurulan montaj sanayinin eskimesi ve yenilenme gerekliliğidir. Fakat yenilenememektedir. Neden? Bilindiği gibi sermaye çok korkak­ tır. Ortalık güvenlikli olduğunda yatırım yapar. 1974 yılından başlayarak yükselen Sandinista Hareketi, anti-emperyalist, anti-Somoza çığlıkları burjuvaziyi korkut­ maktadır. Sermaye yatınlmaz, kaçırılmaya başlar. Somoza ya hareketi bastırmak ya da bu­ na bir çare bulmalıdır. Somoza’nın Ulusal Muhafızları (UM) tüm zalimliklerine, bas­ kılarına rağmen işe yaramamaktadırlar, olaylar yavaş yavaş kontroldan çıkmakta­ dır. Burjuvazinin diğer bir çözümü Somoza’nın deveyi güdemeyince çekip gitmesi­ dir. Somoza bunu kabul etmez. Burjuvazi


ikiye bölünür, Somozacılar ve Anti-Somozacılar. Anti-Somozacılık halk muhalefetinin de bayrağıdır ama onlar aynı zamanda burju­ vaziye de karşıdırlar. 1977’ten itibaren si­ yaset sahnesinde burjuvazi ve halk güçleri arasında anlaşmanın binbir hilesi yaşanır. Öte yandan ABD’de durum nasıldır? İk­ tidarda Reagan yoktur. Carter’m politika­ sı, bayrağı “insan hakları”dır. ABD bu pa­ rola ile yükselmeye başlayan muhalefetle­ ri bastırma politikasını denemektedir. Somoza’nın dillere destan zalimlikleri onu bi­ le biraz anti-Somozacı olmaya zorlamak­ tadır. Onsuz bir iktidar arayışmdadır. Managua’da bu dönemde sık sık ABD destekli sosyal-demokrat iktidar darbesinden söz edilir. Ama ABD bu işi Nikaragua’yı kay­ bettikten sonra, ancak Filipinler’de başara­ bilecektir. Devrim için öngörülen birkaç koşuldan biri olgunlaşmıştır. Burjuvazi düzenini şim­ diye kadar sürdürdüğü gibi sürdürememektedir, çözümsüzlük içindedir. Ama bu devrim için yetmez. Devrimci­ ler ne güçtedir? Örgütlülükleri ne durum­ dadır? Devrim nasıl yapılacak ve nasıl şe­ killenecektir? Şimdi bu soruları yanıtlaya­ lım.

II. BÖLÜM

FSLN (Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve DEVRİM

' ı r 1

Cephenin bizi ilgilendiren önemli özel­ liklerine geçmeden önce Nikaragua’nın coğrafi ve sosyal bir iki özelliğine değine­ lim. Bunlar devrim için belirleyici olmasa bile etkileyici faktörlerdir. Nikaragua-dünya esir ticaretine epey katkıda bulunduğundan olsa gerek dünya­ nın nüfus yoğunluğu az sayılı ülkelerinden biridir. Yüz ölçümü yaklaşık Yunanistan kadar olmasına karşın, devrim öncesi 2 .5 şimdi de 3 milyon insan yaşamaktadır. Ül­ kenin doğusu birkaç yerli kabilenin dışın­ da bomboştur. Kuzey tropik ormanlarla kaplıdır. Bunlar gerillalar için çok önemli sığınak imkânı demektir. Yeraltına itilen ço­ ğu gerilla yıllarca burada sessiz soluksuz ya­ şayabilir ve de yaşamıştır. Orta Amerika halkları ortak dil Portekiz­ ce konuşurlar. Genellikle kültürleri aynıdır. İlk önce Portekiz feodalizmi sonra ABD burjuvazisinin boyunduruğuna girmişlerdir, bu nedenle kültür ve ekonomik yapılanışları az çok birbirine benzer. Devrimci yapılanışları çok farklı değildir. Bu devrimciler için birer avantajdır. 1960’lardan beri sü­ ren devrimci mücadelede kadroların çoğu defalarca dışarı kaçar, o bölgelerde müca­ dele verirler. Böylece hem sığınak sağlar­ lar hem de mücadelede bilenirler. Devrimci bilinç her yenilgiden dersini alıp yeni bir güçle ortaya çıkma olanağına sahiptir. Küba Devrimi sonrası tüm Orta ve La­ tin Amerika ülkelerinde gerilla savaşları başlar. Arkadaşının evinde Marksizmle ta­ nışan üniversite öğrencisi Carlos Fonse­ ca, şimdi içişleri bakanlığı yapan Tomas Borge ve birkaç arkadaşı ile 1961 yılında Houduras sınırında bir gerilla kampı kurar, birkaç gerillayı eğitir ve Ulusal Muhafızlara (UM) saldınrlar. Amaçlan bu saldın ile halkı Somoza’ya karşı ayaklandıracaklar, devirip ülkeyi ABD işgalinden kurtaracaklardır. Hayalleri 1964’te UM’lann çoğunu öldür­ mesi ile son bulur. FSLN’nın sivil halktan kopuk fakoculuk dönemi biter.

Fakoculuk FSLN’ye devrimin yapılabil­ mesi için kentlerde, halk içinde örgtitlenilmesinin gerektiğini öğretir. Henüz Marksizmin sınıf tahlili derinleşmemiş, Le­ nin tanınmamaktadır. Carlos liberal görüş ağırlıklıdır. 1944 yılında kurulmuş ve kentte örgütlenme yapan Nikaragua Sosyalist Partisi (Leninist bn.) ile işbirliği yapılır. Bir yıl boyunca mahallelerde halkın su ve elek­ trik gibi sorunları ile ilgilenilir, halk içinde örgütlenmeye çalışılır. Ama bu iş FSLN militanlannın Che ile yanmış ateşine su serp­ mez. Kentlerdeki mücadeleyi ekonomist bulurlar. Yasal sendika içinde çalışmak emperyalizmin bir oyalamacasıdır. Legal mücadele militanları karşı oldukları burju­ va düzenine adapte etmektedir. İşçi sınıfı kendiliğinden devrimci değildir, ona öncü­ lük etmek için silaha sarılmalı. Somoza ve UM’larının yenilebilirliği gösterilmelidir. S o ­ nuçta tekrar kırlara dönerler. Ama bu kez fakoculuk için değil köylü içinde kırda ör­ gütlenmek için. İki yıl, 1966-68 arası buralarda çalışır­ lar. Sonunda UM’lara saldırırlar. Örgütle­ dikleri köylü hiç de sandıkları gibi onlarla bir davranıp silaha sarılmaz. FSLN yine ye­ nilir. Çoğu militan öldürülür, geri kalanlar komşu ülkelere sığınırlar. Bu yenilgiden sonra FSLN uzun bir ses­ sizlik dönemine girer. Fakoculuk olmadı. Kentler zaten illegaliteye müsait değil. Kır­ da köylü ayaklanmadı. Bu iş nasıl olacak­ tır? 1 969-74 yılları bu soralara cevap ara­ ma, teorik hazırlık dönemidir. Che dışın­ da Mao, Ho Chi Min incelenir. Ama FSLN yaşadığı deneylerle epey bir yapı kazanmış­ tır. O bir Sandinista örgütü olacaktır. Kü­ ba türü gerillaların kendi eylemleri ile dev­ rim koşulu yaratma taktiği reddedilir. Mao'nun kitleyi kırlardan harekete geçirip kentleri kuşatması ağırlık kazanır ama Ma­ oist olmazlar. Sandinist olurlar. Nikaragua koşullarına özgü bir devrimci kişilik kaza­ nacaklardır daha. Peki, kır örgütlenmesi sırasında işlenen hata nedir? Neden köylü silaha sanlmamıştır? Bu soruya şöyle yanıt bulunur. Çünkü halk FSLN’nin ideolojisini anlamamıştır. Si­ lahlı mücadeleyi halk bir hedef, bir strateji olarak görmüş, dağ yerine toprağını tercih etmiştir. Öyleyse FSLN’nin ideolojisi iyice belirlenmelidir. 1969 Programı yazılır. İk­ tidara gelindiğinde neler yapılacağı anlatı­ lır. Hemen belirtelim bu program iktidar­ da uygulanandan daha soldadır. Ama ne­ deni hiç şüphesiz FSLN’nin şimdi sağa kay­ masından değil ayaklarının yere basmasın­ da aranmalıdır. Nikaragua’da devrim öyle bir iki yılın işi değil, uzun bir halk savaşından geçecektir denir. Böylece Uzun Halk Savaşı (UHS) stratejisi çizilir. Asıl düşman Somoza değil ABD emperyalizmidir. İstediğinde Somoza’yı atar, reformlar ve burjuva türü seçim­ lerle halkı oyalar, aldatır. FSLN bu durum­ da bir şey yapamaz, o nedenle uzun dö­ nemli bir savaşa girilecektir, sosyalist olma­ yan her türlü iktidara karşı döğüşülecektir. FSLN militanlan halkı bu doğrultuda bi linçlendirmeli, örgütlenmelidir. Nerede? Kentler bir militanın yakalanması ile tüm örgütün çökmesine yol açar, o nedenle tehlikelidirler. Kentler Somoza, UM ve bur­ juva ideolojisinin kaleleridir. Kentlere giden yol kırlardan geçer. Öyleyse kırlar da örgütlenilecektir. Temel sorun da toprak re­ formudur. Yazımızın birinci bölümünden hatırlana­ cağı gibi 1970 yılından beri ekonomi tökez­ lemeye başlamış, sınıflar zıtlaşması yüksel­

mektedir. FSLN’de gizli gizli teorik ve ör­ gütlenme çalışmalan yapmaktadır. Yurt dı­ şına kaçan liderler toparlanmıştır. 1974 yı­ lında saldırı karan alınır. Somoza’nın arka­ daşının evindeki yılbaşı partLi basılır. Yük­ sek rütbeli tutsaklar karşılığı para alınır, bazı siyasi tutuklular serbest bıraktırılır, radyo­ dan FSLN manifestosu okutturulur, asga­ ri işçi ücretlerinin yükseltilmesi kararı ka­ bul ettirilir. Eylem başarılıdır. Ama Somoza FSLN’nin örgütlendiğini öğrenmiş olur. Sıkıyönetim ilan edilir. FSLN ve UM arasında amansız bir savaş başlar. 10-15 kişilik gruplar halinde halkın silaha sarılması için öncü eylemler yapılır. 50 rejim yanlısı öldürülür. Ama UM’lar ge­ rillaları savunmaya iterler ve dağlarda ku­ şatırlar. Gerillalar ormanın derinliklerine kaçmayı belki başırırlar ama 2 0 0 0 ’e yakın köylü öldürülür. Böylece FSLN’nin UHS teorisi şimdilik yenilmiştir.

FLSN’DE BÖLÜNME Nikaragua devrimcileri için Küba Devri­ mi hemen burunlarının dibinde öylesine so­ mut bir ateştir ki, Somoza’nın UM’ları iste­ dikleri kadar zalim olsunlar, istedikleri ka­ dar FSLN’yi yensinler, bu Che’nin Fidel’in yaktığı ateşi asla söndüremeyecektir. Y e­ ni dersler çıkararak, yeniden, yeniden sal­ dıracaklardır. FSLN’de kriz baş gösterir. Silahlı müca­ delenin rolü, kente karşı kır örgütlenmesi, işçi sınıfı, köylülük potansiyeli tartışmaları başlar. 1) İlk tepki Doğu Almanya ve Şili’de eği­ tim görmüş, canlı sosyalizmle tanışmış J a ­ ime Wheelock (şimdi tarım bakanımdan gelir. Wheelock, Nikaragua’nın tarihini inceler, burjuvazinin gelişimini ve sınıf tahlilini yapar. Ona göre UHS’cılar (Uzun halk savaşçıları) çok sığ sınıf tahlili yapmış­ tır, bu nedenle belki Marksist bile değiller­ dir. Kırlarda tarım ihraç eden burjuva sını­ fı ve UHS’cıların sandığı gibi feodal yapılı küçük toprak sahibi değil kır proletaryası vardır. Kır proletaryası mevsimlik işçidir, göç eder. Bu nedenle örgütlü çalışmaya el vermez. Nikaragua’da 1 960-70 arası en­ düstri burjuvazisi ve proletarya doğmuştur, devrim bu proletarya öncülüğünde olacak­ tır. UHS’cıların dediği gibi, kırda örgütle­ nip kentteki proletarya adına, onun için adım ahlamaz. UHS’cılar maceracı, roman­ tik, köksüz, küçük burjuvadırlar. Proletar­ ya içinde örgütlenmek gerekir. Wheelock’un temsil ettiği eğilime bu nedenle Prole­ tarya Eğilimi (PE) denir. UHS’cılar PE’cileri FSLN’den atarlar. PE’ciler devrime kadar fabrika ve ticari çiftliklerde örgütlenir­ ler. İşçileri silahlı sendikal mücadeleye, sa­ botajlara hazırlarlar. Devrimde kent halkı­ nı harekete geçiren, birçok kitle eylemi or­ taya koydular. İktidar sonrası FSLN'nin halk tabanı bu örgütlenmeden gelir. 2) Yıl 1976 olmuştur. Sosyo-ekonomik kriz iyice yükselmiştir. Devrimcilere düşen görev yükselmiştir ama bununla birlikte FSLN parçalanmaktadır. Neden? UHS çiz gisiııin yenilgisi başta PE, şimdi de ikinci bir kopuşmaya yol açar. Daniel Ortega’nın kardeşi Huberto Ortega -şimdi FSLN baş­ kanı. Sandinista Halk Ordusu başko­ mutanı- Ayaklanma Eğilimi (AE) ola­ rak tanınacak olan tezini açıklar, iki kardeş merkez komitesi görevini gören Ulusal Di­ rektörlükte olduklarından FSLN’nin mer­ kezi görüşü Ayaklanma Eğilimi olarak ka­ lacak, UHS’cılar kopacaktır. Yani FSLN şimdi 3 ’e ayrılmış, bölünmüş olur. AE’ciler, UH S’cılar ve PE’ciler.

Nikaragua devrimcileri için Küba Devrimi hemen burunlarının dibinde öylesine somut bir ateştir ki, Somoza’nm U M ’ları istedikleri kadar zalim olsunlar, istedikleri kadar FSLN’yı yensinler, bu Che’nin, Fidel’in yaktığı ateşi asla söndüremeyecek­ tir. Yeni dersler çıkararak, yeniden, yeniden saldıracaklardır. FSLN’de kriz başgösterir. Silahlı mücadelenin rolü, kente karşı kır örgütlenmesi, işçi sınıfı, köylülük potansiyeli tartışmaları başlar.

35


Humberto Ortega FSLN’yı kesin zafere götüren şeyleri şöyle sıralıyor: “Sandinista tek bir vücut olmadan; kitlelerin desteklediği ayaklanma stratejisi olmadan; kentlerdeki militan cepheleri ve gerilla cephesi arasındaki işbirliği olmadan; tüm cepheleri koordine edecek telsizler olmadan; kitle hareketini yönlendirecek radyo yayını olmadan; vuruş gücü yüksek teknik ve askeri teçhizat olmadan; bu teçhizatı tanıtıp adam yetiştiren, talim yapan cephe gerisi olmadan; Nikaragua’da 1977 Ekim inden beri yaşanan zafer ve yenilgiler yaşanmadan; Ulusal ve uluslararası düzeyde esnek, akıllı, olgun ittifak politikası olmaksızın devrimci bir zafer kazanılamazdı. Zafer tüm bunların bir birikimiydi.” (ay.s.78)

Bu bölünmeler bizim ülkemizde de çok yaşandığından ve tartışıldığından Humberto’nun bu konudaki görüşlerini aktaralım. “Bu Sandinist hareketin kendisinin büyü­ mesinden doğdu ve bizzat hareketin geli­ şimi önder kadrodan ve örgütlenmeden daha radikal düzelme, kitle hareketini da­ ha etkin yönlendirmeye yetenekli, Nikara­ gua silahlı mücadelesine doğru bir hat çi­ zebilecek daha örgütlü öncülere gereksinim olduğunda ortaya çıktı. Bu gereksinimin farkındaydık ama daha yaşlı yoldaşlarımı­ zın deneyimlerini özümsemeyi iç ve dış po­ litik güçlerle uğraşmada, parti çalışmasın­ da ve kitlerle uğraşmada daha deneyimli ve bunu hareketimize her gün daha çok ka­ tılan genç insanların dinamizmi ile birleş­ tirmeyi başaramıyorduk... “Üç eğilimin liderleri devrimin bütün so­ runlarıyla ilgileniyorlardı. Şunu söylemek istiyorum, bölünme sırasında, FSLN’nin verdiği değişik görevleri yürütmeye çalışan yoldaşlar, karşılaştıkları sorunlara çözüm bulamadıklannı anladılar -yukanda sözünü ettiğim zorluk ve zayıflıklar nedeniyle- ken­ dilerine ve bulunduktan noktadaki işe çe­ ki düzen vermeye ve içinde bulundukları birimdeki sorunlara çözümler aramaya baş­ ladılar. Hatırlarsınız, acımasız bir baskı al­ tında çalışıyorduk, ulusal düzeyde çalışmak imkânsızdı, herkes içinde bulunduğu ko­ şulun belirlediği sınırlar içinde çalışıyordu. Dağlarda çalışan yoldaşlar, varolan koşul­ lar doğrultusunda çalışmalannı sürdürdü­ ler (UHS’dler, bn.); üretim sektörü, öğren­ ciler ile daha yakından ilgilenenler ve bi­ limsel devrimci teoriyi tanıtanlar da çalış­ malarını sürdürdüler (PE ve diğer sol siya­ setler, bn.); temel alarak askeri çalışma ya­ pan, ayaklanma isteyenler de hatlarını ko­ rudular (AE bn.). “Gerçekte, üç ayn yapının çalışmalan tek bir mücadeleyi daha ileri götürüyor, tek bir politika doğuruyor, zafer için tek bir stra­ tejiye doğru gelişiyordu.” (Sandinistalar Konuşuyor. Patfinder Press New York, Huberto Ortega ile bir söyleşi, s:81-82) Anlaşılacağı gibi Ayaklanma Eğitimcile­ ri (AE) genellikle askeri eylem yapan mili­ tan kadrolardan oluşuyordu, ama dağa sı­ ğınmış -Humberto Ortega’ya göre sinek av­ layan- UHS’cılardan farklıydılar. Peki H.Ortega’nın sosyal tabanı neydi? “3. bir sosyal güç” vardır. Ona göre bunlar Nika­ ragua gibi geri ülke kentlerinde yaşarlar. Buniann üretimle direkt ilişkisi yoktur. Y a­ bancılaşmış, orta-küçük burjuvalar, aydın­ lar, öğrenciler, asi gençlik, gecekondular­ da yaşayanlardır. Marks için proletarya, Lein için köylülük-proletarya ne ise Nika­ ragua içinde bunlar o işi yaparlar. Emek ve sermaye çırasındaki çelişki işyerinin dışın­ da, pazan, mahalleyi, okulu, kiliseyi, her yeri sarmıştır. İşte bu kitle örgütlenmelidir. AE’ciler de bu tabakalar içinde örgütlen­ me yaptılar.

AYAKLANMA TEORİSİ Hiç şüphesiz FSLN'ye devrimde öncü­ lük eden ve onu devrime götüren Ayak­ lanma Teorisidir. Buna göre halk ve dik­ tatörlük arasındaki çelişkiler giderek art­ maktadır. Bütün halk ve tabakaları sarmış­ tır. Sosyo-ekonomik, politik her şey kriz­ dedir. Burjuvazi bir çözümsüzlük içindedir. Güçler dengesi açısından da durum uygun­ dur. Kıtanın herhangi bir ülkesindeki dev­ rime ABD mutlak olarak müdahale eder, ama tüm kıtada giderek yükselen anti-emperyalist, anti-Amerikancı mücadele şim­

di bu müdahaleyi biraz daha zorlaştırmak­ tadır. Hatta şu anda ABD içindeki sosyal demokratların sesleri daha bir baskın çık­ maktadır. Dünya bir detant dönemindedir. O günkü güçler dengesi açısından bir dev­ rime izin verecek koşullar olgundur. Dev­ rim tutabilir ve diğer ülkelerden destek bu­ labilir. Tüm bu nedenlerle hem ülke için­ de hem ülke dışında koşullar devrimci güç­ lerin saldınsına uygundur. Tüm devrimci, tüm ilerici güçler birleşmeli ve saldtrmalı, saldırmalıdırlar. Somoza’ya karşı olan güçler içine bur­ juvaziyi de alarak genişletilmelidir. Neden burjuvazi? Politik nedeni şudur: Burjuvazi halk hareketini bastıramadığmdan, ekono­ mideki tekelliği nedeniyle Somoza’ya kar­ şıdır. Onu devirmek için her an ABD ile anlaşabilirler, hatta onu gitmeye razı ede­ bilirler. O zaman burjuva tipi seçimler, bir­ takım reformlar yapılır, halkın bilinci bulandınlır. devrimci mücadele uzun bir süre or­ tadan silinir. Bu nedenle burjuvaziden önce davranmalı, halkın talepleri dayatılmalıdır. Halkta da bu potansiyel mevcuttur. Önemli olan bu potansiyeli devrimci öncülerin ön­ derliğinin arkasına alabilmektir.

Halkı harekete geçirecek olayı bizzat S o ­ moza, burjuva muhalefet liderlerinin yakı nı gazeteci P.Chamorra’yı öldürterek ya­ pacaktır. Burjuvazinin de desteği ile kent­ lerde grevler başlar. Orada burada ayak­ lanmalar olur, “...bu kimsenin kestiremediği bir tepkiydi." “...Bu katliamdan son­ ra bütün güçleri ile (kitleler bn.) ortaya çık­ tılar, potansiyellerini, kararlılıklarını, silah­ lı mücadeleye karşı Sandinista özlemlerini netçe ortaya koydular.” (ay. s.62) Halkın ayaklanışı burjuvaziyi hemen kor­ kutur, geri çekilirler Ama FSLN tam ter­ sini yapacaktır. Şubat’ta iki kentin işgali ka­ rarı alınır. Başka bölgelerde gerilla kamp­ larına saldırılır. “Şubat operasyonlan Ekim’den sonra üstündür”, “Sürekli vurduk, vur­ duk.” “Artık sorun biriktirdiğimizi depola­ mak değil onu tekrar üretmekti. O nokta­ da kalırsak elimizdeki ile yetinmek zorun­ da kalacaktık ama başka bölgelere kayar­ sak kendimizi yeniden üretecektik.” (ay. s.63-4) Kenar mahallelerde oturan Monimbö yerlileri aralannda kendiliğinden örgütlene­ rek, plan yaparak ayaklanırlar. Somoza ile bir hafta dövüşülür ve yenilirler. “Bu tür tek tek ayaklanmalar düşmanın bütün gücü­ nü o noktada yoğunlaştırmasına imkân ta­ nıyordu.” “...Yani bu gerçekten halka bir ders olmuştu.” Öncüler ayaklanmanın bas­ Bir yandan halkın huzursuzluğu devrimci tırılacağını biliyordu ama “Moniınbö’ların bir zemine doğru çekilirken, diğer yandan karan ayaklanmaya katılan tüm halkın mo­ burjuvazideki anti-Somozacı kabanş çatlaralini yükseltti.” FSLN bu ayaklanmalara tılmaya ve örgütlenmeye çalışılır. Burjuvazi hazır mıydı? “Ayaklanma çağrısı yaptık. ile ortaklık için Marksist ortodoks, aşırı sol Olaylar, objektif koşullar dizisi öyle bir üs­ kızıl laflar bırakılmalıdır. Bu doğrultuda tümüze geldiler ki daha iyi hazırlanamadık. Mayıs 1977 direktifleri yayınlanır. Hemen Ayaklanmalau durduramazdık. Kitle hare­ burjuvazinin de kabul edebileceği bir prog­ keti öncüsünün yönetme kapasitesini aştı. ram yapılmalıdır. Tüm sol, FSLN etrafın­ Bu kitle hareketine, bu çığa elbette karşı du­ da birleştirilmelidir. Eğer ki ABD bir mü­ ramazdık. Aksine hareketi yönetebilmek dahalede bulunursa Sosyalist Blok’tan yar­ için kendimizi önüne atmak onu yönlen­ dım istenmelidir. dirmek, mümkün olduğunca kanalize et­ Atılan adımlan ve devrime gidişi şimdi mek zorundaydık.” (ay. s.66) 2 bölümde inceleyebiliriz. “Başka bir değişme, Ekim’de öncü ör­ 1. 1977 Ekim-1978 Ekim arası: Bur­nek oldu. Kitleler ilk defa örgütlü bir şekil­ de Monimbö’da bunu izlediler. Öncüler bu juvazi ile ittifak dönemi. Huberto Ortega yazımızın birinci bölü­ örnek temelinde koşullar yarattılar ve kit­ münde sözünü ettiğimiz iki ailenin parti ve leler öncüden daha ileri davrandı, çünkü temsilcileri, aynca Hıristiyan kilisesi ile bağ­ Somoza rejiminin sosyal krizi, ekonomik lantı kurar. Bunlar ve burjuva aydınlardan krizi ve politik krizi gibi bir dizi objektif ko­ oluşan 12 kişilik bir grup oluşturulur. Yal­ şullar hazırdı.” “Ama biz hep vurmak zo­ nız iki tanesi FSLN’nin gizli üyesidir. Şöy­ rundaydık. Hedefe vurmak zordu. Vuru­ le bir plan yapılır. FSLN içeride UM’lere yorduk ama gözünden nişanlayamıyorsaldınlar düzenleyecek, güneyde Kosta ri- duk.” (ay. s.67) Saray Saldırısı: Hedef neresiydi? So ka’dan saldırılacak, toprak alınacak ve 12’ler geçici devrim hükümeti ilan edecek­ moza’nın sarayı. “Büyük çaplı parti örgüt­ lenmemiz yoktu, işçi sınıfı ve çalışan halk lerdir. Temmuz’da Somoza kalp krizi geçirir. genelde iyi örgütlü değildi, politik açıdan Eylül’de ABD ve diğer ilerici güçlerin zoru kendimizi duyurmanın tek yolu silahtı. Bu yüzden biçim olarak askeri ama içerik ola­ ile. sıkıyönetim kaldınlır, af ilan edilir. FSLN/AE Mayıs’tan ber ¡ayaklanma için rak politik birçok eylem yaptık.” (ay. s.69) Öyleyse halka hedef silahla gösterilecekti. hazırlanmaktadır. Ekim’de saldınya geçilir. Kuzeyde bir iki yerde UM’ler pusuya dü­ Tam o sıralarda ABD destekli bir karşı dev­ şürülür, 15’i öldürülür. İki gün sonra gar- rim dedikodulan ortalığı kaplar. Bunu en­ nizonlanna saldın lir. Kosta Rika’dan saldı- gellemenin yolu da saraydır. Saldırı kararı nya geçilir, burada da UM’lerin garnizonu verilir. Başanlı olunur. Tutsaklar karşılığı yakılır ama sonra kaçılır. Herhangi bir top­ fidye alınır, radyodan FSLN açıklaması okutturulur. 6 0 kadar politik tutuklu ser­ rak alınamaz. 12’ler hükümet kuramazlar, ama Somoza’yı istifaya çağırırlar. FSLN’nin best bıraktıniır. Sonuç nedir? Matagalpa’da öğrenciler giderek artan politik olgunluğundan ve kri­ kendiliklerinden UM’lere saldırırlar, kenti iş­ zin onlarsız çözülemeyeceğini açıklarlar. FSLN için bu büyük bir propagandadır. As­ gal ederler. Moraller iyece yükselir. Beş keri başarılar, başka garnizonlara saldın için kent birden ayaklanır. Kuzey ve güneyden cesaret verir. Ancak bu olaylarda kitle yok­ militanlar saldırıya geçerler. Köylüler kent­ lilerin yardımına gelirler. tur. Halk olaylara katılmamıştır ama Sınıflar savaşının bu yüksekliği burjuva­ FSLN’nin Somoza ve UM’lerin yenilebileceği tezi, ayaklanma talebi yavaş yavaş ziyi çok korkutur. ABD aracılığı ile masa­ ya oturulur. Ama hiçbir sonuç alınamaz. yankı bulmaya başlamıştır. “Ekim ayından Somoza istifa etmez. Burjuvazi Somoza’yı başlayarak politik ve askeri olarak sürekli atacak yürekliği gösteremez. Burjuvazinin büyüdük.” -fay. s.61)

ATILAN TAKTİK ADIMLAR ve DEVRİM


çözümsüzlüğü çok doğrudur. Halkı bile ar­ kasına alıp bir şey yapamamaktadır, ö y ­ leyse sol daha güçlü vurmalıydı. Bu işi an­ cak o yapabilecekti.

2) 1978 Ekim- Devrim 19 Temmuz 1979: FSLN’nin birleşmesi Halkın morali yüksekti. Arada yenilgiler alınsa bile moralsizlik yaratmıyordu. Kırda, kentte, dağda birçok olay oluyordu ama tam bir koordinasyon yoktu. FSLN’nin üç eğilimi epey deney kazanmıştı. Tam bir za­ fer için bu deneyimler birleştirilmek ve ye­ niden saldırmalıydı. Ekim-Mart arası bir yandan eğilimler ara­ sındaki anlaşma, birleşme toplantıları ya­ pılırken, diğer yandan orada burada UM’lere pusular düzenleniyor, garnizonlanna saldırılar yapılıyordu. Kesin zafere hazırla­ nılıyor, güç biriktiriliyordu. Kesin saldırı Mayıs’ta başladı ama Mart ayında Kuzey cephesi üç kenti aldı. Güney cephesi sal­ dırıya geçti bir kenti aldı. Artık halk dene­ yimli ve kin doluydu. Zafer istiyordu. Mili­ tanlarla birlikte davranılıyordu. “Kitle hareketi, düşmanın askeri gücü­ nü birliklerimize karşı yoğunlaştırmasını en­ gelliyor, öte yandan, birliklerin eylemleri onlan buna zorluyordu. Bu da, kentteki kit­ le hareketini kolaylaştırıyordu.” (ay. s .73) Düşman çaresiz kalmıştı. Özünde Som o­ za savaşı kaybetmişti, can çekişiyordu. Ma­ nagua, başkent ayaklanır. Artık savaş üç cepheden, kırda, kentte sürer. “Düşmanın haberleşme olanakları, askeri birliklerin lo­ jistik imkânı kesilmiş, her biri ayrı ayrı kal­ mış, Somoza’nın üstesinden gelemeyece­ ği bir savaş alanı haline dönmüştü ortalık.” (ay. s .75) Humberto Ortega, FSLN’yi kesin zafe­ re götüren şeyleri şöyle sıralıyor: “Sandinista tek bir vücut olmadan; kit­ lelerin desteklediği ayaklanma stratejisi ol­ madan, kentlerdeki militan cepheleri ve ge­ rilla cephesi arasındaki işbirliği olmadan; tüm cepheleri koordine edecek telsizler ol­ madan; kitle hareketini yönlendirecek rad­ yo yayını olmadan; vuruş gücü yüksek tek­ nik ve askeri teçhizat olmadan; bu teçhi­ zatı tanıtıp adam yetiştiren, talim yapan, cephe gerisi olmadan; Nikaragua’da 1977 Ekim’inden beri yaşanan zafer ve yenilgi­ ler yaşanmadan; ulusal ve uluslararası dü­ zeyde esnek, akıllı, olgun ittifak politikası olmaksızın devrimci bir zafer kazanılamaz­ dı. Zafer tüm bunlann bir birikimiydi.” (ay. s. 78) “Sadece içerdeki gelişmelere bakarak kazanmak zor olurdu. İç kazanımların dı­ şarıdaki güçlerle desteklenmesi gerektiği­ ni anladık. Bunu sağlamanın tek yolu ulu­ sal yeniden inşaanın devrimci, demokra­ tik milliyetçi programımızı açıklayıp esnek, olgun bir politika yürütmekti. Böylece dün­ yanın dört bir yanından olgun, devrimci, ilerici güçlerin desteğini sağladık.” “Bunu başarmak için ülkenin gerçek sorunlanna cevap veren, herkesin doğru bulacağı çö­ zümler öneren bir program olması önem­ lidir.” (ay.s.79)

III. BÖLÜM

SANDİNİSTA İKTİDARI Sandinista, FSLN, nasıl bir iktidardır? Sol eleştiriler küçük burjuva, oportünist bu­ lur. Sosyal demokratlara göre sosyal de­ mokrattır. Reagan’a göre ise ikinci Küba’­ dır, komünisttir, S S C B ’nın uzantısıdır.

Cephenin kuruluşundaki ideoloji, stratejik bi toprak mülkiyetinin çoğunluğu bunlann hat yer yer Reagan’a hak vermeyi gerekti­ elindedir. Tanm üretiminin büyük bir kıs­ rir. Ama devrim öncesi Cephe’nin uzlaş­ mını ellerinde tutarlar, banndırdığı işçi mik­ macı politikası, hatta bazı önde gelenlerin tarı ise açıklayıcı olmaktan uzaktır. Şöyle sosyal demokrat olduklarını, “Bizi emper­ ki, buralarda mevsimlik iş vardır. Hasat za­ yalizm kızıla boyadı" demeleri kafalarda so­ manı Ocak-Nisan arası ortalama 8 0 gün rular yaratmaktadır. FSLN özünde opor­ çalışılır, sonra köylü, varsa kendi toprağı­ tünist midir? Çağımızda sosyalist olduğu­ na döner. Bu nedenle kapitalist sektörün nu söylemeyen bir devrim olamayacağı için mülkiyet biçimini biraz daha açmak yarar­ mi öyledir? Aynası iştir kişinin lafına bakıl­ lıdır. (Tablo 2) maz diyerek FSLN iktidarının yaptıklarını görelim. Ayrıca bilimsel teknik devrimin TABLO 2 dünyamızı küçücük yaptığını, herhangi bir ülkenin güçler dengesindeki değişimin da­ Topraktaki sınıf yapısı ve ekonomik faaliyet gösteren halk yüzdesi ha büyük dünya güçler dengesini etkiledi­ ğini gözümüzden uzak tutmayalım Rakamsal Yüzde Reformlar: FSLN iktidara gelir gelmez Büyük üretici (380 hektardan fazla) 1.100 0.4 bir dizi önemli reformlar yapar. En başta Orta çiftçi 3 8 .7 0 0 8 .9 Somoza’nın tüm mülklerine, topraklarına Küçük çiftçi 5 4 .6 0 0 12.7 el konulur, bankası, sigortası, uçaklan, de­ Yarı proleter (en küçük çiftçi) 164.'800 3 8 .3 niz ve demiryolları devletleştirilir. Diğer iki Toprak proleteri 3 2 .3 0 0 7.5 burjuva ailenin, ABD ve Kanada vs. özel Sabit işi olmayan toprak işçisi 138.000 32.1 bankalan üzerine kontrollar konur. Maden­ 4 3 0 .0 0 0 100.0 ler, ormanlar ve balıkçılık devletleştirilir. Toplam Üretimi arttırmak için köylüye küçük esnafa (Kaynak: Nikaragua, Aufbruch in Abhängigkeiten, Nohca Edition 1982 s.46) ve burjuvaziye ucuz krediler verilir. 2.1 mil­ yar dolarlık dış borç -Somoza’nın bunu ce­ Büyük ve orta çiftlikleri topladığımızda bine indirdiği herkesçe bilindiği ve öden­ sayıları 3 9 .8 0 0 ’dür. Toplam nüfus içinde­ memesi için uygun ortam olduğu haldeki payı % 9 .3 ’dür. Buradan kalkarak, topüstlenilir. IMF ve diğer bankalarla masaya j lam işlenen toprağın % 6 2 .9 ’una nüfusun oturulur ve yeni taksitleme belirlenir. Halk bu % 9 .3 ’ün sahip olduğunu söyleyebili­ baştan sona örgütlenmeye çalışılır. Sendi­ riz. Üretimin de % 6 1 ’ini ellerinde tutmak­ kalar, köylü birlikleri, küçük esnaf ve mes­ tadırlar. Öte yandan küçük çiftçi ve prole­ lek sahipleri dernekleri kurulur. Bunlar terler 3 8 9 .7 0 0 kişidir ve toplam tarım işdevlet yönetiminde temsil edilmeye başla­ gücündeki payları % 9 0 .7 ’dir. Bu rakam­ nırlar. İşçi ve köylüler için asgari ücret be­ dan küçük çiftçilerin az çok kendini geçinlirlenir, uygulaması devlet kontroluna alı­ direbildiğini varsayarak çıkarırsak, kırda nır. Sosyal güvenlik ve sağlık alanlarında topraksız proleter sayısını kabaca elde ede­ en büyük başarılar sağlanır, herkes sigor­ riz. 335.100 kişi, yani kır nüfusunun % 78’i. talanır. Bedava sağlık ve eğitim olanakları Demek ki Somoza kırda % 9 .3 ’lük bir kır sağlanır. % 70-80’lere varan cahillikle mü­ burjuvazisine karşı % 78’lik kır proleteri ya­ cadeleye başlanır, okuma yazma kursları ratmıştır. düzenlenir. İşte FSLN’nin uyguladığı toprak politi­ Gerçekleştirilen reformların FSLN’ye kasını bu rakamların ışığında değerlendire­ sosyal açıdan sağladığı çıkarlar tartışılmaz, ama ya ekonomi? Başka bir deyişle FSLN’­ lim. Somoza’nın son teknikle işlenen çift­ likleri devlet çiftliği olmuştur. Diğerleri de nin Somoza’nın mülklerini devletleştirerek. 1981-83 arası uyguladığı tarım reformu ile bu % 78’lik kır proleterine dağıtılmıştır. Son nasıl bir ekonomik güç kurmuştur? Rakam­ olarak da toprak mülkiyeti sınırını kaldır­ mıştır. Pasifik kıyısı yoğun olduğundan ufak larla bunu anlamaya çalışalım. 1. Tarım: Somoza’nm ve onunla işbirliği bir sınırlama ile en fazla toprak mülkiyeti G E R İL L A S Ö Z Ü 700 hektar olabilecektir. Ama diğer bölge­ yapanların topraklarına el konulduğunda lerde işlemek koşulu ile sınır yoktur, böy­ işlenebilir toprakların mülkiyet durumu, Y urd u m güzeldir üzerinde çalışan işgücü ve toplam ülke üre­ lece FSLN tarım üretimini arttırma amacı gütmektedir. timindeki payları şöyledir; (Tablo 1) havaya savrulan bir kılıç gibi, daha yücedir, d aha da güzel,

TABLO 1 (% olarak) Toprak bölünüşü İşgücü payı Üretim içindeki pay

Devlet sek.

Kapitalist sek.K.Çiftçi ve koop.

2 3 .2 12.0 19.0

6 2 .9 38.1 6 1 .0

13.9 4 9 .9 2 0 .0

Toplam 100 100 100

(Kaynak: Toprak reformu araştırma merkezi (1980) Managua.) Kabaca baktığımızda devlet sektörü top­ rakların % 2 3 .2 ’lik kısmına sahiptir ve % 12’lik tarım proleterini barındırmakta ve toplam ürünün % 19’unu üretmektedir. Somoza çiftlikleri son makinalarla işlen­ mekte idi ve bu nedenle verim yüksektir. FSLN modem olmayanları yoksul köylü­ lüğe dağıtmıştır ve kredi açmıştır. Böylece iki tür kooperatif bulunmaktadır. Son gruptaki-küçük çiftçi ve kooperatif­ ler bölümünde toprak mülkiyetinin toplam miktan yüksektir, ama ürün payı düşüktür. Genellikle buralarda halk ihraç ürünü de­ ğil, gıda maddeleri ekmektedir. Şemanın orta sütununda orta ve büyük toprak sahipliği gelmektedir. Görüldüğü gi-

Yoksul köylüye toprak dağıtmak bir so­ run yaratmıştır. Şimdi kendi toprağında ça­ lışan işçi, mevsimlik işçi olarak çalışmak is­ tememekte, toprağından aynlmamaktadır. 1983 yılında ürün zorlukla toplanabilmiş­ tir. Bu nedenle mevsimlik işçi ücretleri yük­ sek tutulmaya çalışılmaktadır, ama bu da kır brjuvazisinde tepkiler uyandırır. Kır burjuvazisi baştan beri FSLN’ye cep­ he almış, hatta düzenledikleri bir karşı devrim ortaya çıkarılmıştır. Sonra ekonomik olarak FSLN’yi sıkıştırmaya çalıştılar ve top­ rakları ekmemeye başladılar. Bunun üze­ rine FSLN işlenmeyen topraklara el konulabilme kararnamesini çıkarttı ve tek tek bu büyük çiftçilerle kotalar imzaladı. Ne kadar

canım la savunuyorum onu. N e sö y lerse söylesin satılm ışlar, çelik yaşlarla kapadık yolu. G ö k y ü z ü bizim şimdi. * E k m e k bizim. E ktik toprağı ekini kaldırdık, ekin ve toprak bizim, ve hep bizim olacak so n su za kad ar deniz dağlar ve kuşlar.

Javier Heraud

devamı 8 6 sayfada

37


“Çözüm” dergisinin eleştirisi:

“ TEK TEK ATEŞLER’’DEN ■ ___

___

____

b ir is in i y a k a b il m e k

*

Eleştiri Yorum

İÇİN! K üçük burjuva sosyalizm i “devrim ci romantizm ” d ön em in i çoktan aşm ış olm a ­ lıydı. Eğer 1 9 6 0 sonrası y en iden doğuşu dikkate alırsak, 1 2 Mart’a k a d a r g eçen d ö ­ n em çocukluk ise, 1 2 Eylül’e k a d a r gelen d ö n em delikanlılık olmalıdır. 12 Eylül’den sonra ise, çocukluk ve delikanlılığın bazı sa ­ karlıklarından kurtulabilmek gereklidir. Ye­ ni Çözüm b öy le görünm üyor. “E s k i’y e lan et okunduğu, bütünüyle unutturulup hafızalardan silinm eye çalışıl­ dığı ve “y en i” adı altında en bayağı reformizmlerin binbir renkli giysiyle yeniden sa h ­ n ey e sürüldüğü bir ortam da “‘e s k i ’y e sa ­ hip çıkabilm ek olum luluk değil midir? El­ bette ki eskiyi unutmayacağız. H ele h ele eskiyle ilgili bayağı pişm anlık histerilerine kesinlikle kapılm ayacağız. G eçm iş, olu m ­ lu ve olumsuzuyla bizim geçmişimiz. Onun k ö rc e inkarı insanı tam anlamıyla köksüz, ortalıkta bırakır. Antik tarihte Ş ark toplumlannm binler­ c e yıl sürüp giden batış çıkışları şarklı insa­ nın bilincine kalın çizgilerle “in kar” ve “zuhur ' biçim inde kazınmıştır. Çürüyen m edeniyetin ken d in e çektiği barbar akın­ ları bir kılıç darbesiyle eskiyi yıkıp “in kar” ed erk en , bu yıkıntı içinden yen i m ed en i­ y et “zuhur"edip çıkmıştır. Şark insanıyız, en keskin y o l gösterici bilimsel sosyalizmi kendim ize kılavuz edindiğimizi söylesek bi­ le, bilinç derinliklerimizde antika düşünce kalıntıları kıpır kıpır, capcanlıdır.

Mehmet Yılmazer çıktılar. Eskiden inandığımız ve savu n du ­ ğum uz n e varsa hepsini yıkıntıların arası­ na fırlatıp, düşünce ve inançlarımızın y a ­ rattığı “katılıklardan” kurtulup, gökyü zü ­ n e doğru hafifleyecektik. E ski’yi n e k a d ar tiksintiyle inkar ed ersek , y en i’y e o k a d ar çabu k kavuşacaktık. Eskiyle bağlanmızı n e kadar köklü kopartırsak, yen i’y i bulmak için o k a d ar “özgü r” olabilecektik! “Y en i” n e idi? En eski en bayağı reformizm, kuyrukçuluk! Bu inkar fırtınası bazı başlan eğm iş, başlann içindeki düşünceleri boşaltmış, çürüt­ müştür. F akat artık, bir kılıç darbesiyle e s ­ ki m edeniyetin çökertilebildiği antika to p ­ lum da değildik. Sınıf ilişkileri olduğu gibi durduğuna g öre, unutturulmaya çalışılan p e k ç o k şey y en iden hatırlanacaktı. B öy le bir ortam da Yeni Çözüm’ün d ev ­ rimci bir romantizmle d e olsa eski'ye sahip çıkm ası elbette ki bir y ön ü yle olum luluk­ tur. A n cak inkann g e ç e r a k ç e olduğu bir ortam da sırf ve yalnızca eskinin kalıpları içinde kasılıp kalm ak, inkarcılığın iğrençli­ ğin e karşı duyulan tiksintiden ö te y e g id e­ m em iş, sığ bir tepki olur. Olumlu an lam ­ d a aşabilmek için eski'ye sahip çıkılmalı­ dır. F akat Yeni Çözüm hen ü z bu adımı atam am ış, E ski’y i aşamamıştır. Ö nce n e ­ ler savunulduğuna bakalım , ardından s a ­ vunulanların m evcu t ortam da n e anlam a geleceğin i ird elem ey e çalışalım.

Bizde bir “ geri bıraktırılmış” ülkeyiz, Kenya ya da Arjantin’de aynı genel kavram içinde kalan “ emperyalist zincire eklemlenen” ülkelerdir. Aralarında ne gibi farklar vardır? Eğer dünya deneylerinden gerçekten öğrenmeye niyetli ve yetenekli isek, bütün geri ülkeler için geçerli tek bir reçete havalinden kurtulmalıyız. Kaba kestirmecilikleri bir kenara bırakıp, geri bıraktırılmış ülkelerin tarih içindeki şekilleniş ve saf tutuşlarına bir göz atalım. 1 2 Eylül, “e s k i ’yle ilgili n e varsa bir kılıç darbesiyle hepsini uçurdu. A ncak eskisinin bilinçlerden silinmesi için yalnızca b ö y le bir vuruş yeterli olam azdı. Kılıç darbesinin h e ­ m en ardından “sosyalist”pap azlar ellerin­ d e “yen i” kutsal kitapları yüzlerinde şefkatli, ağırbaşlı bir ifadeyle olayın etkisini yaşayan­ lara y ep y en i bir din telkin etm ek için yola

GERİ ÜLKELERDEKİ MÜCADELEYE BAKIŞ “Uluslararası em peryalist zincire ek le m ­ len en dünyanın en ücra k ö şelerin d eki ül­ k elerd e bile devrim tavına girdi. Artık tek tek ü lkelerdeki üretim ilişkilerinin gelişim

seviyesine ve olgunluğuna bakm ak to p ­ lumsal dönüşüm için tem el olgulan ifade et­ mez. Artık devrim için gerekli olan olgu, o bjektif koşullar değil (çünkü em peryalist zincirin dünyayı sarmasıyla objektif koşul­ lar olgunlaşmıştır), sübjektif koşullar yani devrim için örgütlülüğün oluşması sorunu­ d u r.” (Y. Çözüm , sayı. 2) Bizde bir “geri bıraktmlmış” ülkeyiz. K en­ ya ya da Arjantin’d e aynı g en el kavram iç in d e k a la n “e m p e r y a lis t zin cire eklem len en " ülkelerdir. Aralarında ne gi­ bi farklar vardır? E ğer dünya deneylerin­ d en g erçekten ö ğ ren m ey e niyetli ve y ete­ nekli isek, bütün geri ülkeler için gerekli tek bir reçete hayalinden kurtulmalıyız. K aba kestirmecilikleri bir kenara bırakıp, geri bıraktırılmış ülkelerin tarih içindeki ş e ­ killenmiş ve s a f tutuşlarına bir g ö z atalım. 1905 Rus Devrimi yıllarında artık doğu uyanm aya başlamıştır. H enüz 1917 Devrimine gelinm eden, Türkiye'de Meşrutiyet H areketleri (1908), M eksika'da köylü ayaklanm aları (1910). yaşanır ve Çin'de burjuva devrimi başlar (1912). G eri ülke­ ler tam am iyle burjuva karakterli devrim lerle tarih sahn esin e adımlarını atıyorlardı. Bu yıllar henüz klasik sömürgeciliğin e g e ­ m en olduğu yıllardır. A ncak klasik sömürgeciliğin ilk geri adım attığı kara parçası Latin A m erika’dır. İspan­ y ol ve Portekiz söm ürgeleri dünya kapita­ lizmindeki gelişim e bağlı olarak söm ürge m e rk ez in d en k o p u ş m a y a başladılar. 1810'Iar Latin A m erika ülkelerinde ilk b a ­ ğımsızlık m ücadelelerinin yükseldiği yıllar­ dır. Ardından gelen yıllarda bu ülkeler az ç o k bağımsız bir gelişim göstermişlerdir. A B D ’nin bu ülkelere ilk aktif adım atabil­ diği yıllar, ken d i kıta parçasında iç savaşla kesin sanayi egem enliğini kurm asından sonraki yıllara, 1 8 8 0 ’I ere den k düşer. ABD serm ayesi bu yıllardan sonra M eksika’dan aşağıya yavaş am a istikrarlı bir biçim de a k ­ m aya başlar. Kapitalizm A vrupa’dan A frika’y a, Asya ve Latin A m erika’y a klasik-vahşi söm ürge­ ciliği götürm üş, ken d i ilk d ev asa serm aya birikimini bu yolla devşirmiştir. F akat k a ­ pitalizmin İngiltere’den sıçradığı Amerika'da ise, bam başka gelişm eler yaşanmıştır A m erika bizzat kendisi Ingiltere’y e karşı ba­ ğımsızlık savaşı vermiş, ardından KuzeyG ü n ey Harbi ile toprak köleliğini silmiş ve hızla İngiliz serm aye imparatorluğunun ya­ nında yerini alm aya başlamıştır. A m erika; Portekiz ve İspanyol söm ürgeciliğinden sonra dah a 1 9 0 0 ’lu yıllarda henüz dünya­ d a klasik söm ürgecilik eg e m en iken, L a ­ tin A m erika'da yen i sömürgeciliğin ilk uy­ gulamalarını yapıyordu. Y eni söm ürgeci­ lik olgusu tarihi olarak 19 4 0 ’lar sonrasının olgusudur. F akat g en ç A m erikan kapita­ lizmi Latin ülkelerine ilk adımlarını atarken elin deki “özgürlük" bayrağı ile klasik sö-


mürgecilik yolunu izleyem ezdi. Dolayısıy­ la Latín A m erika ülkeleri yeni söm ü rgeci­ likle ilk tanışan ülkeler oluşlardır. I. Dünya Savaşı'nm bitimi ve S o y ve t Devriminin başarıya ulaştığı yıllar, geri ül­ k elerd e burjuva dem okratik ve ulusal kur­ tuluş hareketlerinin hızlandığı yıllardır. Asya ve Afrika kıtalarında klasik söm ürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlan II. Dünya Savaşı’na kad ar iyice hızlanacak, savaşın bir Sosyalist sistem yaratarak bitmesinden so n ­ ra, em peryalist zincirden kesin kopuşlarla ön em li bir aşam aya gelecektir. Çin, Vietnam ve K üba Devrimleri k la ­ sik sömürgeciliğin çöküşünün ilanı olm u ş­ tur. 1 9 6 0 ’h yıllar A frika’da p e k ç o k ülkenin "bağımsızlaştığı"yıllardır. Cezayir deneyin­ den ürken Fransa, K ongo, Kam eron, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelere “bağımsızlıklarını” bağışlamıştır. Ingiltere ben zer yolu izlemiştir. Bu, emperyalizm in klasik sömürgeciliğin çöküşüne karşı uyum yap m a çabasıydı. Artık klasik söm ü rgeci­ lik yen i dünya güçler den g esi içinde yürü­ müyordu. İki savaşta yıkım görm eyen d ev bir birikim yapan A m erikan serm ayesi bu d ö n em d e yen i söm ürgeciliği Latin A m eri­ k a ’dan ötey e hızla yaymış, böylece em p er­ yalizm için dünya seviyesinde yeni bir d ö ­ nem açılmıştır.

•.

1 9 6 5 ’l ere gelindiğinde ya güçlü ulusal kurtuluş savaşları, ya d a ordu darbeleriyle klasik söm ürgecilik p e k ç o k üçüncü dü n ­ ya ülkesinden tasfiye edilmişti. Hatta “B ağ ­ lantısızlar Bloku ”nun dünya siyaset sa h n e­ sinde en p op ü ler olduğu yıllar yine bu yıl­ lardır. Çin Devrimiyle en önem li işaretini v eren klasik söm ü rg eciliğ in çö k ü şü 1 9 6 5 ’lerde en yaygın noktasına varmıştı. On yıllık bir durgunluk dönem inden so n ­ ra 1974*lerde Emperyalizm önem li bir kri­ ze girince dünyada yeni kıpırdanmalar y a ­ şandı. 1974-75 krizi, başlıca üç gelişm eyi açığa vurmuştur. İlk o la r a k , k la s ik s ö ­ m ü rgeciliğ in so n artıkla rı, M ozambik, Angola, G ine-Bissau Devrimleriyle süpü­ rülmüştür. Eski büyük söm ürgeci Portekiz, yeni gelişm eye ayak uy duramayınca, h em anayurtta, h em d e söm ürgelerinde h em en h em en e ş zamanlı bir biçim de devrimlerle yüzyüze gelmiştir. A ngola ve M ozam bik’­ te 1 9 6 0 ’larda hızlanan ulusal kurtuluş sa ­ vaşlan 1973-75 arası zafere ulaşmıştır. İkin ­ ci ö z ellik, y en i söm ü rg eciliğ in en v a h şi ve h a y a sız c a h ü kü m sürdüğü ü lk elerd e devrimlerin patlak vermesidir. İran’da mollalann öncülüğünde geniş bir halk ayaklan­ masıyla Şah devrilirken, N ikaragua’da S o ­ moza diktatörlüğü Sandinista’lann öncülü­ ğünde ki, geniş bir c e p h e örgütlenm esiyle tasfíye edilmiştir. Üçüncü ö n em li g elişm e, geri ülkelerin girdiği ve hâlâ çözüm lenem emiş olan “b o r ç k riz i”dir. A ngola ve M o­ zambik Devrimleriyle klasik sömürgeciliğin son kalıntıları temizlenirken. Iran, Nikara­ gua Devrimleri ve yaşanan borç kriziyle y e ­ ni sömürgeciliğin ilk ö n em li iflas işaretleri kendini ortaya koym uştur.

\

ı

0

Özetlersek, Y eni Çözüm'ün tutkun olduğu ve bütün “geri bıraktırılmış” ülkeler için önerdiği Çin, M ozam bik ya d a A n go­ la tipi devrim ler son tahlilde, ç o k geri üIkelerde klasik sömürgecilik dön em in e denk düşen m ü cad ele yollahdır. A ncak bu ülkelerin klasik sömürgeciliğin tahakküm ü altında olm aktan başka ç o k önem li bir özellikleri d a h a vardır. Çin ve

Vietnam’ın geniş kır ekon om isin e sahip o l­ ■şandığı yıllar (1955-70) Latin Amerika'yı duğu bilinen bir gerçektir. Angola, M ozam­ gerilla hareketleri sarmış, a n cak bu h a re­ bik d a h a farklı bir durum da değildir. A n ­ ketler başarılı bir y o l izlem ekten ç o k bu gi­ g o la ’d a devrim yıllarında şehirli nüfus top ­ dişe karşı radikal bir te p k i olarak kalm ış ve lam nüfusun yalnızca % 1 7 ’sini m ey d an a zamanla sönümîenmişlerdir. Artık bu ülke­ getiriyordu. Bu oran M ozam bik’te d a h a lerde m ü ca d ele proletaryanın sağlam bir düşük % 8 , 6 8 , G ine-Bıssau’d a ise % örgütlenmesi olmaksızın ileriye adımlar ata­ 23, 7 3 ’dür. Bu gerçeklikler elbette ki m ü ­ maz. ca d ele p arola ve biçimlerine yön vermiştir. Son iki grup ülke, nüfusunun yansından K onuya bir d e şu an da geri ü lkelerde doğu kırda yaşayan ülkelerdir. Proleterleş­ “üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi"açısın­ m e yukardaki iki gruptan d a h a gerid e ve d a n b a k a lım . “E m p er y a list zin cire yavaştır. Bakınız: Tablo N o:3 ek lem len m ek " üçüncü dünyayı nasıl etki­ Bu ülke grubunun başındaki üç ülke, ar­ lemiş, nasıl farklılıklara y o l açmıştır? dından gelen Orta A m erika ülkelerinden Üçüncü Dünya daki farklılaşmayı ö z el­ bam başka özelliklere sahiptir. Özellikle likle m ü cad ele biçimleri açısından inceledi­ 1950'lerden sonra bu ü lkelerd e hızlı bir ğim ize g öre, ülke nüfuslarının şehir ve kır­ p roleterleşm e yaşanmıştır. 1950 sonrası lara dağılışı ç o k k a b a olarak ta olsa tem el h er üç ü lked e d e yaşanan politik altüstlükfarklılıkları verecektir. Elbette ki, böy le bir lerin altında yatan n ed en bu hızlı kapitalist sınıflandırmaya ilave olarak kırda toprak gelişmedir. Küçük Orta Amerika ülkeleri ise. dağılımı, san ayideki tekelleşm enin duru­ ad eta A m erika’nın d ev birkaç tarım trös­ munun d a bilinmesi gerekir. F akat en k a ­ tünün a ra z isi gibidir. Bu ü lkelerd e birkaç ba tasnif bile Üçüncü Dünya arasındaki bü ­ ürüne dayalı tanm ve bununla beslenen bir yü k farklılaşmayı verecektir. ticaret sektörü ekonom inin h em en h em en Üçüncü Dünya içinde sınıf farklılaşm a­ tamamını m ey d an a getirir. Örneğin, H on ­ sının en yoğun olduğu, ya d a nüfusun % duras'ta hü kü m et ve iki A BD firması (Uni­ 7 5 ’den fazlasının şehirlerde biriktiği ü lke­ ted Brands ve S tan dard Fruit) toprakların ler g en ellikle Latin A m erika ülkeleridir: % 60'ını, geri kalan % 2 7 ’lik toprağı ise

I. Gurup Arjantin Şili Venezüella Uruguay

Şehir nüfusunun toplam içindeki payı (% )

Milli gelir içinde tarımın payı (% )

12.0

8 2 .4 0 8 1 .1 4 8 3 .2 2 8 4 .0 0

9 .2 5 .9 13.0

(Encyclopedia of The Third World.)

Ayrıca Arjantin'de tarımda toprak sahip­ lerinin % 5 ,5 ’i toprakların % 7 5 ’ini elin de tutmaktadır. Şili’d e toprak sahiplerinin % 14'u toplam toprakların % 7 0 ’ine sah ip ­ tir. Köylünün % 8 6 ’sı topraksızdır. F akat bu ü lkelerde milli gelirin içinde tarımın p a ­ yı old u kça ön em siz bir n oktaya gerilem iş­ tir. Sanayi, ülke ekon om isin e kesin e g e ­ mendir. Nüfusunun yarısından biraz fazlasının (% 50 -7 5 ) şeh irlerd e yoğunlaştığı ü lkele­ rin yine başında Latin A m erika ülkeleri g el­ m ektedir

6 6 7 büyük toprak sahibi elin de tutm akta­ dır. El Salvador'da % 4'Iük bir azınlık, to p ­ rakların % 6 0 ’m a sahiptir. Bu ülkeler, bir toprak beyinin, marabalannı yönettiği k e y ­ filik le yönetilir. Topraksız tanm işçileri, ki Orta A m erika ü lkelerinde çalışan nüfusun % 5 0 ’s inden fazlasını m eydana getirir, m ü­ cadelen in esas d ay an ak gücüdür. Gruptaki diğer ülkeler A sya ve A frika’­ daki henüz proleterleşm enin geri olduğu ülkelerdir. Filipinler, Pakistan, Zaire sınıf saflaşmalarının hızlanmaya başladığı ü lke­ lerdir.

II. Gurup

Şehir nüfusunun toplam içindeki payı

Milli gelir içinde tarımın payı (% )

Meksika Brezilya Kolombiya Peru İrak Cezayir

6 6 .6 9 6 5 .0 2 7 0 .2 0 6 7 .4 3 7 1 .6 2 6 0 .8 5

10.2 1 0 .0 2 9 .9 —

1 0 .3 9 .1

(Ay)

Bu iki grup ülkenin en g en e l özelliği ş e ­ hirlerde ve kırlarda sınıf saflaşmasının o l­ d u kça ileri boyutlara varmış olmasıdır, özellik le A m erika kıtasının gü n eyin de y e ­ ni söm ürgecilik, 1 9 4 0 ’lar sonrası hızlanan bir sınıf farklılaşm asına y o l açmıştır, ö t e yandan kırda toprak dağılımının en uç n o k ­ talarda kutuplaştığı kıta yine Latin A m eri­ k a ’dır. T oplam içindeki payı % 8 6 olan üç hektardan az toprağa sahip kü çü k çiftlik­ ler bütün topraklann yalnızca % 3 , 7 ’n e sa ­ hiptirler. Oysa 5 1 4 h ektardan fazla topra­ ğ a sahip % 7 ,9 azınlık laüfunda sahibi to p ­ raklann % 8 0 ,3 ’ünü elin d e tutmaktadır. (Fidel Castro, T he W orld E con om ic an d . S o cia l Costs) B u k orku n ç saflaşm anın ya-

B en g ald eş v e K en y a gibi ü lkeler hen ü z gen iş köylü ekon o m isin e dayanm aktadır. A frika’d a ve Uzak A sy a’d a toprak dağılı■mı Latin A m erika ülkelerindeki gibi aşın ku­ tuplaşm aya varm adığı için kırlarda d a sı­ n ıf saflaşm ası ağır yürüm ektedir. Üçüncü D ünya’nm bu en g en e l tablosu “tek tek ü lkelerdeki üretim ilişkilerinin g e ­ lişim sev iy esin in n e denli ön em li oldu ğu ­ nu gösterm ektedir. “D evrim için örgütlülüğün” geri bıraktı­ rılmış ülkelerde n ed en olağanüstü farklılık­ . lar gösterdiği sorusu, tek başına, bu ü lke­ lerd e “üretim ilişkilerinin gelişim sev iy esi’’nin “tem el olg u ” olm aktan çık tığ ı tezini çürütm eye yeterlidir. E ğer bu farkhkk o ül-


kıyordu. 1 9 5 0 ’ler sonrası geri ülkelere serm aye Milli gelir içinde Şehir nüfusunun toplam akını hızlanmıştır. Fakat son yıllarda bu akın tarımın payı (% ) IU. ve IV. Gurup içindeki payı (% ) yavaşlamış, kapitalist anayurtlar arasında- . 11.1 ki serm aye akını yükselmiştir. Bakınız: Tab­ 4 9 .9 0 İran 2 9 .0 4 7 .3 6 lo N o: 4. Türkiye 3 0 .7 4 5 .3 7 Mısır Geri ülkelere serm aye akını 10 yılda 3 2 .1 3 5 .5 5 Honduras % 3 1 ’den % 2 6 y a düşmüştür. Bunun en 2 7 .9 4 1 .0 0 klasik nedeni, elbette ki, sermayenin gü ­ El Salvador 18.0 3 2 .9 4 venlik korkusudur. Fakat olayları yalnızca Bolivya 2 8 .5 3 6 .2 1 bu gerekçeyle açıklayamayız Özellikle 1970 Filipinler 3 4 .0 2 8 .1 7 sonrası gelişen bilimsel teknik devrim, e s ­ Pakistan 21.0 3 9 .5 3 ki üretim araçlarını hızla devreden çıkarır­ Zaire ken , kapitalist anayurtlar arasında rekabet 4 3 .8 2 2 .2 6 Hindistan hızlanmıştır. Ve en son teknikli yatınmlar 3 4 .2 2 0 .2 1 Endonezya genellikle gelişmiş ülkelerin ken d i a r a la ­ 5 4 .0 1 1 .2 4 Bengaldeş rında yapılmaktadır. 3 3 .5 14.0 Kenya F akat buna karşılık kâr devşirm ede du ­ rum tersine, özellikler gösterm ektedir ABD (Ay) 19 7 0 -1 980 yılları arasında gelişmiş ülke­ kelerdeki tek tek objektif sınıflar mücadelesi lere 3 5 milyar doğrudan yatınm yaparken, durumuna bağlı değilse, bu tem el gerçeklik-geri kalm ış ülkelere yalnızca 8 milyar d o ­ ten bağımsızsa, geriye ülke devrimcileri­ larlık yatırım yapmıştır. Buna karşılık geri nin sübjektif becerileri ya d a beceriksizlik­ ülke yatınmlarından eld e edilen kânn % leri kalır ki, olaylara b öy le bir yaklaşım bi­ 7l'i A BD ’y e transfer edilirken, gelişmiş ül­ Yeni sömürgeciliğin “geri bırakılmış ül­ limsel sosyalizm açısından değil, devrimci kelerd en eld e edilen kârlann yalnızca % romantizm yönünden bakm ak olur. En kü­ kelerd eki m ü cadeleyi nasıl etkilediği soru ­ 4 7 ’si transfer edilmiş, gerisi yeniden yatıçük bir radikal davranışın ö n e çıkartılma­ nuna Yeni Çözüm bütünüyle kayıtsız d e ­ nm a dönmüştür. Gelişmiş ülkelerde to p ­ sına, kocakan ca sızlanmalarla “ihtiyat" tav­ ğildir. Başlıca şu tesbitleri yapar: lam kâr oranı % 16,6 iken, geri ülkelerde “Birinci olarak em peryalizm yeni söm ür­ siye edildiği d ö n em ler d e, “devrim ci bu oran % 2 4 ,1 ’dir. (ay.s. 140) rom antizm ” bu bayağılığa karşı bir tepkiyi g elerd e kendisine g öbekten bağlı işbirlikçi Yeni söm ürgecilik koşullarında ikinci temsil etse d e, sınıf m ü cadelesi yalnız ö f­ tekeller yaratarak, sömürgeciliğini bu işbir­ önem li değişim , geri ülkelere akan serm a­ likçi tekeller eliyle yürütm eye başladı... k e ve coşkuyla değil keskin bilin çle yürür. y e biçimindedir. Tek tek ülkelerdeki mücadelenin objektif ikinci olarak em peryalizm , yen i söm ü rg e­ “1980 yılında 4 0 ,7 milyar dolarlık top ­ lerd e açık işgalleri bir y an a bırakarak, s ö ­ iniş ve çıkışlarını kavram am ak, ya d a ül­ lamın yalnızca 8 ,9 milyarı doğrudan yatı­ k ed ek i h er objektif somut değişim e ayak m ürge ülke ordularını iç savaş ordusu h a ­ rımlara gelmiş, 1 2 , 6 milyar dolan özel ih­ linde örgütlendirerek gizli işgallere y ö n el­ uyduramamak, “devrimi" h er an “tavında racat kredisi ve 19 milyardan fazlası da özel sanm ak, ya insanı söylediklerini y a p am a­ di. Kısacası em peryalizm yeni söm ürgeler­ banka borcu biçimindedir. Sonuç olarak, d e içsel olgu haline geldi. ” (ay) yan k o f çığırtkanlar konum una iter, ya da özel ihracat kredileri ve uluslararası ban ka­ Yeni Çözüm em peryalist söm ürü biçi­ objektif koşulların inatçı duvarına ikide bir ların operasyonları, gelişm ekte olan ü lke­ m indeki değişimin nedenleri ve y o l açtığı çarpm aya zorlar. Güçleri n e k o f çığlıklarla lerden mali sömürünün esas kanalları çürütme, dem oralize etm e; n e d e hazırlık­ gelişm elerle ç o k sınırlı ölçü d e ilgilidir. oldular" (Asıa and Africa Today, Nisan Emperyalizm geri ülkelere yaptığı doğru­ sız çıkışlarla ezdirm e lüksüne sahip değiliz. 1983). 4 0 Milyar dolarlık sermayenin yal­ “Emperyalist zincire eklem len " m ek n a­ dan yatırımlarla büyük kârlan ülkesine nızca beşte biri doğrudan yatırım için, g e ­ sıl oluyor da, geri ülkeler arasındaki d e v ­ transfer ediyor. Bunu “işbirlikçi tekeller risi m odern tefeci-bezirganlık içindir. Hiç rim için varolan bütün objektif farklılıkları eliyle yapıyor. En önemlisi, em peryalizm şüphesiz ki, uluslararası finans-kapitalin silebiliyor? B öy le bir yaklaşım m ü cad ele­ artık yeni söm ürgelerde “iç sel” bir olgu h a­ banka ve kredi oyunları geri ülke e k o n o ­ line gelmiştir. S öy len en lerd e bundan ö te ­ y e sınıflar saflaşması yönünden bakam az. milerini iyice çürütmektedir. Bu dönüşün Örneğin Şili ya da Arjantin d e proletarya­ y e bir derinlik yoktur. tem el nedenlerinden ilki, emperyalist e k o ­ Yeni söm ürgecilik, em peryalizm in bir nın doğrudan davranışını dikkate almayan nom ilerde meta üretimi temelinin çürüm e­ taktik tercihi değil, kapitalist ekon om iler­ h er h areket, yenilgiye m ahkum dur. Fakat si, bunun yanında muazzam para kübir H onduras’ta kır proletaryasının ya da d ek i gelişimin ve dünya güçler dengesinin lasyonlarının artmasıdır. Diğer neden, g e ­ topraksız köylünün örgütlenmesi, Bengal- zorladığı bir adımdır. Anayurtlardaki d ev çen on yıllarda uluslararası sermayenin geri d eş’te köylülüğün harekete kazanılması h a ­ serm ay e birikimleri geri ülke zenginlikleri­ ülke ekon om ilerin de kurduğu tekelci y a ­ yati ön em taşır. F akat Yeni Çözüm için ni daha dakik söm ürm ek için Üçüncü Dün­ pılardır. Artık geri ülke Finans-Kapitalistleri “emperyalist sömürü" ve “devrim" karşıtlı­ yaya akmıştır, iki dünya savaşm a da katıl­ kendi ülkelerinin tek egem eni durumunda­ ğı tek o d a k noktasıdır. Bu ise olaylara, yal­ m ayan am a savaş ticareti ile d ev birikim­ dır. Emperyalizm için bu yapının üzerinden nızca ulusal kurtuluşçu, yani küçükburju- ler yapan ABD, yeni sömürgeciliğin lider­ faiz devşirm ek daha zahmetsiz görünm ek­ liğini yapmıştır. Öte yandan, dünya Sosva yurtseverliği açısından bakm ak olur. tedir. Son olarak, geri ülkelere serm aye akışı doğrudan onlann ek on om ik konumlarıy­ la bağlantılıdır. “En azgelişm iş ülkelere ki­ şi başına 2 4 ,7 5 dolar, düşük gelirli ülkele­ re 1 1 .7 7 dolar, orta gelirli ülkelere 54,85 dolar, en gelişkin ülkelere kişi başına 63,33 dolar kredi akm aktadır”, (ay) Bu duruma g ö re Latin A m erika ülkeleri geri Afrika ve Orta A m erika ülkelerinden hem en hem en 6 kat fazla kredi almaktadırlar. Serm aye geri ü lkelerde yoğun olduğu bölgelere d a ­ h a ç o k akm aktadır. Yeni sömürgecilik, emperyalizmin “içsel bir olgu olmasından öteye özelliklere sahip­ tir. Yaşadığımız günlerdeki “borç krizi’'yeni sömürgeciliğin iflas işaretleridir. Fakat on ­ dan da önem lisi üretim araçlarındaki son gelişm elerin geri ülkelere d e akm a kaçınıl­ m azlığıdır. E m p er y a list an ayu rtlar, yallst Sisteminin varlığı ve ulusal kurtuluş 1 9 7 0 ’lerden beri tekniğin son baş döndü­ Günümüzde, h ele h e le ülkem izde sırf rücü gelişmelerini üretime geçirm e yarışınsavaşlarının sosyalizm e varm a şansı, “anti-em peryalizm ” g erçekleri kavram aya emperyalizmin söm ürge valiliği yolunu tı-. •dadırlar. Bu yarış kaçınılmaz biçim de geri yetm ez. Tablo No: 3

YENİ SÖMÜRGECİLİK VE GERİ ÜLKELERDEKİ MÜCADELE

Üçüncü Dünya daki farklılaşmayı özellikle mücadele biçimleri açısından incelediğimize göre ülke nüfuslarının şehir ve kırlara dağılışı çok kaba olarak da olsa temel farklılıkları verecektir. Elbette ki böyle bir sınıflandırmaya ilave olarak kırda toprak dağılımı, sanayideki tekelleşmenin durumunun da bilinmesi gerekir. Fakat en kaba tasnif bile Üçüncü Dünya arasındaki büyük farklılaşmayı verecektir.

40


Tablo N o:4

Toplam Doğrudan Yatırım (dağılım % olarak)

Gelişmiş kap. ülkeler Geri kalmış ülkeler Toplam

1% 7

1971

1 975

69 31

72 28

74 26

100

100

100

(Dünya Ekonomisi ve Sosyal Krizi, F .Castro, s. 138)

ülkelere d e yansıyacaktır. Elbette ki em p er­ yalist ana yurtlar, tekniğin son sözünü g e ­ ri ülkelere binbir paten t işken cesiyle a k ta ­ rırlar, am a son tahlilde dünya kapitalist p a ­ zarının en ücra köşelerin e bile dalga dalga bu gelişim yayılacaktır. B öy lece dünya kır­ larının ıssızlaşması d ah a da artacaktır. Yeni Çözüm, değişimleri bu y ö n d e g ö r­ m ez. Eskiden “em peryalizm in... açık ve yarı açık işgali” “işbirlikçi kukla y ön etim le­ rinin niteliğinin kitleler tarahndan kolay ca görülm esini sağlıyordu. Yaygınlaşan ulu­ sal bilincin m ü cad ele içinde kısa sü red e yığınlan kucaklam ası” mümkündü. “Yeni s ö ­ m ürgecilik... yen i söm ürge ü lkelerdeki devrimci m ücadeleyi d e yen i bir içeriğe bü­ ründürdü. Emperyalizmin varlığını açığa çı­ kartan, em peryalist kültür politjkalemnm, dem ogojilerinin yarattığı politik duyarsızlı­ ğı kırıcı nitelikte bir siyasi gerçekleri açıkla­ m a kam panyasını ön gören , silahlı m ü ca­ deleyi politik perspektifte yürüten bir ön aşam ayı, halk savaşının öncü l halkası o la ­ rak biçimlendirir.” (Yeni Çözüm)

7

Yeni sömürgeciliğin, sınıf saflaşmasını d ah a fazla keskinleştirdiği, p roleterleşm e­ yi hızlandırdığı tesbitîeri yerin e b am başka sızlanmalarla karşı karşıyayız. “Ulusal bilin­ cin kısa sü rede yığınları ku caklam ası” im ­ kanını yeni söm ürgecilik elim izden alm ış­ tır. Emperyalizmin söm ürüsü eskiden ç o k açık iken şimdi bizzat “em peryalizm in var­ lığını a ç ığ a ” çıkartm ak için bir “ön k a m p a n y a ” gereklidir. Ve en kötüsü yen i s ö m ü r g e c ilik y ığ ın lard a “politik duyarsızlık" yaratmıştır1 Yeni Çözüm, emperyalizmin söm ürüsü­ n e karşı, kü çü k burjuva yurtseverliğinden ötey e g id em ey en tepkisini bu cü m lelerde en güzel biçim de yansıtmaktadır. “E m p er­ yalizmin varlığını açığ a” çıkartm ak Yeni Ç özüm 'e g ö re ayrı bir çabayı gerektirm ek­ tedir. Çünkü Yeni Sömürgecilik d ön em in ­ d e Emperyalist söm ürü iç s e l bir olgu o l­ muştur. Yani kapitalizmin geliştiği geri ül­ kelerd e em peryalizm ülke tekelci burjuva­ zisiyle, ya da daha doğru deyimiyle FinansKapitaliyle etle tırnak gibidir. F akat Yeni Çözüm , bu yola çıktığında "politik duyar­ sızlık’la karşı karşıya gelm ektedir. Oysa “politik duyarsızlık” den en şey, m ü c a d e­ lenin ulusal kurtuluşçu zem inden sosyal kurtuluşçu zem ine yükselmesinin sancıla­ ndır. Hiç şüphesiz ki, ulusal kurtuluş zemini d ah a geniş sınıf ve tabakaları kapsar, a n ­ cak sosyal kurtuluş m ücadelesi kesin bir sı­ nıf saflaşm asını varsayar ve g en el olarak proletarya ile yoksul köylülüğe dayanır. “Politik duyarsızlık”, em peryalist sö m ü ­ rüye ö fk e duyan kü çü k burjuvanın, g en iş yığmlann aynı söm ürüye kendisi kad ar şid­ detle ö fk e duym am ası karşısında uğradığı düş kırıklığının ifadesidir. Oysa kapitalizmin geliştiği geri ü lkeler­ de, geniş halk yığmlan içinde burjuvazi k a ­ çınılmaz biçim de binbir ince bağla etki k u ­ rabilmektedir. Ve bu bağlan koparabilmek sırf ve yalnızca “em peryalizm in varlığını açığa” çıkartm akla olm az. Bu noktada k o ­ nu kesin ve açık biçim de sınıf çıkarlarının kavranmasında odaklaşır. Fakat Yeni Ç ö ­

züm, sınıflarla ilgili değildir. H enüz m ü ca­ d ele ufkunu o sev iy ey e yükseltem em iştir. Yeni Ç özü m ’e “politik duyarsızlık” gibi görünen şey, yığmlann k en d i sınıf çıkarla­ rını kavram a sancılandır. Elbette ki, ulusal bir kurtuluş için topyekü n davranış im kanı yığınlarda d a h a hızlı bir politikleşm e d oğ u ­ rabilirdi. F akat yeni söm ürgecilik geri ülke­ lerd e sınıf saflaşm asını arttırarak m ü c a d e­ lenin ufkunu sosy al kurtuluş seviyesine yükseltm ektedir. G eri ü lkelerdeki devrim ­ ler artık bir nitelik sıçramasının eşiğinde­ dir. Ve devrimlerin proletaryanın iyice y o ­ ğunlaştığı Latin A m erika ülkelerinden ül­ kem ize k a d ar uzanan bir zincirde patlak verm esi, geri ülke devrim lerine bam başka özellikler kazan dıracakhr. Ve bu ülkelerdeki başanlı devrimlerin ç o k d ah a hızlı sosy a­ lizme varabilm esi müm kündür.

ğınlan A nh-A m erikan sloganlarla kendini ortaya koydu . A n cak d en ey ler bu ufkun yeterli olmadığını gösterdi. Proletaryaya yalnızca bir “ideolojik öncülüğün” bâh şedildiği yıllarda işçi sınıfı fiili g öv d esiy le m ü­ ca d ele arenasında y er aldı. Ve sınıfa sağ ­ lam ca tutunmayan hareketlerin nasıl zor günlerde hızla çöktüğü yzışandı. Bütün bu deneylerden sonra hâlâ eski kalıplann için­ d e kasılıp kalm ak teorik d ü şü n cede bir çü­ rüm e tehlikesine, pratik davranışta ise m o ­ ral hırpalayan zig-zaglara y ol açabilir. L i­ beral bayağılığa tepki olarak eski kalıpla­ rın içine çekilm ek, ileriye değil, geriye adım olur. Liberal bayağılığın tuzağına düş­ m ed en eski hatalan eleştirebilm ek ve a şa ­ bilm ek cesaretin d e olmalıyız. “E m p ery a liz m in varlığını a çığ a çıkartm ak” için “ön kam p a n y a lar” m ü ca­ delenin ufkunu aşınca daraltabilir. E m per­ yalizm e ken etlen m iş bir avuç Finanskapitalin tasfiyesi ise, başta işçi sınıfının k a ­ zanılmasını zorunlu kılar. Bir El Salvador ile Şili ya da Arjantin 'de aynı y ol tutulamaz. Oturaklaşan, tiksinti veren burjuva kuyrukçuluğunu, on beş yıl ö n ce yanarak eleş­ tirmek tartışmasız olumlu bir m isyona sa ­ hipti. Bu atılımdan burjuva reform izm i hiç­ bir şey öğrenem ezdi. Öğrenmedi. Devrimci

Oturaklaşan, tiksinti veren burjuva kuyrukçuluğunu, onbeş yıl önce yanarak eleştirmek tartışmasız olumlu bir misyona sahipti. Bu atılımdan burjuva reformizmi hiçbir şey öğrenemezdi. Öğrenmedi. Devrimci direniş ruhunu yitirmeyenler ise, öğrenmek zorundadır. Artık burjuva reformizmini, işçi sınıfı ve köylülüğü cesaret ve ustalıkla bu bataktan kopararak eleştirebilmeliyiz. SONUÇ Yeni Ç özüm , “m etro p o llerd e” işçi sınıfı aristokrasisinin yaratıldığı, “tepkilerin n öt­ ralize edildiğini”, o n ed en le yeni söm ü rge ülkelerin “tek tek zaferlerinin” m etropol ül­ k e proleterlerinin kurtuluşunu getireceğini söylem ektedir. B elki d e söylen en ler için­ d e en doğru olanı budur. F akat ö n ce, tek tek ü lkelerde zaferler kazanabilm ek, o ül­ kelerin koşullarının ülke devrimcileri tara­ fından iyice kavranm asından g eçer. H er yeni söm ü rge ülke için “uzun süreli halk savaştan” zaferi getirm ez, ö t e yandan, em peryalizm in zincirinin zayıf noktaların dan koptuğu bir g erçeklik. A n cak y aşad ı­ ğımız günler geri ü lkelerdeki m ü ca d elele­ rin ulusal kurtuluş ufkundan, sosyal kur­ tuluş ufkuna yükseldiği günlerdir. Latin A m erika ülkelerinin büyük çoğunluğu, Uzak D oğ u ’da, G üney K o re gibi ülkeler, O r ta -D o ğ u ’d a İran, İrak, T ü rkiy e, Afrika'da Mısır vb., ülkeler bu y ö n d e tar­ tışılmaz adaylardır. A ncak, bu ü lkelerde proletaryanın sağ ­ lam bir örgütlenm esi olm ad ıkça bir adım ileriye ahlamaz. Bu gerçekçiliklere rağm en bütün yeni söm ü rge ülkeler için “uzun sü ­ reli halk savaşı” önerm enin çocukluk ya da toyluktan ö te y e bir anlam ı olmalıdır. En azından o n b eş yıllık bir d en ey d en sonra, 19 6 8 ’lerih ufkunda kalm ak başka bir an ­ lam a sahiptir. 19 6 5 ’lerd e geniş gen çlik yı-

direniş ruhunu yitirmeyenler ise, öğrenm ek zorundadır. Artık burjuva reformizmini, işçi sınıfı ve köylülüğü cesaret ve ustalıkla bu bataktan kopararak, eleştirebilmeliyiz. B aşka “yoT’umuz yok!

41


AVRUPA’DA SENDİKAL MÜCADELEDE “ YENİ” HEDEFLER Erol AYDIN

E

GİRİŞ

3 k. O

19 7 4 1 9 7 5 krizinin, gelişmiş kapitalist ül­ kelerdeki sendikaların konum larının önem li

>

ölçüde değişmesine neden olduğu ortada­ dır. Kriz sonrası ekonomide yeni teknikle­ rin kullanımının hızla yaygınlaşması, işyer­ lerinde “rasyonelleştirme” -siz daha az işçi ile daha çok üretim anlayın- çabalarını hız­ landırırken, diğer yandan üretim sürecinin yeni örgütlenme modellerini ortaya çıka­ rarak üretim sürecinin daha yaygın kont­ rolüne im kân tanım ay a başladı. Aynı yıl­

larda bu ülkelerdeki işçi sınıfının bilinci hâ­ lâ "y ü k sek kon jonktür' d ön em i "sosyal barış” düşünceleri ile şartlanmaya devam ediyordu. Buna karşılık toplum içinde iş­ veren kesiminin başlattığı “muhafazakâr saldırı” “daha fazla çalış, çabala” ve bunun için “daha esnek ol” sloganları ile yön al­ dı. Bu sloganlardan anlaşılan, açık olarak iş­ çi haklannın adım adım geriletilmesi ve top­ lum, sınıf içindeki dayanışmanın yok edil­ mesiydi. Üstelik bunlar hâlâ “sosyal barış” şarkısının bağıra çağıra söylendiği bir or­ tamda yapıldı. Elbette bu durum sendika­ lar içinde “sendikal hedefler” ve “sendikal stratejiler" üzerinde tartışmalann başlama­ sına neden oldu.

YENİ TEKNOLOJİNİN SENDİKALAR AÇISINDAN ANLAMI Bu tartışmaların bir boyutuda sendika­ ların yeni teknolojiler karşısındaki tutumu oldu. Sendikal hareketin çocukluk hasta­ lığı olan yeni teknolojiye karşı çıkma tavrı bu kez işçi sınıfı içinde fazlaca etki bulma­ dı. Yüzelli yıl önce Ingiltere’de işçilerin makinaları yakması olayı yaşanmadı. Ancak gene İngiltere'de sendikal hareket içinde cı­ lızda olsa yeni teknolojilere karşı altamatif teknoloji -özellikle “doğal” alternatifler- ya­ ratılma fikri ortaya çıktı. Ancak işçi sınıfı­ nın bu tür “hayallere” “karnı toktu”.

Sendikalar açısından yeni teknolojinin iki somut sonucu önem kazandı. İlki sendikaların üye kazandıkları geleneksel işçi katmanlarının sayısal olarak azalması, İkincisi ise işçi sınıfı içinde yaşanan yapısal değişikliklerdir.

42

Sendikalar açısından yeni teknolojinin iki somut sonucu önem kazandı, ilki sendikalann üye kazandıkları geleneksel işÇi katmanlannm sayısal olarak azalması, İkincisi

ise işçi sınıfı içinde değişikliklerdir.

yaşanan

yapısal

Yeni tekniklerin üretimde kullanılmaya başlamasının gözle görülen ilk sonucu üre­ timde dolaysız olarak çalışanlann sayısının düşmesidir. “Geleneksel” işçi kitlesindeki bu sayısal azalmanın iki sonucu işsizliğin artması ve buna bağlı olarak “kalıcı işsizliğin” yaygınlaşmasıdır. İkinci sonuç ise sendikalann üye sayılarının azalmasıdır. Burada bir konuya özellikle dikkati çekmek gerekir. Yeni tekniklerin üretimde kullanıl­ masının yaygınlaşması ile işyerlerindeki “beyaz yakalı” “mavi tulumlu”!ar arasındaki aynmıda tekrar gündeme getirdi. Özellik­ le işverenlerin “beyaz yakalılar"ı toplu iş söz­

leşmesi kapsamından çıkarmak istemeleri karşısında sendikalar “endüstri sendikası” kavrahıı altında bütün çalışanların (beyaz yakalıların ve mavi gömleklilerin) toplu iş sözleşmesi kapsamına alınması gerektiğini, savunmaya başladılar. Bunun ne kadar önemli olduğu özellik­ le gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çalışanla­ rın sayısal analizlerinde kendini gösterir. Bu istatistiklere bakıldığında “işçilerin” sayısı nın sürekli azaldığı buna karşı “hizmet üretenlerin” yani beyaz yakalıların sayısı­ nın sürekli arthğı görülür. Bu tablo her şey­ den önce işveren ve dolayısıyla burjuva ideologlarına “işçi sınıfını” toplum içinde öneminin azaldığını “ispatlama” konusun­ da malzeme sağar. Giderek “sol” kesim­ ler içinde de yaygınlık kazanan "artık işçi

sınıfının zamanın geçtiğine” dair “teorilerin” gelişmesine yol açar, hatta bazılarına "el­ veda proletarya” bile dedirtir Bu nedenle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sendikalar “beyaz yakalıları” örgütlemeyi ve toplu iş sözleşmesi kapsamına almayı bir hayati sorun olarak görmektedirler. Bu­ nunla her şeyden önce toplum içindeki ağırlıklarını korumayı, üye sayılanndaki düşmeyi önlemek istedikleri gibi işyerlerin­ de sınıf mücadelesinde de tekrar etkili ha­ le gelmeyi amaçlamaktadırlar.

SENDİKALARIN YANLIŞ YÖNELİMLERİ Denize düşeninin yılana sanldığı gibi can havli ile “beyaz yakalıların” örgütlenmesi­ ne sanlan sendikalar bu noktada önemli bir hatayıda görmemezlikten geliyorlar. S e n ­ dikalar işverenin yaptığı beyaz yakalı - mavi tulumlu ayrımına esastan karşı çıkmak ve “beyaz yakalıların aslında işçi sınıfının bir parçası olduğunu savunmak yerine bu ay­ rımın yapılmasını kabul ederek beyaz ya­ kalıları örgütlemeye çalışıyorlar. Beyaz ya­ kalılar için özel şubeler, özel gruplar kurularakişverenin dayattığı bu ayrım kabul edil­ di. Elbette bu yanlış anlayış sonucu beyaz yakalıların örgütlenmesi de başanlı olama­ dı. . Sendikalann 10 yıldır bu lafı geveleme-

lerine karşılık hem beyaz yakalıların örgüt­ lenmesi hem de bunlann toplu iş sözleşme­ si kapsamına alınması doğrultusunda şim­ diye kadar bazı istisnalar dışında bir başarı sağlanamadı. Bir yanlış anlaşılmaya meydan verme­ mek için hemen belirtelim. İşyerlerinde ça­ lışan “beyaz yakalılann” hepsini işçi olarak kabul etmek elbette doğru değildir. Ger­ çekten “beyaz yakalı” olan kişilerde iş­ yerlerinde çalışıyor. Ancak yeni teknikle­ rin üretime girmesi ile doğrudan doğruya tezgâh başında çalışmayan ancak dolaysız­ ca üretimin içinde olanları işçi sınıfı kavra­ mı içine almak mümkündür. Örneğin kim­ ya işkolunda büyük kimya işyerlerinde ça­ lışan laborantların durumunu göz önüne alalım. 10 bin çalışanın olduğu böyle bir iş­ yerinde 1 .5 0 0 kişinin “labaratuar” olarak adlandınlan bölümlerde çalışmaları söz ko­ nusu olmaktadır. Bu “labaratuarlarda de­ neyler yapılmamakta, kimyasal maddeler yüksek teknikler kullanılarak üretilmekte­ dir. Dolayısıyla burada çalışan “beyaz yakalı” “laborantlar” doğrudan doğruya üretim yapm aktadırlar. S a d e ce kimyasal ve

teknik bilgileri “sıradan işçelerden" yüksek olduğu için bu insanları işçi saymamak el­ bette doğru olmaz. Benzer örnekleri diğer işkollarında da görebiliriz. Yeni teknikler tezgâh başında bedenen çalışma yerine bu tezgâhta çalı­ şanları bilgisayar programı yaparak üreti­ mi olanaklı kılıyor. Elbette bu “programcılarında” artık işçi sayılmasını ge­ rektiriyor. Ancak sendikalann tutumu işçi kavramı­ nın içeriğinde meydana gelen bu değişim­ leri tespit etmek, ona göre sendikal hedef­ ler, örgütlenme biçimi geliştirmek olması gerekirken, bu ayrımı kabul etmek oluyor. Kuşkusuz yukarda belirtilen tespiti “sınıf sendikacılığım” prensip edinmiş sendikalar yapabilir. Yazının başında da vurgulandı­ ğı gibi “sosyal banşı” prensip edinmiş sen­ dikalann bu tespiti yapmalan elbette müm­ kün olmamaktadır. Sendikalann yanlış yönelimlerinden bi­ ri de ne pahaana olursa olsun iş alanlannı kaybetmemedir. Sosyal banş çerçevesin­ de işyerlerinin kurtarılması için sendikalar 7 0 ’li yıllardan başlayarak işverenlerle uzlaş­ ma yolunu seçmişlerdir. Sendikalar işyer­ lerinin kapanmasını ücret zammı, sosyal haklardan vazgeçerek gerçekleştireceklerini ummuşlardır. Bütün bunlara rağmen işyer­ leri kapanmış ya da işyerlerinde çalışanla­ rın sayısı azaltılmıştır. Elbette işyerlerinin kapanmasını önle­ mek için mücadele etmek sendikalann gö­ revidir. Ama bu yaşanan olaylann göster­ diği gibi ücret zamlanndan vazgeçmekten değil “sosyal barışı” bir kenara iterek sınıf mücadelesi ile gerçekleştirilebilir, işveren-


ler “sosyal barışı” bir kenara itip işçi sınıfı­ na ve sendikalara savaş ilan ederken sen­ dikaların hâlâ “sosyal barış rüyaları g ö r­ meye, eski tatlı hatıralarla oyalanmaya de­ vam etmeleri sendikalann olmasa bile sen­ dika “ağalığının” sonunu getirecektir.

YENİ TEKNİKLER VE İŞYERLERİNDE SINIFI MÜCADELESİ Yeni tekniklerin işyerlerindeki sınıfı mü­ cadelesi açısından anlamlan ise şunlar ol­ maktadır. 1. Yeni tekiflkler işyerlerinde çalışanlann çalışma koşullannda önemli farklılaşma­ lara n ed en olmaktadır. Bir yandan yeni tek­ nikler işçilerin belli kesimlerine daha*yüksek bir teknik bilgi getirirken bir kısmının

sendikal mücadelenin kazandığı "sabit" hak­ lar esnekleştirilm ekte ve işgücünün "alınıpsatıldığı pazar" vahşj orm an kan unlan ile yö­ netilm ek istenm ektedir. Esnekleştirm eden işverenlerin neyi anladığına güzel bir örnek

“muhafazakâr” Fransa hükümetinin yeni iş kanunu ile getirmek istedikleridir. Bu ka­ nunla örneğin haftalık çalışma süresi “esnekleştirilmekte” ve esneklikle işveren­ lere fazla mesai zammını istediğinde ver­ meme hakkı tanımaktadır. Başka bir örnek daha vermek gerekirse Almanya’da metal işkolunda işverenler tatil, hakkını “esnekleştirmek” istemektedirler. İstediğin zaman tatil hakkını kullan parolasının ar­ dında tatil hakkını topluca kullanma hak­ kı ortadan kaldırılmakta, işverene istediği zaman işyerinin belli bölümlerine mecburi izin kullandırtırla imkânı vermektedir. 4. Üretim sürecinin toptan kontrol im­ kânları yeni tekniklerle inanılmaz boyutla-

İşverenlerin yeni teknikleri de yedeğine alarak işçi haklarına karşı başlattıkları bu saldırılara karşı sendikaların verdikleri cevap cılız kalmaya devam etmektedir. Her ne kadar sendikalar içinde yeni arayışlar ortaya çıkmışsa da bunlar hâlâ “ sosyal barış” zincirlerini kırmış değildirler. Tersine bu zincirlerden kurtulma yerine zincire bağlı kalma eğilimi egemen durumdadır. teknik bilgilerin gereksiz durum a getir- I ra varmıştır. Bilgisayarlarla yapılan kontrol-

mektedir. (Otomatik kaynak makinaları bir işçiye yeni teknik bilgiler getirirken 10 kay­ nakçının kaynakçılık bilgilerini yararsız ha­ le getirir .) Elbetteki işçi sınıfı içerisindeki bu anlamdaki aynşma yeni değildir. Ama ye­ ni teknikler bu ayrışmayı akıl almayacak öl­ çülerde hızlandırmaktadır. Artık işçiler ya­ şamları boyunca bir mesleki eğitimle yetinememekle birkaç kez yeni meslek öğren­ me zorunluluğu ile karşı karşıya gelmek­ tedirler. Bu anlamda meslek eğitimi için üc­ retli izin hakkı önemli bir sendikal hedef olarak ortaya çıkmaktadır. Geçmeden söy­ lemekte yarar var. Bu talebin sendikal programlarda yer alması oldukça yeni ve fazlaca bir ağırlığı da yok. 2. Yeni tekniklerin getirdiği önemli bir gelişmede vardiyalı çalışmanın yaygınlaş­ tırılması, hafta sonu çalışmasının yeniden gündeme gelmesidir. Vardiyalı çalışmanın, gece çalışmasının, hafta sonu çalışmasının zorunlu olduğu -döküm işkolu gibi- işkolları dışında yeni tekniklerin hızla üretimde kullanılması, sürekli gelişme ile mevcut pa­ halı tesislerin bir anda demode veya yete­ rince kâr getirici olmaktan uzaklaşması iş­ yerlerinin mevcut tesislerin bir an önce amorti edilmesini, yani günde 24 saat, haf­ tada 7 gün çalışmayı dayatmaktadır. Bu bir yandan üretim fazlalığını kışkırtırken bir yandan da vardiyalı çalışmayı yaygınlaştır­ maktadır. İşçi sınıfı uzun bir mücadele ile elde ettiği hafta sonlarını 5 günlük çalışma haftası gibi kazanımlannı böylelikle kaybet­ me ile yüz yüze gelmektedir. 3. Yeni tekniklerin işverenlere sağladığı diğer bir imkânda çalışma süresinin ve şartlannın “esnek” hale getirilmesidir, istedi­ ğin zaman istediğin gibi çalış parolası ile iş­ verenler tarafından propagandası yapılan bu esnekleştirme işverenlere satın aldıklan işgücünü optimal olarak kullanma imkâ­ nını hazırlamaktadır. Bu esnekleştirme ile

D E V R İM G özleri görm eyenler kör diyor bize, am a gösterd in sen nasıl göreceğim izi renklerini geleceğin. Kulakları duym ayanlar ,sağır diyor bize, am a g österd in sen nasıl duyacağım ızı her yerd e insan yüreğinin uysal sesini. K o rk ak lar k o rk ak diyor bize, am a seninle birlikte çıkıyoruz karşısına karanlığın, yüzünü değiştiriyoruz seninle. Katiller katil diyor bize, umudu seninle yeşertiy oru z, son veriyoruz su çlara, orospuluğa, açlığa. G ö z veriyoruz, ses, kulak ve can veriyoruz insan yüreğine. İnsanlık düşm anı diyor bize ırkçılar,

lar işçilerin çalışma zamanları boyunca al­ dıkları oksijeni bile kontrol edecek düzey- ; kinin m ezarını kazıyoruz seninle dedir. Bununla üretimin yoğunlaşması sevgiler kentinde şimdi. başka bir deyişle artı-değer sömürüsünün yoğunlaşması- söz konusu olmakta, işve­ ren satın aldığı işgücünü posasını çıkarana kadar kullanmaktadır. Bu kontrol mekaniz­ ması işçiler arasındaki bağlantının koparıl­ masına da yol açmaktadır. İki laf etmek, selam vermek için harcanan zamanların 1 anında bilgisayar tarafından tespiti işyerle- j rindeki sosyal-yaşamm sıfıra inmesi ile so- ] nuçlanmaktadır.

SONUÇ İşverenlerin yeni teknikleri de yedeğine alarak işçi haklanna karşı başlattıklan bu sal­ dırılara karşı sendikalann verdikleri cevap cılız kalmaya devam etmektedir. Her ne kadar sendikalar içinde yeni arayışlar or­ taya çıkmışsa da bunlar hâlâ “sosyal banş” zincirlerini kırmış değildirler. Tersine bu zin­ cirlerden kurtulma yerine zincire bağlı kal­ ma eğilimi egem en durum dadır. Sendikal hareketin kendine koyması ge­ reken hedefler ise şöyle özetlenebilir. Sendika üyelerinin yukarda sayılan g e­ lişm elere karşı harekete geçirebilecek bir

yapıya kavuşturulması, işyerlerindeki sen­ dikal örgütlenmenin sadece nicel değil ama aynı zamanda nitelikçede yükseltilmesi. Sı­ nıf mücadelesini etkin olarak yürütebilecek şekilde sendikalann demokratikleştirilme­ si. Sendika üyelerinin söz ve karar sahibi olacağı bir yapının gerçekleştirilmesi. İşyer­ lerindeki sendikal çalışmalara destek ola­ cak sendikal haklann kazanılması için mü­ cadele verilmesi (işyerinde sendikal toplantı yapma vs.)


EMPERYALİST EKONOMİ NE DURUMDA? GENEL DURUM Ayşe Tansever Kapitalist ekonomiler 1980 yılında 197576 ’dan sonraki ikinci büyük ve genel kriz­ lerine girdiler. İki yıllık bir durgunluk hatta gerileme döneminden sonra yavaş yavaş ekonomik göstergeler düzelmeye başladı. Bu düzelmelerin önceki dönemlerle karşı­ laştırılması ışığında ne durumda olduğuna ve yeni grafiksel eğrilerine genel olarak bir bakalım (Tablo 1).

TABLO 1

Bazı

% 5 .5 ’lik bir gelişim gösterirlerken, kalkın­ mış merkezler daha düşük bir rakam, % 3 .3 büyümüştür. Ancak 1980’lerde du­ rum tam aksidir. Kalkınmakta olanlar yıl­ da % 1.4, kalkınmış olanlar ise % 2 .3 bü­ yümüşlerdir. Aynca durgunluktan çıkılan 1 983-1985 arası ortalaması kalkınmakta olanlann % 1.7 iken, yani genelden 0 .3 ’lük farklı iken, kalkınmış ülkelerin üç yıllık or-

ekonomik göstergeler (%)

1 971-75 1 976-80 198 1 -8 5 1 9 8 3 Dünya ticareti Dünya toplam üretimi Kalkınmakta olan ülk. toplam üretimi Kalkınmış ülke.top.üret.

1984

1985

5 .0 4 .2 -

5.1 3 .9

2 .8 2 .7

2 .5 2 .9

9 .0 4 .7

3 .2 3 .3

6.1 3.1

4 .9 3 .5

1.4 2 .3

0 .8 2 .6

2 .0 4 .8

2 .4 2 .7

C) n

(’ ) Kesin olmayan bilgilerle ön tahmin (Kaynak: World Economic Survey 86, sayfa 12) Görüldüğü gibi dünya ticareti 1970’li yıl­ larda ortalama % 5 ’îik bir büyüme göste­ rirken 1 980-82 krizinden oldukça etkilen­ miş, 1 9 8 0 ’lerin ilk yıl ortalaması bir önce­ ki dönemin yansını ancak geçebilmiş, 1984 yılındaki % 9 ’luk rekor artış bile ortalama­ yı yükseltmeye yetmemiştir. Dünya ticareti 1985’te de düşüşünü sürdürmüştür. Dünya üretimi 1970’li yıllarda ortalama

Piyasalardaki daralma, üretimdeki düşüş uluslararası tekelleri daha bir hırçınlaştırmaktadır. Bu, hem ülke sınırları içinde, hem de uluslararası planda böyledir. Ülke boyutunda büyük tekeller ve küçükler arasında savaş şiddetlendiği gibi işçi sınıfı haklarına, örgütlenmelerine saldırılmakta, sosyal harcamalar tırpanlanmaktadır. Üç merkez arasındaki rekabet koyulaşmakta, gelişmekte olan ülkelere saldırılar artmaktadır.

44

% 4 ’lük biT gelişim göstermiştir. Bu rakam ancak 1984 yılında geçilebilmiştir, yoksa 1980’lerin ilk yansındaki ortalama ancak 2 .7 olarak kalmıştır. Dünya üretiminin kal­ kınmakta olan ülkeler ve kalkınmış merkez­ ler arasındaki oranı ise 1970’lere göre tam bir değişiklik göstermektedir. 1970’li yıllarda gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama

talaması iki kat fazladır. Sonuç olarak şu­ nu söyleyebiliriz: 1 9 7 0 ’lerde kalkınmakta olan ülkeler merkezlerle farklan kapatmak için iki misli gelişirlerken bu 1 9 8 0 ’lerin ya­ rısında tam zıddına sıçramış, merkezlerle fark katlanarak artmakta, zenginler ve yok­ sullar arasındaki açıklık giderek büyümek­ tedir. Kapitalizmin düzensiz gelişimi dün­ ya ölçüsünde sürmekte, krizden çıkma ça­ balan arayı daha çok açmaktadır. Kapita­ lizmin krizlerden çıkması giderek daha zor­ laşmaktadır. Piyasalardaki daralma, üretimdeki düşüş uluslararası tekelleri daha bir hırçınlaştırmaktadır. Bu hem ülke sınırlan içinde hem de uluslararası planda böyledir. Ülke bo­ yutunda büyük tekeller ve küçükler arasın­ da savaş şiddetlendiği gibi işçi sınıfı hakla­ rına, örgütlenmelerine saMınlmakta, sos­ yal harcamalar tırpalanmaktadır. Üç mer­ kez arasındaki rekabet koyulaşmakta, ge­ lişmekte olan ülkelere saldınlar artmakta­ dır. Şimdi tüm bu olgulan, 1980-82 krizin­ den çıkma planlannı ve sonuçta vanlan noktayı daha bir yakından görmeye çalı­ şalım. Kapitalizmin genelde yaptıklannın neden ve nasıl bu sonuçlara vardığını ge­ nel yasalan içinde inceleyelim. Bilim ve teknik hergün biraz daha iler­ lemekte. Bir teknolojinin bulunup üretime sokulması arasındaki zaman dilimi azal­ maktadır. Şimdi ortalama olarak 3 -5 yıla inmiştir. Bu gerçeklik hem tekeller arasın­ daki rekabeti arttırmakta hem de bölgesel farklılığı giderici bir unsur oynamaktadır. Üretimde işbölümü çok artmış, hacmi bü­ yümüştür. Bir ulusun sınırlanm çoktan aş­ mış, uluslararası işbirliği olmadan gerçek­ leşemez duruma gelmiştir. Hem üretim ya­ pabilmek hem de pazar olarak birçok ül-

kenin işbirliği gereklidir. Uluslararası tekel­ lerin dünyamızı yeni sömürgecilik zinciri ile politik, ekonomik paylaşımına yeni boyut­ lar getirmiştir. Kapitalizmin özündeki anarşi, üretimin sosyalliği öte yandan özümsenmesinin bir avuç finans-kapitalin tekelinde oluşu zıtlı­ ğı, bilimsel tekniğin yukandaki özellikleri ile birleşince sorunlar düğüm değil kör düğüm olmaktadır. Sadece kâr, daha fazla kâr dür­ tüsü ile hareket eden tekeller can havli ile saldınya geçmektedir. Anayurtlarda sosyal haklar tırpalanmakta, işçi sınıfı örgütlenme­ lerine amansız saldınl maktadır. Kalkınmak­ ta olan ülkeler halklarına ise yaşam haram edilmekte, üstlerine bombalar yağdırılıp binbir zulümden geçirilmektedir. Kapitalizm, günümüz koşullarına artık ayak uyduramayıp her geçen gün biraz da­ ha batmaktadır. “Endüstri ötesi toplum”, “teknoloji ötesi toplum” yorumlamalan çö­ zümsüzlüğün dışa vuruşudur. II. Dünya Savaşı sonrası yıkılmış ekonomileri yeniden inşa etmeye Keynes’in “refah toplumu” modeli uyuyordu. Talep yanlı üretim eko­ nomileri canlandırdı. Şimdilerde uygulanı­ şı, üretim fazlalığı, durgunluk, enflasyon, işsizlik gibi sorunlar yaratıyor. Ne olacak? Bu hastalıklarla baş etmenin yolu kapita­ listler için elbette yeni bir sistem değildir. Öyleyse derde deva nedir? Son bulunan Monatarist, Friedmancı para politikası, sıkı para uygulamalarıdır. Üretimin talep yanlı değil arza, ya.*' sunu­ ya, yönelik düzenlenmesidir. 1980-82 yıllannda girilen genel krizden çıkmak için bu ilkelere bel bağlandı. Sonuçlannı 1980’lerin ikinci yansına girdiğimiz bu günlerde açık açık görüyor, yaşıyoruz. Reagan’ın kendi adı ile adlandırılmaya çalışılan “ReaganJ omizm” bu ilkelerin ta kendisidir. Avrupa’­ da Thatcher, Kohl hatta bizim Özal’ımız da umudunu aynı teoriye bağlamıştır. Nakosani vs. gibiler de çok farklı değildir. Emperyalist ekonominin son durumunu gözden geçirmek özünde monatarist poli­ tikanın sonuçlannın ortaya konmasıdır.

Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) Reagan iktidara geldiğinde kötülüklerin sorumluluğunu alışılmış bir biçimde ama sesini daha fazla yükselterek kendisinden önceki uygulamalara yükledi. Kendisi te­ keller tarafından, başta anlattığımız uluslar­ arası ilişkilerin giderek cırtmış önemiyle orantılı olarak tüm dünya için bir lider gibi sunulmaya çalışıldı. Onu, kapitalizme bir1 ivme verebilecek bir “umut” yapabilmek için her şey seferber edildi. ABD 1970’lerden beri kaybettiği dünya liderliğine ye­ niden soyundu. Lokomotifinin arkasına da


diğer merkezleri ve gelişmekte olan ülke­ leri toplamaya çalıştı. ABD sınırlarında uluslararası tekellerin rekabet gücü sınırsız bir şekilde arttırılırken, dünya ölçülünde de buna hizmet edecek saldırgan bir politika izlendi. En başta üretimin temeli yenilenmeye çalışıldı. Gereken sermaye birikimi için ver­ gi uygulamalan değiştirildi, yatınmlar teş­ vik edildi, vergi muafiyetleri, kolaylıklar sağlandı. Faiz oranlan yükseltilip para pi yasadan çekildi, bankalara toplandı. Tüm sosyal harcamalar kısılıp fonlar yatınmlara transfer edildi. Bunlar yetmedi. Devlet büt­ çesinde rekorlar kıran açıklar göze alındı. Devlet bonolan, tahvilleri ile açıklar kapa­ tılıp yatırımlar finanse edildi. Faizlerin art­ ması yabancı dövizleri toparladı. Gerçek­ ten dünya ölçüsünde bir seferberliğe giril­ di. 1 980-82 krizinden çıkıldı. Sonuçları, üretim artışı olarak diğer merkezlerle bir­ likte verelim (Tablo 2).

% 7 5 -1 0 0 ’e varan oranlarda ihracata da­ yalıdır. Dolann değer kazanması, mallanna olan rekabeti arttırmış, 1984’te % 5 .1 , 1985’te de % 4 .5 ’lik üretim büyümesi sağ­ lamıştır. Ancak 1986 rakamı hiç de parlak değildir. Japonya’nın kaydettiği en düşük artıştır. Bu kez yüksek yen mallarının satış gücünü iyice düşürmüş, hatta OECD or­ talamasının altına çekmiştir. 1987’ye iliş­ kin tahminler de umut verici değildir. J a ­ ponya bilindiği gibi dünya krizlerinden şim­ diye kadar diğer merkezler kadar etkilen­ memiştir. 1986 yılındaki üretim düşüşü bu açıdan önemlidir. AET’de durum daha parlak değil hatta daha kötüdür. 1980-82 krizi bu ülkede da­ ha uzun sürmüş, görüldüğü gibi 1980’lerin ilk yarısında ortalama % 2 ’lik bir büyüme ile yetinilmek zorunda kalmıştır. Durgun­ luk döneminden en son çıkan merkez ol­ muştur. 1 9 8 7 ’ye ilişkin bir umut şimdilik yoktur. Hiç şüphesiz bunun en büyük ne-

TABLO 2 OECD’de gerçek GSMH büyümesi (bir önceki yıla oranla %) Ülkeler ABD Japonya AETC) OECD toplam

1984

1985

1986

1987(y)

6 .4 5.1 2 .7 4 .7

2 .7 4 .5 2 .0 3 .0

2 .7 5 2 .2 5 1.95 2 .5

3 2 .7 5 2.1 2 .7 5

(y) ö n tahmin (*) Dergideki verileri biz topladık (Kaynak: OECD Observer Ocak 87, sayfa 35) 1984 yılındaki % 6 .4 ’lük büyüme dur­ gunluk döneminin % 1-2’lik büyümelerine, hatta 1970’li yılların % 4 ’lük ortalamasına göre umut vericidir. ABD bir üretim artışı sağlamıştır. Arkasından gelen yıl rakam bir­ den yandan fazla düşmüştür. Bunu değer­ lendirirken, doların gerçek değerinin çok üstünde oluşunu da hesaba katmak gere­ kir. Yüksek dolar ABD mallarına olan ta­ lebi düşürdü. Yurtdışındaki pazarlar yavaş ı avaş kaybedildi. Ülke içinde bile ithal mal­ I ırla rekabet zorlaştı. ABD’nin ticaret açığı 9 8 4 ’teki 123.3 milyar dolarlık rakamdan 985’te 140 milyar dolara yükselmiştir. Eylül 1985’te yedi büyük ülkenin lider:r toplantısında faiz oranlan düşürülüp doirin indirilmesi karan alındı. Ticaret açığı­ nın kapatılması umudu 1986 yılına bağlan­ dı. Düşme eğilimindeki dolar, son yıllardaki Myeni teknolojik gelişim ile malların reel de­ : ğeri çerçevesinde gerçek değerini bulacaktı. ! Eski pazarlar yeniden böylece kazanılacak­ tı. Ama 1986 yılının sonuçları hiç de par| lak değildir. Ticaret aç'ğı daha da yüksel­ miş, 169 milyar dolara çıkmıştır. Düşen do­ lara karşın metalann pazarlarda rekabet gü­ cü artmıyor, üretim yükselmiyor. Uzman­ lar bunu doların düşme kararının alınması ve düşüşün gerçekleşmesi arasındaki za­ man farkına bağlıyorlar. Dolar esas olarak 1986 yılında düşmüştür, üretime yansıması daha sonraki yıllarda beklenmektedir. O nedenle 1987 yılı GSMH tahminleri biraz daha iyimser, % 3 ’lük bir büyüme öngör mekte. İşte Reagan’ın ikinci dönem bile se­ li çilmesine neden olan ABD’nin dünya “lo­ komotifi” olma düşleri gerçekleşmedi. Şim­ di Reagan’ın kişiliğine yöneltilen Irangate • ’karalamasının ekonomik temelini ABD’nin krizden soluklanmadan bir yenisine giriyor olmasında aramak yanlış olmaz. GSMH açısından Japonya’ya baktığımız­ da 1980-82 krizinin pek etkilemediğini gö­ rürüz. Japonya ekonomisinde gelişim

deni AET topluluğunun özlemi ABD gibi bir iç pazar koşulları yaratamamasındadır. Milliyetçilikten kaynaklanan çeşitli bürok­ ratik engeller gümrük duvarı görevi gör­ mektedir. Çeşitli sermayelerin çıkarları or­ tak yatırım yapma, ortak davranma çaba­ larını engellemektedir. AET topluluğu ba­ zı gözlemcilere göre yanşı kaybetmektedir.

VERİMLİLİK Ekonomi incelemesi yaparken GSMH rakamlan elbetteki olayın bir yüzünü açık­ lar. Üretimde verimlilik kâr açısından önemlidir. Verimlilik yapılan sabit serma­ ye yatırımının üretilen meta ile karşılaştı­ rılmasındaki rakamdır. Bir malın üretimi arttığı halde içine giren canlı, cansız emek miktarı azalırsa verimlilik artmış demektir. Bu da ancak bilim ve tekniğin daha çok, daha etkin kullanımı ile mümkündür. Ulus­ lararası tekellerin birbiri ile rekabetinde en önemli unsurlardan biridir. Tekniğin son sözünü eline geçiren en çok kân elde ede­ cektir, rakiplerini iflasa sürükleyip, piyasayı kontrol altına alacaktır. Üretimdeki verim­ lilik arttıkça rekabet gücü de artacaktır. Merkezleri bu yönden ele alalım (Tablo 3).

1961-73 yıllan arasında bilindiği gibi ka­ pitalizm II. Dünya Savaşı arkasından en parlak günlerini yaşadı. Ekonominin çarklan gürül gürül gelişti. Verimlilikte üç mer­ kez açısından aynı çarpıcı büyüme oranını vermektedir. Böylece merkezler arasındaki farklılık büyük ölçüde azaldı. Japonya en hızlı gelişen ülke oldu. 12 yıl içinde % 3 3 .9 ’luk bir verimlilik artışı ile geri ülke olma durumundan kurtularak üç merkez­ den biri olabildi. % 2 1 ’Iik verimlilik artışı ile de AET savaş sonrası harap olmuş Avru­ pa ülkeleri üstünde modem bir merkez ola­ bildi. 1 9 7 4 -7 5 ’lerde kapitalizm ilk topyekun krizini yaşadı. Elektronik bilmindeki bulgu­ ların üretime geçirilmesi, emek yoğun sa­ nayilerin modernleştirilmesi ve modemleştirilmeyenlerin gelişmekte olan ülkelere kaydırılması ile krizden çıkıldı. Genelde merkezler arasında büyük farklar görülmez. Ancak AET açısından bir farklılık yavaş ya­ vaş gelişmektedir. Topluluğun bilimsel araştırmalara verdiği önem azalır, bu ko­ nuda rekabeti küçümser. Araştırmalara büt­ çesinden ayırdığı para miktan azalır. Örne­ ğin 1975-83 arası toplam harcamalan AET içinde % 25 artarken, ABD’de % 40, J a ­ ponya’da % 8 0 artmıştır (New Times, 13 Ekim 1986, sayfa 18-20). Bunun sonucu olarak 1980-84 içinde AET’nin verimlilik oranındaki düşüklük de ortaya çıktı. Elektronik aletler, enformas­ yon sistemi alanında ABD ve Japonya’nın gerisinde kaldı, rekabet edemez duruma girdi. Bu sanayinin birçok diğer sektörler­ de örneğin araba ve havacılıkta yaygın kul­ lanımı, oto sanayi, havacılık vb. sektörle­ re darbe vurdu. Bazılarına göre AET yarı­ şı kaybetmiştir. Topluluk bu durumdan kurtulmak için yeni çabalar içindedir. Mitterrand’ın girişimi ile, adını Türkiye’mizde de duyduğumuz Euraka araştırma progra­ mı başladı. En ünlüsü budur. ESPRIT, RA­ CE vs. gibi projeleri saymak mümkündür. Ancak araştırmalann fonlan, hangi ülkeler­ de yapılacağı vs. gibi birçok sorun projele­ rin bir an evvel hız kazanmasını engelle­ mekte ve pek başarı elde edilmemektedir. Tabloda 1985 yılı için tahmini rakamın yüksekliği eski bazı sektörlerin yenilenme­ sine bağlanabilir. Ayrıca topluluğa üye ül­ kelerde büyük farklılıklar gösterir. Thatcher’ın, kömür madenlerini, haberleşme sis­ temlerini yenilediğini, gazete basımında bir­ çok yeni tekniğin geldiğini biliyoruz. Verim­ lilik, söz konusu yılda en çok İngiltere’de artmıştır. Almanya’da madencilik ailanlannda büyük grevler yaşandı. ABD’de verimlilik istikrarlı sayılabilir. Hâ­ lâ kapitalizmin en ileri ülkesi olmasını bu­ na borçludur. Ancak bu rakamlar sektörel farklılıkları yansıtmamaktadır. 1980 önce-

TABLO 3 Verimlilik (% ) Ülkeler

1 961-73

1 974-79

19 8 0 -8 4

1985

ABD Japonya AET(y)

2 0 .9 3 3 .9 2 1 .0

1 4 .6 1 1 .3 1 2 .2

1 0 .2 1 3 .6 5 .1

12.1 1 6 .3 1 2 .2

(y) 4 büyükler: İngiltere, Fransa, İtalya ve.Almanya (ortalamayı biz hesapladık) (Kaynak: World Economic Survey 8 6 , sayfa 141)

45


si farklılıklara kısaca değindik. 1980 son­ rası acaba nasıldır? Dört yıl içinde bazı sektörlerin büyüme yüzdeleri şöyledir: Endüstri % 10, manifaktür % 1 1 .1 , giyim ve ayakkabı % 4, savun­ ma ve havacılık % 4 9 .5 ’dir. Demircilik, me­ tal işleme, çıkanını, inşaat sektörleri ise 1980’lerin çok altındadır (International Af­ fairs, Eylül 1986, sayfa 47). Görüldüğü gibi verimlilikten en büyük payı savunma ve havacılık, yani savaş sanayi almıştır. Do­ lar fiyatının düşmesine karşın ABD mallannın henüz rekabet edememesi ancak böy­ le açıklanabilir.

Amerikan parababalarının sözcülüğünü yapan Fortuna dergisi bu karabasanda müttefiklerine şöyle sesleniyor. “ Endüstrileşmiş ülkeler bu konularda işbirliği yapmazlarsa, dünyamız, tüm ticari sistemi bozacak korumacı patlamalar, yeniden finansal dengesizlikler ve durgunluğun giderek artan tehlikesi ile yüzyüzedir.” (5 Ocak 87, sayfa 16-17)

Reagan silah sanayini ekonominin loko­ motifi yapma sözünü vermiştir. Bu sana­ yinin canlanması yakın gelecekte ülkeyi krizden çıkaracaktır. Bu nedenle silahlan­ maya bütçeden ayrılan paranın % 15’lere vardığı söylenmektedir. “Yıldızlar Savaşı” projesi SDl, 2 .0 0 0 milyar dolara çıkacaktır. Gerçekten ülke krizden böyle çıkabilir mi? Elbette her koşulda, silah sanayi satarsa. O da dünyamızın bir savaşın içine girmesi demektir. Yürütülen soğuk savaşın ABD açısından ekonomik temeli budur. Aksi takdirde, bu kadar milli geliri yutan silah sanayi ülkeye giderek büyük külfet olacak­ tır. Bu amaçla verilen bütçe açıklan bir türlü kapanamayacaktır. ABD tüm kapitalist merkezleri SDI araş­ tırması arkasına çağınrken Japonya “biyo­ lojik araştırma” öneriyordu. Biyolojideki bulgulann üretime uygulanması bugünkü elektronik sanayinin yarattığı imkânlann ötesinde bir potansiyel taşır. Japonya’nın bu önerisi onun bilimsel teknik araştırma­ ya verdiği önemin göstergesidir. Bilimden elde ettiklerini hemen üretime aktarıp ve­ rimliliği arttırmakta, rekabet gücünü yük­ seltmektedir. Hatta Economist dergisi Japonlann yüksek Y en ’in zararlarının üste­ sinden gelmek için daha üstün kalite mal sattıklarını yazıyor. Kabaca, ABD bilimsel bulgulan daha çok savaş sanayinde kulla­ nırken Japonlann endüstrinin diğer alanlannda verimliliği arttırdığını söylemek yan­ lış olmaz. Savaş endüstrisinin olmaması (ama son zamanlarda bu konuda yeni adımlar atılıyor) Japonya’nın bir avantajı­ dır.

PARA OYUNLARI

46

s Son kriz ve sonrası dönemde gelişen di­ ğer bir özellik de finans-para oyunlarının tekeller arası savaşla kazandığı yeni boyut­ lardır.

II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin meta ihracı özelliğine finans ihracı da ek­ lendi. O dönemden sonra dünyamız finans-kapital hükümranlığı altına yavaş ya­ vaş girdi. Yeni sömürgecilik ağlan örüldü. Ancak finans ve kapital arasındaki savaş hiçbir zaman sıfıra inmemiştir. Sanayiden elde edilen artı değerin paylaşımı konusun­ da sürekli sürtüşme içindedirler. 1970’li yıl­ ların başında Bretton Woods anlaşmasının feshi bu sürtüşmenin ilk belirtisidir. Dolann altınla bağlantısı kopanlmıştır. Daha açık söylemek gerekirse doların değerinin üre­ tilen meta ile belirlenmesi ortadan kalkmış­ tır. Böylece dolar sadece para birimi ola­ rak finans oyunlan ;le spekülasyon aracı ol­ ma yoluna girdi. Mantık sonucu serbest kur sistemi Nixon döneminde başladı. ABD ürettiği malın değeri ile elde tuttuğu lider­ liği kaybetti, bunu dolar değerindeki oy­ namalarla geri almaya çalıştı. Bunun so­ nucu da günümüzde, dünyanın en büyük bankalar sıralamasında başı Japonya’ya kaybetmek oldu. Sonuçta 1980’Iere gelin­ ceye kadar dolar ABD ekonomisine bağlı olarak düşmeye başlamıştır. Gelişmiş ülke­ lerin para birimlerinde dalgalanmalara göre sürekli ayarlanmasını hep yaşıyoruz. Finansın, Kapitale karşı böyle bir bağım­ sızlık ilanı kapitali sürekli ürkütmektedir. Kapitalist sistemde üretilen meta miktannın 2 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Bu metanın çeşitli pazarlara giriş ve tüketilişinde değeri 20-50 trilyon dolar olmaktadır (International Affairs, Ocak 87, sayfa 52). Para oyunlarının vardığı boyut budur. Üre­ timle para kazanmak yerine para ile para kazanmak eğilimi giderek artmakta, serma­ yenin yatırım isteği körelmektedir. Aynca son yıllarda “borsa korsanlığı” diye olay­ lar gazetelerde uzun uzun yazıldı. ABD ve İngiltere borsalannda çeşitli dümenlerle bü­ yük işletmelere el konuldu. Belirli bir üre­ timde dünya ölçüsünde tekeller sonra bor­ sa oyunları ile el değiştirsin. Bu korkular kapitalin yatırım iştahını büyük ölçüde ka­ çırmaktadır. Ancak üretim olmadan bu oyunlann olamayacağı da iyi bilinmektedir. Reagan iktidara geldiğinde yatırımlara karşı bu türden isteksizliği de ortadan kal­ dırmak zorundaydı. Dolar hatlarının düş­ meyeceği ve de yükseleceğinin garantisini vermeliydi. Faiz oranlarının yüksekliği bu­ nu sağladı. Yatınmlar için nisbeten elverişli koşullar yaratıldı. ABD’ye dışandan da ser­ maye akışı başladı (Tablo 4).

122.1 milyar dolar. Ve görüldüğü gibi bir istikrar içindedir. Doların yükselmesi ile bir­ likte para akışı yükselmiştir. AET için ilginç olan 1984 yılına kadar tersine yani AED’den buraya akıştır. Bir noktayı daha belirt­ mek gerekir, Tablo bankalara yatırılan ra­ kamı içermektedir. AET ile ABD uluslar­ arası tekellerinin kaynaşıklığı gözönüne alındığında AET'den kaçan paraların asıl bu yolla olduğu anlaşılır. Bu kaçışın 1983 için 150 milyar, 1984 içinse 100 milyar ol­ duğu biliniyor (International Affairs, Mayıs 8 6 , sayfa 34). AET kendi içinde bir şey yapma umudunu yitirince fazlası ile ABD pazarına bel bağlamıştır. AET’nin krizden çıkışındaki ve gelişmesindeki yavaşlık ABD’nin dolar politikasından kaynaklanır. Yedi büyük ülkenin her toplantısında AET ülkeleri faiz oranlarını düşürmesi için ABD’ye yalvarıp durdular. 3. Dünya ülkelerinden akan sermaye miktarı da Japonya ile boy ölçüşecek du­ rumdadır. Gelişmekte olan ülke tekelleri ucuz emekli kendi ülkelerine yatırım yeri­ ne, ABD lokomotifliğine bel bağlamıştır. Gelişmekte olan ülkelerdeki sınıflar sava­ şı, paralann merkezlere göre sürekli deva­ lüasyonu, enflasyon, işsizlik bu akışın te­ mel nedenidir. Sonuç olarak kapitalizmde yeni bir olgu ile karşı karşıyayız. 11. Dünya Savaşı’ndan beri görülen sermayenin ABD ve merkez­ lerden 3. Dünya ülkelerine akması tama­ men zıttına dönmüştür, şimdi ABD’ye ak­ maktadır. ABD bugün dışa borçlu bir ül­ kedir. Kendi içindeki yabancı sermaye ya­ tınım, kendisinin dışandaki yatınmlanndan fazladır. Aynca dış ülkelere net dış borcu 2 00 milyar dolara ulaştı (Time, 9 Mart 87, sayfa 42-3). İç borçlan ise korkunç düzey­ dedir. 1980’deki 9 1 4 .3 0 0 milyon dolar, 1984’te 1.576 milyar dolara çıkmıştır. Gü­ nümüzde 2 .0 0 0 milyar dolan geçmiştir (In­ ternational Affairs, Ocak 8 7 , sayfa 75). Dolar 1985 Eylül’üne kadar % 3 5 ’lik bir değer kazandı. O tarihte Yedi büyüklerin ortak kararı ile faiz oranları indirildi ve do­ lar düşmeye başladı. Bu kez Alman Markı ve Japon Yeni değer kazanmaya başladı. Bu kez bu ülkeler dolann düşüşünün dur­ durulmasını istediler. Çünkü yüksek para birimleri onlann malına olan talebi giderek düşürmeye başladı. Sonuçta 1987 Şubat’ında alınan yeni kararla bu iniş de en­ gellendi. Şimdiki kurlann az çok dengede olduğu söyleniyor.

TABLO 4 ABD’ye 1 9 8 1 -8 5 arası bazı merkezlerden akan net para miktarı (milyar dolar) Ülkeler Japonya AET Küçük ban.kalkınmakta olan ülkeler Toplam(*)

1981

1982

1983

1984

1985

11.6 -1 6 .6

13.6 -1 4 .6

17.7 -1.4

3 4 .3 10.9

4 4 .9 2 6 .9

122.1 5 .6

-0.5

17.3

4 3 .3

4 5 .8

110.5

1.0

3 3 .6

8 8 .5

1 1 7 .6

2 3 8 .2

4 .6 -0.4

-

Toplam (*)

(") Toplamaları biz yaptık. (Kaynak: World Economic Survey 8 6 , sayfa 68)

Hemen belirtelim diğer kaynaklarla ge­ lenle toplandığında 1980-84 arası ABD’­ ye giren paranın 4 0 0 milyar dolar olduğu söyleniyor. Ama 2 3 8 .2 milyar dolar bile bi­ zim gibi yabancı sermayeye kul köle olan gelişmekte olan ülkeler için korkunç bir ra­ kamdır. En büyük pay Japonya’nındır,

Gerçekten bu nasıl bir dengedir? Bizce kapitalizm fırtına öncesi bir durgunluğa gir­ miştir. Şöyle ki, bu denge kimsenin işine gelmemekte, bir taraftan patlak verecek­ tir. Alman Markı ve Japon Yeni dolann düşüşünün durdurulmasını istiyorlar. Çün­ kü bu seviyeleri ülke mallannı pahalı hale


r I

, >

,

getiriyor, durgunluğa giriliyor. Doların da­ ha fazla düşüşünü ABD de istemiyor, çün­ kü bankalarda yatan yabancı sermayenin kaçacağından korkuyor. O zaman bütçe­ sindeki açık azalmak bir yana giderek artacak. Tekellerin tekelci devlet kasalanndan alacağı kaynaklar azalacak Dolann düşmemesi konusunda anlaşmanın temel zemini bu. Ancak altı sakal üstü bıyık. Dolann yük­ sekliği, yukanda açıklamaya çalıştığımız gibi verimlilikten pek nasibini almamış, diğer sektörlerin uluslararası planda rekabet gü­ cünü daraltıyor. Ticaret açığı kapanmıyor. Bu sektörler korumacı duvarlann yüksel­ tilmesini istiyorlar. Giderek baskılarını art­ tırıyorlar. Her ne kadar dünyamız tekelle­ rin kontrolunda ise de tekel dışı unsurların gücü hiçe inmez. Hatta bu yaban burjuva­ lar tekellerin üstünde yaylandıkları, krizle­ rini aktardıktan alanlardır. 1980’lerin baş­ larında tekeldışılann ABD toplam ticareti içindeki payı % 16 idi. Bu açıdan baskıla rın giderek arttığını ve iç çatışmanın epey yükseldiğini söylemek yerindedir. Ayrıca bilindiği gibi kapitalizmde artık bölgesel kriz olmuyor. Bir yerde patlak ve­ rince her yeri içine alıyor. Üretim o ölçü­ de uluslararası düzeye yükseldi. Reagan bunu tehdit olarak kullanıp, kendisini kri­ ze sokmamalannı söylüyor. Şimdi merkez­ lerde tartışılan konu iç pazarların canlan­ dırılmasıdır. Yani sıkı para politikasından vazgeçmek, talebi kışkırtmak, yani enflas­ yon, yani işsizlik. Kapitalizm 1980’lere ka­ dar bunu çok denedi. Sonunda da 1 9 8 0 ­ 82 krizine girildi. Onun için kimse monatarist politikayı, bugünkü olumsuzluklarına karşın bırakmaktan yana değil. Ya da ilk olmak istemiyor.

ENFLASYON

1980'li yıllar enflasyon açısından kapi­ talist anayurtların soluklandığı dönemdir (Tablo 5). Görüldüğü gibi enflasyon 7 0 ’li yılların

te olan ülkelerden gelmektedir. Avrupa ve Japonya için enerji de öyledir. Orta-Doğu petrolü bu iki merkez için çok önemlidir. Ayrıca hammadde ve diğer malların dün­ ya ölçüsünde ticareti dolarla yapılmakta­ dır. 1980 öncesinde doların değer kaybet­ mesi 3. Dünya ülkelerinin gelirlerini de en­ düstri malları karşısında düşürmüştür. P e­ ki bu kez dolann değer kazandığı 1 9 8 0 ’lerden sonra ne olacaktı? Değerli dolar ne­ deni ile gelişmekte olan ülkelerin de yüzü gülecek miydi? Elbette hayır. 1980’lerde, yani Reagan’ın Grenada’ya çıkartma yaptığı, Libya’ya bombalar yağ­ dırdığı, dünyaya sopasını gösterdiği dö­ nemde ekonominin finans oyunlarının in­ ce ağlarından yapılan saldırıda 3. Dünya ülkelerinin hammaddeleri neydi, ikisi bir­ birinin aynlmaz parçasıydı. Geri ülkelerden gelen çoğu maddenin tekeli uluslararası te­ kellerin elindedir. Fosfat ve şeker ihracının °f> 50-60j; pirinç, muz. kauçuk teneke hatta yağın °c> 70-75’i: boksit, soy. bakınn % 8 0 ­ 8 5 i: kahve, kakao, ananas, tropik kereste, pamuk, tütün, jutun % 8 5 -9 0 ’ı: demir cevheri vs’nin 90 -9 5 ’i uluslararası te­ kellerin çarkından geçer (Social Sciences, 1987, sayı: 1 sayfa 105). işte bu baskı un­ suru ile hammadde fiyatlarının değeri dü­ şürülmüştür. Birleşmiş Milletler in dünya ekonomik araştırmasının 1986 yılı sayısın­ da gelişmekte olan ülkelerin ihracatlarının değeri şöyle verilmiş. 19 7 6 -8 0 yılları için % 2 2 .1 , 1980-85 için ise % -3,3 değer ka­ zanmıştır. Yani 5 yıl içinde müthiş bir de­ ğer kaybetmiştir. 1 9 7 0 ’li yıllardaki fiyatlannın epey altına düşmüştür. Sadece bu ra­ kam gelişmekte olan ülkelerin 1 9 8 0 ’lı yıl­ larda ne kadar kayıp verdiklerini tahmin et­ meye yeter. Elbette bu rakam çok kabadır, çeşitli hammaddelerdeki düşüş farklılıklarını yan­ sıtmamaktadır. fak at dünya ticaretinin % 2 0 ’sinin petrol ve petrol ürünleri olması yol göstericidir. Bilindiği gibi petrol fiyatla­ rı 1979’daki 3 4 dolarlık fiyatından 1985’te

TAB LO 5 Enflasyon oranları Ülkeler ABD Japonya AET(y)

1984 3 .8 2.1 6.4(z)

1985

1986

1 9 8 7 (‘ )

3 .5 2 .2 6 .1

2 .2 5 0 .7 5 4 .3

3 0 3 .4

(*) ö n tahmin (y) Toplamı biz yaptık (z) 4 büyükler: İngiltere, Fransa, B .A lm anya, İtalya. (Kaynak: OECD Econom ic Outlook, 1 9 8 6 Aralık, sayfa 36 % 7-10 rakamlarından aşağıdadır. AET için yüksekliği ise bir bakıma topluluk içinde İtalya ve Yunanistan gibi daha geri ülkele­ rin rakamlarından kaynaklanır. Yoksa tüm anayurtlarda genel olarak düşüktür. Özel­ likle de 1986 içinde en düşük düzeye var­ mıştır. Yabnmlann baş düşmemi enflasyon, na­ sıl böyle düşük seviyede tutulmuştur? Bi­ zim özal’ımız Thatcher, Regan, Kohl’la aşağı yukan aynı politika uygulamasına karşın başaramadığını, onlar nasıl başarmış­ tır? B ir a derinleştirelim. Yatmmlan özendirecek temel neden kâr­ dır. Kâr yükselse hemen yatırım yapılır. Kânn yüksekliği girdi maliyetlerinin düşüklü­ ğü demektir. Hammadde, enerji, işçi üc­ retleri düşükse elverişli koşullar var demek­ tir. Üretimin bir ulus çarkını çoktan yırttı­ ğı, uluslararası koşullar kazandığı günü­ müzde hammadde bilindiği gibi gelişmek-

15 doların altına kadar indi. Yani yandan fazla düştü. Her ne kadar dünyaya nede­ ni petrol fazlalığı olarak gösterilmeye çalı­ şılsa da asıl nedeni çok uluslu tekellerin or­ tak, koordinasyonlu bir saldırışıydı. Yuka­ rıda özetlemeye çalıştığımız gibi yabrımlann teşviki için enerji maliyetinin ucuzlatıl­ ma savaşıydı. O PEC’in bütün direnmele­ rine karşın başanldı. Anayurtlar bayram ha­ vası yaşadılar. OPEC 3. Dünya ülkelerinin en güçlü tekelidir (sadece ham petrolün çı­ kartılmasında yoksa taşınıp, pazarlanıp, ra­ fine edilmesi diğer uluslararası tekellerin kontrolundadır). Bu nedenle dünya sah­ nesinde büyük gürültüler yarattı. Diğer hammadde kaynaklannın gelişmekte olan ülkelerin sahibi olduğu uluslararası güçlü tekeli olmadığından sessiz soluksuz bir sal­ dırı yürütüldü, fiyatlar kaynaklanndan dü­ şürüldü. 1970’li yılların sonlarında petrol fiyatla­

rı yükseldikçe, anayurtlarda tekeller bu yükselişleri fazlası ile ürünlerine yansıtmış­ lardı. Hatta bilerek halkın öfkesini Araplara yöneltmişlerdi. Ancak petrolün ucuzla­ ması ile doğan karlan metalara yansıtma­ dılar. Tüketim fiyatlarının içinde yoğurdu­ lar. Anayurtlar enflasyonu dizginledi gibi görünseler bile bu sadece bir görünüştür. Asıl gerçeklik enerji ve diğer hammadde kaynaklanndaki düşüşün enflasyondaki hızı emmesinden kaynaklanır. Bu gerçeklik ışı­ ğında enflasyonun dizginlendiğini sanmak yanlış olur. Enflasyonun frenlemesinden kayıp hammadde fiyatlarının düşüşü ile te­ lafi edildi.

Uzun uzun değindiğimiz gibi 1980’ler içinde geçen en şiddetli sürtüşme finans konularıydı. Doların değerindeki iniş çıkışlar, ABD bencilliğinin, ne pahasına olursa olsun krizden çıkma çabasının sonucuyda. Gelişmekte olan ülkelere yapılan saldı­ rıdan söz edildiğinde borçlar sorunun üs­ tünde de durmak gerekir. Gelişmekte olan ülkelerin dünya finans-kapitaline toplam borcu 1 .0 0 0 milyar doları aşmıştır Yuka rıda anlattığımız nedenler bu ülkelerin ih­ racat gelirlerini azalttığından, borçların yıl lık faizleri bile ödeyemez duruma gelmiş­ lerdir. Çoğu ülke için faizlerin miktarı top­ lam ihracatın % 6 0 -6 5 ’i hatta % 1 0 0 ora­ nına çıkmıştır. Teker teker ülkeler borçla­ rını erteleme yoluna gittiler. Ayrıca yapı­ lan tahminler bu ülkelerin ertelenen borçlannı ileride ödeyebilmeleri için bile yeni ya­ tırıma. yani yeni sermayaye, yani yeni bor­ ca gereksinimleri olduğunu ortaya koyu­ yor. Kapitalist anayurtların bugün en büyük korkusu borçlu ülkelerin birlikte ödememe kararı almalarıdır. Böylesi bir gelişimi ön­ lemek için ülkelere ayrı ayrı davranarak, onlan mümkün olduğu kadar ortak dav­ ranamaz hale getirmektir. Baker Planı ola­ rak 1 9 8 5 ’lerde ortaya atılan öneride bu amaca hizmet eder. Bazı borcunu ödeye­ meyen ülkelere yeni yatırım yapma koşu­ lu ile yeni borç verilmesidir. Ama plan çer­ çevesinde ayrılan para komik derecede azdır. Son günlerde bu plandan yararlanan ülkelerin bazıları örneğin Brezilya yine kri­ ze girdi. Borçlarını ödemeyi gene durdur du. Borçlar sorunu finans ve kapital arasın­ da tartışma konusudur. Finans, yani ban­ ka ne olursa olsun borçlarını geri alabilme­ nin yollannı aramaktadır. Sermaye ise söz konusu ülkelerde hem yatırımlara sahiptir hem de kârlı gördüğü bazı alanlara yeni ya; tırım yapmak istemektedir. Finansın yalnız parasını düşünmesi onu engellemektedir Zaten gırtlağına kadar gömülmüş ülkeleri daha fazla zorlamanın büyük patlamalara yol açacağı ve mevcut yabnmlann tehlikeye düşeceğinden korkmaktadırlar. Ancak finans-kapital dünya ölçüsünde kaynaştığın­ dan bu farklılığın sonuçta belirleyici bir fak­ tör olduğunu sanmak yanlış olur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. 1980’li yıllarda borç sorunu daha önceden de tah­ min edildiği gibi düğüm olmuştur. Merkez­ ler krizden çıkmak için geri ülkelere dıkça onlann soluğu kesilmektedir. Onla­ rın soluksuzluğu merkezleri etkilemekte.

-

47


krizden çıkmalannı zorlaştırmakta, çıksalar bile kısa ömürlü olmaktadır.

SERMAYE, _ •• _•• _ EMEK _ » SÜRTÜŞMELERİ Bilim ve tekniğin üretime uygulanması ile üretim biçimi değişmektedir. Bir üretim biçiminin değişmesi yeni üretim ilişkileri ge­ tirir. İkisinin birbirine uymaması beraberin­ de sosyal çalkantıları, devrimleri doğurur. Kapitalizmin uzlaşmaz çelişkileri bilim ve tekniğin üretime uygulanmasının önünde engeldir. Şimdiki durumda bu ilişkiler uy­ gulanamamaktadır. Sermaye ile emek ara­ sında çelişkiler, sürtüşmeler giderek artıyor. Kapitalizm krizden çıkmak için üretimin te­ meli yenilendikçe ilişkilerdeki çelişkiler de kar topu gibi büyüyor.

mümkündür. İşçiler de bunu ancak döğüş güçleri olan sendikaları güçlendikçe kaza­ nacaklardır, yoksa onlara saldırı ile değil. Sosyal koşullar açısından ilk akla aelenler budur. Sorunların kapitalizm içine» çözülmesi'bunları gerektirmektedir. Oysa ka­ pitalizmin tekel kârı üstüne kurulmuş ya­ pısı bu gerekliliklere ters düşer. Bindiği dalı keser. Artı değeri sömürdüğü emekçiler­ den yabancılaşır. Bu anlamda kapitalizm bi­ limsel teknik devrimi ancak yarım olarak kullanabilmektedir. Yeni üretim biçiminin yarattığı çelişkileri ko­ ca gövdesinde hazmedememekte, yani çözememekte, biriktirmektedir. İşsizlik bunun ilk belirtisidir. Resmi ra­ kamlara göre OECD içinde 31 milyon iş­ siz vardır. Ancak yıllardır iş aramaktan bık­ tığı için kayıt yaptırmayan, hatta hiç umu-

Sonuç olarak şunu söyleyebeliriz: 1980’li yıllarda borç sorunu daha önceden de tahmin edildiği gibi düğüm olmuştur. Merkezler krizden çıkmak için geri ülkelere bastırdıkça onların soluğu kesilmektedir. Onların soluksuzluğu merkezleri etkilemekte, krizden çıkmalarını zorlaştırmakta, çıksalar bile kısa ömürlü olmaktadır. Bugün uluslararası tekellerin, kârlarını arttırmaları için önlerinde iki yol durur. Ya işçilere ödeyecekleri giderleri azaltacaklar ya da daha az işçi çalıştıracak şekilde mo­ dern teknik kullanacaklar. Kapitalizm ko­ şullarında iki yolda halk kitlelerine saldırı demektir. 1980’li yıllardan itibaren bu doğ­ rultuda köktenci sayılabilecek değişiklikler yaşandı. Tekelci devlet kapitalizmi “iyi gün­ lerinde” sermaye ve emek arasında taraf­ sız gibi görünür, bir denge oluşturmaya ça­ lışırdı. Fakat “iyi günler” bir daha gelme­ mek üzere gidince devletin asıl yüzü orta­ ya çıktı, halk kitlelerine, haklarına, örgüt­ lenmelerine saldırdı. Tekelci-devlet yapısı buna göre reforme edildi. Tüm merkezlerde sosyal harcamalar azaltıldı. Devletin aldığı vergiler için halk­ lara karşı üstlendiği, eğitim, sağlık, işsizlik vb. harcamalan kırpıldı. Sendikalara saldı­ rıldı, grev haklan “sosyal barış” bahanele­ ri ile törpülendi. Sendikaların gelir kaynak­ ları kısıldı, paralarına el konuldu. Oysa yeni teknikle üretim sosyal koşul­ lar açısından tam da bunların tersini gerek­ tirmektedir. Robotlarla, bilgisayarla çalışan işçi demek yeni bir eğitim sistemi demek­ tir. Kapitalizm tüm eğitimi modernleştirmek sorunu ile yüzyüzedir. Eğitim harcamalan arttınlmalıdır. Bilim seviyesinin her an yük­ selmesi, üretimi kısa zamanda değiştirdiğin­ den, işbölümü artıp çeşitlendiğinden her yaşta eğitim koşulu gelmekte, bilgilerin ta­ zelenmesi yeni ödenekler talep etmektedir. Bilgisayarlı, robotlu çalışma aynca işçi­ nin fiziksel değil kafaca daha çok çalışma­ sı demektir. Bu zihinsel yorgunluk daha az çalışma süresi, daha çok kültürel, sportif faaliyet demektir. Devletin sosyal harcama­ larının arttmlmasını zorunlu kılar. Üretimde verimliliğin artması, talebin art­ tırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da işçi ücretlerinin giderek azalması değil, artma­ sı, yeni yeni iş imkânlannın açılması ile

du olmadığından bildirmeyen, mecburen yarım gün çalışmak zorunda olanları ve ra­ kamları düşük göstermek için yapılan hi­ leler hesaba katılırsa rakam % 50 -6 0 da­ ha yüksektir. (Tablo 6)

1980 yıllarındaki saldırılar işçilerin geli­ rini giderek düşürmektedir. ABD'de ücret­ ler 1970’lerin başındaki seviyededir. Ücret artışlarının maliyetleri arttırdığı, enflasyonu körüklediği savı ile işsizler ordusuna katıl­ ma tehdidi işçi haklarını gemletmiştir. İşçi­ ler sendikalarından kopanlmıştır. ABD’de 1984 içinde işçilerin ancak % 16-17’si sen­ dikalıydı. (New Times, sayı 7, sayfa 21.) Thatcher'ın, Kohl’un saldırıları da ülkele­ rinde aynı sonuçları verdi. ABD’de 1000’in üstünde danışma bürosu müşterilerine işçileri işten atma, yasal kazanılmış haklannı gaspetmenin binbir yolunu öğretir. Fab­ rikalar “ortak olma”, “ömür boyu iş garan­ tisi” vb. hilelerle işçilerini köle gibi çalıştı­ rırlar. Tüm bunların bilançosu, insan hak­ larının büyük savunucusu ABD’de şöyledir: 20 milyon aç, 3 milyon evsiz, devlet kayıtlarına göre 30 milyon insan açlık sını­ rının altında yaşamaktadır. (Newsday’den aktaran New Times, sayı 27, sayfa 23.)' Gerçek rakamın 50 milyon, yani ABD nü­ fusunun 1/5’i olduğu söylenmektedir. “Japonya türü gelişme” sloganlarının al­ tında işçi kitlelerine değin kısmını inceleye­ lim. Japonya’nın büyümesinin % 75-100’ü ihracata dayanır. Bu ne demektir? îç pa­ zarda gelişme yok gibidir. Yani ülkenin bü­ yümesi, zenginleşmesi halkın alım gücünü arttırmamaktadır. Bu, ancak işçi hakların­ daki azlıkla açıklanabilir. Devlet Başkanı Nakasone çevresinde kenetlenmiş bir avuç tekel, tüm Japon halkını iliğine kadar sö­ mürür. Japon finans-kapitali bunu nasıl be­ cerir? Kapitalizm, Japon işçisini son yıllar­ da epey inceledi ve kendisine uygulama­ ya çalıştı. Bu sömürünün “başarısı” burju­ va milliyetçiliğinin feodal bir zihniyet üstü­ ne oturtulmasına dayanır. Eski toprak ağası şimdi fabrika sahibi olmuştur. Feodalizm­ de köylüler için ağa ne demekse şimdi fab-

TABLO 6 K ap italist Ülkeler ABD Japonya AET

m erkezlerd eki 1 9 8 5 işsiz sayısı ( 1000) 1984 8 .3 1 0 1 .5 6 0 1 0 .4 8 6 C )

7 .5 2 .7 1 0 .3 6

işsiz 1985 7 .2

2.6 1 0.35

sayısı

1986

1987

7 2 .7 5 11.15(y)

6 .7 5 3 .2 5 1 1 2 5 (y )

(*) 4 büyükler: Ingiltere, Fran sa, B.Alm anya, İtalya, (y) Portekiz ve Ispanya dahil. Kaynak: OECD Econom ic Outlook, s .3 7 . ABD resmî kayıtlarında işsiz sayısı 1985 içinde 8 .3 milyondu. 1970’li yıllardan bü­ yük bir fark göstermez. Hemen hemen ay­ nıdır. Son yeni yatınm dönemi istihdam sa­ yısını çok etkilememiştir. Ancak 1987 yı­ lında üretimde canlanma beklenerek raka­ mın düzeleceği tahmini yapılmaktadır. Biz­ ce ekonominin durgunluğa girmesi tam ak­ si sonuçlar verip yüzdeyi aksine yukan çek­ mesi daha olasıdır. işsizlik, Avrupa topluluğu içinde daha, yüksektir. Her on kişiden biri işsizdir. Bu, krizden çıkışı daha zorlaştırıcı bir etken ola­ rak durmaktadır. Bazı yetkili ağızlar 1986 yılında topluluğa İspanya, Portekiz yerine “işsizler ordusu” katıldı demektedir. AET’nin sorunları artmaktadır. Japonya işsizlik konusunda en rahat ha­ reket edebilen merkezdir. 1979-84 arası, yani kapitalizmin krizi içinde bile 1 milyon yeni iş alanı açmış olması bir avantajdır. Şu anda 1.5 milyon işsiz vardır. Ancak önü­ müzdeki günler, ihracatın azalmasına pa­ ralel olarak bu rakamın görüldüğü gibi 3.25 milyona çıkması bekleniyor.

rikada, işveren işçiler için o demektir. Ge­ nellikle “hemşehrili” olan patron köylüsü­ nü “ömürboyu” diye yanma alma “lütfunda” bulunur. Ne çalışılan süre, ne fazla me­ sai, ne ücret, ne sosyal haklar önemli de­ ğildir. Nasıl köylünün topraktan başka kay­ bedecek bir şeyi yoksa, Japon işçisinin de fabrikadan başka bir şeyi yoktur. Değil bir ABD, AET ürünü, hemşehrilisinin fabrika­ sının dışındaki fabrikanın malını bile kullan­ mak istemez. Japon pazarının korumacı duvarları işte asıl budur. Elbette bu anlattığımız Japon gerçekliği­ nin tümünü yansıtmaz. Diğer merkezlerde­ ki gibi sendikalar da vardır, kayıtlı işçi de. Japon işçisi de kapitalizmin cenderesinde bilinçlenmeye, sınıf gözlüklerini takmaya, savaşa hazırlanmaya başlamıştır.

MERKEZLER ARASI SÜRTÜŞMELER Yazımızın bu bölümüne kadar işlediği­ miz konular genel olarak bu zıtlıkları içerdevamı 81. sayfada.


KALE KİLİT 'GREVİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ:

f I |

R

R ekabetçi Kapitalizm dönem ini a n ­ dıran çalışm a koşulları (onbaşı usulü postabaşılık, sürekli çalış kom utu, tu ­ valet uygulam aları, izin durumları) ve açlıktan ö lm eyecek kadarki ücret durumuna karşı K A LE KİLİT İŞÇ İL E R İ nin başlattıkları G R E V bir ay sürdü v e ­ ya sürdürüldü. Tekniği geliştirme-insanı koruma y e­ rine b asit teknikle insanı tak sitle ö l­ dürm e çalışm a biçimi genel olarak Türkiye’mizde geçerüdir. A m a KALT: KİLİT te bunun katmerlisi olmaktadır. İşverenin Tekelci şirket olm ayıp -kilit sanayiinde T E K E L oluşu bu azgın s ö ­ mürü biçimine yol açm aktadır. Toplu sözleşm e görüşm elerinde, bu koşulları yum uşatm ak U Z L A ŞM A ’sı yaratılam aym ca; kollektifçe alınan g rev k a r a r ı Z O R 'la “ a m a c ım ız ı d ik ta” ettirm ek idi. Onyılların işveren hegom anyasına karşı geçici de olsa işçilerin bu kollektif zoru gerçekten tatlı bir olaydır... % 6 0 başarı desek te “ta ­ dı d am ağ ım ızd a kaldı” diyebiliriz. Altır ı çizerek belirttiğimiz “kollektifçe alı­ n n g re v k a ra rı”nın bir kısım yönetic zrin kişicil değerlendirm eleri ile ortt lan kaldırıldığıdır.

G ü çler dengesini doğru hesap e t­ m eden alm an “k ald ırm a” kararını yı­ ğınlara onaylatm ak MZo r içinde zo r” olacaktı? “Y a n ış h esap B a ğ d a t’tan • d öner” sözü b oşu n a söylenm em iştir. | Eğer “S en d ik alizm ”in iğrenç bataklı­ ğında iyi s a a tte olsunlarm taktiği için­ de görev yapm ıyorsak, eğer dar grup­ çuluğun çıkar hesapları içinde “S o sy al

.

K ör” olm am ış isek, eğer salt kongre kazanm anın gaflet hesabı içinde değil­ sek, olayları objektif olarak ele alalım: Yıllarca V ah şi K ap italizm , g a n g ­ ster sen d ik acılar ve silahlı milislerin baskılarına boyun eğerek “g e çim k a v g a sı” veren Kale Kilit işçilerini h a ­ zır teşkilatlanmış buluyorsunuz... S e n dikalistlere kalsaydı, Kale Kilit’i çoktan iktidar sonrasına havale etmişlerdi. Sizler de -bal gibi biliyorsunuz- m ü­ cad ele ruhunu objektif koşullara tes­ lim etm eyen ler K A L E K İL İT ’te (teşki­ latlanm a ön cesi ve teşkilatlanm a za­ manı) öncülük etmişlerdir. B u öncü kı­ vılcımı ile birkaç ayda alevlenen işçi­

ler, b e k le n m e d ik ani bir atak la O T O M O B lL -İŞ ’e üye olm uşlardır. Hiçbir ilerici görünüm lü sendika; “te ş ­ kilat m a y a sı”nı ö n ce d e n bozmadığı için işyeri “kız o ğ lan kız”dır. Birinci Toplu İş Sözleşm esin d e; iş­ çiler sendika olduğunu ve toplu söz­ leşm e yapıldığını; etin de, kem iğinde, sofrasında hissetm em işlerdir. Bnjna rağm en asgari ücret düzeyinde kalan toplu sözleşmeyi “gü ç to p la m a k ” ola­ rak değerlendirmişler, işverenin sözleş­ m e sonrası sevinç danslarını gazete ilanlarından okumuşlardır. Bu durum ­ lar “teşk ilat m a y a s ı”nın ekşim e belir­ tileri olm uştur. İkinci Toplu İş S ö zleşm e görüşm e­ leri aşam asında üyelerle ilişkiler, yapı­ lan salon toplantıları, alman K O L L E K ­ T İF G R E V K A R A R I D em okratik Sendikacılığa yakışan biçim de olm u ş­ tur. Üyeler Sendikanın “bir devlet ö r­ gü tü ” , “bir şirk et” değil, kendi teşki­ latlan olduklannı anlamışlardır. Bu geri bir işyeri için az kazanç değildir ve önem li bir aşam adır. O göklere sıçrayan G R E V K A RA R l’nın coşkusu bilinç olm asa da, ücret ihtiyacından kaynaklanıyordu ve zin­ cire vurulmuşluğun “b o şalış”ı idi. Ay^ nı zam anda insiyatif-girişim ve ken ­ di kendini yön etm en in farkına varışın muazzam m em nuniyet ifadesi idi. D e­ mokratik S end ikacılara burada düşen görev: bu K O LLEK TÎV İZM ’i b esle­ m ek. .. b e sle m e k ... yine beslem ek idi. Bu yapıldı mı? D ünyanın er. iyi-en gerekli kararını da alsanız (ki Toplu sözleşm e öyle ol­ mamıştır) yığınlarla birlikte başladı ise­ niz; yığınlarla bitirmek zorundasınız. “B en yöneticiyim . B u işi profesyo­ nel yap tığ ım için en doğrusunu d eğ erlen d iririm ” mantığı Nasrettin H o ca ’nın “bindiği d alı k e sm e k ” b e ­ yinsizliğidir. V e iki ucu da boklu bir d ey n ek tu tm ak tır... Savunulam az! O lum lu bir k a r a r alsan ız bile; kendi kendinizi “bir bilen” ilan ediyorsunuz. V e yığın-üstü bir konum a çıkıp; “ucuz k a h r a m a n ” oluyorsunuz. A yıptır... Ayıp olduğu kadar 2 1 .n ci yüzyıla adım atarken sıkıcı gelm ektedir. B urad a g ö ­ rev, kendimizi tem belliğe mahkum ed erek “ucuz k a h r a m a n ” o lm a k d e­ ğil, doğru k a ra rım ız ı-ça lışa ra k -y ı-

ğınlara o n ay latm ak olm alıdır. Zafer sizin d eğil, a n c a k hepim izin böyle olur. E ğ e r yanlış (olum suz) k a ra r alm ış iseniz; “A llah günahınızı affetsin”dir. Hem yığınların gücünü (teşkilat m aya sini) bozmuş oluyorsunuz, hem de h a ­ tanızı “d e m o g o ji” ile savunm uş olu ­ yorsunuz. Bu işverenin zem ininde o t­ lamaktır. İşverenlerin tek bir stratejik am acı vardır: İşçileri teşk ilatsız bı­ ra k m a k ! Siz de teşkilata soğukluk y a ­ ratmakla buna “Zem in” hazırlamış olu­ yorsunuz. Sizleri eleştirip “teşk ilatın nam u sun u k u rta rm a k ” isteyenlere cevabınız ise; hazırdır: İşveren adam ı, polis, a ja n , provakatör, hain v.s. Bu “ te ş k ila t dem ek, b en d e m e k im ” kariyerizminin şaha kalkı­ şıdır. Köylü tabiriyle “zıngılım ” biçimi düşeceğinizin göstergesidir. Nefis m ü­ cadelenize (mevki, mülk ve kişicil zev­ ke hayır!) ve bilincinize güvensek bu değerlendirm enize katılacağız. Am a n ered e?

‘ KENDİNİ BİLMEK GİBİ İRFAN OLAMAZ!” Mücadelenin işverenlere olduğu k a ­ dar -SA R I SE N D İK A C IL I’ğa karşı o l­ duğu sö y len iy o r... S ö y ler misiniz: ■gangster sendikacılar hangi yetkilere dayanarak parazitliğini sürdürüyor? “Y ö n e tici o lâ ra k -to p lu sö zleşm e y a p m a yetkisine d a y a n a r a k .” T ü rk­ iye'de bu yetkinin kaldırılması S a n S endikacılığı kald ırm anın biricik y o­ ludur. Kaldırm anın da biricik b aşlan ­ gıcı D em okratik Sendikacıların bunu tatbik etmeleridir. A m açta içtenliğin öl­ çülü nutuk çekm ek değil, uygulam ak­ tır K A L E KİLİT G R E V İN ’den B U D E R S İ Ö Ğ R E N M E K ; olumsuzluğu olum luluğa dönüştürebilir. Toplu sözleşm enin grev kom itesin­ de ve üyelerden habersiz im zalanm a­ sı O T O M O B İ L -I Ş 'in “d em ok ratikliğin e” gölge d üşürm üş­ tür. B u gölge düşürm eyi ileri işçilere m aledenler gölgelerinde uyuyorlar d e­ m e k tir. U y a n m a z la r s a “ S ı n ı f ı n B irliği” için geri çekilenlerin bir gün yay gibi atılışları karşısında “şok g e ç ire re k ” uyanacakları ortadadır.


SÖZLEŞMENİN İÇERİĞİNE GELİNCE: İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ ve AÇLIK GREVLERİ Ülkemizde önceleri cezaevlerinde eylemleştirilen giderek öğrenci gençlik, ileri işçiler ve sendikacıların da benimseyip uyguladığı “açlık grevleri”ni değerlendirmek gerekiyor. Bilinç ve inanandan dolayı “m ahkûm ” olmuş arkadaşlar çaresiz kaldıkları (bütün savunma ve saldırı olanakları ellerinden alındığı için) “direniş eylemi” olarak başvuruyorlardı ve başvuracaklardır. 12 Eylül’den sonra ülkemizin “açık cezaevi” olduğu söylense de İşçi Sınıfının “Sınıf olarak grev”, öğrenci gençliğin “kitlecil boykot” gibi mücadele biçimleri dururken öncülerinin kişicil açtık grevleri yapmaları “çaresiz bir çare” (Mücadelesiz bir mücadele) olarak kalmaktadır. Desteklemek-hatta 1 0 0 ’lerce kişi olarak yapmak gerekebilir. Ama neden ve nasıl bir duruma düşürüldüğümüzün bilincine vararak... İşçi Sınıfının mücadele biçimleri KOLLEKTİF’tir. Neden bu gücü hareket ettiremiyoruz?.. İşçi Sınıfının “pasif”, gençliğin “eylemsiz” olduğunu kimse iddia,edemez. Bilakis tarihimiz bu iki sosyal kümemizin mücadeleleriyle örülüdür. Şimdilik kitleler “kollektif e^lem” biçimlerine ön-yargılıdırlar. Yapılan mücadelelerin yeriilgi ile sonuçlanması ve fnüsrifçe kullanılması bu duruma yol Açmıştır. Altmış yıllık pratiğimizin Teori-PartiYığm bağıyla taçlandırılamaması yenilgi ve müsrifliğin başlıca nedenidir. İşten çıkarmaları ve 13. maddeyi protesto için yapılan açlık grevlerinin amacı “kamuoyu oluşturmak!” Oysa biliyoruz ki, kamuoyu olgun olarak oluşmuş! (AjitasyonPropaganda miladını doldurmuş) Artık gereken fazlasıyla teşkilat biçimleridir. Açlık grevlerinin bu konuda yaran hiç yoktur. F.n büyük işlevi “durum değerlendirmemizi” doğru olarak anlatmakta yatıyor. Açlık Grevleri Stratejisi için Taktik (Ricat, Savunma-Saldırı) değildir... Taktik içinde taktik olabilmesi için “kitlesel güç” olması gerekir. Kitlesel güç olsa bile düşmana güç kaybettirecek durumu yoktur. Bütün “kabul” ve “gerekli” eğilimimizi zorlasak bile yaygınlaştırılırsa “taktik boşiuğu”na varacak mücadele biçimidir. Taktik boşluğunun siyasi konağı ise: Ütopizm’dir. Daha samimi-yiğit ütopikler “kendilerini yakarak” düşmana saldınyordu. Yani dönemde zayıf ütopizm; kendisine saldırarak mücadele ediyor. Lütfen kendi organizmamızla mücadele etmekten vazgeçelim. Açlık grevlerinde “patinaj” yaparsak düşmanı kendimize kıs kıs güldüreceğiz. Türkiye’nin Devrimcileri! Cezaevleri dışında Açlık Grevlerine Son veriniz!

50!

MART-1987, Bir Sınıf Bilinçli

İşçi i

KALE KİLİT GREVİ SÔNUÇLANDI

Ekonom ik grev; uzlaşmak için bir dönüş (m ücadele) biçimidir. Y ani bir nevi uzlaşmadır. Kullanılan zor tüm İŞ Ç İL E R İN B İR L İĞ Î’dir. Am a bu bir­ lik, her gün inişli-çıkışh olabilir. Ç ü n ­ kü karşı düşm ana zor kullanırken k en ­ dimiz de zayıflıyoruz, (açlığa itiliyoruz) “G rev h a s ta s ı” küçük-burjuvalann g ö­ rem ediği bu gerçeği ileri işçiler hiçbir zam an unutm amıştır. V e en çok dik­ kat ettikleri bu nokta olmuştur. Zor kullandığımız işverene gelince: Kilit m am ülünün kapılarda kullanıl­ dığını biliyoruz. Kapılar ise binalarda kullanılıyor. İnşaat sektörünün hızı ve durgunluğu kilit talebini belirler. Ş u d ö­ nem inşaat sezonuna girişimiz, Türki­ ye’nin toplu konut yapıları, İran-Irak savaşı bu talebin yükseleceğini g ö ste­ rir. Y en i açılan kilit fabrikaları olm adı­ ğına göre K A LE KİLİT’e talep fazlasıy­ la devam edecektir, ediyordu. İşveren­ de zor un etkisi başlamıştı. G R E V ’i kır­ mak d en em eleri b oşa çıkınca “te slim o lm a k ta n ” başka çaresi yoktu. Tatil sonrası görüşm e isteği bunu gösterir. İlk görüşm ed e değil d e, ikinci-üçüncü görüşm elerde Toplu sözleşm e imzala­ mak sendikaya tutkunluğu geliştirirdi. Birinci yıl 2 2 5 T L . zam olum lu ve yeterlidir. A m a ikinci yılda 2 2 5 T L . oluşu bu olum luluğu azaltm aktadır. 2 2 5 T L . g elecek yıla dek bugünün ra ­ kamıyla 1 2 5 T L .’sına düşecektir. 5 ay ö n ce d e n birikmiş hakları 2 ay ertelem ek sendikaya düşm ezdi. Ü y e­ lerin aylardır biriken “toplu para özlemi” nasıl gözardı edildi? ‘T o p lu iş ç i ç ık a r m a k y a ş a ğ ı” maddesini hukuken kabul etfİrm ek olum ludur. A m a bu tek tek ön cü işçi­ leri çıkarm aya engel değildir. G rev dönem i işv erence işçilere v e ­ rilen 3 0 .0 0 0 - T L .sı brüt hak, Türkiye İşçi Sınıfı için “ö r n e k ”tir. A m a işyeri için toplu paranın uzatılma tavizine karşılık düşer. Bütün bunlara rağm en, Toplu S ö z ­ leşm e, Türkiye’de sözleşm e ortalam a­ sını yükseltmiş % 4 0 - % 5 0 barajları­ nı parçalam ıştır. A m a bu g ü ç; yığınla­ rın yıllardır eziklik birikiminin yartatlayışıdır. Sayın yöneticiler! Dar grupçuluk illetine y akalanm asaydınız; grev d önem i stratejik görev­ lerde kullanılacak ileri işçileri “te c r it e tm e k ” gibi işveren taktiğine düşm e-: şeydiniz, grev kom itesinde S ez a r’ın hakkını S ez a r’a verseydiniz ve yığın için-yığın onayı ile Top lu sözleşm eyi imzalasaydınız; Sendikam ızın saygın­ lığı nasıl olurdu? Hiç düşündünüz m ü ???

G R E V K O M İT E SİN D EN B İR İŞ Ç İ

İstanbul, G ü n g ö ren ’de 7 2 3 işçinin çalıştığı Kale Kilit ve Kale Vidö fabri­ kalarında 2 9 gün sürdürülen grev, 10 Haziran’da sona erdi. Birinci ve ikinci yıl için saat ücretlerine 2 2 5 T L . zam , 6 0 günden 1 0 0 güne çıkarılan ikrami­ ye ve 6 5 bin T L . y ak acak yardımı ile bağıtlanan toplu sözleşm e öncesi grev­

birbirine düşürm eye çalıştığını an lata­ rak, gerçekte işveren tutum unun id e­ olojik olduğunu vurguladılar. İşverenin bunlarla da yetinmediğini anlıyoruz: Özellikle bayan işçilerin evlerine kadar giderek para teklif ettiğini, kabul edil­ m eyince tehditler yağdırdığını, oradaki bayan işçilerden biri anlatıyor.

ci işçileri ziyarete gittik. Grevin 2 9 . gü­ nüne rastlayan ziyaretimizde, fabrika kapısında, grev gözcüsü bayan işçileri lahm acun yerken bulduk. K endilerin­ den öğrendiğimize g öre, gündüzleri bayan işçiler, geceleri erkek işçiler göz­ cülük yapıyorlarm ış. Y e m e k sorunlannı d a ortak harcam a yoluyla çözüyor-

Dokuz yıllık bir işçinin 4 8 bin T L . al­ dığı fabrikadaki greve, basının yeterli ilgiyi gösterm em esinden, gerçekleri ol­

larmış. Diğer grevci işçileri, fabrikanın beşyüz m etre kadar ötesindeki bir çay bahçesinde bulabileceğimizi söylediler. Yanım ıza bir grevci işçinin katılm asıy­ la çay b ahçesine gittik. Ö ğle saatleri olduğu için pek kala­ balık yoktu. Birkaç m asad a oturan iş­ çiler, sohbet ediyorlardı. Kale Vida baştemsilcisinin bulunduğu m asaya oturuyoruz. Kısa bir ön sohbetten so n ­ ra, sorunlarını ve greve çıkmalarının nedenlerini anlatıyorlar. Ş u ünlü tuva­ let uygulamasını soruyoruz. Alaycı bir biçim de, işverenin, işçi başına günde iki tuvalet hakkı tahsis ettiğini, beş d a­ kikadan fazla kalanları da 1 7 . m adde ile tehdit ettiğini anlatıyorlar. Sözüm o n a, işçiler orad a dalga g eçerek ü re­ timde verimliliği düşürüyorlarm ış. V e ­ rim meraklısı işverene bir öneri d e biz­ den: Tuvalet ön ü n e bir saat koyulsun, giren işçiler kart bassınlar, ondan sonra a! sana % 1 0 0 verim . D aha sonra, giriş çıkışlarda dedektörle arandıklarını belirten işçiler, s a ­ bahtan öğleye kadar olan çalışm a sü­ resi içinde 15 dakikalık d inlenm e ta ­ leplerinin de reddedildiğini belirttiler. B u d a , m alum verim gerekçesiyle ol­ sa gerek. G revi sürdürm ek konusundaki kararlılıklannı sorduğum uzda, k a y b ed e­ cek birşeylerinin olm adığını, haklarını alana kadar m ü cad eley e d evam e d e ­ ceklerini özellikle belirttiler, işverenin, grevi ideolojik olm akla itham ettiğini, sendikayı işyerinden kovm aya işçileri

duğu gibi yansıtm am asından yakını­ yorlar. V e işverenin, N E T A Ş grevi sonrası işten çıkanlan 1 6 0 işçiyi her fır­ satta hatırlatarak bunu bir tehdit unsu­ ru olarak kullandığını anlatıyorlar. Grevin devam ı süresince, bakkal, k asap, çay bahçesi gibi yerlerin, ken ­ dilerine anlayışla davrandıklarını sö y ­ leyen işçilere, sendikal örgütlenm e ve sendikaların birlikte m ücadele etmeleri hakkındaki düşüncelerini sorduğu­ m uzda, aleyhlerine olan yasalara k ar­ şın, “Bizden aldıklarını bize verm eleri” için örgütlenm ekten başka şansımız yok. Tüm işçiler birlikte m ücadele e t­ melidir, biz her zam an birlikten y an a­ yız, diyerek, sendika yöneticilerinden bu konuda daha aktif ve aydınlatıcı davranışlar beklediklerini belirtiyorlar. Bu noktada Türk-İş uygulamalarından ümit kesm iş olm alılar ki, “Türk-îş gibi işverene boyun eğmemeliyiz” diyorlar. Kale Kilit ve K ale V ida fabrikaların­ da yaklaşık 3 0 0 bayan işçi çalışıyor. G revde kararlılık konusunda onların tutum u nasıl. Ç ünkü işveren baskıları daha çok bayan işçilere yönelik? Bu merakımızı aktardığımızda, o ana dek sakin ve sessiz bir biçim de sohbetim i­ ze katıldPı bir bayan işçi, utangaç bir he­ y ecan la, “Biz d ah a kararlıyız. Çünkü biz d aha az ücretle çalıştırılıyoruz. S o ­ nuna kadar direneceğiz” fliyor. Ayrı­ ca, grevlerinin ziyaretçisiz kalmadığını, başka fabrikalardan, üniversitelerden, diğer m esleklerden dostlann, onları yalnız bırakmadıklarını belirttiler. ‘8 0 Eylül öncesi grevdeki grev ç a ­ dırlarının, artık bir anı olduğunu, şim ­ dilerde an cak , k ah v eh an elerd e, çay bahçelerinde toplanılabildiğini düşüne­ rek, sendika g en el m erkezine gitmek üzere çay b ah çesin d en aynhyoruz.


ILHAN DALKILIÇ İLE SÖYLEŞİ ■

______

■ ■

______

«5

1-0 Haziran 1987’de, Kale Kilit grevinin 29. gününde, Otomobil-İş Sendikası Genel Başkanı İ.Dalkılıç ile yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz:

Ç a ğ d a ş Y o l— Sayın Dalkılıç, Kale Ki­ lit grevine nasıl hazırlandınız? Nasıl karar aldınız?

Î

(.D alk ılıç: Türkiye’de grevlere hiçbir za­ man, sendikalar, büyük bir coşkunluk için­ . 'd e gitmedi. Koşullar gerektirdiğinde, gre­ ve gidilir. Kale Kilit’te de aynı hareketle gre­ ve gidildi. Toplu sözleşme görüşmelerinin başlamasıyla, işverenin tutumu üzerine gre­ ve hazırlanmak zorunda kaldık. Geniş top­ lantılar yaptık. Şubede, üye arkadaşlara grup seminerleri verildi. Greve neden çı­ kıldığı, nasıl yürütüleceği üzerine vs. bilgi verildi.

— İşten çıkarılmalar, sendikanıza bağlı işyerlerinde ne kadar yaygın? 1.Dalkılıç: İşten çıkartmalar bütün işkollannda yaygın bir uygulama. Otomobil-İş e bağlı işyerlerindeki işten çıkartmalar, genel­ de işçi sınıfına, özelde sendikamıza karşı bir saldırıdır, öncü ve sendikalaşmaya önem vı ren işçiler, sermaye çevreleri tarafından is enmiyor. Öncelikle örgütlenmede öne çı­ k n arkadaşlanmız işten çıkartılıyor. Bu, işÇ eri cezalandırmak demektir. Aslında, işt ı çıkarmalar, yalnızca Otomobil-lş’e ve­ r 2n bir gözdağı değil, tüm işçilere yöneli . Petrol-İş grevlerinden sonra işten çıkart­ malar olursa, "grevin önemi kalmaz. Kısa­ cası bunlar, grevlerin etkinliğini kırmaya yö­ nelik uygulamalardır.

£

— Peki, işten çıkartmalara karşı sendiKri olarak tavrınız nedir?

fi İ.D alkılıç: Sendika olarak işten çıkarılJ malara karşı tavır geliştirmek, o işyerinde7| ki gücümüze bağlı. Hukuki bir dayanağıtınız yok '80 öncesinde, engelleyici önlem­ ler alabiliyorduk İşçi haklarını tam anlamıy la arayabilen bir kurum bunu önleyebilir. '80 öncesi biz bunu sendika olarak önle­ yebiliyorduk. Fakat, bugünkü koşulların o zamanla aynı olduğu da söylenemez. ’80 sonrası için Netaş grevini bir ön hareket olarak başardığımızı iddia ediyoruz. Fakat grev sonrası işveren-hükümet ortaklığıyla gerçekleştirilen işten çıkartmalar, grevin ba| şansına gölge düşürmüştür. İşveren, arka­ sındaki güçle, alınan haklan bu yolla zedel lemeye yönelmiştir. Sendikalann birleşmesi * halinde iktidarın bu tür oyunları bozulabi‘ lir. İşten çıkarılmalara karşı eylemleri bir£ likte koymakta sayısız yararlar vardır. Bir­ lik konusunda Petrol-İş yönetimiyle birta­ kım toplantılar yapıyoruz. — Bir de, 8 0 öncesi grev uygulamala­ rıyla şimdikiler arasında ne gibi farklar var sizce?

i

{.D a lk ılıç : 8 0 öncesiyle şimdiki grevler arasında çok büyük farklar var. Grev, iş­ verenin üretimini tamamen durdurmaktır, yoksa başarılı olmuyor Bugün böylesi bir etkinliği gösteremiyoruz. Grevlerdeki mo­ ral faktörü de çok önemli. Bugün kapıla­ rın önüne yalnızca iki gözcü bırakılıyor. Ça­ dırlı ve kalabalık kitleli, piknik havasındaki bir grevin işçilere verdiği moral yok edildi. İşyeri de biraz küçükse o grevin etkisi ta­ mamen azalıyor. 8 0 öncesi grevlerin ayrı bir gücü vardı. Kimse fabrikaya girmeye ce­ saret edemezdi. Kaba kuvvetle değil, işçi­ lerin kalabalıklığıyla bu engellenirdi. Çok iyi hatırlarım, 80 öncesi çıktığımız bir grev­ de, yirmi lira ile bağlamak istediğimiz bir sözleşmeyi ellibeş lirayla bağlamıştık.

— Sendikal bir birlik için ne gibi çalışma­ larınız var? {.D a lk ılıç: Birlik çağrımıza demokrat sendikalardan olumlu yaklaşımlar geliyor. Birlik demek aynı çatı altında toplanmak demek değildir, işçi haklan anlamında birleşildiğinde daha çok hizmet verilir. 80 ön­ cesi sendikamızın Maden-İş ile yaptığı itti­ fak, buna güzel bir örnektir. Bir de birlik hareketleri çağnsı yanlış anlaşılmasın, bun­ dan kastedilen yeni bir konfederasyon ça­ lışması değil. Ayrıca, birliği uluslararası dü­ zeye taşımak istiyoruz. Sendikamızın Ulus­ lararası Metal İşçileri Federasyonu’na yap­ tığı başvurusu kabul edildi.

bağlı sendikalar “Bu kanunlarla grev yapı­ lamaz’’ teraneleriyle avutuldu. Netaş gre­ vinin bunun aksini kanıtlamasıyla. Türk-İş de bize saldırmaya başladı, elbette göğüs gereceğiz. — Başarılı bir toplu sözleşme nasıl olur? {.D a lk ılıç: Her sendikacı tavır koymalı­

dır. İşverenlerden ümit kesilmelidir. Türki­ ye’de sanayici yok, tüccar var. Toplu söz­ leşmeye bu kafayla yaklaşılıyor. İşçi sabah evinden işe gitmek için çıktığında, mutfa­ ğındaki kaynayacak tencereyi düşünmez­ se daha verimli çalışır. Gelin görün ki Tür­ kiye’de hükümet bunu düşünebilecek bir yapıda değil. Toplu sözleşme bir pazarlık masasıdır, fakat bu ortadan kaldırılmıştır. Hükümet, ben şunu veririm, deyip kesip atıyor. Buna olsa olsa kira sözleşmesi de­ nir. Pazarlık masası güç sorunudur. Bizim elimizde sopa, onların elinde sten. Sendi­ kalar birleşmedikçe, o sten hep göğsümüz­ de olacaktır. Bu özelliklerdeki karşı taraf ile uzlaşmacı olanlarla da birleşmek mümkün değildir. _.

— Türk-İş uygulamalan üzerinde düşün­ celeriniz nelerdir? {.D a lk ılıç: Türk-İş bir konfederasyon­ dur. Yönetimi eleştirmek gerekir. Bir ke­ re, sendika sağda değil solda olur. Türkİş’te sağ eğilimli yöneticiler var. Bunlardan işçilere bir yarar gelmez. Fakat, değişmesi mümkün olmayan bir kuruluş da değildir. Nitekim son genel kurullannda C.Selvi’nin az bir farkla seçilememesi buna bir örnek­ tir. Türk-îş’in bugünkü yönetimi, sendika­ ları bünyesinde toplamak istemiyor. Önü­ müzdeki yıllarda işçiden yana unsurların yönetimi ele geçireceğinden korkuyor. Bu yüzden katı bir tutum içinde. Her işkolundan yalnızca bir sendikayı konfederasyo­ na alıyor. Dünyada örneği hemen hemen hiç olmayan bir uygulamayı, Türk-lş yö­ netimi korkusundan yapıyor. Türk-İş tüzü­ ğü çok katı değil, yönetim kah. Elbette anti­ demokratik kuralları var. Sonuç olarak biz Türk-İş’e, “uzlaşmacı sendikacılık" diyoruz.

Netaş grevinden sonra Otomobil-İş’e sal­ dırılar yoğunlaşmıştır. Türk-İş de el altın­ dan saldınyor. Şimdiye kadar Türk-İş’e

Türkiye’de bugün işçiye karşı en büyük silahlardan biri de işten atmaktır. İşsizliğin yoğun olduğu bir ülkede, işçi çaresiz ve sefil bırakılıyor. Başka türlü, işçi hiçbir şeyden korkmuyor. Bu tehditlerle Türk Elektrik’te sendikamıza üye işçiler, noter masrafla­ rı karşılanarak sendikamızdan istifa ettiril­ miş ve Metal-İş’e üyelikleri kaydettirilmiştir. Kale Kilit’te de, daha çok bayan işçiler özellikle istifaya zorlanıyor. Bizzat evlerine kadar gidip para teklif ediyor, tehdit edi­ yorlar. Son olarak üç temsilcimiz üç de üyemiz polisin baskılarına maruz kalmış, karakolda ifadeleri alınmıştır. — Teşekkür ederiz Sayın Dalkılıç.

Ilhan D alkılıç

51


OTOMOBIL-IŞ’TE NELER OLUYOR? Orhan DİNÇOK

12 Eylül öncesi sen­ dikal dağınıklığın mimarı: Yükselen mücadelenin yarat­ tığı yeni eğilimlere uyum göstermeye­ rek metal işçilerini İş Yasalarının arası­ na hapseden ve karşı çıkanları acı­ masızca uyguladığı tasfiyecilikle sendi­ ka dışına atan Maden-lş yönetici­ leridir.

Metal iş kolu birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de en ileri bilince sahip işçile­ rin çoğunu bağrında topluyor. 15-16 Haziran'da metal işçileri işçi yığınları içinde siv­ rildi. 12 Eylül öncesinde de birçok kez güç­ lü karakterleri ve ilerici bilinçleriyle öne çık­ tılar. Eylül sonrasında ise ağır baskı koşul­ larında zorla itildikleri Türk-lş’e gitmeyerek bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nda örgüt­ lendiler. Ancak bazı sancılar başgöstermekte ve yükselme eğilimindedir. Bilinçli işçi­ lerin işin kolayına kaçmadan işkolunun so­ runlarını derinlemesine saptamaları gere­ kiyor. Eğer günlük işlerin içinde boğularak sorunların temel karakterleri çözülmez ve saptanmış ana hedeflere bütün çalışmalar kanalize edilmezse, önümüzdeki yıllarda sancılı bir döneme girilmesi kaçınılmazla­ şabilir. Sancıları azaltmalı, yok etmeli. Bu­ nun için işkoluna sınıf ve ülke düzeyinde doğru bir perspektiften bakabilmek, çalış­ ma tarzını o zemine oturtabilmek gerekir. Bu yönde yapılan çalışmaları inkâr etmek aklımızdan geçmez ve kollektif üretime alış­ kın sınıfımıza yakışmaz. Ancak gördüğü­ müz eksiklikleri belirtmekten kaçınamayız. Tartışmaların daha verimli bir zemine kay­ masına yardımcı olmak istiyoruz. Şimdiki tartışmaların yepyeni olduğunu sanmayalım. Söz konusu olan sendikal fa­ aliyetin yürütülmesi ile ilgili belli eğilimle­ rin Eylül sonrasının yeni koşullarında yeni biçimlerde şekillenmesidir. Bugünkü tartış­ maları ayrıntısıyla kavrayabilmek için kök­ lerini de bilmek gerekiyor. Onun için Ey­ lül öncesi, sonrası ve şimdiki dönemi in­ celemeliyiz. * * *

KORKU Kıyıda iki adam var, biri atlar suya, biri duraksar. Biri yiğit, öbürü ödlek anlaşılan. Sağ salim varılınca karşı kıyıya, biri gidecek işinin başına, toprağa ayak basar güvenle, gider dalar kendi bahçesine, bir taze elma koparır, yer. Öbürü zar zor aşar suyu, ama kesilir soluğu, bir şey geçmez eline, gözler yolunu başka belâlar. B.Brecht

52

Eylül öncesi dönemde uzun bir süre Maden-lş metal işçilerinin sendikal birliğinin sağlandığı ileri bir merkezdi. Dönemin so­ nuna doğru bazı büyük fabrikalar MadenIş’ten kopmaya başladı, öte yandan Ma­ den-İş dışındaki işkolu sendikalanndan Devrimci Metal-lş Sendikası’nın üye sayısı hızla artıyordu. Metal işçileri böylece bir yol ayrımına doğru yönelmişlerdi. 12 Eylül bu yönelişin önünü tıkadı. Maden-İş’in öne çıkan iki olumlu yönü vardır. Sözleşmelerde sınıfın ekonomik çı­ karları esas olarak savunulmuş, dönemin koşulları zorlanarak Türkiye ölçülerinde iyi sözleşmeler yapılabilmiştir. Bu metal işçi­ lerine bazı bölgelerde diğer işçilere nispet­ le daha iyi hayat koşulları sağlayarak, aşın yoksulluğun maddi ve manevi baskılanndan kurtulabilmelerine yardımcı olmuştur. Bir sendika için bu olumlu bir sonuçtur. Eğitimlerin yürütülmesinin en ciddiye alındığı sendikalardan biri de Maden-İş’dir. O eğitimlerde işçiler bir yandan neden ve

nasıl sömürüldüklerini basit sömürü ede­ biyatının ötesinde bilimsel temellerine otur­ tabilirlerken sistemin işleyişi hakkındaki devrimci bilince ulaşmaları için atmalar ge­ reken ilk adımı atmış oluyorlardı. Yine o eğitimlerde işçiler en genel hatlanyla ve çar­ pıtılmış haliyle bile olsa sosyalizmle tanışı­ yorlardı. İşçi ateşi ile sosyalizm barutu yanyana gelirse, barut ıslak bile olsa işçi, sınıf­ sal konumunun her gün yeniden ürettiği ateşiyle o barutu rahatça kurutup, işleri ol­ ması gereken biçime sokabilir. Maden-İş eğitimlerinde sosyalizm neden çarpıtılıyordu? Bu sorunun cevabı, sendi­ kanın temel zaaflarının içinde yatmaktadır. O zaaflar ki, başlangıçta pek önemsenmezken, zamanla büyümüş, tüm bünyeyi inmelendirmiş ve EylüFün hemen öncesin­ deki çözülüşün temel sebebini oluşturmuş­ tur. Öncelikle, sendikal faaliyet “iyi ücretrahat yaşam koşullan” olarak kavranmış ve sadece bununla yetinilmiştir. O açıkdan sendikalizm mikrobu girmiş ve tüm bünyeyi hasta etmiştir. Sendika her şey olarak gö­ rülmüş ve fetişleştirilmiştir. Oysa sözleşme­ lerde ne kadar iyi hak alınırsa alınsın, ikti­ dar bir gece alacağı kararla o haklann tü­ münü olmamışa çevirebilir ve nitekim bir Eylül gecesinde öyle olmuştur. Ayrıca her günkü enflasyon ve düzenin temel işleyişi de alınan hakları sürekli tırmalamaktadır. Temel sorun, suyun başını kimin tuttuğu­ dur. Yani iktidar sorunudur. O halde sen­ dikalar iktidar mücadelesi mi yapmalıdır? Hayır, iktidar mücadelesi siyasi partilerin işidir. Ama sendika eğer kendini her şey olarak görür ve işçinin ufkunu sendikal mü­ cadeleyle tıkarsa, “daha iyi ücret” temel amaç haline gelirse, sınıf iktidar sorunun­ dan uzaklaştırılmış, görüş ufku daraltılmış olur. Sendikal faaliyet, sınıfın yaşam koşulla­ rını iyileştirme uğruna mücadeleyi yüksel­ tirken her an her saniye bıkmaksızın yürü­ teceği propaganda ile sendikal mücadele­ nin kurtuluşu sağlayamayacağını, temel so­ runun iktidar sorunu olduğunu sınıfa kavratabilmelidir. Sadece propaganda yetmez, daha önemlisi pratik sendikal mücadele öyle bir zemine oturtulmalıdır ki, o müca­ delenin kendisi de sınıfta aynı yöndeki bi­ linçlenmeye zemin hazırlamalıdır. Madenİş’te tam tersi olmuş, sınıfın kendi iktidarı doğrultusundaki bağımsız/devrimci bilinç­ lenmesi engellenmiş, sendikal bilinç her şey ve sendikal faaliyetle sağlanacak daha iyi ücret tek amaç haline getirilmiştir. Pratik sendikal mücadele de İş Kanunu çe rçe ­ vesinde yürütülecek bir faaliyetle sınırlan­ dırılmıştır. İş Kanunu’nu aşan her türlü gi­ rişim ise yönetim tarafından engellenmiş-

tir. Bunun en tipik örneği, 15-16 Haziran’da sokağa çıkarak sendikalannı koruyan iş­ çilere Maden-İş Genel Başkanı K.Türkler’in evlerine dönmeleri doğrultusunda yaptığı çağrıdır. İşte, sendikal mücadele bu anla­ yışla inmelenmiş ve yarı felçli olarak yürü­ tülmüştür. O inmelenişin veya felçli oluşun adı sendikalizmdir. Sendikal anlayışın bu karakteri yani sendikalist zeminde yükselişi, sendikanın ya­ yın organları ve yaptığı eğitimlerde de ken­ dini göstermiş ve CHP kuyrukçuluğu işçi içinde savunularak, sınıfın içinde oluşabi­ lecek devrimci filizlenmeler engellenmiş­ tir. Sendikaya hakim olan sosyalizm, işçi sınıfı sosyalizmi değil, burjuva sosyalizmi­ dir. Düzenden hoşnutsuzluk vardır, fakat bu ona alternatif yeni bir düzenin inşası için mücadele ufkunu vermemekte, mevcut düzende bazı değişiklikler yaparak daha demokratik de olsa aynı düzenin devamı­ nı istemeyle sonuçlanmaktadır. Devrimci değil, reformcu bir politik hat savunulmuş­ tur. O reformların da CHP iktidarı ile alı­ nabileceği umudu işçi içinde propaganda edilmiştir. Sendikalist zeminde yükselen sendika pratiği sendikal mücadeleyi ¡ş Yasası’nın içine sıkıştırırken, reformist zeminde belir­ lenen politik tavırlar işçi içinde CHP kuy­ rukçuluğu bilincini yaymıştır. Bu eğilimler işçinin devrimci enerjisini köreltmiş ken­ dine güvenini törpülemiştir. 12 Mart sonrasında yükselen sınıf mü­ cadelesinin sürekli öne ittiği işçi sınıfı önü­ ne koyulan sendikalist/reformist barajın engellemesiyle düzenden yığınsal anlam­ da devrimci kopuşmasını netleştiremedi. Düzende kendiliğinden mevcut olan ve egemen olan eğilim de zaten işçiyi düze­ nin içine hapsetmektir. Yapılması gereken bilinçli davranışla düzenden kopuşarak işçi sınıfının kendi hedefleri doğrultusunda bağım sız zeminini inşa etmektir. Sendi­ kal mücadele bunu sağlayamaz, ama en­ gel de olmamalıdır. Maden-!ş başlangıçta başka konumda iken bünyesindeki zaafla­ rı temizleyemediğinden giderek engel ol­ muştur. Maden-İş’teki temel zaafların biriEylül öncesinde, diğeri sonrasında iki önemli pratik sonucu olmuştur. Eylül öncesi son 1-2 yılda Maden-İş örgütsel olarak zayıfla­ ma, hatta çözülme dönemine girmiştir. O dönemde hayatın tüm alanlarında tırma­ nışa geçen sınıf mücadelesi sendikal ala­ na da kendini dayatmıştır ve yeni m üca­ dele biçimlerinin hızla kavranılması ve ha­ yata geçirilmesini zorluyordu. Maden-İş yö­ neticilerinin ise, bırakınız bu mücadele bi­ çimlerini kendileri uygulamayı, sendika içinde bunlan uygulamak isteyenleri de en­ gellemekten başka bir iş yaptıklar yoktu.


Sendika, mücadelenin zorladığı yeni biçim­ leri uygulayamaymca giderek zayıflamaya başladı. Önce küçük işyerleri ile başlayan dağılış, kimi büyük işyerlerine de yayılma­ ya başlamıştı ki, 12 Eylül bu dağılışı sonuçlandırıverdi. Sendika yöneticileri yükseledfhalk hare­ ketiyle kaynaşmak yerine CHP kuyrukçuluğunda kararlı olarak ısrar ettikçe' yalnız­ laşmaya başladılar. Sonuçta bir avuç sen­ dika yöneticisi ve sendika temsilcileri ken­ di zümresel çıkarlarını bütün metal işçi­ lerine dayatmış oluyorlardı. O noktada azınlık yöneticilerin çoğunluktaki işçilere karşı yaptıklan şey, sendikal demokrasi çer­ çevesinde ve sendikanın disiplini içinde bir tartışma ortamı açmak olmadı. O lam az­ dı. Öyle bir tartışmanın sonucunda metal işçilerinin kendilerini aşıp gideceğini çok iyi biliyorlardı. Sendikal demokrasi rafa kal­ dırıldı ve zaten sendikada varolan tasfiye­ ci eğilim sendika yöneticilerine tam olarak hakim oldu . Bugün metal işçileri hâlâ eski tasfiyecilikleri tiksintiyle hatırlıyorlar. Sendika yö­ netimine ters düşen görüşteki bütün dev­ rimci işçiler her türlü metod kullanarak, hatta gerekirse patrona ihbar edilerek iş­ ten attırıldı. Devrimci işçiler düzene karşı mücadelelerinde sendika yöneticilerinden yardım görmek bir yana, bir de o yöneti­ cilerin saldırısına karşı kendilerini savunma durumuna düştüler. Sendikadaki muhale­ fet tasfiye edilirse, sorunlardan kurtulunacağı sanılıyordu. Halbuki sorunların temeli muhalefet değil, o dönemdeki sınıf müca­ delesi şartlarına uyum gösteremeyen sen­ dikal anlayıştı. Görevler ağırlaştıkça onu kaldıramayan sendika yöneticileri hırçınla­ şıyordu. Muhalefet ise tek tek fabrikalar­ da dağınık da olsa sendikayı devrimci bir zemine yöneltmeye, bu şekilde dönemin dayattığı görevleri kaldırabilecek bir yapı­ ya ulaşmasını sağlamaya çalışıyordu. Tablo şudur: Sendika yöneticileri dü­ zendeki konumlarını tehlikeye atabilecek yeni mücadele yöntemlerini uygulama­ makta ve CHP kuyrukçuluğunda direnir­ ken. tek tek işyerleı indeki devrimci işçiler düzenden kopuşmaya yöneliyor, sendika­ nın tümünü de aynı yönelişe sokmaya ça­ lışıyor. Sendika yöneticileri sendikal de­ mokrasiyi yok ediyor ve devrimci işçileri tasfiyeyi kurtuluş yolu olarak görüyor. Bu tabloda çatışan taraflar: Düzenden kopuşmamakta ısrarlı aristokrat sendika yöneticileri ve düzenden kopuşmaya yö­ nelen metal işçileridir. Çatışmanın karakteri: Sendikanın yük­ selen sınıf mücadelesinin yarattığı yeni eği­ limlerle kaynaştırılarak metal işçilerinin ba­ ğımsız/devrimci sendikal birliğinin merke­ zi haline getirilmesi veya getirilmemesidir. Yöneticiler buna karşı çıkıyor, sendikayı ge­ riye çekiyor, işçiler dağınık da olsa cesa­ retle yeni görevlere talip oluyor, sendika­ yı sıçratmaya çalışıyor. Sendikal demokrasinin yok edilmesi ve devrimci işçilerin sürekli tasfiye edilmesi, sendikayı ayakta tutan direklerin sendika yöneticileri tarafından kırılması anlamına geliyordu. Görünüşte sendikayı savunan yöneticiler sendikayı dağılmaya doğru g ö­ türüyordu. Kendileri yeni görevleri kaldır­ maya talip olmadıkları gibi, talip olanları da engelliyor, kendileriyle birlikte sendikayı da uçuruma doğru hızla götürüyorlardı. Sendikanın bu karanlık gidişi, işçileri sen­ dikadan soğutmaya başladı. Bazı işyerle­ ri, gericilerin sürekli baskılarına dayanama­ yıp Türk-Metal ve Çelik-İş'e kaptırıldı. G e­

riciler arkalannda iktidarın desteği ile ve her türlü yasadışı yolu kullanarak, gerekirse te­ röre başvurarak işyerlerine tek tek saldırır­ ken, sendika yöneticileri işçileri yalnız bı­ rakıyor, esps saldırının sendikanın ken­ disine yapıldığını görmezlikten geliyorlar­ dı. Onlar artık sendikayı koruyamaz ha­ le gelmişlerdi. Sendikalizm 78 -8 0 yılları arasında Türkiye'sinde yetmez-yetemez haldeydi. Burjuvazinin sendikaya yönelt­ tiği saldırılara verilecek cevabı belirleyecek olan devrimci bilinç ve pratik cesaret ek­ sikliği, yönetimi tam bir acze düşürmüştür. Onlar ülkenin 7 0 ’li yıllardaki somut koşul­ larının ürettiği mücadele biçimlerine cesa­ retle girişmek yerine, Avrupa’daki sendi­ kaların anlayışı ile hareket etmeye “müs­ lüman mahallesinde salyangoz satmaya” çalışıyorlardı. Gericilik Kale Kilit’te silahlı faşistlerle örgütlenirken, tam karşıdaki Nursan’da işçiler hâlâ CHP kuyrukçuluğu ile bilinçlendiriliyor, mücadeleci eğilimler “goşist” diye küfredilerek işçi içinde düşman­ lık yaratılıyordu. Şimdi soruyoruz, Kale Kilit'ten yönelen silahlı saldırılara Nursan'da rıe yapılıyordu? Ve cevap veriyoruz: İşçi, sendika yöneticileri tarafından yalnız bıra­ kılmıştı. Kimbilir belki de işçilerden yaka­ lara kırmızı karanfil takarak faşist saldırıları protesto etmeleri istenmiştir. İkinci sorumuz şu: Bu durumda eğer 12 Eylül olmasaydı Nursan Madeıı-İş yönetimi altında kalabi­ lir miydi? Cevap bellidir. İşçiler ya yenilgi­ yi kabullenip faşist sendikaya yönelecek, ya da sınıfının davasına daha da sanlıp mü­ cadeleci yeni sendikalara yöneleceklerdir. Kavel’de olduğu gibi. İşte bu karışık ortamda, sendikada de­ mokrasinin olmayışı sonucu sendika dışı­ na atılan devrimci işçiler yavaş yavaş yeni odaklar oluşturmaya başladılar. Çok sayı­ da bağımsız metal işçi sendikası örgütleni­ yordu. Bunların içinde Devrimci Metal-İş yavaş yavaş sivrilir ve kendini kabul ettir­ meye başlarken, bu süreç henüz sonuçlan­ madan 12 Eylül gelmiştir. Devrimci Metalîş’in güçlenmesi metal işçilerinin Madenİş yöneticileri tarafından hapsedildikle­ ri sendikalist/reformist zeminden kopu­ şundaki isteklerinin göstergesidir. O kopuşma sayesinde devrimci anlamda po­ litikleşme yayılırken, metal işçileri yükse­ len halk hareketiyle kaynaşmaya yöneli­ yordu. Sonuç olarak 12 Eylül metal işçilerini tam bir kaos içinde yakalamıştır. Bir yan­ dan gücünden kaybetmeye başlayan ve devrimci halk hareketinden kopuşmuş Maden-Iş, bir yandan çok sayıda bağımsız kü­ çük sendika, bir yandan küçük işyerlerin den sonra yavaş yavaş büyük işyerlerini de içine almaya başlayan güçlenme yolunda­ ki, fakat henüz zayıf Devrimci Metal-İş. Bu sendika] dağınıklığın m im arı: Yükselen mücadelenin yarattığı yeni eğilimlere uyum göstermeyerek metal işçilerini İş Yasaları­ nın arasına hapseden ve karşı çıkanları acı­ masızca uyguladığı tasfiyecilikle sendika dı­ şına atan Maden İş yöneticileridir.1 12 Eylül bir gecede bütün haklarını elin­ den aldı ve metal işçilerinden tek bir ses çık­ madı. Yemek boykotları pasif de olsa sını­ fın kendiliğinden patlamasıdır. Hayır. S a ­ dece Eylül düzenine karşı değil. Metal iş­ çilerinin bilincini düzen partisi CHP kuyrukçuluğuyla köreltenlere, metal işçilerinin arasında devrimci eğilimlere karşı düşman­ lık yaratmaya çalışanlara. İş Kanunları dı şındaki mücadele yöntemlerini burjuvaziyle aynı şiddetle yasaklayanlara karşı bir an­ lamlı isyandır. Ve Eylül öncesinde başla­

yan yol ayrımının Eylül sonrası koşulların­ da ilk filizlenişidir. O yemek boykotları İş Yasalan'nda yoktu, am a yapıldı. Metal iş­ çileri yenilmişti, ama sınıfsal onurları çare­ sizliğin ifadesi de olsa onları seri ve yaygın yemek boykotlarına yöneltiyordu. Eğer sınıf sendikal alanda kendi bağım­ sız/devrimci zemininde değil de düzen için­ de ve sosyal demokrasi kuyrukçuluğu te­ melinde örgütlenir ve bu temelde bilinç sü­ rekli işçi yığınlarına enjekte edilirse; düze­ ne dair hayaller tam olarak kırılmaz, tersi­ ne o hayaller üstüne pembe şekerler sü­ rülerek daha da beslenirse; keskinleşen sı­ nıf mücadelesinin zorladığı yeni mücadele

E 3

O

Düzenin kendiliğinden işleyişi her an her saniye metal işkolundaki devrimci dalgalanışı yumuşatmak ve sendikalizm bataklığında öldürmek yönündedir. Bilinçli işçilerde her an, her saniye, her fırsattan yararlanarak, herkesten önce davranarak devrimci kopuşmayı hızlandırıcı yönde çalışmalıdır. biçimleri benimsenmek yerine yasaklanır sa; sendikal birliğin yaşatılması yerine tik sindirici oyunlarla yüzlerce işçi sendikadan tasfiye edilir ve dağınıklığın yaratılmasında mimar olunursa: o sınıf bir Eylül günü kar­ şısında gerçekleri tüm açıklığıyla görünce şaşırır, çaresizleşir. Ama o şaşkınlık ve o ça­ resizlik eğer temelleri iyice kavranabilirse. Eylül öncesinde başlayan sendikalizmden kopuşrna sürecinin netleşmesine ve dev­ rimci sendikacılığın metal işkolunda hakim olmasına yardımcı olabilir. Deney öğreti­ cidir. Eylül sonrasındaki gelişmelere karşı metal'işkolunda önce yemek boykotlarında simgeleşen posif hoşnutsuzluk dalgası ya­ şandı. Ancak yöneticilerin bir kısmının işkolunu tümüyle sahipsiz bırakarak kendi ki­ şisel kurtuluşlarının peşine düşmeleri, ka­ lanların da yeni gelişmelere karşı tavır ala­ bilecek bir siyasi/sendikal perspektiften yoksun oluşu (onların bilinci sadece İş Ya saları içinde oluşmuştu, bir gece İş Y asa­ larının tümü rafa kaldırılıverince ne yapa­ caklarını şaşırdılar.) İşkolunu boşlukta bı­ raktı. Başsız kalan işçiler kendiliğinden an­ cak o kadarını yapabilirdi. Henüz sendikalizmin ve sosyal demokrasi kuyrukçuluğunun bilinçlerde yarattığı pembe hayallerden tam kopuşulamamıştı. Her şey o! »r^k gös­ terilen sendika ve umut olarak g '«terilen CHP bir gecede kapatılıverince şaşkınlık ı. ’ çaresizlik kaçınılmazdı. Sınıfın kendi gücü­ ne güvenini güçlendirecek bilinç ve o bi­ linci destekleyecek sendikal ve siyasi maddi zemin henüz metal işkolunda hakim du­ rumda değildi, sendikalizmin karanlık bu­ lutlarının baskısından henüz işkolu seviye­ sinde kopuşulamamıştı. Kopuşrna süreci başlamıştı, ama henüz başlangıç aşamasındaydı. Eylül'den sonra bir sene devam eden pasif hoşnutsuzluk dalgası yerini durgun­ luğa bıraktı. O durgunluk içinde metal iş çişi gerçekte düzene dair son hayallerinden de kopuşrna ve sınıfın kendi öz mücade­ leci bilincine yönelme sancılarını yaşıyor­ du. O karanlık baskı yıllarında sınıfı boşluk­ ta bırakan, mücadeleye önderlik edeme

KAVGA BAŞ AYINCA ATEŞİN UZAĞINDA 1)1 RAM.ARA A n ık a ç m a lı g ö z ü n ü k a ı g a d a a teşin u z ay ın d a du ran , b a ş k a n sa v u n u r k en d av asın ı sey irci k a la n kişi :rtık a ç m a lı g ö z ü n ü . K atılm am ış d a o ls a k a v g a y a , s o n u n d a p a y la ş a c a k bozg u n u . B ir k e n a r d a d u r m a k falan b o ş. n e y ap sa k a çam ay a cak kavgadan. K e n d i d a v a sı için d ö v ü ş m e y e n d ö v ü ş e c e k d ü şm a n ın d a v a sı için B B rec h t

53


yen eski sendikalistler, işkolu çapındaki egemenliklerinin de ayaklarının altından kayıp gittiğini göremeyecek denli ürkmüş ve kendi köşelerine sinmiş durumdaydı. Öyle ki, 8 3 yılında yeni sendikalar Kanu­ nu ile bazı yasal boşlukların açıldığı zaman bile hareket edemediler. O hareketsizlik/isteksizlik şimdi “Haydi Türk-lş’e” tasfiyeciliğine dönüşmüş durumda. Peki, işçiler ne yaptı?

Sendikalizm her za­ m ankinden daha zayıf ve işçi taba­ nından yoksun. Ka­ rarlı ve cesur atak­ lar! İşte görev.

Hiçbir siyasi odak tarafından yönetilmeksizin sınıfsal karakterinin bir ürünü olarak metal işileri, Eylül öncesinden kendilerine kalan ve kısmi pasif direnişlerle yere dü­ şürmemeye çalıştıkları mücadele bayrağı­ nı ellerinde yükselterek DİSK’in resm î sendikal zeminden bağımsız yapısını yeni, koşullarda yeniden yaratabilmenin yollarını aradılar. Eski önderleri isteksizdi, hatta o zamanlar bile utangaçça da olsa Türk-İş’e meyilliydiler. Eylül düzeni, Anayasası ve İş Kanunları ile Türk-lş’in resmî-kontrollü sen­ dika zemininden bağımsız yapılanmayı adeta ^yasaklamıştı. Ama bir kez yola ko­ yulunca, o zorluklar sınıfı daha da ustalaştırmaktan başka sonuç vermedi. Evet, Uzel, MAN, Arçelik gibi bazı işyerleri işveren/hükümet baskılarına dayanamayıp Türk-Metal’e geçici olarak düşürüldü. Ama esas olarak metal işkolu eski bağımsız sen­ dikalaşma geleneğini Otomobil-İş’te yeni­ den canlandırdı. Sınıfın Otomobii-İş’e gidişinin temel ka­ rakterini açıkça koymak gerekiyor: Resmî/icazetli Türk-İş sendikacılığından ba­ ğımsız sendika] zemini, devrimci sendikal birliğe doğru bir adım olarak muhafaza et­ mek ve sağlı sollu saldırılara karşı müca­ dele bayrağını 8 0 ’li yıllarda ve en karanlık günlerde yükseklere kaldırmak! Evet, Oto­ mobil Iş'e gı'dişin zemini işte tam da budur. Yeter ki sınıfın dili anlansın! Bu dil bazı ay­ dınlarca anlaşılmaz gelebilir, ama bilinçli iş­ çiler içinden çıkıp önüne geçtikleri sınıfın dilini pek iyi anlayarak ve tarihin bu nok­ tasında kendilerine düşen sorumluluğu kavrayarak davranacaktır. Gidiş, bu yön­ dedir.

Netaş grevindeki ¿orluklar sendika yöneticilerini “ ik­ na” etti ve sendika tabanındaki yüzler­ ce bilinçli işçiyi açıkça karşılarına almayı göze alarak bağımsız sendikal zeminin tasfiyesinin hazırlıklarına girişti­ ler.

54

Eski Maden-İş önderliğinin Eylül sonra­ sında metal işkolundaki zayıflamasının ve sınıf 8 3 ’de sendikal mücadeleye doğru yö­ nelince önderlik yapamayışının sebebi ne­ dir? Bunu o insanların kişisel özellikleri (korkaklıkları vb.) ile izaha kalkışmak poli­ tik bir tutum olamaz. Hatta bu eğilimin et­ kisinde olan nice yiğit arkadaşın varlığını herkes görebilir. Sorun sendikal mücade­ leye bakış perspektifinde yatmaktadır. Ve sendikal mücadele başka herhangi bir yer­ de değil, Türkiye’de yapılacaktır. Soruna kitapların soluk yapraklarından değil, canlı hayatın akışı içinden bakmak gerekiyor. 7 5 ’ten sonra hızla yükselen sı­ nıf mücadelesi, koşullarını sendikal müca­ deleye de dayatmıştı. Maden-İş önderleri Sendikal mücadeleyi sınıf savaşının zorla­ dığı yeni zemine sıçratamadılar, sendikalist anlayışların sonucu sıçratamazlardı da. Sendika içinde öne çıkan yeni görevlere cesaretle talip olan öncü işçileri de tasfiye ettiler. Amaç: Sendika yönetiminde ne pa­ hasına olursa olsun kalmak, yani kendi zümrese] çıkarlarını korumaktı. Sınıfın o günkü mücadele koşullarına uygun bir sen­ dikal zeminde mevzilenmesi onlar için pek önemli değildi. O zaman bir geri adım at­ tılar. Tasfiyeciliğin sendikanın temel çalış­ ma tarzı haline gelmesi bunun ürünüdür. Eylül sonrasında resmî sendikacılık zemini

dışında kalması halinde sendikal mücade­ le artık sendikalist zemine kolayca izin ver­ miyor. “Ya Türk-lş içine girersin, ya da se­ nin başını ezerim!” deniliyordu. Kendi zümresel çıkarlarının peşinde olan sendika yö­ neticilerinin ve diğer aristokrat işçilerin ço ­ ğunun bu zorlamaya karşı tek cevapları ol­ du: “Peki, haydi Türk-İş’e!” Onlar Eylül sonrasında öncesinin deva­ mı olarak bir geri adım daha atıyorlardı. Öyle “tehlikeli" işler onlara göre ^eğildi. Sendika yöneticisi binasında oturur, 5-10 işçinin maaşını üstüste koysan, ancak ye­ tişecek maaşını alır, bunun karşılığında İş Y asaları çerçevesinde işçinin günlük çı­ karlarını korumak içiri çalışırdı. İş Yasaları Türk-İş dışındaki sendikacılığı yok edecek şekilde hazırlanmıştı, o halde İş Yasaları­ na uygun olarak ve sessizce bir geri adım atılarak Türk-İş’e gidilmeliydi. Böylece Ey­ lül yöneticilerinin verdiği “S a ğ a dön! Hi­ zaya gir!”emrine uyuluyor ve üstü pek ka­ palı olmayan şekilde icazet/izin dilenciliği yapılıyordu. Ya sınıfın mücadele gelene­ ği? Canım, emir verilince onun ne kıymeti kalır? Mücadele dediğin en iyi resmen izin verilen alanda ve izin verilen biçimde ya­ pılır. Hele “bilimsel sosyalistler”!!) zinhar izin verilenin dışına çıkmazlar. Öyle “tehli­ keli” işleri yapsa yapsa “radikal solcular” , “maceracılar”, “goşistler” ve hatta “anar­ şistler” yapar. “Bilimsel sosyalistler” elini sı­ cak sudan soğuk suya sokacak “ahmak”lardan değildirler. “Türk-İş’de birlik!” önceleri açıkça savu­ nulmadı. 8 3 ’de sendikal mücadele yeniden canlanırken onlar kararsız gözüküyorlardı. Sınıf Otomobil-İş’e yönelince peşinden git­ mek zorunda kaldılar. Sınıfın gidişi ile on­ ların gidişinin farklılığı, sonraki yıllarda or­ taya çıktı. Önce “Gün” dergisinin utangaç­ ça, biraz da kararsızca yaptığını “Alınteri" dergisi hiç utanmadan ve kararlıca yapma­ ya başladı. Onlar sarı bayraklarının üzerin­ deki “Yaşasın tasfiyecilik!” parolasının üs­ tünü pembe boyayla boyuyor ve “Yaşasın birlik!” maskesini geçirerek resmî sendikal alanın dışındaki mücadele geleneğinden sessizce vazgeçilmesini savunuyorlardı. Otomobil-İş’e gidişse sadece oradaki kol­ tukları kapmak içindi. Koltuk sorunu hallolunca ve Netaş greviyle Türk-İş dışında­ ki sendikacılığın zorlukları herkesçe de gö­ rülünce, artık Türk-İş’e gidebilirlerdi. Sınıfsa çok farklı zemindeydi. Metal iş­ çileri, burjuvazinin ensesine bir tokat atıp elindeki ekmeğini veya sınıfsal onurunumücadele geleneğini alabileceği kadar ah­ mak ve çaresiz değildi. 8 0 ’li yıllarda önce­ ki deneylerinin birikimiyle üst seviyedeki mücadele koşullarına hazırlanıyordu. Açık bir kopuşma yaşanıyor; 7 5 ’li yıllarda baş­ layan bu kopuşma 8 0 ’li yıllarda daha da netleşiyordu. Metal işçileri “Haydi Türkİş’e” tasfiyeciliğine açıkça tavır alıp, müca­ dele geleneğinin devamı doğrultusunda yoklayışlar yapıyor, el yordamıyla ve he­ nüz ürkekçe de olsa ileri doğru adımlar atı­ yordu. Düzenin ve tasfiyeciliğin ters yön­ deki zorlamasına rağmen. Ancak ileri doğru atılan adımlar yeni bir zemine yükselişin ürkekliğini de henüz ta­ şıyordu. Geçmişten kalan devrimci bir sen­ dikal önderliğin olmayışı sonucu metal iş­ çileri Türk-İş dışındaki bağımsız sendikal ze­ minini oluştururken birçok görevi birden yapmak zorundaydı: Yeni bir önderlik ye­ tiştirmek, 8 0 sonrası koşullarda sendikacı­ lığın karakterini yorumlayabilmek, yeni gö­

revleri ve nasıl çözüleceğini saptamak ve bütün bunları düzenin yasal veya yasa dışı her türden baskısına karşı mücadele için­ de yapabilmek! Özellikle geçmişten kalan deneyli bir önderliğin olmayışı ağır gö­ revlerin altındaki metal işçilerine epey zor anlar yaşattı. MAN, Arçelik, Uzel, Profilo gibi işyerlerinin kaybı, önderliğin olmayı­ şının yarattığı dağınıklığın ve yeni bir çı­ kışın doğurduğu ürkekliğin bir sonucudur. Türkiye sathına yayılmış metal işçileri esas olarak kendi başlarına davranıyor ve ön­ lerine çıkan her sorunda yetemezliğin do­ ğurduğu ürkekliğe kapılıyordu. Bu dağınık­ lığın ve ürkeklik sonucu Otomobil-İş yöne­ timinde henüz hâlâ sendikalist anlayış ha­ kimdir. Akıllara şu soru gelebilir. Son derece is­ teksiz olmaları ve kafalarının altında TürkIş'e gitmek fikri yatmasına rağmen nasıl ol­ du da sendika yönetiminde yine sendika­ list anlayış hakim oldu? Bu öncü işçilerin dağınıklığının ve yeni görevlere talip olu­ şunda henüz yetersizlik sonucu doğan ür­ kekliğinin sonucudur. Düzende hakim olan eğilim zaten kendiliğinden sendikalist eği­ limi destekler. Sendikanın yıllanmış yapı­ sına sendikalistler uyum sağlamıştır. İşte o kadar! Yoksa yeni bir durum yoktur. On­ lar yeni bir durum yaratmadılar. Yeni du­ rumu yaratacak olan sınıftaki devrimci eği­ limdir. O. sendikayı bir durumdan başka duruma geçirecektir. Bu merkezi kontrolü ve sendikalizme karşı tam bir kararlılı­ ğı, cesur atakları gerektirmektedir. Zaten metal işkolunda şimdi yaşanan rahatsızlık da bu zaafların aşılmasının yarattığı sancı­ lardır. O zaaflar aşılacaktır, sancılar ise sı­ nıfı daha ustalaştıracak birer maniveladır. Üstüne üstüne yürümek gerekiyor. Yürünecektir. Gözükara olmak gerekiyor. Olu­ nacaktır. Sendikalizm her zamankinden daha zayıf ve işçi tabanından yoksun. Ka­ rarlı ve cesur ataklar. İşte görev! •* * Şimdi, son durumu değerlendirmeliyiz. Netaş grevi ve sonrası metal işkolunda­ ki bilinçli işçilerle sendikalistler arasındaki yol ayrımının en somut göstergesi olmuş ve iç çatışmayı hızlandırmıştır. Netaş grevi bir gerçeği artık herkesin görebileceği ka­ dar açığa çıkardı. Eylül sonrasının Türki­ ye’sinde bir grev bile hoş karşılanmamakta, hele sınıfın mücadele geleneğini yaşa­ tan bir zeminde yapılıyorsa, düzenin tüm güçlerini üstüne çekmekte, çok çeşitli sal­ dırılara sebep olmaktadır. Üstelik işveren­ ler de sözleşmelerde en ufak hak kırıntıla­ rını dahi vermemekte kararlıdırlar. Alına­ cak haklar ancak, sınıfın gücünü ileri de­ recede kullanması ile alınacaktır. Netaş grevi neredeyse ülke çapında politik bir olay haline geldi. İşte, sendikalizmin tatlı su balıklarının bu noktadan sonra yapaca­ ğı pek hir şey yoktur. Devrimci sendikacı­ lık ise tam da böylesi günlerde güçlenip ha­ kim hale gelebilir. Netaş grevine dek sadece “Alınteri” der­ gisinde savunulan “Türk-İş’de birlik” paro­ lası Netaş’tan sonra eskiden farklı olarak Otomobil-iş yöneticileri tarafından da öne çıkarıldı. Eskiden de üstü kapalı veya açık savunuluyordu ama, Netaş’tan sonra üzer­ lerindeki ürkekliği atıp kararlıca merkezden şubelere şubelerden işyeri temsilciliklerine yayılan bir ağda “Türk-Iş’de birlik” açıkça savunulmaya başlandı. Bu ne anlama ge­ lir? Netaş grevindeki zorluklar sendika yö­ neticilerini “ikna” etti ve sendika tabanın­ daki yüzlerce bilinçli işçiyi açıkça karşıları-


na almayı göze alarak bağımsız sendikal ze­ minin tasfiyesinin hazırlıklarına giriştiler. Sendikalizm karakteri gereği önüne engel çıkınca yine hemen geri adım atıyor. Aş­ mayı düşünmüyor bile. Netaş grevi aynı zamanda onurlu bir di­ reniştir. Netaş işçileri Derby işçileriyle bir­ likte “Eylül’den sonra grev yapılmaz” tes­ limiyetçiliğini kırdılar. Belki yeteri kadar hak alınamadı ama bu, işçilere ve sendika yö­ neticilerine eksikliklerini gösterme ve nasıl aşılacağını tesbit etmek için gösterge ve da­ ha başarılı grevleri yürütebilmek için ilk adımdır. Bilinçli bir işçi Netaş grevinin za­ aflarından tek bir hedef belirleyebilir: O za­ afları aşmak, her türden baskıya karşı yı­ ğınsal grevleri mücadeleci zeminde yürü­ tebilecek bir sendikal yapılanmayı sağla­ mak. Sendika yönetimi işçilerle içiçe gir­ meli, esas olarak işçinin örgütlü gücüne gü­ venilmelidir. Bunun için gerekli sendikal çalışmalar an geçirmeksizin hayata geçiril­ melidir. Kollar sıvanmalı ve jş e başlanma­ lıdır. Ama sendika yöneticileri böyle düşün­ medi. ' Başarısızlık/abartıldı ve bütün suç TürkIş dışında ölrriak da görüldü. Sınıfın mü­ cadele geleneğinin devamcısı olmasının ge­ tirdiği zorluklar artık onlara dayanılmaz ha­ le gelmeye başladı. O “yük” sırttan atılırsa hafiflenilebilir ve sendikal faaliyet o “eski günlerdeki” gibi “rahat rah at” yapılabilir­ di. Türk-İş’in resmî/icazetli şemsiyesi kimbilir ne olanaklar sağlayacaktı? Bu pembe hayaller belki kuranlara belli rahat­ lamalar sağlayabilir, ama ekm ek peşinde­ ki sınıfın böyle hafifliklerle kaybedecek vakti yok Olaylara kendi zümresel çıkarlarından ötesini göremeyen bir sendikacı gözüyle bakarsak; Eylül öncesinde sendikalizm DİSK’te gelişebilirdi, imkânı vardı. Onun için o zaman Türk-tş’e karşı çıkılıyor ve “Ya­ şasın DİSK" dillerden düşmüyordu. Şim­ di eskisi gibi nisbeten rahat sözleşme, grev vb. sendikal faaliyet imkânı yok, hele bir de Türk-İş dışında olunursa zorluklar mis­ liyle artıyor. Dikkat! Sendikalizm tehlikede! O halde sınıfına, sınıfının mücadele gele­ neğine bağlı olmayan bir sendikacı için: "Kral öldü, yaşasın yeni kral!” Şimdi sen­ dikadaki yönetici koltuğuna Türk-İş’de da­ ha rahat oturulabilir: “Haydi Türk-tş’e!" Karanlık günler zordur, ama bir ayrışma­ yı zorlayıp herkesin karakterini açığa çıkar­ dığından faydalıdır da. Şimdi “ekmek" arslanın ağzında! Gerçekten sınıfına bağlı onurlu işçiler ve sendikacılar tatlı su balık­ larının peşisıra küçük ırmaklara değil - ki bu sınıf açısından açlık sonucunu doğura­ caktır. okyanuslara açılacak cesarette olma­ sı gerekiyor.

yacaktır. Metal işçilerinin onlarca yıldır yü­ rüttükleri resmî sendikacılığın icazetli ala­ nından bağımsız mücadele geleneğini tas­ fiyeye yönelenler o yönde attıkları her adı­ mın sonuçlarına katlanacaklardır. Bugün Otomobil-İş’in Türk-lş’e götürül­ mesi ile tasfiye edilmesi aynı anlama geli­ yor. İşçiler neden Otomobil-îş’e gitti? Bu­ nu basit sendika ele geçirme oyunlarıyla açıklamaya kalkışan kendi sendikalist man­ tığını ele veriyor demektir. İşçiler tıpkı 15­ 16 Haziran'da DİSK’i kapatma girişimine gösterdikleri tepki gibi, baskılara rağmen ve baskıları göze alıp aşarak mücadele gele­ neğini yaşatmak için Otomobil-İş’e gitti. Eğer bugün Otomobil-İş yönetimi - tıpkı 15-16 Haziran’da işçilere eve dön çağrısı yapan eski Maden-İş yöneticileri gibi, Türkİş’e yönelirse kendi kendini yok ediyor, meşruluğunu kaybediyor demektir. Henüz somut adım yok, ama atıldığı anda bu du­ rum ortaya çıkacaktır. O adımın atılmaması için sendika içindeki bilinçli işçilerin tutarlı ve kitlesel bir muhalefet çizgisini cesaretle uygulamaları gerekiyor. Muhalefet zor bir durum içerisindedir. Hem kendi meşruluğunu yitirmeye doğru adım adım ilerleyen bir yönetime karşı mü­ cadele edilecek ve hem de sendikanın ör­ gütsel varlığı korunacak, güçlendirilecek ve dahası her türden baskıya karşı sınıfa ör­ nek olacak kıvılcımların yakılmasında ön­ cülük edilecektir. Bu ağır görevler sağlam bir yapılanmayı, en ufak bir maceraya yer vermeyen ama cesur ataklardan çekinme­ yen, mücadele geleneğinden her sapma­ ya açıkça cephe alıp savaş ilan edecek ka­ rarlılıkta bir çizgiyi zorunlu kılıyor. Muha­ lefetin sendika] anlayışının da açıkça orta­ ya konup tüm metal işçilerine ulaştırılması zorunlu. Acaba muhalefet bu konumda mı?

Muhalefet henüz üstüne düşen görevin karakterini tam olarak kavrayabilmiş du­ rumda değil. Bakış açısı dar bir perspekti­ fe sıkışmış durumda, faaliyet alanını kongre çekişmelerinin üstüne oturtuyor. Elbet o kongre çalışmalarını küçümsemek pek bü­ yük bir hatadır, ama o çalışmalar hangi ze­ mine oturuyor, o zemin işçilere ne ölçü­ de anlatılıyor? Muhalefet esas gücünü sı­ nıfın devrimci karakterinden alacaktır, onun için o karakteri ortaya çıkarıcı pro­ paganda ve davranışlara önem vermesi ge­ rekiyor. Yoksa sendikalizm sırf kongre ça­ lışmasıyla kesinlikle yenilmez. Kongre oyunlarındaki ustalığı başka hiçbir alanda olmadığı kadar fazladır. Bilinçli işçilerin hiç­ bir zaman giremeyeceği kılıklara rahatlıkla girebilirler. Ve yine sendikalizmin zeminin­ den kopuşmanın yolu muhalefetin kendi İşte, “Alınteri” dergisinde dile gelen şim­ sendikal anlayışını açıkça ortaya koymasın­ di de Otomobil-İş yöneticilerinin açıkça sa­ dan geçmesine rağmen bu da henüz orta­ vunduğu “Türk-İş’te birlik” aslında Eylül lıkta yoktur. Son olarak muhalefet son de­ sonrasının koşullarında sınıfın mücadele rece dar bir yapıyla sınırlandırılmakta, ge­ geleneğinin içinde yeralarak sendikacılık niş işçi yığınlarına açılmakta cesur davrayapmanın zorluklarından kaçıştan başka bir nılmamaktadır. Bir sendikada muhalefet şey değildir. Netaş grevi bu zorlukları açıkça yapmak son derece yasal bir iştir ve hiçbir göstermiş ve sendikalistlerin gece rüyala­ şeyden çekinilmeden cesurca yürütülme­ rında kâbuslarla uyanmasına sebeb olarak lidir. Muhalefet işyeri ve hatta bölümlere Türk-Iş gitme konusundaki kararlılıklarını kadar yayılmalı. işçi yığınlarının pratik gü­ cüne dayanmalıdır. Bu hem işçileri daha arttırmıştır. . Ancak bu noktada sendikadaki bilinçli iş­ geniş oranda devrimci sendikal faaliyetin çilerin muhalefeti de yükselmiş ve sendi­ içine alırken, hem de muhalefeti sırf öncü ka içinde sert tartışmalar yaşanmaya baş­ işçilerin yiğitçe ama yetersiz çıkışlarından lanmıştır. Bu tartışmaları keskinleştirenler, kurtarıp sınıfın denetimine ve yönetimine sendikayı Türk-lş’e yönlendiren merkez yö­ sokacaktır. Sendika yönetimine geçince işçi neticileridir. O doğrultuda adım attıkları sü­ denetimini esas alacak olan muhalefet, o rece tepki yükselecek, üst noktalara sıçra­ zaman öyle yapabilmek için yapısını şim­

diden sınıfla içiçe oluşturmalıdır. Netaş’tan işçi atılmalarına karşı alınacak tavırda muhalefet doğru şeyler söylemesi­ ne rağmen bunları pratiğe geçirememiştir. O zaman sendikalizmin pasifist/teslimiyetçi zemini fiilen hakim hale gelmiş oldu ve sı­ nıf öylesi önemli bir dönüm noktasında pa­ sif tepkiyle yetinmek zorunda kaldı. Eğer bize sendik. ' disiplinden bahsedilecek olur­ sa, hemen l ‘iirtmeliyiz ki, disiplin örgütün varlığını kor mak ve geliştirmek içindir. Eğer yönetim sendikaya yönelen saldırıya cevap veremeyecek denli zaafa düşmüş­ se, o zaman sendikayı o saldırılara karşı ko­ ruma görevi fiilen muhalefete kalmış de­ mektir. Muhalefet o görevi yerine getirmez­ se güzel laflar söyleyen ama uygulamayan bir noktaya gelir ve işçi yığınları gözünde inandırıcılığını zaafa uğratır. Muhalefet güçlenmesini sadece yönetimin zaaflarına bağlarsa, yanlış yola girmiş demektir. Esas güç, sınıfın devrimci enerjisine dayanan muhalefetin bağımsız davranışından kaza­ nılacaktır. O bağımsız davranışlar yöneti­ mi sendikayı tasfiye noktasına götürmedi­ ği sürece sendikanın birliğini de gözbe­ beği gibi korumalıdır. Son olarak önemli bir noktaya değinmek istiyoruz. Sendikalizmin sicilindeki en bü­ yük suçu, tasfiyeci metotlarla Eylül öncesi sendikal dağınıklığın mimarı olmaktır. B u­ gün sıkışınca yine aynı metodlara başvu­ rabilirler. En son Nursan fabrikasında 5 iş­ çi atıldı. Bize gelen habere göre 5 işçi de yönetimin görüşlerini benimsemeyen işçi­ ler. Ve işten atılan işçiler Kale Kilit’ten işçi­ lerle birlikte sendikalizm yanlısı Nursan baştemsilcisini ihbarcılıkla suçlayarak tartaklı­ yorlar. Demek sınıf “göze göz, dişe diş!” noktasına doğru hızla ilerlemektedir. Eğer sendikalistler geçmişteki tasfiye metodlarını (patronlara ihbar... vb.) kullanacak olur­ larsa “muhbir!” sıfatı alınlarına bir daha si­ linmemek üzere kendi elleriyle yazılacak demektir. O zaman sendikalizme karşı mü­ cadele başka boyutlara sıçrayacaktır. Do­ ğu perinçek geçmişte yayın organlarında açıkça yayınlayarak muhbirlik yapıyordu, şimdi bu daha tehlikeli ve gizli biçimlerde yapılabilir Uyanık olmak gerekiyor.

Düzenin kendiliğin­ den işleyişi her an, her saniye metal işkolundaki devrimci dalgalanışı yumu­ şatmak ve sendika­ lizm bataklığında öl­ dürmek yönünde­ dir. Bilinçli işçilerde her an, her saniye, her fırsattan yarar­ lanarak, herkesten önce davranarak devrimci kopuşmayı hızlandırıcı yönde çalışmalıdır.

Metal işkolundaki bilinçli işçilerin görev­ leri ağırdır. Hiç kimse kolay başarılara ken­ dini hazırlamasın. Uzun soluklu bir müca­ deleye soğukkanlıca hazırlanmak gereki­ yor. İşçi sınıfı emekçi halk muhalefetinin önüne doğru yürürken, metal işçilerinin de sınıf içinde en ön sıralara yönelmesi göre­ vi, birçok ayrıntı sorunun içinde yakalana­ cak temel halkadır. Diğer bütün sorunları bu ana halkaya tâbi kılarak düşünmeli ye çözme yönünde davranışa geçilmelidir. Düzenin kendiliğinden işleyişi her an her saniye metal işkolundaki devrimci dalgalanışı yum uşatmak ve sendikalizm b a­ taklığında öldürmek yönündedir. Bilinç­ li işçiler de her an her saniye, her fırsatta ı yararlanarak, herkesten önce davranara-ı devrimci kopuşmayı hızlandırıcı yönde ça ­ lışmalıdır. (1) Maden-İş yöneticileri şimdi “Türk-İş’de birlik savunucusu. Şimdi onlara karşı Maden-İş’in bağımsız zeminini koruyarak ve devrimci yönde geliştirerek savunmak bi­ linçli işçilerin görevidir. Onlar eskisinden de geriye düştüler. Eylül tokadı sarstı ve kişi­ liklerini tümüyle yitirmelerine yol açtı. On­ lar Türk-lş’e. bilinçli işçiler mücadele yo­ luna!

55


YAYGINLAŞAN GREVLER VE SENDİKAL MÜCADELENİN SORUNLARI Kenan YAŞAR

£ 3 k_ O > -

1980’in galipleri, yüzbine yakın grevci­ nin çadırını yıkıp, grevci hainleri (!) diren­ meye fırsat vermeden teslim aldıklarında, memleketi görev musibetinden (!) ve grev­ cilerin şerrinden (!) kurtarmış olmanın haklı gururunu taşıyordu. (!) Zaferin ilk adımı ba­ şarıyla tamamlanmıştı. Sıra onun kalıcılaş tırılmasında ve pekiştirilmesindeydi. Mem­ leket ekonomisini çökerten grevlerin bir da­ ha yaşanmaması ve son Türk devletini yık­ maya çalışan grevci hainlerin ebediyyen ça­ nına ot tıkanması için her şey yapılmalıy­ dı. Önce fesat yuvası, grevci sendikalar fa­ aliyetten yasaklandı. Sendika yöneticileri ve grev öncüleri devlet yıkıcılığı gerekçesi ile tutuklanıp kanlı işkencelere uğratıldılar ve savaş hain hükümlerine göre askeri mah kemeler önüne çıkarıldılar. Binlerce grev­ ci hain fabrikalardan kovuldu. Arkadan muhtemel bir zafer için hazırlanmış, Tes­ lim Alış Şartnamesi TÜSİAD ve TİSK çek­ mecelerinden çıkarılıp yürürlüğe sokuldu. 1982 Anayasası, 2821 sayılı Sendikalar Yasası ve 2 8 2 2 sayılı Toplu İş Sözleşme­ si, Grev ve Lokavt Yasası o şartnamenin ana hükümlerini kapsamaktadır.

Tüm zorluklara rağmen işçi sınıfı gene mücadele teşkilatlarını yaratıyor ve gene grev ateşlerini yakıyor. Artık karanlıklar yırtıldı. Ve tarihin yeni yazıcıları bir kere daha NETAŞ’ta, PIRELLİ’de, DERBY’de, vb, umut dolu yüzlerini, ufka çevirdiler. Söz konusu şartname, batılı emperyalist­ lerin mağlup Osmanlıya dayattıklarından daha ağır hükümler taşıyordu. Bundan böyle sendikalar, işçi sınıfını devlet kont­ rolünde tutan yan-resmi teşkilatlar olacaktı. Grev silahı ise ya hiç kullanılmayacak ya da kullanıldığında, ancak kullananı vura­ bilecekti. Mağlüpler adına Türk-lş bu an­ laşmayı imzalamada Ferit Paşa’dan daha gönüllü davrandı.

«

56

Tüm bunlar mücadeleyi engelleyebildi mi? Hayatın akış yönünü değiştirebildi mi? HAYIR. Tüm zorluklara rağmen işçi sınıfı gene mücadele teşkilatlarını yaratıyor ve gene grev ateşlerini yakıyor. Artık karan­ lıklar yırtıldı. Ve tarihin yeni yazıcıları bir kere daha NETAŞ’ta, PİRELLÎ’de, DERBY’­

de. vb, umut dolu yüzlerini, ufka çevirdiler.

12 EYLÜL SONRASI GREVLER 12 Eylül’ün ilk beş yılı grevcisiz geçti. İş­ çi sınıfı önüne konulan yasakları aşabile­ cek durumda değildi. Yeni Anayasa'nm ve yasaların uygulanmaya başlaması ile birlikte 1 9 8 4 ’te yeni toplu sözleşmeler de başladı. İlk sözleşme dönemi siyasi iktidarın istek­ leri doğrultusunda ve Türk-İş’in dolaylı yar­ dımı sayesinde, esas olarak grevsiz atlatıl­ dı. Birkaç grev denemesi de salt alttan ge­ len baskıyı yatıştırmak, hatta grevcilere ders vermek maksadıyla yapıldı. Türk-İş yöneticileri -istisnalar dışında- bu yasalarla grev olmayacağını propaganda ediyor, siyasi iktidara saldırır görünürken, gerçekte hem kendi pisliğini örtmeye çalışı­ yor, hem de grev isteyen işçileri tehdit edi­ yordu. Grev olmayacaksa, ardı arkası gel­ meyen işveren saldırılarına nasıl karşı ko­ nulacak, dayanılmaz hale gelmiş hayat şartlan nasıl iyileştirilecekti? Anayasa ve ya­ saların varlık gerekçesi, proletaryanın eli­ ni kolunu bağlamaktı. Onları yapanlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlardı. Proletarya adına onlardan şikâyet edip görevden kaç­ mak, ya da sahiplerinin insafa gelmesini beklemek, sınıf içinde olsa olsa beşinci kol faaliyeti olabilirdi. Doğrusu ya Türk-İş kur­ mayları üstlendikleri görevi sonuna kadar yaptılar. Elverişsiz bir ortamın yarattığı ve yara­ tacağı olumsuzlukları en iyi bilenler hiç şüp­ hesiz o ortamda yaşayanlar ve mücadele edenlerdir. Ortam elverişsiz diye mücade­ leden vazgeçenler, mücadele alanını terk edenler, eğer bilinçsiz ve korkak değiller­ se, bilinçli hainlerdir. Hiç kimse dövüşeceği alanı seçme lüksüne ve şansına sahip de­ ğildir. Her toplumsal güç, zaman zaman ra­ kibinin hazırladığı ortamda ve yerde mü­ cadeleye girmek zorunda kalabilir. Onun yapabileceği biricik şey. kendisi için en elve­ rişli yeri ve zamanı seçme ustalığını göste­ rebilmesidir. Mevcut ortam kendiliğinden ve toplumsal güçlerin tümünün isteği ve iradesi ile oluşmadı. Uzun bir mücadele­ nin sonucunda ve bir yenilginin arkasından işçi sınıfına zorla dayatıldı. Ve ancak yenilenlerin zafer kazanması ile ortadan kaldı­ rılabilir. Sınıflı toplum bir başka gerçekliği henüz tanımadı ve bundan sonra da tanı­ mayacaktır. Sınıf mücadeleleri aleminin, şaşmaz kurul çivinin ancak çiviyle sökülebileceğidir.

Gözlerine serpilen küllere, savrulan teh­ ditlere ve estirilen teröre rağmen işçi sınıfı 1987 yılını grev yılına çevirdi. 1987 ile bir­ likte hem grevdeki işçi sayısı hızla arttı, hem de grevlerin niteliği değişti. Netaş ve Pirelli’de birkaç ay arayla yakılan ateş. Tüm Türkiye sathına hızla yayıldı. Bankacılık iş­ kolunda, şişe-cam-keramik işkolundaki grevleri Derby ve Dora grevleri izledi. Ni­ san ayında petrol, kimya, lastik işkolundaki 63 işyerinde 9 7 0 0 işçi ile zirveye ulaştı. Sı­ rada sözleşme görüşmelerinin sonuçlarını bekleyen onbinlerce işçi var. Daha şimdi­ den, yani yedi yıl geçmeden, ebedi bir dü­ zenleme yaptıklarını sanan zalim 1980 ga­ liplerinin, oturdukları tepeleri korku bulut­ ları sardı. Öldü sanılan onbinlerin muhte­ şem dönüşü başladı.

GÜNÜMÜZ MÜCADELESİNİN NİTELİĞİ VE SORUNLARI Günümüzde gerek bir bütün olarak sen dikal mücadele olsun, gerek onun er önemli parçalarından biri olan grev olsun. 1960-80 döneminden önemli farklılıklar ta­ şımaktadır. Sınıf mücadelesinin daha ger ve nispeten barışçı geçen dönemlerinde. Sendikal mücadelede, hiç olmazsa görü­ nürde iki rakip sınıf karşı karşıyadır. Dev­ let doğrudan taraf olmaktan kaçınır, buna gerek duymaz. Ne zamanki işçi sınıfı, işve­ ren saldırılarını püskürtmeye başlar ve so­ nuçlarla oyalanmayı bırakıp sebepleri or­ tadan kaldırmayı gündemine alır, o zaman devlet tarafsızlık şalını bir yana atar. Bütün dehşeti ile saldırının başına geçer. 1970 başlarında kısmen, 1970 sonlarında bütü­ nüyle yaşanan budur. Artık en basit eko­ nomik mücadelede bile, işçi sınıfı, karşısın­ da sadece işverenleri değil, devleti de bu­ lur. Hele 1980 sonrasında, işverenler ne­ redeyse görünmemekte, her adımda dev­ let, sınıfın karşısına dikilmektedir. 1982 Anayasası ve tamamlayıcı yasalar, tümden bu durumun tescil edilmesidir. Hangi se­ viyede ve hangi gerekçe ile olursa olsun, artık devlet polisi ile jandarmasıyla, işken­ ce ve cezaevi ile, yasaları ile yani bir bü­ tün olarak işçi sınıfının karşısında olacak­ tır. Davranan her işçi bunun bilinciyle dav­ ranmalıdır ve davranmaktadır. O nedenle cılız ve geri görünmesine rağmen, günü­ müzün mücadelesi eskiye oranla, hem da­ ha ileri bir muhtevayı, hem daha kararlı bir adımı temsil etmektedir. Devletin taraf ol-


duğundan yakınanlar ya bilinçsizliklennden bu gerçeği görmemekte, ya da gerçeği ört­ mek için bilinçlice suyu bulandırmaya ça­ lışmaktadırlar. Sınıf bilinçli işçiler bu durum­ dan yakınmazlar. Hatta gizli gerçekler gözönüne çıktığı için sevinirler Sendikal mü­ cadeledeki birinci farklılık budur. Günümüzdeki mücadele; amaçları ve hedefleri bakımından da ister istemez, 1980 öncesine göre önemli farklılıklar ta­ şır. Geçmiş dönemin nispeten geri seviye­ si ve kısmen demokratik şartlarında, sen­ dikal mücadelenin amacı daha iyi haklar alma ile sınırlıydı. Bu konuda mevzii ba­ şarılar kazanılabiliyordu. Ama bu günü­ müzde tümden ortadan kalkmış durumda. En basit ekonomik talep lerin kazanılması bile, hem çok yüksek bir bilinçliliği gerek­ tirmekte hem çok büyük fedekârlıklan göze almakla mümkün. Bu şartlar gerçekleşmiş olsa bile-1960-80 arasındaki kriterlerle yak­ laşıldığında başaralı bir mücadeleyi bile ba­ şarısız saymak mümkün. Örneğin Netaş grevi hedeflenen hakları alamadı, hatta pek çok olumsuz gdlişime (yüzlerce işçinin atıl­ ması gibi) neden oldu. Bu sonuçlardan kal­ kıp Netaş grevini, başarısız ilan etmek mümkün. Nitekim hararetle Netaş grevini destekleyenlerin'olumsuz sonuçlar ortaya çıktıktan sonra “olmamalıydı”, “bak işte ol­ muyor". “biz dememiş miydik” diye dö­ vünmeleri. ve ağlaşmaları mücadeleye ha­ len 1970lerin gözlükleri ile yaklaştıklarını gösteriyor. Oysa sınıf bilinçli bir işçi, tüm yetersizliklerine rağmen, Netaş grevini ye­ ni dönemin ilk adımı olması nedeniyle bi­ le coşkuyla selamlar ve onda yeni döne­ min karakterini görür. Sendikal mücadelenin önünde, etle tır­ nak olmuş iki sorun var ve ancak her ikisi­ ni birden ortadan kaldırmayı amaçlayan bir anlayışla, mücadele sürdürülebilir. Sade­ ce daha iyi ücret ve daha iyi çalışma şart­ ları uğruna mücadelenin başarı şansı bit­ miştir. Mevcut 82 Anayasası ve sendikal yasaları hedeflemeyen hiçbir mücadelede başarılı olunamaz. Ve şimdi sendikal mü­ cadelenin başansı mevcut düzene karşı sür­ dürülen toplumsal mücadeleye katkısı ile ölçülecektir. Ekonomik ve sosyal haklar ba­ kımından kısa günde bir iyileşmeye yol aç: masada sınıfın diğer kesimlerine ve emek­ çi halka hedefleri göstermek, dayanışma ve mücadele ruhunu yükseltmek uğruna, güçlerin elverdiği her alanda grev ateşi yak­ mak günün görevidir. Sınıf bilinçli işçiler kı­ sa günün kazancına bakmadan ve başarılı hak almanın, ancak mevcut düzene vuruş gücü ilk orantılı olacağının bilinci ile dav­ ranmalıdırlar. 1960-80 arası dönemdeki mücadele, daha ekonomik sayılabilecek muhtevaya sahipti. Günümüz mücadelesi ekonomik görüntüyü yırttı. En basit eko­ nomik talebi, en yüksek siyasi mücadele­ nin kopmaz parçası haline getirdi. Dolayı­ sıyla salt ekonomik grevler döneminden, siyasi karakterin öne çıktığı bir döneme gi­ riyoruz. En basit grevde bile, istense de, is­ tenmese de bu yan ağırlık taşıyacaktır. Ve sendikal mücadele yerli yerine oturacak si­ yasi mücadelenin hedefleri ile uyumlu bir muhteva kazanacaktır. 12 Eylülcüler yağmuru önlediklerini sa­ nıyorlardı. Doluyu biriktirdiklerini nereden bilsinler. Bilseler bile ellerinden ne gelir? Günümüz mücadelesinin geçmiştekin­ den önemli bir farklılığı da finans kapitalin yasa dışı uygulamalarının pek çoğunun şimdi onun eline anayasal hak olarak ve­ rilmiş olmasıdır. İşçi sınıfı ise mücadalesine güç verecek her türden yasal hakkını yi­

tirmiştir. Bu durum sendikal mücadelede çok yeni perspektifleri zorunlu kılmaktadır. Yasaların memurca dar yorumu ve o çer­ çevenin çizdiği mücadele biçim, araç ve teşkilatları ile yetinmek, daha baştan mağ­ lubiyeti kabul etmek olur. Anayasa ve ya­ saların en dakik ve yaratıcı yorumlarına ulaşılmalı, mücadelenin gerekleri neyi isti­ yorsa, ona uygun çözümler korkusuzca üretilmelidir. Açıklamaya çalıştığımız farklılıklar, yeni dönemde sendikal mücadelenin ve grev lerin sorunlanntn da ağırlaştığını daha yük­ sek bilinç fedekârlık ve kararlılık istediğini göstermektedir. Gelinen noktada, san sen­ dikacılık ve reformcu sendikalizmi yenmek, sınıf bilinçli işçiler açısından hem zorunlu­ dur. hem de bunun geçmişe oranla başarı şansı çok yüksektir. 1980 öncesinde sen­ dikal mücadelenin başına çeken DİSK, ye­ ni dönemin, görevlerinin altından kalkamamış, tasfiye olmuştur. Hangi gerekçe ile olursa olsun, acı gerçeklik budurl. Ne bas­ kı. ne terör, ne cezaevlerine, kapatma fer­ manları ile olay izah edilemez. Bunların ol­ madığı bir mücadele düşünülebilir mi? Fi­ nans kapital her sıkışmasında aynı yola baş­ vurduğunda, aynı sonuçları alabilecekse, bunca enerji harcamaya, kan ve can ver­ meye gerek kalır mı? Şiddet ne olursa ol­ sun hiçbir baskı ve terör, kim tarafından ve­ rilirse verilsin hiçbir ferman, işçi sınıfını yok edemeyeceği için onun örgütlü mücade­ lesini de yok edemeyecektir. DİSK nispetenyumuşak bir mücadele arenasında doğ­ du ve büyüdü. 1 9 8 0 ’de bir yol ayrımına dayanmıştı. Eski anlayış yönetemiyordu, yenisi henüz egemen olmaktan uzaktı. Bu mücadele sonuçlanamadan 12 Eylül vu­ ruşunu yaptı. Ne sıcağı sıcağına, ne yıllar sonra hakim anlayışın temsilcisi hiçbir yö­ netici. sınıf bilinçli işçiler safında yer alıp mücadeleyi sürdürmedi, sürdüremedi. İş­ çiler bir yanda kaldı, onlar fermanlara uy­ du. Ya da burjuvazinin gazabından binler­ ce kilometre uzağa düştüler. Maksadımız kimseyi kınamak ya da DİSK’in tartışmasına girmek değil. Çok günce! bir soruna parmak basmak. 1987 grevlerinin başlatıcısı ve sürdüıücüsü iki sendika da (Otomobil-İş ve Laspetkim-İş) DİSK kökenli işçilerin, binbir zorluğa gö­ ğüs gererek kurup geliştirdikleri sendikalar­ dır. Ve görebildiğimiz, izleyebildiğimiz ka­ darıyla yönetici kadroların sınıf mücadele­ sine bakışları ve sendikal yapılanmalara yaklaşımlan, kimi ileri filizler taşısa da (özel­ likle Laspetkim-İş) esas olarak DİSK döne­ mi ile aynı karakterdedir. Bu karakteri ile yeniden yükselişe giren mücadelenin önündeki görevlerin altından kalkmalarını beklemek, toy çocukluk olur. 1970 sonla­ rı yükselişinin finans-kapital’den aldığı ce ­ vap, 12 Eylül oldu. Yeni yükselişin çok da­ ha şiddetlilerine maruz kalacağını görmek için kahin olmak gerekmez. Beş yüz bini aşkın üyesi ve yıllann tecrübesine sahip yö­ neticileri ile koca DİSK, olmamışa döndü. Aynı felaketle karşılaşılmaması için her ted­ bir şimdiden alınmalıdır. Devam eden grev­ lerde günümüzün bu en ileri ve mücade­ leci iki sendikasının yaklaşımlarının eskiyi aşamadığını bir kere daha gördük. Hatta Netaş grevi ile birlikte, Otomobil-İş yöne­ timinde sorunlardan kaçış eğilimi güçlen­ di. İşveren saldırılarının ve devlet baskısı­ nın yarattığı birikimlerinin çözümü için ge­ reken güç, işçilerin bilinçli mücadelesinde

ve zengin teşkilatçılığında aranacak yerde Türk-İş’e doğru savulundu. 12 Eylül ün en şiddetli yıllarında bile Türk-İş’e hayır demiş işçiyi. Türk-İş’e götürmek, mücadelenin bugünkü seviyesini yönetmeye talip olama­ manın en açık ifadesidir. Gerek anlayış, ge­ rek davranışça daha ileri olmasına ve Ey­ lül sonrası mücadelenin içinde şekillenme­ sine rağmen Laspetkim-İş’in yürüttüğü grevler de toplumsal mücadelenin genel amaçlarıyla uyumlulaştırılamamış, müca­ dele ruhu yaratarak ve sınıfın bütünüyle dayanışmayı yükseltmede varılabilecek yerden uzak kalınmıştır. Ayrıca grevler bi­ lincin yükseltilmesi ve teşkilat yapısının sağ­ lamlaştırılması için, çok iyi bir olanakken yeterince değerlendirilememiştir.

Her yükseliş, hem yenilgiyi hem zaferi içinde taşır. Kimin kazanacağını, kararlılıkları, bilinçleri, teşkilatlı güçleri belirleyecektir. Tüm bunlar gösteriyor ki, en ileri görü­ nen sendikalar bile, yeni dönemin müca­ delesini sürdürecek anlayıştan, bilinçten ve görevlerin önünde savrulmayacak yöneti­ ci kadrolardan yoksundur. Sınıf bilinçli iş­ çiler zaaflarının farkına varabilirlerse soru­ nu çözebilirler. Bilinç düşüklüğü, tecrübe eksikliği giderilebilir. Gerek yönetimde ol­ sunlar, gerek tezgâh başında bulunanlar tüm sınıf bilinçli işçiler hem tek tek işyerle­ rinde, hem bir bülün olarak sendikada organcıl, işçi kollektivizminin hayata geçiri­ lebilmesi için, ellerinden gelen her şeyi yap­ malıdırlar. Yöneticilerin bilince kavuşturul­ ması da klasik sendika anlaşında, ısrarlı olanların bulundukları görevlerden uzaklaş­ tırılıp yerlerine yeni dönemin liderlerinin se­ çilmeleri de sınıf bilinçli işçilerin önündeki temelli sorunlardan biridir. Yükselen mü­ cadelenin daha ilk adımları silkelemeye başladı. Yarınlara hazır olunmazsa, hangi anaforlarda boğunulacağı çok önemli de­ ğildir. En ileri iki sendika için söylediklerimiz, diğer sendikalar için fazlasıyla geçerlidir. Onlar bugünkü durumlarıyla, mücadelenin yeni yükselişinin önünde, rüzgârın önün­ deki yaprak gibi sürükleneceklerdir. Ve on­ ların esas kayguları, alttan yükselen hare­ keti yatıştırmak, mevcut durumlarını koru­ mak olacaktır. Yükselen mücadele nasıl karşı devrimin gizli kapaklı yanlarını göz­ ler önüne veriyorsa sendikalardaki sınıf düşmanlarının yüzlerini örtecek, yeni pe­ çe arayışlarını hızlandıracaktır. Sa. renk­ lerin pembeleşeceği günleri yaşayacağız. Sınıf bilinçli işçiler artık yeter demeli, ip­ leri eline almalıdır. Kötünün iyisini aramak dönemi son bulmalıdır. Sendikalarda ikti­ dara yükselişin her türden şartı vardır. Yeterki enerji ve kararlılıkla o yolda yürüye­ bilelim. Başarının biricik garantisi de budur. Tepeden tırnağa örgütlenmeye ve kararlı­ lıkla mücadeleye girmeye hazırsak mese­ lenin zor yanı çözümlenmiştir. Eğer bu başanlamazsa, oligarşinin saldınlanna ek ola­ rak, sendika içi mücadelede yöneticilerin tasfiyeleri de önce işçileri biçecektir. Her yükseliş, hem yenilgiyi hem zaferi içinde taşır. Kimin kazanacağını, kararlılık­ ları. bilinçleri, teşkilatlı güçleri belirleyecek­ tir.

İYİLİK N EY E

YA RAR

1 İyilik neye yarar, öldürülürse iyiler çarçabuk, ya da iyilik görenler? Özgürlük neye y a r a r , yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar? Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese. akıl neye yarar?

2

»

Ityi in san ola~ ağınıza. ö y le bir y, rt g ötü rü n k i d ü n yayı. iyilik b e k le n m e s in ! Ö zgür insan ola ca ğ ın ız a , ö y le bir y e r e g ö tü rü n ki d ü n yayı, kav u şsu n ö z g ü rlü ğ e h e r k e s , özg ü rlü k sevgisi g e ç e r s iz olsun ! A kıllı insan o lacağ ın ıza. ö y le bir y e r e g ötü rü n k i dü n yayı. akılsızlık zararlı olsu n ! B B rec h t

57


SENDİKAL EĞİTİM ÜZERİNE Ceren GÜLER

E S v. O

>

Eğitim etkinlikleri­ nin düzenli ve sis­ temli yürüyebilmesi için işyeri ya da şu­ b eler d ü zeyin d e eğitim gruplarının o lu ştu ru lm asın da yarar bulunmakta­ dır.

58

Sendikal eğitim giderek daha çok sayı­ | çıkan her olanak bu doğrultuda değerlen­ da işçinin sendikal mücadeleye katılması­ dirilmelidir. Sendikalar ve sendikacılık her nı, sınıflar savaşımının bilincine varmasını şey değildir. Sınıfın öz örgütlülüğüne da­ ve kapitalist sömürü düzenine karşı müca­ yanmayan sendikal yapılanmaların ege­ dele etmesini sağlayacak bir süreçtir. T a­ men sınıfların her saldırısında darmadağın nımdan da anlaşılacağı gibi sendikal eğitim olacağı açıktır. Sendikaların ve diğer de­ periyodik eğitim çalışmalarının dar çerçe­ mokratik haklanmızın garantisi işçi sınıfının vesiyle sınırlı değildir. Örgütlenme aşama­ demokrasi mücadelesini yaşamın tüm sından başlayarak bilinçli bir çabayı ve kit­ alanlarında yürütecek kendi öz örgütlen­ leleri devrimci hedeflere yöneltecek doğ­ meleridir. ru bir zemini gerektirir. Kitlelerin hak ve öz­ gürlüklerine sahip çıkmasının sağlanması­ Sendikalarda bir yandan sermayenin sal­ nı, sömürüşüz bir toplum yaratma müca­ dırılarına güçlü bir biçimde karşı koymak delesine aktif katılmasını hedefler. için mücadele verilirken, bir yandan da iş­ çiden kopuk sarı sendikacılık zincirini kırıl­ işçilerin birlik olmanın zorunluluğunu ması mücadelesinin yükseltilmesi gerek­ kavradıkları, çıkarlarının ortak olduğunu mektedir. Tek tek işyerlerinde, şube ya da gördükleri ilk durak sendikalardır. Ancak bölgesel düzeyde yaşama geçirilecek güç­ bu mücadele içinde işçi sınıfının kazandığı lü yapılanmalar hem sendikalardaki ku­ bilinç, düzen sınırlarını aşamaz ve kapita­ rumlaşmış örgütlenmeleri zorlayacak hem lizmin sonuçlanna duyulan tepkiden öte bir de daha çok sayıda işçinin mücadelede yer sonuç yaratamaz. Sendikal bilincin sınıf bi­ almasını sağlayacaktır. Sınıf bilinçli işçi ön­ linci haline dönüştürülebilmesi ve sendikal derleri yaşamın tüm alanlarında süren top­ mücadelenin iktidar mücadelesi ile bağının lumsal hareketliliğin en ön saflarında yer kavratılabilmesi görevi sosyalistlere düş­ alarak yetkinleşeceklerdir. mektedir. Geçmişte DİSK çatısı altında sür­ dürülen eğitim faaliyetlerinin reformist Eğitim faaliyetleri nasıl yürütülmelidir? mantığı da burada yatar. Eğitim faaliyetle­ İşçiler kendi güçlerinin büyüklüğünü, iş­ ri, hedefin işçi ve emekçilerin iktidarı oldu­ verenlerin niteliğini en iyi mücadele için­ ğu temeline oturtulmamış, işçilerin düzen­ den korunması amaçlanmamıştır. Bir yan­ de kavrarlar, ufukları genişler ve yetenek­ dan genel sosyalist doğrular söylenirken, leri zenginleşir. Yeni yasalarla işçilerin en diğer yandan düzen partilerinin iktidara gel­ küçük hak arayışları bile yasaklar engeline mesi hedef olarak gösterilmiştir. DİSK’in çarpmaktadır. Yasalara ve tek tek işveren­ bağımsız sınıf hedefleri doğrultusunda oluş­ lere duyulan tepki bilinçli bir öfkeye ancak mamış örgütlülüğünü dağıtmak egemen sı­ öncü işçilerin çabalarıyla düzen kurumlannın teşhiri ve doğru devrimci hedefler gös­ nıflar bakımından hiç de zor olmamıştır. terilmesi ile dönüştürülebilir. Toplu sözleş­ Sınıflar savaşımının yükseldiği ve bu ha­ me dönemleri, temsilci atama gibi olaylar reketi yönlendirecek sınıf bilinçli işçilerin ya­ sendikal konulara duyarlılığın arttığı gün­ ratılmasının yaşamsal önem taşıdığı günü­ lerdir. Toplu sözleşmelerden ve sendika­ müzde eğitim faaliyetleri yeniden öne çık­ lardan neler beklediğimiz, sendika demok­ maktadır. Sendikalar eğer uygun yapılan­ rasi gibi konular yoğun biçimde tartışılma­ malarla donatılmaz ve sınıf bilinçli işçiler ta­ lı, genişkesimlerin bu konulara duyarlılığı rafından yönlendirilmezlerse yükselen mü­ sağlanmalıdır. Sendika içi mücadelenin cadeleye ayak uyduramayacaklar bir süre keskinleşmesi ile geçmiş dönemde olduğu sonra da engel oluşturmaya başlayacaklar­ gibi önümüzdeki günlerde de sendikalar­ dır. Sendikaların mücadele organlarıhali- da tasfiyecilik eğiliminin güçleneceği şim­ ne dönüştürebilmek için tüm gücüyle çalı­ diden ortaya çıkmıştır. Tasfiyecilik ve sen­ şacak, örgütçü, esnek ve müdahaleci işçi dika] demokrasininuygulanmaması durum­ önderlerine duyulan gereksinme büyüktür. larında işçilerin aktif tepki gösterebilmeleri sağlanmalı, her iki konuda tartışmalarda Eğitim neyi hedeflemelidir? gündemden düşürülmemelidir. Sendikadan Sendikal eğitimle kitlelerin doğru dev­ toplu sözleşmeleri onayımızla imzalaması­ rimci hedefler etrafında örgütlenmesi nı ya da temsilcileri seçimle atamasını bek­ amaçlanmalıdır. Bu amaca yönelik bir ça­ lemek yetmez. Bütün bunların yaşama ge­ lışmayı mevcut yapılarıyla varolan sendi­ çirilebilmek için işçilerin sendikayı zorlaya­ kalardan beklemek olanaksızdır. Sendikal bilmesi yöneticilerinden hesap sorabilme­ mücadeleyle iktidar mücadelesinin birlik­ si önemlidir. Sendikal denetim yokluğun­ teliğini kavratmak ve işçilerin bağımsız he­ da en devrimci sendikaların bile kısa süre­ defleri doğrultusunda örgütlenmesini sağ­ de düzenle uyumlu kurumlar haline dönü­ lamak görevi sınıf bilinçli işçilere düşmek­ şeceği gerçeği unutulmamalıdır. tedir. Yaşamın zenginliği içinde önümüze Grevler işçilerin kendisinden başka işçi-

leri ve işverenleri de düşünmesini sağlaya­ cak, düzenin kurumlarını, yakından gör­ mesine, tanımasına yolaçacak gerçek birer okuldur. Hele günümüz koşullarında ya­ pılan grevlerin sınıfa kazandırdığı deneyim­ ler çok zengindir. Grevlerle dayanışmanın yükseltilmesi, birliktelik duygusunu güçlen­ direcek, sınıfa moral kazandırırken,işveren­ leri ürkütecektir. 12 Eylül’le birlikte egemen sınıflar, sos­ yalistlerle işçiler arasındaki bağı koparmak ve işçileri düzenin sınırları içinde tutabilmek için yoğun bir propaganda sürdürmüşler­ dir. Günümüzde de bu tür propaganda farklı biçimler alarak sürmektedir. Sınıf bi­ linçli işçiler egemen ideolojinin kitleler üze­ rindeki etkinliğini kırabilmek için düzenin tüm kurumlarıyla teşhirine yönelmelidir. Günlük basının iyi izlenmesi, temsilcilik odasında sık sık tartışmalı toplantıların dü­ zenlenmesi, düzenli duvar gazetesinin ha­ zırlanarak işçilerin olan bitenden haberdar edilmesi, olanak varsa şube düzeyinde bül­ ten çıkarılması egemen sınıf propagandası­ nın etkisini bir ölçüde azaltacaktır. Birlikte izlenecek bir film ya da tiyatro eseri söyle­ nebilecek nice sözden etkili olabilir. İşyer­ lerinde işçilerin katıldığı sanatsal ve kültü­ rel etkinliklerin düzenlenmesi canlılık ve ha­ reketlilik sağlar, birliktelik duygusunu güç­ lendirirken, işçileri bu tür etkinliklerden uzak tutmaya çalışanlara verilmiş iyi bir ce­ vap olur. Eğitim etkinliklerinin düzenli ve sistemli yürüyebilmesi için işyeri ya da şubeler dü­ zeyinde eğitim gruplarının oluşturulmasın­ da yarar bulunmaktadır. Bu gruplar aracı­ lığıyla hazırlanacak düzenli programlarla sorunlarımız ve çözüm yolları geniş biçim­ de tartışılabilir, eksik ve zaaflarımız tespit edilebilir ve aşılması yolunda adımlar atıl­ ması sağlanabilir. Mevcut sendikalarda bugün süren eği­ timlerin çoğu Anayasa ve yasaların kavratılması ya da anti-demokratik olanların de­ ğiştirilmesi sınırını aşmamaktadır. Eğitim grupları bir yandan etkinliklerini yerine ge­ tirirken, diğer yandan sendika genel mer­ kezlerini eğitim konusunda duyarlı olma­ ya zorlamalıdırlar. Sendika genel merkez­ lerinin yürüttüğü eğitim faaliyetlerinin yay­ gınlaştırılmasına ve işçiler tarafından dikkat­ le izlenmesine çalışılmalıdır. Ne amaçla ya­ pılırsa yapılsın bu tür toplantılar sendikal anlayışların, ya da işçi sınıfının bugün için­ de bulunduğu durumun tartışılabileceği ze­ minlerdir. Uzman kişilerin hazırladığı kon­ feranslar, paneller ve genellikle belirli bir ka­ rara varabilmek amacıyla yapılan kapalı sa­ lon toplantıları eğitim faaliyetlerinde kulla­ nılması gereken diğer yöntemlerdir.


Kazlıçeşme’de Grev

KAZLIÇEŞME’DE GREVE DOĞRU K azlıçeşm e, şairin “yek sengine acem m ülkünü” feda ettiği İstanbul şehrinin ilk varoşu Zeytinburnu’nun denizle buluştuğu dar sahil şeridinde yer alır. Şair, Kazlı’da yaşasaydı veya görseydi, aynı yargısını yineler rriiydi? Sanm ıyoruz. Zira o zevk ve sefa d e ­ minin günüm üzdeki devam cıları,,son model M erced es’leri ile sahil yolundan geçm ek zorunda kaldıklarında, ya yol­ larını değiştirirler, veya hem en yüzle­ rini buruşturarak çamlarını sıkı sıkıya kapatarak ipek mendilleri ile nazik bu­ runlarını tıkarlar. O rada ne Lale devri Kâğıthane alemleri yaşanır, ne de B o ­ ğaziçi’nin tatlı aşkları. Rüzgar orada bir başka eser.

yitirmişlerdir. S a d e c e kendi günlük çı­ karlarının içine hapsolm am ış, en y ay ­ gın d ayanışm a grev ve direnişlerine imza atmışlardır. Santral M ensucat’taki işçiye d e, T A R İŞ ’teki direnişe de anın­ da om uz verm işler, yükselen faşist te ­ röre karşı d efalarca, toplu iş bırakm ış­ lardır. Türkiye devrim ci h a re k e tin d e ,k deri işçilerinden çıkan önderlerin sayı­ sı, belki de oran olarak en yüksek ra ­ kamı bulur. G erek T Ü R K -İŞ ’te, gerek D İSK ’te, bu işkolundaki sendikalar, devrimci dem okrasinin bayrağını en ön d e tutm uştur. D İSK , yedinci G enel Kurulu’na sunulan devrim ci rapor ve karar taslaklannda, D İSK ’te direniş çiz­ gisinin hakim kılınması m ü cad elesin­ de otsun, İLER İC İ D ERİ İş Sendikası, K azlıçeşm e, Türkiye deri sanayiinin Y E R A L T I M A D EN -İŞ’le birlikte birin­ candam arıdır. Kâr oranının en yüksek ci kem andır. Aynı biçim de, T Ü R K olduğu bu sanayi kolunda en ilkel şart­ İ Ş ’teki m ücadelenin son on yılında, lar ve en geri teknikle patronlar milyar­ D E R İ-İŞ Sendikası hep önd e olm u ş­ ları ceplerine indirirler. Çoğunluğu zu­ tur. T Ü R K -İŞ 1 4 . G en el Kurulu’nda lüm den, topraksızlıktan, ağa baskısın­ yalnız başına da o lsa , devrim cidan kaçan Kürt em ekçilerinin oluştur­ dem okrat bayrağı dalgalandırmış, S o sduğu işçiler: bu ilkel koşullarda, hüner­ yal-D em okrat m uhalefetle arasındaki li elleriyle batının m odern sanayii ile çizgiyi kıskançlıkla korum aya çalışm ış­ boy ölçüşecek ürünler yaratırlar. K e n ­ tır. Elbette bu uğurda d aha alınacak dileri Zeytinburnu’nun dışına bile çık a­ p ekçok yol vardır. A m a bugünkü h a ­ m azken, yarattıkları ürünler P aris’in, liyle bile D E R İ-İŞ Sendikası, T Ü R K -İŞ L ond ra’nın, Berlin’in ya da New içindeki devrim ci-dem okrat m uhalefe­ Y o rk ’un en lüks semtlerini ve vitrinle­ tin odağı haline gelmiştir. D E R İ-İŞ rini gezer. Dünyanın dört bir yanındaki Sendikası’mn bu hızlı kabuk değişimin­ oligarşi veledlesinin gardroplarını sü s­ d e, K azlıçeşm e işçileri, birinci d e re c e ­ ler. Kazlı’dan geçerken M erced es’leri den rol oynam ıştır. 1 2 Eylül sonrasın­ içinde ipek mendilleriyle burunlarını tı­ da İLER İC İ D E R İ-İŞ S en d ik ası’nm kayanların, B oğaziçi’nin ve b eş yıldızlı üyelerinin de katılımı ile sendika, hem otellerin lüks g e ce kulüplerinde e ğ le ­ üye sayısınca güçlenm iş, hem de bi­ nenlerin ayaklarında ve sırtlannda Kaz- linçle ö n e fırlamıştır. 2 0 -2 1 Eylül lı işçilerinin kendilerini tüketerek yarat­ 1 9 8 6 ’da yapılan 2 2 . G enel Kurul’a su­ tıkları deri ayakkabılar, ceketler, kürk­ nulan rapor ve delegelerin k on u şm a­ ler vardır. O deri ve kürklerin ham h a ­ larında yapılan tesbitler ve öneriler, lini ve işlenişini görseler, bu cici bay ve ki T Ü R K -İŞ 1 4 . G en el Kurulu’na da bayanlar en hafifinden baygınlık g eçi­ sunulmuştu- sendikal m ücadelenin yol rirler ve ömrübillah giym em eye yemin gösterici bildirgesi olarak kabul edilse, abartılm ış olunm az. ederler. Patronlara milyarlık servetler kazan­ Deri •işçileri. Eylül sonrası yılların dıran, bol paralı olanların lüks giyim durgunluğunda, sendikalarını sağlam zevklerini karşılayan deri işçilerinin hali tem ellere oturtm anın m ücadelesini nicedir? K elim enin tam anlam ıyla F E ­ verm işe benziyorlar. Şim di sıra m ü ca­ LAKET! Aldıkları ücretle yarı aç yaşar­ dele bayrağını dalgalandırm ak için, lar. B inlercesi; ten ek e, tah ta, kerpiç m eydanlara çıkm aya geldi. 1 9 8 0 rö n ­ karışımı tek odalı sözde evlerde oturur­ cesinin onurlu geçm işine sahip, Kazlılar. Maruz kaldıkları ağır koku yirmi çe şm e işçilerinin bu görevin altından dört saat, onlarla birlikte olur. Y e d ik -' kalkm am ası için hiçbir neden yok. Y e ­ lerinden, içtiklerinden bile tat alam az­ ter ki, o günlerin örgütlülük seviyesi­ lar. Ağır çalışm a koşulları ned eni ile, ne hızla ulaşılabilsin ve yeter ki, eski gencecik yaşlarında göçüp giderler. işyeri önderlerinin kaybını telafi e d e ­ A ncak deri işçilerinin büyük ço ğ u n ­ cek yeni önderler, cesaretle göreve ta­ luğu yaşadığının bilincindedir. Eylül lip olabilsin. N isan’da bir arkadaşları­ nı iş cinayetind e kaybeden Kazlı işçi­ öncesinin en ileri eylem lerinde önd e

lerinin eylem i, son yedi yılın en yük­ sek eylem lerinden biri olarak tarihe geçti. Bu ey lem , Kazlı işçilerinin neyi göze alabileceklerini açıkça gösterdi. D aha sonra yapılan toplu sözleşme g ö ­ rüşm elerinin sonuçlarının d eğerlen di­ rildiği kapalı salon toplantısındaki ruh ve bilinçte aynı kararlılığı bir kere d a ­ ha onayladı. Artık sözler bitti, sıra d av­ ranışın!

GREVDE DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR Belki son an d a, işverenler işçilerin isteklerine teslim olup evet diyecekler, bilem iyoruz. Zira işverenlerin önü nd e halen koca altı gün var. (Bu satırlar 18 Haziran’da yazıldı). Biz sendikanın ve işçilerin kararlılığından ve asılan grev ilanlarından kalkarak, grevin uygula­ nacağını varsayıyor, değerlendirm em i­ zi on a göre yapıyoruz. D iğer sayfalarda günüm üz grevleri­ nin niteliği ve hedefleri üstünde uzun­ ca durulduğundan, tekrardan kaçınm a kaygısı ile o konuya girmiyoruz. Y a z ı­ mın bundan sonraki bölüm ünde m u h­ tem el grevin yürütümünde dikkat edil­ mesi gereken özellik' zri anlatm aya ç a ­ lışacağız. K azlıçeşm e işçileri, kendilerinden ö n ce grev bayrağını dalgalandıran kar­ deşlerinden üç önem li avantaja sahip­ tir. Birincisi, ilk olm anın tereddütlerini, kararsızlıklarını ve acemiliklerinin sa n ­ cısını çekm eyecekler. N ETA Ş, P İR E L ­ Lİ arkasından D E R B Y işçileri yolu açtı. G revlerin karşı karşıya olduğu soru n­ ları, teorik kavrayıştan öte, pratik d av­ ranışları ile gösterdiler. Onların d en ey ­ leri, deri işçilerinin yolunu aydınlattı. En son P E T R O L -İŞ ’in yürüttüğü yay­ gın grevlerde ders çıkarmasını bilenler için, zengin birikimler sağladı. İkincisi: iş yerlerinin, oturm a m ahal­ line yakınlığı ve Kazlı işçilerinin mahalli m ü cad eled e oynadığı olum lu rol. grevlerin halktan tecrid edilmesini im ­ kânsızlaştırıyor. Finans-Kapitalizm 12 Eylül sonrası çıkardığı yasalarda grev­ lerin tecrid edilm esi, özel bir yer tutar. Bu amaçlarının pratik sonuçlarını d oğ­ rusu fazlası ile aldılar. A m a Kazlı g re­ vinin tecridi, ne yasalarla, ne baskı ve terörle eng ellenem ez. K adınlan, ç o ­ cukları, yakınları, kom şuları ile işçiler, grev alanında olabilir. Bir başka deyişle tüm Zeytinburnu grev alanına çevrile­ bilir. Y eter ki istensin ve onları sefer­ ber e d e ce k yaratıcılık gösterilebilsin. d e v a m ı 8 1 . s a y fa d a

Bugün grev karan aldığımız 124 işyerinden, 3 3 ’ünde greve çıktik. Bu işyerlerine çalışan 1500 deri işçisi, haklan uğruna kutsal bir mücadeleye başladılar. Yann 81 işyerinde 2 0 0 0 deri işçisi daha greve çıkacak! Niçin? Deri işçileri, 24 Ocak 1980 kararlan ile birlikte emekçi halkın işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa mahkûm edildiğinin bilincindedir. Bu iktisadi politika sonucu bugün resmî kayıtlara göre işsiz sayısı 2 milyonu bulmuş, yine resmî açıklamalara göre gerçek işçi ücretleri yan yanya düşmüştür. Fakirliğin hızla artması sonucu verem hastalığı yeniden hortlamış, boşanmalar artmış, fuhuş yaygınlaşmıştır, izlenen bu iktisadi politikadan deri işçilerinin nasibini almaması düşünülemez. Bugün deri İşçileri son derece gayrı sıhhi şartlarda verem yuvası imalathanelerde çalışmaktadır. !ş Yasaları, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzükleri bu imalathanelere girmemiştir Bu gayrı sıhhi şartlarda çalışan işçilerimiz ya verem olmakta, ya da işgüvenliği önlemleri olmadığı için sık sık iş kazalarına kurban gitmekteler. Yaşayanlar ve çalışanlar ise hiçbir iş güvencesinin olmadığı bu ortamda, işten atılma korkusu ile her gün bin kere ölüp, bin kere dirilmekteler. Bu pis, bu verem yuvası imalathanelerinde çalışan işçilerimiz, ortalama 4 5 bin lira ücretle gecekondularda oturarak, yaşam savaşı vermekteler. Gerçek kahraman bu işçilerdir. İşçilerimiz bakımından, ağır çalışma koşulları ve yoğun sömürü anlamına gelen deri sanayii, deri işverenleri ve ihracatçıları için bir aşııı kâr ve vurgun olandır. Kârlarını işçilik maliyetlerini, daha da aşağı düşürerek, arttırmayı • amaçlayan deri işverenleri, işçilerden gelen her türlü hakkı ve insani talebi, geri çevirmekteler. Bu zihniyetle hareket eden deri işverenleri sendikası, bugüne kadar toplu sözleşme görüşmelerini savsaklamış, sendikamızın taleplerini geri çevirmiş ve neticede sendikamızı, binlerce işçimizi greve çıkmaya mecbur etmiştir. Bu durumda grev bizim en meşru nefsi müdafaa hakkımızdır. Ve bunu kullanacağız. Bizim bu haklı mücadelemize işveren sendikası, lokavtla karşılık vermiştir. Lokavtın bir hak değil, bir insanlık suçu olduğu, bugün dünyada kabui edilmiştir. Onlar insanlık suçu işlemeye devam ede dursunlar, zafer ahn teri dökerek değer yaratan ve hakkını arayan, deri işçilerinindir. Yaşasın işçilerin birlikte mücadelesi Yasasın GREVİMtZ.

/

Deri-İş

59


TÜRK ELEKTRİK ENDÜSTRİSİ (TEE) İŞÇİLERİ NİN OTOMOBİL-İŞ’DEN İSTİFALARININ ANLATTIKLARI T .E .E . işçileri de o bölüklerden biri idi. Türkiye Finans Kapitali’nin elebaşıların­ Hatta bölgesinde ilk defa teşkilatlanan. Me­ dan KOÇ HOLDİNG’e bağlı Türk Elektrik Endüstrisi İşçileri Mart - 1987’de Sendika­ tal işçileri hiçbir politik hareketin yörünge­ ları Otomobil-İş’den (neredeyse - hiçbir so­ sinde değil, kendi sağduyusu ile bu “ta k ­ mut gerekçe ve talep belirtmeden) istifa et­ tik m ücadele”yi yürütmüştü.. Dikkat ve tiler... Şüphesiz ki bu olay Finans Kapita­ ihtiyatlılığı sayesinde de çok önemli kayıp­ lin Metal işçilerine karşı yeni bir “HAÇLI lar vermemişti. SE FE R L E R İ” başlatacağının başlangıcı ve ■ İşçi Sınıfının bu başarılı-dikkatli-akılcıl habercisidir. MAN-UZEL-PERPEKTÜP taktiğini izleyen Finans Kapital karşı saldı­ OERLİKON-ARÇELÎK gibi gözde işyerle- . rıya geçip. MAN-UZEL-ARÇELİK PERri daha önce istifa ettirilmişti... Bunları bir PEKTÜP gibi işyerlerini istifa ettirmişti. bütün olarak değerlendirdiğimizde düşma­ Şimdi aynı saldırıyı Türk-Elektrik’te ger­ nın (Finans Kapitalin) pasif saldırısı sözkoçekleştirdi. Daha doğrusu buna saldırıda di­ nusudur... NEDEN? yemeyiz Uzaktan sopayı gösterir göster­ mez (“İşten atarım ha!”) işçi arkadaşlar is­ 12 Eylül saldırısının amacını bugün da­ tifa ettiler. Bu hemen “teslim oluş”un ne­ ha iyi “yaşayarak” anladık: denleri nelerdir? Başka fabrikalarda nasıl — İşçi sınıfının ve mamurların ücretleri bu duruma düşmeyiz? Esas problemimiz­ belli bir oranda donduruldu. Toplu İş Söz leşmesi yapmanın bir anlamı kalmadı. dir. — Küçük Esnaf ve Orta Sermaye kâr­ 1970-80 yıllarında İşçi Sınıfımız “E ko­ ları Finans Kapitale aktarıldı. nomik Mücadele”nin fazlasıyla tadını al­ — ihracata yönelerek -iç fiyatlar muaz­ mıştı. “R ah at iş. Fazla Ü cret” için yapı­ zam artırıldı. lan mücadelede DİSK'in görevini yapma­ dığını kimse iddia edemez. Bu yıllann 1980 — Üretim kesintisiz devam etti. sonrasına etkisi: — “Anarşi ile Mücadele” adı altında esas toplumsal anarşi fazlasıyla yaratıldı. 1- Vasıfsız kıdemli işçilerin ücretlerinin Bu -görünüşte sessizce gerçekleştirilen yüksek olmasını, uygulamalar devam ederken- İşçi Sınıfımı­ 2- Sendikaların hep “fazla zam” alabi­ zın en teşkilatlı bölükleri “yeniden len teşkilat olduğu yargısını beraberinde ge­ sendikalaşma” problemi ile karşılaştılar ve tirmiştir. sendikalaştılar. DİSK'in kapatılmasına (bek­ Her iki durumda “Yeni Sendikalar” için lendiği halde) İşçi Sınıfımız neredeyse hiç­ olumsuz etki yapmıştır: bir tepki göstermedi. 6 0 yıldır biriken yap1- Eski işçiler bu yüzden (fazla ücret al­ kın karakterden mi olacak?.. DİSK yöne­ dığı için) “işten atılm am ak” için mücade­ ticilerinin aristokrat zümre eğilimini fazla­ leye gelemiyorlar. sıyla “eliyle tutup, gözüyle görmesinden mi olacak ?” gerçeklik bu...

Toplu Sözleşme dışında hiçbir faaliyet yapılmaması OTOMOBİL-İŞ ile diğer sendikalar arasında benzerlikler yaratmaktadır. Salt seçim uygulamaları yetersiz kalmaktadır.

60

O zaman 12 Eylül yönetiminin İşçi Sını­ fına sendikal önerisi “T Ü R K -İŞ’e gidin” oluyordu. Metal işçileri bu seçeneği kabul etmediler 100 bin üyeli TÜRK-METAL dururken. 10 bin üyeli OTOMOBİL-İŞ’i tercih ettiler. Hem de akit sendika değil ken...

2- 1980 sonrası işverenler: “İşgücünü katmerli sömürmek”yi taktikleştirdiği için “yüksek zam” almak eskisi gibi kolay değil. Böyle olunca yığın eğilimi: “A Sendika ile B Sendika arasında ne fark v a r?.” “Hangisine üye olsam , aynı sözleşm e olacak .” gibilerindendir. Özellikle Metal İş­ kolunda M ESS ile yapılan GRUP SÖZ­ LEŞMELERİ bu değerlendirmeye yol aç­ maktadır. Bu genel olumsuzluk yanında Türk Elek­ trik İşçileri’nin 12 Eylül’de Grevde oluşları (Sözleşme yapamamaları) olumsuzluk ya­ rattı. Komşu General Elektrik, o dönem­ de sözleşme imzaladığı için; Türk Elektrik İşçilerine 3 0 -4 0 bin fark attı. Türk Elektrik işçileri her ay maaş aldıkça; greve tepki duymaktan -eski sendikalarına küfür et­ mekten geri durmadı. Kimi aristokrat sen­ dikacıların grev zamanı “ bey gibi yaşadığını” yakınarak anlatırlar. Bu tep­ kilerini OTOMOBİL-İŞ'in Temsilcilik se­

çimlerinde gösterdiler. (Eski Sendika yan­ lılarını seçmeyerek.)

j

İşveren bu zamanda bu tepkileri iyi kul­ landı. Hem de işçilerini kendilerine bağla­ mada ( şimdilik-) başarılı oldu. Devam, Mükemmel Devamı olanlara ÖDÜL (Buzdolabı-Altın v s.) vererek kişicil çıkar­ ları. eğilimleri körükledi. Yeni aldığı işçile­ rin çoğunu (Trakya Karadeniz bölgesinden tanıdık seçerek) kendi yörüngesinde dav­ randırdı.. Bu Amerikanvari yönetim biçi­ mine karşı: “dişe-diş” mücadele verebile­ cek kadro yaratılamadı. Bazı arkadaşların zorunlu ayrılışları, bir arkadaşı deniz kaza­ sında kaybetmemiz, bir-iki arkadaşın işten çıkarılması bu yaratılışa engel oldu. 10-15 kişi olabilmiş eski ileri işçiler ise, rahatlık dö­ şeğine fazlaca uzandığından gerekli müca­ dele yaratılamadı. İşveren eski işçileri “işten çıkarırım ” korkusuya. yeni işçileri tanıdık formenlerle -postabaşıları ile yönetti. Özellikle KARAALİLER gibi hemşeri teşkilatlarını ye­ terince kullandı. Ve kazandı.. (İstifa ettir di) Hemen peşinden TÜRK-METAl V üyelikler başlatıldı Peki Otomobil-İş yönetiminin eksiği ne idi ve nasıl düzeltilebilir? Deyince: 1- MESS ile 1986-88 Grup Toplu Söz leşmelerinde GREV KARARI’nı “B lö f’ ola­ rak kullanmak... 2- Üye aidatlannı arttırmak yanlış olmasa da üyelere haber vermeksizin onlann onayı alınmadan arttırmak yanlış oldu. Devlet benzeri “tepeden kesinti” bu yıllar fazla­ sıyla tepki toplar. 5 0 0 -1 0 0 0 lirayı araya­ cak kadar yığınlar duyarlıdır. 3- Toplu Sözleşme dışında hiçbir faali­ yet yapılamaması OTOMOBİL-İŞ ile diğer Sendikalar arasında benzerlik yaratmakta­ dır. Salt seçim uygulamaları yetersiz kal­ maktadır. 4- Siyasi aynlıklar kitlecil iş potasında eritilemediği için gruplaşmalar sendikanın ve işçilerin birliğini bölmektedir. Bu durumda KOLLEKTİF ÇALIŞMAK imkansız hale gelmekte... Düşman bu durumdan yarar­ lanmaktadır. Yenilgi kaçınılmaz hale gel­ mektedir. 5- En önemlisi OTOMOBİL-İŞ AŞIRI MERKEZCİ konumdadır. Yığınlan hareket ettirici DEMOKRATİKLİK sendikanın çok acil ihtiyacıdır. Biz merkezde elimizde “sen­ dikal disiplin” sopasını tutarken yığınları işverenler yönlendiriyor. Bir gün Merkezi­ miz ile başbaşa kalırsak şaşmayalım.


Sosyalist Mücadelede

TEMEL GÖREV /

Cemil Yalçın Solda “80 Dönemine” yönelik değerlen­ zümlenmedikçe (veya ortadan kaldırılma | yönetimin sürekli eleştirilmesi ve teşhir edil­ dirmelerde genel bir anlayış var. Kaynağını dıkça da diyebiliriz) de ekonomik bunalı­ mesi demek. Yönetime karşı tepkilerin sol liberalizmden alan bu görüşe göre, mın aşılması pek mümkün görünmüyor, iş­ oluşturulması ve bu tepkilerîı örgütlenmesi ülkemizde 80* Eylül sonrası dönemin ya­ te bundan dolayıdır ki, 8 0 ’ Eylül dönemi­ demek. Böylece sosyal demokrat sendikal şanması M İ t d<onomik bir gelişmenin so­ nin nedenini politik gelişmelerde ve poli­ anlayışın eleştirilmesinin ve böylesi bir an­ layışa tepkilerin geliştirilerek, bu anlayışın nucudur. Veya daha açık söylersek ege­ tik bunalımda aramak gerekiyor. giderek terk edilmesinin zemini daha da ge­ men sınıfın ekonomik bunalımının sonucu. Böylesi bir politik bunalımdır ki, ekono­ nişlemiş oluyor. Ama bu aynı zamanda Böylesi yetersiz ve ekonomist bir değerlen­ dirme, işçi hareketi üzerine yapılacak tar­ mik bunalımın veya sorunların çözümünü pratik olarak (veya hatta buna kendiliğin­ tışmaların da sığlıktan kurtulamaması gibi ! engelliyor. Engellemekten de öte bunalı­ den bir gelişmeyle de diyebiliriz), geçmiş­ mın giderek derinleşmesini sağlıyor. Ve bu te kendisine “sosyalist’ olduğunu söyleyen bir sonucu doğurmakta. durum Türkiye ekonomisindeki bunalımın, sendikal anlayışında sorgulanması demek. Bundan dolayı yazımda önce, bu yeter­ dünya ekonomisindeki gene! bunalımdan Bütün bunlar ne demek? siz anlayışı mahkûm etmeye çalışacağım. farklı bir seyir ve nitelik göstermesi de sözko­ Bütün bunlar, nicel olarak gelişmekte Ancak bu yapıldıktan sonra, işçi hareketi­ nusu olamayacak. Bunalımdan çıkış ise yi­ olan işçi sınıfının, nitel olarak gelişmesinin nin değerlendirilmesine girilecek ve sosya­ ne. daha çok ve öncelikle politik önlemlerin de önünün açılması demek. İşçi sınıfımı­ list hareketin önündeki temel görev hak­ alınmasını zorunlu kılıyor. Çünkü sorun, zın politika sahnesinde ağırlığını hissettirekında bir sonuca ulaşılmaya çalışılacak. yukarıda da belirtildiği gibi, iktidar blokun­ bilmesinin önünün açılması demek. Hissetdaki güçler dengesinin yeniden düzenlen­ tiriyorda. Politize olma ve sistemin sınırlaHer ne kadar 80’ Eylül sonrası dönem, mesi; sistemin yeniden biçimlenmesi soru­ nnı zorlayan radikal bir gelişme işçi hare­ ülkemizdeki tekelleşme sürecine bir ivme nudur. İşte bu doğrultuda ülkemizde ordu, ketinde giderek eskisinden çok daha hızlı kazandırmış ve tekelci burjuvazinin bu an­ gelenekselleşmiş misyonunu bir kez daha bir biçimde yaygınlaşıyor. lamdaki tıkanıklıklarının önünü açmış olsa hayata geçirecektir. Alınan ekonomik ve işçi sınıfının politika sahnesinde geliş­ da, darbenin temel nedenini ekonomik bu­ politik “önlemler” ile tekelci burjuvazinin nalımda aramak, hele hele tek başına eko­ ekonomik gelişiminin önü açılacaktır. Öy­ mekte olan ağırlığını. 80' Eylül dönemine yönelik değerlendirme ve gözlemlerden de nomik bunalımda aramak pek doğru de­ le de olmuştur. 8 0 ’eylül sonrası dönemin ğil. Ama bu söylediğim, tekelci burjuvazi­ ekonomik verileri çok açık ve net gösteri­ çıkarmak mümkün, bilindiği gibi 8 0 ’ Eylül en büyük darbeyi işçi sınıfına vuruyor. 12 nin öyle önemli bir ekonomik bunalımı ol­ yor. Milli gelirden en fazla payı hep tekelci Mart tan çok daha farklı. Daha sert ve ya­ madığı anlamına da gelmiyor. Tabii ki te­ burjuvazi almış, orta burjuvazi ve kırsal ke­ mel bunalımın özünde toplumsal yapının sim Türkiye tarihindeki en yoksul dönem­ şam hakkı tanımaktan yana değil. Tam a­ ekonomik düzeyindeki gelişmeler yatıyor; men sosyal demokrasinin kanatlan altına lerini yaşamışlardır. payı büyük. Ama burada sözkonusu olan, girmiş olan sendikal harekete bile izin ver­ bu ekonomik bunalımı devindiren, gelece­ Ama politik bunalım, sadece egemen sı­ miyor artık. Kaldı ki bu sendikal hareket, yö­ ğini tayin eden ve bu anlamda temel olan nıfın kendi içindeki bir bunalım ile sınırlı değil netiminde sözümona ‘sosyalistler’ olduğu bir bunalımdır ki, bu da toplumsal yapının Bu politik bunalımda, sisteme karşı muhale­ dönemde bile 12 Mart Darbesine alkış tu­ politik düzeyindeki gelişmelerin bir sonu­ fetinde önemli bir payı var. Çünkü toplum­ tan bir sendikal harekettir. Böylesi bir geliş­ cudur. Genel olarak bunalımın karakteri­ sal muhalefetin, giderek yükselen devrimci me içersinde olmasına rağmen yine de ni belirleyen toplumsal yapının politik dü­ bir dalgaya dönüşümü yaşanıyor. Daha da DİSK kapatılıyor. Çünkü DÎSK sendikal yö­ önemlisi böylesi bir muhalefetin merkezi­ zeyidir ve bu anlamda da temel alınması nünden çok, ülkemizde politik bir olgu ola­ nin/yönlendiriciliğinin işçi sınıfına kayma­ gereken politik bunalımdır. sının koşulları her geçen gün daha da art­ rak değerlendiriliyor. Söylediklerimizi açarak devam ediyoruz. maktadır. O koşullar ki gelişmekte olan iş- ı 80’ Eylül’ü öncesi dönemde ülkede yaşan­ çi hareketinin daha hızlı bir biçimde politimakta olan ekonomik bunalım, gerçekten ze olmasını zorlayıcı karaktere sahip. Yani de giderek sancılı bir hal almakta. Ve bu koşullar giderek, işçi sınıfının politik sah ekonomik bunalım, toplumsal yapının di­ neye ağırlığını koymasının önünü açıcı ka­ ğer alanlanndaki bunalımlann da temel di­ rakterde. İşte Türkiye’deki bunalımı poli­ namiği. Ekonomik bunalımdan çıkışta, te­ tik gelişmede görmenin önemi burada ya­ kelleşmeye ivme kazandırılması ve yeni tıyor. Böyle değerlendirildiği zaman ancak, üretim alanlannm açılması gerekiyor. 24 işçi sınıfının politik sahnedeki ağırlığının te­ Ocak Kararlan almıyor, ama uygulanamı­ spitine ulaşabiliyor; veya böylesi bir tespit yor. ancak o zaman anlamlı olabiliyor. işçi sınıfının politik sahneye ağırlığını koy­ Uygulanamamasınm nedeni bir ölçü­ de egemen sınıfın kendisi. Çünkü m evcut' masının dünkünden çok daha fazla önü­ iktidar bloku içersindeki güçler dengesi te­ nün açık olması: Türkiye somutundaki en kelci burjuvazi için pek elverişli değil. İkti­ önemli gelişmelerden biri, bunun için açıl­ dar blokundaki güçler dengesinin yeniden ması gerekiyor. Sendikal mücadelede ya­ düzenlenmesiyle daha elverişli bir hale ge­ şanan durum bu söylediğimizi açıcı nitelik­ tirilmesi gerekiyor. Ve her geçen gün bu te. Sendikal mücadelede daha çok sosyal i sorun kendisini daha sancılı bir biçimde his­ demokrat eğilimler taşıyan, ama sosyalist İşçi sınıfımıan politika sahnesindeki ağır­ settiriyor. Sancıları giderek artan bunalımın olduğunu söyleyen sendikalist yönetim, lığı bir başka gelişmede daha gözlemlene­ bir özelliği daha var: Ortaya çıkışma ve ge­ DlSK yönetimindeki egemenliğini sosyal biliyor. 12 Mart Dönemi sonrasının ilk çı­ lişimine neden olan toplumsal yapının eko­ demokratlara kaptırıyor. Başka türlü söy­ kıştan üniversitelerden başlarken, 80' Eynomik düzeyindeki bunalımdan bağımsız­ lersek, sosyal demokratlardan farklı bir an­ lül’ünün demokratik çıkıştan (kıpırdanma­ laşıyor. Kendi iç işleyişini kazanması anla­ layışa sahip olmayan anlayış, gerçekten lar) fabrikalardan başlıyor. Yani demokratik mında bağımsalaşıyor. Artık kendi iç dina­ sosyal demokrat olan bir yönetime karşı toplumsal muhalefetin merkezi ve giderek mikleri ile gelişiyor ve bu dinamikler ç ö ­ muhalif bir konuma düşüyor... Muhalefet, yönlendiriciliği işçi sınıfımıza kayıyor.

E 3

ki O > -

Bütün bunlar, nicel olarak gelişmekte olan işçi sınıfının, nitel olarak gelişmesinin de önünün açılması demek. İşçi sınıfımızın politika sahnesinde ağırlığını hissettirebilmesinin önünün açılması demek. Hissettiriyorda. Politize olma ve sistemin sınırlarını zorlayan radikal bir gelişme işçi hareketinde giderek eskisinden çok daha hızlı bir biçimde yaygınlaşıyor.


Ama bu gelişmeyi burjuvazi de görüyor. Bunun içindir ki işçi sınıfımızdaki hareket­ lenmelere karşı çok daha feda duyarlı dav­ ranıyor. Kesinlikle taviz vermemekten ya­ na. işçi sınıfını moral ve örgütlülük anla­ mında geliştirip güçlendirecek başarılara geçit vermemeye çetlışıyor. Yine de gelişip güçleniyor; gelişip güçlenecek. Somut pra­ tik, böyle olmasını dünkünden çok daha fazla zorluyor. Üstelik gelişip güçlenirken somut pratik, kitlelere dünkünden çok da­ ha fazla öğretici verilerini de sunuyor. Si­ yasi kemikleşmeden uzak, dogmatik olma­ yan kafalar bunu görebiliyor tabi. Çok açık görülüyor: İşte Ptrelli ve Derby grevleri, işte Netaş grevi. Bu grevlerden başanyla çıkan, işçi sınıfının politik gelişkenliğinin gerisin­ de kalmayan, radikal bir mücadele anla­ yışının gerisinde kalmayan bağımsız sendi­ kal örgütlenme oluyor. Laspetkim-Iş her iki grevinden de başanyla çıkarken, Otomobllış grevini resmen bir yenilgi ile sonuçlandınyor.

DEVAM Yüzümde yine kavgam yine sevdam olacak Akşam yorgun düşüp Gece sustuğunda ağıtlanılmayacak Cem-Mart-1987

Yukanda sendikalist eğilimin sorgulan­ masının zemininin pratik olarak genişledi­ ğini söylemiştim. Mahkûm ederek sorgu­ luyor. Kitlelerin somutunu yakalayamayan, onun politika ve mücadele anlaytşlannın ge­ risinde kalan sendikalist eğilimi mahkûm ederek sorguluyor. İşçi sınıfının politika sahnesindeki ağırlı­ ğının gelişmekte olduğu ve bu gelişimin önünün dünkünden çok daha fazla açık ol­ duğunu son olarak, ülkenin ekonomik ya­ pısı hakkında söyleyeceklerimle bitiriyo­ rum- Türkiye ekonomisi artık işçilerine bir kuruş bile fazla verebilecek güçte değil. Bu anlamda burjuvazi işçi sınıfına karşı hep ke­ merleri sıkacak. Bu anlamda da işçi sınıfı­ mızın ekonomik mücadelesi, zorunlu ola­ rak her geçen gün politikleşmeye daha açık bir hale geliyor. Buraya kadar hep, işçi sınıfımızın politi­ ka sahnesindeki ağırlığının dünkünden çok daha fazla geliştiğini ve bu gelişmenin önü­ nün açık olduğunu söylemeye çalıştık. Türkiye Sosyalist Hareketi’nde yaşamsal bir öneme sahip bu nokta. Çünkü, işçi sınıfı­ mızın politika sahnesindeki ağırlığının ge­ lişmesi, sosyalst mücadeledeki önemli bir zaafın ortadan kalkmasının da yollarını aç­ mış oluyor. ö n ce bu zaafın ne olduğunu belirterek devam edelim ve sosyalist hareketin önün­ deki temel görevi saptaydım. Ülkemizde uzun yıllar sosyalist hareket, işçi tabanın­ dan yoksun oknanın sancılarını y«ışıyor. Di­ mitrov, Bulgaristan'da yaşanan benzer sü­ reç için, böylesi bir zaafı, işçi hareketinde­ ki sendikalist ve anarko-sendikalist eğilim­ lerin temel nedeni olarak görüyor ve sos­ yalizm mücadelesindeki her türlü sapma­ nın nedenini de buna bağlıyor. (Dimitrov/Işçi Hareketi Üzerine/Scrun yayınlan) Zaafın nedeninin açılması ve nedenin ta­ rihsel gelişimi ayn bir yazı konusu olabilecek nitelikte. Şimdilik burada belirmekle yetin­ mek zorundajîz . Tespit ettiğimiz böylesi bir zaafa göre temel görev, ülkemizdeki sos­ yalist hareketin işçi tabanına oturtulması ol­ malıdır. Halledilmesi gereken temel ve acil görev budur. Böylesi bir zaaf olduğundan dolayı temel ve acil olmaktan çok; bu gö­ rev, yerine getirilmesinin olanaklan dün­ künden çok daha fazla olduğu için temel ve acildir, öyle o kadar çok temel ve acil­ dir ki, birlik sorunu bile bu görevin yanın­ da tali bir sorun olarak kalmaktadır. Çün­ kü, doğru ve gerçekleşmesi mümkün bir­ liklerin hayata geçebilmesi ancak bundan sonra kalıcı ve sağlıklı olabilecektir.

ELEŞTİRİ GÜNLÜĞÜNDEN

SAVAŞMANIN ERDEMLİĞİ YA DA, YÜRÜMEK DURMAKTAN İYİDİR

Ahmet ERKÖK 1 960jı yıllar gerek dünyadaki gelişme­ ler, gerekse Türkiye’deki toplumsal büyü­ meler nedeniyle oldukça hareketli politik gelişmelere sahne olmaktaydı. 1960 politik devrimi, sınıf ayrılıklannın ve sınıf ve katmanların düşüncelerinin net­ leşmesine de bir ivme getirmiş olmakla kendi yok oluşunu hazırlamıştı. Artık toplumdaki her bir kesimin yeri ve rolü iyice belirginleşmişti. Eğitim üretim için diyenlerle eğitimin toplumun tümü için ya­ pılmasını savunanlar, ordu toplumun ma­ lıdır diyenlerle ordu devletin vurucu gücü­ dür diyenler. Demokrasinin bir gereği ola­ rak tüm çalışanların sendikalaşmasını sa­ vunanlarla, kamu kesiminde çalışanların b.üyük bir kesiminin “memur” olduğu ve bu nedenle de sendikalaşmalannın müm­ kün olamayacağını savunanlar. Toprak re­ formunu savunanlarla savunmayanlar, ya­ bancı sermayeyi savunanlarla savunma­ yanlar, üsleri savunanlarla savunmayanlar. Ya da tüm bunları savunması gerekenler­ le savunmaması gerekenler farklılaşmaya başlamıştı. Önceleri fikir tartışmaları biçiminde ge­ lişen ayrılıklar giderek çatışmalara dönüş­ mekteydi. Vedat Demirci, Taylan Özgür, Battal Mehetoğlu gibi kişiler gerici silahlı çe­ teler tarafından öldürülmüştü.

çok yerli iş gücü kullandıklarını belirtmek zorunda kalıyorlardı. Toplumsal muhalefet büyüyor, kitleler hızla politize oluyordu. Bu ara da aydınlar da nasibini alıyor. Dövülüyor, içeri atılıyor, eziliyorlardı. İktidar yıpranıyor, çaresizleşiyor ve hırçınlaşıyordu. MHP denilen bir parti komando teşkilatlan kuruyor, militan­ larını silahlı eğitimlerden geçiriyordu. Bu teşkilatın lideri yurtların ele geçirilmesi için talimat veriyor ve yurtlara saldırılar düzen­ leniyor, devrimciler kurşunlanıyordu. Ken­ dilerini savunmak zorunda kalan devrim­ ciler silahlanıyordu. Kınkkale ve Laz yapı­ sı silahlar hemen herkes tarafından aranır­ ken giderek yabancı silahlar bu savaşta ye­ rini alıyordu. Ekonomik kriz ve dış borç da hızla bü­ yüyor, hükümet memuruna maaş ödeye­ mez durumdaydı. Tüm bunlar solun güç­ lenmesine ve itibar kazanmasına neden olurken solda durum neydi? TİP (TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ), DİSK (DEVRİMCİ İŞÇİ SENDİKALARI KON­ FEDERASYONU) ve TÖ S (TÜRKİYE ÖĞRETMENLER SENDİKASI)

TİP DENEYİ VE DİSK

Türkiye solu 1946 yılından beri, parti an­ lamında yasal çalışma imkânına 1960 po­ litik devrimiyle birlikte ilk defa kavuşuyor­ Toplumsal muhalefet hızla yükseliyor, du. Parlamentoda sendikacıların bir parti­ giderek çoğalan mitingler giderek çoğalan sinin olmasını isteyen bazı sendikalistler kalabalıklarla yapılıyordu. Zamanın Başba­ TİP'i kuruyorlardı. Ekonomizmin ve senkanı “yollar yürümekle aşınmaz” politika­ dikalizmin sözcülüğü yapması düşünülerek sıyla mitingler hakkında kanaatini belli kurulan TİP toplumsal muhalefetin yüksel­ ederken ekonomik kriz hızla artıyordu. mesi döneminde kurulduğundan ister is­ Toprak reformu köylüler tarafından ken­ temez sosyalistlerin ve kitlelerin gündemi­ diliğinden yapılıyor, (Malatya 1969-70) gi­ ne giriyordu. Böylece bir yandan kitlele­ derek artan sayıda grev çadırlan kuruluyor, rin karşısına ostribsiyon olarak çıkartılırken, 6. filoya karşı büyük katılımlarla mitingler diğer yandan da kaçınılmaz olarak bir sü­ düzenleniyordu. re için bile olsa onların önüne düşmek zo­ runda kalıyorlardı. Nitekim sol TİP aracılı­ Gençlik yerli malı haftası düzenliyor, pet­ ğıyla kitlelerle ve birbirleriyle buluşma-tarolün ve yeraltı-yerüstü madenlerin milli­ nışma fırsatı yakalıyordu. leştirilmesini savunurken, araçların Petrol Ofisi bayilerinden benzin alması için çare­ Ne var ki, bu buluşma uzun sürmüyor. lere başvuruyordu. Amerikan-Türk Dış Ti­ Toplumsal muhalefetin yükselmesi TİP’in caret Bankası ismini değiştirmek zorunda politik ve pratik önderliğiyle doğru oran­ kalarak Amerikan sözcüğünü siliyor, çeşitli da gelişmiyor, mücadele büyüdükçe sınıf firmalar yerli malı ürettiklerini, ya da daha çelişkileri keskinleşiyordu.

I


Diğer yandan Türk-Iş içinde aradığını bulamayanlar harekete geçecekti. 1966 yı­ lında Kristal-lş’ini Paşabahçe grevini Türk-tş yönetimine rağmen destekleyen, Madeniş. Lastik-İş, Petrol-tş, Basın-iş, Gıda-Iş gibi sendikalar için Türk-tş’ten bir yıllık ihraç ka­ ran karşısında 12 Şubat 1967’de DİSK’i ku­ ruyorlar. Kuruluşu sırasında 30-32 bin üye­ ye sahip olan konfederasyon toplumsal muhalefete doğru oranda sayısal büyüme­ ye uğruyor, ancak siyasi anlamda aynı bü­ yümeyi gösteremiyordu. Toplumsal muhalefetin mevzilere ve si­ vil örgütlere gereksinimi vardı. Bu sivil ör­ gütleri etkisizleştirme ve gelişmesinin önü­ nü alma amacıyla hazırlanan yasa değişik­ liklerinden sendikalarla ve doğrudan DİSK’le ilgili olanına karşı işçiler cevap ola­ rak 15-16 Haziran eylemlerini koyuyorlar­ dı. '

TİP. işçi, köyl|ü ve gençlik sorunlanna doğru çözümlemeler ve gerekli müdaha­ lelerde bulunamıyordu. Bu süreç içinde gençlik örgütleri birleşiı yor ve Dev-Genç'i oluşturuyorlardı. Dev( Genç bir gençlik örgütü olmasına rağmen i 1 koyduğu yasal eylemlerde kitlesel katılım­ lar sağlıyor, bu nedenle de etkinleşiyordu. TİP yönetimi MDD’yi tasfiye ediyor. MDD’ci ilçeleri kapatıyor ve kitlelerde ge­ nel kabul gören MDD partisizleşiyor. MDD’­ yi farklı yorumlayan gruplar arasında ayrı­ lıklar derinleşiyor. Dev-Genç bu tartışma­ lara doğrudan katılıyor. Yönetenler yönetemez durumdadır, so­ runlar çözüm beklemektedir. Kitlelere ba­ ğımsızlık, demokrasi ve sosyalizm şian ulaş­ tırılmış kitleler sosyalistlerden umut bekler olmuştur. Soldaki bu tartışmalar mevzilerin hızla kaybedilmesine neden olmaktaydı. Hemen yanıbaşımızda bulunan Ortadoğu’daki sı­ cak savaş ve ulusal kurtuluş hareketi FKÖ ülkemiz halkının sempatisini kazanıyor, bazı insanlarımız bu savaşta Filistinlilerle birlik­ te savaşmaya gidiyordu.

f

İşte bu zaman ve zeminde doğal silah­ lanma içinde bulunan devrimcilerin, yurt­ severlerin ve halkın silahlarını "sokak ça­ tışmalarından” bir başka yöne kanalize eden Deniz Gezmiş’lerin eylemleri boyutlanıyordu. Parti ismini almayan askerî bir yapılanmaya politik misyonu da yükleye­ rek ardarda eylemlerden sonra THKO’lular yakalanıyordu. Öyle bir askerî eylem ki hiç kimseye kurşun sıkılmıyor. THKO’nun politikasını anlatan yapıtsa Deniz, Yusuf ve Hüseyin yakalandıktan sonra hapishanede hazırlanıyordu. Ancak THKO, MDD tartışmaları ve ona uygun strateji arayışları içinden çıkmış bir hareket olmakla ve ilk kadrolarının bu tartışmalar­ da yakından katılmalanyla kendine göre ne yapacağını hesaplamış bir hareketti. Kof bir çıkış değildi. Bunun yanısıra objektif koşul­ ların harekete uygunluğuyla hareketin ve kitlelerin sübjektif koşulları buna uygun de­ ğildi.

Sosyalistlerin kitlelerde itibar kazanma­ ! sına rağmen sol’un dağınıklığı, döneme iliş­ kin uzun süreli parti tartışmalarına at başı & giden strateji tartışmalan. Tüm bunların yanısıra ordu içinden gelenlerin bir şeyler ya­ pacağının beklenmesi, örgütsüzlüğün ve dağınıklığın uç noktada yaşanmasını geti­ riyordu. Dev-Genç kitle örgütü olma fonk­ siyonunu toplumsal zorlamalar nedeniyle

koruyamıyor, kendisine öncülük görevi yüklenilmeye çalışılıyordu. Attilla Sarp’ın birkaç gün evvel tutuklan­ dığı için katılmadığı son Dev-Genç genel kurulunda Sinan Cemgil, Ertuğrul Kürkçü’nün genel başkanlığa aday olmasını onay­ lıyor. Bunun altında ise kendilerinin THKO’nun eylem hazırlıktan içinde olma­ sı yatmaktadır. 12 Mart’a gelinmezden önce Mihri Belli Kuğulu Park’ta Mahir Çayan’la dolaşırken MDD’cilerin parti kurması gerekliliğinden bahsederek kendisinin de bu parti içinde yer alması gerektiğinden söz etmekte, Ma­ hir Çayan ise partinin eylem içinde doğa­ cağını söyleyerek bu konuşmadan sonra stratejik yöntem üzerinde tartışmayı biçim­ lendirmektedir. Soldaki tartışmalar bundan böyle strateji üzerine kaymakta, kırların ya da şehirlerin temel alınması üzerine tezler ileri sürülmek­ teydi. Dr. Hikmet Kıvılcımlının çıkarttığı Sosyalist bu tartışmalara doğrudan girme­ yi Türkiye tahlilleri üzerine kurulu verile­ rin üzerine oturtarak yapmakla birlikte, Kı­ vılcımlı ’’’Genç kuşakla” doğrudan bağ kuramam aktaydı. Filistin Faktörü gençliğin barutunun ateş­ leyicisi olmuştu. Parti tartışmalan böylece kesintiye uğrarken Dev-Genç yapısı gere­ ği de olsa çözüm bekleyen sorunlar karşı­ sında tıkanıyor ve kaosun bir parçası olu­ yordu. Ne var ki Dev-Genç geçmişi ve halkla bütünleşmesinia zorunlu kıldığı sıç­ ramasını kendi içinde yapacaktı. Deniz’ler kırsal alanlardaki TİP’in seçim çalışmalannı ve yasal mitingleri (T.TöreAnılar) kullanarak yeni mücadele hazırlık­ ları içine giriyor, devrimcilerin “sağ-sol çatışması"ndan çıkarak antiemperyalist mü­ cadelenin en uç noktası olan devrimci şiddet’in içine çekilmesine çalışıyorlardı. O dö­ nemde, THKO oluşumunun başlangıcın­ da parti çalışmaları Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’nin saygınlığına bırakılıyordu. Daha sonra Hüseyin İnan’ın içerde yaz­ dığı yapıtlarda parti görüşü ve buna bağlı olarak işçi sınıfının örgütlülüğü dışında gö­ rüşler muhtevaca ve biçimce kendisinden önceki devrimci hareketlerin hemen he­ men bir sentezi olmaktaydı. Yazımız THKO’nun teorik formülasyonunu içermediğinden bu konudaki görüş­ lerimizi bir başka zamana bırakarak neden özellikle istismara konu edildiğini de irde­ lemeye çalışacağım. THKO’nun eylemse! anlamda belirgin­ leştiği günlerde yönetenler yönetemez du­ rumdaydı. Hükümetin gitmesi için gerekli propaganda yapılmış, yalnızca hükümet değil, egemenliği halkın eline geçmesi için de yeterli potansiyel hazırlanmıştı. O gün­ lerde herkes bir şeyler bekliyordu. Bu bek­ leme giderek devrimci güçlerin bile katılı­ mıyla ordudan olmaya başlamıştı. Ordu­ dan “sol” bir darbe beklentisi o kadar ya­ yılmıştı ki, o günlerde tutuklu olan bazı Dev-Genç’liler bile ayakkabılarıyla “saba­ ha hazır” bir vaziyette yatıyorlardı. Teorik tartışmaların devrimcileri kitlelerden uzak­ laştırdığı bu dönemde. Gençlik hareketi içinden halkla bütünleşerek gelmiş ve bir kesim köy kökenli devrimciler işte bu dö­ nemde ilk eylemlerini peşpeşe patlattılar. [Banka eylemi, Tuslog’dan dört Amerika­ lının kaçınlması eylemi vb. Artık kitleler bu eylemi yapanlardan bir şeyler beklemeye .başladılar.

Ama kitleler örgütsüzdü, partileri yok­ tu!!) , DİSK suskundu, yani sübjektif koşul­ lar yeterince hazırlanamamışh. THKO’nun eylem alanı hiçbir zaman adam kaçırma ya da banka soyma olarak daraltılmamış, ak­ sine eylemler “Amerikan Emperyalizmi he­ def alınarak” gerçekleştirilmişti. Gerek bu, gerekse eylemi Tde adam öldürülmemeye dikkat edilmesi ’’HKO’nun kitleselleşmesi ve öğrenci haret îti olarak düşünülmemesini getiriyordu. THKO’nun saptamaları 13 Mart 1971 sabahı “faşizm” tahliline dayandırılan bir muhtıra değerlendirmesiyken, aynı gün S B F ’de yapılan forumda yeni hükümete program önerileri sunuluyordu. Bana göre bu hareket devrimcilerin içi­ ne düştüğü handikap ve eylemsizliğin bir çözümü idi. Dr. Kıvılcımlı bu çözümsüzlü­ ğü de kastederek “ordu kılıcını attı” diyor­ du. Gerçekten de ordu kılıcını attı. Serma­ yenin içine düştüğü 1971, krizini, kitlele­ rin içine düştüğü bunalım ve kendiliğinden büyüyen devrimci muhalefeti durdurmaz­ sa bile baskı altına alan, geciktiren. Bu bu­ nalım ve açmazın yanısıra devrimcilerin si­ lahını “iktidar alternatifi" olarak yöneten­ lere, ABD’ye çeviren THKO’nun eylemle­ rini kıskaç altına alan ve onun kitleselleş­ mesini engelleyen “kılıcını attı”. Kendisinden sonra gelen hiçbir eylem THKO’nun boyutuna ulaşmadı, yalnızca ilk eylemleri lokalleştirdi. Bana göre de bun­ dan sonraki eylemler öncekileri lokalleştir­ di. Artık mücadelenin yöntemlerinin değiş­ mesinin gerektiği aşamada eski taktiklerde ısrar edildi. Bu çözümsüzlük giderek gerekçesini Leııinizme ve Sovyetler’e yükledi, onu doğ­ rudan ya da dolaylı suçladı. Suçlu olarak başka ülkeler gösterildi. Gerçekte ise “dev­ rimin malzemesi içerdeydi”. Başka bir ke­ sim ise buna tepkime olarak durağanlığa kaymaya başlıyor, bazıları ise “ortodoks” kanat “geçmişe saygı, savaşa devam” di­ ye formülleştiriyordu. Yani Halkın Kurtuluşu, Emeğin Birliği ve TDY (Türkiye Devriminin Yolu, Hüseyin İnan)cılar olarak üçe ayrılıyordu. Birinci grup devrimci çizgiyi terk eder­ ken “eklektizm”le bir hayli kitleyi sağ bir çiz­ giye “sol” camekânda götürüyordu. İkinci grup dürüst bir şekilde eski hareketi TDY’cilerin devam ettirdiğini söylüyordu. TDY’ciler ise geçmişe sıkı sıkıya bağlılık­ ları yüzünden üretken olamıyor, teoride ve pratikte eylemsizleşiyorlardı. Devrimci mirası teslim alacak kimse kal­ mamıştı. Bu yüzden bir zamanların en par­ lak hareketi, sağın ve solun en çok istismar edeceği bir hareket oluyordu. Bence bu hareket kendisini “Foco”cu olarak görme­ diği gibi, bu teoriye açık karşıydı. Yukar­ da söylediğim gibi eylem alanını “banka soyma ve adam kaçırma olarak” görmü­ yordu. Tabiî ki Haşan Ataol gibi sırf ma,cera olsun diye bu harekete girmiş olanlar olacaktı. Bunlar da evdeki hesabın çarşı­ ya uymadığını gördüklerinde soluğu “içer­ de” alıyorlardı. Erdal Öz’ün bu hareket ve Deniz’ler ko­ nusunda istismannın son noktaya ulaşma­ sının nedeni de yayın evinin gelirinin mas­ raflarına yetmeyişinden başka bir şey de­ ğildi. Ama bizler biliyoruz ki, devrimci geçmiş her zaman sahibini bulur.

ÇATLATARAK CELLAT İLMİKLERİNİ Kalbim izin e n d e lic o ş s e v d a la r a k e m e n t attığı çağ a te ş le r k e n sözcü kleri. V e bir tufan iç in d e d elikan lılar Ö lüm ü tü rkü lerken G ergin d ü ş sa a tle rin d e g e c e n in Ve u zm an cellatların elin d e İn a n çla d ö v ü şm e n in A n lam ın ı ışıtarak bütün y ü z lerd e. Y a şa y a ca ğ ız G iyotin ağrısını b o y n u m u z d a taşıyarak K esilm iş bir b a ş gibi S e ğ ir te seğ irte ö lü m e d o ğ ru K o rk u n u n ağzım ıza ürüldüğü S ın a n m ış iş k e n c e sa a tle rin e d oğ ru Y a şa y a ca ğ ız B ütü n s o n sözlerin ba ğ rın d a diş izlerimiz İşi bitik çığlıklar k o p a r t a c a k V e b e lle k T u n ca d ö k e r k e n cin ayetin izlerini Ü stte g ö k altta y e r sa lla n a c a k Sıtm alı sa b a h la n a r e d ip a r k a m ız d a Ç a tlatara k bütün c ella t ilm iklerini V e k e s k in g en ç lik şa rkılan yla y ü k se ler , K a v g a d a n alıp p a y ım ız a d ü şen i. D ehşetin y u v a yaptığı yü zler V e k a fa ta sla n n a d ü şk ü n h a k i g ö m le k lile r A cıyı tekrarlarken s o ğ u k m o rg la rd a j i o c a m a n açılm ış gözlerin i k a rd eşlerin Islatarak a ra sıra Y a şa y a ca ğ ız Ç iç e k le r e u çan arıcğu lları gibi G e le c e k yüzyılların ku lağın ı Ç ın lata çınlata S e fa h a t L Ö B Ü T

63


TARTI

SADECE KAHRAMANLIK MI? Orhan DİNÇOK 12 Eylül öncesinde olduğu gibi bu yıl da Mayıs ayında çıkan bazı dergilerde Deniz’lere övgü yazılarını okuduk. Söylenen, özetle: “Bu insanlar kahramandı.” Acaba böyle mi? Deniz ve Mahir’de simgeleşen Dev-Genç hareketi sadece kahramanlık mıdır? Yasal bir derginin sınırlarıyla zorla­ narak da olsa bu konuya açıklık getirme­ ye mecbur olduğumuzu düşündük. * •♦ Kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde halkın sisteme karşı muhalif hareketinin motoru, ideolojik ve pratik mücadelenin öncüsü işçi sınıfı. Öncülük şu veya bu süb­ jektif iradenin değil, kollektif ve modern üretimle dolaysızca ilişkide bulunma mad­ di temelinden kaynaklanan objektif bir du­ rum. Ama pratik hayatta kendiliğinden ger­ çekleşecek ve herkesçe hemen kabul edi­ lecek bir konum değil.

E o 64

Siyasal mücadele her şeyden önce pra­ tik bir sorundur ve öncülük de pratikte ka­ zanılacaktır. Öncülük verilmez, kazanılır. Kimse işçi sınıfının öncülüğünü maddi te­ meli olduğu ve bilimse! olarak ispatlandığı için kabul etmez. İşçi sınıfı ancak gerçek­ ten siyasi öncülük yapabilirse; sınıf müca­ delesini /bir bütün olarak/ ideolojisi, tak­ tikleri ve becerisiyle pratikte yönetip yön­ lendirebilirse öncülüğü kazanabilir. Eğer işçi sınıfı sınıf mücadelesinin bütü­ nünde veya herhangi bir alanında öncü­ lüğü sağlayamazsa, o alanda oluşan boş­ luk başka sınıf ve zümrelerce doldurulabi­ lir. Çünkü sınıf mücadelesi öncülük soru­ nundan ayrıca objektif bir temelden kay­ naklanır ve durmaz. Her an tüm zenginli­ ğiyle sürer ve yeni eğilimler doğurur. Ön­ cü için sorun, bu zenginliği ve canlı akışı tümüyle kucaklayabilecek ideolojik sağlam­ lığa''genişliğe, taktik ustalığa/esnekliğe ve pratik cesarete/beceriye sahip olan bir ya­ pılanma içinde olabilmektir. Eğer herhan­ gi birinde eksiklik varsa bu, mücadele ala­ nında etkisini hemen çeşitli zaaflarda gös­ terecektir. Hele öyle bir yapılanmanın -ki onun çağımızdaki biçimi proletarya parti­ sidir. olmaması hali olayları yönetebilmeyi imkansızlaştırabilir. Veya etkisini her ala­ na yayıp derin zaaflar yaratabilir. O noktada ve o zaaflı alanlarda öncü­ lük yapılamayacaktır, ama işçi sınıfı tara­ fından yapılamayacaktır. Fakat Panta rei /her şey akar/ hayat zengindir ve ürettiği her çözüm kesinlikle mükemmel değildir. O zenginlik içinde yana sıçramalar, yanlış eğriler ve hatta tersine akıntılar bol bol ya­ şanır. Ve doğru eğilim bazı kere birçok san­ cılardan sonra şekillenebilir. Zaten öncü­ nün görevi o sancılann azaltılması değil mi­ dir? Gerçek öncünün, doğum sanasım azaltamadığı noktalarda başkalan pratiği kavrama daha doğrusu sezme yetenekleriyle açılışı yapacak, o alandaki boşluğu dolduracak­ tır. Elbet her yiğidin bir yoğurt yiyişi var­ dır. Herkes kendi stiliyle çalışacak, o boş­ luğu kendi stiliyle dolduracaktır. O stilleri eleştirmek, sancıları azaltmak için gerekir,

tinin en acil görev olduğunu savunarak, di] ğer bütün faaliyetlerini belirleyecek temel 192 0 ’lerde “Ulusal Kurtuluş Savaşının” çizgisi haline getiriyordu. Siyasi kopuşmaların canlanması ve yı­ sıcak mücadele koşullarında oluşan işçi sı­ ğınların yavaş yavaş eylemliliğini yüksel nıfı hareketi o yıllarda mücadelenin en ön saflarında yerini aldı. Bolşevizmin dünya terek seslerini duyurması, yasal sınırları çapındaki prestin ve kendi pratik mücade­ zorlaması şeklinde gözüken sınıf mücade leşinin keskinleşm esi mevcut düzenden le yeteneğiyle siyasette etkin bir konuma sahip oldu. Bu canlı eylemcilik Cumhuri­ yana olan açık-gizli güçleri de harekete ge yetin ilk yıllarında da korunabildi. Ancak çirdi. Bir yandan bizzat devlet güçleri Ame­ Kemalizmin işçi hareketine karşı taviz ver­ rikan Donanması’na karşı direnen gençle■< mez baskısı ve ülkenin o günkü güçler den­ rin merkezi haline gelen ITÜ yurdunu ba­ sarak Vedat Demircioğlu’nu açıkça katle gesinde bu baskının kalıcılaştırılabilmesi, devrimci dalganın geri çekilmesi; işçi ha­ derken, öte yandan sivil faşist harekettereketinin de geri çekilmesi ve ağır gizlilik ko­ kurduğu komando kamplarıyla açıkça si­ lahlı saldırıların hazırlığını yapıyor, "Kanlıl şullarında yapkm faaliyetin tüm alanlarda hakimiyetini kurması sonucunu doğurdu.1 Pazar"da kitlesel katliam denemesine giri­ şiyordu. 6 0 ’lı yıllara gelinceye kadar devrimci işçi Halk güçleri ise yoksul köylülerin seyrek hareketi yapkın çalışma veya bir başka de­ yişle “Almanca konuşma” zemininde mü­ de olsa toprak işgalleri, yürüyüş-mitingleri,* cadele verdi. Bu, doğru bir taktikti. Ülke- i öğrencilerin eğitim düzenini protestodan nin o yıllardaki koşulları tarafından belirle­ başlayarak anti-emperyalist bir zemine yük­ niyordu. selen boykot, işgal, yürüyüş eylemleri ve en önemlisi işçi sınıfının yaygın grevlerden sonra bağımsız sendikalaşma hareketine 6 0 ’lı yıllar ülkede politik alanda önemli (DİSK) yönelik saldırıya karşı 15-16 Hazikopuşmaların yaşandığı bir dönemdi. S ı­ nıflar ve hatta zümreler politika sahnesin­ ran'da sokağa çıkmasıyla sesini duyuruyor, de daha canlı ve daha bağımsız biçimde ye­ düzenin yasal sınırlarını zorlayan eylemler rini almaya başladı. CHP, devletçiliğin bas­ gündeme geliyordu. Doğu’da ise “özgür­ lük mitingleri” yakıcı güneşin kuruttuğu ot­ kısı altında olsa bile Ecevit’in önderliğinde çatlayarak tekel-dışı burjuvaların sosyal de­ larla dolu ovalarda birer kıvılcım fonksiyo­ mokrat zeminine yönelirken, sosyalizm te­ nunu görüyordu. Bütün bu kitlesel nitelikli “karşılıklı yok­ kelciler dışındaki sınıf ve zümrelere yayılı­ lam alar” sınıf mücadelesinin yükselmesi­ yordu. TİP. tekel dışı burjuvaların, orta ay­ ne paralel olarak o güne dek kullanılma­ dınların, çiftçilerin, sendikacılar zümresinin sosyalist eğilimi olarak şekillenirken doğal yan bazı yöntemleri gündeme sokan bazı karakteri sonucu parlamenterizm-sendikaeğilimlerin yerin altında bir yerlerde yavaş lizm kıskacına takılıyordu. Küçük burjuva yavaş canlandığının ve yukarılara çıkma tabakalar ise dört bir yandan siyaset sah­ sancısı çektiğinin göstergesidir. Evet, belki nesine dalıyor. YÖN’le başlayan bu can­ henüz ülke devrimci hareketi o yükselen lanma çeşitli “cuntacı” eğilimler ve küçük eğilimi değerlendirebilecek bir karakterde burjuva sosyalizmleri olarak oluşma süre­ değildi. İdeolojik ve örgütsel kaos devrim­ ci harekete hakimdi. Ancak dünyanın hiç­ cine giriyordu. bir ülkesinde burjuvazi devrimci hareketin 1951 TKP operasyonu ve 1957 VP tevkifatı ile dağılışa uğrayan devrimci işçi ha­ tam bir olgunluğa ulaşmasına kadar sessiz kalmamıştır. Baskı ve sömürüyle bunalan reketi ise 6 0 ’lı yıllarda 3 değişik kanaldan halk da öncüsünün yetkinleşmesini bekle­ akıyordu. Bu, canlanan politik ortamın memiştir. Ve zaten devrimci hareketlerde ufak nüans ayrılıklarını derinleştirmesidir. Birincisi, yurt dışına kaçan kanat, orada bir ancak sınıf mücadelesinin ateşi içinde dev­ rimci anlamda bir olgunluğa ulaşabilirler. radyo istasyonunun yayını ile yetinen praİşte, o yükselen yeni eğilimi görmek, tik(!) çizgi izliyor, TİP zemininde bir eğilim olarak şekilleniyordu. İkincisi M.Belli ve herkesten önce görmek, öncü olmak ve iş- I çevresiydi. Cuntacı akımlar, küçük burju­ çi sınıfının bağımsız/devrimci zemininde va sosyalizmi arayışlan, jön-Türk eğilimli si­ değerlendirmek gerekiyordu. Yakalanan vil aydınlar hepsi değişik oranlarda kaynaş­ temel halka, “proletarya partisinin oluşu­ mış biçimde geçici olarak ortak MDD çiz­ mu” ancak hayatın zenginliği ile kaynaştıgisi etrafında toplanıyor, sınıf mücadelesi rılabilirse, doğan yeni eğilimlerin öncüsü ol­ keskinleştikçe bu geçici ortaklık eklem yer­ makla, pratik mücadele içinde de öncü ol­ lerinden dağılışa uğruyordu. Üçüncüsü makla sağlanabilirdi. O noktada proletar­ H.Kıvılcımlı ve çevresiydi. TIP’i hedef ya sosyalizmi öncü olamamıştır. Sadece o alan eleştirileriyle netleşen burjuva sos­ eğilimin yanlış değerlendirilişini eleştirmekle yalizminin baskısına ve sendikacı salta­ yetinmiş, kendisi doğru kullanılışını pratikte natına karşı işçi sınıfının devrimci karak­ gösterememiştir, daha doğrusu zindanlar­ terini üste çıkarmaya çalışırken, M .Bel­ da geçen uzun yılların sonucu olan olağan­ li ile yürüttüğü polemiklerde işçi sınıfı­ üstü yalnızlığı ve kadro anlamında güçsüz­ nın öncülüğünü ve proletarya partisini lüğü proletaryanın kendisinin de bir sınıf I savunuyordu. Dönemin sonunda “Anarşi olarak henüz düzene dair kof hayallerden Yok Büyük Derleniş!” parolası etrafında kopuşamaması ile birleşince gösterme im­ kendi eğilimi, M.Belli ve gençlik eğilimleri kânını bulamamıştır.2 İşte, Deniz ve Mahirin şahsında simgetarafından oluşturulacak devrimci bir parama daha önemlisi boşluğun varlığıdır. •••


I ' \•

1

.ıiıu-cP

"»nç H areketi nin değeri bu . O nlar sınıl m ücad elesinin ğı yeni karakterin doyurduin doğal öncüleriydi. Sınıf ,!kedeki gelişimine genel bir

bakış 'li yıllarda girilen d ö n e m ­ den ,a 6 0 iı yılların bir d ö n e m e ç o ld u ­ ğunu, 7 0 ’lı ve 8 0 'li yıllardaki yeni k arak te­ rin o d ö n em d e o lu şm ay a başladığını g ö ­ rürüz. İşte, aynı z a m an d a burjuva so sy a ­ lizminin iğrenç hımbıllığına/ pısırıklığına ve proletarya sosyalizminin kendilerine pratik­ te öncü olam ay ışın a tepkiyi de içinde b a ­ rındıran cesaretli çıkışlarıyla Deniz ve Mahır ın şahsında D ev -G en ç bir dönem in p er­ desini açtı. T ürkiye işçi sınıfına ve e m e k ç i­ lerine "F ran sızca" konuşm anın da g e re k e ­ bileceği ve bir bütün olarak sınıflar m ü ca ­ delesinin d ah a üst seviyed e şekilleneceği yeni bir d önem in açıldığını g ö sterd ileı, ö ğ ­ retici oldular. ' S a d e c e kahram an değiller. Onları hâlâ bıyık altından k ü çü m sey erek J güya hatırlayanların hiç anlam adıkları ve | sosyal d em okrasi kuyrukçuluğuyla inm eleıımış beyinlerinin belki de hiç a n la y a m a ­ yacağı bir şeyler söyled iler. “G ü n " dergisi yazıyor Ö lüm e "karanfillerle gitmişler Hayır! Ellerinde “karanfiller' değil, başka şevler vardı. B u nu herk es biliyor Bizim için ö n em li olan tam da "G ü n " dergisinin atladığı noktadır. Sezdiler, d av ­ randılar ve öğretici oldular Her türden eleştiri onların üstün sezm e yetenekleri ve , pratik cesaretleriyle sınıf m ücadelesinde y e­ ni d önem in yarattığı bazı eğilimlerin açılı I sini yaptığını görem ed iği sü re ce sağ o p o r ­ tünizmin bataklığında çü rüm eye m ahkum ­ dur. Ö yleleri Eylül den beridir sol liberalier. sivil toplum cular ve artık sosyal d em ok­ rasinin bir nüansı haline d ö n ü şen burjuva I sosyalistleri tarafınd an taşın an sarı b ay ra­ ğın peşisıra gidebilirler İşçi sının başka ren ­ ge tutkun ve çağrılı. :

y

P roletary a sosyalizm i k en d f bağım sız devrim ci zem inind e oluşturacağı yeni laktiklerle yeni bazı eğilim lerin pratik ön cıılüğünü yapam ayınca yetişen gençiik ö n ­ derleri Deniz ve Mahir in şahsında J ö n Türk eğilimi ve küçü k burjuva sosyalizmi karışımı, henüz tam netleşm ey en siyasi y a ­ pılarıyla yurtseverlik yanı ağır basan bir z e ­ minde o konularda öncülük yaptılar. Yurt severlik bilinçli işçilerin karakteridir, am a sı­ nıf hareketi bu zem inin üstüne otu ram az. İşçi sınıfının herhangi bir sınırla b ağ d aşm a­ yan bağımsız sınıfsal görevleri vardır. A y­ rıca sınıf m ü cad elesi 7 0 ve 8 0 'li yılların Türkiye'sinde objektif o larak ve açıkça b e ­ lirleyici durum da. Nitekim Deniz ve M ahir'in d evam cılaıı o n o k ta d a n kendi köklerini artmak ¡UT öViuvsv D ev -Y ol) veya aşındırm ak (1 2 Eylül ön cesi Halkın rVuuuluşu. T K E P /K urtu luş) veya eskiye p la to ­ nik bir özlem ve vefa duygusuyla yetinm ek (T .D .Y .-D .K ) zorunda kaldılar.1234 A ncak sözkonusu " a ş m a " , koşulların zorlanm ası ve elyord am ıyla old u ğ u n d an , tutarlı bir teorik-örgütsel zem ine oturtulam adığm dan yarım kalm ış, Eylül so n rasın d a devamlılık sağlayamam ıştır. B ugün T .A k ça m sırtında papaz giysisi, elind e teslim iyet dininin İn­ ciliyle o eğilimin itibarını çürütebiliyorsa. b u ­ nun sebebini T .A k ça m 'ın gü cü nd e vey a konuştuklarının “d ayanılm az hafifliğinde" değil, başka y erlerd e ara m a k gerekiyor. Bugün hâlâ 7 0 H arek eti’nin aynen devamcısı old uğunu açıklayan eğilim ler var. Bunlar 8 0 ’li yılların sınıf m ücad elesi koşul­ larında g erçe k le re u ym ayan ve g erçekler tarafından zorlanm aya/aşınm aya m ahkûm

görüşlerdir. M ücadele yurtseverlik değil, sı nıfsal tem eld e yürüm ek zorun da. Sınıfa karşı sınıf! Em peryalizm i başka yerlerd e aram ay a gerek yok: İşte, Finans Oligarşisi. V e karşıtını artık kim se görm ezlikten g e le ­ m ez: İdeolojik ve pratik ön cülü k artık bu g ün ün koşullarında ancak işçi sınıfı tara fından kotarılabilecek seviyeye yükselmiş­ tir. V e işçi sınıfı bö y le bir öncülü k için h a ­ zır olduğunu g ö rm ek isteyen h erk ese g ö s ­ term ekted ir. „ . , Yazımızın sonu nd a, bizi bu yazıyı yazm a ya zorlayan bazı işçi arkadaşların eleştirile­ rini ve cevabım ızı aktarm ak istiyoruz. Bazı işçi ark ad aşlar. 3 0 Mart 1 9 7 2 ’nin yıldönüm ü olduğu için m art ayında çıkan 1. sayımızda M ahirlerin resimlerini b asm a­ mızı eleştirerek, dergiyi satarken zorluk ç e k ­ tiklerini bildirdiler. Birincisi, lokal/bölgesel bir eleştiri. Y O L çoğu nlu kla fabrikalarda ok u nd u . V e b a ş ­ ka fabrikalardan bu y ö n d e bir eleştiri g e l­ m edi. T am tersi de old u, bir fabrikada der ginin kapağının duvarlara y ap ıştırd ığ ın ı duyduk. İkincisi, haksız bir eleştiri. Haksız o ld u ­ ğu için eğer Mayıs ayında çıkabilseydik D e ­ niz lerin. S in a n ’ların resimlerini basacaktık. Şim di Mayıs şehitlerine atfen bir başka M a­ viş şehidi için yazılan bir ağıtı y ay ın lam ak ­ la yetineceğiz. Ü stünde bulunduğum uz di ıe n ış zem in ind en tarihim ize köküm üze baktığımız zam an onları da görüyoruz. T a ­ rihimize sahip çıkıyoruz. D ah a farklı deg e ıle n Jır s e k d e. 18 Mayıs 1 9 7 3 'te işk en ­ ced e katledilen İ.K ay p ak k aya’yı da saygıyla anıyoruz. Bilinçli işçiler işçi yığınlarının ufuklarını sendikal m ü cad elen in ötesin e yükseltm ek zorundalar. Yükselttiği and a Deniz ve Ma hir işçilere başka şeyler ifade ed ecektir. D a ­ ha da önem lisi artık işçi sınıfı m ü cad ele bayrağını kendi bağımsız/devrimci zemi­ ninde ço k d ah a yüksek m evkilere dikm e| ye m ecbu rdu r. (1) Burada Türkiye işçi sınıfının devrimci hare­ ketinin değerlendirmesini yapma amacında de­ ğiliz O ayrı, daha kapsamlı bir konu. Sadece belirlybir çalışma stiü açısından ve bu yüzden ek sik olmayı baştan kabullenen bir açıdan bakıyo, ıuz

(2) Ve bu biraz da zorunlu eksiklik, sadece yanlış biçimi eleştiri zemininde kalış, bazılarını yanılt­ mış: aslında "pili bitmiş" "Fransızca" konuşmak­ tan ürken kim gençlik önderleri, devrimci hare ketten kopmadan veya burjuva sosyalizmine yö­ nelmeden önce proletarya sosyalizmi maskesi­ ni giyme sah tekârlığına girişm işler ve Y.Küpeliler ¡.Seven İer. Kıvılcımlı ya kara bir leke sürmüştür. Bövleleri iie birlikte onlarla aynı ze­ minde üreyen ve kimi 'yatmadan önce her gün doktor" okuyacak denli keskini!) Eskimiş genç­ lik önderleri H.Kıvılcımlı dan sonra Kıvılcımlı.Ha herhangi bir ilişkisi olmayan "Doktorculuk" diye bir eğııii«- şekillendirdiler. Onlar sonraları çok yanıldıklarını, p ro le ta .^ sosyalizminin ateş­ ten gömlek olduğunu anladılaı ro|,(QU bataklık zeminlerinin ürettiği bataklık siyastu'-. de ya da küçük burjuva dünyalarında aldılar Ama boyianndan çok büyük günahları hep peş­ lerinden giçjiyor. gidecek! "Doktorculuk" sorununa değinmekle yetini­ yoruz. Konuyu esas olarak 3. sayımızda işleye ceğız. (3) Sınıf mücadelesinin 60'lardaki patlamasın dan sonraki yeni aşamasını gençlik her alana ya­ yılan ve yasaları zorlayan aşan pratik mücade leşi ile açarken, mücadele alanlarının gelecek­ teki biçimleri hakkında ilk ışığı yakıyor, yol açı­ yordu. Kıvılcımlı ise teoride yeni aşamada bir kez daha doğarken, aynı zamanda daha yüksek se viyedeki mücadelenin çözmeyi zorunlu kıldığı teorik problemlerin açılışını yapıyor, pratikte ise her türden mücadelenin motoru olacak prole­

tarya partisinin yeniden inşası için ilk adımını atı yor. bu konuda taviz vermeyen çizgisi ile gele­ cekle yeniden oluşacak proletarya partisinin te­ melini atıyordu (4) PKK şimdi artık farklı zeminde de olsa tarifli kökünün önemli bir beslenme kaynağı 70 Hareketi’dir. Ve 12 Eylül olmasaydı Dev Yol un hangi zeminlere sıçrayabileceğini kim bilebilir? Olayları bazı kalıplar içinde değerlendirenler için hayatın zenginliği "fazla” gelebilir ama olay­ ların dili olmakta ısrarlı olanlar hayatı nüansla­ rıyla kavrama titizliğinde olanlar şüphesiz başka yola çıkacaktır. Etrafı beton kalıplarla kaplı kü­ çük havuzlarda yüzmektense. okyanusların en­ ginliğinde kulaç sallamak - işte bilinçli işçilere ya­ kışanı budur! (5) Bu uzun dipnotta üç önemli noktayı açıkla­ mak istiyoruz. a) 70 Hareketi’ni sadece 3 0 Mart veya De­ nizlerin Ankara dışına çıkışı veya 31 Mayıs ola­ rak değerlendirmiyoruz. 65 den itibaren gelişen bir direniş eğilimi var. Bu önce okullarda boy­ kot işgal/yürüyüşlerle başlıyor, grev yerlerini zi­ yaret ve toprak işgallerine yardımcı olmakla sü rüyor. 15-16 Haziran da sokaklara taşan işçile ri başlarındaki sendikacıları yalnız bırakırken aktif olarak destekleyerek gelişiyor. Biz 70 Hareke ti ni bu bütünlük içinde, yani Dev-Genç gelene­ ğim de içine alarak değerlendiriyoruz. Ortada ya­ sal sınırları aşan bir halk hareketliliği ve o halkın önünde kendi karakterinin yettiğince dire nen mücadele eden gençler var Bugün halkın üzerinde estirilen teröre ve ar­ tık tam bir talana çevrilen soyguna katşı direnen halk üçlerinin kendi tarihi kökleri içinde (bu di renış perspekufindeıı bakıldığında) Dev-Genç Hareketini de görmeleri gerekiyor. b) Özellikle b5 den sonra lönce o isim kulla­ nılmasa da) Dev-Genç eğiliminin öne çıktığını görüyoruz. Ancak bu eğilim içinde derinleşme­ ye müsait zaafları da yaşıyordu. 12 Mart sonra­ sı yaşananlar bir yönüyle de o zaafların derin leşmesidır Devlet terörünün yükselmesi ve da­ yanılacak bir emekçi halk hareketinin de olma yışı Dev-Genç eğiliminin öncülerini derinden sarsmış ve o sarsılış içinde zaaflar hızla derinleş­ miştir Burjuva sosyalizminden duyulan tiksinti önceleri yığın hareketleri i!e ondan kopuşarak dile getiriliyordu 12 Mart tan sonra yığın hare keti geri çekilince yalnız kalan öncüler kendile­ rini yakarak eleştiri yolunu tuttular. c) önemli bir ayrım var. Bunun atlanması bü­ yük hatalara, yanlış eğilimlere sebeb olabilir. Di­ reniş çizgisi başkadır, proletarya sosyalizmi baş­ ka Direniş çizgisi mevcut durumda proletarya ve küçük burjuvazinin devrimci eğilimlerinden oluşuyor Proletarya sosyalizmi direniş çizgisinin içindedir, ama kendi bağımsızlığını ideolojik ve pratik zeminde hassasça korumak zorundadır Önce MDD’den hoşnutsuzluğuyla proletarva sosyalizmine doğru yönelişin zeminini yakalayan M.Çaynn. 197U Haziranında yaptığı tesbitlerde işçi sınıfına ancak "ideolojik öncülük"ü layık görerek küçük burjuva sosyalizmine yönelmiş­ tir 12 Mart tan sonra 12 Eylül e dek geçen gün lerde ise bir yandan o netleşme süreci tamam lanırken. aynı zamanda çok geniş yığınlarla içi çe giren ve onlara önderlik etme durumuna yük­ selen küçük burjuva sosyalizminin kendi kabu­ ğunu kırarak proletarya sosyalizm' ile yeni bi' ya­ kınlaşması yaşandı. Ama "Birikim . “H m Kur­ tuluşu" vb. burjuva aydın siyasetle!inin etkisir de çürümesi de yaşandı. 12 Eylül küçük burju­ va sosyalizmini derinden sarsmış ve eklem yer­ erinden parçalavarak veni biçimlere doğru itmiş­ tir işunciı *».. fj ururıı yani tüm karmaşıklığı için­ de olsa bile pron,farya SOSya |jZmj ile küçük bur­ juva sosyalizmi arasu.v,. .(<| ayrımm netleşmesi. Türkiye devrimci hareketi a ç .C|ndan bjr kazanç tır O ayrılığı bulanıklaştırmak, geı.,-cjjjkiT q bap de. evet, proletarya sosyalistleri û ,.unı. ri__ici içindedir, ama hemen belirtmelidir kı. ,arjb j ^, kii çok daha derinlere gider, ideolojik ve y tj() k bağımsız bir yapısı vardır Ortak bir direniş h a.4| içinde bulunduğu dost güçlerin kendine doğru attığı her adımı desteklemeli, kararsızlaştığı ve­ ya burjuva liberalizmine doğru yönelişlerini eleş­ tirmeli. hepsinden önemlisi kendi bağımsız ya­ pısını her an titizlikle korumalıdır.

>inan


Postadan bir mektup-öykü geldi:

1

SÜRGÜNDEN NOTLAR A s il Dokum acı Başlangıç. Trenden iner inmez Milano’dan beri birfikte geldiğimiz hemşerilerim paramı Fran­ ga çevirmede yardımcı oldular. Yani bu bankalar ülkesinde önce banka ile tanıştık. İşin güldürücü yanlarından biri de Alman­ ca bildiğim tek cümle:' “Wo ist Bank?” (Banka nerede) Dolar alma zorunluluğun­ dan İsviçre Frangı almamıştım Türkiye’de. Ayrılmadan önce oğlum öğretti: ezberletti cümleyi. • Hemşerilerim taksi tutmama da yardım ettiler. Şoföre daha önce kâğıda yazdığım adresi uzattım. İzmir’deki Varyantlara ben­ zer yükseklere, virajlar döne döne çıktık. Büyük bir binanın önünde beni ve eşyalanmı bırakarak, parasını alıp, gitti şoför. Ka­ pıda bir tek zil. Üstünde "Heim” yazılı. Ar­ kadaşın adı yok. Sokak doğru. Numara tu­ tuyor: 146. Anayasanın meşhur 146. maddesinden dolayı zaten ezberimde. Nor­ mal bir apartman kapısında sıra sıra isim­ ler umarken, bir tek zille karşılaşmak! Hay allah. Ne olacak şimdi? Dil bilmez, yol bil­ mez ne yaparım Avrupa’nın göbeğinde. Elimde başka adres de yok. İyi mi. Kim ki bu Heim? Zili çalsam mı? Saat yediyi biraz geçiyor. ÜsteKk pazar. Milletin keyfini ka­ çıracağım . Sonradan çok daha iyi öğrene­ ceğim Avrupa’da pazar günü ne demek. 0 gün siyasi eylemle uğraşmazlar, dışanya çamaşır asılmaz, çocuklar yollarda oynamayamaz. Çaresiz zili çalıyorum. Otomat sesini bekliyorum. Bir şey du­ yulmuyor. Kaç defa çaldıysam artık zili, belli belirsiz bir otomat sesi. İtiyorum, iti­ yorum koca demir kapı açılmıyor Yeniden basıyorum uzun uzun zile. Otomata da üstüste basılıyor, belli kızgınlıkla. Neyse ka­ pıyı araladım. Girişte iki üç basamak. Çı­ kar çıkmaz asansörün önüne geliniyor. Ba­ vulumu yere bırakırken sağdaki mektup­ luklardan “He!m”ın kişi değil, öğrenci yur­ du olduğunu anlıyorum. İçim rahatlıyor. Demek arkadaş burda.

Yani bu bankalar ülkesinde önce banka ile tanıştık. İşin güldürücü yanlarından biri de Almanca bildiğim tek cümle: “ Wo ist Bank?”

Soldaki koridorda uzun boylu, kuru, saçları ağarmş altmışında bir adam Al­ manca olduğunu sandığım bir (¡[¡¡e beni azarlıyor. Tavrından, yüzfr.ün anlamın­ dan, en önemlisi sesinin tonundan belli. Fransızca özür d.ihyorum. Beni Fransızca iyi biliyor sanıp, bu sefer de Fransızca sürdü­ rüyor azar|amayı. Hiç anlamıyorum. Lise Fransı?Xası ile ne anlanır? Yurt müdürü he'!",aide bu adam. Derdimi anlatabilsem. Arkadaşın admı söylüyorum. Bana hâlâ kızgın. Bir türlü yatışmıyor. Mecburen mek­ tuplara doğru yöneliyorum. Ondan hayır yok, iş başa düştü. Neyse söylenmekten vazgeçip, odalardan birine giriyor.

Mektupluktaki isimleri gözden geçiriyo­ rum. İlk bölmede başka bir Türk ismi. Ar­ kadaşın adına rastlamıyorum. Olsun. Türk­ çe bilen başka biri var ya.Hakan. Onu bu­ lacağım, bizim arkadaşı ona soracağım. Mutlaka yardım eder. En üst kattan başla­ yarak odalan teker teker göaden geçirme­ liyim. Mektupluğun üstünde oda numarası yok. Bavulumu aşağıda bırakıp en üst kata çı­ kıyorum. Asansörden ininca sağda, dipteki odaya yöneliyorum. Raslantı. Odanın ka­ pısında turistik Türkiye afişlerinden biri. Bo­ ğaz. işler hep ters gitmez ya. Altında bizim arkadaşın ismi. Yaşasın! Nasıl seviniyorum. Kapıyı tıklatıyorum. Ses yok. Uyuyordur. Yeniden vurunca: — Y a.aa? — Benim. — Ha sen misin? Biz başkasını bekler­ ken sen mi geldin? Bekle bi dakka. Seste­ ki hava donduruyor beni. Bu kısacak cüm­ leler bundan sonrasının nasıl geçeceğinin habercisi. Yaşanmadan Avrupa’daki haya­ tımın özeti. Soğukluğu, ilgisizliği ile Avru­ pa tam beklediğim gibi. Giyiniyor anlaşı­ lan. — Girebilirsin. Kapıyı yavaşça aralayıp, içeriye sokulu­ yorum. Saçı başı kanşık, uykulu haliyle du­ ruyor. Yandan şöyle bir elini uzatıyor.

— Hemen dibimizdeki kap. Banyosu da var ama, şofbeni bozuk. Duş almak ister­ sen en alt kata götüreyim. — Birazdan. Şimdi yalnız elimi yüzümü yıkayayım. — Tuvalet, koridordaki ikinci aralıkta. Kendimi dışan atıyorum. Arkadaş kansma “kalksana” diye çıkışıyor. Geç yattı an­ laşılan, kendini uykudan alamıyor. Koridorda yerler kırmızı halı döşenmiş. Demin farketmemişim. Merdiven boşlu­ ğundan sesler geliyor. Kapı açılış kapanış­ tan, asansörün tıkırtısı, sifon foşurtulan. Bambaşka bir öğrenci yurdu. Hiç bizdekilere benzemiyor. Büyük bir otel gibi. Her şey lüks geliyor bana. Hela pınl pınl. Ter­ temiz havlular, tuvalet kâğıtlan. Yerler de­ terjan kokuyor. Ankara “Emniyet Sarayı”. Gözaltındaki karanlık hela. Gündüz gözü pislikten ta­ şın rengi seçilmiyor. Orda burda kurumuş pislikler. Kapı yok. Kırıldığından değil, ta­ kılmamış. Menteşe yerleri bile yok. Bu bod­ rum katı inşaattan sonraki halinde. Duvar­ lar sıvasız. Betonda tahta ve mala izleri. Açık kapının verdiği tedirginlikten keskin kokuyu unutuyorsun. Amonyak kokusu genzi yakıyor. Her yana sinmiş. Mide bulandıncı o kadar çok şey var ki, helanın du­ rumu normal geliyor. Zaten burda, bir ge­ rizin içendisin.

— Hoşgeldin. Helaya gelip, giderken erkeklerin göz— Hoşbulduk. Yazmadılar mı benim altını görüyoruz. Kapılan aralık. Bizden kageleceğimi. — Birinin geleceğini yazdılar ama, se­ , labalıklar. İğne atsan yere düşmez ciı. den. Sigara dumanı kapı aralağından sa­ nin geleceğini sanmıyordum. hanlığa dağılıp, pis kokuya kanşıyor. — Bavulum aşağıda, alıp geleyim. — Dur ben alınm. Sen otur. Bizim gözaltı, erkekler tarafından küçük. Tavana yakın bir hava deliği. Demir telle Pencerenin ordaki sandalyeye oturuyo­ kaplanmış. Süzgeç gibi. Hava gelecek, An­ rum. Masaya dirseğimi dayıyorum. Oda kara’nın pis havası. Yatak niyetine yapıl­ sanki eşya yığını Elbise dolabı. İki çalışma dığı anlaşılan tahta bir set, boşluğa köşele­ masası; üstü mermer kaplı, masa gibi de mesine, parklardaki banklardan konmuş. kullanılabilen başka bir dolap. Mermerin Bankın arkalığında Ziraat bankası yazıyor. üstünde Türkiye’yi hatırlatan iki şey: Çay­ Bankalar reklamı gözaltına kadar sokmuş­ danlık, filiz çayı kutusu. İki kişilik yatak, lar. Kımıldayacak yer kalmıyor. yanyana duran iki komidin, abajurlar. Ar­ kadaşın kansı yatakta, yüzükoyun yatıyor. İlk günüm. Sekiz saattir yukardaydım. Pancereden dşan bakıyorum, görüntü çok ilk kez 1965’de gene Ankara'da alınmışgüzel, anlatılır gibi değil. tim gözaltına. 23 Nisan’dı. Dönüşüm G a­ zetesi satıyorduk yollarda Türkeş’in koElinde bavulla arkadaş giriyor. Bavulu mandolan önce gazetelerimizi yakmışlar, öbür masanın akındaki boşluğa sürüp, he­ sonra bize saldırmışlardı. Polis de bizi alıp, men hemen karşıdaki sandalyeye oturu­ getirmişti “nezarete" O zamanlar gözaltı­ yor. na böyle derki di. “Emniyet Sarayı' da baş­ — Ee. Ne var ne yok bakalım? ka semtteydi. On beş yılda adında ve bi­ — Ne olsun. Ankara’nın, İstanbul’un bi­ nada değişiklik. Bir de gözaltı süresinde İlk rinci şubelerini, askeriyenin kışlalannı do­ başlarda 24 saatti. Hemen, süre sonunda, landık aoj/jik. yargıcın önüne çıkanlmak zorunluluğu var­ — Evet. İçeri alındığını gazeteden oku­ dı. 12 Mart’ta üç güne çıkardılar, sonra iki muştum. haftaya, yetmedi bir aya. Şimdi de 90 gün Masadaki daktiloya ilişiyor gözüm. G a­ oldu. İlerleme. zete yazılan anlaşılan. Kalabalığız. Kimi yere betona oturmuş. — Ha. Gazete yazılan ne oldu? İki ay­ dır senden bir ses çıkmadığını söyledi ar­ Ayakta duranlar da duvara dayanıyor. İTahta sete ve banka nöbetleşe oturuluyor. kadaşlar. Asıl bu işler için geldim. — Yapıyoruz işte. İki işte birden çalışı­ 1Partizan’dan iki kız 65 gündür bu koşullar­ yorum. Daktilo benim üstümde. Ancak boş da yaşıyor. Bunlardan birinin işkencede zamanlarda yazılıyor. Bu gün bitirmeyi dü­ kollan kırılmış. Alçıda. Yeniden işkence yapılabilmesi için iyileşmesi gerekiyor. Sor­ şünüyordum. gusu daha bitmemiş. Hemen hemen hiç­ — İyi. Birlikte yaparız. Arkadaşın kansı hâlâ kalkmadı. Odada bir işini kendi başına göremiyor. Ağzına lokmaları biz veriyoruz. Helada bizim yar­ fazla bulmaya başlıyorum kendimi. — Lavabo nerde? Bi elimi yüzümü yı­ dımımız gerekiyor. Aramızda bir de çocuk var. Beş yaşlarında, kara gözlü bir oğlan. kayayım.

^

.^ »


Annesiyle birlikte getirmişler. Kucağımıza alıp seviyoruz. İyiki dünyada çocuklar var. :

şey masallarda olup, bitiyormuş gibi, içi­ me çekmeye çalışıyorum manzaranın gü­ zelliğini. öylesine ülkemde ve hatta ülke­ min zindanlannda, işkence hanelerinde ki aklım, bu güzellik bir yer bulup, sokulamıyor yüreğime, ilgimi, sevgimi uyandırmı­ yor şehir. Cansız buluyorum, oyuncak gi­ bi. Bu cansızlıkla, karşılaştığım soğukluk denk düşüyor birbirine. Nerede bu şehrin ruhu? Nerede?

“Şansına bu geceki nöbetçi iyi. Daha bir iki tane daha iyi olanı var” diyor kızlardan biri. Bugünkü aleviymiş. Aynı zamanda Polderli. Uzun zaman gözaltında olanlar­ dan birinin hemşehrisiymiş. Demek Polderlilerin hepsini daha “temizleyememişler.” Yakındır. Bulunduğumuz bodrumda hücreler de var İzbe demek daha doğru. Bodrum kat­ taki odunlukları, hücre yapmışlar. Buraya getirilirken bazılarının önünden geçtim. İnil­ tiler geliyordu birinden. Hava çoktan karardı. Zeytin, ekmek ye­ dik. Askeriyenin kumanyası bizlere ulaşmı­ yor. Yukarıdakiler ticaretini yapıyor anla­ şılan. Yediklerimiz kendi cebimizden.

Fareli köyün kavalcısı uğramış buralara. Şehrin canını, cıvıltısını takıp peşine, gö­ türmüş. Nereye, bilinmez. Şehrin varoşlanndap tutup sarsmak, sarsmak istiyorum. Avrupa’nın şimdilik elverişsizliğini biliyo­ rum. Cız ediyor yüreğim. “Sürgün, göçebe; sürgün, göçebe” . B u­ ralarda olmak istemiyorum. Ülkemde, iş­ çilerin arasında olmak istiyorum. Acıdan pencerenin pervazına dayanıyorum. Kılıç balığının öyküsündeki gibi: “Mutlu olma­ sına mutluydum/Sırtımda bir zıpkın yarası"

Elinde büyük bir çaydanlıkla nöbetçi po­ lis giriyor. Hemşerisi olan kız kalkıp ona yer verdi. Elli yaşlarında zayıf bir adam. Kapı açık. “Nasılsınız kızlar?” “NasI olacağız hep bildiğin gibi” . Çaydanlık için yer açtı otu­ ranlar. Çaydanlığı yere koyduktan sonra,

I

Ankara. İşkence odası. Kapıdan girince solda, kirli tahta bir masa. Pencereler. Ön­ lerine eski tahta sandalyeler sıralanmış. ceplerinden çıkardığı iki bardağı da yere l Karşı duvarda raflar. Sağ köşede kocaman koydu. Hemşehrisi olan kız dolduruyor I bir süt güyümü. Odaya girer girmez önce çayları. Bardağımız az olduğundan sırayla j bu süt güğümü dikkati çekiyor. İçinde çşeitli içiliyor çay Kaşık ve şeker zuladan. "Hadi gözünüz aydın yarın da ... nöbetçi” Uzun kalınlıkta ve boyda sopalar. Güğümde su. süre burda olanlar çok seviniyor. Biz tanı­ Sopalardan bir demet, süt güğümünden bir mıyoruz tabii. Gazete de getirmjş. Gözal­ vazo Pencerenin önünde bir radyo. tında gazete, bulunmaz nimet. Üç kişi bir­ Sopalar ıslak olunca daha çok acıtıyor den okuyor. Çay içmeriiz uzun şürüyor. Nöbetçi gidiyor. Birazdan gelip, bardakla­ olmalı. “Islatıncaya kadar dövmek” burdan mı geliyor acaba. Dilciliği bırak şimdi. S o ­ rı çaydanlıkları alacak. palar; saklamak gereğini bile duymamışlar. Konular çeşitli. Konuşa, uyuklaya; ayak­ ta veya oturarak sabahı ediyoruz. Asıl şimdi Her şey apaçık. Elektrik işkencesi yaptık­ ları aletleri sağdaki demir dolaba koyuyor­ çay isti' or canımız. Elimizi yüzümüzü yı­ lar. Sözüm ona saklıyorlar. Bir de sıra sıra kamaya su yok. İçecek suyumuz bile kıt. Plastik bir şişede. Ağzımızı dayayıp iki üç dizilmiş içleri su dolu bidonlar. Karşı du>’aryudum içiyoruz. Bir iki lokma bir şey ye­ i daki rafların en altında. Sonradan öğrenidik. Canım bir şey ister iyor. Heyecanlı­ i yorum içindeki suların ne işe yaradığını. yım •Mesci: başlıyor. Hüc '¡erden birer iki­ şer çağrıldığını duyuyo -z. Tanıdığım isim yok Erkekler tarafından da götürülenler var Kapının önünde patırtılar. Ben de çağ­ rılıyorum

! ı I

j

Kuş sesleri. Öğrenci yurdunun bu yakası ıgaçiık Koridorun penceresinden bir göz atayım diyorum. ki gergedan görmez mi­ yim. Hiç beklemiyordum doğTusu Sonra­ dan öğreniyor im ormanın dibinde hayva naî bahçesi olduğunu Elbette İsviçre or­ manlarında gergedan olacak değildi. J a ­ pon olduğunu tahmin ettiğim, çekik gözlü delikanlı yanımdan geçerken “Guten Morgen" diyor. Güneydin demek istiyor mutlaka. Gülümseyerek, başımla selam veriyorum Tanış olmadan böyle davran­ ması hoşuma gidiyor. Hayret, yorgunluk duymuyorum. Dört gündür trenle yolculuk yapan sanki ben değilim. İçimde zaptedemediğim bir ener­ ji. Odanın bitişiğindeki banyoda elimi yü­ zümü sabunluyorum. Herkesin kullanma­ sı için oraya sabun konulmuş. Çifte çifte ; havlular asılmış. Arkadaşların konuşması geliyor. “Kalk sana’Tar, “Dur be’Ter. Odaya dönmek is­ temiyorum. Pencereden demin odadan gördüğüm manzaraya bakıyorum. Mavi, yeşil karışımı bir renkte Zürih gölü. Ayağı­ nın altında denir ya. öyle. Dağlar doğdu­ ğum yerlerin dağlannı hatırlatıyor. Aynı sıra . dağlardan, genç dağlar. Bu lise bilgisine t gülüyorum. Nerden aklıma geldiyse. B a­ har. Evler, ağaçlar ve çiçekler içinde. Y ol­ lar tertemiz. Demin taksiden indiğim so­ kak. Kaşa bir dizi bank konmuş. Millet otur­ sun da manzara seyretsin diye, anlaşılan. Buralarda oluşuma inanamıyorum Her

' i ; i !

Türkiye’ye telefon etmeliyim. Meraktadır­ lar. Telefon nerede acaba. Bu gün pazar açık postane varmıdır? Yurttan uluslararası telefon ettirirler mi? Ne kader sürer, hemen verirler mi acaba, odaya dönmeliyim. Ka­ pıyı bklabp, açıyorum. Arkadaş elbiseleriyle uzandığı yerden doğruluyor. — Türkiye’ye tele'on etmeliyim. Nasıl edeceğiz. — Basbaya. — Nasıl yani, yeter eton var mı? — Jetona gerek yok Aşağıda telefon var, bozuk parayla çalışıyor. Ama daha ye­ ni geldin, otur nefes al biraz. — Yok, çok merak etmişlerdir. Zaten bir gün geciktim. Bilmezler trenin Yugoslav­ ya’da tehir yaptığını, Kapıkule’de takıldığı­ mı, içeri alındığımı sanırlar.

Falakanın kâr etmediğini anladıklarından olsa gerek elektriğe geçiyorlar. “ Sen bizi mecbur ettin” , ben onları mecbur etmişim. Demek ki zor sadece onların elinde değil.

Asansörle iniyoruz. Yurt müdüründen, kendisini erken uyandırdığım için, benim adıma özür dilemesini istiyorum. Buranın öğrenci yurdu olduğunu bilmediğimi, elfmde başka adres olmadığını söylemesini de. Benim için oda isterken söyleyeceğini be­ lirtiyor. İlk kez sayaçlı telefon görüyorum. Attığın bozuk para kadar yazıyor Dünyanın her yeriyle konuşulabiliyor. Her devletin, her şehrin bir ön numarası var. Konuştukça numaratör dönüyor. Biteceğine yakın ışık yanıp, sönüyor. Y a daha para atıyorsun, Misafir olarak kaldığım akrabalanmda eş­ ya da kesiliyor. TeleforJan şık, modern. yam olup, olmadığını soruyorlar. Bir çan­ Asıl hoşluk, paranın üstünü geri verişinde. tam var Onu almak gerekiyormuş. Arıya- Bunun için dikkat edilmesi gerekenler var caklar Bir polis arabasına atlayıp, gidiyo- Yoksa paranı yutar. Artık o kadar olacak. ruz. Semte geldiğimizde beni şoförle ara­ Sabah olduğu için hatlar dolu değil. Sağ bada bırakıp, eve giriyorlar. Evdekiler dün­ salim geldiğime, sınırda bir aksilik çıkmaden beri merak içindedirler. Hic olmazsa, yışına seviniyorlar. Hepimizde bir neşe. buralarda değil de, oralarda olabil böylelikle haberleri olacak. Zaten evi ara­ Ah mayacaklar. Akrabamın subay oluşundan sem “Gün gördüm, günler gördüm çekinirler, iki sivilin girmesiyle, apartman Seni gördüm şadoldum” kapısında görünmeleri bir oluyor. Ellerin­ En sevdiğin' türküler çalıyor. İşkence ya de mavi valizim. Annem de arkalarından olduğu gibi fırlamış dışanya. Sırtına bir şey pılan gencin çığlıklar duyulmasın diye, rad­ almamış. Üşütecek. Arabanın içinde oldu­ yo sonuna kadar açık. “Kolombo’Tıun sağ lam dediği aletle yapıyorlar. Öteki tamir­ ğumu söylediler anlaşılan. Beni görüyor. den daha gelmedi. Bir taraftan da, önüm­ Sorulu, üzgün ve korkulu gözlerle bakıyor. Elimle selam veriyorum. Parmaklarımla de yapılan işkenceden etkilenme derece mi; kararımda değişiklik yapıp, yapmadı­ ikinci şubede olduğumu işaret ediyorum. Kollarını iki yana açıp, neden içeri alındı­ ğıma bakıyorlar. Bekledikleri hiçbir tepki­ ğımı soruyor. Ah, bütün analar gibi cefa­ yi vermiyorum. Boş gözlerle bakıyorum. Etkilenmemek gerek. Yüzümde hiçbir de­ kâr anacığım, neden olacak. ğişiklik yok. Halkın geleneğini bilmiyorlar. Dönüşte çantam aranıyor. Kazak .'çama­ Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim diyen. şır vs* başka bir şey yok. Dünkü sorgum Türkü sürüyor "Yaz günü temmuzda bir kaç cümle. Eski dosyama bakıp, “Sen sen terle ben sileyim” . Söyleyen yöresel nevmişsin sen. sana göstereceğiz" diyor­ ağızla ne güzel söylüyor, ilk defa Ruhi Su ’!ı Hüviyetim kerıdiminki “Kimliöimi siz­ dan dinlemiş, türküye vurulmuştum ade­ . saklamadım" diyorum. “Açık açık an­ ta. Kimlerle, hangi Koşullarda dinlediğimiz, ¡atmadın da ama kim olduğunu” diyorlar. söylediğimiz bu türKÜ. Çağnştırdıkları. Et­ “Nüfus cüzdanı elinizde, o yeter derecede kilenmiyorum. Telkin değil, gerçekten et anlatıyor.” Bütün bu konuşmular, dün ge­ kilenmiyorum Bu iyi. Bir kabuk içindeyim. ce kızlardan adının “Kolombo" olduğunu Kocaman bir hindistan ceviziyim sanki. öğrendiğim, komserle aramda geçiyor. Hiçbir şey işlemiyor, geçmiyor kabuktan. “Sen bekle”. Demir dolabı açarken yandaki Delikanlıyı sürüyerek götürüyorlar. odaya sesleniyor “Bak iyi düşün, doksan gün elimizde— Baksanıza biriniz! sin.” Adada yalnız bırakılıyorum. Oysa ben çoktan düşünüp, kararımı va-ınişim. Ta yıl Sivillerden biri kapıda göründüğünde, dolaptan çıkardığı elektrik işkencesi aletini lar önce. İşte önünde yeni bir sınav döne­ uzatıp: mi kızım. Yirmi yıldır onurla sürdürdüğün — Öteki sağlam, çalışıyor. Ama bunu ta-' devrimci mücadeleden polis senaryolarını mir ettir. İkisi de lazım bu gece. kabul edersen en başta onurun mahvolur

BİZİMHİKÂYEMİZ İşkence Kapıyı-anne açtı, orada kapının dışında bekliyor girmiyor içeriye. Kapıyı anne açtı, orada bekliyor gitmiyor, korkuyoruz kapıya yaklaşmaya. O, artık bizden değil onlardan bir şeyler kapmış, parçalarına ay;; mışlar etini iliklerine katmışlar. Ona oniardan bir şeyler karışmış. X X X

Gecenin karanlık bir saatinde götürmüşlerdi, mezarların açılıp ölüler,n dökülmüş etleri ile dikildikleri saatlerin birinde. Anne anlamıştı, o gece onlardan birine dokununca onlar irin dolu kırmızı . ve uzun tırnakları ve Dişleri ile kara paltolarının ?lt;na sakladıkları ok uçlu kuyrukları lie bizden değildiler, onlar karanlığın ve diş gıcırtısının egemen olduğu bir yerden geliyorlardı, etleri ilik'erc ilikleri kana kanşii-mak için, işte şimdi gecenin karanlık Dır saatinde getirip koydular onu kapı önüne, etleri iliklerinde ilikleri kanda, kükürt 'mkuyor. Anne . ^pının içinde, kusmuk dolu, böğürüyor.


Direnirsen kazanacağın bir hayat. Bu sınavı Her ayın onikisind0 vermelisin. Uzun vadede ölümü göze al­ mezarların açılıp mak, kısa vadede on beş günlük dayan­ ölülerin dökülmüş etleri ile dikildikleri o karanlık saatlerde. ma süreleri koymak önüne. Kazanınca bir on beş gün daha. Sonuna kadar. Ne kes­ Kenti onlar işgal ediyor. kinlik yap, ne kof güvene düş. “Hadi ko­ Ellerinde USA markalı nuşturabilirseniz beni konuşturun” diye efe­ üç uçlu mızrakları ile lik taslayanlann, nasıl bülbül kesildiklerini kapılarımızı çalıp unutma. Efelik taslanmaz, yapılır. Söz de­ genç kızlarımızı, genç ğil. iş. Biliyorsun DAYANMAK MÜM­ erkeklerimizi KÜN. İnsan her şeye elverişli çünkü. 12 Mart’ta işkencede dayanan ser verip, sır toplayıp götürüyorlar vermeyen arkadaşlarını düşün. Ölüme yer altındaki inlerine. Yer altında fabrikalar kurmuşlu i-gözünü kırpmadan gidenleri. Tüm dünya deneylerini. Haydan kampını Yunanistan’­ CIA patentli, daki. Almanya’daki toplama kamplarını. çocuklarımızın etlerini Filmlere, tiyatrolara, kitaplara konu olmuş iliklerine, iliklerini kana direnişleri. Vietnamí. Akla gelmeyecek her karıştırmak için çeşit işkenceye nasıl sadelikle göğüs ger­ fabrikalar kurmuşlar diklerini. Konuşmamak için dilini dişleriy­ CIA patentli. le kesip, koparanı; konuşmamak için ken­ Sokaklarımızı, bahçelerimizi, dini öldürmeyi başaranları. Sıra sende. S a ­ parklarımızı vunduğun görüşlerin ve senin onurun, baş­ ka şeyler kurtulacak direnirsen. Diğeri ya­ işgal ettiler, şarken ölmek. her yer onlarla dolu, her yer kükürt kokuyor, “Delil arayacak kadar saf dil değiller” yıl­ lar önce Dr.Hikmet’e dedikleri gibi. Doğ­ ağaçlarımızı, heykellerimizi, ru Ama bu gün için “itiraf" üstüne kuru­ çeşmelerimizi yorlar oyunlannı. Şartlar o günlerden çok balgamla yıkıyorlar, farklı. Geçmişteki mücadelenin bu günkü her yer kükürt kokuyor, imkânları. Önünde iki yo! var: Ya birinci kapılarımızın kilitleri kategorinin direniş geleneğini sürdürecek­ onların USA markalı sin., ya da ikinci kategorilik: Teslimiyet. Dü­ üç uçlu mızraklarına şün yirmiyılını zindarlarda geçiren, her sı­ navı yüzünün akıyla veren önderin Kıvıl­ dayanamıyor, cımlıyı . Zılgıt henüz yeni. Tüm kurumlarAnneler kapı önlerinde da istedikleri gibi yaygınlaşamadılar. Lehi­ kusmuk dolu, böğürüyorlar. ne bu. Göreyim, utandırma beni. Orada duruyor ‘Ane, beni içeriye alsana. yangınlar kan ar içinden yürüyerek gel .im'. Anne kapının içinde kusmuk dolu, böğürüyor.

Gece sekize doğru alıyorlar “tezgah”a. Nedense kalabalıklar. Yere plastikten bir şey seriliyor. Gözlerimi atkımla bağlıyorlar. Önce falaka. “Demetten” çıkardıkları so­ palarla indiriyorlar aralıksız. Tabanım. S o ­ rular. Arada “Bak biz sana saygılı davra-

T un cer Tuğcu Şemikkı

İşte önünde yeni bir sınav dönemi kızım. Yirmi yıldır onurla sürdürdüğün devrimci mücadeleden polis senaryolarını kabul edersen en başta onurun mahvolur. Direnirsen kazanacağın bir hayat. Bu sınavı vermelisin. nıyoruz, çırılçıplak soymuyoruz” diyorlar. Bağırmamaya karar verdiğimden bağırmı­ yorum. Falakanın kâr etmediğini anladık­ larından olsa gerek elektriğe geçiyorlar. “Sen bizi mecbur ettin” ben onlan mecbur etmişim. Demek ki zor sadece onlann elin­ de değil.

68

Önce tahta sandalyeye ters, ata biner gi­ bi oturtuyorlar. Eteğim engel. Fermuarımı çözüp, eteğimi sıyırıyorlar. Yeniden aynı şekilde oturtuyorlar. Kollarımı yana açtınp, uzunca bir kalasa arkadan kayışlarla sım­ sıkı bağlıyorlar. Sanki çarmıha gerildim. İsa ve ortaçağ entjzisyorıları saniyede gelip, gi den düşünce. Gözüm hep bağlı. Kimler­ dir seslerinden tanıyorum. Elektriği veriyor­ lar. Şimdiye kadar tanımadığım birşey. Ütü yaparken elektrik çarpmıştı yıllar önce. Hiç ona benzemiyor, bambaşka. Kollarım hız­ la burularak çekiliyor, karşıt yöne. Kopar­ mak istiyorlar sanki. Fena ama dayanılmaz değil Sorular yağıyor: “Kocan nerde?”

“Bilmiyorum”, Elektrik “Ankara’ya ne­ den geldin?”. “Kendi işlerim için.”. Yeni den elektrik, daha şiddetli. Tehdit, küfür. Yakalananlar olduğunu, onların itiraf etti­ ğini, benim de itiraf etmemi istiyorlar. Bu kafadan atmaları yok mu, durumum elve­ rişli olsa güleceğim. Zavallılar. Trajik ve ko­ mik maalesef durum. Tekrar elektrik, tek­ rar aynı sorular. Bir de doktor var. Kalbimi ve nabzımı kontTol ediyor. İzin çıktı anlaşılan yere ya­ tırıyorlar. Kollarımı iki yandan bastırıyorlar kalasa. Vücudun çeşitli yerlerinde telin uç­ ları gezdiriliyor. Ağız, kulak, göğüs; karın, ayakların altı. Daha çok da göğüsten ve ağızdan. Ağzım dilim paramparça. Göğsüm çatlayacak. Bir yandan da devamlı buz gi­ bi su döküyorlar. Her tarafım sırılsıklam. Bidonlardaki suyun kerameti şimdi anla­ şılıyor Basınç, sarsıntı, acı artıyor. Benden ses çıkmıvor. En uygunu hiç konuşmamak. “Bilmiyorum" bile dememek. Suskunluk. Onlar işkence edecek, senin görevin da­ yanmak. Sınıf savaşının gereği bu. Ellerin­ de gül desteleriyle karşılayacak değillerdi ya. Düşmanın belli. Finans-Kapital. Bu iş­ kenceciler haşere, tahta kurusu Sakin dav­ ranmalıyım. Kişise! hiçbir dalaşmaya girme bu haşerelerle. Hep sağ tarafıma veriyorlar elektriği. Bi­ raz da sol kulağıma, diye geçiriyorum. Ku­ lağımdan sular giriyor. Tamamen kendimdeyim. Hiç konuşmamak işime yanyor. Ne kadar sürdü. Sesleniyorlar. Elektrik. Bir ara baygınmışım gibi bir hal takındım, korktu­ lar sanıyorum. Biraz telaşlandılar. Doktor kalbimi dinliyor. “Bugünlük bu kadar Aya­ ğa kalk.” kayışlanmı çözüyorlar, iki yanım­ dan, tutup kilidinyorlar. Gözlerimi çözüyor­ lar. Masanın oraya çekiyorlar. Kollarımı kaldırmamı söylüyor Kolombo” . Kaldıra­ mıyorum. Kollarım benim değil. Kazık ke­ silmiş. Eteğimi giydiriyorlar. Bilinen öğütlerine başlıyor. “Bak yarma kadar düşün” müşün, “Yoksa 9 0 gün iş­ kence”. Bana “kötü davranmak istemiyorlar”mış “Şimdi şu valizini de al bakalım". İçi yeniden gözden geçiriliyor. Sandalye­ nin üstünden alamıyorum. Elime tutuştu­ ruyorlar. Kollarımı yukarı kaldıramıyorum ama, taşıma gücü yerinde “Atkım nerde?” diye soruyorum. Bunu özellikle yapıyorum. Bu durumda benden böyle bir soru beklemiyorlar. Şaşırıyorlar. Başkasının malını iç eden birinin suçluluğu ile kapının arkasındaki portmantoyu gös­ teriyorlar. Yuvarlak, tahta portmantoda çe­ şit çeşit kareli, düz, uzun, kısa, örgü, ku­ maş belki yirmiye yakın, atkı. Atkı ağacı. İşkenceden sonra, hepsi burada bırakılıp, gitmiş. Atkımın ucu elimin hizasına kadar sarkmış. Yere çekebiliyorum. Şımşırık. Eminönü İskelesi’nde oğlumla bulduğumuz zaman da ıslaktı. Lacivert, ucu beyaz çiz­ gili atkım. Düşmana hiçbir şeyimi verme­ meliyim. Ne sırrımı ne devrimci onurumu, ne de atkımı. Bu günlük yüzümün akıyla çıkıyorum kapdan. Yarına hazırlanmalıyım. Sivilin biri beni gözaltına götürüyor. Girer girmez anlıyorlar kızlar durumu. Yer açıyorlar. “Hemen üstünü değiştirme­ lisin". Valizden çamaşır kazak çıkarıyorlar. Kollarımdan dolayı giyinmem uzun sürü­ yor. Beni giydirenlere takılıyorum. “Bir ço­ cuğunuz daha var”. Kara gözlü çocuğu arı­ yorum, gözlerimle. Salıverilmişler. Sevini­ yorum . Tahta sete yatmamı söylüyorlar. Yeni iş­ kence görenlerin bir ayrıcalığı bu. Dizleri­ mi büküp, solumu duvara yapıştırıyorum. Ayak ucuma, sağ yanıma arkadaşlar otu­

ruyor. Yattığım yerden sırtlannı görüyo­ rum. Türkü söylüyoruz. Ben türküye içim­ den katılıyorum. “Hızır paşa bizi berdar etmeden Açılın kaplar şaha gidelim Yıkılın zindanlar dosta gidelim” Sessizlik. Biraz uyudum. Sabah erkenden gene yukarı alıyorlar. Aynı oda. Aydınlık bir gün Odaya girin­ ce, masadaki gazete ilişiyor gözüme. Sarp Kuray’ın resmi. Gazeteyi bilhassa oraya koydukları besbelli. Okuyayım diye beni yalnız bırakıyor sivil. Gazeteyi özellikle alıp, okumuyorum. Deminki sivil gene odaya giriyor. Okudun mu?” Anlamamış gibi: “Neyi?” diyorum. “Gazeteyi” “Y oo” Ma­ sanın önündeki sandalyeyi gösteriyor, otur diye. Gazeteyi açıyor. Haber bende bek­ ledikleri tepkiyi uyandırmadı. Haberin da­ nışıklı döğüşüklü hazırlandığı ortada. Dün karşılarına çıkanldığım gazetecilerle, poli­ sin ortaklaşa marifeti. Hiçbir ayrıntıyı bil­ medikleri, zavallı metodlar kullandıkları açık. Sözkonusu örgütle en küçük bir bağ­ lantım yok. Kafalarında sansasyon kuru­ yorlar. Kursunlar Polis çıkıyor. Başka biri geliyor. Sandal­ yesini yanıma çekip, konuşuyor. Her şeyi anlatmazsam, bana “neler, neler yaparlar’’mış, sayıp döküyor. Açık. Benimle ko­ nuşması istenmiş. “Dünkü bir şey değil, aç bir kedi ve fareyle aynı çuvala koyup, bağlarlar" mı elemiyor; Kaynar yumurtaları koltuk altlarına koyarlar”mı demiyor; “Vü­ cudunda sigara söndürürler, ırzına geçerler” diyor. Allah diyor. Konuşurken ayaklarından birini, diğer bacağının dizine koymuş. Ayakkabısının altı delik. Burda en rezil şeylere alışıp, aylığa talim yapıyor. Beklemediği, bambaşka bir soru yöneltiyo­ rum kendine: “Dünkü gibi geceleri işken­ ce için kaldığınızda fazla mesai parası veri­ yorlar mı sîzlere?” Biraz şaşırıyor ama ya­ rasına bastım anlaşılan. “Ne gezer" diye başlıyor anlatmaya. Sonra kendine geliyor. “Konuş gitsin, yazıktır sana. Yapmıyacağı yok bunların. İnan.” “Bunlar’’dan kendini ayırıyor. Hukuk öğrencisi imiş, okulu biti­ rir bitirmez ayrılacakmış “bu pis meslekten” Buradaki yöntemleri bildiğimi, sayıp dök­ mesine gerek olmadığını söylüyorum. Ne yapacaklarsa yapacaklar artık. Bu kez “Emniyet Müdürü'nün karşısı­ na çıkarılıyorum. “Adalete yardım etmem gerekmez mi”ymiş, onlara neden “zorluk” çıkarıyormuşum? Daha bir sürü yavaş söz. “Size söyediklerime inanmıyorsunuz. Ak­ sini iddia ediyorsunuz. İddianızı ispat etmek, durumunda olan sîzsiniz” diyorum. Anla­ yacağı dilden de ekliyorum “Müddei iddia­ sını ispat ile mükelleftir” sinirleniyor müdür. Başka bir odaya alıyorlar. “Kolombo”ya bakarak konuşmam gerekiyor. Diğer iki ki­ şinin yüzüne bakmam yasak. Soruları on­ lar soruyor. Eski dosyalarımdan çeşitli fo­ toğraflar gösteriyorlar. Yürüyüşlerde, mi­ tinglerde çekilmiş fotoğraflar. Sorular. S o ­ rular. “Sorduklarımızın hiçbirini cevaplamı­ yorsunuz. Bia uğraştırıyorsunuz. Bu du­ rumda operasyona devam edeceğiz.” “Operasyon” odasına geri dönüyoruz. Radyo gene sonuna kadar açık. Önümde başkalanna işkenceye, sorguya devam edi­ yorlar. Arada “Kolombo” “Sana da sıra gelecek” deyip duruyor. Herkes çekildi. “Kolombo” ile yalnızız. Telefon çalışıyor. Açıyor. “Buyrun beyim” “Evet beyim” De­ ğişiklik yok beyim" “Şimdi yeniden ope­ rasyona hazırlanıyoruz” “Peki beyim. Em­ redersiniz beyim.” Sürecek.


ÖNE ÇIKAN GÖREV; KİTLESELLEŞME Orhan Dinçok Öğrenci hareketi geçtiğimiz 3 ay içinde ön­ ce 2 önemli gerilim yaşadı ve sonra yaptı ğı atakla yaşanan gerilimlerin yarattığı san cilan dağıttı, daha önemlisi 7 yıldır özene bezene kurulan düzenden yana dengeleri 1 haftada bozdu, yeni dengelere doğru açıldı. O arada kitleselleşme sancılarının çö­ zümü için ilk pratik adımda bizzat pratik ey­ lemliliğinin öğrenci gençlikte yarattığı mo­ ral ve özgücüne güvenme inancıyla atılıyor­ du. Şimdi demokratik öğrenci gençlik ha­ reketi, kendi gücüyle dosta/düşmana ken­ dini kabul ettirmiş durumda, moral üs­ tünlüğünü elinde tutuyor Kendini kabul ettirmek” mücadele sürecinin geniş ufkun­ dan bakıldığında ancak ilk adımdır. Sorun esas şimdiden sonra başlıyor Ve atılacak adımların karakteri yapılan işlerin, geçi­ len aşamaların sıkı bir tahliliyle desteklen­ diği oranda sağlam temellerde belirlene­ cektir. ★

len açık bir gerçek ortadaydı. Bütün olanbiten. esas olarak öncü öğrenciler içinde yaşanıyordu. Geniş öğrenci yığınlarının sü­ rece aktif katılımı sözkonusu değildi, var olan pasif destekti. Kitleselleşme sorunu ve yarattığı sancılar, o noktadan sonra üste çıkmaya başladı. Binanın temelleri ancak atılabilmişti. Şimdi yavaş yavaş inşasına geçmek gerekiyordu. Eğer hedef, antifaşist, anti-emperyalist temelde bir demok­ ratik öğrenci hareketi yaratmak ve bu şe­ kilde sadece öğrenciliğin dar sorunlarıyla uğraşmak değil, onları esas görevi bilen fa kat, demokratik halk hareketiyle dayanış­ mayı da kapsayan bir mücadele içine gir­ mekse, orada kitlesellik can alıcı öneme sa­ hip. Böyle bir hareket Eylül sonrasının ye­ ni koşullarında nasıl oluşturulabilir? Bu so­ runun cevabı henüz tam anlamıyla verile­ bilmiş değil ama, çözümü doğrultusunda adımlar atılıyor. Reformizm. iktidar değişikliğini kabullen­ mek istemedi ve hareketi kendi sendikalist (3) zemininde tutabilmek için direndi. Öyle ki. reformizmin başlıca işi öğrenci ha­ reketinin nasıl canlanöırılabileceğinin tartı­ şıldığı toplantıları tıkamak, bu şekilde işle­ rin sürüncemede kalmasını sağlayarak ken­ di pasifist mücadele anlayışlarını fiilen ha­ kim durumda tutabilmeye dönüştü. Öğrenci hareketinin gelişmesi için gerekli atılım per­ spektifine ve gücüne sahip olamadıkları gi­ bi. böyle devrimci bir perspektifi yakalama­ ya çalışan ve öğrenci hareketinin özgücü­ ne güvenen devrimci akımın, kendi anla: yışı doğrultusundaki önerilerinin getirildiği toplantıları her seferinde bilinçlice tıkadı­ lar. Bu tıkanıklık, o önerilerin kararlaştırılamaması sonucunu doğuruyor ve iktidar olan devrimci akımın kendi mücadele an­ layışını bir türlü pratiğe aktaramamasını sağlıyordu. İster "şark kurnazlığı” deyin, is­ ter burjuva makyavelizmi, ama bilinçlice yapılan tam da buydu. Ayrıntı derecesin­ deki teknik sorunlar arka arkaya getiriliyor ve günlerce bunlarla uğraşılıyordu. Reformizmin bu taktikleri aslında hare­ ketin gelişmesi ve kendi kontrollerinden çıkmasına duydukları tepkinin ürünüdür. Ve pek ucuz/zayıf/vurunca düşen cinsten korkuluk taktikleridir. Öğrenci hareketi için­ deki burjuva sosyalizminden etkilenen ve Eylül rüzgarlarının inmelendirdiği veya şe­ killendirdiği pasifist öğrenci kitlesinin önder­ leriydiler. Halen de öyledirler. Bu karak­ terde bir eğilimin Dev-Genç’in mücadele geleneğine sahip Türkiye Öğrenci Hareke­ tinin önderliğine soyunmasını belki anlaya­ biliriz. Ama başaramayınca yenilgiyi kabul­ lenmeyerek panik içinde taşkınlık gösteri­ leri yapmaları çizmeyi aşmak değil midir? Tabii pratik engelleme kurnazlıkianna te­ orik kılıflarda bulmak gerekiyordu. Yarın dergisinin sayfaları çocuklara korku masal­ ları diyebileceğimiz korkutucu manzaralarla dolmaya başladı. Tiksinti verici bir yukar­ dan bakışla gençliğin kulağı çekiliyordu:

★ ★ ★ Tekrar eylem öncesine dönersek. Refor­ mizmin biçare çırpınışları öğrenci hareke­ tini ikinci bir gerilime soktu. Ve burada dev­ rimci eğilim ustaca değil amatörce davra­ narak reformizmin ucuz taktiklerinin tuza­ ğına düştü. Gelecekte aynı türden hatalara düşmemek için olayın ayrıntılı incelenme­ si gerekiyor. Herşeyden önce şu sorunun cevabında anlaşmalıyız. Öğrenci hareketi hangi ze minde yükselecek? Her türden zorlanma­ dan bağımsızca hedeflenmesi gereken ze­ min nedir? Anti-faşist ve anti-emperyalist temelde öğrencilerin akademik-demokratik haklannı savunmak: baskıları teşhir etmek: demokratik halk hareketiyle dayanışmaya girmek. Bu noktada sanıyoruz ki hemfiki­ riz. Devrimci eğilimin içinde yer alanların hemen hepsi öğrenci hareketini bu zemin­ de yükseltmeyi hedeflediklerini açıkça sa­ vunuyorlar. İşte bu noktada siyasi sorum­ luluk bize bu zeminin inşası için sam im i­ ce çaba göstermeyi, her türden tersi zor­ lamalara rağmen ve bu zorlamalar nereden gelirse gelsin mücadele ederek bu zemin­ de mücadeleyi yükseltmeyi görev verir. Ve bir kez samimice buna inanılırsa biz inanı yoruz ki, başarılacaktır da. Çok daha zor işleri başarabilen öğrenci hareketi, bunu da başaracaktır Ama savunulan görüşlere sa­ mimice inanmak, geçici dalgalanmaların peşisıra sürüklenmemek, anlık sürtüşme­ ler ve inatlaşmalarla saptanan zerni iden vazgeçmemek gerekiyor. Bir ikinci soru daha sormak Düyoru. Reformist eğilim anti-faşist ve antiemperyalist midir? Ne kadar tutarlı olduk­ ları ayrı mesele ama. reformistler anti-faşist ve anti-emperyalistdirler. Öyleyse, demokratik öğrenci hareketi içine reformistleri de almak zorundadır, sosyal-demokratları -yani, reformistlere na­ zaran daha tutarsız anti-faşist ve antiemperyalist olanları- ve yurdunu seven de­ mokrasiden yana olan her öğrenciyi kap­ sayabilmek. Eğer devrimci öğrenciler diğer öğrencilerden ayrı olarak örgütlenmek is­ tiyorlarsa -ki bu da onlann doğal hakkıdır.bunu demokratik öğrenci hareketiyle ka­ rıştırmamak gerekiyor. O ayrı türden bir ör­ gütlenmedir. ihtiyacını hissedenler kurabi­ lir

aınjOA

Öğrenci hareketi, Eylu. sonrası suskun­ luğu kırma ve öğrencileri düzenin uysal ka­ lem efendileri yapma doğrultusunda olu­ şan dengeleri bozma yönünde kitlesel an­ lamda (1) ilk adımları 85-86 döneminde attı. Dernekleşme süreci başlatıldı Bayra­ ğı 84'de Ankara Hukuk yükseltti ve sonra hızla önemli öğrenci merkezlerine yayıldı. Dernekleşme sürecinin ilk aşamasında ço­ ğunlukla “yarıncı" olarak bilinen reformizm ağırlıktaydı. Devrimci öğrencilerin, gerek yedikleri şiddetli Eylül tokadının etkisini he­ nüz atamadıklarından ve gerekse de. der­ nekleşme türünden yasal eylemleri küçüm­ seme hatasından dolayı ilk aşamada ön­ cülük yaptıkları söylenemez. 86-87 döneminin açılışıyla birlikte bir yandan dernekleşme süreci devam eder­ ken. sürecin içinde de bir iç çatışma yük­ seldi. Türkiye gençliğinin en son aşamada Dev-Genç'te somutlaşan anti-emperyalist anti-faşist (2) devrimci geleneklerine sahip çıkan öğrenciler, reformizmin yanısıra der­ nekleşme sürecine müdahale etmeye baş­ lıyor ve paralel olarak reformizmle çatışma da yükseliyordu. “Muhalefet” 4 -5 ayı geç­ meyen çok kısa bir sürede “iktidar” olma­ yı başarabildi. Reformist “Yarıncı” eğilim­ le “muhalefet’ m çatışması esas olarak ge­ niş öğrenci kitlesi içinde değil, fakat öncü öğrenciler arasında yaşandı. Öğrenci genç­ liğin daha çok Eylül rüzgarlarıyla beslen­ miş ve henüz kişiliğini bulamamış kesim­ lerine dayanan reformizme karşı “m uha-. Iefet”in devrimci geleneklere sahip çıkan coşkulu devrimci atılımı öncü öğrenciler­ de yankısını buldu. Birim derneklerde sü­ ren mücadele teker teker “muhalefet in kazanımıyla sonuçlandı. Sonuçta toptan bir iktidar değişikliği yaşanıyor ve herkes la­ yık olduğu yere yerleşiyordu. Bu yılın ilk aylarında netleşen iktidar de­ ğişikliği aynı zamanda öğrenci hareketinin kişiliğini bulmaya doğru attığı önemli bir adımdı. Ama fazla zorlanmadan görülebi­

'Sakın ha! Yoksa gene yaramazlık mı ya­ pacaksınız? Yine eski günlere mi?” İşte o günlerde başlayıp 14-15 Nisan di­ renişiyle biten süreç bir yönüyle de iktidar­ dan düşmeyi kabullenmeyen reformizmin can çekişme dönemi oldu. 14-15 Nisan re­ formizmin iktidardan düşüşünün öğrenci yığınlarınca tescili, devrimci eğilimin yığın­ lara açılışının ilk adımıdır. Bu, devrimci ey­ lem anlayışının hayata geçirilmesi ile sağ­ lanmıştır. Onlarca toplantıyı makyevelist taktiklerle engelleyebilen verimsiz kılan re­ formistler, tek bir pratik eylemin devrimci sonuçları altında ezilip sinmişlerdir.


İşte neredeyse bir ilke haline gelen antiYarıncılık demokratik öğrenci hareketinin üstüne oturduğu zemin olamaz. Zemin anti-faşizm ve anti-emperyalizmdir. Önce bu zemine, bu platforma samimice inanmak gerekiyor, önerdiğimiz, savunduğumuz çizgilerde tutarlı olmalıyız. 1987 yılında Türkiye öğrenci gençliği davranırken bir­ çok deney ve tecrübelerin üstüne oturuyor, bazı amatörlükleri yapmaya hakkı yok. Bu yönde tutumlan hoşgörüyle karşılama du­ rumunda değiliz. Anti-Yarıncılık aslında Yarın'a karşı ger­ çek anlamıyla güçlü bir tepkide değildir. Zayıftır ve bilinci Yann'ın baskısı altındadır. Reformizmin üstünde devrimci bir ikti­ dar olarak şekillenmeyi beceremeyiştir. Reformist çizgiye asıl darbe, onu dev­ rimci bir iktidar altında tutup, faaliyetlerini o alanda sınırlayabilmekle sağlanır. Reformizmden etkilenen öğrenci gençler, ancak o şekilde tutarlı bir devrimci demokrat ol­ maya yönlendirilebilir. Ama iktidar olmak da bir sanattır. Lenin de iktidara geçmiş­ tir. Pol Pot da. Biri iktidarını bolşevizmden, hatta sosyalizmden habersiz yığınlara dahi benimsetebilmiş, binbir çeşit taktikle onla­ rı yönlendirebilmiştir. Pol Pot ise, en ufak ayrılığın üstüne terörle gitmiş, halkının ba­ şına en sonunda düşman haline dönüş­ müştür. Pol Pot, her ayrılığı terörle çözme­ ye kalkışınca, Lenin’den daha mı devrim­ ci tulum takınmıştır? Hayır. O sadece so­ runlar karşısında zayıf düşüp, paniğe ka­ pılan, sorunlara hakim olamayan bir kü­ çük burjuva devrimcisinin hayli hazin ça­ resizliğinin profilini çizmiştir. Acap şimdiki öğrenci liderleri bu ülke­ nin başına geçseler ne yapacaklardır? Bir avuç oligarşiye karşı yığınlan kazanma yolu mu seçecekler, yoksa devrimci olmayan herkese karşı terör mü uygulayacaklardır? Belki bu çoğu okuyucuya abartılı bir benzetme gibi gelecektir, ama sözkonusu olan bir eğilimdir. Bugün öğrenci hareke­ tindeki reformist akım a iktidar olmayı becerem eyen, gelecekte yığınlara nasıl iktidar olacaktır? İktidar olmasını öğren­ mek; iktidarda kalmayı becermek; dışımız­ daki güçleri bizim istediğimiz zeminde tu­ tarak kontrol edebilmek, onları belli bir amaca doğru yönlendirebilmesini başar­ mak gerekiyor.

Bugün öğrenci hareketindeki reformist akıma iktidar olmayı beceremeyen, gelecekte yığınlara nasıl iktidar olacaktır?

70

Yapılması gereken kendi zeminimizde olmak şartıyla ve bu zemine gelmesi için reformizmi zorlayarak reformizmi devrim­ ci demokrat öğrencilerin kontrolüne sokabilmektir. Ayrılmayı devrimci demokratlar değil, onlar istesin. Zayıf olan devrimci de­ mokratlar değil, reformistlerdir. Aynı eği­ lim işçi sınıfı içinde ustabaşı, postabaşı ve benzeri gibi aristokrat işçilere tutunabiliyor. Öğrenci gençlikte nasıl bir maddi taban bu­ lacaklar? Tutunacakları kesim hep çürük olmaya mahkumdur ve “çoğunluk olma” onlara bir daha buluşmamak üzere elveda diyen tatlı bir eski sevgilidir, ö n ce o sevgiliyi kaybetmeyi hazmedemeseler de, şim-.

di veya daha sonra kabul edeceklerdir. 14­ 15 Nisan direnişi, onların iflasının ve ezeli muhalefetlerinin ilk adımıdır. Reformizm elbette devrimci-demokrat öğrencilerin önerilerini engellemek için canla başla çalışacak hatta, eskisi gibi ucuz toplantı kurnazlıklarına yine başvuracaklar­ dır. Ama, bu kurnazlıklar, içi boş/kof tak­ tiklerdir Yeter ki, aşılmak istensin, rahat­ lıkla aşılabilir. Ama bir başka yol daha var, sinirlenip hırçınlaşmak ve ayrılmak. Han­ gisi devrimci bir politik tutumdur? İktidar çoğunluk oluşun nimetlerinden faydalanarak ve kararlı bir soğukkanlı­ lıkla reformizmin ucuz manevralarını aşa­ bilir. Onlar zaten o türden manevralar yap­ tıkça zayıflayacak, silikleşecek, uysallaşacaklardır. Gelecek devrimci demokrat öğ­ rencilerin. Yeter ki ona talip olunsun. Ak­ si tutum, yani ayrılıkçılık, görünüşte daha parlak gözükse de son tahlilde ona bağım­ sız bir alan hediye ettiği için reformizmi güç­ lendirecektir. Üstelik bugün reformizme tahammül edemeyen devrimci demokrat öğrenciler yarın kendi aralarında çıkan ayrılıklarda ki böyle ayrılıkların çıkması çok doğaldır, birbirlerine nasıl tahammül edeceklerdir? Sonuçta bu aynlıkçı eğilim eğer hakim ha­ le gelirse, demokrat öğrenci hareketi orta­ dan kalkacak, sadece bazı görüşlere sahip öncü öğrencilerin görüşleri ortada kalacak ve kendi içinde bütünlük arzeden yığınsal bir muhalif hareket olarak öğrenci hareketi, halk saflarından eksiltilmiş, tasfiye edilmiş olacaktır. Böylesi tasfiyecilik damgası pek şerefli bir damga değil. Devrimci demok­ rat öğrenciler, kesinlikle kendi kontrollerin­ de tutabilecekleri böyle bir kitle hareketini yönetmeyi becermek zorundadırlar. Dün­ kü bazı hatalar Eylül sonrası ülke koşulla­ rında eskisinden daha büyük zararlara yol açabilir. Bu konuyla ilgili son olarak satır arala­ rında altını çizerek geçtiğimiz zemin mese­ lesini bir kez daha belirtmek istiyoruz. Bir­ lik ancak anlaşılan ortak bir zeminde ol­ duğu takdirde gerçekleşebilir. Bu olmazsa olmaz, ön koşuldur. Demokratik öğrenci hareketini SHP’nin yan kuruluşu haline ge­ tirmek isteyen reformizm, eğer devrimci demokrat öğrencilerle birlik olmak istiyor­ sa, öğrenci hareketinin şerefli antifaşist/anti-emperyalist geleneğinin bu ze­ minin temel öğesi olduğunu bilmek zorun­ dadır. Biz, utangaç SH P’li reformistlerin de; gerçek SH P’lilerin de yurdunu seven demokrat her öğrencinin de bu zeminde yer alabileceğine samimice inanıyoruz. Ama reformistler Eylül’den b.eridir, şırın­ ga edilen uyuşturucu depolitizasyon iğne­ leriyle sersemlemiş beyinlerinin orta yere çıkardığı apolitik/politikadışı-sendikalist an­ layışlarını zemin olarak getirirlerse, bu on.ların bileceği iştir. O zaman öğrenci hare­ ketinin birliğinden yana değil, ayrılma ama­ cında olduklannı anlayacağız. Ve geniş öğ­ renci yığınlarını (4) reformizme karşı bilinç­ lendirip, birlik maskesi altındaki ayrılıkçı yüzlerini teşhir edebiliriz. Sonuç, tıpkı 14­ 15 Nisan direnişinde olduğu gibi, kemik­ leşmiş şeflerine rağmen, reformizmin etki­ si altında kalmış gençlerin demokratik öğ­ renci hareketiyle kaynaşması şeklinde ola­ caktır? Reformizmin dayandığı taban tepeyi de zorlayacaktır. Eğer bütün öğrencilerin anlaştığı zemine reformizm de gelirse, o za­ man ne alâ! Reformistlerle ortak iş yapmak ve iş içinde, demokratik öğrenci hareketi­

nin yığınsal bir muhalif halk hareketi ola­ rak yükselteceği akademik/demokratik mücadelenin içinde reformizmi eğitmek, doğal karekterleri gereği yapacaklan engel lemelerle mücadele etmek zevkli bir görev olacaktır. Hedef: Tüm fakülte ve yüksek okul bi­ rimlerine yayılmış, anti-emperyalisl ve antitaşist temelde her türden görüşü kapsayan güçlü/vurduğu yerden ses çıkartan de­ mokratik öğrenci hareketidir. Aynlıkçı ko­ numa düşen devrimci demokrat öğrenci­ lerin zaafı, bu hedefe varmak için gerekli taktik zenginliğine ve esnekliğe sahip ola­ mayış ve bu yetersizlik sonucu hırçınlaşa­ rak amatörce beceriksizlikler yapmaktır. Bu ise geniş anlamıyla iktidar olamayıştır. Çünkü çoğunluk açık bir şekilde devrimci demokratlardan yanadır ve hırçınlaşarak ayrılmayı savunmak yerine pekala usta tak­ tiklerle reformizm kıskaç içine alınıp yönetilebilinir. Ancak belirtmeliyiz ki, aynlıkçı eğilim sa­ dece böyle bir zaaf değildir. Madalyonun bir de ters yüzü var. Onu da göstermeli­ yiz. Ayrılıkçı eğilimin devrimci demokrat öğrencilerde filizlenmeye başladığı dönem, öğrenci hareketinin canlanmaya yüz tuttu­ ğu ve reformizmin düşüşe yöneldiği dö­ nemdir. O aşamada ve sonraki gelişmeler­ de reformizmin yaptığı tek şey, “muhalefet" olarak bilinen devrimci demokrat öğrenci­ lerin eylem önerilerinin önünü toplantı kur­ nazlıklarıyla kesmek ve bir zoraki eylem­ sizlik dönemini kısa süre de olsa, öğrenci hareketine hakim kılmak olmuştur. Bu noktada reformizme karşı öncü öğrenciler­ de devrimci bir öfke ve nefrette filizlenmiş­ tir. Süreç içinde reformizm “tıkama" işle­ vinde ısrarla durdukça, kendisine yönelik öfkeyi de besleyerek yükseltmiştir. Sonuçta öğrenci hareketinin önünde bir moloz haline dönüşen reformist önderler bir tekmeyi fazlasıyla haketmişlerdi. Sorun, bunun nasıl yapılacağı idi. Ama bu nokta1 da sahici tekmeler tercih edildi. Denilebilir ki: “Politika bulutlar üstünde değil, maddi güçler dünyasında yapılıyor. Tekme ve yumruk da en aşağı zeminde de olsa, bir güç gösterisidir. O tekmeler gereken yer­ de atılırsa istediğiniz politik sonuçların oluş­ masında yardımcı olabilir.” Katılıyoruz. Ve reformist önderler belki de sahici tekmele­ ri de haketmişlerdi. Ama bütün bunlar yet­ medi, süreç içinde ayrılıkçılık noktasına va­ rıldı ve anti-emperyalizm ve anti-faşizmden ayrı ve daha önemli bir ilke oluştu: AntiYarıncılık. Ayrılık olduğundan fazla abar­ tıldı. Mevcut çelişkiye nasıl ve hangi kuv­ vetle müdahale edileceği sorunu doğru ze­ minde çözülememiş oldu. Ancak bu zaaf, bizim madalyonun ters yüzünü görmemizi engellememeli. Reformizme karşı devrim­ ci öfkeyi fazlasıyla paylaşıyoruz. Görev: Öfke zemininde kalmamak, öfkemizi usta işi bir politik zemine sindirebilmektir. Ve eğer ayrılıkçılığın altında olası bir “demok­ ratik açılım” umutlarının pembe hayalleri yatmıyorsa, ülkenin mevcut ve gelecek günlerinde demokratik öğrenci hareketi gibi fedakar ve atak bir halk örgütlenmesinin tasfiye edilmemesinin önemi herkesçe an­ laşılacaktır. Şimdi 14-15 Nisan direnişini inceleye­ biliriz. ★ ★ ★ 14-15 direnişi bir sıçramadır. Esas olarak öğrenci hareketinde bir sıç­ ramadır, fakat aynı zamanda halk hareke­ ti içinde NETAŞ ve Derby’den sonra umut


mek bilmez bir inanç ve özlem; bencil ve ışığıdır, moral kaynağıdır. sahte dünyaları küçümseme-, pratik cesa­ 14-15 Nisan direnişi. Eylül zoruyla öğ­ ret ve atılım gücü ve diğer unsurlanyla Devrenci gençlik üstünde oluşan dengelerin Genç ruhu yeniden canlanıyor. Her pro­ bozuluşu ve yeni dengelere doğru bir açı­ testo eylemi, bu canlanışa olumlu etkide lıştır. bulunuyor. Eylül sonrasında işçilerle birlikte sanık sandalyesine oturtulan öğrenciler üzerinde öğrenciler, sadece kendi üzerlerindeki tam bir “bunaklık histerisi” halini almış yo­ karanlık pasifikasyon bulutlannı dağıtma­ ğun karşı-ideolojik kampanyalar yürütüldü. dılar, aynı zamanda ayrıntıları hesaplaya­ Toplum gözünde gençliğe, özellikle öğrenci rak dikkatle ve ustaca yürüttükleri eylem­ gençliğe karşı bir düşmanlık yaratmak is­ ci çizgiyle emekçi halkta kendileri hakkın­ teyenler, böylece bir. taşla iki kuş vurmak da sempati duygulannı da canlandırdılar. istiyorlardı. Açlık grevlerini ziyaret eden çok sayıda ay­ Bizzat mevcut düzenin ürettiği ve kışkırt­ dın, sendikacı ve fabrika işçisi bunun gös­ tığı Eylül öncesinin “can güvenliği” soru­ tergesidir. Daha da önemlisi, öğrenci ey­ nu günah keçisi yapılan öğrenci gençliğin lemleri, tüm emekçilere kendi haklarını na­ üstüne yıkılıyor(4), böylece mevcut düzen sıl koruyabilecekleri konusunda bilinç kıvıl­ aklanmış oluyordu. Hem de “suçlu” imajı cımları sıçrattı. En gözükür örnek, cezaev­ halk içinde yerleştirilerek, içindeki halklerinde özgürlükleri gaspedilmiş devrimci­ çı/devrimci/yurtsever özü yokedemeyelerin vefakâr ailelerinin keyfî uygulamala­ ceklerini bildikleri öğrenci gençliğe karşı ra karşı çok değişik şehirlerde yaptıklan emekçilerde soğukluk yaratmaya, böylece protesto yürüyüşleridir. Birçok fabrikada iş­ halk güçlerini bölmeye, yeniden yüksele­ çiler öğrenci eylemlerini dikkatle izleyip, ceğini iyi bildikleri öğrenci hareketi üzerin­ yorumladılar. de uygulayacakları teröre haklılık zemini hazırlıyorlardı. ★ ★ ★ Ayrıca bizzat öğrencilerin kendisinin de geçmiş öğrenci hareketine soğuklaştınlarak Öğrenci hareketi açısından 14-15 Nisan anti-emperyalist. anti-faşist gelenekten kodirenişinin bir önemli sonucu da, kitlesel­ puşması sağlanmak isteniyordu. Öğrenci­ leşme sancılannın çözümü doğrultusundaki ler, sürekli ideolojik baskı altına alınıp iş­ l gelişmelerdir. Hemen belirtmeliyiz ki, kitkence haline çevrilmiş eğitim işleyişi ile şaş­ | leselleşme sorunu, henüz çözülmemiştir, kına çevrilerek o kopuşmanın maddi zemi­ ancak çözülmesi için terkedilmesi gerekli ni sağlanıyordu. Tablonun pembe rengi de olan Eylül zemini terkedilmiştir. En önem­ ihmal edilmiyor, diğer toplum kesimlerine lisi, başka herhangi bir şekilde değil, fakat olduğu gibi öğrenci gençliğe de “Köşeyi bizzat öğrenci gençliğin pratik eylem gücüy­ dön" arabesk bireyciliği aşılanıyordu. le üzerindeki pasifikasyon zincirlerini par­ Eylül'ün esaslı hedeflerinden biri olarak çalaması yoluyla terkedilmiştir. üzerinde sürekli hissettiği ideolojik/fiili baskı Bunun iki pratik sonucu oldu. Birincisi, ve dayanışmaya girebileceği bir emekçi ha­ öğrenci hareketi, haklı zeminde ve geniş reketliliğinde olmayışı sonucu, öğrenci için­ yığınların sempatisini kazanabileceği bir de belli bir pasifikasyon ortamı sağlanabil­ momentte davrandığı için, hem yığınlar, di. Hatta kimi yozlaşma eğilimleri sıkça gö­ hem de öğrenciler içinde yerleştirilen rülmeye başladı. “öğrenci = suçlu” imajı parçalanmıştır. Yok Ama bütün bunlara rağmen, öncü öğ­ olmamıştır ama, etkinliğini kaybetmiştir. renciler en karanlık günlerde dahi varlık­ Kamuoyu öğrencileri haklı, sert davranan larını koruyabildi. Yok olmadılar ama, kit­ polisleri haksız gördü. Bu demokratik öğ­ leden kopuşma sürecine girdiler. Bu nok­ renci hareketinin kitleler nezdinde yasallaştada Eylül öncesinde öğrenci içinde etkin masıdır. eğilimlerin sürekliliklerini koruyamayışları Henüz geri ama. hızla ilerleme potansi­ ve gençliğe yeni duruma uygun esnek tak­ yelini taşıyan geniş öğrenci yığınlarının de­ tikler sunulamayışının acısını o dönemi ça­ mokratik öğrenci hareketine kazanılabilmeresizlik içinde yaşayan öncü öğrenciler sa­ _si açısından bu sonuç önemlidir. Bulunduk­ nırız unutmayacaklardır. ları Eylül zemininden kopuşabilmeleri için Sonuçta dışardan bakıldığında egemen­ önce bilinçaltlarına yerleştirilen suçluluk ler amaçlarına ulaşmış gözüküyorlardı. kompleksinden kurtulmaları, kendi hakları İdeolojik ve fiili zorla bir zemin (buna “Ey­ doğrultusunda mücadele etmenin haklılı­ lül zemini” diyebiliriz) sağlanmıştı. İşte der­ ğına inanmaları gerekiyor. nekleşme çabalan bu zeminin aşındırılması anlamına geliyordu. 14-15 Nisan ise, o Ama sadece bu yetmez. O yığınları çe ­ zeminin kurduğu dengelerin yıkılışıdır. Öğ­ kecek bir çekim merkezi de gereklidir. O renci gençlik kendi pratik eylem gücüyle çekim merkezi, bugüne dek dernekleşme üstüne çöken pasifikasyonu kırmış ve yi­ faaliyetini yürüten fedakar, öncü öğrenci­ ne kendi gücüyle belirleyebileceği yeni lerdir. İşte 14-15 Nisan direnişinin ikinci dengelere doğru yola çıkmıştır. pratik sonucu da. öncü öğrencilerdeki Bir dönem kapanmış, başka bir dönem “kendine güven"i ve “pratik eyleme geçe­ açılmıştır. bilme cesareti”ni canlandırmış olmasıdır. 14-15 Nisan sonrası, süreklilik arzeden Şimdi “kendine güvensiz'' ve “eylem kaça­ eylemlilik öğrenci gençliğin geleneksel ğı" reformistler tam bir moral bozgunluğu ama, bugün için yeni devrimci demokra­ içinde, devrimci demokratlar ise gururlu ve tik zeminin inşasında istekli ve kararlı ol­ morallidir. Şüphesiz 14-15 direnişi, refor­ duğunun göstergesidir. 14-15 Nisan'da ve mist öğrencileri de zamanla etkileyecek, es­ sonrasında uygulanan devlet terörü ama­ kiye nazaran daha kendine güvenir hale cına ulaşamamış, tam tersine gençliği da­ geleceklerdir. ha da canlandırmıştıı. Şimdi öğrenci yığın­ Şimdi, öne çıkan bilinçli öğrencilerle ge­ larına iyi bakın! O eski ve şanlı Dev-Genç niş gençlik yığınlarının kaynaşması proble­ zemininin pırıltılı bakışlarını artık görebilir­ mi çözülme sürecine girmiştir. Ancak ön­ siniz. Ve bazılanna gece rüyalannda kâbus­ cü öğrenciler, henüz Eylül sonrası yeni dö­ lar gördüren bu pırıltılı bakışlar hızla artı­ nemin ürettiği yeni eğilimlere uygun ön­ yorlar. Halka ve yurduna bağlılık, - cülük karakterini kazanma sürecindeler. insanlığın insanca yaşayacağı günlere bit­ Evet, 14-15 Nisan direnişi De1, Genç ge­

leneği ile bağı somut pratikte kurmuştur ve bu bağ öğrenci hareketine nitelik değiştirtmiştir. Cesaret ve atılım gücü yine ortaya çıkmıştır ama, şimdi bunu Eylül sonrasının yarattığı yeni eğilimlere adapte edebilmek gerekiyor. Buna da usta/dengeli/esnek li­ derlik gerekiyor. Eylül düzeni kalıcıdır, kendiliğinden gidiş (ona “demokn tikleşme" deniyor) sözkonusu değil. Ve u düzen, yeni öğrenci liderleri­ ne yani 81 kuşağına, eski öğrenci liderle­ rine yani 68 ve 74 kuşağına yüklediğinden çok daha ağır ve çok daha kompleks gö­ revler yüklüyor. Problemler çözümleriyle birlikte gelir. Ağır ve kompleks görevler kendini kaldıracak ve çözecek öğrenci li­ derliğini ve hareketini de içinde taşıyarak geliyor. Son derece hassas ve gelişmelere anında tavır koyabilecek canlılıkta, günlük gelişmelerle sarsılmayıp önceden belirlen­ miş genel hatta tutarlıca ilerleyebilecek ki­ şilikte ve hepsinden önemlisi düzenden ge­ lecek her türden saldınya -ki bunlar önce­ kilerden çok daha ağırdır-, meydan oku­ yabilecek güçte/kapasitede öğrenci lider­ liği gerekiyor.

14-15 Nisan direnişi, Eylül zoruyla öğrenci gençlik üstünde oluşan dengelerin bozuluşu ve yeni dengelere doğru bir açılıştır. İşte bu yol ayrımında, devrimci demok­ rat öğrencilerden bazıları, görevlerin komp­ leks yapısının ve ağırlığının altında ezilip gö­ revleri basitleştirip/hafifletmeye yönelme tehlikesini yaşıyorlar. Ayrılıkçı eğilimin te­ mel zaafı bizce bu. Bu temel zaaf, çeşitli bi­ çimlerde -iktidar olamama, hırçanlaşmavb., kendini gösteriyor. Arkadaşlann sakin­ ce düşününce, özellikle öğrenci hareketinin son 1-2 aydaki gelişmelerini değerlendirin­ ce, görevlerin kaldırılabileceğini görecek­ lerine ve böylesi bir liderliğe talip olacak­ larına inanıyoruz, inanmak istiyoruz. Lider­ lik, Eylül sonrasında ateşten gömlek. Ona talip olacak cesarette olanların ve bunu be­ cerebilecek nitelikte olduklarını yakın geç­ mişte gösterenlerin görevlerden (basitleş­ tirerek) kaçmak yerine cesaretle üstüne git­ mesinin daha yakışır bir davranış olduğu­ nu düşünüyoruz. ★

Gerek “sosyalist" iddialı reformistleri, ge­ rekse barışçı, çevreci, feminist vb. yansiyasi çevreleri kendi anti-emperyalist, antifaşist zemininde kontrol edebilecek, uzun depolitizasyon yıllanndan sonra ve ağır bas­ kı koşullarında henüz politikleşmeyen öğ­ renci yığınlarına demokratik ve halkçı bir eğitim programını propaganda ederek ve güncel sorunlarına sahip çıkarak liderliğini kabul ettirebilecek; işçi ve emekçi halkın mücadelesiyle paralel bir hat izleyecek, gi­ derek kaynaşabilecek bir öğrenci hareketi! İşte şimdi öğrenci hareketi bu noktaya ulaş­ ma durumundadır. Sadece Dev-Genç geleneği ile övünmek yetmez. Sorun, o geleneğin yeni koşullar­ da nasıl zenginleştirildiğidir. O zengin­ leşme ise yeni dönemin öne çıkarttığı ye­ ni görevlerin başarılmasıyla olacaktır. S a ­ nıyoruz. öğrenci hareketi önümüzdeki ay­ larda bu görevlerin başarılmasının sancıla­ rını çekecektir. Sancıları azaltabilmenin baş­ langıcı karekterlerini kavramaktan geçiyor.

D ipnot: 1 Biz burada herkesin gözünün önünde açıkta yapılanları değerlendiriyoruz. En karanlık gün­ lerde dahi yapılan fedakArca ablımlan unutu­ yor değiliz. 2 And-faşlzimtn içinde anti-şövenlzmi de görü­ yoruz. V e tutarlı bir anti-şoventzmin anti-sÖmür gecik karakterinde olacağına inanıyoruz. A ncak o tutarlılığın uzun bir süreç ve m üca­ dele İçinde geniş öğrenci yığınlarınca kabul edi­ leceğine inanıyoruz. Hemen belirtelim id bütün bu İlkeler bir prog­ ram a indirilirse kıymet kazanabilir. Aksi, y a­ ni tek başına ilke olarak, kuru laftırlar ve bir çok tartışmayı da gereksiz yere yükseltebilirler. 3 Öğrenci demekleri sendikal örgütlerdir. Ama, işçi sendikaları mücadele ufuklarını sadece sı­ ndın dar ekonomik çıkarlarıyla sınırlarlarsa bu­ nun adı sendlkalizm değil midir? Sendikalara siyaset yasağı Eylül düzeni tarafından boşuna mı koyuldu? Reform İzm öğrenci demeklerinin sendikal örgütlenmeler olduğunu, bunun için de politika bulaşmaması gerektiğini savunur­ ken aslında kendi çarpık sendikal sendikal mü­ cadele anlayışlarım da İtiraf etmiş oluyorlar. 4 G erçekte ise, Eylül öncesinde Öğrenciler fa­ şist saldırılara karşı yiğitçe karşı koyarak hal­ kın can güvenliğini korumayı baş görevleri bi*m işlerdir.

71


BOŞ ZAMAN-MODA VE GENÇLİK — “A a a !.. bu ne h a l? .. Çiçekleri başaşağı mı koydunuz? — Tabi ya, bütün seçkin ve kaliteli kişiler böyle yapıyorlar artık. — O o h !.. Ö yleyse pek iyi o lm u ş.” (M oliere/Kibarlık Budalası) Bundan üç yüz yıl önce yazılmış olan bu diyalog, günümüz yaşamında da hâlâ gün­ celliğini yitirmiş değil. Her ne kadar m o­ da, bu diyaloğun yazıldığı tarihden çok farklı bir motivasyona bürünmüş olsa d a... Bize göre günümüzdeki bürünmüş oldu­ ğu motivasyonuyla moda, daha çok bire­ yin boş zamanlanyla ilintili bir olgu. Bura­ dan yola çıkarak modayı bireyin boş za­ manlarıyla ilintisi içersinde ele alıyoruz. Ama daha çok genç bireyin.

B O Ş ZAMAN VE B İR E Y Tarihin bütün dönemlerinde, bireyin yajamını sürdürebilmesi irin önünde daima bir ‘zorunluluklar alanı’ vardır. Maddi üre­ timini sürdürebilmesi anlamında, ‘zorunlu­ luklar alanı’ birey için kaçınılmazdır yani. Yaşamın idame ettirilebilmesinde gerekli olan maddi üretimin doğal bir sonucudur bu.

Tarihsel gelişimi içersinde bireyin bu ‘zorrunluluklar alanı’ sürekli olarak genişlemek Çünkü günümüzde moda artık, salt bir durumundadır. Çünkü toplumsal yaşamın tüketim olgusu. Tüketimin, bireyin boş za­ gereksinmeleri, nüfus, gelişen ve değişen manlarının amacı haline getirilmesinde en I yaşam biçiminin yeni gerekleri sürekli ar­ önemli manipüle edici (bireyin düşüncesi­ I tar. Tabi buna koşut olarak da, tarihsel sü­ ni yönlendirici) araçlardan biri. Ve bu tab­ reç aynı zamanda bireyin gereksinmeleri­ lo içersinde de gençlik, en önemli tüketim ni, yeni yaşam biçimlerinin gereklerini ye­ kesimlerinden başlıcasmı oluşturuyor. Bu rine getirecek üretim güçlerini de geliştirir, anlamda boş zaman ve moda olgusunu yeniden-üretir, genç ins.anın karakteristik yapısı açısından ele alacağız. Gençliğin boş zamanlannı kul­ Fakat üretim güçlerinin gelişimi hangi lanımı ve modayla ilişkisi... Moda gençli­ düzeye gelmiş olursa olsun, “her zaman ğe ne getiriyor, ya da gençlikten neleri alıp için bir zorunluluklar alanı kalır. Onun öte­ götürüyor. Gençlik boş zamanlarında ne sinde kendi a m a cı olan insan gücünün yapıyor, ya da neleri yapamıyor. gelişimi başlar; bununla birlikte, gerçek öz-

I i

Ayla ALP—Aii ZEKİ maz. Doğal olarak bu terim, tam anlamıy­ la maddi üretim alanının ötesine uzanır” (k.marks/kapital cııı) İşte bu alanı biz, bi­ reyin yaşam süresi içersinde boş zamanı olarak kavramsallaştırıyoruz. Ve maddi üretim hangi biçim ve aşamada plursa ol­ sun boş zaman, bireyin özgür olabileceği biricik zaman süresidir. Bu söylediğimizi özel olarak kapitalist üretim için söylersek, bu süre (boş zaman), b ireyin kendi*

■inde o lab ilm esin i o lan ak lı kila n biricik zaman süresidir. Bundan do­ layıdır ki Marks, ‘özgürlük alam’nm geniş­ letilmesiyle ilgli olarak “işgününün kısaltıl­ ması, bu gelişmenin temel öncülüdür” di­ yor. Ve işte bundan dolayıdır ki uluslara­ rası işçi mücadelesinde sekiz saat iş, sekiz saat tatil, sekiz saat uyku en önemli ve ilk şiar oluyor ve yıllarca bu uğurda mücade­ le veriliyor. Bireyin, -kendi irade ve isteği dışında kendisine sunulması anlamındaverili bir yaşam ve çalışma koşullan dışına çıkanlabilmesi için. Sınıf mücadelesi açısın­ dan bu önemli; çünkü, bireyin nesnel ger­ çekçiliğinin bilincine varabileceği -ki bu nes­ nel gerçeklik sömürüye dayalı bir toplum ve onun tüm pislikleridir- temel alan, iş gü­ nü süresinin dışında kalan alandır.

1

K İTLE KÜLTÜRÜ V E BO Ş ZAMAN

Sözünü ettiğimiz her iki bulgu bizi doğal bir sonuca ulaştırır: Moda aracılığıyla tüketimin, boş zamanın amacı haline getirilmesinde gençlik, toplumsal yapının en verimli kesimini oluşturduğundan egemen sınıflar için bir çekim merkezidir. gürlük alanı ancak, kendi temeli olarak, o zorunluluklar alanı üzerinde serpilip gelişe­ bilir.” (K.marks/Kapital c m) Görüldüğü gibi Marks, “kendi amacı olan insan gücünün gelişimini” ‘zorunluluk­ lar alanı’nın dışında görüyor. Kaldı ki bu ‘zorunluluklar alanı’, kapitalist üretimin gü­ nümüzde ulaşbğı düzey içersinde düşünül­ düğünde, ‘bireyin kendisinde olmadığı’, kendisine ve yaptığı işe yabancılaştığı bir alandır. Bu anlamda da, kapitalizm’de ‘zo­ runluluklar alanı’ birey için ‘kör’dür. Tıpkı ilkel insan için doğanın zorunluluklarının kör olması gibi. Çünkü, “işçinin kendisi (...) kapitalist üretimde (...) salt bir üretim aracı­ dır; bir kendinde amaç ve üretimin amacı değil” (k.marks/Artık-değer teorileri) Demek ki kapitalizmde ‘zorunluluklar alanı’ birey özgürlüğünün ve gelişiminin gaspedilmesidir. Bu anlamda bireyin kendi­ sinde olabileceği veya özgür olabileceği alan, bu ‘zorunluluklar alanı’ dışında ge­ lişebilmesi olanaklı alandır. “Gerçek­ te özgürlük alanı, zorunluluğun ve dış yararın baskısı altındaki emeğin gerekli ol­ duğu nokta geride bırakılmadıkça başla­

İşçi sınıfımız uzun yıllar iş gününün kı­ saltılması uğruna mücadele ediyor. Veya tersinden söylersek, boş zamanını uzatma mücadelesi veriyor. Ve kapitalist üretim iliş­ kilerinin yerleştiği ülkelerde sekiz saatlik iş günü genellikle kabul ettiriliyor. İş günü­ nün sekiz saat ile sınırlandırılması kapita­ lizmde artık-değer sömürüsünün karakte­ rinin değişmesine yol açıyor. Mutlak-artıkdeğer sömürü biçimi yerini giderek nispiartık-değer sömürü biçimine bırakıyor. Çünkü artık-değer yaratan ek çalışma sü­ resinin, iş gününün uzatılması ile (yani mut­ S lak bir biçimde) uzatılması mümkün değil­ dir artık. Ama bir başka yoldan ek sürenin uzatılması mümkün. İşçinin ücretinin kar­ şılığı olan gerekli sürenin kısaltılmasıdır bu yol. Bu da, emeğin verimliliğinin arttınlması ile mümkün olabilecektir. Verimliliğin arttınlmasında asıl yöntem, üretimde tekno­ lojinin geliştirilmesinden geçmektedir; böy­ le de olmuştur. Ve teknoloji geliştikçe işçi­ nin sömürülmesi daha da artmıştır. Kapitalist için asıl olan, kâr, daha çok kâr’dır. Asıl olanı hep başa koyar. Tekno­ lojik gelişme ile gerekli süreyi kısaltarak sö mürüsünü arttırdığı gibi, işçinin işgücüne ödediği ücreti de azaltır. Teknolojik geliş­ meyi daha çok geçimlik metalarda yoğun­ laştırarak, bu metalarda önemli ölçüde ma­ liyeti düşürür. Geçimlik metalarda fiyatlann düşmesi, işçinin gerçek ücreti (ücret/fiyat)nin de düşürülmesi demektir. Böylece kapitalist işçiye daha az ücret ödemiş ol­ maktadır. Şimdi bu gelişmenin sonucunu yazma­ mız gerekiyor: Kitle tüketim kültürü veya yalnızca kitle kültürü. Teknolojik gelişme


ile yaratılan büyük kitlesel üretimlerin, kit­ lesel bir biçimde tüketilmesi gerekliliğinin doğal bir sonucudur bu. Birey'in maddi V üretim alanının dışındaki alanının (boş za­ manının) tüketim ile doldurulması gerek­ mektedir. Yani tüketim, boş zamanın ama­ cı haline gelmelidir. Kitle kültürü bu ama­ ca yöneliktir. Ve amaç haline gelen tüke­ tim, bireyin boş zamanlarını da gaspeder. Gaspeder diyoruz, çünkü bireyin böylesi bir tüketim için düşüncesi yönlendirilir. “Baş­ kan seçiminden sigara satışına kadar” (Lukacs) uzanır bu yönlendirme. Bu ise tıpkı “zorunluluklar alanında” bireye sunulan ve­ rili yaşamın, bireyin boş zamanlarına da uzatılmasından başka bir şey değildir. Yani bireyin özgürlüğünün gaspedilmesinden başka bir şey değildir. Günümüzde gelmiş olduğu boyutuyla moda, bu gelişimde önemli araçlardan bi­ ridir.

K İTLE KÜLTÜRÜ V E MODA Gelmiş olduğu bugünkü b oyu tu y­ la moda, amaç haline gelmiş bir tüketimin sonucudur. Ama aynı zamanda, tüketimin amaç haline getirilmesinin önemli neden­ lerinden biridir de. Burada modanın bu­ günkü boyutuna vurgu yapma zorunlulu­ ğunu hissettik. Çünkü günümüzde moda, ortaya çıkışından farklı motivasyonlara bü­ rünerek, yukanda belirtmiş olduğumuz dü­ şünce yöneltimi (manipülasyon)’nin önemli araçlanndan biri haline gelmiştir. Tüketime talebin sü rek li canlı tutulabilmesi için. Hem de bu öylesine bir canlılıktır ki, talep edilenen daha tüketilmeden talebini yeni­ leyebilmektedir. Tıpkı savaş sanayiinde ol­ duğu gibi. Savaş sanayiinde, soğuk savaş dediğimiz ideolojik söylem sayesinde tale­ bin sürekli olarak canlı tutulması gibi. Bir silah hiç kullanılmamış olsa bile, yenisi çıktı , mı eskisinin hiç bir hükmünün kalmaması gibi. Moda sayesinde de gardrobu ağzına ka­ dar elbiselerle dolu bir kadın zaman zaman “aman tanrım, hiç kıyafetim yok” ... diye­ bilmektedir. Hatta birçok temel ihtiyaçla­ rını bir tarafa bırakarak söyleyecektir bu sö­ zü. Ve artık onun için önemli olan zevkle­ ri ve “kendisine yakışan” değildir. Önemli olan kendisine sunulandır. Kendisine su­ nulanı talep etmesi düşüncesinin yönlen­ dirilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Bu ise bireyin aktivitelerinin sınırlandırılmasından başka bir şey değildir. Ama birey bu sınır­ lamanın farkında bile değildir. Yani özgür­ lükler içersinde özgürsüzlüğünü yaşamak­ tadır. Oysa, tarihsel gelişimi içersinde moda­ nın ortaya çıkışı, özgürleşme ve bağımsız­ laşma isteğinin bir simgesi. Neyden bağım­ sızlaşma ve özgürleşme? Eskiden. Evet, moda, varolandan farklılaşma isteğinin bir sonucu. Ve hepsinden de önemlisi moda, kül­ türel bir olgu. Kültürü insanın ve ilişkileri­ nin gerek maddi, gerekse maddi-olmayan ürettiği her şey olarak ele alıyoruz. Bu an­ lamda da modanın yukarıda sözü edilen tarihsel gelişimini kapitalist üretim ilişkile­ rindeki gelişmeye koşut olarak düşünüyo­ ruz. Birçok toplumbilimcinin de belirttiği gibi modanın ortaya çıkışı burjuvazinin ortaya çıkışı ile birlikte oluyor. Feodalizm içersin­ de yeşermeye başlarken bu yeni sınıf, va­ rolan toplumsal yapıdan ve onun kültür öğelerinden fa rk lıla ş m a eğ ilim in i taşıyor. Yerleşim biçimlerini farklılaştmyorlar ve kentleri kuruyorlar. Yeni üretim bi­ çimlerini farklılaştınyorlar ve kentleri kuru­ yorlar. Yeni üretim ilişkilerinin gelişmesi ve kurulan pazarlar (piyasa ekonomisi) böy■ leşi bir yerleşim biçimini gerekli kılıyor. Bu gelişme içersinde bireyin farklılaşma iste­

ğinin giyim ve kuşama yansımaması müm­ kün değil. Çünkü giyim kuşam bu eğilimin en kolay bir biçimde yansımasını olanaklı kılabiliyor. Ayrıca bundan başka giyim ku­ şamda farklılaşma, dönemin gerekli kıldı­ ğı bir eğilim olarak çıkıyor karşımıza. Çün­ kü kentlerdeki piyasalar, insanları en ge­ niş bir biçimde biraraya getiriyorlar. Böy­ lesi biraraya gelmelerde yenilikçinin kim­ lik sorununun çözümü giyim kuşamda ken­ disini gösteriyor. Böylesi biraraya gelme­ lerde bireyin farklılaşma eğilimi fiziksel gö­ rünümüyle olabiliyor ancak. Kentlerin çok fazla geliştiği güı lümüz Avrupa'sında, bire­ yin özel binek otosunu da tıpkı giyim ku­ şam gibi fiziksel görünümün bir parçası ola­ rak görebiliriz. Yeni yükselen sınıf olarak burjuvazi, top­ lumsal yapıda ekonomik güç haline gelir­ ken doğal olarak önünde iktidar hedefi de oluşmaya başlar. Bu gelişim sürecinin iliş­ kileri kültürünü de beraberinde üretir. Yük­ selen bir sınıf olarak burjuvazi bir taraftan aristokrasinin egemen kültürüne karşı radikaleğilimler taşırken, diğer taraftan da egemen olmayan toplumsal kesimlerle uyum ve ittifak sağlayabileceği bir takım kültürel öğeleri ve değerleri ön plana çıka­ rır. Çünkü politik iktidarı ele geçirme ama­ cındadır. “Amacını gerçekleştirmek için, kendi çıkarlarını ideal biçime sokarak top­ lumun bütün üyelerinin ortak çıkanymış gi­ bi göstermek zorunda; düşüncelerine ev­ rensel biçim verecek ve onları ussal ve ev­ rensel olarak geçerli biricik düşünceler gi­ bi gösterecektir” (K.Marks Alman İdeolo­ jisi) Bir örnek vermek gerekirse aristokra­ sinin sadakat ve bağlılık kavramına karşı­ lık özgürlüğü ve özgür bireyi savunacaktır. Savunmuştur da. Fransa’daki burjuva de­ mokratik devrimi bunun en radikal örne­ ğidir. Ama aynı zamanda, burjuvazinin ik­ tidara geldikten sonra kitlelerin özgürlük ta­ leplerine en radikal karşı çıkışında yaşan­ dığı ülkedir. Anlattığımız bütün bu süreçte burjuva­ zi, gerek aristokrasiye gerekse peşinden sü­ rüklediği kitlelere karşı aynı zamanda kül­ türel ayrımlannı da koyma eğilimindedir. Öylesine güçlü bir eğilimdir ki, kendi dö­ neminde artık, geçmişin aristokratlarının giydiği pudrab perukları ve paçası dizden bağlı pantolonlan hizmetçilerinin üniforma­ ları haline getirir. Burjuvazinin toplumsal devrimini radikal bir biçimde değil de, egemen sınıf (aristorasi) ile ittifaklar şeklinde gerçekleştirdiği toplumsal yapılarda da burjuvazinin bu eği­ limlerini gözlemlemek mümkün. Farklılaş­ ma isteğini günlük yaşantısında ki görünü­ müne yansıtır. Egemen olmayan toplum­ sal kesimler ise, yükselen bu yeni sınıf ve onun gelişmekte olan dünyasına kültürel anlamda bir öykünme içersindedirler. Özel­ likle burjuvazinin bir bölümünün tekelleş­ me süreci sonunda ekonomik anlamda kendisine en yakın olan orta burjuvazi de­ diğimiz kesim,.bu öykünme eğiliminin ti­ pik örneklerini gösterir. Çünkü bu kesimin, özellikle de ekonomik anlamda egemen sı­ nıfla (tekeller ile) bütünleşme özlemleri ve eğilimi vardır. Bu özlem ve eğilim kültürü­ ne ve davranış biçimine yansır. işte bu noktadan sonra modanın bir baş­ ka boyutu daha karşımıza çıkıyor. Öykün­ me karakterli bir boyuttur bu ve kitleselleş­ meye çok daha fazla açıktır. Özellikle gü­ nümüzün gelişmiş kapitalist ülkelerinde ge­ nel refah seviyesinin artması ve egemen kültürün popülist karakteri modanın bu ikinci karakterinin işlevselliğini daha da ko­ laylaştırmıştır. Ama modanm bu ikinci ka­ rakteri her ne kadar kitleseûeşmeye daha fazla açık olmuş olsa da farklılaşma eğili­

minden kaynaklanan karekterini (modanın ilk boyutu) ortadan kaldırabilmiş değildir. Çünkü yine aynı nedenler modanın sözü­ nü ettiğimiz bu ilk boyutunu sürekli kılmak­ tadır. Şöyleki: Genel refah seviyesinin yük­ selmesinin fiziksel görünüm anlamında insanlan birbirine yakınlaştırması, tekelci bur­ juvazide farklılaşma eğilimini hep körükle­ mektedir. Ke 2a popülist kültürün toplum­ sal yapıdaki sınıf tabaka ve gruplann kül­ türel anlamdaki aynm çizgilerini bulanıklaştırması bir taraftan da, tekelci burjuvazinin farklılaşma eğilimini körüklemektedir.

B O Ş ZAMAN, MODA VE GENÇLİK Burada önce sosyolojinin ve sosyo| psikolojinin gençlikle ilgili iki bulgusundan söz ederek başlayalım. Her iki disiplinin de amprik çalışma ve gözlemleriyle sabit kıl­ dığı iki bulgu bunlar. Birincisi gençliğin boş zamanını kullanımıyla ilgili: Boş zamanın kullanımında en deneyimsiz toplumsal ke­ i sim. gençlik. Deneyimsiz olduğu için de yönlendirilmeye en açık kesim oluyor. İkin­ cisi; gençliğin tüketici olarak davranışlarıyla ilgili toplumsal yapının en önemli tüketici kesimlerinden biri. Boş zamanı kullanımın­ daki deneyimsizliği, tüketim konusunda da geçerli. Sözünü ettiğimiz her iki bulgu bizi doğal bir sonuca ulaştınr: Moda aracılığıyla tüke­ timin, boş zamanın amacı haline getirilme­ sinde gençlik, toplumsal yapının en verimli kesimini oluşturduğundan egemen sınıflar için bir çekim merkezidir. Ama bizi bu sonuca ulaştıran iki bulgu da büyük bir ölçüde sonuç. Sonuçlardan sonuca ulaşmak nedenin ortaya konulma­ sında pek yeterlilik sağlamıyor. Bundan dolayı, bu bulgulannda temel nedenine in­ memiz gerekiyor. Gençliğin boş zamanının gaspedilmesinde asıl neden, gençliğin, genç bir bir birey olarak özelliklerinden ve bu özelliklerden dolayı sınıf mücadelesin­ deki konumundan kaynaklanıyor. Bunlar üzerinde durarak devam ediyoruz. Birincisi, gençlik, yeniye/yeniliklere eği­ lim anlamında toplumsal yapının en duyarlı kesimi. Daha ileri ve açık bir ifade ile yeni, gençliğin için bir tutku. Gençlik yenisiz ye­ niliksiz olamıyor. Keza hiçbir yenilik de gençliksiz olamıyor. Çünkü bir yeniliğin toplumda realize olabilmesi için coşku ve heyecan ister. Bu da toplumsal yapı içer­ sinde en fazla gençlik kesiminde var. Sınıf mücadelesi açısından gençlikteki bu özelliğin ve hatta tutkunun egemen sınıf­ lar açısından kontrol altına alınması, çarpı­ tılması gerekiyor. Veya bir başka demeyle zararsız alanlara (zararsız yeniye/yeniliklere de diyebiliriz) kanalize edilmesi gerekiyor, işte gençlik, böylesi bir özelliği bağnnda ta­ şımasından dolayı boş zamanının ö z e l­ lik le gaspedilmesi gereken bir toplumsal kesim oluyor. Bir diğer neden ise, gençliği ıplumun geleceği olmaa özelliğinden kaynaklanıyor. Gençlik geleceğe karşı en duyarlı kesim. Diğer taraftan (ki konumuz açısından önemli olan da bu) gençlik toplumsal ya­ pıdaki sınıf tabaka ve grupların kan tazele­ yicisi. Egemen sınıfların- egemenliklerini yeniden-üretebilmelerinde bu özelliğiyle gençlik, boş zamanları gaspedilmesi gere­ ken toplumsa] bir kesim oluyor. Çok kısa ve net söylersek kapitalizm, sınıflı toplum­ lar tarihinin bir geleneğini sürdürüyor. Sınıflı toplumlar tarihi gençliğin en acımasızca sömürüldüğü ve ezildiği bir tarihtir. Kapita­ lizm öncesi tohumlarda egemen sınıfın kö­ lesi veya militarist bekçisi olarak eziliyor. Günüm üz “ hür dünya” sında da “özgürlükler” içersinde özgürsüzlüğünü ya­ şayarak.

Şim di bu . gelişm enin sonucunu yazm am ız gerekiyor: Kitle tüketim kültürü veya yalnızca kitle kültürü. Teknolojik gelişm e ile yaratılan büyük kitlesel üretim lerin, kitlesel bir biçimde tüketilm esi gerekliliğinin doğa! bir sonucudur bu. B irey'in m addi üretim alanının dışındaki alanının (boş zamanı vn) tüketim ile doldurulması gerekm ektedir. Yani tüketim, boş zamanın amacı haline gelm elidir. Kitle kültürü bu amaca yöneliktir. Ve amaç haline gelen tüketim, bireyin boş zam anlarını da gaspeder.

73


İŞÇİLER v e s a n a t Kemal SARUHAN

Sosyalizm, sanatın ideolojik işlevinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ideolojik bilincini yükseltme amacıyla yararlandığı kadar, estetik işlevini de gözardı etmeyerek, onu bireylerin iç dünyasını ve toplumsal yaşantıyı zenginleştirmekte, güçlü karakterli insanların oluşturduğu güçlü bir toplumsal bütünlük yaratmakta etkin hale getirmeyi amaçlar.

74

Birçok devrimci sanat adamı ve kuram­ cı, yüzyılımızın ikinci çeyreğinde doğan sos­ yalist gerçekçiliğin, gerçekçi sanatın tarih­ sel evriminde ulaşılan en yüksek aşama ol­ duğunu sayısız kez dile getirdiler. Sosya­ list gerçekçilik, bilimsel-maddeci temeller­ de yükselen güçlü estetik kuramıyla, sana­ tın tarihsel gelişiminin incelenmesinde ve sanatsal yaratım ilkelerinin saptanmasında zengin olanaklar yaratarak, sanatçı ve ku­ ramcıya yoğun dinamik bir gerçekçilik yön­ temi sunarken, sanatsal yaratıcılığı işçi sı­ nıfının devrimci ruhu ve emekçi kitlelerin toplumsal eylemiyle bütünleştirerek, günü­ müzde yığınların tek gerçekçi sanat akımı olduğunu kanıtlamıştır. Sosyalist gerçekçi­ lik, sanatsal yaratıcılığın bilimsel temeller­ de geliştirilmesini üstün bir ilke olarak be­ nimsediği kadar, kitlelerin yaratıcı yetenek­ lerini güçlendirme ve bunun ön koşulu ola­ rak da, geniş halk yığınlannın sanatsal, kül­ türel ve ideolojik eğitimini hızlandırma, hal­ kın estetik duygu ve beğenilerini geliştire­ rek. bireylerin ruhsal yaşantısını zenginleş­ tirme gibi, temel devrimci ve insancıl amaç­ lara da sahiptir. Çok genel ve kaba bir yaklaşımla, sanat varlığını doğrudan doğruya toplumun or­ taklaşa eyleminden türettiği sinkretistik (uzlaşımlı) yaratıcılık çağlarından bu yana, bel­ ki ilk kez, bütün eğitim ve kültür olanakla­ rını elinde bulunduran üst sınıfların etkin­ liği olmaktan çıkmış, halkın günlük yaşan­ tısıyla üstün düzeyde kaynaşma durumu­ na girmiştir. Kuşkusuz, sanatın, kendi do­ ğumundan önceki evrimini dışlayarak, hal­ kın günlük yaşamına girme yönelişini salt kendisiyle başlatmak gibi saçma bir indir­ gemeye yanaşmaz sosyalist gerçekçilik. Bu yöneliş, daha önceki dönemlerde de var­ dır. Sinkretistik yaratıcılık çağları ile bireysel yaratıcılık üzerine dayanan bağırtısız sanat­ sal etkinliğin başlangıcı arasında yer alan uzun bir geçiş döneminin meyvası olarak anonim halk sanatının ürünleri bugün de varlığını sürdürüyor. (Ancak, kapitalist ge­ niş. yeniden-üretim yordamının sonucu olarak, halkın değişik toplumsal sınıflara bölünmesi, anonim halk sanatının üretimini olanaksız hale getirmiştir.) Kapitalizm, bağımsız toplumsal birimle­ ri tek bir ekonomik pazar içinde eritip yeni bir toplumsal örgütlenme yaratarak, toplumsal-kültürel iletişimin maddi temelleri­ ni güçlendirirken, geniş teknolojik atılımlar yoluyla ve özellikle kitle iletişim araçla­ rının gelişimiyle de sanatı, giderek artan öl­ çülerde, halkın günlük yaşantısına sokmayı başarabilmiştir. Çağımızda, dekoratif uygu­ lamalı sanatların gelişimi, bu süreci daha da hızlandırıyor. Ne var ki, bütün bu olum­ lu gelişmeler, kapitalist mülkiyet ilişkileri­ nin egemenliği altında olumsuz bir niteliğe dönüşmüş, sanat eserleri sanatsal kültür pi­ yasasının dalgalanmalanna göre değer ka­ zanan ve bireylerin maddi kazanç ölçüle­ rine göre yararlanabilecekleri, alınıp satılabilen ticari metalar durumuna düşürül­ müştür. Bu durum, sanat üretimini sanat­ sal kültür piyasasının isterlerine tümüyle ba­ ğımlı hale getirerek, sanatsal yaratıcılığın özünü ve işlevlerini bozmakta, onu yozlaş­ tırmaktadır. Günümüz kapitalist toplumla-

rmda sanatçı, yaratım özgürlüğünü büyük ölçüde yitirmiş, yaygın kapitalist piyasa iliş­ kilerinin dışına çıkılmadığı sürece, özgün eserler yaratabilme şansı neredeyse tümüy­ le ortadan kalkmıştır. Son yıllarda, Türki­ ye’de de etkilerini giderek daha çok derin­ leştiren popüler sanat anlayışının özü budur. Bu gerici öz, sanatın çağdaş kapitalist toplumlar da egemen tekelci zümrelerin bencil çıkarlarını kollayan, egemen zihni­ yetin, düşünce ve değer yargılarını kitlele­ re empoze edilmesine, kısaca “düzene uy­ gun kafalar” yetiştirilmesine hizmet eden bir ideolojik araç durumuna dönüştürülme­ sini de açıklar bize Duygu ve düşüncele­ rin en yüksek bireşimi olarak sanat, tekel­ ci kapitalist toplum koşulları altında, halkı yaşadığımız hayatın gerçek sorunlarından uzak tutabilmenin, duygu ve düşünce po­ tansiyelini iğdiş etmenin, toplumsal zevk­ leri metaların değişim değerlerini arttırmak ve yeni pazarlar yaratarak, talebi canlı tut­ mak uğruna sürekli değişen geçici moda­ larla kabalaştırıp, ilkelleştirmenin soysuz bir aracı haline getirilmeye çalışılmaktadır, in­ sanlığın ufkunu ahlâksal çöküntünün, sefa­ letin ve düşkünlüğün bulutlarıyla karartın. Uzak tutun yığınları, özgürce düşünmek­ ten, insanca duygulanmaktan. Bütün,gü­ zel ve anlamlı değerlerin içini boşaltın, hay­ vanca bir para hırsını geçirin yerine. Yala­ nı, düzenbazlığı, kaba gösterişçiliği, sevgi­ sizliği ve her türlü düşkünlüğü erdem sa­ yan insanlar yetiştirin. Güzel ve anlamlı ola­ nı yok edin, ezin. Çağdaş kapitalizm sanata böylesi bir olumsuz işlevi empoze etmeye çalışmaktadır. Sanatta ve toplumsal düşüncede gerçek­ çi yöntemin yaratılmasına ön ayak olan burjuvazi, halka ihanet ettikten sonra ger­ çek sanatı da ortadan kaldırmanın yolları­ nı aramaya başladı. Kuşkusuz, birçok sa­ natçı, egemen güçlerin bu insanlık dışı amaçlanna karşı direnmiş, gerçeğe sonu­ na dek sadık kalarak, kapitalist yaşayışın iç yüzünü sergilemeye ve halkın yanında yer almaya çabalamıştır. Ama, tek başına onların bu namuslu ve dürüst tutumları sa­ natın yığınlara mal edilmesine yeterli ola­ mamıştır. Avner Ziss şöyle yazıyor: “Eski toplumda, klasik kültürün doruk­ larıyla halk yığınlarının kültürel düzeyi ara­ sında bir kopukluk vardı. Nitekim, halkın acısıyla dopdolu olan büyük gerçekçi Rus sanatı, onun çıkarlarını dile getiriyor ve öz­ gürlüğü yolunda savaşıyordu; gelgeldim zır cahil bırakıldığı için, bu sanatı halkın ken­ disi bilmiyordu.” (Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi Estetik. S .283) İlk kez sosyalizm, insanlar arasında eşit toplumsal haklara dayalı özgür bir hayat yaratarak, kitlelerle çağdaş manevi kültür arasındaki kopukluğu ortadan kaldırdı. Sa­ natçının özlemleri ve sanatın dile getirdiği ideallerle gerçeklik arasındaki çatışmayı devrimci bir çözüme ulaştırdı. Bu toplum­ sal temellerde yükselen sosyalist gerçekçi­ lik, yüzyıllardır ağır sınıflı toplum koşullan altında ezilmiş yığınlann toplumsal bilinç ve estetik beğenilerini yükseltmeyi temel ilke olarak benimseyip, yığmiann toplumsal ey­ lemiyle sanatsal yaratıcılığı kaynaştırmıştır. Demek ki, sosyalist gerçekçi yaratım

yöntemi, yığın eylemi ve sanatsal üretim arasında üstün bir sentetik bütünlüğü içer­ mektedir. Sosyalist gerçekçilik sanatın özü­ nü ve toplumsal işlevlerini maddeci este­ tik kuramıyla bilimsel anlamda çözümle­ miş, sanatın devrimci ve insan bilincini dö­ nüştürücü işlevlerini işçi sınıfı ve emekçi yı­ ğınların toplumsal eylemine bilinçlice uygu­ lamaya yönelmiştir. Bu bakımdan, halkçı esin ve sınıfsal bağlanma, sosyalist gerçekçi yaratım yönteminin en başta gelen ilkeleri arasındadır. Sosyalist gerçekçi sanatçı esi­ nini, halkın zengin toplumsal eyleminden alır ve onun geliştirilip, güçlendirilmesine eserleriyle katkıda bulunur. Bu devrimci özelliği aynı zamanda, onun binlerce yıllık insanlık ideallerinin gerçekleştirilmesine yö­ nelik güçlü insancıl yapısını da ortaya koy­ maktadır. O yüzden, sosyalist gerçekçi sa­ nat etkinliği, yalnızca sosyalist toplum ko: şullanyla sınırlı kalmayıp, işçi sınıfı müade| şutlarıyla sınırlı kalmayıp, işçi sınıfı mücadekelerde de, o ülkelerin ulusal kültür zen­ ginlikleriyle çeşitlenerek, yaygın bir geçer­ lilik kazanmaktadır. Sanat, toplumsal bilincin nesnel yaşamın görüngülerini kendine özgü yollarla (sanat­ sal imgelerle) yansıtan özgün bir biçimidir. j Politika, felsefe, hukuk, ahlâk, din vb. top­ lumsal bilinç biçimleri gibi sanatın toplum­ sal özü de üretim ilişkilerinin tarihsel geli­ şim süreci içinde aldığı değişik biçimlerde belirlenir. Sanat eseri, her ne kadar birey­ sel yaratıcılık üzerine dayanıyor olsa da, sa­ natçının duygu ve düşünceleri ya da ge­ nel anlamda sanatçının yaratıcı tavrı, top­ lumsal bilincin verili bir tarihsel dönemle sı­ nırlı özellikleriyle koşullanmaktadır. Bu ba­ kımdan, her sanat eseri, belirli bir ideoloji­ nin ya da bir dünya görüşünün açık ya da örtülü bir yansımasını-içerir İşte, nesnel toplumsal olgu ve olayların işçi sınıfı ideolojisi açısından sanatsal yansıtılışı olarak, sosyalist gerçekçi yöntem, toplumsal bilincin en olgun tarihsel geliş­ me düzeyine denk düşmekte, nesnel ya­ şamın çok yönlü ve bireşimsel kavranışı üzerinde yükselmektedir. Bu bakımdan sosyalist gerçekçilik, çağımızda sosyalizmin ulaştığı bilimsel olgunluğun doğal bir sonuf cu olmakla birlikte, bir ülkede sosyalist ger­ çekçi sanatın doğuşu ve gelişmesi bir yan­ dan, toplumsal bilincin ya da manevi kül­ türün ulusal düzeyde olgunluğuna, bir di• ğer yandan da, işçi sınıfının toplumsal mü­ cadelesinin gelişimine bağlı bulunmaktadır. Çünkü, sosyalist gerçekçi sanatçı yaratıcı­ lığını işçi sınıfı ve emekçi halkın yetenekle­ rinin yaratıcı tipikleştirilmesine yöneltmek­ te, karakterlerini bu kaynaktan alarak işle­ mektedir. O halde, sosyalist gerçekçi sa­ natçının ele aldığı toplumsal malzemenin zenginliği, temel olarak işçi hareketinin gü­ cüne ve derinliğine bağlıdır, ki insan yaşa­ mında sanatçıyı öncelikle ilgilendiren birey­ sel tipik unsurlar ve sosyalist gerçekçi sa­ nat eserine ruhunu veren yetkin sınıf du­ yarlığı işçiler açısından ancak kendi bağım­ sız sınıf eylemleri içinde olgunlaşabilir. De^ mek ki, sosyalist gerçekçi sanatın gücü, işçi sınıfı ideolojisinin toplumsal aktivitesiyle de doğrudan ilintilidir. (Burada yukarıdaki saptamanın, Türkiye’de sosyalist gerçekli­ ğin durumuna ilişkin tartışmalara ışık tuta­ bilecek nitelikte olduğunu belirtmek istiyoruz.)


“İşçiler ve sanat” başlıklı bir yazının yö­ nelebileceği doğal sonucu baştan ele alan bu açıklamalardan sonra, aynı çerçevede olmak üzere yazımızı işçi sınıfı ve sanat ara­ cındaki ilişkiye indirgeyerek sürdürebiliriz. Çağdaş Yol dergisinin birinci sayısında yer alan “Yeni İnsan, Yeni Aydın, Yeni Edebiyat” başlıklı yazımızda, Türk edebi­ yatının genel ideolojik ve estetik sorunlanndan yola çıkarak, sanatta işçi sınıfı ide­ olojisinin önemjne değinmiştik. Sözkonusu yazımızın mantıksal bir uzantısı olarak bu yazıda da işçiler ve sanat arasındaki iliş­ kiyi, işçi sınıfı mücadelesi açısından sa ­ natın gerekliliği ve önemi üzerinde temellendirmeye çalışacağız. “İşçi” ve “sanat” kavramlarını yanyana getirmek, çalışarak yaşamayı ve emeğiyle geçinmeyi küçümseyen, işçileri güdülmeye alışık, kaba saba, görgüsüz, cahil adam­ lar olarak gören birisi için, kuşkusuz gülünç­ tür. öm rü boyunca gizemli bir çarkın her­ hangi bir otomatik parçası gibi çalışmayı ka­ nıksamış, yaşamı bir parça kuru ekmek kavgası içinde tükenen onurlu ama bilinç­ siz yığınla işçi yurttaş için de bu iki kavra­ mı bağdaştırabilmek güçtür. Bu güçlük, iş­ çilerin bilim, sanat, felsefe gibi zihinsel üret­ kenlik ve yaratıcılık gerektiren toplumsal et­ kinliklere yeteneksiz olmalanndan kaynak­ lanmıyor kesinlikle. Aksine, yaşadığımız çağ işçi sınıfının toplumsal gücünün, mu­ azzam yaratıcılığının sınırsızlığını dile geti­ ren örneklerle doludur. Binden fazla bu­ luşuyla bilim tarihine adını yazdırmış olan Edison, önceleri sıradan bir işçiydi. Dün­ ya edebiyatına yepyeni bir soluk getiren Sovyet yazarı Maksim Gorki de bir işçiydi ve yaşamı kendinden umulmayan mucize­ ler gerçekleştirmiş işçi sınıfı arasında geçti. Bunun yanında, marangozluktan ve mat­ baa çıraklığından yetişip, dünya tarihine damgasını vuran büyük devlet adamlan ve politikacılar da çıktı işçiler arasından. Kuşkusuz, işçi sınıfının toplumsal yete­ neklerini ifade etmfede, böyle sınırlı ve te­ kil örnekler oldukça yetersiz kalır. Ama, bu örnekler, işçilerin kendi yaratıcı güçlerinin farkına vardıklarında ve toplumsal olaylann akışı içinde bir sınıf olarak ağırlıklarını duyurmaya başladıklarında, nasıl büyük dehalar yetiştirebileceklerini açıklar bize. Deha kişilerin zihinsel üstünlüklerine ne ölçüde bağlı olursa olsun, toplumun belli bir olgunluk aşamasında gelişme olanağı­ nı bulabilir ancak. Bu nedenle, tek tek iş­ çilerin toplumsal yeteneklerinin gelişmesi­ ni işçi sınıfının genel yeteneklerinin olgun­ laşmasından ayrı düşünemeyiz. Bu olay, tümüyle toplumsal koşulların, olanakların bir ürünüdür. İşçilerin ekonomik ve top­ lumsal durumları üzerindeki kısıtlamaların kaldırtldığı bir toplumda, sayısız yeteneğin nasıl birdenbire fışkırabileceğim, dünyamız­ da yaşanan çok sayıda örnek açıkça gös­ termiştir. işçilerin san ata, bilime ve felsefeye yabancı oluşları, içinde yaşadığımız toplum sal koşulların ağırlığından ileri gelm ektedir. İşverenlerin bencil çıkar­ larına göre örgütlenm iş bir toplum un en aşağıdaki ve en yoksul sınıfı olan işçiler, üretim araçlarının m ülkiyetin­ d en tüm üyle yoksundurlar. B u yüz­ den, büyük ölçüd e kendilerinin yarattıklan toplumsal zenginlik ve refah ola­ naklarından en düşük payı onlar alır­ lar. Bireyin üstün sanatsal değerleri anlayıp sindirebilmesi, sanat eserinin içerdiği m e­

sajı, estetik değer ve idealleri algılayıp, ken­ di yaşamına katabilmesi, öncelikle belirli bir eğitimden geçmiş olmayı gerektirmektedir. Oysa, işçiler arasında eğitim düzeyi, mülk sahibi sınıflarla kıyaslanınca oldukça düşük­ tür. Bunun yanında, ağır sömürü koşulla­ rı altında işçiler, zihinsel etkinlik ve yaratı­ cı toplumsal faaliyetler için gereken boş za­ man ve yeterli maddi gelirden de yoksun­ durlar. Eğer, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, sanata, bilime ve felsefeye bizdeki kadar uzak değilse, bu, ekonomideki yük­ sek teknolojik örgütlenme ve geri ülkeler­ den aktarılan muazzam sermaye transfer­ leri yoluyla kurulan sosyal refahtan işçile­ rin önemli paylar alabilmesi sayesindedir. O halde, işçiler ne kadar yoksullaştırılır ve yaşamlarını sürdürebilmek için ne ka­ dar çok çalışmak zorunda bıraktırılırlarsa. yaratıcı toplumsal etkinliklerden de o ka­ dar uzak tutulmuş, modern dünya ve çağ­ daş kültüre o kadar yabancılaştırılmış ola­ caklardır. Bu durum, işçiler ve yoksul halk yığınları arasında, kitle kültürü ve popüler sanatların beyinleri körelten yıkıcı etkileri­ ni daha da derinleştirir, işsizlik ve sefalet­ ten bunalmış, yoğun siyasal baskılar altın­ da toplumsal çıkış'yolları kapatılmış kitle­ lerde, “arabesk sanat”ın başdöndürücü, mistik, uyuşuk ve kaderci motivasyonuna elverişli bir olumsuz ruh hali, hayata ve top­ luma küskünlükle kendini kurtarma ve kö­ şeyi dönme umutlanna yönelik bireyci duy­ gu ve düşünceler, ezici gündelik sorunlar­ dan kaçma gayretiyle günübirlik, ucuz zevkler oluşturulur. Eylülist dönemin Türki­ ye'sinde ağır basan toplumsal hava budur. Ancak, doğada ve toplumsal yaşamda, her nesnel olgu, diyalektik yasalarının ka­ çınılmaz sonucu olarak, kendi karşıtını da bağrında banndınr. işsizlik ve sefaletin oluş­ turduğu toplumsal etkilerin şiddeti, dayan­ ma gücünü zorlayan bir sınıra ulaştığında, kendi zıttına sıçrayarak, kitleleri emeğin saygınlığına dayalı, insanca bir toplumun temellerini kurma yolunda yaygın toplum­ sal arayışlara ve köklü devrimci çözümle­ re yönelten bir itici güç halini alır. Sanatçı­ nın özgürce yaratabileceği, çalışan kitlelerle çağdaş kültür ve sanatsal yaratıcılık arasın­ daki derin uçurumun kapatılabileceği yeni bir toplumsal düzenin yollan açılmaya baş­ lar. işçiler arasında kendisi için sınıf olma bilinci giderek kökleşir, sınıfsal dayanışma ve sorumluluk duygulan güçlenir. Toplum­ sal sorunları kavrama ve kendi bağımsız çı­ karlarına uygun toplumsal çözümler üre­ tebilme ihtiyacı, emekçi kitleleri hızla öğ­ renme ve bilgi edinmeye iter. Bilim, felse­ fe, sanat üzerinde kurulmuş üst sınıfların ve aydın zümrelerin tekelini kırarak, bilgi­ yi kendi ellerine alma, sanata ve bilime sa­ hip çıkma çabalarını körükler, işçiler, do­ ğanın ve toplumun köklü bir bilgisine sa­ hip olmadan, kendi kendilerini yönetir du­ ruma gelemeyeceklerini, insanlığı sömürü ve sınıf baskısının aşağılamasından kurta­ ramayacaklarını kavramaya başlarlar. İşte, sanatın devrimci rolü ve işlevleri bu nok­ tada belirginleşmektedir. Sanat doğanın ve toplumsal olguların kav­ ranmasında. işçi ve emekçi kitleler arasın­ da ideolojik formasyonun yükseltilmesin­ de, yaşama bağlılığın, ortaklaşa çalışma ve üretme, birlikte mücadele etme ve daya­ nışma bilincinin geliştirilmesinde, toplum­ sal ufkun ve kavrayış gücünün genişletil­ mesinde, devrimci inanç ve moralin canlı tutulmasında, kitlelerin ahlaksal bilincinin yükseltilmesinde ve manevi yaşantısının zenginleştirilmesinde, yüksek sınıf değer­

lerinin ve ortak insancıl ideallerin işlenip ge­ liştirilmesinde, işçi sınıfının vazgeçilmez bir aracı durumundadır. Sanatın toplumsal özüyle işçi sınıfının büyük tarihsel amaçla­ rı arasındaki bu uygunluk, onun çok yön­ lü işlevleri ve güçlü insancıl yapısından kay­ naklanırız ktadır. “İnsani, r, kendi öz yaşamlarının, ken­ dilerini çe\ eleyen dünya karşısındaki ta­ vırlarının vt toplumsal çalışmalannın bilin­ cine sanat yoluyla varır; öte yandan bu bi­ linçlenme de, daha iyi bir toplum uğruna, toplumsal adaletin ve insanlık ilkelerinin za­ feri uğruna verdikleri savaşımda, onlara yardımcı olur." diyor Ziss. (a.g.e., S .30) Onun, sanatın kendi öz-pratiğinden çıkan bu tanımı, en genel anlamda, sanatın top­ lumsal özünü dile getirmektedir. Ziss, sanatı “gerçekliğin yaratım yoluyla yeniden-üretilmesi” olarak tanımlar. Sanat­ çı “gerçeklikte varolan çeşitli görünüşler, bağıntılar ve ilişkiler”den edindiği gözlem­ leri, kendi duygu ve düşüncelerinin, ken­ di dünya görüşünün süzgecinden geçire­ rek bize yansıtır. O, gerçekliği imgeler ha­ linde sunar bize. “İmge, gerçekliğin sanatsal çağrıştırımıdır, sanatçının bilincinde saptanmış olan haliyle, nesnel dünyanın düşünsel bir tab­ losudur ve bunun sonucu olarak, okur, se­ yirci ya da dinleyici tarafından algılanır.” (a.ge, S .73) O yüzden sanatsal imge kav­ ramını, “nesnel dünyanın öznel bir tasannu” olarak nitelendirmek de müm­ kündür. “Gerçeği imgelerle yansıtma yetisi, insan bilincinin tikelden geçerek bütünü değer­ lendirme, bireyselden genele varma, so­ mut olaylarda genel yasalan bulgulama ye­ tisinden aynlamaz. Yaratıcı düşüncenin bu özelliği, şu gerçeğe dayanır: Yaşamda her genellik, şu ya da bu yolla tikelde ele ge­ çirilir ve bireysel her zaman genelin bir öğe­ sini kendinde taşır." (a.g.e. S . 73) Sanatçı, hiçbir zaman doğrudan doğru­ ya genelin bilgisini sunmaz bize. Yaşamda bireysel ve tipik olana yönelir. O, geneli bi­ reysel olanda yansıyan biçimlerde dolaylı olarak dile getirir. Yaşamın özünü “arı du­ rumunda", yasal bulgular olarak ortaya koymak yerine, “yasalann yönettiği süreç­ leri ve olayları yeniden-üretir " (S. 77) S a ­ nat, yasayla değil, olayla ilgilenir. Çünkü olay, “yasadan daha somut ve bireysel' dir. “Estetik algı alanına girebilen herşeyi ele alıp işler sanat; ama, insanın içinde yaşa­ dığı çevre, insanı kuşatıp saran nesneler ve doğa, insanla ilişkileri çerçevesinde tasa­ rımlanırlar ancak ve bir bakıma kendileri de insanileşerek, onun özünün daha iyi kav­ ranılmasına yol açarlar. “Nesnelerin anlatımsal tasanınım, örne­ ğin bir su bardağının pürüzsüz yüzeyini, bir masa örtüsünün kıvnmını yaşamımızdan bir parça olarak algılarız; ölü-doğa nesne­ leri, sanki insanileşmiş gibidirler; gereksi­ nimlerimizin izlerini taşırlar, insani duygular uyandırırlar içimizde ve gerçeklik karşısın­ da insanın koyduğu tavn dile getirirler. Son çözümlemede, türlerinin herhangi birinde, sanatın yeniden yarattığı yaşamla ilgili her tablo, doğrudan ya da dolaylı olarak, her vakit belirli bir insani içeriği dile getirir.” (S .41) Bu özellikleriyle sanat, doğanın insancıl­ laştırılmasında, doğada ve toplumsal ya­ şamda varolan nesnel gerçekliğin elde edil­ mesi ve insan egemenliğine alınmasında, insanoğlunun yarattığı en büyük buluştur. Doğal ve toplumsal olgular hakkında, bil­ gi edinmenin en özgün, en çarpıcı ve ya-

GÖRÜLMÜŞTÜR Sana bu ilk mektubum sevgilim askerlikten, mapusluktan sonra Yine öyle dayanıp ocaklığın kıvrımlıdaşına mapushane günlerindeki gibi dayanıp parmaklıklara akan gözyaşında beni görmezdin aramızda engel var diye sen özgür bana mahkum ben esir ya kimden yana. O günden bu yana ne değişti hep ayrılık sen Sivas'ın İmrah da küçücük bir köyde bense İsparta da taş ocağında. Mektubun üstüne bak bak ki görülmüştüm görmezsen sevin. 11-9-1986 Şevket Zengin

75


İşçilerin sanata, bilime ve felsefeye yabancı oluşları, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ağırlığından ileri gelmektedir. İşverenlerin bencil çıkarlarına göre örgütlenmiş bir toplumun en aşağıdaki ve en yoksul sınıfı olan işçiler, üretim araçlarının mülkiyetinden tümüyle yoksundurlar. Bu yüzden, büyük ölçüde kendilerinin yarattıkları toplumsal zenginlik ve refah olanaklarından en düşük payı onlar alırlar.

76

ratıcı yöntemlerinden biridir sanat; kendi­ ne özgü, köklü bir bilgi-öğretisel işleve sa­ hiptir. Ziss, “bilgisel yanıyla sanat, bilimle bir ya­ kınlık kurar.” diyor. “Toplumsal bilincin bu iki biçimi arasındaki bütün farklara karşın, sanat, tıpkı bilim gibi yaşam deneylerini kı­ saltıp özetler, insanın ufkunu genişletir, başka dönemlere ve ülkelere ilişkin bilgi­ lerimizi çoğaltır, gerçeklikteki görüngülerin özünü kavrayıp, onların günlük yaşantıda her varlığın kavrayamayacağı yanlannı gös­ terir. Sanat her zaman bir gizli hakikate eriştirir. Çok iyi bilinen görüngülerde bile saklı olan yanları ortaya çıkarır o. bayağı­ da eşsiz olanı, olağanüstü de sıradan ola­ nı gösterebilir." (S .46) “Bilim, sanatın kavrıyamadığı olayları aydınlatır; buna karşılık sanatçı, yaşamı bi­ limin gücünün yetmediği derinden bir kav­ rayışla bizi etkiler çoğun...” (S.47) Ziss, “bi­ lim ya da sanatın sırf kendi başlarına dün­ yanın evrensel bir tasarımını veremeyecek­ lerini; her ikisinin birbirini tamamladığını, ama. birbirinin yerini tutmadıklannı” belirtir. Sanatın bu üstün bilgisel değeri, onun ideolojik ve eğitsel işlevini de ortaya koy­ maktadır. Her güçlü sanat eseri, taşıdığı estetik fikire temel olan, belirli toplumsal değerleri içerir. “Değerler, insan erekleri ve idealle­ ridir. Sınıflı bir toplumda, sanat belli sınıf­ lara kendi ortaklıklarının, çıkaılanndaki bir­ liğin bilincini kazandırmakta yardımcı olan manevi estetik değerleri dile getirir. Sanat, sınıf çıkarları prizmasından yansıtır gerçek­ liği ve aynı yolla da dile getirmeye çalışır; ideolojik işlevi de buradan gelir.” (S .56) Ancak, bu tarihsel ve sınıfsal koşullan­ manın ötesinde, sanat belirli insancıl değer­ leri de temsil etmektedir. “Toplumsal bilinç, belli bir dönemin belli bir toplumsal düzenin düşüncelerinden başka, insanlığın manevi evrimindeki sü­ rekliliğini belirleyen ölümsüz ilkeleri de kapsamına eşlır. “Bu bakış açısından, sanat, toplumsal bi­ lincin öbür biçimleriyle aynı görevi yerine getirmek zorundadır. Ama, onun çok ayrı bir özgüllüğü de vardır. Bilgisel, ideolo­ jik ve eğitsel işlevleri estetik eylemi için­ de gerçekleşir, (abç) Sanat, insanlara ger­ çeğin güzelliğini bulup ortaya koymayı, bu güzellikten tad almayı ve onu yaşamlarına katmayı, güzelin yasalarına göre bir yarat­ mayı öğretir ve estetik duygular üzerinde bağlayıcı bir etkide bulunur. Sanatın este­ tik işlevi, toplumsal ve estetik bir idealin özümsenmesinae, sanatsal yeteneklerini geliştirmekte insanlara yardımcı olmaktan ibarettir. S anat, yığınlar içinden yeni s a ­ natçılar çıkarmalıdır, derdi Lenin. Sanat, insanda yapıt yaratıcısı sanatçılarmkine benzer bir esin ve bir heyecan uyandırmalıdır. Anch’ia son pittore! (Ben de ressa­ mım!) diye haykırıyordu Correge, RafaePin bir tablosunu gördüğünde. “Ben de sanat­ çıyım! diye düşünür insan, sanatın güçlü güzelliğine az çok kendini kaptırdığı za­ man.” (S .57) Sosyalizm , sanatın ideolojik işlevin­ d en , işçi sınıfı ve em ekçi kitlelerin id e­ olojik bilincini yükseltm e am acıyla y a ­ rarlandığı kadar, estetik işlevini de gözardı etm eyerek, onu bireylerin iç d ün­ yasını ve toplum sal yaşantıyı zengin­ leştirm ekte, güçlü karakterli insanların oluşturduğu güçlü bi toplum sal bütün­ lük yaratm akta etkin hale getirmeyi am açlar. Bu amaç, işçi sınıfı ideolojisinin insancı

yapısını dile getirmektedir. Sosyalizm, iş­ le yükümlü olan sanat, toplumun portre­ çilerin bağımsız toplumsal çıkarlarını bay- sini insanlarla yapar ve insanların davra­ raklaştırırken, tek başına işçi sınıfının ken­ nışlarını betimleyerek ahlâksal ilkelere des­ di bencil varlığı içine kapanıp kalmaz. Tam tek olur ve olumsuzluklarla savaşır. aksine, bütün ezilen çalışkan insanların acı­ “Toplumsal insani ve toplumsal ilişkileri larına ve özlemlerine derin bir sempatiyle kendisine asıl konu olarak aldığı sürece, sa­ yaklaşır. Sömürünün tümüyle ortadan kal­ nat, kendi öz olanaklarıyla etik sorunlan da dırıldığı özgür bir toplum yaratma ülküsü, çözer; ne ki sanatçı bu sorunları yapıtların­ ona insanlığın yedibin yıllık özlemlerini, da doğrudan ele almaz. Sanatın ahlâksal cenneti yeryüzünde kurma düşlerini tem­ içeriği, etiğin asla dışardan etkisiyle doğ­ sil etme hakkını kazandırır. İşçi sınıfının maz. Tersine etik, estetiğin doğal ve geçi­ dünya görüşü, insanlığın bütün olumlu de- ı ci olmayan bir bileşenidir.” (S.63) ğer ve ideallerini kendi yapısında taşımak­ İnsanlığın geleceğine yönelen bir top­ tadır. lumsal güç olarak işçi sınıfı, ahlâk sorunla­ Onun içindir ki, işçi sınıfı, insanlığın or­ rına karşı da ilgisiz değildir. Sınıfsız bir top­ tak düşlerini yansıtan, bu düşleri başlayıp lum bütünlüğü amaçlayan sosyalizm, geç­ geliştiren sanat eserlerine ilgisiz kalamaz. mişin olumlu ahlâk değerlerini koruduğu Büyük insanlık ülküleri adına onlara sahip kadar, ortak toplumsal yaşantıya dayanan çıkar ve hazmetmeye çalışır. İşçiler, yalnız­ yepyeni bir ahlâk ve düşünüş tarzı da oluş­ ca kendi sınıfsal yaşamlarını ve mücadele­ turur. Sanat, bu yeni ahlâk değerlerinin iş­ lerini, kendi duygularını ve özlemlerini di­ lenip geliştirilmesinde ve kitlelerin ahlaksal le getiren eserlerle yetinmemelidir. Onla­ eğitiminde güçlü bir rol oynamaktadır. rın, en olumsuz koşullarda bile insanın yü­ İşçi sınıfı sanattan vazgeçemez, onu küceliğini. en zor durumlarda bile hayatın bü­ çümseyemez. Tam tersine, işçiler sanatla yüklüğünü ve güzelliğini dile getiren sanat­ içli-dışlı bir yakınlık kurdukları ölçüde, in­ çılardan, Beethoven’dan ya da Tolstoy’­ san ve sınıf varlığı olmanın bilinciyle dona­ dan, Homeros’tan ya da Puşkin’den, Cer- nacaklar, doğanın ve toplumun çok yön­ vantes'ten, ya da Gogol’den, Balzac’tan ya lü bilgisine erişeceklerdir. Sanat, işçilere ye­ da Goethe’çfen, Dickens’tan ya da Dostoni topluma hazırlanma ve insanlar arasın­ yevski’den; Van Gogh’tan ya da Picasso’- da yepyeni sağlıklı ilişkileri egemen kılma­ dan öğrenecekleri çok şey var. Biz, onları da yardımcı olmakla kalmayacak, onların öğrenmekle, yalnızca belirli bir coğrafya pratik ufkunu ve yaşam üzerine görüşleri­ üzerinde ve belirli bir tarih kesiti içinde ya­ ni de genişleterek, bugünkü mücadelele­ şanan toplumsal karakter ve duyarlıklar rini geliştirmelerine de yararlı olacaktır. hakkında bilgi edinmekle kalmayız. Onla­ Aristo, zamanımızdan tam ikibin yıl ön­ rı kavramak, aynı zamanda, bizi insanın ve ce sanatın arındırıcı işlevinden söz etmişti. yaşamın özü hakkında güçlü bir bilgiye, de­ Gerçekten de sanat, içimizde yarattığı güçlü rin bir felsefi kavrayışa eriştirecektir. güzellik duygusuyla, bizi yaşadığımız anın Çünkü “felsefeyle özünde bağlı olma­ ezici sıkıntı ve kaygılarından uzaklaştırarak yan, belli bir felsefi anlam taşımayan ve belli rahatlamamızı, en zor anlarda bile yaşamın bir toplumsal ideali dile getirmeyen tek bir güzelliğini duyumsayarak ayakta kalabil­ sanat yoktur.” memizi sağlar, dayanma gücümüzü arttı­ “Has bir sanat yapıtı her zaman içtenrır. Eğer sanat olmasaydı, insanlık yedibin işlenmiş bir metin çıkarır karşımıza; yazar yıllık sınıflı toplum acılarına dayanamaz, burada yaşamı olduğu gibi göstermekle kal­ yok olur giderdi. İnsan en zor dönemlerin­ maz; onun üzerine, onun ne olması gerek­ de bile sanatın güzelliğiyle soluk aldı, acı­ tiği üzerine insanı derin derin düşünceye larını ve özlemlerini sanat yoluyla dile ge­ salar. Bu içerilmiş metin, toplumsal idea­ tirdi hep. lin anlatımıdır; bu ideal, tasarımlanan nes­ İşçi sınıfı, bugünün acılarını ve sıkıntıla­ ne ne olursa olsun, şaşmaz bir biçimde rını hafifletebilmek, dünyayı ezilmeden damgasını vurur sanata. Felsefi yan, yapı­ korkmadan yaşanır hale getirebilmek için tın dışında, sonradan eklenme değildir. S a ­ sanata sahip çıkmalıdır. Sanatı kavramak, nat, kendi özü gereğince felsefidir; çünkü, yüksek sanat değeri taşıyan eserlerin kar­ oldum olası yaşamın anlamından söz eder, maşık yapısını algılamak, işçi sınıfının bu­ varoluşun temelini kavramakta insana yar­ günkü genel kültürel düzeyi açısından zor dımcı olur ve onun dünya görüşünü etki­ olabilir kuşkusuz. Onun gibi, sosyalizmin ler.” (S .64) yüksek bilimsel kuramını kavramak da güç Bunun yanında, sanat, bilim ve felsefey­ tür, ama bu güçlük kavrama zorunluluğu le olan ilişkileri açısından bilgisel bir değer taşıdığı gibi, politika ve ahlâkla olan bağ­ nu ortadan kaldırmaz. Tersine, güçlükler ları yoluyla da eğitsel ve ideolojik işlevler bizi bilemelidir. Öğreneceğiz, kendi kendi­ mizi eğiteceğiz; başka yolumuz yok. Tek kazanır. Birçok sanat eseri, “siyasal temalara tek bireylerin çabaları, belli ki sorunlan çöz­ meyecektir. Yolumuzu açacak tek çözüm, doğrudan ve açık bir çağnyı” içermektedir. Gorki’nin deyimiyle, “sanat artık, bir şey işçiler ve işçi sınıfına gönül vermiş aydın­ uğruna ya da bir şeye karşı bir savaş ol­ lar arasında sınıf dayanışmasını güçlendir­ muştur.” Sanat, özü gereği politikadan ayrı medir. Dayanışmanın odağı sosyalist par­ tidir. Sanatçı, sosyalist partiden aldığı güçle düşünülemez.” (S .61) Politika, sınıflar arasındaki ilişkilerle ilgi­ yaratıcılığını işçi sınıfının toplumsal müca­ lenir ve sonuçta birey ve toplum arasında­ delesiyle bütünleştirebilir, işçi sınıfı, parti­ ki ilişkileri belirli kurallara bağlar. Ama bi­ nin verdiği güçle kültürünü, bilincini ve ma­ rey ve toplum, sanat ve ahlâkı da ilgilen­ nevi yaşantısını gelişteribilir. Tek tek işçi­ lerin bütün kavrayış eksikliklerine karşın, diren ortak sorunlardır. “Estetik her zaman etiği kapsamına alır” klasik insanlık mirasını sınıf hareketine mal diye yazıyor Ziss. “Etik hiçbir zaman este­ edebilecek yegâne güç, öncü sosyalist bir tiğin basit bir eklentisi olarak karşımıza çık­ partidir. Sosyalist gerçekçi sanat, bu uğurda sa­ maz, sanatın özünde içkindir, onun insani özünden kaynaklanır. natın toplumsal özü ve işlevlerinin bilimsel “Ahlâka sıkı sıkıya bağlı olan sanat, (...) çözümlenmesinden ve bu işlevlerin bilinç­ soyut erdemleri ya da kusurları anlatmak lice işçi sınıfının emrine sunulmasından zorunda değildir elbet. Toplumsal tipleri or­ doğmuştur. Derin bir sınıf bağlılığı, güçlü taya koymak, karakterler çizmek göreviy­ bir parti ruhu taşır.


“METROPOL 1. AMATÖR TİYATROLAR ŞENLİĞİ ODTÜ ŞENLİK GELENEĞİ ÜZERİNE KURULMUŞTUR” Kenan BAŞAR İlk sayımızda başladığımız Amatör Tiyatrolarla Söyleşiler dizimize, geçtiğimiz mayıs ayında yo­ ğun bir şekilde yaşanan amatör tiyatro şenlikle­ ri dolayısı ile bu sayıya mahsus olmak üzere ara veriyoruz. Bu sayıda Ankara’da yapılan Metro­ pol 1. Amatör Tiyatrolar Şenliği’ne yer vermek istedik. Metropol şenliğinde biraraya gelen top­ lulukları ve oyunlarını verdikten sonra şenliğin bitiminde gerçekleştirilen paneli özetle yayınlı­ yoruz Metropol Tiyatro Birimi geçtiğimiz sezon Bilgesu Erenus’un 5 5 5 K ve Sermet Çağan'in Ayak Bacak Fabrikası oyunlarını sergiledi. Yaptığımız bir sohbette 5 5 5 K oyununun yönetmeni Y ü ­ cel Çelikler bu oyunla Türkiye’de varolan mü­ cadele geleneğinin gösteri konusu yapıldığını be­ lirtti. 1900'lü yılların başından. 1976'ya kadar ve bugün de devam eden mücadele geleneğinin bir baba-oğul ilişkisi içinde verildiğini, bu oyunla 27 Mayıs hareketine övgüler düzmek veya yermek gibi bir amaçlarının olmadığını, fakat 27 Mayıs’ın ülkemizin politik gelişimine olumlu katkılarını da inkâr etmediklerini belirten Çelikler, teksti ilk okuduklarında çok beğendiklerini, buradan 27 Mayıs ve teksteki sözkonusu diğer tarihler üze­ rine'araştırmalar yaptıklarını, fakat genç nesil­ lerin özellikle 2 7 Mayıs hakkında hatırı sayılır bir bilgisizlik içinde olduklarını vurguladı. Oyun, bir 2 7 Mayıs sabahı uyanan emekli Al­ bay Muzaffer Yurdakuler’in düşüncelerinin, gi­ derek yoğunlaşıp gelişmesi üzerine kurulmuş Al­ bayın yoğunlaşan düşünceleri üç nesili aynı me­ kânda biraraya getirmiş, 1908'lerdeki mücade­ le geleneği albayın düşünceleri üzerinden oğlu­ na kadar ulaşmıştır. Oyun içinde oyun, esprisi içinde gösteri konusu yapılan olaylar baba-oğul duygusallıklarına da yer vermekte. Çelikler in vurguladığı üzere sorun, tarihsel mücadele ge­ leneğinin. ortak paydadaki özelliklerinin sergi leıımesiydi. Şenlik 87 programı şöyleydi: İstanbul Sahnesi: İnsan ve Kadına Dair-Söyleşi: DİA Gösterisi Çağlar Boyunca Oyun Mekânı - Çan Tiyatro­ su. Kırmızı Şapkasız Kız. Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu: İstanbul’un Taşı Toprağı Altın. Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları: Bir Dü­ ğün Bir Kutlama. Mimar Sinan Üniversitesi İs­ tanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü: Sığıntılar. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ti­ yatro Topluluğu: Gençler için Peri Masalı. İzmir Gençlik Tiyatrosu: Çürük Elma. Ortadoğu Tek­ nik Üniversitesi Öğrenci Derneği Oyuncuları: Striptiz. Çentik Oyuncuları: Büyük Romulus. Dördüncü Boyut: Jacques Ya Da Boğuneğme. Çağdaş Oyuncular: CatTar Ananın Tüfekleri. İz­ mir Sümerspor Deneme Sahnesi: Pirinçler Y e ­ şerecek. Şenlik 87 Paneli’nin gündemi şenliğe bakış ve değerlendirilmesi topluiuklannın Şenlik 87'de yeralışı, ülkedeki amatör tiyatrolararasmdaki iliş­ kiler-ve birlik sorunu son olarak da Şenlik 88 için önerileri tartışılmasıydı. Paneli Yücel Çelikler yö­ netti. Naci Meriç Ülkede birçok topluluk var. Bunlar kısıtlı olanaklan ile bir şeyler üretmeye çalışıyorlar. Bu sü­ reç içinde yapılanlar paylaşılıyor. Şenliklerin bu süreçlere katkıları üzerine bazı kaygılarım var. Şenlikler sadece oyunların sergilendiği yerler ol­

malı, kuramsal düzeyini de yükseltmek gerekli. Tiyatro olayı bütünsel bir eylemdir. Şenlikler bu eylemlerin platformu olmalı. Yalnızca oyunları izlemek değil, bilgi potansiyelini de aktarmak ge­ rekir. Murat Kara (Dördüncü Boyut) Bizce şenlik çalışmalannın varlığı önemli ve ye­ terli. Şenlikler grupların varoluşuna dürtü ola­ caktır. Bu yolla insanlardaki gizli potansiyelin açı­ ğa çıkacağına inanıyoruz. A .Ü . Ziraat Fak. Yarışmalara karşıyız. Şenlik itici bir güç ola­ caktır. Özer Kızıltan (Çağdaş Oyuncular) Şimdiye değin konuşan arkadaşlar şenliklere ilişkin önemli şeyleri söyledi. Bizce de şenlik bilgideneyim aktarımının ve ürünlerin topluca ser­ gilendiği alanlardır. Ancak şenliklere bir de ama­ tör tiyatroların örgütlenmesi açısından bakmak gerekir ki bu konuya diğer gündem maddeleri­ ne ilişkin konuşmamızda değineceğiz. Lale Uiutepe (İstanbul Sahnesi) Biz İstanbul topluluktan şenlik halkasını ilk kez 1 9 8 3 ’te Sarıyer Halk Eğitim Merkezi’nde yaka­ ladık. Burada dayanışma ve şenlik havasını ya­ kaladık ve her yıl bu şenlikleri bekler hale gel­ dik. Sonra bu halkaya Boğaziçi Oyuncuları ve Metropol eklendi. Olayın yavaş yavaş geliştiği­ ni hissettik. Şenliklerde yurdun dört bir tarafın­ dan topluluk tanıdık. Ülkemizde sanatın ve kül­ türün yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda sanata ve kültüre sahip çıkacak şenlikler bizim için çok önemli ve ümit verici. Yücel Çelikler Ankara’da şenlik ODTÜ geleneği ile başladı. 1971’de kesintiye uğradı. Bu aradan sonra tekrar 1 9 7 8 ’e kadar devam etti ve tekrar bir kesintiye uğradı. (Malüm nedenlerle ve başka birtakım ke­ sintilerle.) Bu şenliği daha önceki ODTÜ şen­ likleri mantığıyla düzenledik. Bu şenliğe bakışı­ mızı üç ana ilke ile özetleyebiliriz: Topluluklann birbirlerini tanıması, topluluklar arası bilgi ve iletişimin sağlanması, Ankaralı iz­ leyiciye Ankara dışından toplulukların ürünleri­ ni izletmek.

.

..

1

Haşan Özsoy (ODTÜ ÖD Tiyatro Topluluğu) Amatör topluluklar hakkında seyircinin yan­ lış bir yargısı var: Acemilik. Şenlikler bu imajı kı­ racaktır. Bu şenlikte bunu gördük. Şenlikler top­ lulukların yetkinleşmesine ve gelişmesine önemli katkılarda bulunacaktır. Ertan Atay (Boğaziçi Oyuncuları) ODTÜ’de acımasızca söndürülen şenlik ateşi Şenlik 87 ile yeniden parladı. Şenlik komitesi bizim olanaklanmıza göre oldukça fazla fedakâr­ lıklar gösterdi. BÜO nun düzenlediği şenlikler çok kısıtlı olanaklarla gerçekleşiyor. Biz bu olayın şen­ likten ziyade amatör tiyatro forumu olmasını is­ tedik.

Orhan Şener (Çentik Oyuncuları) Bu yıl İstanbul'da iki, Ankara ve İzmir'de bi­ rer şenliğe tanık olduk. Oldukça güzel faaliyet­ ler. Gelecek yıllar neler yapabileceğimiz anlamın­ da olumlu. Şenlikler geliştirici olmak zorunda­ dır. Bunun gerekleri yıldan yıla değişir. Amatör topluluklar birbirleri ile ilişki kurmada hareketli değiller. Toplulukların varoluş sorunları çok önemli Şenlik gruplararası haberleşme sistemi­ nin kurulması yönünde güzel bir adım, lleriki yıl­ larda tiyatro içi ve dışı doygunluklarımıza erişti­ ğimizde tiyatro olayı yaygınlaşacak ve geniş yı­ ğınlara mal olacaktır Celal Kızıldağ (Çan Tiyatrosu) Şenliğe herkesten çok farklı bakıyorum. Biz şenlik yapıyoruz, yaptığımızın bilincinde olalım. Bir şenlik öncelikle gençliğin kendi consensusunu yaratmalı ve davranışını geliştirmelidir. Ş e n ­ lik faaliyetleri içine ağaç dikmekten şarkı söyle­ meye kadar her şey girer. Şenlik gençlik insiyatifini geliştirmektir. Oynanan oyunlann iyiliği kö­ tülüğü izafidir. Böylesi durumlarda tarihsel dö nemin tahlili yapılmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda OD­ TÜ geleneğinin olması neyi ifade eder? G enç­ lik için önemli olan ortak üretimdir. İnsanların yaşama kendilerini kollektif olarak hazırlaması­ dır.. Teorilerin ve pratiklerin uzlaşması gerekmez. Şenliklerde öncelikle sağlıklı bireyler olmalıyız. Ben birey olarak varım Birey olarak var olur­ sak örgütlenebiliriz. Şenlik genel olmalı faaliyet alanına her şey girmeli, en önemlisi insan gir­ meli.

ODTÜ geleneği, İstanbul’da 100 bini bulan izleyiciye ve 200’ü aşan oyuna ulaşmada çok önemli işlevler görmüştür. ODTÜ geleneğini yaratanlara teşekkür ediyoruz.

N ecla Gürler (İzmir Sümerspor Deneme Sahnesi) Çan Tiyatrosu’ndaki arkadaşa katılmıyorum. Şenlik 8 7 ’nin ODTÜ geleneğini devam ettirme­ sini önemli buluyorum. Bu şenliklerin amatör topluluklan geliştirdiğine inanıyorum. Burada ya­ rışmıyoruz. Kimseye rakip gözüyle bakmıyoruz. Yaşanan şeylerde eleştiri özeleştirinin çalışması çok olumlu. Bu şenlikte tüm topluluklararası gü­ zel bir iletişim oldu. İzmir gibi kültür taşrası ola­ rak nitelendirilen yere yepyeni şeylerle dönüyo-

Daha önceki birliklerin bozulmasının nedeni, birtakım tartışmaların tam anlamıyla hayata geçirilmemesiydi. Burda olmayan bir şeyler vardı: İlke. İlkelerde anlaşabiliyorsak, pratikte anlaşabileceğiz demektir. ruz. Topluluk çalışmalarının şenliklerle sınırlı kal­ mamasını diliyoruz. Şenliklere İzmir’den her za­ man destekçiyiz. Bu konuşmanın ardından topluluk İzmir'e dönmek zorunda olduğundan panelden ayrıldı. Naci Meriç Bir şenliğin gerekliliği bizce kendi yerimizi be lirlemektir. Bizim dışımızda insanlar neler yapı-

77


Ülkedeki sanat ortamına müdahale ilkesi sözkonusu. Bu müdahale, sanatın kristalize yapısından dolayı etik, estetik ve politik süreçlere müdahaleyi içerir.

Amatör topluluklar hakkında seyircinin yanlış bir yargısı var: Acemilik. Şenlikler bu imajı kıracaktır. Bu şenlikte bunu gördük.

yorlar? Tiyatroya kalkılan ne? Bizler varolana aykın çalışmalar yapmalıyız. Devlet tiyatrolan ile farklılıklanmızı teorik ve pratik olarak koymalı­ yız. Biz amatörler babadan görme tiyatro yapı­ yoruz. Bilgilerimizi ve deneyimlerimizi kuşaktan kuşağa aktararak ilerliyoruz. Celal Kızıldağ (Çan Tiyatrosu) Gençliğin jargonu geliştirilmelidir. Gençlik için­ de bulunduğumuz dönemde bir detant yaşamak­ tadır. Ben burada sorunlanmı ve dertlerimi is- ’ tediğim gibi anlatınm. Çünkü ben özgür bir bi­ reyim. Sıkılırsam çıkar giderim, çişim gelirse çı­ kar giderim. Biz şenliğe son derece temiz his­ lerle geldik. Şenlik komitesince grubumuza dik­ tatörce dayatmalar oldu. Şenlikten beklediğimiz demokrasidir. Yücel Çelikler Düzenlemede görev yapmış biri olarak söz alı­ yorum. Metropol şenliğine insanlar elbette te­ miz hislerle geldi buna inanıyorum. Şu ana ka­ dar değişik topluluklar değişik tavırlar geliştirdi. Sorun ne yazık ki, çiş bazında dramatik olarak ele alındı. Gençlikten bahsediliyor. Hangi genç­ lik? Hangi sınıfsal bağlarla? Biraz gençlik yakla­ şımından söz etmek istiyorum. Burada Çan top­ luluğu ve temsilcisi dışındaki topluluklarda be­ lirli bir düzey gördüm. Gençliğin yaşadığı bir “detant”tan söz ediliyor. Gençlik Van’da da bir “detant” yaşadı. Kartal Sanat işçiliği ne yapılan saldında da gençlik bir “detant”ı gördü. İstan­ bul Sahnesinden iki arkadaşımıza bir saldırı ol­ du, sözkonusu “detant” bağlamında. Acaba gençlik denince garip bir koalisyondan mı bah­ sediliyor? Yaşanan politik süreçler herkesin bi­ lincinde. Ne yazık ki, bazılannda bu görülemi­ yor. Aynca bu şenlikte yine bazılan “Biz falan­ ca oyuna istediğimiz zaman rahatça girip çıkarız” türünden davranışlar geliştirdi. Bu gösteri İçin ge­ çerli olabilir ama bir şerlik için değil. Orhaı’ı Şener (Çentik Oyuncuları) Böylesi panellerde belirli bir üslup tutturmak zorundayız. Yoksa verim düşebiliyor. ODTÜ ge­ leneğinde topluluklann biraraya gelmesi güzel bir şey. Burada yeni topluluklarla tanışma ola­ nağı bulmamıza karşın belirli verimsizlikler ya­ şandı. Tartışma disiplininin sağlanmadığı düşün­ cesindeyiz. Tartışmalar tiyatro olayına yönelik emeğin gelişmesine geniş boyutta önayak olma­ lıdır. Biraz daha dikkatli ve iç disiplini sağlayıcı önlem ler alınmalı. E rtan Âtay (BÜ O ) Burada amatör tiyatroyu nitelikli bir hale ge örme ve iletişim eksikliğini gidermede iyi bir adım yaşadık. Tartışmalar genelde verimli geçti. Bu-

Metropol statü olarak profesyonel görüntüde olan bu topluluğun mantalitesidir. Bu topluluğun söyleyecek sözünün neye yönelik olduğu ortadadır. Bu noktada deneysellik kavramı açılmalıdır. Söylenecek bir söz vardır, bu tiyatro alanında söylenecekse en etkin ve yetkin bir biçimde söylenmeli.

nırlı değildir. Dünya görüşünden kaynağını bu­ lur. Devlet tiyatrolarını görüyoruz. Olanaklanmtz onlar kadar geniş değil. Amatörlerin baba­ da görme tiyatro” geleneğinden başka gelişim olanaklannm önü tıkanmıştır. Bütün bunlara rağ­ men devlet tiyatrolarından daha iyi şeyler yap­ maya hazırız. Şenliklere yöntemlerimizi geliştir­ meye bilgi alıp vermeye geliyoruz. Devlet tiyat­ rolan ile ne aynı, ne de ayrı kefelere konulama yız. Özer Kızıltan (Ç ağdaş Oyuncular) Şenlik 8 7, ilk şenlikti, fakat ilk şenliklerin olası hatalannın hiçbiri ile karşılaşmadık. Burada bir gelenek kendini hissettiriyordu. O da ODTÜ ge­ leneği idi. Bu gelenek yine hissettiriyor ki, Ş e n ­ lik 8 8 , Şenlik 8 7 ’yi aşacak. Bir kanıya yanıt vermek istiyorum. ODTÜ şenlikleri ne bıraktı denildi. Bu ifadeyi samimi­ yetsiz buluyorum. ODTÜ şenliklerinin bıraktık­ larına gelince, 1 9 7 9 yılından başlayarak 1984 yılına kadar süregelen l.Ü. Kültür Şenlikleri var­ dı. Bu şenlikler birebir ODTÜ şenlikleri örnek alı­ narak yapılmıştır. Bu şenliklerde tiyatro oyunlannın dışında halk oyunlan, müzik dinletileri, film gösterimleri, karikatür sergileri vs. yer almış­ tır. Bu şenliğe 6 0 bin izleyici gelmiştir. SHEM’nin düzenlediği Boğaziçi Amatör Tiyatro Ş e n ­ likleri BÜO'nın düzenlediği lATG de, ODTÜ ge­ leneğine çok şey borçludur. Boğaziçi Şenliğin­ de 30 bini lATG’de, 6 bini aşan izleyici tiyatro izlemiştir. Özetlersek, ODTÜ geleneği İstanbul'da 100 bini bulan izleyiciye ve 2 0 0 ’ü aşan oyuna ulaşmada çok önemli işlevler görmüştür. OD­ TÜ geleneğini yaratanlara teşekkür ediyoruz. Ra­ kamlar ortadadır.

alan oldu. Şenlik 8 8 buna ek olarak örgütlen- ■ me odağına oturmalı. 5- Topluluklann yıl içi özgün çalışmalan tek- I sirleştirilip diğer topluluklarla değiştirilmelidir I O rhan Şener (Çentik Oyuncuları) Şenliğin bir resim sergisi atmosferi yaratmasini bekliyorum. Şenlik zamanının genişletilme­ si üzerine özellikle duruyorum. Şenliklerin ola­ bildiğince çabuk ve sık olmasını istiyoruz. Sah gençlik çerçevesinde oyunlann değerlendirilmesi ‘ ile yetinmeyelim. Değerlendirme çalışmalarımız genişletip sürekli uygun periyotlar eksenine otur­ talım. Böylece oyunlann izlenmesine de sürek­ lilik kazandıralım. Amatör Tiyatrolar Birliği'nin kurulmasına ne­ den gerek olduğu sorusunun karşılığı dayanış­ ma, güç birliği ile sanatsal ve bilimsel bir yönde i birleşmektir. Fazla söz söylemektense.bir an ön- j ce böyle bir eyleme geçilmesinden yanayım. A .T .B .’nin kurulması ve bu kurumun kısa ve uzun vadedeki işlevleri bizce önemli. İstanbul’ da bu yöndeki girişimleri biliyoruz ve sevindirici buluyoruz. Birliğin başlangıç yerinin nerede ol­ . ması sorun değil, önem li olan birliğin temelinin hazırlanmasıdır. Öncelikle aynı kentteki toplu­ luklar arası iletişim kurulması ve ilkelerin saptan­ ması çerçevesine kent içi sorunlar çözülmeli. Bu- j radan bütün illerden bir merkez seçilmek üzere j birleşilmelidir. Böylece Türkiye çapında bir bir- I liğe ulaşılacağını sanıyoruz. Amatör tiyatrolanr sorunlannı gidermede ve yeterlik kazandırma­ da birlik kaçınılmazdır. Topluluktan da kendi için­ de disipline edecektir. Ülke çapında bir yazım . çalışmasını özendirmeye katkıda bulunacaktır ve işlevlerinden biri de bu olmalıdır. Celal Kızıldağ (Çan)

A .Ü .Z iraat Fak. Şenlik 87, genel anlamda olumlu idi. Yüzey­ sel de olsa, bazı ilişkiler geliştirildi. Amatör tiyat­ rolar birliğinin Ankara’dan başlaması çok olumlu olacaktır. Murat K ara (Dördüncü Boyut) Şenlik organizasyonu oldukça zor ve hamal­ lık gerektiren bir iş, bir yapı sorunu. Metropol bunu becerdi. Bizce oyunlann dışında tartışma çizelgeleri de bastırılıp dağıtılmadı. Oyun sonrası süreleri uzatılmalı. Bizce Şenlik 8 7 ’nin tek ek­ sikliği gösteri sonrası boyutu. Naci Meriç Şenliğe katılacak ekipler diğer oyunlar için bir ön çalışma yapmalı. Bu şenliğin verimini artıra­ caktır. Topluluklann oyunlanna ilişkin çalışma­ ları daha önceden bilinmeli. Şenliğe artistik ve turistik bir tavır koymayalım. Gelelim ve bütün oyunları izleyelim. Murat K ara (Dördüncü Boyut) Tiyatro saygı duyulması gereken bir şey. Ace­ milikten kurtulmak bağlamında temel çalışma­ lar gerekiyor. Seçmeciliğe karşıyız. Oyunlann, çalışmalann sergilenmesi şansı her topluluğa ve­ rilmelidir. Şenlikler her grubun özgürce herşeyini söylediği bir platform olsun.

Şenlikler neden panayır gibi olmasın? Sokak­ taki bir simitçi neden tiyatroculuk yapmasın? Biz- ’ ce seyirci açısından bir duyarlılık çalışması ya­ pılmalı. Söyleyeceklerimiz sadece gençlere yö­ nelik olmalı. Topluluklann önce birbirlerini pra­ tikte desteklemesi ve karşılıklı yardım ilkesinde i birleşmesi gerekir. Farklı sanat anlayışlan ve farklı , bakışlar aynı çatı altında birleşmeye engel de­ ğildir. Ankara’da oluşacak bir birlik tüm yurtta­ ki amatörleri kapsamalıdır. Ertan Atay (BÜO ) İstanbul’da birlik konusunda iddialı olmayan Amatör Tiyatrolar Çevresi (A.T.Ç.) toplantılar olmaktadır. Her önüne gelenin birliğe alınması sözkonusu olamaz. Belli ilkelerin altı çizilmeli, amatörlük ve profesyonellik kavramlar açılmalı. Amatörlüğü sanata bakış açısı olarak algılıyoruz. Yaşamın sürdürülebilmesi İçin gerekli olan para kazanma eylemini tiyatrodan yalıtmıyoruz. Birlik biraraya gelmiş insanlar topluluğu değildir. Uzun tartışmaları gerektirir, ilkönce dünya görüşünde birleşmek zorundayız. Baskılara karşı ses yükseltilmesi bağlamında amatör tiyatrolar, dünya görüşleri doğrultusunda insanlara bir şeyler söylemelidir. Dünyayı olduğu gibi kabul et­ mek değil, iyiyce, güzele doğru değiştirmek zo­ rundayız. Birliğin fiziksel yapısı değil, düşünsel yapısı önemlidir.

j , ı | :

, 1

H aşan Özsoy (ODTÜ Ö D . TT.) A .Ü .Z iraat Fak. Paneller, tartışmalar ve seminerler tiyatronun eğitici yönünü geliştirecektir. Bunun yaygınlaştınlmasını öneriyoruz.

Gruplara bir takım mantığı ile yaklaşmaktan I kaçınmak gerekiyor. A TB’de topluluklar belli normlarda birleşecek ve tiyatro yapacaklardır. | özellikle Ankara’lı topluluklar sıkı bir iletişim için- | de bulunmalı.

ö z e r Kızıltan (Ç ağdaş Oyuncular.) rası amatör tiyatrolar şenliğidir, herşeyin yapıl­ dığı kavun karpuz şenliği değil. Şenliğe katılan topluluktan niteliği düşürmemesi açısından seç­ mek zorundayız. Yücel Çelikler Biz bir misyonu üstlendik. Metropol Şenliği bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Lale Ulutepe (İst. Sahnesi)

78

“Babadan görme tiyatro” geleneği üzerine ko­ nuşmak istiyorum. Tiyatro sak İyi konuşma, sah. nede düzgün yürüyüş, sahne tekniği vs. ile sı­

Şenlik 8 8 ’e önerilerimiz beş maddeden olu­ şuyor. 1- Oyun sonrası tartışmalarının uygulamalı ha­ le getirilmesi yeni eleştiri ve önerilerin örnekle­ nerek sahnede sınanması. 2- Sanatı seyirci ile başlayıp seyircide biten bir süreç olarak ele alırsak, seyircinin tanınması ve bilinmesi gerekliliği gündeme gelir. Bunun en et­ kili yolu da bildiğimiz kadanyla anket yöntemidir. 3- içimizden arkadaşlann yaptıktan kuramsal çalışma aktanmlannın gelenekselleştirilmesi. Çünkü toplumcu sanatçı varolanla yetinmemek zorundadır. 4- 8 7 şenliği, ürünlerin toplu sergilendiği bir

Yücel Çelikler

Ben Amatör Tiyatrolar Birliği'ne karşıyım. Gruplann birbirlerini öncelikle pratikte destek­ lemesi isteniyor. Gruplar birbirlerini neden des- ı teklesin? Bu desteği gerektiren ne? ö n c e bura- ! larda anlaşmak gerekiyor. Daha önceki birlik- > ■erin bozulmasının nedeni, birtakım tartışmala- t nn tam anlamıyla hayata geçirilememeslydi. Bu - j | rada olmayan bir şeyler vardı: İlke. İlkelerde an- « laşabiliyorsak, pratikte anlaşabileceğiz demektir. Her ara dönemde bir küfür edeblyatıtır alır gi­ der. İlkelere sayılıp sövülür, detantlardan bah­ sedilir. İlkelerimiz temelinde bazı şeyleri netleş­ tirmemiz gerekiyor. Şimdiye kadar amatörlük ve


profesyonellik farklı şekillerde yorumlandı. Ama­ törlük, genel olarak acemilik diye değerlendiri­ liyor. Birincisi bu kırılmalı. Birlik bir tekkeye dö­ nüşmemeli. Dünya görüşlerinin ortak bir payoNıa dönüşmesi olarak ele alınmalı. Metropol statü olarak profesyonel görüntüde ama, bura­ daki insanlar amatör çalışmalardan süzülüp gel­ diler. Önemli olan bu topluluğun mantalitesidir. Bu topluluğun söyleyecek sözünün neye yöne­ lik olduğu ortadadır. Bu noktada deneysellik kavramı açılmalıdır. Söylenecek bir söz vardır, bu tiyatro alanında söyleneceksen etkin ve yet­ kin bir biçimde söylenmeli. Bunu yapacak in­ sanlar, belli araştırmalara girerler. Ama ilginçlik kaygısıyla değil. Birlik ilkeller bağlamında hayata geçirilecektir. A .T .B .’ne karşı olmamın gerek­ çesi yapılan işin niteliğine uygun olarak farklı bir isim aranması, amatör ve profesyonelliğin fark­ lı karşılıklar bulduğudur. Bir Deneysel Tiyatro­ lar Birliği’ne her zaman vanz.

ARABESK

lale Ulutepe (1st. Sahnesi) A.T.Ç. olayı bir çağrı ile olmadı. Kararlılık ye­ terli bir koşul değil. A .T .Ç . çalışmaları şenlikler sonucu oldu. Esas baz alınan dünya görüşleri­ nin birliği idi. Giderek bir ürün verme çalışma­ sına yönelindi. Seyirciler üzerinde bir anket ça­ lışması yapıldı. G enco Erkal, Nisa Serezli, Neiat Uygur vs. gibi isimlerle röportajlar yapıldı. Fa­ kat bu ortak çalışmaların beraberinde getirdiği birtakım olumsuzluklar oldu. Bunları her toplu­ luğun farklı oyunculuk ve teknik anlayışları ola­ rak ifade edebiliriz. Özer Kızıltan (Ç ağdaş Oyuncular) Birlik konusunu dört başlıkta inceliyoruz, ön ce neden birlik? Birliğin gerekçesi, (kinci başlığımız, birliğin ilkeleri. Üçüncü başlığımız, birliğe ulaş­ madaki yöntem ve son olarak ta birlik neler ya­ pabilir. Bunları açalım. Tiyatroyu ikiye ayınyoruz. Amatör ve profesyonel ayrımına karşıyız. Mevcut ilişkilerden yana olan tiyatro ve mevcut ! ilişkileri değiştirmekten yana olan tiyatro. Bizce ayrım böyle yapılmalıdır. Bu açıdan olaya bak­ tığımızda mevcut ilişkilerin sürmesinden yana olan tiyatronun baskın karşıtının ise öğeler ha­ linde olduğunu görüyoruz. Baskınlığının nede­ ni örgütlülük'göstermesidir. O halde karşıtımız­ dan öğreneceğimiz ilk şey, baskın olabilmek için örgütlü olmanın gerekliliğidir. Birlik gerekçesini buna dayandınyoruz. ilkeler başlığında olaya baktığımızda ise ilk ilke, bilgi ve deneyim akta­ rımının sağlanması. İkinci olarak ülkedeki sanat ortamına müdahale ilkesi sözkonusu. Bu mü­ dahale, sanatın kristalize yapısından dolayı etik, estetik ve politik süreçlere müdahaleyi içerir. Üçüncü başlığımız ise, yöntem. Bizce örgütlen­ menin yöntemi çevreden merkeze doğru bir çizgide olmalıdır. Şenlikler bu bağlamda önem ka: ^ zanıyor. Bunun yanma biz bir de tiyatro dergi­ - 4psini eklemeyi öneriyoruz. Aylık bir tiyatro der­ ' gisi bu şekliyle hayata geçerse, her ay şenlik olur. Birlik neler yapabilire gelince, biraz evvel söy­ lediğimiz üç başlığa katılan arkadaşlarla bu ko­ nuyu görüşmeyi tercih ediyoruz. Önce bu üç il­ kede anlaşma temeli aramalıyız.

I

A.Ü. Ziraat Fak. Tiyatro Topluluğu Birlik pratik içinden çıkmalı. Gitmek istediği‘ miz yere yönelik tartışmalar yapmalıyız. Murat K ara (Dördüncü Boyut) Şimdiye değin, tiyatroların birleştiğini görme­ dim. Şenliklere inanıyorum ama, tiyatrolann bir­ liğine inanmıyorum. Tarihsel olarak bu açıkça ortada. Salt bir amaç uğruna değil, çok iyi öğ­ renilmesi ve yapılması gereken bir olay. Yücel Çelikler Birliğin sanat boyutunu yadsıdığını sanmıyo­ rum. Aynca tiyatro kuramının politikadan ne ka­ dar uzak olduğu da tartışılır.

1

Ertuğrul KAYSERİLİOĞLU 1987 yılının Haziran ayında arabesk hakkın­ da yazmak ve kesin bir şeyler söylemek pek o kadar kolay değil. Zira yaşanan süreç, her an yeni veriler sunabiliyor, yeni oluşumlar ortaya çıkabiliyor. Ve insan, Orhan Gencebay’la, S e ­ zen Aksu’nun aynı hamurdan yoğrulduklarını kanıtlayabilmenin zorluğu ve zorunluluğuyla kar­ şı karşıya kalıveriyor. Arabesk (Arabesque) Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelime. Araba has anlamına geliyor. Kelimenin batıda kullanımı sanıyorum görsel sa­ natlarda özellikle mimaride bir stil olmasıyla gün­ deme geliyor. Ve sanıyorum müzik dışında ge­ nel olarak arabesk, salt araplarla ilintili değil, bü­ tün doğu kültürüyle ilintili bir olgu. Peki, arabesk, egzotik bir öge olarak batıda, yalnızca birkaç görsel sanat yapıtında kalırken, bizde nasıl 2 0 . yüzyılda birlikte bir düşünce ve davranış biçimi olarak kültürümüzün en kılcal damarlanna dek sızabiliyordu? Ve batıdaki kulla­ nımından farklı olarak olumsuz bir ifade eder du­ ruma geliyordu? Yanıtın başlangıcı sosyo­ ekonomik. Şimdi biraz gerilere gidelim. Türkiye kapitalizmle tanışmadan önce tefecibezirgân sermayenin egemenliği altındaydı. T e­ fecilik bilindiği üzere para kiralamak, bezirgân­ lık ise mal alıp satmaktır. Bu özelliklerinden do­ layı tefeci-bezirgân sermaye üretim girişkenliğin­ den yoksun ve asalaktır. Bu sermaye türü 7000 yıllık antika tarih (köleci toplum ve feodal top­ lum evreleri) boyunca varolduğu için antika ser­ maye olarak da adlandırılır. Kapitalizmin ilk ev­ resi serbest rekabetçi dönemi ise Antika serma­ yenin zıt kutbunu oluşturur. Yani girişkendir ve sırtını spekülasyonlara değil, üretime dayandı­ rır. Tabii bu üretim sınai üretimdir ı Dolayısıyla kapitalizm toprak ekonomisine dayanan feodalizmle de çe­ lişir. Kapitalizmin normal seyir izlediği batı ülke­ lerinde feodalizmle kapitalizm arasındaki çeliş­ ki, feodalizmin tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Ka­ pitalizmin bir sonraki aşaması, tekelci dönem ise, bize antika sermayenin asalaklığını ve gericiliği­ ni çağrıştırır. Çünkü o da artık sırtını spekülas­ yonlara, hisse senedi ve döviz borsalarına da­ yamıştır. Bu da bir anlamda modern gericilik­ tir. İşte Türkiye’miz, kapitalistleşme sürecine ser­ best rekabetçi evreden değil de, doğrudan te­ kelci evreden başladığı için bir antika sermaye ve modern sermaye çatışması yaşanmıyordu. Zi­ ra antik da olsa, modern de olsa, gericilik geri­ cilikti sonuçta. Böylece tasfiye edilemeyen te­ feci bezirgânlar, burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasi Babil Kulesi’nde saldırmazlık paktı imzalarlarken, iki sermaye arasında ekonomik anlamda tam bir ittifak için Adnan Menderes’i beklemek gerekiyordu. “Tek parti çağı: Antika sermaye ile modern sermayeyi ayrı kaplarda korumuştu. Çok parti çağı: Bu iki düşman kardeşi birleştirdi. FinansKapitalin 30-40 yıllık çabası, Türkiye ve halkı için

çok korkunç olan bu ittifakı (ölü ile diriyi bir ya­ takta birleştirmeyi) başardı.” (Dr. Hikmet Kıvıl­ cımlı) Bilindiği üzere dostumuz (!) ABD’yle tam bü­ tünleşmemiz, Demokrat Parti zamanında gerçek­ leşiyordu. Bu dönemde ABD bizden yardımla­ rını (!) esirgemiyor, kredi ve traktörleri yağmur gibi yağdırıyordu. 5 0 bin traktörün Anadolu'ya sevkedilmesinin ardından yedek parça bayileri, acenteler, petrol ve Aygaz bayileri ve daha bir dizi yatınm iki kap, yani iki dünya arasındaki bağı en somut ve yaygın bir biçimde kuruyordu. Yak­ laşık on yıl sonra başlayan göç olayı ile iletişim araçlarının gelişimi ve yaygınlaşması ise. eskiden, büyük kentlerde yaşayan bir avuç elifin varlığın­ dan haberdar olduğu batı kültürüyle toplum ola­ rak tanışmamızı gündeme getiriyordu. Yine aynı yıllara rastlayan Avrupa'ya işçi göçü de bu sü­ rece ivme kazandırıyordu.

E 3

O > -

Böylesi bir tanışma sonucunda Türkiye’den, ekonomik alanda olsun, politik ve kültürel alan­ da olsun, çağdaşlık, burjuva demokrasisi, teknolojik-bilimsel gelişme vb. gibi kazanımlar el­ de etmesi beklenirken; azgelişmiş, çarpık mon­ tajcı (her alanda) ve yoz-yobaz bir sentez çıkı­ yordu ortaya, işte bu sentezin (insanların düşün­ ce ve davranışlarına yansıması olarak) kültürel bağlamdaki ismi, "arabesk"tir. Arabeske yalnızca bir müzik türü olarak bakı­ lırsa veya en azından o naktadan hareket edi­ lirse. arabeskin varoluş nedenini, kırdan kente göç ve bu göç sonucunda büyük kentlerdeki ge­ cekondulaşma olgusunda buluruz, (ülkemizde yapılan tüm sosyolojik araştırmalarda olduğu gi­ bi). Oysa arabesk başlıbaştna bir kültür. Bu kül­ tür, kök salabilmek ve yeşerebilmek için ken­ disine en uygun ortam ı gecekondularda bu­ luyor, yalnızca o kadar. Arabeskin varoluşu­ na ilişkin gecekondu olgusuna daha fazla şey bağlamamak gerekiyor Bugün arabesk, toplum olarak, damarlarımız­ da dolaşan kana, beynimizin en ince hücreleri­ ne kadar şu veya bu düzeyde sinmiş durumda. Köprü altındaki kahvede otururken kız arkada­ şına bacım diye seslenen üniversite öğrencisi de­ likanlı, kendisi de onu sevdiği halde kendisini seven delikanlının yüzüne bile bakmayan kız, al­ tın kolye, künye ve yüzüklü kırmızı Mersedesli müteahhit, rugan iskarpin üzerine blucin, onun üzerine ipek taklidi bordo naylon gömlek, onun üzerine ceket giyen kır kökenli pazarlamacı, blu­ cin kot ve mont giymeyi hafiflik sayan ilerici, ka­ dınların mutfak, erkeklerinse felsefeyle uğraştı­ ğı içkili bir gece sohbetindeki eniellektüeller, ya­ şamımızdaki arabeskin en kaba göstergeleri yal nızca. Ve bu göstergeler salt bizim ülkemizde de­ ğil, diğer doğu toplumlarında da kolayca gözle­ nebilecek olgular. Onun için arabesk bütün do­ ğu toplumları için geçerli ve onun için arabesk yalnızca Türkiye’deki köyden kente güç olayıyla açıklanamaz.

79

1


Bir öy k ü I ilinin, Ç ilçesinin, K köyünde, karısı Ay$e ve çocukları ile birlikte yaşayan Ahmet, toprak adamıdır. Onun içinde büyümüş, onun sayesin­ de yaşamaktadır. Oralarda dünyalar küçüktür. Çeşnili ve olanaklı dünyalardan sözedilemez ora­ larda. Günlük yaşam, ev, tarla ve kahve üçge­ ni içinde geçer. Erkekler kasketli, kadınlarsa ba­ şörtülü ve şalvarlıdır. Ahmet, babası ve erkek kardeşleriyle birlikte tepecik mevkiindeki 5 -1 0 dönüm tarladan ekmek yemektedir. Derken beklenen acı olay gerçekleşir. Ailenin ve tarla­ nın büyüğü baba ölür. Merhumun naaşı defne­ dildikten sora, tarlanın kardeşler arasında pay­ laşımı gündeme gelir. Böyle bir paylaşımdan sonra kendisine kalacak olan toprak parçasıyla karnını bile doyuramayacağını anlayan Ahmet, çözümü, hissesini kardeşlerine satarak, ailesiy­ le birlikte İstanbul'a göçetmekte bulur. Ve Üm­ raniye’de bir gecekonduda oturan hemşehrisi Hüseyin'in kapısına dayanırlar, ailecek. Bir sü­ re orada kaldıktan sonra kendi gecekonduları­ na taşınırlar. Bu arada Ahmet de bir iş bulmuş veya bulmamıştır. İstanbul'daki yaşam başlar. Ahmet devamlı üşümektedir. Köydeki sıcak­ lık burada yoktur çünkü. O hep tanıdık yüzler, alışılmış ilişkiler, doğasal-dingin yaşam burada yoktur. Burada herşey değişik ve terstir. Ahmet'­ in iç dünyası allak bullak olmuştur? Niçin?... Fa­ kat?. .. B en ?... gibi sorularla boğuşmaktadır. Öte yandan o kadar çalışmasına karşın -keza işsizse daha da kötü bir biçimde- ekonomik durumu da kötüdür. Bu da ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Öte yandan cinsellik. Yolda, sokakta gördüğü açıksaçık şehirli kadınlar bir başkadır. Bu da ayrı bir sıkıntı kaynağıdır, işte bu halet i ruhiye içinde olan Ahmet, bir gün arkadaşlanyla birlikte mey­ haneye gitmiştir. Derken, garson çocuk teybe bir kaset koyar ve şarkı çalmaya başlar. Batsın bu dünya Bitsin bu rüya Söz verip de gidene Yazıklar olsun (Giden umutlardır, gelense arabesk.) Ahmet’in tüyleri diken diken olur. Şöyle bir düşündükten sonra yanındakine döner, “B e ­ nim olayım bu abi” der, “benim olayım bu". A rabesk Müzik Orhan Gencebay’ın arabesk müzik içinde özel bir konumu olduğunu düşünüyorum. Tüm özel­ likleriyle, kendisinden sonra gelecek diğer arabeskçilerin üstünde yeraldı hep. Orhan Gencebay her zaman, “Orhan abi” oldu. Delikanlı, ağır ve vakur, az konuşan, öz konuşan, güçlü kişi­ likli, ciddi, yardımsever ve en önemlisi de (şu veya bu düzeyde de olsa) kültürlü bir insan ola­ rak Gencebay, yeni oluşumlara karşı yitik de­ ğerleri savunan, bu savunma psikolojisi içinde hiçbir zaman salya sümük olmayan ve birazcık ta isyanları oynayan bir tipi canlandırdı. Arabes­ kin göreliliği çerçevesinde, müzikte ve şarkı söz­ lerinde belirli bir düzeyi tutturabildi. “Hatasız kul olmaz/Hatamla sev beni" gibi sözleri. “Orhan abi”den başka hiçbir arabeskçi edemedi. Sezen Aksu bile... t

80

Bir müzik türü, bir düşünce ve davranış biçi­ mi olarak Orhan Gencebay kültürü toplumda egemenliğini kursaydı, şimdikine oranla, yine de Allah'a şükür derdik herhalde. Ne ki arabesk Or­ han Gencebay'la kalmadı. Serüvenine “Batsın bu dünya” ile başlayan arabesk, “Seni sevm e­ yen ölsün” gibi son derece absürd ve tehlikeli bir noktaya geldi. Ferdi Tayfur, Orhan Gence bay’a rakip olarak müzik dünyamıza girdiğinde farklı bir karakter çiziyordu. Oldukça hafif, kişi­ liksiz, sulu gözlü, bangır bangır bağıran, çok ko­ nuşan, dışavurumcu bir prototipti bu. Ve ara­ besk müzik bundan sonraki serüvenine daha çok Ferdi Tayfur'yen bir çizgide devam ediyordu. Ül­ kemizde özellikle müzik alanında, kim lümpen duyarlığına daha çok hitap ederse o kazanıyor. Bu yüzden kazanan Ferdi Tayfur’yen arabesk ol­ du. Fakat her şeyin olduğu gibi onun da bir miyadı vardı. Artık klasik arabesk olarak adlandı­ rabileceğimiz Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, v s.’yen arabesk 8 0 ’li yıllarda yerini modem a ra­ beske bırakıyordu. Hatta daha kesin bir tarih ver­

mek gerekirse; 12 Eylül 1 9 8 0 ’de askeri bir dar­ beyle devriliyordu, klasik arabesk. NEDEN? Nedenleri iki sınıfa ayırabiliriz: Genel olarak ve özel olarak. Genel O larak: İçinde bulunduğumuz yüzyıl, öncekilerden farklı olarak, süreçleri öylesine hızlı yaşıyor ki, aşağı yukarı her on yıl ayrı ekono­ mik. politik ve kültürel ortam içinde geçiyor. Do­ layısıyla her on yıl, farklı duyarlıklara tekabül edi­ yor. Örneğin 6 0 ’lı yıllar, 7 0 ’!i yıllar, 80'li başlı başlarına birer dönemdirler. Bu hızın altında ta­ bii ki bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişimi yatıyor Ve bu gelişim kimi zaman bir gelişim kimi zaman da yalnızca değişim olarak bireyin duyarlıklanna kadar toplumu etkileyebi­ liyor. Bu koşullarda, on yıl öncesinin gereksi­ nimleriyle şimdinin gereksinimleri arasında fark­ lılık oluyor ve eski araçlar yeni gereksinimleri karşılayamıyorlar. Onun için, 7 0 ’li yılların ürünü olan klasik arabesk, 80'li yıllann insanına pek faz­ la hitap edemiyor. (Düne ait şeyler dünde kaldı a can cağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lâ­ zım. Mevlâna) Özel O larak : 12 Eylül sonrasında arabesk özde olmasa da- biçimde farklı bir karaktere bü­ rünmüştür. Zira 8 0 sonrasında topluma egemen kılınmaya çalışılan kültürün öğeleri bellidir: Türk­ Islam Sentezi, işbitiricilik, bireycilik Anlaşılaca­ ğı üzere Türk-İslam Sentezi, geleneksel, tutucu değerleri daha da gericileştirip, yozlaştırarak sa­ vunmasını üstlenirken, işbitiricilik ve bireycilik ah­ laksal anlamda daha çok batı’ya dayanıyor. Ara­ daki bu farklılığın sentezi, arabesk olacaktı yine. Böylece insanlarımız, arabesk bir halet i ruhiye içinde, istedikleri zaman istedikleri rolü oynaya­ bileceklerdi. İş hayatında önüne gelene kazık at­ maya çalışacan, bu kazıklar sayesinde sahip ol­ duğu BMW’siyle Selami Şahin dinleyerek eve giden, yemekten sonra da ya videoda açık-saçık yabancı filmler izleyen, ya da bir tavernaya gi­ dip dansözün alnına onbinlik yapıştıran , bir va­ tandaşımız, ramazan ayı geldiğinde birden müslünıan kesilecek, oruç tutacak, zekat verecek, iki buçuk ay sonra da bir koyunu kestirerek müs­ lümanlık vazifesini tamamlayacaktı. Böyle bir ya­ şama biçimi sistem için en geçerli olanıdır. Çünkü içinde düşünmeye ve karşı-söyleme yer yoktur. Bir çoban yeterlidir artık, sürüyü istenilen yere götürmek için. (İşte tüm bu bulgular ANAP'ta bileşir. ANAP arabesk'in bir siyasal parti olarak varoluşudur. Sezen Aksu da ANAP'ın müziğini yapar. Sezen Aksu duyarlığı ANAP tarafından halka enjekte edilmeye çalışılan duyarlıktır. Yakında, Yuna­ nistan'dan sonra bizde de bir bayan kültür ba­ kanına sahip olabiliriz, dolayısıyla.) Modern arabeski ve varoluş nedenlerini açık­ lamaya çalıştık. Modern arabesk müzik de “işte öyle bir şey”. Klasik arabesk müzikte arabesk­ lik, kör gözün parmağınaydı. Gerek armonik ge­ rekse melodik ve ritmik olarak yoğun bir arap etkisi taşıyordu. Fakat 8 0 ’li yıllarda arabesk mü­ zik yapmak için ille de arap armonisi kullanmak ve arapsal gırtlak hareketleri yapma zorunlulu­ ğunun olmadığı ortaya çıktı. Önemli olan aynı düşünceyi, aynı duyguyu verebilmek, aynı dün­ ya görüşünü sunabilmek kısacası “öz”dü. Böy­ lece müzikte arabesk, tavır, üslup, söylem, halet-i ruhiye gibi bağlamlarda kendini göstermekle yetinmeye başladı. Böylece arabesk müzik de (tıpkı caz müziği gibi) zamanla bir müzik türü ol­ maktan çıkıp müziğe bir yaklaşım, müzikte bir yöntem olma sürecine giriyordu. Modern ara­ besk müzik bundan dolayı bir müzik türü değil, içinde çeşitli müzik türlerini bulunduran bir akım­ dır: Arabesk Arabesk Arabesk Arabesk

Türk Sanat Müziği Taverna Müziği Türk Hafif Müziği Türk Halk Müziği —gibi

Türk S a n a t Müziği’ni bu yöne sürükleyen­ lerin en bilineni kuşkusuz Yıldırım Gürses’tir. Gürses. T .S .M .’ni, Çoksesli T .S.M . adı altında, o ağır havasından sıyırarak, onu hoppa-züppe, yoz-yobazbir neşeyle bütünleştiriyordu. Böyle­

ce, gençlikten ve halkın bazı kesimlerinden uzak' kalmış olan T .S.M ., çok daha geniş kitlelere ses­ lenebiliyordu. Tabii bu çabasında Gürses, yal­ nız kalmıyor, Samime San ay, Coşkun Sabah. Kamuran Akkor da ufak tefek nüans aynlıkkriyla aynı yolculuğa çıkıyorlardı. Şimdilerde ise bu yolculuğa çıkmamış T .S.M . şarkıcısı (sanat­ çısı değil) kalmadı gibi. Eskiden Taverna Müziği yalnızca tavernalar­ da yapılırdı. Ve onu yalnızca tavernaya giden­ ler bilirdi. Oysa 8 0 ’den sonra birdenbire patlayıveriyor, kitleselleşiyordu... Bu müziğin özelliği, T .S.M . ve oyun havaları türünden halk müziği parçalannın, bir piyanist şantör tarafından, sünmüş bir ağız, sarhoş bir ka­ fa ve laubali bir edayla söylenmesidir, daha doğ­ rusu yeniden üretilmesidir. (Ferdi Özbeğen ve Ümit Besen bu türün öncülerinden.) Bu mü­ zik sayesinde önceden şu veya bu tavernada ça­ lan ve yalnızca oranın müşterileri tarafından bi­ linen bazı piyanist şantörler, bir anda milyonla­ rın sevgilisi oldular Örneğin birkaç yıl öncesine kadar İstanbul Tarabya'da bir tavernada çalan Cengiz Kurtoğlu bugün binalarımızın duvarları­ nı süslüyor(l), gittiğimiz her kafe'de ve bindiği­ miz her minibüste ruhumuzu dinlendiriyor(l) Taverna müziği arabesk müzik türlerinden en tutulanı. Ve herhalde klasik arabesk müziğin say­ rıl sevdalılarına sesleniyor, özellikle. Minibüs şo­ förleri ve muavinleri, kahvelere takılan harbi de­ likanlılar, evde kalmış kızlar gibi... _ Arabeskleşmeden halk müziğimiz de nasibini alacaktı, ister istemez. Zaten son 30-40 yılda ger­ çek karakterinden uzaklaştırılmış, yani yoksul­ laştırılmış bulunan halk müziğimiz, bir de arabes­ kin darbesini yiyince iyiden iyiye ortalıkta göz­ ükmez oldu. Arabeskleşme, özellikle doğu ana­ dolu yöresi müziği üzerinde etkili oldu Öyle bir etkiydi ki bu, eskiden daha çok yöre insanları­ nın dinlediği doğu-anadolu müziği, şimdiki bi­ çim iyle. ülkemizde dinlenen en yaygın müzik türlerinden biri artık. Bu alanda ilklerden en bi­ linen örnek İbrahim Tatlıses. İbrahim Tatlıses’in. “Ayağında kundura / Yar gelir dura dura” ile başlayan bu etkinliği. “Mavi mavi masmavi” ile başarısının doruk noktasına ulaşıyordu. Tatlıses’in açtığı bu yoldan şimdilerde sıfatlı küçük kardeşlerimiz gidiyor: Acıların Ço­ cuğu Küçük Emrah, Ana Kucağı Ceylan, Ha­ mal Çocuk Kurban vs. Çünkü, arabesk müziği­ mizde işlenen acımak-acındırmak-kendilerine ve başkalarına acı çektirmek gibi temalar (!) normal yaştaki şarkıcılar tarafındarr-İŞlene işlene norma! şeyler olmuştu. Sado-trajik hava ise başlardaki yoğunluğunu kaybetmişti sanki. Bu durumda ta­ ze kan küçük çocuklar olabilirdi ancak. Nitekim öyle oldu. Yaşlı gözleriyle, çatlayan sesleriyle, yanık türküleriyle bu küçük kardeşlerimiz, du­ yarlığımızı en derinde bir yerlerden yakalamayı [ başarabildiler Artık hemen hemen her konfek- L siyon ve kundura atölyesinden onların s e s le r ^ yükseliyor. Kırmızı Mercedes'li müteahhit evin- f de onlann filmlerini seyrediyor, Sony videosun­ dan. Ve, “Kimsesiz yetimler / Boynu bükükler / Boynu bükükler” türünden şarkılanyla bu kü­ çük kardeşlerimiz, sado-mazoşizmi, tarihinde en prestijli konumuna yerleştiriyordu. Türk Hafif Müziği'nin arabeskleşme eğilimi de hüngür-hüngür ağlayan, yalvar-yalvar yaka­ ran bir üslupla bütünleşiyordu. Bu alandaki ilk isimlerden birisi Ferdi Özbeğen’dir. Ferdi Özbe­ ğen gerek kendi parçalarında gerekse yorum­ ladığı başkalarının parçalarında taverna-hafif mi zik karışımı bir stil serpiliyordu. (Özbeğen’in ta­ verna müziğinin babalarından olduğunu unut­ mayalım.) Bir örnek verecek STurşak: Selda’nın 70'li yıllarda.o dönem ineniıyİTürkHafif Müziği p, çalarından biri olarak nitelendirebileceğimiz bir parçası vardır, “O günler". Fakat aynı parça 80 sonrasında Ferdi Özbeğen tarafından söylendi ğinde tanınmaz hale geliyor, arabeskleşiyordu Bu dönüşümü kelimelerle kanıtlamak olanak'' sız. Çünkü dönüşüm tamamen tavır ve üslup düzleminde. Ferdi Özbeğen’in ardında Sezen Aksu “Sen ağlama" adlı uzunçalarını çıkarıyor ve hayranlarına kendisinin de arabeskleşme sü recine adım attığını müjdeliyordu. Son albümü “Git” ise Modern Arabeskin manifestosu o uyor


du neredeyse Piyasaya çıktığı İlk birkaç gün Içinıde yüzbinler satan bu albümde arabesk dünya görüşünün en temel kritlkleri| sergileniyordu: Sado-mazoşizm ve dışavurumculuk. Bence bu P albüm, müziğiyle, şarkı sözleriyle ve kapağıyla, uzman kişilerce değerlendirildiğinde, 80 sonra sı Türkiye’de oluşturulan sosyo-kültürel, sosyo ekonomik ve sosyo-psikolojik konjonktür hak­ kında bilgi edinilebilecek çok değerli bir kaynak. Bu yüzden, albümün plâk olarak İki kopyasının milli kütüphane arşivlerine alındığında ilerki yüz­ yılların tarih bilim adamlanna çok önemli bir kay­ nak olacaktır. İlgililerden gereğinin yerine geti­ rilmesini önemle rica ediyorum. Her ne kadar müziğimizde yaşanan arabesk­ leşmenin temelinde toplumumuzun, ekonomi­ siyle, politikasıyla kültürüyle arabeskleşrtıesinir yattığı bilinse de, insanlarımızın niçin gelenek­ sel müziklerini bırakarak arabeske yöneldikleri­ nin, niçin eskiden dinledikleri müziklerin onları artık tatmin etmediğinin müziksel bir açıklaması da gerekiyor. Yukarıda yaptığımız gibi tek tek müzik türleri üzerinde bu açıklamayı yapmaya çalışalım. Bilindiği gibi Türk Sanat Müziği’nln temelin­ de Klasik Türk Müziği olarak adandırılan Dede efendilerin, ltri’lerin, Sadullah Ağaların müziği yatar Bu müzik Osmanlı devlet sınıflarının (İl­ miye, Seyfiye, Kalemiye, Malkiye) yani sarayın müziğidir. Halkın değil egemenlerin duyarlığını yansıtır. Halk ozanları tarafından değil, “mev­ zunun ilmine vakıf zatlar” tarafından üretilir. Do­ layısıyla halk müziğine oranla daha sofistike bir müziktir. İşlenen konu genellikle aşktır. Aşk, ger­ çi günümüz Türkiye’sinin egemen müziklerinde olduğu gibi, “sensiz de olur”, “seni sevmeyen ölsün” . “Git. git giiit-me kal” türünden düzey­ siz ve arabesk bir duyarlığı yansıtmasa da, sevi­ leni yüceltme, seveni ise onun karşısında değer­ siz gösterme mantığı içinde geleneksel doğu sado-mazoşizmi inceden inceye işlenir. (Fakat yine de soyluluktan ödün verilmez.) Bu müzi­ ğin özünde de tıpkı tasavvufta olduğu gibi, bu dünyadan memnuniyetsizlik, öbür dünyaya öz­ lem mesajı (Klasik Türk Müziği şarkıları­ nın günümüz T .S .M . sanatçıları tarafından ses­ lendirirken, nedense hep bu yönünün altı çizi­ lir. Ve örneğin Dede Efendi’nin hiç de öyle ol­ mayan, "Gözünde daim hayal-i canan” adlı şar­ kısı cenaze marşına çevrilebilir. Bu tür marşlar­ dan hoşlananlara, pazar sabahlan 11.00'de Nev­ zat Altığ yönetimindeki Devlet Klasik Türk Mü ziği Korosu’nu izlemek için AKM salona gitme­ leri tavsiye olunur.) Her ne kadar geliştirilmeye ve günümüz duyarlıklanna adapte edilmeye uy­ gun kaliteye potansiyel olarak sahip olsa da es ki biçimiyle bu müzik yalnızca konusu aşk olan şiirlerin bestelenmesine uygundur. Bu özelliği de onu kısırlaştırmakta ve kendini tekrara sürükle­ mektedir. öyle de olmuştur. Belli bir dönem ni­ telikli ürünler verildikten sonra, gittikçe yoksullaşmıştır, Klasik Türk Müziği İnsanlarımızda hep o dönemin ürünlerini icra etmeye ve dinleme­ ye başlamışlardır: “Nerede o III Selimler, De­ de efendiler” (Tabi bu sürecin sosyo ekonomik temeli de vardır: Osmanlı’nm çöküşü.) Derken Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Bu olu­ şum beraberinde T .S.M .’ni getirir. Sadettin Kay­ nak, Yesari Asım Ersoy, Minur Nurettin Selçuk gibi sanatçılann başını çektiği T .S.M ., K.T.M.'nin vülgerleştirilmiş, dünyevileştirilmiş yani daha bir ısıtılmış devamıdır. Ancak T .S .M .’nin ömrü K.T.M. kadar bile olmamış, 3 0 -4 0 -5 0 yıl için­ de basitleşip yozlaşarak, klişelerin insanlara beste diye yutturulduğu bir müzik türü 1 1haline gelmiştir. Böylece yine, aynı kısır döngünün aynı noktasına gelinmiş, “Nerede Minur Nurettin’ler, Hafız Sadettin’ler denilmeye başlanmıştır. Şim ­ di gelinen nokta ise, çok sesli(!) Türk Sanat Mü­ ziği yani arabesktir. Sürekli olarak çöküş yönün­ de ilerleyen bu sürecin altında, eskinin bir türlü çağdaşlaştırılamaması yatmaktadır. Makina ve motor sesleri içinde büyüyen günümüzün yaban­ cılaşmış bireyine hâlâ bülbülün güle ilan-ı aşkın­ dan bahsedilirse, hele hele nüfusunun yüzde el­ lisinden fazlasının genç olduğunu bir ülkede bu iş yapılırsa varılacak olan nokta musalla taşıdır, İster islemez. Bu durumda da alternatif arayış-,

ları gündeme gelecek, gittikçe arabeskleşen bir toplum ise alternatifi arabeskte bulacaktır, yine ister İstemez. (Her süreç deferministiktir!) Aynı süreç halk müziğimiz için de geçerlidir. Bilindiği gibi, bugünkü halk müziğimizle bundan yüzlerce yıl önce yaşamış olan Pir Sultan’ların, Karacaoğlan’lann müziği arasında bir gelişim farkı yoktur. Hatta bizzat bu ozanların türküleri hâlâ çalınıp söylemekte ve ne yazık ki bazı ilericilerimizce tek alternatif olarak görülmektedir. Do­ ğanın, toplumun, bireyin ve her şeyin, değişip geliştiği bir dünyada kendini yenileyemeyen, sı­ nırlarım aşamayan, 7 0 0 yıldır aynı yerde duran bir müziğin çağdaş olarak nitelendirilmesi olduk­ ça güçtür. Ve bu durumda ortadan sorgulanması gereken bir şeyler var demektir. T .C .’nin kuruluşundan önce halk müziği ger­ çek halk ozanlarınca yapılırdı Kent kültürüyle yozlaşmamış, köy yaşamının sıcaklığını üzerin­ de taşıyan ozan, bu sıcaklığını sesine, müziğine, türküsünün sözlerine taşıyarak, benim şu birkaç satır yukarıda söylediklerimi buruşturup bir ke­ nara atarcasına, dinleyenlerin duyarlıklarının ve duygularının en derinlerine hitapeder onları mü­ ziğin güzelliğiyle büyüleyebilirdi. Ne var ki T C .’nin kuruluşundan sonra günümüze kadar geçen süre içinde bu gelenek yani ozan gelene­ ği öldürülmüş, halk müziği deyince insanların ak­ lına, yanyana dizilmiş 8-10 bağlamacının, yüz­ leri asık ve coşkudan yoksun, bezgin bir ifadey­ le teksesli olarak türkünün melodiyi çalması, ön­ deki solistin ise söylediğini içinde hissetmeden, yapmacık hareketleriyle türküyü söylemesi ge­ lir olmuştur. Söylenen türkülerde zaten herke­ sin çocukluğundan beri bildiği, bilmese bile ku­ lağına yabancı gelmeyen, onu zorlamayan türk­ ülerdir. (Nedense konservatuarlarımızın halk müziği bölümlerinin arşivlerinde, araştırmacılar tarafından köy köy gezilerek saptanmış ve no­ taya geçirilmiş binlerce evet binlerce türkü toz­ lanmaya terkedilmiş durumda. Öte yandan “Yıl­ lardır radyo-televizyonda hep aynı türküler ça­ lınıp söylenmekte.) “Ferai” , “Silifke'nin yoğur­ du”, “Misket”, “Kürdün gelini” gibi yozlaşma­ mış, gerçekten halk müziğimizi yansıtan değerli türküler, egemen güçlerce belirlenen kültürel or­ tamda, arka plâna düşmüş, “Penceresi mual­ lim”, “Evreşe yollan dar”, “Bir dalda iki kiraz", “Ayağında kundura” gibi abuk-sabuk türküler en sevilen türküler haline gelmiştir Bunlar da din­ lene dinlene bıkkınlık doğurduğu ve arabesk du­ yarlığı yansıtmadığı için, özlü-sözlü halk türkü lerimiz değil, pop-gırgıriye biçimine dönüştürül­ müş oyun havaları ve yozlaştırılmış doğu ana­ dolu ezgileri dinlenir olmuştur. Türk Hafif Müziği ise içsel olarak zaten geliş­ meye açık olmayan, tıkanıklığı potansiyel ola­ rak içinde her zaman barındıran bir yamadı boh­ çadır. Hele hele günden güne arabeskleşen bir ortamda, bir gün gelip iki parçaya bölüneceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Bir yanda, arabeskleşmiş T.H M. diğer yanda ise montaje, T H M. Yani yabancı kaynaklı bir par­ çanın türkçe sözlerle söylenmesi. Nitekim bu du­ rum gerçekleşmeye başlamıştır. Sonuç Şunu kendimden emin olarak söyleyebilirim: Dünyada arabesk müzikten daha kötü bir mü­ zik yoktur. İnsanı böylesine aşağılayan, onu, böylesine aşağılık, yoz-yobaz, uyuşuk, edilgen, kişiliksiz, onursuz bir duygulanım içine sokan başka bir müzik türü dünyada yoktur.. Arabesk müzik nasıl tarihsel ve geleneksel açıdan bir Türk müziği değilse aslında, sanıldığı kadar arap mü­ ziği de değildir. Kuşkusuz arap ülkelerinde de müziklerini yozlaştırma eğilimi oldukça güçlü. Fa­ kat şurasını da biliyoruz ki, yozlaştırılmamış ge­ leneksel arap halk müzikleri, özellikle Filistin, Lübnan ve Mısır halk ezgileri bizlerinde sevebi­ leceği kaydadeğer bir düzeydedirler. Arabeske karşı tavır ne olmalı, sorusuna ge­ lince: Bilinçli işçiler, aydınlar, öğrenciler arabeske karşı ödünsüz bir cephe olmalı ve bu konudaki düşüncelerini çevrelerine yaymalıdırlar. Zira biz Antika bir toplumuz. Arabesk bizim koynumuza girebilecekbir yılandır. Ona karşı daima uya­ nık ve duyarlı olmalıyız. Çünkü arabeskleşmiş bir toplumla hiçbir şey yapılamaz.


1

+

karikat端r


s

VARDİYA DERGİSİ BASIN AÇIKLAMASI:

ÇAĞDAŞ YOL DAN BASINA DUYURU

VARDİYA DERGİSİ 2. SAYISI g e r e k ç e g ö s t e r il m e d e n

TOPLATILDI?.. Birinci sayımızdan sonra, ikinci sayımız da rekor denilebilecek bir sürede toplatıldı. Henüz Dergimizin bayilere bile dağıtımı yapılamadan apar-topar toplatılma kararı­ nın çıkanlması ülkemizdeki demokrasinin ve basın özgürlüğünün hangi düzeyde ol­ duğuna göstermesi açısından ilginçtir... Toplatma karan, başta işçiler olmak üze­ re tüm çalışan insanlann sorunlannı işleyen VARDİYA Dergisi ’ne özel olarak baskılar uygulandığını göstermektedir. Birinci sayının aksine, ikinci sayımıza g e ­ re k ç e bile g ö ste rilm e d e n Devlet Güven­ lik Mahkemesi’nin toplattırma karanna ya­ sal çerçevede itiraz edeceğim. Sahibi olduğum VARDİYA Dergisi’ne yapılan uygulamalar nezdinde, tüm devrimci-demokrat basınımıza yöneltilen bas­ kıları protesto ediyorum... 2 0 .6 .1 9 8 7 VARDİYA DERGİSİ SAHİBİ B ü le n t O n g an

Ülkem izde dem okrasi olduğu iddia ediliyor. G erçekten var mı? D em okra­ sinin en tem el kriterlerinden biri d ü­ şü nce özgürlüğüdür. O nun olmadığı yerd e dem okrasi yerleşem ez.

YOL UN Notu: “Kapitalistler kendileri herkes­ ten çok daha iyi bilirler ki, serma­ ye dünyanın ve tarihin en korkak varlığıdır. Kendisi korkak olan ser­ maye, yaşayabilmesi için korkut­ mak, korkudan korku üretmek, kendisi için korkulan bir ortam ya­ ratmak zorundadır. Sermaye, kor­ kudan korku duyulan bir ortamda varlığını sürdürebilir. “ .... Sermayenin korkusunun nedeni, artı-değerlerden yaratıl­ mış olmasındandır. Emekçilerin hakkı olan artı-değer, sömürüdür. Sermayenin korkaklığının nedeni, sömürüyle oluşmasındandır. (AZİZ NESİN - Gergedan sayı: 4 syf: 46)

Kafkas Kitap-Kırtasiye Kitap Dergi Kırtasiye Çeşitleri ile hizmetinizdedir. Karanfil Sok. 5/29 Birlik İş Hanı Tel: 117 89 04 Kızılay-Ankara

Çıkarm ış olduğum Ç ağd aş Y O L dergisi henüz birinci haftasını doldur­ m adan dağıtımı durduruldu, toplatıl­ dı. B ö y lece sosyalistlerin yasal siyasi alanda seslerini çıkaram ayacakları, çı­ karırlarsa susturulacaklan ispat edilmek mi isteniyor? Sosyalistlerin düşüncelerini açıkla­ m a özgürlüğü bastınim ak yok edilm ek isteniyor. B u uygulam ayı protesto ediyorum . Ç ağ d aş Y O L dergisini çıkarm aya devam ed eceğ im . Tüm sosyalistleri, devrim cileri, d e­ m okrat ve yurtseverleri dem okrasi m ü­ cadelemizi d esteklem eye çağınyorum . Haziran ayında çıkacak ikinci sayı için yazılannızı ve önerilerinizi bekliyo­ rum . Y azışm a adresi: P .K . 6 2 B E Y A Z IT -ÎS T . Ç ağ d aş Y O L Dergisi Sahibi ve Yazıişleri Müdürü C em al ŞE N

Tuncer Tuğcu

Felsefe Tarihi

1. Cilt Sorun Yayınları


NIKARAGUA...

ürün elde edecekleri ve bunların fiyatları belirlendi.

baştarafı 32. sayfada 2. Endüstri: Nikaragua endüstrisi tama­ men montaj sanayidir. Devrim sonrası Somoza’nın işletmeleri devletleştirildi. Ülke­ den kaçanlarınkine de sonra el konuldu. Bunlar büyük tepkilere yol açtı. Şimdi en­ düstrideki mülkiyet durumunu görelim. (Tablo 3)

Kölem ol. Senden kurtulacağım güne ka­ dar dediğimi yap... Eğer onlar düşmezse özel sektör ölmeye mahkumdur.” (ay. s. 178) Burjuvazi uygulanan ekonomi po­ litikada ölümünü görmektedir. Neden ya­ tırım yapsın. Yatırım yapmak için iktidar­ da söz sahibi olmak istemektedir. Bunun yolu ise eğer karşı bir devrim yapamaya­ caksa seçimlerden geçer. İşte burjuvazi elindeki ekonomik gücü bu doğrultuda kul-

TABLO 3 İşletme Çoğunluğu devlet kontrolü Azınlığı devlet kontrolü % 100 özel sermaye

1980

1981

29 20 51

31 18 51

(Kaynak: Nicaragua, The First Five Years, ABD s .288)

Devrim öncesinde Somoza’nın işletme oranı % 50 olarak tahmin ediliyordu, bu % 30 olarak ortaya çıktı. Tabloda açıkça gö­ rülür. Azınlığı devlet kontrolunda olanla­ rın sayısı belki az değildir, ama yılların kur­ du burjuvalar bunları kendi çıkarları doğ­ rultusunda kullanmayı becerirler. Ayrıca toplam içindeki paylan % 51’dir. Yani eko­ nomide burjuvaların oldukça büyük bir pa­ yı vardır. FSLN için ikinci bir dezavantaj, kontrolundaki işletmelerin sektörel dağınıklığıdır. Hiçbir plan ve programa izin vermez. Ay­ rıca FSLN elindekileri bile gerektiği gibi değerlendirememektedir. Bu alanda eğitim görmüş, işten anlar elemanı yoktur. Var olan potansiyeli bile tam olarak değerlen­ dirme sıkıntısı çekmektedir. Araştırmaya gi­ den bir ABD’li uzman şöyle diyor: “Sandinista devlet sektörüne sahip, ama kontroluna sahip değil.” FSLN ülkedeki üretim ilişkilerini yarı fe­ odal olarak değerlendirir. Sosyalizme geç­ mek için ilk önce kapitalist üretim ilişkileri canlandıracaktır. Burjuvaziye kredi ve dü­ şük kurdan döviz garantisi sağladı. Ücret­ lerin yükselmesi belki kâr oranını düşürdü, işçiler daha fazla söz sahibi oldular, ama halkın alım gücü de yükseldi. Döviz yok­ luğu ithal ürünleri azalttı ve piyasayı bur­ juva açısından çekici kıldı. Ücretlerden dü­ şen kâr oranı fazla satış ile telafi edilmiş ol­ du. Tüm bu avantajlarına karşın burjuva­ zi, ekonominin çok gereksinim duyduğu yatırımları yapmamaktadır. Hatta elindeki dövizleri yurt dışına kaçırmaktadır. Peki, iç savaş bittiği ve iç pazar açıldığı halde bur­ juvazi neden yatırım yapmamaktadır? FSLN’nin ekonomi politikası karma eko­ nomi içinde devlet sektörü giderek büyü­ mektedir. Devletin gücü artmaktadır ve ar­ tacaktır. Burjuvazinin ise iktidarda söz hak­ kı yoktur. Sermaye şimdi bu nedenle ken­ dini güvende hissetmemektedir. Bir burju­ vanın sözlerini aktaralım. “Sandinista bize şöyle diyor. Dediğimi yap! İstediğim süre­ ce üret. İstediğimde seni boğazlayacağım.

Emperyalizmin tehditi ye baskıları . Nikaragua’nın Sosyalist Ülkelerle ilişki kurup bunları her geçen gün geliştirmesini kaçınılmaz yapar. 86

lanmakta, FSLN’ye sürekli baskı yapmak­ ta, onu zor durumda bırakmaya çalışmak­ tadır. 1984 yılında seçim için iyice dayattı ve istediği oldu. Sanırız Nikaragua'da tarım ve endüstri­ nin durumunu kabaca gördükten sonra şimdi Sandinista iktidarının uyguladığı sosyo-ekonomik politikayı değerlendirmek da­ ha kolay olacaktır. Nikaragua ekonomisi dışarıya ihraç ettiği birkaç kalem tarım ürü­ nü ile elde ettiği döviz üstüne inşa edilmiş montaj sanayi üstünde durur. Bu açıdan tarımda uygulanan politika ürünleri arttır­ maktır. Bunun bir yolu kentli proletarya­ nın tanma modern tarım aletleri vermesin-

vazi.” (ay. s. 175) Ama burjuvazi kendisi­ ne duyulan bu gereksinimden yararlana­ rak sınırlannı yırtmanın binbir dümenini yapmaktadır. En büyük destekçisi iliğinden bağlı oldu­ ğu ABD’dir. FSLN ne zaman içerde bur­ juvazinin canını yaksa, hemen Reagan ba­ ğırır. Reagan ne zaman bağırsa, içerdeki ortağı kabadayılanır. İş lafta kalsa yine iyi. Bugün aynı Afganistan’daki gibi “ilan edil­ memiş bir savaş” sürmektedir. Nikaragua askeri, politik, ekonomik bir abluka altın­ dadır. Kara, deniz ve hava sımrlannda 365 gün ABD askeri tatbikat yapar, işgal plan­ ları hazır, bekler. Etrafı ABD üsleriyle çev­ rilidir. Kontra-gerillalar beslenir, eğitilir. Ni­ karagua topraklarına saldırırlar. Sınır boy­ larındaki köylülerin tarlaları yakılır. 1 0 0 .0 0 0 ’ın üstünde köylü buralardan gö­ çe mecbur edildi. İçeride sürekli sabotajlar yapılır. Demiryolu, köprüler, depolar uçurulur. Birçok alan savaş bölgesi ilan edil­ miştir ve sivillerin girmesi tehlikelidir. ABD’nin işgal tehdidi bir gün bile FSLN’yi rahat bırakmaz. Amaç FSLN’yi pes ettirmektir. Bu iç ve dış baskılara FSLN pes etmez. Ama ekonomisine büyük bir yüktür. Za­ ten çok kıt olan gelir, kalkınma yoluna de­ ğil, savunmaya harcanır. Devlet bütçesinin % 3 0 -3 5 ’i, hatta daha büyük bir kısmı bu­ na gider. Çalışabilir, üretim gücünün bü­ yük bir kısmı silah altında, endüstrinin çark­ ları bu askeri beslemek, giydirmek zorun­ dadır. Zaten Emperyalizmin şimdiki takti­ ği de budur. Madem FSLN’yi kendi dümen suyuna sokamıyor, öyleyse ne pahasına olursa olsun onu, hedefinden alıkoymalı. gelişimi engellemeli, devrimi çürütmelidir.

Özetlersek, FSLN iktidarı bugün bıçak sırtı gibi keskin bir güçler dengesi üstünde durmaktadır. Hedeflediği sosyalizme varmak için geçeceği kapitalist yol onu engellemek için var gücünle uğraşmaktadır. Bir İtalyanın dediği gibi, “ Sandinista iktidarı kapitalizmin parası ile kurulan ilk sosyalist ülke olacak” mıdır? Sorunun yanıtı hiç şüphesiz dünya güçler dengesinin gerdiği ipteki cambazlığına bağlıdır. den geçer. Ama ağır sanayinin yokluğu Sandinista’nın elini kolunu bu açıdan kır burjuvazisine bağlar. O nedenle kırdaki modern üretim yapan işletmelere dokunul­ madan tüm toprakların eldeki kır proletar­ yası ile olduğunca işlenebileceği bir politi­ ka güdülür. Endüstride de durum farklı değildir. Devrimden beri bir yandan ağır sanayinin temelleri kurulmaya çalışılırken, diğer yan­ dan kentteki burjuvazinin üretimi sürdür­ mesi için desteklemeler yapılmaktadır. Bir ileri üretim ilişkisi olan sosyalizme geçmek için Sandinista denetiminde kapitalist üre­ time henüz ihtiyaç vardır. Burjuvazinin sı­ nırını tarım bakanı J . Wheelock şöyle çizi­ yor: “...sadece üreten, iktidarsız burjuva­ zi, kendi üretim araçlannın sömürüsü ile sı­ nırlı kalan, bir iktidar aracj olarak hükmet­ mek için değil, yaşamak için üreten b.ırju-

Emperyalizmin tehditi ve baskılan Nika­ ragua’nın Sosyalist Ülkelerle ilişki kurup bunları her geçen gün geliştirmesini kaçı­ nılmaz yapar. S S C B yardımı ile ağır sana­ yi ve enerji tesisleri kurulur. Madenler iş­ letilir. Balıkçılık geliştirilir. Küba, Bulgaris­ tan, Çekoslovakya ve Doğu Almanya ile ortak projeler yürütülür. Alt yapı tesisleri hızla geliştirilmeye çalışılır. Karşılıklı ticaret ve yardımlar artmaktadır. Özetlersek. FSLN iktidan bugün bıçak sırtı gibi keskin bir güçler dengesi üstünde durmaktadır. Hedeflediği sosyalizme var mak için geçeceği kapitalist yol onu engel lemek için var gücünle uğraşmaktadır. Bir İtalyan'ın dediği gibi, “Sandinista iktidarı kapitalizmin parası ile kurulan ilk sosyalist ülke olacak” mıdır? Sorunun yanıtı hiç şüp­ hesiz dünya güçler dengesinin gerdiği ip­ teki cambazlığına bağlıdır.


MAYIS ŞEHİTLERİNİN ANISINA

BEN İNSANDIM Yoktu hiçbir farkım Diğer kullarından tanrının D okuz ay on gün Ana rahm in de kalan D oğan, büyüyen, kon u şan . Y em ek yiyen bir candım Yirm iyedisindeydim daha, H enüz öm rü n e doym am ış G en cecik bir fidandım . İyiye, güzele, yen iye, doğruya; dost K ötüye, çirkine, eskiy e, eğriye düşm andım . B en İN SAN 'dım ...! Canım aldılar ecelsiz Pırıl pırıl bir .... Mayıs günü Yoluna baş koyduğum . Vebalım, sevdalım , toprağım a uzandım. Saplandı yağlı kurşunlar delikanlı b ed en im e; T ep ed en tırnağa kandım .

G eçtim zulüm cen deresin den , Kan kızıla boyandım . İm paratorlar, sultanlar cüm le iblisler Y ok etm ek istediler beni. Saldım toprağım da kökü m ü , Bugüne d ek dayandım .

Ş a h a kalkan halkımın gür sesi: B en baştan başa isyandım ... N e b eş m eteliğe ırzını v erm ey e hazır N e hain, n e d e “yediği insan eti, içtiği kan olm u ş” bir sultandım

B en İNSAN’d ım ...! Spartaküs'le beraberdim R om a arenalarında

B en İN SAN 'dım ...! Zulüm ve işken ce, dert ve kahır Unutulur belki d e, ben unutulmam Çünkü ben dilden dile dolaşan Bir destandım

A n gola’da kan kusar mitralyözdüm b en ...! Deştim karnını hainin, söm ürgecinin: C ep h ed en c e p h e y e yankılandım . Yurt sevgisini iğrenç bir m aske gibi Suratlarında taşıyanlar Canım aldılar ecelsiz.

B en İNSAN’dım ...! B en p en çelerin i ve iğrenç dişlerini Vücuduma geçiren Söm ürgecilerin ağzındaki kandım . B en toplu im halar, ben idam , ben sürgündüm

B en İNSANOdım...! B en cüm le ezilenlerin sadık dostu, Zulme, baskıya, söm ü rü ye düşm andım . Bağımsızlık ve özgürlük kavgasında En ön saflarm daydım mazlum halkımın Y okluğum da k a d eh tokuşturdu hain takımı Bilm ediler ki ben söylen en türküde. Yakılan ağıtta Ve D in m eyen ... seslerin de yaşayandım .

B en İNSAN 'dım ...! B en işçilerin, ben köylülerin, B en bütün ezilenlerin m u hteşem kini; B en söm ürgeciliğe, em peryalizm e, Ve yerli gericiliğe karşı,

«

Elleri ve kolları birbirine bağlı Kirve, hısım ve akraba. Kimileriyle akrandım . Oracıkta benzin döktüler üstüme. Küllerimiz birbirine karıştı; Yüzbinlerle cayır y an ard ım ... Benzerlerim di katleden ler beni. A m a ben İN SAN’d ım ...! Tarihtim ben, ezilenlerin, horlananlarm tarihi

ilk umudu 'lk gerillasıydım cihanın Efendilerine karşı ayaklandım 1 8 7 1 ’d e Paris’te ........

B en bir militandım Savaşsız ve söm ürüşüz Bir dünya içinde kav g am ... H enüz yirm iyedisindeyken ve G en cecik bir fidan ken daha Bağımsız ve özgürlüğün Kutsal özlem i uğruna Al kanlara boyandım B en B en B en Ben

İNSAN dım ...! bitm eyen kavga bağımsızlığına susamış ülke kurtuluşun gübrelenm iş toprağı

B en .......... DIM!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.