Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Page 1

Finansal istikrarsızlık ve küresel denetim

İşsizim, ama diplomam var!..

TIRMANDIRILAN ŞOVENİZM VE DEVRİMCİ MÜCADELE

İran ve güçler dengesindeki son gelişmeler

✓ Provokasyonlar ve AKP'nin tavrı ✓ TMY'ye karşı ortak mücadeleye ✓ Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası Yenilgisi: Neden? Nasıl? ✓ Varoşlarda iktidar mücadelesi

Ustaların ustasız ustası *


içindekiler

Finansal istikrarsızlık ve küresel denetim M. Özgür / s.21

Yükselen gerilim ve devrimci mücadele Mehmet Vılmctzer / s.2

Provokasyonlar ve AKP’nin tavrı Nihal Kayacan / s.6

Latin Amerika çıkarması Ryşe Tansever / s.28 İran ve güçler dengesindeki son gelişmeler Ayşe Tansever / s.33

TMY’y e karşı ortak mücadeleye Fikret Kızılton / s.8 Toplumla Mücadele Yasası’na karşıyız / s. 10 TMY’nin kaynağı emperyalist ülkeler Sevgi €vrim / s. 12

Sınıf mücadelesinin sorunları - 1 Haşan Oğuz / s.39

Varoşlarda iktidar mücadelesi Melih Ateşer / s.50 Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası Yenilgisi: Neden? Nasıl? / M. Sinan / s. 14 Bütünü görmek, başlıklara sıkışmamak Mesut Mahmutoğulları / s.18

Ustaların ustasız ustası Umut Aydın / s.52

Aydın kimliği ile Vedat Türkali Zeynep Koru / s.54


Merhaba; Türkiye’de 2005 yılının Newroz kutlamalarının ardından “derin devlet” eliyle kışkırtılan şovenist dalgaya şimdi de la­ iklik kampanyaları ekleniyor. ABD İran’a karşı saldırı planları yaparken AKP hükümetinden çok ordu ile işbirliği içinde ol­ mayı tercih ediyor. ABD’nin AKP hükümetine karşı tutum de­ ğişikliğinden cesaret alan “milli” ordumuzsa sivil bürokrasiyi, üniversite rektörlerini ve CHP’yi yedeğine alarak fırsattan is­ tifade pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Sözde “bölücü” ve “irtica” tehdidi ile laik-milliyetçi-devletçi bir kitle tabanı yaratılmaya çalışılıyor. İktidar bloğu içinde bu çatışmalar sü­ rerken TMY adı altında faşist baskı yasaları hazırlanıyor ve re­ form adı altında neo-liberal yasalar ardı ardına Meclis’ten ge­ çiriliyor. Kışkırtılan şovenizm ve anti-İslamcı kampanyada sol hare­ kete de davetiye çıkarılmaktadır. Ne yazık ki solun kimi öbek­ leri böyle bir etkilenmeye açık bir pozisyonda duruyorlar. Sol iktidar bloğu içindeki saflaşmalara karşı bağımsız tavrını ko­ rumalı ve AKP’nin olduğu kadar laik-şovenist cephenin de gerçek yüzünü deşifre etmelidir. Yol’un bu sayısında asıl olarak politik durum değerlendir­ melerine ve sol hareketin güncel gelişmeler karşısındaki tav­ rına ağırlık veriyoruz. Bunun dışında Türkiye ekonomisinin son durumunu ve işsizlik sorununu ele alıyoruz. Dünya sayfa­ larımızda ise İran’la ilgili gelişmeler ve Avrupa Birliği - Latin Amerika buluşması üzerine değerlendirmeler var. Kültür say­ falarımızda Vedat Türkali dizisinin son yazısı ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz yönetmen Atıf Yılmaz’la ilgili bir yazı yer alıyor. Yeni sayıda görüşmek dileğiyle... YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: direnis9@yahoo.com Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74


YÜKSELEN BERİLİM VE DEVRİMCİ

MÜCADELE

Mehmet Vılmcızer

"C um hu riye tin esas sah ip le ri" tarafından AKP'ye bir a lte rn a tif yaratılm ah istendiği sır değil. Üstelik bunun s o m u t bir zaman sınırlaması da var; 2 0 0 7 seçim le ri öncesi böyle bir a lte rn a tif yaratılm ış olmalıdır. Bu alternatifin belki te k başına iktidara ge lm esi m ü m kü n olm ayabilir, fa ka t AKP, bu durum da en azından koalisyona m e cb u r ed ilm iş olacaktır.

Nisan sonu sınıra yapılan yığı­ nakla gerilim iyice yükselmiş, gün­ ler her an başlayacak bir operasyon beklentisi ile geçmişti. Sonra, ortam kısmen yumuşadı veya yeni bir geri­ lim dalgası ne zaman ve nasıl gele­ cek beklentisine dönüştü. Bu arada gerçekleşen Amerika Dışişleri Baka­ nı Rice’ın gezisinden, ne PKK ne İran konusunda çok somut sonuçların alınmadığı ortaya çıktı. O günlerde öyle bir hava estirildi ki, ordu büyük bir operasyona başlamak üzere ve bu konuda ABD’nin doğrudan olmasa da, dolaylı bir onayı alınmıştı. Bu büyük gürültüden sonra yaşanan durgunluğu ve bütün olanları nasıl yorumlamak gerekir? “Cumhuriye­ tin esas sahiple­ ri” tarafından AKP’ye bir al­ ternatif yaratıl­ mak istendiği sır değil. Üste1 i k

2

bunun somut bir zaman sınırlaması da var; 2007 seçimleri öncesi böyle bir alternatif yaratılmış olmalıdır. Bu alternatifin belki tek başına iktidara gelmesi mümkün olmayabilir, fakat AKP, bu durumda en azından koalis­ yona mecbur edilmiş olacaktır. Bu gidişin içinde güçlerin hesaplaşması için, Cumhurbaşkanlığı seçimleri de önemli bir moment olacaktır. Bu gerilimin altında ise temel gerçek neden yatmaktadır. O da, or­ dunun hem AKP iktidarı hem de AB süreci nedeniyle mevzi kaybetme olasılığıdır. AB’ye giriş görüşmele­ riyle bu zemin kayması başlamıştır. Buna ordudan bir tepkinin er geç gelmesi bekleniyordu, bu süreç işli­ yor; Fehmi Koru’nun dediği gibi “saat tıklıyor” . Siyasal dengeleri et­ kilemek için burjuva düzenleri için­ de bin bir yol vardır. Çeşitli konular­ daki skandallar bunların en bilineni­ dir. Ancak “ideolojilerin öldüğü” ve bir anlamda “toplumsal değerler”in büyük aşınmaya uğradığı dünyamız­ da, eski tip skandalların fazlaca etkisi olmuyor. Örneğin bugünün dünyasında en fazla üstünde spekülasyon yapıla­ bilen konu “terö­ rizmedir. Bir ülkeye veya bir örgütlen­ meye bu damga vuru­ lunca ardından büyük

bir kuşatma başlayabiliyor. Bunun bile son süreçte epeyce yıprandığı biliniyor. Bizde ise, siyasal gerilim ve yıpratma yaratmak için, yolsuz­ lukların yanında, bugün hala geçerli iki konuf “bölücülük” ve “irtica”dır. Özellikle son yirmi yılın politik orta­ mı hatırlanırsa, düzen partileri sü­ rekli milli güvenlik kurulunun çizdi­ ği alan içinde kalarak politika yaptı­ lar ve sonuç tümünün parlamento dı­ şında kalması oldu. Cumhuriyet tari­ hinin lanetlileri, “dincilerin” iktidara gelmesi yetmiş yıllık cumhuriyetin “temellerinin” ne ölçüde aşınmaya uğradığının çok açık kanıtıdır. Dola­ yısıyla, bugünkü alternatif yaratma girişimleri, aynı zamanda böyle kök­ lü bir denge kaymasına karşı da bir operasyon olduğu için, zor ve kap­ samlıdır. sorunu” de­ rin devletin p ro v o k as­ yonlarıyla epey-


MAYIS'HAZİRAN 2006 C J O İ

dir yeniden gündemin ilk sıralarına tırmandırıldı. Fakat alternatif yarat­ ma zamanı daraldıkça tek tek provo­ kasyonların etki gücü zayıfladı, üs­ telik bunlardan bir tanesi Kürt halkı tarafından suçüstü yapılarak deşifre edildi. Bu kez gerilim, “sınır ötesi” dahil askeri bir operasyon seviyesine tırmandırıldı. Bu konuda nasıl geliş­ meler yaşanacağını bugünden kestir­ mek zor olsa da, oradaki operasyon­ ların esas olarak iç politika gerilimlcrine göre ve onları etkilemek için yönetileceği yeterince açığa çıkmış­ tır. Bu kadar büyük yiğınağın-eğer gerçekten söylendiği gibi büyüksetek nedeninin iç politika hesaplarıy­ la sınırlı olmasının düşünülemeyece­ ği akla gelebilecek ilk sorudur.

II

Türkiye’ye burada belli bir rol ver­ mek isteyebilir. Fakat bu bir kez de­ nendi ve geri tepti, buna hem Irak güçleri hem de Arap dünyası karşıdır. Bu pozisyonlarda bir değişim olma­ dı. Bu nedenle, bu olasılık zayıftır. Ayrıca Türk Devleti, böyle bir batak­ lığa girmeyi ne ölçüde göze alabilir, bu büyük risk için ABD, Türk Devleti’ne hangi tavizi ve payı vermeye ra­ zı olabilir, böyle bir adım için, PKK üzerine yapılacak en geniş pazarlık­ lar bile yeterli olmaz. Bunun dışında çok zayıf olasılık olsa da, İran’a bir kara harekatı dahil, böyle bir yöneli­ şe Türk Devleti’ni “kazanmak” ikin­ ci senaryo olabilir. Bu ölçüde bir sa­ vaşı Türk Devleti’nin göze alması yi­ ne hemen hemen imkansızdır. Geri­

ABD’nin Türk Devleti’ni böyle sınırlı bir desteğe bile razı edebilme­ Bu sorudan, bölgedeki duruma si için zorlu adımlar atması gereki­ ve Türk Devleti’nin konumuna gele­ yor. Bunların başında, mevcut iç si­ lim. ABD’nin son sekiz-dokuz aydır yasal dengelerin değiştirilmesi gel­ Türkiye üzerine girişimleri bazı ömektedir. Nasıl ki, Irak Savaşı’na o nemli değişimlerin yaşandığını gös­ dönemdeki Ecevit hükümetiyle git­ teriyor. Hemen Irak Savaşı öncesi mek, ABD açısından istenmeyen bir bozulan ilişkiler çeşitli seviyelerde durum idiyse; İran’a karşı destek, yeniden kurulmaya, kırılan “stratejik sırf hava saldırısı ve ambargo konu­ ittifak” zemini onarılmaya çalışılı­ larıyla sınırlı kalsa bile, bunun mev­ yor. Henüz somutlaşmış hiçbir şey cut iç siyasal dengelerden kolayca olmadığı tespit edilmelidir. ABD’­ sağlanamayabileceği için, bu denge­ nin, AKP hükümetinden çok, ordu iler Amerika açısından yeniden sorun le ilişki geliştirmeye çalıştığı, bu ko­ haline gelmiştir. Bu nedenle, ABD, nuda, PKK’ye karşı “istihbarat pay­ Türk ordusunun Irak’ta eskisi gibi olaşım ı” gibi bazı yakınlaşmaların perasyon yapmasına izin vermese sağlandığı bir gerçeklik olmasına de, politikadaki etkisini artırmaya rağmen, Washington’un bölge hedefi yarayacak tarzda sınırda ve Kürdisdikkate alındığında, tan’da gerilim yarat­ henüz somut bir adı­ masına tolerans gös­ Sincan'da tank gezdiremeyenler, bunu Irak sınırın­ mın atıldığı söylene­ tereceğinin ipuçlarını da yapıyorlar. Şimdilik bu yığınağın bundan öteye mez. vermiştir. “Cumhuri­ bir kapsam alanı görünmüyor. Elbette, bu durum , yetin temellerine sa­ Irak’ta düştüğü A B D 'n in bölgede Tü rk D evieti'ne yüklemeye çalış­ hip çıkan” bir parti ve durumu dikkate alan iktidar, A B D ’nın İAmerika, İran’a saldı­ tığı rol ve bu yönde yapılacak pazarlıklara göre de­ ran’ı havadan vurma rıya hazırlanırken, ğişebilir. A ncak şimdi iik taktik adım, Türkiye'de ve ambargo ile yıprat­ çok sınırlı da olsa, bir Siyasal İslam'ın etkisini kırmayı amaçlıyor. ma adımlarına çok da­ ittifak oluşturmaya ha rahat destek vereçalışıyor, Türkiye de, bu çerçevede ye, hava saldırısı ve olası bir ambar­ bilir. yeniden Beyaz Saray’ın ilgi alanına go için Türk Devleti’nden destek al­ girdi. Olası gelişmeler üzerinden bu Sınırdaki “büyük yığınağı”, ordu mak, yakın dönem için en büyük ola­ ilişkinin derinliği üzerine bir sonuç karargahlarından birisinin Kürdissılık olarak görünüyor. Fakat bu öl­ çıkartılmak istenirse, bu noktada ba­ tan’a taşınacağı söylentisiyle birlikte çüde desteğin bile, mevcut bölge ve zı önemli sınırların olduğu görülür. ele alınca, bu “hareketliliğin” sadece iç siyaset dengeleri açısından kolay Birinci olasılık, ABD, Irak’ta ellerini PKK operasyonu ile sınırlı kalmayabir adım olmadığı ortadadır. biraz daha serbestleştirebilmek için, 5


q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

cağı düşüncesi yersiz değildi. Fakat Türkiye’ye teslim edildiği günlerde­ “İrticaya karşı olmak” adı altın­ şu ana kadarki gelişmelerden hare­ ki kadar bir etki yaratıp, bunu da Kemalist zeminde politika yap­ ketle, bu yığmağın kapsamının geniş M HP’nin oya çevirmesi durumunda manın hiçbir gerekçesi olamaz. Bu­ olmadığını ve daha çok iç politika Siyasal İslam ’ın alanı bir ölçüde da­ günün Türkiye’sinde Siyasal İslam, dengelerini düzenlemek için yapıldı­ raltılmış olacaktır. Devrimcileri ilgi­ bir yönüyle, Kemalist devlete ve oğını düşünmek daha doğru olur. “28 lendiren yön, hem şoven faşist dal­ nun imtiyazlı kurumlarına karşı sıra­ Şubat postmodern darbesi”ni yeni ganın yükselmesi, hem de bu yükse­ dan insanın tepkisini dile getirme koşullarda tekrarlayamayollarından birisi K ürt H areketi'ne karşı "İm ralı çizgisi" ve A m e ri­ yanlar, darbenin uygula­ olmuştur. Olgunun ka'yla ilişkiler gerekçe gösterilerek yürütülen poli­ bu yönünü görme­ masında böyle bir biçim değişikliği yapmıştır. tikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası hali­ den, “irticaya karşı Sincan’da tank gezdireolmak” insanı poli­ ne gelmektedir. K ürt H areketî'ne eleştiri, A m e ri­ meyenler, bunu Irak sını­ tikada hızla Cum­ rında yapıyorlar. Şimdi­ ka'nın yarattığı fırsattan yararlandıkları için yapıla­ huriyet gazetesinin maz, A B D 'ye yüklenen "dem okrasi" misyonu ve lik bu yığınağın bundan çizgisine götürür. öteye bir kapsam alanı bağımsızlık hedefinden vazgeçmek hareketin eleşti­ Oysa bu çizgiyle görünmüyor. Elbette, bu devrim ciliğin korilmesi gereken ideolojik ve siyasal zem inidir. durum, ABD’nin bölgede puşması 1970’li Türk Devleti’ne yüklemeye çalıştığı lişin kaçınılmaz bir şekilde devrim­ yılların sonuna doğru gerçekleşmiş­ rol ve bu yönde yapılacak pazarlıkla­ cilerin politika alanını daraltan etki­ ti. Aradan otuz yıl geçtikten sonra ra göre değişebilir. Ancak şimdi ilk lerinde yatmaktadır. kopuşulan noktaya geri dönülürse, taktik adım, Türkiye’de Siyasal İs­ bu siyasette gerçekten gericileşme Birkaç yıldır devletin irtica ve lam ’ın etkisini kırmayı amaçlıyor. anlamına gelir. “İrtica” ile bir heves bölücülük üzerinden yürüttüğü poli­ mücadele eden sözde solcular, aslın­ tikaların bazı sol parti ve örgütler üIII da bu konumlarıyla kendileri düze­ zerinde etki yarattığı görülüyor. Ay­ nin gerici noktalarına savrulmuş olu­ Bu gelişmelerin, Devrimci Hare­ rıca devlet de Siyasal İslam ’ın ve yorlar. Özellikle 1980’ler sonrası, ket üzerinde yakın dönemde ve özel­ Kürt Hareketinin gücüne karşılık, halk kitlelerindeki bilinç savrulması­ likle taktik alanda önemli etkileri osol içinde bir güç yaratmaya soyun­ nın izlediği yolları dikkate almadan, lacaktır. Bu etkinin en genel olanı duğunu zaman zaman açığa vurmuş­ Siyasal İslam ’a karşı bu tarz politika derin devletin sürekli körüklediği tur. “Kızıl elmacılar” sol içinde bile yürütmek, Kemalist cumhuriyetin eşovenizmdir. Bu körükleme artık sayılmaması gerektiği için, etkinin litist tavrının soldan tekrarlanmasın­ linç olayları seviyesine tırmanmıştır. bu sınırdan ötesi önemlidir ve böyle dan başka bir anlama sahip değildir. Şovenizmin bu yeni dalgası Siyasal bir etkinin yavaş, ancak istikrarlı bir Bu tavır, ancak yine kendine benzer İslam ’a alternatif yaratma konusun­ şekilde geliştiği görülüyor. Bu nok­ elit içinde etki yaratır ve örgütlene­ da hangi rolü oynayacaktır, bunu ya­ tada bazı sınırların bulanıklaştırıl­ bilir, bunun gerçek devrimci politi­ kın gelecekte göreceğiz. Öcalan’ın ması önemlidir. kayla bir ilgisi yoktur. Öte yandan, Kürt Hareketi’ne kar­ şı “İmralı çizgisi” ve Amerika’yla iliş­ kiler gerekçe gösterilerek yürütülen politikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası haline gelmektedir. Kürt Hareketi’ne eleştiri, Amerika’nın ya­ rattığı fırsattan yararlandıkları için ya­ pılamaz, eleştiri bu pratik zeminin dı­ şında, başka noktada yapılabilir. ABD’ye yüklenen “demokrasi” misyo­ nu ve bağımsızlık hedefinden vazgeç­ mek hareketin eleştirilmesi gereken ideolojik ve siyasal zeminidir. Pratik olarak ise, ABD ile birlikte diğer halkla­ ra karşı savaş yürütmek, zaten yeterin­ ce halkların birbirlerine karşı işledikle­ ri günahlarla zehirli olan ortamın, iyice yoğunlaşmasına neden olacak sonuçlar yaratır. Bu yöndeki her davranış deşif4


MAYIS'HAZİRAN 2006

CJOİ

re edilmelidir. Böyle davranışlara, Kürt halkına karşı yapılmış önceki kıyımlar gerekçe gösterilemez; bir Kürt milli­ yetçisi için, bu fırsattan yararlanarak komşu halklara misilleme yapmak, şo­ venizmin yapısı gereğidir, ancak bir Kürt devrimcisi için böyle bir davranı­ şın desteklenmesi ve bu davranışlara mazeret aranması mümkün değildir. Bunlar, Kürt Hareketi ile Dev­ rimci Hareket arasındaki ilişkileri zorlaştıran gerçeklerdir. Ancak bun­ lar, Kürt Hareketi’ne karşı her fırsa­ tı değerlendirerek adeta bir cephe oluşturma çabalarına gerekçe edile­ mez. Türk solunun bir kesiminin Kürt Hareketi’ne karşı sicili savaşın en yüksek olduğu zamanlarda bile iyi değilken, bugün tavırlar gittikçe düşmanlaşmalara doğru tırmanmak­ tadır. Özellikle önümüzdeki dönem dikkate alındığında, bu tavırların ge­ nel olarak devrimci ortama büyük zararlar vermesi kaçınılmazdır. Olaylarm bu yöne doğru biriktiği dü­ şünülürse, bu konuda uyanık olmak, böyle tüm tavırlara karşı açık siyasi mücadele vermek gerekir. Kürt Hareketi ile ilişkide diğer önemli handikap, taktik zemin fark­ larıdır. Bu kendini başlıca iki nokta­ da açığa vuruyor. Birisi, Türkiye’de işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin ve bu anlamda Devrimci Hareket’in gün­ demine tam bir kayıtsızlıktır. Bu ko­ nuda aktif destek vermek bir yana, işbirliği yapıldığı zamanlar bile sem­ bolik katılımlarla yetiniliyor. Sendi­ ka gibi çeşitli kurumlarda ise en li­ beral kesimlerle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görülmüyor. Devrimci Hareket’in hala bir hatası olan “kes­ kinlik” buna gerekçe gösterilemez, böyle hatalara cevap en bayağı libe­ rallerle işbirliğine girilerek verile­ mez. îkinci konu, özellikle bölgeye yönelik ABD girişimleri söz konusu olduğunda, bunlara karşı geliştirile­ cek taktiklerde Kürt Hareketi durdu­ ğu ideolojik zeminin yanlışlığından dolayı kaçamak yollar izlemektedir. Sonuç olarak, Kürt Hareketi ile Dev­ rimci Hareket arasında zaten sorun olan ilişkiler son süreçte düzelme göstermediği gibi, daha da kötüleş­ me işaretleri vermektedir. Devletin

önümüzdeki dönem için hazırlıkları göz önüne alındığında, ilişkilerde bir gelişme yakalanam azsa, karşılıklı hataların artması ve sonuç olarak de­ rin devletin taktik zeminine düşmek kaçınılmaz hale gelebilir.

IV Bütün bunlardan Hareketimizin taktik zeminiyle ilgili bazı önemli sonuçlar çıkartılmalıdır. îlki, bu or­ tamın ve derin devletin yakın dönem amaçları, Devrimci Hareket üzerin­ deki olası etkileri yoğun bir şekilde işlenmeli ve bu değirmene su taşıya­ cak tavırlar sürekli deşifre edilmeli­ dir. Ortodoks Marksist söylemler ve­ ya keskin devrimci çığlıklar, derin devletin taktik zeminiyle en küçük bir benzeşmeye bile yol açıyorsa, duruşta bir yanlışlık vardır. Bu de­ rindeki hata, yüzeyde yaratılacak gü­ rültü ile örtülemez. Her örtme çabası deşifre edilmelidir. İkinci olarak, sürekli körüklenen şovenizm dalgası ile devrimcilerin mü­ cadele alanı daraltılmaktadır. Bu konu­ da Devrimci Hareket’e ve Kürt Hare­ keti’ne önemli görevler düşmektedir. Karşılıklı taktik kayıtsızlıktan kurtula­

rak, gereken her momentte etkin eylem birlikleri derin devlet tarafından daral­ tılmaya çalışılan politik zemini yeni­ den kazanmaya yarayacaktır. Uygun momentlerde Hareketimiz böyle etkin davranışların örgütlenmesinde önemli rol oynayabilir. Son olarak, ordunun “bölücü­ lük” ve “irtica” üzerinden yürütece­ ği gerilim taktikleri, politik ortamda suni gündemler yaratacaktır. Uya­ nık davranılmadığı takdirde, Hare­ ketin taktik gündemi iki yönlü ba­ sınçla bozulabilir. Elbette, derin devletin saldırıları karşısında Kürt H areketi’ne gerekli destek verilme­ lidir, ancak öyle zamanlar olabilir ki, taktik olarak hiç gerekmediği halde, bu gerilimin ortasında, taktiksiz sallanıp durmak gibi bir du­ rum la karşı karşıya kalınabilir. Böyle konumlara kesinlikle düşülmemelidir. Hareket kendi gündemi­ ni yaratma ve uygulama iradesini göstermelidir. Yaratılan her gerili­ min hemen etkisi altına girmemek, Hareketin kendi taktiklerinden ge­ rekmedikçe ayrılmamak önemlidir.

11.05.2006 K 5


Pr o vo k a syo n la r v e AKP’NİN TAVRI Nihal Kayacan

Cum hurbaşkanlığı se çim le ri ve genel se çim le r öncesi, ülke içindeki siyasi gü çle r dizilişinin özellikle ABD'nin bölge politikalarının etkisi altında yeniden b içim le n (d iril)e ce ğ i uzun süre dir öngörülen po litik d e ğ e rle n d irm e le r arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik ge rilim le rin in "b ö lü c ü lü k " ve "irtic a " kavram ları üzerinden şe kille nd irilece ği d e ... “Cumhuriyet” gazetesine üst üs­ te atılan bombaların hemen ardından en önemli “Cumhuriyet kurumları”ndan biri olan Danıştay, infial uyandırması kaçınılmaz olan bir sal­ dırıya uğradı. Üstelik yakın zaman önce aldığı “türban karşıtı” bir ka­ rarla ilişkilendirilerek... Saldırı sonrası yakalanan fail kendisini “Allahın askeri” diye su­ nan bir ülkücü-faşist. Dönemin dev­ rimci öğrencilerinin, Marmara Üniversitesi’nin “reis”i olarak pek çok bıçaklı, satirli saldırıdan tanıdığı bi­ ri... Tetikçinin nitelikleri ve söylemi göz önüne alındığında ilk çağrıştır­ dığı kişi M. Ali A ğca... Elbette Ağca

6

da biricik değil, bu “vatan için kur­ şun atan şerefli tetikçilik” görevin­ de. “Cumhuriyet” tarihi böylesi on­ larca (belki yüzlerce) örnekle dolu­ dur. Kimi dönemlerde, bazı “vatan evlatları” çıkar ve kimi hedeflere ölüm saçar. Hemen ardından bu olay veya olaylar ekseninde toplumsal saflaşm aların yaratıldığı görülür. Saflaşmanın karşı olduğu taraf “sol yıkıcı güçler”, “bölücü terör” veya “İslamcı terör”dür. Saflaşanlar ise milliyetçi-laikçi-dcvletçi cephe ve onun etki alanına giren kitleler... Danıştay saldırısı sonrasında da “devletin bölünmez bütünlüğüne” ve

“laik cumhuriyete” sahip çıkan her­ kes ayaktadır. Çünkü bu saldırı da “laikliğe karşı” yapılmıştır. Bu sonu­ ca varılması için herhangi bir ispata gerek yoktur. Cum hurbaşkanından başlamak üzere tüm önemli kurum­ lar bu yönde açıklama yapmaya baş­ lamıştır bile... “Danıştay’a yapılan bu saldırı aslında laik Cumhuriyet’e yapılan bir saldırıdır... Bu saldırıya neden olanlar tutum ve davranışları­ nı yeniden gözden geçirmelidirler.” (Cum. Bş. A.N. Sezer, 18.05.06, Sa­ bah gazetesi) Bu açıklamadaki “ne­ den olanlar” söylemi ile ilk elden AKP hükümetinin hedeflendiği de herkesçe aşikârdır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler öncesi, ülke içindeki siyasi güçler dizilişinin özellikle ABD’nin bölge politikalarının etkisi altında yeniden biçimlen(diril)eceği uzun süredir öngörülen politik de­ ğerlendirmeler arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik gerilim lerinin “bölücülük” ve “irtica” kavramları üzerinden şekillendirileceği de... Nitekim olayların gelişimi de bu m invalde seyrediyor. Öncelikle “Kürt sorunu” üzerinden yaratılan gerilim siyasetine tanık olduk. Mer­ sin ’deki bayrak provokasyonu ve sonrasındaki linçler, “bölücülük” başlıklı “derin çalışmaların” başladı­ ğını gösteriyordu. Hepimizin bildiği gibi Şemdinli’de Kürt halkının ger­ çekleştirdiği suçüstü, bu kontrgerilla


MAYIS'HAZİRAN 2006 C j O l

faaliyetini “açık” etmişti. Açığa çı­ kan toplumsal muhalefet, sürecin bir süre hız kesmesini sağlayabildi an­ cak. 14 HPG gerillasının öldürülme­ siyle yükselen ikinci dalga, “Diyar­ bakır olayları” ve sonrasında yeni bir linç ve şovenleştirme sürecini başlatmıştı. Sınıra yapılan 250 bin kişilik yığmak da “Kürt tehdidi” içindi. Bir yandan operasyonlar sü­ rerken diğer yandan bu uygulamala­ rın “yasalaştırılması” gündeme gel­ di. TMY olarak bildiğimiz 12 Eylül hukukunu aratmayacak düzenleme­ ler, hükümetin önüne yasalaştırılmak üzere konuldu.

Cemil Çiçek, protestolar karşısında camiye sığındı.

m m

Tüm bu süreçlerde AKP, çizilen sınırın içinde kaldı. Her durumda or­ tamı yumuşatmayı ve uzlaşmayı seç­ ti. Şemdinli “suçüstü”sünü de­ A K P 'nin kendini siyasi muhatap oiarak kabul ettirm e çabasından mokratik açılımlar söz etmek, bu sürecin başka siyasal özneler üzerine kurgulandığı için değerlendir­ düşüncesini öne sürmektir aynı zamanda. O haide kim lerdir bu dönem medi. Van savcısı­ nın gündeme taşı­ için düşünülen siyasi muhataplar? dığı “iddianam e” ğinden... Tıpkı Cüneyt Zapsu’nun “Katil başbakan”, “Türkiye laiktir, la­ süreci ise, Büyükanıt’ın adının iddi­ ABD’de Erdoğan için sarfettiği “bu ik kalacak” sloganlarının atılması ve anamede geçmesiyle, ordunun yeni­ adamı kaldırıp atmayın, onu kullana­ cenazeye katılan bütün bakanların den atağa geçtiği ve AKP hükümeti­ bilirsiniz” sözlerinde olduğu gibi... yuhalamalar arasında güç bela törene nin “iki kelle” vermek zorunda kal­ katılabilmeleri olayın nasıl bir polidığı bir gerilim olarak yaşandı. Ço­ AKP’nin kendini siyasi muhatap tik-psikolojik ortam yarattığım/yaracukların polisler tarafından öldürül­ olarak kabul ettirme çabasından söz tacağım göstermektedir. Eğer hükü­ düğü Diyarbakır olayları için “mey­ etmek, bu sürecin başka siyasal öz­ metin, başbakan yardımcısı M. Ali dana çıkan çocuk da olsa müdahale neler üzerine kurgulandığı düşünce­ Şahin’in “Bekleyin, çok kısa bir süre edileceği” türünden açıklamalar yap­ sini öne sürmektir aynı zamanda. O içinde, bunu kimlerin yaptığı ve arka­ tı. TMY konusunda ordunun önüne halde kimlerdir bu dönem için düşü­ sında kimlerin olduğu ortaya çıkacak­ koyduğu tasarıyı aynen Meclis ko­ nülen siyasi muhataplar? Hangi nite­ tır. Hatta bir takım sürprizlere de ha­ misyonuna getirdi. Zaten AKP hükü­ liklerinden dolayı “seçilmiş” olabi­ zır olun” sözlerini hayata geçirme meti, makyaj niteliğindeki açıklama­ lirler? Bunun için önümüzdeki döne­ şansı ve/veya cüreti olursa bu olayın ları saymazsak “Kürt sorunu”nda min siyasal ortamının olası niteliği­ rüzgârının kimin yelkenini şişireceği devletin geleneksel çizgisinin dışın­ ne bakmak gerek öncelikle. İran’a şu değişebilir elbette. Ama deneyimleri­ da bir projeye de sahip değildi. ya da bu seviyede bir saldırının gün­ miz bize bunun çok zor olduğunu demde olduğu ve ABD’nin öncelikle Ordu M art’tan beri yeni bir tür 28 söylüyor. Ortadoğu bölgesini topyekûn kendi Şubat darbesi süreci işletiyor. Irak sı­ çıkarları çerçevesinde yeniden bi­ AKP bu gerilimler sürecinde ka­ nırındaki yığmak, salt PKK’yi değil, çimlendirmeyi hedeflediği gözden rarlılık gösteremedi. En pespaye uz­ aynı zamanda iç politikadaki güçler çıkarılmazsa bunu tahmin etmek zor laşmalara girişmeyi denedi. Ancak dengesini hedefliyor. Cumhuriyet ga­ olmaz kanımızca. Çünkü bu yeniden Süreç işliyordu ve uzlaşmacı tavır zetesine atılan bombalar, “irticai terö­ biçimlendirmede Türkiye’yi ittifak­ rün” hortlatılmasmm ve buna karşı her seferinde daha fazla geri adım ilarından biri yapmak istiyor ABD. laikçi cepheyi ayağa kaldırmanın pro­ le sonuçlandı. Bugün Erdoğan Eğer bu gerçekleşecekse ülke içinde­ vaları olarak yaşandı. Danıştay’a sı­ ABD’ye başvurarak en kısa zamanda kılan kurşun ise, gerilimin gerekirse ki politik ortamın buna uygun hale görüşme talebinde bulunuyor. Bu ge­ daha nerelere tırmandırılabileceği ko­ getirilmesi gerekli. Siyasi muhatabın rilim den nasıl çıkabileceğinin, nusunda bir ipucu olarak algılanmalı­ da bu niteliklerde olması ve askeri A BD’nin bölge politikalarına uy­ dır. Danıştay üyesi Özbilgin’in olayın mekanizmayla uyum içinde çalışma­ gunluğuna onları ne kadar ikna ede­ ertesi günü yapılan cenaze töreninde sı tercih sebebi olacaktır. bileceği ile ilişkili olduğunu bildi­ 7


T M Y ’YE KARŞI ORTAK MÜCADELEYE Fikret Kızılton

Tüm d e m o kra tik m uhalefeti ve halkı sin d irm e k am acıyla hazırlanan TMY tasarısına karşı d e m o kra tik güçlerin eylem birliğine ihtiyaç var. Ordu tarafından hazırlanıp AKP hükümetine ve meclise yasalaştırıl­ mak üzere sunulan Terörle M ücade­ le Yasa (TMY) Tasarısı, başta Kürt hareketi olmak üzere tüm demokra­ tik güçleri hedef alıyor. Dünya hu­ kuk literatürüne geçecek garabette bir terör tanımından hareket eden ta­ sarı yasalaşırsa, düzeni ve siyasi ik­ tidarın politikalarını eleştiren hemen herkes kolayca terörist yaftası yiye­ bilir, ağır cezalara çarptırılabilir. TMY tasarısında bir yandan kolluk kuvvetlerinin sınırsız şiddet uygula­ masının önü açılırken diğer taraftan basın, sendikalar, üniversiteler, der­ nekler, siyasi partiler ve tüm demok­ ratik kurumlar tam anlamıyla zaptu­ rapt altına almıyor.

Tasarıya konulan maddelere ba­ kıldığında özellikle Kürt hareketinin yasal/meşru kurulularının ve bu çer­ çevedeki eylemlerin hedef alındığı görülüyor. Tasarının çıkış noktası, Ecevit dönem inde yapılan MGK toplantılarında “terörün siyasallaş­ ması tehdidi” biçiminde tanımlanan Kürt hareketinin demokratik-meşru açılımlarını yok etmek olarak gö­ rünmektedir. Ancak Kürt hareketine karşı izlenen bu kuşatma politikası aynı zamanda tüm Türkiyeli devrim­ ci ve demokratik güçleri hedef al­ maktadır. Türkiye Cum huriyeti’nin tarihinde hep olduğu gibi Kürtleri bastırmak adına çıkarılan yasalarla rejime muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm güçler sindirilmek isten­

mektedir. Bu anlamda tasarı bir yö­ nüyle Kürt sorununda devletin baskı ve sindirme siyasetinin tüm Türkiye toplumuna yansıması olarak değer­ lendirilebilir. TMY tasarısı ile Kürt illerindeki fiili olağanüstü hal rejimi tüm Türkiye’de yasallaştırılmak is­ tenmektedir. Tasarı kısa vadede Kürt hareke­ tine karşı uygulanan kuşatm a poli­ tikasının bir ayağı gibi görünse de, orta vadede neo-liberal politikala­ rın yaratığı toplum sal sorunlara karşı oluşacak halk tepkisini sindir­ menin aracı olarak işlev görecektir. Büyük bir adaletsizlik ve m ilyonla­ rın sefaleti üzerine kurulu olan re­ jim böyle zorba yasalara ihtiyaç duym aktadır. Sürekli ekonom ik krizlerin kapıda beklediği, işsizlik oranının yüzde 20’lerde seyrettiği,' geniş halk kesim lerinin sefalete sü­ rüklendiği, her türden adaletsizliğin derinleştiği bir ülkede siyasi iktidar yargısız infazlarla, tutuklam alarla, sansürle ve “korku toplum u” yarat­ ma yoluyla bekasını sürdürebilece­ ğini hesaplıyor. Oligarşi, tüm ülke­ yi bir açık cezaevine çevirmek pa­ hasına kendi iktidarını sürdürmenin yollarını arıyor. Polise taş atan çocukların ailele­ rini cezalandıran maddeler içerecek ölçüde saldırgan olan TMY tasarısı aynı zamanda siyasi iktidarın zafi­ yetinin de gösterisidir. Kökünü kazı­ dık dedikleri Kürt hareketi’nin son birkaç yıldaki yükselişi, F tiplerinde bitirdik denilen devrimci örgütlerin


MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ

inatçı varlığı, geniş halk kesimlerin­ deki düzenden m em nuniyetsizlik, kapıda bekleyen yeni bir ekonomik kriz, Ortadoğu’da ABD’nin müda­ halesiyle değişen dengeler iktidarı elinde tutanları sürekli tedirgin et­ mektedir. Emperyalist batı» ülkele­ rinde olduğu gibi Türkiye’de de ağırlaştırılan terör yasaları devletle­ rin toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı yönetmedeki aczlerinin ifade­ sidir. TMY tasarısı zamansal olarak ABD’nin İran saldırı olasılığının bu­ lunduğu, TSK’nın İran ve Irak sını­ rına 300 bin asker yığdığı ve PKK’ye karşı operasyonları yoğun­ laştırdığı, cumhurbaşkanlığı seçim­ lerinin iç siyaseti kızıştırdığı bir momentte gündeme gelmiştir. Kırıl­ ganlaşan iktidar olası krizleri hesaba katarak baştan demokratik güçlerin elini kolunu bağlamak istemektedir. Elbette yeni baskı yasaları çıkarmak bu siyasetin sadece bir yönüdür. Da­ ha tehlikeli sonuçlar doğuracak di­ ğer ayağı ise kışkırtılan şovenizm­ dir. 2005 Newrozu sonrasında başla­ tılan şovenist kışkırtmalar Kürtlere ve devrimci gruplara yönelik linç­ lerle devam etmiş, Türkiyeli emekçi ve yoksul halkı Kürtlere karşı düş­ manlaştırma politikası izlenmiştir. Bugün ülkenin etnik boğazlaşmanın eşiğine getirildiğini söylemek abartı olmayacaktır.

ı»v iiısuscıvt İFADt Lumuousa| Tanno»

[§ e j <r\

f

m

BARİ S

B A R IS

icıa ,o ( ^ Â

ICblUNlj _ Wi „ I > :t-wAı.%lljfı.rı i

« r a KAR$I CIKIYORU

TM Y’ye karşı yürütülecek mü­ cadelenin dili de bu genişliği kapsa­ yacak esneklikte ve yalınlıkta olma­ lıdır. M evcut örgütlü kesimleri bir araya getirmenin ötesinde TMY ta­ sarısının halkın gündelik hayatına tercüm e edilm esi gerekm ektedir. Sözde “teröristleri” hedef alan mad­ delerin halkın gündelik yaşamında ne anlama geleceği anlatılabilirse belki TMY gerçek muhatabı olan halkın gündemine girebilir. Bu ya­ zının kaleme alındığı gün, TMY ta­ sarısına karşı yapılacak m itingin tartışmaları sürüyor. Haziran başın­ da yapılması şimdilik İstanbul’da Yükseltilen şovenizmle ve milli­ yetçilikle mücadele planlanan bu m iting­ tüm demokrasi güçle­ Düzene karşı oluşan tüm tepkileri koordine edebi­ de TM Y ’ye karşı rinin önünde uzun va­ güçlü bir sesin çık­ lecek dem okratik bir cephesel oluşumun yokluğu deli bir görev olarak ması Türkiye’nin si­ halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. durmaktadır. Önü­ yasi geleceği açısın­ Tüm kesimleri tehdit eden T M Y yasa tasarısına müzdeki günlerde dan son derece önem­ M eclis’e gelecek olan karşı A B D 'n in Irak'ı işgali öncesinde oluşturulan li olacaktır. TM Y’ye TMY tasarısı ise tüm Koordinasyon^ benzer genişlikte bir eylem birliği­ karşı geliştirilecek demokrasi güçleri için nin yaratılması gerekmektedir. T M Y 'y e karşı y ü rü ­ başarılı bir kampanya en acil ve yakıcı mü­ gittikçe daha fazla cadele gündemi ol­ tülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm genelkurmay siyase­ kesimleri kapsaması gerekir. mak zorundadır. GSS tiyle bütünleşen AKP yasasının ciddi bir di­ iktidarına geri bir adım attırabilir. reniş sergilenemeden çıkmış olması dan sosyal demokrat kurumlara ka­ Bu konuda kazanılacak her başarı halk güçleri açısından kötü bir sınav dar olabildiğince geniş kesim leri daha uzun vadede şovenizme karşı oldu. Muhalefetin genel dağınıklığı TM Y’ye karşı bir şeyler yapmak üsürdürülmesi gereken ortak müca­ mevcut güçlerin etkin bir direniş ser­ zere harekete geçirebilmek büyük dele için de önemli bir moral ve güç gilemesinin önündeki en büyük en­ bir önem taşımaktadır. kaynağı olacaktır. gel durumundadır. Düzene karşı olu­ şan tüm tepkileri koordine edebile­ cek demokratik bir cephesel oluşu­ mun yokluğu halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. Tüm ke­ simleri tehdit eden TMY yasa tasarı­ sına karşı ABD’nin Irak’ı işgali ön­ cesinde oluşturulan Koordinasyon’a benzer genişlikte bir eylem birliğinin yaratılması gerekmektedir. TM Y’ye karşı yürütülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm kesimleri kapsaması gerekir. Bu konuda dev­ rimci harekette zaman zaman günde­ me gelen dar ve sekter yaklaşımlar­ dan uzak durulmalıdır. Demokrat İs­ lamcılardan sol liberallere, Alevi ör­ gütlerinden feministlere, sendikalar­

9


Türkiye'nin 67 üniversitesinden 2 1 7 akademisyen ve yaklaşık 3500 üniversite öğrencisi ve mezununun TMY tasarısına karşı imzaladığı metni yayınlıyoruz:

To plu m la m ücadele YASASI’NA KARŞIYIZ "Terörle m ü c a d e le 7' adı altında aslında to p lu m u n d e m o kra tik kazanım arını hedef alan yasa tasarısı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde to p lu m d e m o k ­ ratik kazanım lar elde e tm iş; sendikalarda, derneklerde, m eslek birliklerinde ve s i­ yasi partiler çatısı altında ö rg ü tle n m iş, yine top lum sa l çatışm alar gerekçe g ö s te ri­ lerek teı al hah ve h ü rriye tle r askıya alınm ıştı. B izler öğretim üyeleri, üniver­ site öğrencileri, m ezunları ve aşa­ ğıda im zası bulunanlar; tüm gaze­ tec ile ri, y a z arla rı, öğretim e le ­ m anlarını, öğrencileri, hukukçula­ rı, siyasi partileri, dem okratik kit­ le örgütlerini ve sivil toplum kuru­ luşlarını Terörle M ücadele Yasa Tasarısı konusunda bilgilenm eye çağırıyor; hepim izin acil eylem li­ lik girişim leriyle yasanın geçiril­ m esine m uhalefet etm esi gerekti­ ğine inanıyoruz. Ö ngörülen Terörle M ücadele Yasası, m edyada yansıtıldığı gibi silahlı eylem lerde bulunanlar ve bunların liderleri hakkında değil­ dir. M edyanın tek bir m addeye odaklanarak tasarıyı tartışm a eğili­ mi ve m eclisteki partilerin tasarı­ ya karşı geliştirdikleri eleştiriler, tasarının an ti-dem okratik özünü görünm ez kılm aktadır. Çünkü ön­ görülen yasa, yeni suç kategorileri icat edip terör tanım ını genişlet­ m ektedir. T C K ’da dü zen len en suçların % 30’unu terör suçu hali­ ne getirm ekte ve her türlü m uhalif hareketi itham altında bırakarak biz sivil halkı h ed ef alm aktadır. A yrıca A nayasa M ahkem esinin 1999’da iptal ettiği kolluk güçleri­ nin duraksam adan ateş etm e yetki­ sini geri getirerek yeniden yargısız 10

infazlar dönem inin gündem e gel­ m esine im kân tanım aktadır. Tasarının en tehlikeli m addele­ rinden birisi de 6. m addedir. Bu m adde “terör örgütünün veya am acının propagandasını yapm ak” suçlam asıyla yeni baştan her türlü m uhalif düşünceyi yargılanır k ıl­ m aktadır. Ö rneğin “genel grev” yapılm asını savunm ak, “ana dilde eğitim ” veya “genel a f ’ için çaba­ lam ak, faili m eçhullere, gözaltın­ da işkenceye ve “F tipi cezaevleri­ ne” karşı olm ak, savaşların sonu­ cunda yoksulların kurban olduğu­ nu söylem ek, Irak halkının A B D ’ye tep k ilerin d en yana o l­ m ak, sınıfsal söm ürüye karşı dur­ m ak, din, dil, ırk ayırm ayan de­ m okratik ve bağım sız bir Türkiye istem ek öngörülen yasaya göre suç sayılabilecek ve 1 ile 3 yıl ara­ sında hapis cezası getirebilecektir; çünkü yasalar tarafından terör ör­ gütü olarak tanım lanan gruplar bu tür düşünceleri de savunm aktadır. Aynı m adde, örgüt am acının afiş veya pankartla yaygınlaştırıl­ m aya çalışılm asını suç saym akta ve bu suçun “dernek, vakıf, siyasi parti, işçi ve m eslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro veya eklentile­ rinde veya öğretim kurum larm da

veya öğrenci y u rtla rın d a veya bunların eklentilerinde” işlenm esi halinde, cezanın iki katına çıkarı­ lacağını belirtm ektedir. Bir diğer deyişle tasarı üniversiteleri, sivil toplum kuruluşlarım ve sendikala­ rı açık olarak hedeflem ekte, örgüt­ lenm e özgürlüğünü açıkça ihlal et­ m ektedir. A nayasal düzenlem elere göre devlet ve devlet m em urları her şartta hukuk kurallarına uygun ha­ reket etm ek zorundadır. O ysa Te­ rörle M ücadele Yasa T asarısı’nın 9. ve 10. m addeleri, terörle m üca­ delede görevli kolluk kuvvetleri­ nin herhangi bir suç işlem eleri du­ rum unda; tutuksuz yargılanm aları­ nı düzenleyerek hukuk kurallarına uygun davranm ayan polis ve as­ kerleri açıkça cesaretlendirm ekte ve korum a altına alm aktadır. Bu m adde kapsam ındaki tüm şüpheli­ lerin savunm a hakkı tek avukatla sınırlanırken kolluk kuvvetlerinin üç avukat tutm asını düzenlem ekte ve bu avukatların ücretleri devlet tarafından üstlenilm ektedir. K ol­ luk kuvvetlerince terörle m ücade­ le kapsam ında işlenecek olası bir suçun en h a fif sonucunun, tem el bir hak olan yaşam hakkını ve be­ den bütünlüğünü ihlal edeceği göz önüne alındığında bu tür bir dü-


MAYIS-HAZİRAN 2006

zenlem enin ne denli vahim sonuç­ lar doğurabileceği açıktır. Ayrıca şüphelinin avukatla gö­ rüşm esi 24 saat engellenebilecek, avukatla yapılacak görüşm elerde bir kolluk görevlisi hazır buluna­ bilecektir. Bu eşit vatandaşlık il­ kesinin tam am en hiçe sayılm ası­ dır. Yine bu kapsam da avukatın dosya incelem esi veya belgeler­ den örnek alm ası kısıtlanabilecek, şüphelinin avukata verdiği ya da avukatın şüpheliye verdiği belge­ ler incelenebilecek böylece avu­ katların savunm anın tem silcisi ol­ m a fonksiyonu engellenerek dev­ letin baskı ve denetim inde bir sa­ vunm anlık yaptırılacaktır. Tasarı ile dinlem e, izlem e, tek­ nik takip kapsam ı genişletilerek tüm toplum gözaltına alınm ak is­ tenm ektedir. D evlet gizli soruştur­ m acılarla tüm m uhalifleri izleye­ cek, gizli m uhbirlerle kişi özgür­ lüğü ve güvenliği büyük tehdit a l­ tına girecektir. 19. m addede suç faillerinin yakalanabilm esine yar­ dımcı olan ya da yerini bildirene para ödülü tüm toplum u ihbarcılaştırm ayı hedeflem ektedir. Yasanın am açlarını en açık b i­ çim de yansıtan yanı m uğlâklığıdır. Y asanın birçok yerinde “bazı,” “kim i,” ya da “an­ dıran” gibi sıfatlar kul­ lanılm akta ve birçok hukukçunun da be­ lirttiğ i gibi yasa u y g u la y ıc ıla rın a geniş bir k eyfi­ yet alanı a ç ­ m aktadır. Yani tasarı bir yan­ dan çeşitli “ s u ç la rın ” ce­ zasını artırırken b ir y andan da b e lirsiz lik y o ­ luyla kapsam ını g e n iş le tm e k te ­ dir. Bununla be­ raber yeni TM Y ile cezaları bir üst sın ır ile sın ırlay an

hüküm kaldırılm aktadır. Böylece bazı kişiler için binlerce yıllık ha­ pis cezasının yolu açılıyor. M ev­ cut yasaya göre bu kanundan dola­ yı bir kişiye artırılarak verilecek hapis cezalarının toplam ı m aksi­ mum 36 yıl iken bu süre ortadan kalkıyor. Bu hüküm , basın yayın ya da ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda vahim sonuçlar doğu­ racaktır. “Terörle m ücadele” adı altında aslında toplum un dem okratik kazanım larım h ed ef alan yasa tasarı­ sı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde toplum dem okra­ tik kazanım lar elde etm iş; sendi­ kalarda, derneklerde, m eslek bir­ liklerinde ve siyasi partiler çatısı altında örgütlenm iş, yine toplum ­ sal çatışm alar gerekçe gösterilerek tem el hak ve hürriyetler askıya alınm ıştı. Bugün de, bir yandan ar­ tan yoksulluk ve yaşanan çok çe­ şitli toplum sal gerilim lerin ardın­ dan neo-liberal bir rejim in kurul­ m ası için gerekli hukuki ve ekono­ m ik altyapılar kurum sallaştırılır­ ken, diğer yandan Şem dinli ve D i­ yarbakır olaylarıyla birlikte düşü­ n ü ld ü ğ ü n ­

C|Oİ

de söz konusu tasarıyla 12 Eylü l’ün düşlediği otoriter rejim in inşasına yönelik adım lar atılm ak­ ta, tem el hak ve hürriyetler ‘huku­ k e n ’ askıya alınm ak istenm ektedir. U nutulm am alıdır ki; toplum un hızla siyasallaştığı, sorunlarını di­ le getirdiği 7 0 ’li yıllarda D evlet G üvenlik M ahkem eleri kurulm ak isten m iş, ancak toplum , bunun karşısında kendi haklarını koru­ m ak ü zere tep k isin i g österm iş, D G M Terin kurulm asını engelle­ yebilm iştir. Üç sene önce de Ira k ’ın A BD tarafın d an işgaline göz yum an 1 M art tezkeresinin m eclisten geçirilm esine yoğun bir toplum sal eylem lilikle karşı ko­ yulm uş, T ürkiye’nin bu kirli sava­ şın bir parçası olm ası engellen­ m iştir. K ısacası, 12 E y lü l’ü h atır­ latm ak isteyenlere DGM Tere kar­ şı toplum sal m ücadele hatırlatıl­ m alı, kitlesel ve örgütlü tepkiler 1 M art 2 0 0 3 ’te olduğu gibi bugün de ortaya konm alıdır. Aksi takdir­ de, Terörle M ücadele Yasa Tasarı­ sı da “reform ” adı altında m evcut sosyal güvenlik haklarını kısıtla­ yan Genel Sağlık Sigortası Yasası gibi herhangi bir toplum sal m uha­ lefetle karşılaşm adan aynen kabul edilecektir. Bu sebeple biz aşağıda im zası bulunanlar, toplu­ m un her kesim inin ya­ sa hakkında kendini b ilg ile n d ir m e s in i ve yasaya m uha­ lefet etm esini sa­ v unuyoruz. Bu am açla en kısa sürede bilgilen­ dirici p a n e ller düzenlenm esini ve ark asın d an da geniş k a tı­ lım lı bir basın açık lam ası ya da m iting y ap ıl­ m asını öneriyor, toplum u bu yönde y ap ılm ak ta olan tüm etkinliklere ka­ tılm aya çağırıyoruz.


T M Y ’N İN KAYNAĞI EMPERYALİ ST ÜLKELER Sevgi €vrim

ABD, 11 E ylül'den sonra çıkardığı Patriot A ct (Yurtseverlik Yasası) ile 'h ü k ü m e tin veya sivil halkın kanaat ve yargılarını güç yoluyla yö n le n d irm e amacını g ü ttü ğ ü hissini vere n' her türlü suç unsurunu te rö r olarak tanım ladı.

A BD’nin dünya devletlerine da­ yattığı terörle mücadele kanunları­ nın öncüsü 11 Eylül saldırıları son­ rasında çıkarılan bir dizi yasanın birleştirilmesi sonucu ortaya çıkan PATRİOT A ct’tir (Yurtseverlik Ya­ sası). 11 Eylül saldırılarından sonra hayata geçirilen PATRİOT Act, tek cümleyle hükümetin güçlerini daha önce olmadığı kadar artırıyordu. Ya­ sa, güvenlik güçlerinin eylemleri üzerindeki bütün yargı kontrolünü devre dışı bırakabilecek mekaniz­ malar üretmişti. Güvenlik güçleri şüpheli gördükleri şahısları bilgilendirmeksizin takip altına alabilecek ve kişinin kütüphanelerden ödünç aldığı kitapları tespit etmekten emaillerine bakmaya, banka hesapla­ rı ve hastane kayıtlarını incelemek­ ten evine izinsiz ve habersiz olarak girip aramaya kadar akla gelebile­ cek her metodu kullanabilecekti. PATRİOT Act ayrıca ‘ülke içi terö­ rizm ’in oldukça geniş ve sınırları belirsiz bir tanımını yapıyordu. Bu­ na göre ABD yönetimi ‘hükümetin veya sivil halkın kanaat ve yargıları­ nı güç yoluyla yönlendirme amacını güttüğü hissini veren’ her türlü suç unsurunu terör olarak tanımlıyordu. 11 Eylül saldırıları sonrası yapı­ lan kamuoyu araştırmalarında Ame­ rikan halkının çoğunluğunun bazı hak ve özgürlüklerden vazgeçmeye razı olduğunu iddia ediyordu. 12

Nitekim 26 Ekim 2001’de Baş­ kan Bush tarafından imzalanan “The USA Patriot Act” hükümete, tüm bu yetkileri verdi. Yapılan yeni düzen­ lemelere göre, sanıklara çok daha kısıtlı haklar tanıyan ve gizli oturum yapabilen askeri mahkemeler, ya­ bancı terör şüphelilerine ölüm ceza­ sı da dahil pek çok cezayı oybirliği gerekm eksizin veriyor. Yasa bu “mahkemelerin kararları temyiz edi­ lemeyecek ve alman kararı yalnızca Başkan ve Savunma Bakanı bozabi­ lecek” şeklinde maddeler içeriyor­ du. Ayrıca bu mahkemeler savaş ge­ milerinde ya da askeri üslerde kuru­ labilecek, mahkeme kararları subay­ lardan oluşan bir komisyon tarafın­ dan ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşme­ ler izinsiz dinlenebilecek, mahke­ melerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edi­ lebilecek. Sanıklar ölüm cezasına çarptırılsalar bile bir üst mahkemeye başvuramayacaklar. Meşhur PATRİOT A ct’in devre­ ye girmesinden sonra geçen dört yıl içinde hemen tamamı Arap ve Pa­ kistan asıllı 13.000 Müslüman ya

tutuklandı ya da sınır dışı edildi. Bunların ancak yüzde birlik bir kıs­ mı hakkında resmi suçlamada bulu­ nuldu ve ancak çok küçük bir kısmı hâkim karşısına çıkarıldı. Amerika kendi vatandaşlarının güvenliği için başkalarının sivil haklarını kısıtla­ makta hiçbir sakınca görmüyordu artık! Gözaltı sürecinde yargı hakla­ rının azaltılm asını, hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapı­ labilmesini, sadece şüpheli olsa da­ hi herhangi bir kişinin DNA bilgile­ rini de içerecek şekilde fişlenebil­ mesini, yeni ölüm cezalarını ve po­ litik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesini öngören bu anti-terör yasaları, “özgürlükler ülkesi” A m erika’nın gerçek yüzünü ortaya seriyor. Bu yasanın devamı ise çok yakında yü­ rürlüğe girecek. Patriot Act H ’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yan­ daşı olduğu gruba bağışta bulundu­ ğu gerekçesiyle ABD vatandaşlığın­ dan çıkarılabilecek. Terör şüphelile­ ri için bir DNA bilgi bankası oluştu­ rulacak. Terörist olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla iliş­ ki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olm ayanların DNATarı, salt şüphelenildikleri için DNA bilgi bankasına kaydedilebile­ cek.


MAYI S-HAZİRAN 2006

CjjOİ

TMY’lerin asıl kaynağı İngiltere “Teröre karşı savaş” kapsamın­ da, “mecburi kimlik kartı”, bütün ki­ şisel iletişimlerin denetlenebilmesi, yüz tanıma sistemleri, köşe başların­ da video kameralar gibi önlemlerin çoğu ABD’den sonra Avrupa’da da yasalaştırılıyor. Bunların başında da Yunanistan ve Türkiye gibi ülkeler geliyor. İngiltere’de ise anti-terör yasaları daha 1960’h yıllarda İrlanda halkının özgürlük mücadelesine karşı yapılan yasal düzenlemelerle başlar. İngilte­ re’de faaliyet gösteren insan hakları örgütü Liberty’ye göre 1960’tan bu yana tutuklanmış olan 8000 civarında zanlının yalnızca yüzde biri terörü an­ dıran bir suçtan dolayı hüküm giymiştir. Liberty bu suç­ luların tamamının Aslında Blair Hüküm eti bizzat kendilerinin 1 9 9 8 yılında yürürlüğe geleneksel ceza hu­ koyduğu İnsan Hakları Yasası'nın bazı maddelerini kaldırmayı daha kuku yasalarıyla da 7 Tem m uz saldırıları öncesinde istemişti. A ncak Lordlar Kamarası cezalandırılabileceği kanaatinde. anti-terör tasarısını reddetmişti. 1998 yılında İngiltere hükümeti mevcut TMY’nin modem ihtiyaçlara uyarlanması için bir heyet çalışması başlattı. Heyet mevcut yasadaki terör tanımının çok ‘dar’ olduğunu ve ileride ortaya çıka­ bilecek terör suçlarını kapsamayabile­ ceğim düşünüyordu. Aynı yıl ‘Teröre karşı yasama: Bir danışma dosyası’ başlığıyla yayımlanan heyet raporu il­ ginç bir şekilde İngiltere’den önce ABD’deki yasama sürecini etkiledi. ABD’nin 2001 tarihinde yaptığı PATRIOT Act net bir şekilde İngiliz Danış­ ma Dosyası’nın çizgilerini taşımaktay­ dı. Dosya bir taraftan terörün tanımını, diğer taraftan da terörle mücadele ede­ cek güvenlik güçlerinin yetkilerini ge­ nişletiyordu. Hükümetin yaptırdığı danışma dosyası ileride İngiltere TM Y’sinde de yerini bulacaktı. Ancak hükümet eş zamanlı olarak karşı dengeleme mekanizmalarını da devreye sokmuş ve aynı yıl içinde İnsan Hakları Yasası’nı yürürlüğe koymuştu. Aslında Blair Hükümeti bizzat kendilerinin 1998 yılında yürürlüğe koyduğu İn­

san Hakları Yasası’nın bazı madde­ lerini kaldırmayı daha 7 Temmuz saldırıları öncesinde istemişti. An­ cak, Lordlar Kamarası, B lair’in ezi­ ci bir çoğunlukla Avam Kam ara­ sın d a n geçirdiği anti-terör yasasını yargıyı devreden çıkardığı ve insan hakları ihlallerine yol açabileceği gerekçesiyle reddetti. Londra ulaşım sistemini hedef alan dörtlü saldırı­ lardan sonra Blair saldırıların kamu­ oyunda oluşturduğu şoku da arkası­ na alarak ‘insan haklarını kısıtlaya­ cak düzenlemelere gidebileceklerini ve özellikle ülkede bulunan ve Avru­ pa İnsan Hakları Konvansiyonu se­ bebiyle bir türlü sınır dışı edileme­ yen teröristleri sınır dışı edebilmek için gerekirse söz konusu konvansi­ yonun bazı maddelerini tanımadık­ larını ilan edebileceklerini’ söyledi. Bütün bu karşı tedbir mekanizmala­ rına rağmen İngiltere’de de TM Y’ye karşı yoğun bir direnç vardı.. Buna rağmen Terörle Mücadele Yasası yü­ rürlüğe kondu. Terörü övmenin ve terör eylem­

lerine basın yayın yoluyla destek vermenin de suç sayıldığı yeni terör­ le mücadele yasaları İngiltere’de Ni­ san 2006’da yürürlüğe girdi. Terörle ilgili her türlü eğitimi vermenin de suç olarak kabul edildi­ ği yeni düzenlemeler, nükleer tesis­ lerin bulunduğu kamuya kapalı böl­ gelerde gezmenin bile terörist eylem kabul edilmesini öngörüyor. Parlamento ve Lordlar Kamara­ s ı’nda görüşüldüğü sırada büyük tartışmalara yol açan yeni yasal dü­ zenlemenin sınırlarının çok geniş tu­ tulduğunu düşünen bazı Lordlar Ka­ marası üyeleri de bu duruma karşı çıktı. Lordlar Kam arası’nın çok sa­ yıda üyesi, yasanın ifade özgürlüğü­ nü zedeleyeceği yolunda görüş bil­ dirdi ve yasa Lordlar Kamarası tara­ fından, yeniden görüşülmek üzere beş kez parlamentoya geri gönderil­ di. Ama yasa tüm bu gelişmelerin ardından Nisan ayında yürürlüğe girdi. Yeni yasa, polise, terör zanlı­ larını 28 güne kadar gözaltında tut­ ma ve sorgulama hakkı tanıyor. U


EMEKLİ Lİ K VE YENİ LSI 5 1 N e d e n ? N a s il ? M. Sinan

Toplumun en geniş Kesimlerini doğrudan etkileyen bir yasaya Karşı yürütülen m ücade­ lenin neden bu Kadar yalnızlaştığını, yasanın etkilediği Kesimleri nasıl olup da yanına çekem ediğini, bundan önceki em eklilik yasasında 1998'de 4 0 0 bin insanın Kızılay'da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer yapılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye dahi ulaşamamasını sorgulamak ve bundan doğru sonuçlar çıkarabilmek gerekiyor. Son yılların en kapsamlı neo-liberal “refornT’u olan Sosyal Sigor­ talar ve Genel Sağlık Sigortası geç­ tiğimiz ay içinde M eclis’te yasalaş­ tı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 15 maddesini gerekçe gös­ tererek yasayı meclise iade etmesi nasıl sonuçlar yaratacak bunu hep birlikte göreceğiz..

Y enilm eye alıştık mı? Biz bu yazıda, ilgilenen herkes tarafından son derece iyi bilinen ya­ sanın içeriğini yeniden konu etme­ yeceğiz. Daha ziyade yasayı engel­ lemek amacıyla yola çıkan, geniş kapsamlı bir çalışma gerçekleştir­ meye çalışan, fakat son kertede em­ salleri içinde en zayıf, en etkisiz bir direniş ile süreç üzerinde hiçbir etki yaratamayan “reform karşıtı” güçle­ rin yapıp ettiklerini incelemeye çalı­ şacağız. Tam da Fransa’da yaşanan İş Yasası karşıtı direniş gündemdey­ ken, Condoleazza R ice’ı bile hayret­ lere düşüren böylesine kapsamlı bir yasaya karşı sergilenen etkisiz di­ rencin, dağınıklığın, örgütsüzlüğün sebepleri üzerine düşünmek emek güçleri açısından çok önemli bir gö­ revdir. Toplumun en geniş kesimle­ rini doğrudan etkileyen bir yasaya karşı yürütülen mücadelenin neden 14

bu kadar yalnızlaştığını, yasanın et­ kilediği kesimleri nasıl olup da ya­ nma çekemediğini, bundan önceki em eklilik yasasında 1998’de 400 bin insanın K ızılay’da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer ya­ pılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye dahi ulaşamamasını sorgula­ mak ve bundan doğru sonuçlar çıka­ rabilmek gerekiyor. Fakat bugüne kadar, yaşanan yenilgi üzerine ciddi bir sorgulama ve düşünme sürecinin yaşandığını gösteren çok ciddi bir işaret ile de karşı karşıya değiliz. Da­ ha ziyade bir yenilmeye alışma, umutsuzluk ve enerjisizlik hali tüm ortamı kaplamış durumdadır. Belki yenilginin kendisinden daha vahim olan yenilgi sonrasında ortaya çıkan bu ruh halidir. Bu ruh halini aşma­ nın yollarını bulamadan günü kur­ tarmanın bile olanakları iyice tıkan­ mış görünmektedir.

Ş o v en izm etkiledi! Biz bu yazıda daha ziyade dire­ nişin öznelerinin zaaflarını tartışma­ ya çalışacağız. Fakat aşağıdaki so­ nuçların ortaya çıkmasının birçok sosyolojik etkeni de mevcuttur. Top­ lum sanki yeni bir kabuk çatlatma öncesinde, duyarsızlığın ve yabancı­ laşmanın dip noktaya vurduğu bir

konaktan geçiyor. Neo-liberal poli­ tikaların yarattığı değer değişimi (gazetelerdeki “dünyada birbirine en az güvenenler Türkler” başlıklı anket sonuçları, Radikal gazetesinde Neşe Düzel’in Ö zalcılık’ın toplum­ daki hakim felsefe haline geldiğine dair yaptığı ropörtaj) insanları ço­ cuklarını bile unutup “bu yasa nasıl­ sa beni etkilemiyor” aymazlık nok­ tasında davranmaya itti. Bunun yanısıra özellikle son bir yıldır hızla yükselen milliyetçi-şoven dalga dik­ katleri bambaşka bir noktaya çekmiş durumda. Türkiye’nin 80 yıllık ge­ leneksel meselelerinin yeniden tüm gündemi belirlemeye başladığı gün­ ler, aslında egem enler açısından böylesi neo-liberal “ reformları” ya­ salaştırmak için biçilmiş kaftan hali­ ne geliyor. Fakat biz yine de bu ye­ nilgiyi daha ziyade kendi konumu­ muzu ve yaptıklarımızı masaya yatı­ rarak değerlendireceğiz. Çünkü bu­ nu yapamadan diğer değerlendirme­ lerin bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyoruz.

H azırlıklar iyiydi a m a ... Aslında yasaya karşı mücadele başladığında özellikle Tabipler Oda­ sı kaynaklı olumlu, bir hazırlık ve


MAYI S'HAZİRAN 2006

m otivasyon görüntüsü m evcuttu. Büyükşehirlerde alanlara açılan ma­ salarda, yasanın getirecekleri ile il­ gili ciddi bir bilgilendirme faaliyeti yapılmaya çalışıldı. Teknik hazırlık son derece iyiydi. Fakat mücadele duygusunun eksikliği daha bu masa­ lar sürecinde ortaya çıktı. Masaların kurulması için 15 günlük bir hazır­ lık yapılmış olmasına rağmen nere­ deyse hiçbir yerde masalar 2 günden daha fazla açık tutulamadı. Masalar belki kendi başına toplumu harekete geçirecek bir araç olmasa da genel olarak kendi fikir ve tepkilerimizle halkla karşı karşıya gelmek sendika militanlarını oldukça motive eden, bir sonraki aşamaya hazırlayan bir ruh hali yaratılmasına hizmet edebi­ liyor. Fakat masaların ilk kurulduğu günlerde bu etki oluşturulamadı. Bu ilk faaliyet bütün başarılı teknik ha­ zırlıklara rağmen kendi içinde sö­ nümlendi. M aalesef bunun bir de­ ğerlendirilmesi yapılmadı, bu heyecansızlığm ve enerjisizliğin kaynak­ ları araştırılamadı.

vim ve pusula konamayınca İstanbul İnisiyatifi de ilk baştaki enerjisini adım adım yitirdi. Sürecin alanlara çıkış aşamasına taşındığı ilk eylemlerdeki cılız katı­ lımın (örn. Kadıköy İskele Meyda­ n ın d ak i basın açıklaması) sebepleri tartışılamadı. Türk-İş işin içine ne­ redeyse hiç girmedi. KESK ise alan­ lara ciddi bir kitlesellik yansıtama­ dı. DİSK ise biraz da partileşme gayretlerinin etkisiyle olacak bu sü­ reçte daha fazla görünür hale gelme­ ye çalıştı, ama bunun da eylemlerin genel yapısını değiştirecek bir sonuç yaratmadığını hepimiz gözlemledik.

aol

sergileme tarzı tercih edildi.

R efe ra n d u m y e te rin c e sa h ip le n ilm e d i ve ileriye ta şın a m a d ı!

İstanbul’da Petrol-İş’te yapılan İşin bir diğer çok önemli aşama­ geniş katılımlı toplantı görüntü ola­ sı ise Referandum 2006 oldu. Ger­ rak geniş katılımı ile göz doldurma­ çekten fikir olarak son derece olum­ sına rağmen hiçbir ciddi kararlaşma­ lu olan, geniş kesimlerin tepkisini ya varılamadan dağıldı. AKP il baş­ yansıtmasına olanak sağlayan, tüm kanlığına yapılacak yürüyüşün adı öznelerin katkısına açık durmaya geçti, ama takvimlendirme yapılma­ çalışan Referandum uygulandığı dı. Yasa meclise getirilirse ne yapı­ yerlerde çok olumlu bir atmosfer ya­ lacağı, nasıl bir direniş yöntemi se­ rattı. İzmir başta olmak üzere önem­ çileceği belirlenmedi. Genel ve yu­ li bir sayıya da ulaşıldı. 2.5 milyon karıdan konuşma hastalığının hakim insanın oy kullandığı olduğu, herkesin bir­ Referandum tarihi­ birine ajitasyon çekti­ mizde bir ilk oldu. ği, fakat işe yaraya­ İstanbul'da Petroi-İş'te yapılan geniş katılımlı Fakat kadrolarda­ cak, ön açacak, hare­ toplantı görüntü olarak geniş katılım ı ile göz ki aynı enerjisizlik kete yön verecek öne­ doldurmasına rağmen hiçbir ciddi kararlaşmaya hali bu eylem süre­ rilerin pek de duyul­ varılamadan dağıldı. A K P il başkanlığına yapılacak cinde de devam etti. madığı bir toplantıya dönüşen etkinlik as­ yürüyüşün adı geçti, ama takvim lendirm e yapılm a­ Özellikle İstanbul’da katılımın İzm ir’dekilında sınıf hareketi idı. Yasa meclise getirilirse ne yapılacağı, nasıl bir nin yarısına bile ula­ çin de kaçan bir fırsat direniş yöntem i seçileceği belirlenm edi. şamamış olması sen­ oldu. Çünkü Genel dikal kadroların en M erkezlerin A nka­ yoğun bulunduğu il­ ra’daki işlerinin pek Sendika dışı kitle örgütleri ise bir­ lerin başında gelen bir şehir için as­ de iyi gitmediği biliniyordu. Bu işin kaçı dışında neredeyse bu eylemle­ lında yaklaşan yenilginin işareti ola­ dinamosunun İstanbul olması gerek­ rin hiçbiriyle ilgilenmedi. Samimi rak da okunabilirdi. Yapılan işe ba­ tiği ortadaydı. Fakat bu işi kitlelere bir katılım ve eylemleri güçlendirme sın yeterince yer vermeyince toplu­ taşıyacak olan kadroların neyi, nasıl anlayışından ziyade bayrak ve döviz mun geniş kesimlerine de ulaştırılayapacağına dair ortaya net bir tak­


CJOİ MAYIS-HAZİRAN

2006

dir. Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en önemli öznelerden biri olana kamu emekçilerinin örgütü KESK’in, özel­ likle de Eğitim-Sen’in yarattığı geri durma tarafımızca pek de anlaşıla­ mamıştır. Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin sergilenememesi yanında önemsizdir. Son kertede politikada tek belirleyen si­ zin gücünüz değildir, diğer birçok etken sosyal olayların irademiz dı­ şında gelişmesine yol açabilir. Fakat ortaya ciddi bir irade koyamamak vebali üzerimizde olan bir zaaftır. Ankara’da sergilenebilecek kitlesel bir direniş, hem toplumun daha ge­ niş kesimlerinin yasaya olan ilgisini artıracaktı hem de örgütümüzün tu­ tarlılığı ve kararlılığı konusunda tüm topluma çok doğru mesajlar ve­ recekti. Tam da yetki ve örgütlenme döneminde böylesi bir genel hava­ nın kadroların işini birçok açıdan kolaylaştıracağı da açıktı. Fakat tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi KESK’te de sürece yönelik ciddi bir tavır geliştirememe bu dönemde en uç noktada ortaya çıkmıştır. Yasanın M eclis’ten geçtiği gün tek bir eylem dahi örgütlenememiştir.

madı. Kullandırılan oylar bir irade­ bir durum tespiti olarak okunmalı­ ye dönüştürülemedi. Yani Referan­ dır. Çünkü işlerin bu hale gelmesin­ dum biraz yapıldığı ile kalan bir ade bütün kesimlerin şöyle veya böy­ dım haline dönüştü. Eylemin bu ha­ le bir vebali olduğu açıktır. Kendi­ li birçok insanda “yaptık da ne ol­ mize bir takım günah keçileri yara­ du?” fikrinin oluşmasına da yol açtı. tarak sorunların üzerinin örtülmesi­ Yaptığımız eylemleri bir iradeye dö­ ne hizmet eder bir yaklaşım geliştir­ nüştüremeyince, bazı konularda işi mekten geri durmalıyız. sonuna kadar götürem eyince bir Yasa m e c liste y k e n sonraki seferde insanları tutum al­ maya ikna etmenin önüne engeller sey re ttik ! yaratm ış oluyoruz. Son dönemde Yasa meclise geldiğinde yapılan yapılan eylemlerin kitlelerde böyleeylemler ise felç olma halinin en aSonuç olarak aylarca bu yasaya si bir bilinç yarattığı muhakkak. Ar­ karşı hazırlanan, bilgilendirme top­ çık göstergeleri oldu. A nkara’da tık çok az sayıda eylem insanlarda toplanan şube başkanları günü kur­ lantıları örgütleyen, eylemlere katı­ bir sonrakine de katılma, kendini taran bir eylem gerçekleştirmenin ölan insanlar yasanın M eclis’ten ge­ güçlü hissetme duyguları yaratıyor. tesine geçemedi. 2.5 milyon insana çişini elleri böğürlerinde izlemek Bu yüzden de geniş kesimler eylem yasaya hayır dedirten örgütler neden zorunda kaldılar. Bu da açıkçası de­ yapmayı işe yaramayan bir faaliyet tüm güçleriyle Ankara’ya yüklenme vasa bir moral bozukluğu yarattı. olarak görür hale geldiler. Ne istedi­ iradesi sergileyemediler? İrade kırıl­ Bunun izlerinin silinebilmesi önce­ ğini ve bunun için neler yapacağını masının ve felçleşmenin sebeplerini likle gelinen bu noktaya nasıl vardı­ çok net bir şekilde ortaya koyma­ ğımız üzerine, bizleri yan, bedel ödemekten güçsüzleştiren etke­ çekinmeyen bir çizgi nin ne olduğu üzerine yaratm adığım ız du­ Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve yapılacak kapsam lı rumda bu düşüncenin son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en bir değerlendirmenin telkinlerle, açıklama­ önemli öznelerden biri olana kamu emekçilerinin hep birlikte yapılabil­ larla aşılamayacağını düşünüyoruz. Bu ha­ örgütü KESK'in, özellikle de Eğitim-Sen'in ya ra ttı­ mesi ile mümkündür. liyle Referandum ğı geri durma tarafımızca pek de anlaşılamamıştır. S ezer’in vetosu 2006’da çok iyi niyet­ Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin bile bu yazının yazıl­ li, fakat hedefine ula­ dığı güne kadar ciddi sergiienememesi yanında önemsizdir. şamayan eylem leri­ bir olanak olarak al­ mizden biri haline dö­ gılanmış değildir. Ka­ nüştü, sıradanlaştı. derine razı görünü­ anlayabilmek açısından bu soruya Bu; hiçbir kesimi suçlamak amacıy­ mündeki emek güçleri bu sürece de verilecek cevaplar oldukça önemli­ la yapılan bir eleştiri olarak değil, seri bir refleks üretmekte zorlan16


MAYIS'HAZİRAN 2006

C|Oİ

oranda bu zaaftır. Efsanevi 15-16 maktadırlar. Oysa yasa kabul edil­ karşı siyaset yapmak için buldukları H aziran’ı yaratan sendikalar yasasıdikten sonra daha geniş kesimlerin enerjinin bir kısmını böylesi sınıf gündemlerine yönlendirmeyi başailgisini çekti. Emekçiler kayıplarının nıfî birkaç maddesidir. Türkiye solu açısından halklaşmanm en ileri ör­ rabilseler harekete kendi zaaflarını ne olduğunu daha fazla bilince çıkar­ neklerinden biri olan Fatsa deneyimi iyileştirebileceği bir kanal yaratmış dı. Çok iyimser olmayı gerektirecek “Çamura Son!” kam­ bir durum olmaması­ panyası ile hatırlanır. na rağmen mücadele Sonuç olarak varolan siyaset anlayışını ciddi bir Bugün geldiğim iz olanaklarının geliştiği sorgulamadan geçirmeden ve yeni tarzda ısrarcı o l­ noktada ise kendi mü­ bir momentte olduğu­ madan bu kötürümleşmenin önünün alınabilmesi­ cadele gündem lerini muzu düşünebiliriz. Fakat ortada bu duru­ nin imkanı yoktur. Sınıfın gündemine denk düşebi- geniş emekçi yığınla­ ma müdahale edebile­ ien, onu bir adım öne çekebilen, kendi kafasının i- rın günlük sıkıntıları ile bir türlü bütünleşcek, inisiyatif alabile­ çinde sıkışıp kalmaktan kurtulup toplum a açılabilen tiremeyen bir sosya­ cek, harekete öncülük edebilecek bir irade bir sosyalist anlayış güç kazanmadıkça geleceğimize list hareket ile karşı karşıyayız. Tamam görünmemektedir. En güvenle bakamayacağımız açıktır. sendikalar reform izbaştan beri sürekli min denetiminde böy­ vurgulam aya çalıştı­ lesi kötürümleşti, ama sosyalist ha­ olacaklar. Fakat sınıfın devasa gün­ ğımız gibi de bu süreçle ilgili işin en reketimiz açısından bu kitlelerden demleri karşısında ajitasyon ve çağ­ can sıkıcı yanı budur. kaçışın bir açıklaması olabilir mi? rılar ile dolu yazılar yazmak dışında Değerlendirme içerisinde daha bir enerji ortaya konamaymca sınıf Sonuç olarak varolan siyaset an­ ziyade sendikal çerçeve içindeki eile ilişkilenememe durumu devam elayışını ciddi bir sorgulamadan ge­ mek hareketi eksenli konuştuk bu diyor. Hareket kimi önemli günlerin çirmeden ve yeni tarzda ısrarcı ol­ noktaya kadar. Fakat sendikalılar törenselleşmiş toplantılarına odakla­ madan bu kötürümleşmenin önünün çerçevesi dışındaki kesimleri de ör­ nıyor, fakat bu toparlanmaları gün­ alınabilmesinin imkanı yoktur. Aym gütlem eyi hedefleyen sosyalist demdeki çok önemli sorunlarla bağ­ fasit çember içindeki sonuçsuz dö­ grupların da birkaçı dışında bu sü­ lamakta bile zorlanıyor, böylece si­ nüşler umutsuzluğu ve moralsizliği reçte sınıfta kaldığını vurgulamak yaset alanının dışına düşmüş oluyor. beslem ektedir. Sınıfın gündemine gerekiyor. “Benim gücüm ne kadar Siyaset önemli toplumsal meseleler­ denk düşebilen, onu bir adım öne ki, ben neyi etkileyebilirim ki” anla­ le ilgili kitleleri harekete geçirebi­ çekebilen, kendi kafasının içinde sı­ yışı siyasi yabancılaşmanın en uç len, onların tepkilerini ortaya çıka-, kışıp kalmaktan kurtulup topluma anoktasıdır ve sıradan bir emekçinin rabilen taktikler gütmek değilse ne­ çılabilen bir sosyalist anlayış güç bilincinden zerre kadar farklılık ta­ dir? Güçsüzlük, yetersizlik hiçbir kazanmadıkça geleceğimize güvenle şımaz. Bir türlü sıkıştığı alanların zaman böylesi bir siyaset dışılaşmabakamayacağımız açıktır. dışına açılamayan, kendisini sürekli nın gerekçesi olamaz, çünkü güç­ zaaflarını büyüterek yeniden üreten 17.05.2006 süzlüğü üretenin ta kendisi de büyük sosyalist hareket için sınıfla buluş­ ma noktasındaki çok önemli imkan­ e u v e m i—ı k . lardan bir tanesi bu süreçte kaybe­ dilmiştir. Emeklilik ve sağlık gibi iki temel mesele üzerinden hareket ederek sınıfın en geniş kesimlerine, var olan siyasi görüşü ne olursa ol­ sun ulaşmak mümkündür. UfuksuzY A Ş A M İ K İ I Z I l£OG»UYOMOZ. luk, sosyalist hareketi böylesi mo­ (3 İ O £ M S E C . I mentlerde felçleştiriyor. Hep yaptığı ( 3 H L - M fE 2 1 dışında başka birşey yapamayacağı­ na dair gizli umutsuzluk, sosyalist hareketi önemli sınıf gündemlerine müdahale etmeye çalışmaktan alıko­ yuyor. Böylece bir öğrenme süreci de gelişemiyor. Sınıfla nasıl ilişkilenebilineceğine dair yıllardır ciddi bir deneyim biriktirilememiş olması büyük oranda bu ufuksuzluk ile ilgi­ lidir. Sosyalist özneler birbirlerine 17


Yeni sosyal güvenlik yasası

Bü tü n ü

görmek,

SIKIŞMAMAK Mesut Mahmutoğulları

Sorunu özgül başlıklara in dirgem e de n bütünlüklü olarak anlam ak ve karşı cepheyi de bu bütünlüklü perspe ktifle o lu ştu rm a k ge rekm e kte dir. Yine "m ezarda em e klilik ,/ başlığına benzer başlıklara sıkıştırılan m uhalefet, yenilgiyi baştan kabul e tm e k anlam ına gelecektir. Bu açıdan yasanın neleri kapsadığını genel başlıklarıyla bu b ü tü n lü k içinde ird e le m e kte yarar var. 28 Şubat darbesi sonrası kurulan Ecevit hükümetlerinin programlarını, 1990’larm başından itibaren tüm dün­ yada; “gelişmiş”- “azgelişmiş”-“gelişmekte olan” ülke ayrımı gözetmek­ sizin uygulanan neo-liberal yapılan­ ma programlarının ülkemiz için bir “kullanma kılavuzu” olarak tanımla­ yabiliriz. 2001 ekonomik krizi sonra­ sı Kemal Derviş eliyle gerçekleştiri­ len by-pas operasyonu ile program daha saldırgan hale getirildi. Bu bağ­ lamda, yıpranan ya da yıpratılan Ece­ vit hükümeti yerine, seçimle AKP ik­ tidarı getirildi. AKP iktidarını, prog­ ramın etkin ve kararlı bir şekilde yü­ rütülmesinin siyasal karşılığı olarak görmek yanlış olmaz. Yapılanma programı kapsamında gerçekleştirilen pratiğe baktığımızda, ekonomik, sos­ yal ve siyasal alanda bütünlüklü, planlı, süreklilik arz eden bir süreci tespit edebiliriz. Program, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı anda ve koşutluk içinde yürütüldü. Ekonomik alanda uluslararası sermaye anlaşmalarının gerekleri olan ekonomik kararlar hızla hayata geçirildi. Merkez Bankası özerk hale getirildi. Ekonomi ile siyasi irade ara­ sındaki bağın koparılması anlamına gelen ekonomik üst kurullar oluştu­ ruldu. Maliye Bakanlığı bu kurulların aldığı kararların hayata geçirilmesi i­ 18

le yükümlü bir makam haline getiril­ di. Ekonominin “özerk” bir yönetime kavuşturulmasını sağlama savındaki bu üst kurullar önemli bir işlevi daha yerine getirdi; finans-bankacılık, sa­ nayi, tarım sektörlerinde sermaye içi tasfiye gerçekleştirilerek, sermaye yeni güç ilişkilerine göre yeniden tahkim edildi. TBMM geceli gündüz­ lü çalışarak neo-liberal yapılanmanın gerekleri olan tercüme yasaları hızla çıkardı. Tüm bunların ardından, özel­ likle AKP hükümeti döneminde hız­ landırılan özelleştirm eler yeniden tahkim edilen sermayenin güç ilişki­ lerine göre gerçekleştirildi, çok önemli ve stratejik KIT’ler birbiri ardı­ na özelleştirildi. Sosyal alanda yapılanma progra­ mı, sosyal hayatın zemini olan çalış­ ma koşullarını temelden değiştiren yasalarla yürütüldü. Esnek çalışma, esnek istihdam ve esnek ücretlendirme çalışma yasalarının özü haline ge­ tirildi. Sosyal güvenlikle ilgili özel­ likle emeklilik koşullarını düzenle­ yen yasa çıkarıldı. Özel emeklilik ve özel sağlık sigortasını yeniden düzen­ leyen, özendiren yasalar çıkarıldı. Kamu çalışanları mücadelesini böl­ meyi ve sönümlendirmeyi amaçlayan sendika yasası çıkarıldı. Personel re­ jimi yasası için önemli alt adımlar atıldı. Norm kadro, sözleşmeli perso­

nel çalıştırma vb. Bu bağlamda en son adımda, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısı oldu. Süreci bütünlüklü görmek, soru­ nun özgül başlıklarına takılmamak gerekiyor. Yapılanmanın üçüncü ayağı olan siyasal zeminde ise, en sağından en soluna tüm siyasi yelpazede ve tüm örgütsel zeminlerde her yapının kendi solunu tasfiyesini görüyoruz. Bir si­ yasal olgu olarak AKP ve onun ikti­ darı, sözünü ettiğimiz siyasal yeniden yapılanmanın en özgün örneğidir. Bu­ gün artık siyaset yapma, sermayenin “değnekçisi” olarak görev yapmaya talep olmakla özdeşleşmiş durumda. Siyasetin solunda ise; bir kesim en egemen sermayenin belirlediği bu ze­ minde “değnekçilik” yapma telaşı içindeyken, bir kesim de tasfiye edilen sermaye kesimlerinin kontra ilişkile­ rinin siyasal nesneleri haline gelmek­ tedir. Tüm bu alanların dışında kendi­ ni gören bir kesim de, işçi sınıfının bağımsız politik zeminini yaratmak için gerekli iradeyi, perspektifi ve ko­ lektif üretkenliği yaratmaktan uzaktır. Bu bataklığın dışında durmayı politik pratik olarak görmektedir. Buraya kadar anlatılanlar sosyal güvenlik ile ilgili yeni saldırının,


MAYI S-HAZİRAN 2006 C J O İ

hangi bütünlük içinde irdelenmesi ge­ rektiğini tespit için bir bağlam oluş­ turmak içindi. Sorunu özgül başlıkla­ ra indirgemeden bütünlüklü olarak anlamak ve karşı cepheyi de bu bü­ tünlüklü perspektifle oluşturmak ge­ rekmektedir. Yine “mezarda emekli­ lik” başlığına benzer başlıklara sıkış­ tırılan muhalefet, yenilgiyi baştan ka­ bul etmek anlamına gelecektir. Bu açıdan yasanın neleri kapsadığını ge­ nel başlıklarıyla bu bütünlük içinde irdelemekte yarar var.

Sermayenin göz diktiği en verimli alan;

Sağlık ve sosyal güvenlik Uzun süredir yürütülen bilinçli çökertme politikaları özellikle AKP hükümetiyle daha etkin ve kararlı yü­ rütülmektedir. Meclise getirilecek ya­ sa ile mevcut ilişkiler, yasal bir statü­ ye kavuşturulmak istenmektedir. Ne­ ler yapıldığına bir göz attığımızda: * Sağlık hizmetlerinin özelleşti­ rilmesi doğrultusunda, hastalardan katkı payı alınmak koşuluyla özel hastanelerden sağlık hizmetinin satın alınması.

rak dolaylı özelleştirmelerin planlan­ ması.

metlere SSK prim tavanını tabanın 5 katma artırma yetkisi verildi.

Bugün gündeme getirilen “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarıları, 1999 yılında Körfez depre­ minin yıkıntıları arasına sıkıştırılan sosyal güvenlik yasasının devamı ni­ teliğinde olan bir yasadır.

Yeni yasa neleri değiştirecek?

Bugün de tıpkı 1999’da olduğu gibi yeni yasanın çıkarılmasında aynı gerekçeler ileri sürülmekte ve denil­ mektedir ki:

Gündeme getirilen bu yasal dü­ zenleme 1980’li yılların başından be­ ri çeşitli adlar altında hayata geçiril­ meye çalışılan yapılanma sürecini ta­ mamlamaya bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Yine hep ya­ pıldığı gibi, sosyal güvenliğin temel sorunları yine gerekçe olarak kulla­ nılmak istenmektedir. Evet, yeni yasa ile yapılan düzenlemeler şunları içer­ mektedir.

* Tüm devlet ve üniversite hasta­ nelerinin vakıflar ve döner sermaye­ ler eliyle ticari işletmeler haline geti­ rilmeleri.

* Türkiye’de toplam ve kişi başı­ na düşen sağlık harcamaları gelişmiş ülkelerin gerisinde seyretmektedir.

* SSK’ya ait hastanelere (Sağlık Bakanlığı’na bağlanması) el konul­ ması.

* Sağlık hizmetlerinin verimliliği düşüktür. Bunun en önemli nedeni de sektördeki kamu egemenliğidir.

1. Emeklilik yaşı bir kez daha yükseltilerek kadın ve erkeklerde 68’e çıkarılmakta. Emeklilik prim gün sayısı 9000’e çıkarılmakta. Böylece emeklilik fiilen olanaksız hale gelecektir.

* Birinci basamak hizmetlerinin “Aile Hekimliği” uygulaması ile özelleştirilmek istenmesi.

* Özelleştirme hem kaynak yarat­ mada hem de verimlilik ve kaliteyi artırmada başlıca çözüm olacaktır.

2. Emeklilik bağlama oranları dü­ şürülerek, emeklilik maaşları düşürü­ lecektir.

* Tüm bu koşullarla koşut olarak, kamu sağlık kuramlarında, taşeron, vakıf, döner sermaye adı altında geçi­ ci, sözleşmeli personel çalıştırma uy­ gulamaları, yine sağlık bakanlığınca sözleşmeli hekim uygulamasına ge­ çilmesi ile esnek istihdam ve çalışma yerleşik hale gelmiştir. Hazırlanan personel rejimi yasasının uygulama­ ları fiilen başlamış durumdadır.

* Emeklilik yaşının düşük olması ve erken emekliliğin yaygın olması.

* Sosyal güvenlik sisteminin re­ kabetçi ortamdan uzak olması.

3. Sosyal güvenlik kuramlarının tek çatı altında toplanması ile oluştu­ rulan çatı yapı, şirket gibi çalışan, ça­ lışanların denetiminden tamamen uzak, biriken fonları çeşitli sermaye kanallarına aktarmakla görevli, fınans şirketlerinin basit bürosu haline getirilecektir.

Nitekim 1999’da yapılan düzen­ leme ile, emeklilik yaşı kadınlarda 58’e, erkelerde 60’a yükseltildi. Ayrı­ ca emeklilik prim gün sayısı 5000’den 7000’e çıkarıldı ve hükü­

4. Emeklilik ve sağlık fiilen birbi­ rinden ayrılmakta; emeklilik primi yanında, “Genel Sağlık Sigortası” pi­ rimi kesilecek, çalışanların prim yükü artacaktır.

* Aynı koşutluk içinde, birer şir­ ket haline getirilen yerel yönetimlere, kamu hizmet kuramlarının aktarıla­

* Mevcut prim sisteminin yapılan harcamaları karşılamaktan uzak ol­ ması.

19


C|Oİ

MAYI S-HAZİRAN 2006

5. Genel sağlık sigortası, tıpkı özel sağlık sigortasında olduğu gibi te­ mel sağlık paketleri şeklinde düzenle­ necek ve böylecc bütün sağlık hiz­ metlerinden yararlanmak imkansız hale gelecektir. Artan primlerle ancak daha geniş sağlık hizmeti alınacaktır. 6. Yine sağlık harcamalarına, ya­ taklı, ayakta tedavi ayrımı gözetmek­ sizin katkı payı (fiilen zaten var) alı­ nacaktır Yeni yasayla oluşturulacak olan idari yapılanmanın görevleri arasında, örtük bir biçimde yerleştirilen, çok önemli bir düzenlemeye dikkat çek­ mek istiyoruz. Hazırlanan ve parça parça hayata geçirilen bu program, Şili Modeli denilen, TÜSİAD tarafın­ dan rapor haline getirilen, Dünya Bankası tarafından dünya projesi ola­ rak düzenlenen bir çalışmanın Türki­ ye pratiğidir. Evet bu proje ile sermaye ne ka­ zanacaktır? İlk anda görünebilen ka­ zançlar şunlar: 1. İşverenlerin ödemek zorunda oldukları emeklilik ve sağlık primleri giderek ortadan kalkacaktır. Sistemin bütün yükü çalışanlara yüklenecektir. 2. Oluşturulacak fonlarda biriken primler fınans şirketleri eliyle yöneti­ lip, fonların yıllık getirisinin en az %20’sine el koyacaklardır. 3. Fonlarda biriken kaynakları menkul kıymet satışları ile ucuz kredi

olarak kullanacaklardır. 4. Aile şirketlerini halka açma adma, çıkardıkları hisse senetlerini emekli fonlarına ve bu fonları yöneten şirketlere satıp, işletme sermayelerini artıracaklardır. 5. Kıdem tazminatının ve emekli­ lik ikramiyesinin de kaldırılması bu yeni sistemin gereği olarak gündeme gelecek, sermayenin önemli bir yük­ ten kurtulması sağlanacaktır. 6. Devletin sosyal hizmetler için ayırdığı fonların bir kısmı, fon yöne­ ticisi şirketler ya da hisselerini fonla­ ra satan sermaye şirketlerine vergi muafiyeti ya da yatırım indirimi ola­ rak aktarılınca, sermaye önemli bir yeni kaynağa kavuşacaktır. Bu yasa, bürokratizmi aşan, poli­ tikleşen bir muhalefetle önlenebilir Peki, bu yeni ve gerçekten emek­ çiler açısından sonuçları çok ağır ola­ cak saldırıya karşı bugüne kadar ne yapıldı ve bundan sonra nasıl karşı durulacak? Bu sorunun yanıtı, yine yeni eylem platformları (içi boş) ve bir dizi klasik eylem programları de­ ğildir artık. Ne yazık ki bugün de ay­ nı yaklaşıma tanık olmaktayız. Tüm muhalefet dinamikleri ve olanakları, içi boşaltılmış bürokratik platformla­ ra taşınarak yine etkinliği kırılacak ve boğulacaktır. Böylece muhalefet adı altında, işçi sınıfı bu yeni sürece eklemlenecektir. Bu, bir güçsüzlük ya da öngörüsüzlüğün sonucu değildir.

Bu sınıfı kuşatan bürokratik egemen­ liğin bilinçli stratejisidir. Sendikal bürokrasiler, bürokratik gelecekleri­ nin gizli pazarlığı ile yürütülen sözde “muhalefetlerle” sınıfın öfkesini bas­ tırmakta, yönlendirmekte, bilincini bulanıklaştırmaktadır. Kazanım al­ datmacası ile kırıntılara razı hale ge­ tirmektedir. Bu yüzden önümüzdeki dönemde mevcut saldırılara karşı barikatı, işçi sınıfına yabancılaşmış, uysallaştırıl­ mış ilişkilerin araçları haline gelmiş başta sendikalar olmak üzere tüm sı­ nıf örgütlerinde yaratmak zorunda­ yız. Sınıfın etkin, bağımsız ve sonuç alıcı örgütlenme ve mücadelesinin önünde bugün ortada duran temel so­ run; işçi sınıfının tüm örgütsel zemin­ lerinde, muhalefet araç, yöntem ve ilişkilerinde yaşadığı güvensizliğin aşılmasıdır. Bugün emek-sermaye çe­ lişkisinin sıkıştığı düzlem artık bura­ sıdır. Ve sermayeye karşı mücadele, sendikal-siyasal bürokratizme karşı mücadeleden geçmektedir. “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağ­ lık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısına ve hemen ardından gelecek olan Personel Reji­ mi yasasına karşı mücadeleyi, işçi-emekçi inisiyatiflerinin yaratılmasının zemini olarak değerlendirmek gerek­ mektedir. İşçi sınıfına yabancılaşmış tüm geleneksel örgütsel zeminleri, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ve­ rildiği zeminler olarak tanımlamak gerekmektedir. Bürokratizmi aşan, politikleşen bir muhalefet ancak bu gerekliliklerin yerine getirilmesiyle yaratılacak bağımsız bir sınıf müca­ delesi hattı ile mümkün olacaktır. Bu yeni saldırı işçi sınıfının öncü işçilerine ve militanlarına bu devrim­ ci diyalektiği yaratma görevini yükle­ miştir. Bürokratizmi aşan, politikle­ şen, egemenlik ilişkilerini üretmeyen işçi-emekçi inisiyatiflerini yaratmak, geliştirmek iş olarak önümüzde dur­ makta. Bunun nasıl yapılacağım tartışmak için önce bunu yapmaya karar vermek gerekiyor. Haydi görev başına! M art 2006

20


ABD’deki faiz artırımı ile tetiklenen dolardaki TL’y e karşı yükseliş zaten bekleniyordu...

Fİ NANSAL İ STİ KRARSIZUK VE KÜRESEL DENETİM M. Özgür

Küresel finansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi kurumlar ve büyük sermayedarlar aracılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir tehdit haline getirilebiliyor, yani bir yandan krizlere yatkın sistemin yarattığı sorunların suçlusu "neo-liberalizme karşı çıkanlar" yapılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük serma­ yenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapitalist devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor. Uluslararası sermaye hareketleri ve finans piyasaları küresel istikrar­ sızlıklar yarattıkları kadar, küresel kapitalist bir denetimin araçları ola­ rak ve kapitalistlerin risk yönetimi­ nin araçları olarak da işlev görüyor­ lar. Doların TL karşısında son hafta­ lardaki yükselişi enflasyon hedefle­ mesi programı uygulayan ve bu ne­ denle cari açık veren tüm ülkelerde görüleni ve beklenen bir kapitalist problem. Buna rağmen bu yükseliş, “Cum hurbaşkanı S ezer’in Genel Sağlık Sigortası yasasını veto etme­ sine”, “Türkiye’nin istikrarsız bir politik ortamı olması­ na” bağlandı. Oysa pa­ ra biriminin değerlen­ mesi ve talebi kısan emekçileri yoksullaştı­ rıcı politikalar hem dış borç ödemesini “kolaylaştırmış” hem de enflasyonun düşü­ şünde etkili olmuştur. Bu tip politikalar sonrası piyasa, para biriminin aşırı değer­ li olduğunu fark eder ve kur riskini daha fazla taşımak isteme­ yen portföy yatırım­ ları (hisse senedi, tah­ vil vb. almak üzere gelen yatırım) ülkeden

ayrılır. Bu beklendik gelişme, günü­ müz küresel kapitalist işleyişinin bir ürünüdür. Oysa uluslararası ve yerli büyük sermayenin istemediği her ge­ lişme, emekçilerin neo-liberal gün­ deme her karşı çıkışı bu küresel fi­ nansal sistemin yarattığı istikrarsız­ lıkların, ani dalgalanmaların gerek­ çesi olarak gösterilebiliyor. Tersten bir bakışla, küresel fi­ nansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi ku­ rumlar ve büyük sermayedarlar ara­ cılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir tehdit, bir denetim unsuru haline de getirilebiliyor, yani bir yandan krizlere yatkın- sistemin ya­ rattığı sorunların 1u s u

“neo-liberalizme karşı çıkanlar” ya­ pılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük sermayenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapita­ list devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor. (Kriz sonrasında ise, Türkiye gibi ülkeleri bekleyen IM F’nin kemer sıkma programları, buna karşın ileri ülkelerde ise M er­ kez Bankalarının kredi koşullarını gevşetme politikaları oluyor.) Medyadaki kur ve borsa endeksi yorumları genelde kısa vadeli ana­ lizlere dayandığı gibi, eşitsizlikleri, güç ilişkilerini, uluslararası finansal sistemin istikrarsız doğasını, bu ya­ pının emekçilere yönelik neoliberal politikaların şekillenmesindeki etki­ sini görmeyen bir şekilde yapılıyor. Latin Amerika’daki krizler, Türki­ ye’de 5-6 yılda bir görülen krizler, dünyanın gördüğü en büyük kriz­ lerden biri olan 1997 Asya Krizi gazete­ lerdeki popüler a nafizlerde hep baş­ ka başka gerekçe­ lerle açıklanmaya çalışılırken, yaşa­ dığımız son 25 yı­ lın tüm dünyada neden bu ölçüde krizlere, döviz ku­ ru dalgalanmaları21


CJOİ MAYIS-HAZİRAN 2006 * na en açık dönem olduğu, sermaye birikiminin ve sermayenin uluslararasılaşmasınm günümüzdeki özellik­ leri sorgulanmıyor.

para” yüksek faiz için ülkede bulu­ nuyor, peki bu faizi kim ödüyor? Ak­ tarılan bu değer kimin? Kritik soru burada şekilleniyor. Bu soruyu aklı­ mızda tutarak devam edelim.

Sıcak p a ra ve d e ğ e r aktarım ı

lıkta çıkma tehdidi ile fmansal bir disiplin sağlaması bir yana, alıp git­ tiği bu değer kimin cebinden çıkı­ yor? Bu değer şüphesiz emekçilerin ürettikleri değerdir. Ödediğimiz ver­ gilerden alınıp sermayenin aldığı devlet bonoları faizi aracılığı ile yer­ li yabancı sermayedarlara ve spekü­ latörlere aktarılan değerdir. Serma­ yedarların bizim ürettiğimiz değer­ den kredi faizi olarak ödedikleri ve cninde sonunda bize ödettikleri de­ ğerdir.

Y oksullaştık ve en flasy o n d ü ştü

Türkiye’de borsada ve Hazine kağıtlarında 63 milyar dolarlık bir yabancı sermaye yatırımı var. Bu miktarın 30 milyar doları borsada bulunuyor. Son günlerde ABD’deki faiz artırımı2, tüm dünya borsalarmı ve para birimlerinin değerini çeşitli biçimlerde etkiledi, ABD’de daha fazla getiri imkanı bulan sermayenin küçük bir kısmı bir anda çekilerek dolara dönüşüp ABD’ye gitti. Dolara dönüşürken de dolara talebi artırarak Türk parasını değerlendirdi. Zaten yukarıda da anlatıldığı gibi enflas­ yon hedeflemesi politikaları Türk Lirasını aşırı değerlendirmiş ve böy­ le bir krize zemin hazırlamıştı.

Son yılların verilerine baktığı­ mızda, üretim yıllık ortalama yakla­ şık %7.5 artarken, işsizlik oranında resmi hesaplamalara göre dahi ciddi bir azalma görülmüyor. Emekçilerin üretkenliklerinde (verimliliklerinde) ciddi bir artış olduğu görülürken üc­ retlerinde bir artış yok. Üretkenlik artışı bu durumda işçilerin daha az ücretle çalışmaya razı olmasından ve üretim tekniklerinde yapılan yatı­ rımlardan kaynaklanıyor. Yıllık iş­ sizlikte bir azalma da olmadığına göre demek tek tek emekçiler gitgide daha ucuza çalışmaya razı olmuş dü­ rümdalar.

Küçük bir istikrarsızlıkta daha güvenli piyasalara gidebilecek bu devasa miktar Türkiye’de yüksek fa­ iz ve getiri beklentisi ile bulunuyor. Kısacası 63 milyar dolarlık “sıcak

Şimdi baştaki sorumuza döne­ lim, büyüme rakamları yüksekken bu 63 milyar dolar kimin ürettiği de­ ğeri faiz olarak alıp gitmek üzere bu­ rada bulunuyor, en ufak istikrarsız­

D ü n y ad a se rm a y e akışı ve ABD Finansallaşma ve fmans piyasa­ larının hızlı gelişim i aslolarak 1970’lere dayanıyor. Uluslararası Bretton Woods sisteminde bastığı her dolar karşılığı altın rezervi tut­ mak zorunda kalan ABD, 1970’lerde bu sistemin dağılmasında etkin bir rol üstlenir. ABD’yi dolar basmakta sınırlayan bir etken kalmaz, derin pi­ yasalarına güvenen ABD herhangi bir standardın olmadığı yeni sistem­ de başlıca rolü üstlenir. ABD bir yandan hızla dolar basarken dünyada artan likidite finans sermayesini ö-

T ürkiye’de işsizlik TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) sadece iş aramaktan umudunu kesmemiş işsizlerin oranını işsizlik oranı olarak yayınlıyor ve mevsimlik işçileri toplam istihdama katmıyor. Oysa sendikaların hesaplarına gö-

22

re sokaktaki işsizlik %I7. Bu arada 15-24 yaş grubu için aynı yöntemle hesaplama yapıldığında ise TUİK tarafından yüzde 18.8 olarak açıklanan söz konusu grup için işsizlik oranı yüzde 29.4’e kadar yükseliyor.

1999

2000

2001

2002

2003

2004

2005

İşgücü (m il. kişi)

23.9

23.1

23.5

23.8

23.6

24.3

24.6

İstih d am

22.0

21.6

21.5

21.4

21.2

21.8

22.1

İşsiz

1.8

1.5

2.0

2.5

2.5

2.5

2.5

İşsizlik o ran ı (%)

7.7

6.5

8.4

10.3

10.5

10.3

10.3


MAYIS'HAZİRAN 2006

CJOİ

nündeki tüm engelleri aşmaya yönel­ tir ve tüm dünyada yaşanan serbest­ leştirmelerle fınans piyasaları ve iş­ lemleri hızla artar. Ülkeler paralarını “convertible” yapar (paraların ya­ bancı paralarla değiştirilmesindeki engellerin kaldırılması) ve kısa va­ deli sermaye girişlerini serbestleştirirler. Örneğin günümüzde ileri kapi­ talist ülkelerin emeklilik fonlarında birikmiş 13 trilyon dolar, sigorta şir­ ketlerinde birikmiş 14 trilyon dolar dünyada değerlenecek yer aramakta­ dır ve dünya fınansal sistemine katıl­ maktadır. Günümüz em peryalizm inin önemli farklarından biri, daha önceki finansallaşma döneminde (I. Dünya Savaşı öncesi) merkezdeki ülkeler­ den çevreye uzun vadeli portföy ya­ tırımları yapılırken günümüzde yatı­ rımların kısa vadeli menkul değer (securities) yatırımları olarak ger­ çekleşmesidir. Ayrıca Amerikan ha­ zine bonoları, altın standardının ol­ madığı bir dünyada yeni rezerv kay­ nakları olarak tüm dünyadan ve dev­ let kuruluşlarından talep görmekte­ dir. Yani geçmişteki gibi tek yönlü bir yatırım amaçlı sermaye akışı yoktur. Geçmişteki emperyalist dö­ nemlerden farklı olarak, çevre ülke­ lerde sanayi malları üretimi geliş­ miştir. Gelişmekte olan ülkelerin ih­ racatlarının %80 kadarı tarım malla­ rı değil, sanayi ürünleridir. ABD sat­ tığından fazla değerde mal alarak ca­

ri açık vermektedir. Bu açığı dünya fonlarını kendisine çekerek kapat. maktadır. Bu fonları çekerken yaptı­ ğı faiz artırımları ekonomik olarak riskli ülkelerdeki borsaları ve döviz

T ürkiye’de enflasyon Enflasyondaki hızlı düşüş büyük sermayedarların tercihi olarak ortaya çıkarken düşüşün gelir düzeyinin azalmasıyla (alım gücünün azaltılmasıyla ve böylece iç talebin kısılmasıyla) ortaya çıktığına dik­ kat etmek gerekiyor. Enflasyon hedeflemesi programı uygulayan Ka­ nada (1982-92), Brezilya (1994-98), Meksika (1999-2006) döviz kur­ larında ani değersizleşmeler yaşadılar. Türkiye’de de eninde sonun­ da bu tip bir değersizleşme yaşanacağı zaten bekleniyordu.

Türkiye’de Tüketici Fiyatları (Yıllık ortalam a artış) 2002

2003

2004

2005

2006

%45.0

%25.3

%8.6

%8.2

%8.0

kurlarını ciddi oranda sarsmaktadır. Türkiye’deki döviz kuru değişimleri de bunun örneklerinden biri olmuş­ tur. ABD cari açığını kapatırken ciddi oranda dolar çekerek doları olması gerektiğinden daha değerli tutmakta ve böylece diğer ülkelerden aldığı malları ucuzlatmış olmaktadır.3 ABD küresel birikimleri az bir faizle ken­ dine çekip bağladığı gibi, küresel ih­ racatın artmasını da sağlayarak ülke­ leri küresel ekonomiye ve neo-liberal gündeme bağlamaktadır. Dünya fınans piyasaları ülkelerin küresel sis­ temden çıkmalarını zorlaştırmaktadır. Ellerinde ABD hazine bonosu tutan merkez bankaları ve dünya sermaye­ darları böylece doların aşırı değer kaybetmesini istememekte, bu da ABD dolarına olan güveni artırmak­ tadır. Günümüzün bağımlılık ilişkile­ ri artık böyle işlemektedir.


t|o l MAYIS'HAZİRAN 2006

yandan hayatın her alanının metalaşmasma karşı çıkmak bir yandan da kapitalizmin yarattığı finansal çıl­ gınlığa ve akıldışılığa, ulusal ve uluslararası emek dayanışması ve mü­ cadelesiyle dur demeyi gerekli kılı­ yor. Dipnotlar

I. Brezilya, Kanada, Meksika, İngiltere de Türkiye’deki gibi enflasyon hedefle­ mesi programları uygulamış ülkeler. Bu program sırasında hepsinde cari açık problemi ortaya çıkarken (Türkiye bu sorunu çok daha ciddi yaşıyor ve bu daha ciddi kriz olasılıklarını tetikliyor), döviz kurları önce aşırı değerli oluyor, sonra %I0 ile %40 arası ani değersizleşmeler yaşıyor. Kaynak: Prof. R.Mundell’in 20 Nisan 2006 tarihinde İş Yatırım’ın davetlisi olarak İstan­ bul’da yaptığı sunuş ve Erinç Yeldan’ın çeşitli yazılarına bakılabilir. 2. Bu fa Dünyadaki yeni uluslararası fınans mimarisini ciddi biçimde çözümlemek dünyadan çektiği yaşayan ve bu çerçevede uluslararası kuram ların, devletlerin ve devlet aygıtları­ fonlarla ABD’nin dünya nın yeni rollerini, yeni biçimlenişlerini belirlemek gerekiyor. kaynaklarını çek­ mesi için gerekliydi. ları neoliberal disiplinin ve kontro­ Sonuç Artan enflasyon kadar bir faiz artırımı lün önemli araçları olarak ortaya çı­ yapılması reel olarak faizin düşmeme­ Küreselleşme ve dünya ölçeğin­ kıyorlar. Dünyadaki yeni uluslarara­ sini sağlıyor. Dünyadaki dolar miktarı de yatırım ve yayılmanın yarattığı sı finans mimarisini ve eşitsiz ilişki­ 5 trilyon dolar iken ABD yılda 500 riskler fınans piyasalarının gelişme­ leri ciddi biçimde çözümlemek ve bu milyar doları “ en güvenilir ekonomi” sini sağlarken, küresel finansal sis­ çerçevede uluslararası kurumların, ve en derin piyasaların sahibi olarak tem kriz ve belirsizliklerin kaynağı devletlerin ve devlet aygıtlarının ye­ çekiyor. Bu dolarlar, ABD dolarını ol­ olmaya devam ediyor. Dünya ölçe­ ni rollerini, yeni biçimlenişlerini be­ ması gerektiğinden yüksek değere çe­ ğinde gerçekleşen neoliberal düzen­ lirlemek gerekiyor.4 Zira yeni silah­ kerek ABD’nin diğer ülkelerin malları­ lemeler ve meta, para ve üretim ser­ lar sadece bombalar ve füzeler değil, nı daha ucuza almasını sağlıyor. Böylemayesinin gittikçe artan uluslararakrizler, durgunluklar, işsizlikler. ce ABD’ye mal satarak birikim yapan sılaşması, finans sermayesi ile sana­ Türkiye’deki son gelişmeleri bu çer­ Asya ülkeleri ellerindeki fonlarla yeni­ yi sermayesi arasındaki ayrımı iyice çevede yorumlamak çok daha an­ den güvenli buldukları ABD hazine ka­ azaltırken, öte yandan finans piyasa­ lamlı olacaktır. Emeğin gündemi, bir ğıtlarına yöneliyorlar. 3. Leo Panitch, Sam Gindin, Finance and American Empire, Socialist Regis­ ter 2005. Doların Euro karşısındaki son dönemdeki düşme eğilimini ise ay­ Büyüme artıyor, istihdam artmıyor. Mevcut çalışanların daha çok rıca incelemek gerekmekte. değer üretmesi anlamına geliyor. 4. Bu hiyerarşinin tepesinde ABD his­ se senedi piyasası değil; tam devlet gü­ Türkiye’de G SYH B üyüm esi vencesindeki, en derin, akışkan ve en az risk barındırdığı söylenen ABD dev­ 2002 2003 2004 2005 let bono ve tahvil piyasası yer alıyor. Cristopher Rude, The Role of Financi­ %7.9 %5.8 $8.9 %7.4 al Discipline in US Strategy, Socialist Register 2005.

T ü rkiye ’de büyüm e

24


İŞSİZİM, AMA DİPLOMAM VAR!..

Diplom alı işsizliğe nedenleri açısından bakıldığında, te m e ld e yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağlantılı bir sonuç var ortada diyebiliriz. Yani siste m in yarattığı is tih ­ dam , var olan nüfusa yete rli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe ulaştı ki, ü n i­ versite mezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılm az oluyor. 5 Mayıs günü, gazetelere yansı­ yan bir habere göre Türkiye Taş Kö­ mürü Kurumu tarafından açılan 1120 kişilik işçi alımı başvuruları için 39 bin 473 kişi müracaatta bulundu, başvuru sahipleri arasında çok sayı­ da üniversite mezunu da var. Z onguldak’ta yaşanan durum aslında Türkiye’nin birçok yerinde yaşananların küçük bir örneği. G er­ çeklik şu ki, Türkiye İstatistik Kurum u’nun yayınladığı son raporlara göre Türkiye’de 2.7 milyon kişi iş­ siz, belki klasik bir söz, ama gerçek rakamın bu sayının kat be kat üs­ tünde olduğu da kesin aslında, çün­ kü Türkiye’de istihdam a katılma, yani çalışma çağındaki nüfusun iş­ gücü piyasasına ulaşm a oranı yüzde elli bile değil. İşsizliğin bu derecede yaygın­ laştığının yanında TİK raporları ay­ nı zamanda, son 5-6 yıldır, özellik­ le 2001 krizi sonrası, işsizler kuy­ ruğunda yerini almaya başlayan ge­ niş bir kesim in de diplomalı işsizler olduğunu gösteriyor. Hatta bu kısa zamanda işsiz üniversiteli oranı % 30’a ulaşmış durumda. Normal şartlarda üniversite dip­ lomasının, bölümüne dair yeterli bir eğitim almış olmayı ve bu alan­ da istihdamı tescillem esi gerekir­ ken üstteki rakam lardan kolayca anlaşıldığı üzere, şu an ellerindeki diplom alarıyla öylece iş bekleyen yüz binlerce insan var. Yani üniver­ site diploması iş bulmanın garantisi olmadığı gibi her yıl ailelerin üni­ versiteye hazırlık için döktükleri 2.9 m ilyar dolar da işin cabası.

N e d eğ işti? Diplomalı işsizliğin, devrimci hareketin gündeminde bile özellikle son iki yıldır yer etmeye başladığı düşünülürse elbette bu kadar kısa bir zam anda % 30’lara varan bir diplomalı işsizlik oranının oluşm a­ sında neyin etken olduğu önem ta­ şıyor. Bu konuda hafızalarım ızdaki en temel veri elbette 2001 krizi. Hatırlanacağı üzere krizle birlikte işsiz kalan geniş bir orta sınıf kesi­ mi bu dönemde beyaz yakalılar ola­ rak adlandırılm ıştı. Krizin mirası geniş bir kesimin bugün hala iş bu­ lamadığı bir gerçeklik, ancak süreç açısından bakıldığında durumun sa­ dece kriz ortam ının yarattığı bir ge­ çici işsizler ya da kısmen bunun üzerine eklenen yeni kişilerden iba­ ret olmadığı tersine işsizliğin gerek diplomalı gerekse diplomasız şekil­ de hızla yapısallaştığı görülmekte. Yani diplomalı işsizliğe neden­ leri açısından bakıldığında, temelde yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağ­ lantılı bir sonuç var ortada diyebili­ riz. Yani sistemin yarattığı istih­ dam, var olan nüfusa yeterli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe ulaştı ki, üniversite m ezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılm az olu­ yor. Yüksek öğrenim m ezunlarının sorunları açısından bakıldığında, yüksek öğrenim m ezunlarının yaşa­ dığı tek işsizlik durumunun bu doğ­ rudan işsizlik durumuyla sınırlı ol­ m adığını da görmek gerekli. Yasal tanım larca adı işsizlik olarak geç­

mese de aslında işsiz üniversite m e­ zunlarının kat be kat üstünde bir sa­ yıda üniversite mezunu, bir nevi geçici işler diyebileceğim iz alanlar­ da istihdam ediliyor. Çok düşük üc­ retlere, sigortasız, iş güvencesiz olarak ve çoğunlukla kısa süre sonra işten atılm alarla yaşanan bu durum, sadece özel kesimde değil bizzat devlet kuram larında da yaygınlaştı­ rılan bir yöntem olarak üniversite m ezunlarını yoksulluğa mahkum ediyor. En tipik örneğini, özellikle son yıllarda eğitim fakültesi m e­ zunlarının ya da bu alanlardaki bö­ lüm m ezunlarının durumu oluşturu­ yor diyebiliriz. Yakın zamana kadar güvenceli iş diye bilenen ve Ö SS’de adeta puan fırlaması yaşa­ nan öğretm enlik m esleğinde son yıllarda şartlar çok değiştirildi. Atama için zorunlu olan KPSS sınav­ larına her yıl yaklaşık 127 bin kişi giriyor, açılan kadro bazında bakıl­ dığında ise mesela İstanbul özne­ linde 14 bin öğretmen açığı varken bu yılki iki atamada toplam olarak 500’ün altında bir kadro ataması yapıldığını görüyoruz. Bazı bölüm ­ ler bazında bakıldığında ise K PSS’den 100 bile alsa hiçbir atan­ ma şansı olmayan on binlerce insan var. Devlet kadro ataması yapm az­ ken aynı kişileri okullarda ücretli ya da sözleşmeli öğretmen olarak çalıştırıyor. Yazının yazıldığı tarih­ te henüz m aaşlara yansımamış olan yeni artırım sayılmazsa, bir ücretli öğretmen aynı işi yapan m eslekta­ şından farklı olarak aylık 270 m il­ yon gibi komik bif ücretle çalıştırı­ lıyor, ayrıca iş koşulları tamamen 25


çpl

MAYI S-HAZİRAN 2006

Yani sistem, yeniden yapılandırm a­ sını belki biraz daha uzun, ama da­ ha garantili bir yöntemle, eskileri mümkünse işten atarak, değilse er­ ken emekliliği teşvik ederek ya da hiç olmadı emekliye ayrılmalarını bekleyerek fiili olarak tasfiye edi­ yor. Gençlerin şimdiden yaşamaya başladığı çalışma koşuları ise aynı süreçte hızla kurum sallaştırılıyor. M ilyonlarca işsiz ya da üstte anlat­ tığımız biçimde görünmeyen bir iş­ sizliği yaşayan genç, aslında önü­ müzdeki sürecin çalışma koşulları­ nı yaşam aya başladı diyebiliriz. İşsizlik sorununu üniversite m e­ zunları açısından değerlendirirken elbette eğitim sisteminin, özelde üniversitelerin durumuyla ilgili de bir değerlendirme yapm ak k açın ıl­ İş güvencesinden yoksun, sosyal tüm hakları tırpanlanmış ve geniş bir maz oluyor. Çün­ kü sonuç olarak işsizier ordusunun sistemin devamının garantisi olduğu bu yapı yeni bu kesim i diğer dönemin çalışma koşulları olarak hepimize dayatılmaya çalışılıyor. işsizlerden ayıran önemli bir farklı­ yıllık olarak yapılan sözleşmelere 90’laıdan beri oturtulm aya çalı­ lık var; yıllarca okullarda, sınavlar­ bağlı. Yani iş güvencesi de ortadan şılan ve özellikle A K P’nin temel ada dirsek çürütmüşler, ama sonuçta kaldırılmış durumda. Durumun özel dım larm ı hızla kurum sallaştırdığı iyi bir iş hayaliyle girdikleri üni­ bu yapı, neo-liberal ekonominin is­ kesimde nasıl yaşandığına bakacak versitenin verdiği diplom anın bir tediği çalışma şartlarını oluşturu­ olursak, staj gibi algılatılm ak iste­ kağıt parçası olmaktan öte bir an­ yor. İş güvencesinden yoksun, sos­ nen, ama 5-6 seneyi bulabilen sü­ lam taşımadığını görüyorlar. Hatta yal tüm hakları tırpanlanmış ve ge­ reçlerde, haftada 6 gün, günde 12 üniversite bitiyor, bu kez yok ya­ niş bir işsizler ordusunun sistemin saati bulan çalışma süreleri ve yine bancı dil bilm iyorsun, bilgisayar devamının garantisi (yerini doldur­ aylık 400 milyonu geçmeyen ücret­ bilm iyorsun, KPSS kursuna gitm e­ maya hazır binlerce işsiz adayının lisin, yüksek lisans yapmalısın diye lerle çalıştırıldıklarını görüyoruz. her an ensede hissedilen nefesinin ardı arkası kesilmeyen bir liste ön­ Benzer durumlar aslında gazeteci­ yarattığı işsizlik korkusu) olduğu lerine konuyor. Tabii bunların her likten kamu yönetimine, m ühendis­ bu yapı yeni dönemin çalışma ko­ birinin de m ilyarları bulan bir m ali­ likten hemşireliğe geniş bir kesim ­ yeti var. Ama basit bir m antıkla bi­ şulları olarak hepimize dayatılm aya de yaşanıyor, hatta “yetkin m ühen­ le en az 16 yıl süren bir eğitim sü­ çalışılıyor. Üstte de söylediğim iz dislik” adıyla yapılan son düzenle­ recinin sonunda neden iş bulam a­ gibi A K P’nin çıkardığı-çıkarm aya m eyle m ühendislik bölüm lerinde dıkları sorulabilir ya da bu 16 yıl çalıştığı birçok yasa, bir taraftan bu durum kalıcılaştırıldı bile. Yani boyunca kendilerini eğittiği iddia egörece iş güvencesinin olduğu sos­ üniversite mezunları doğrudan işsiz dilen okulların aslında ne gibi bir yal devletin son kırıntılarını da tas­ olmanın yanında aslında görülm e­ işlev gördüğünün açıklaması iste­ fiyeye dönükken diğer taraftan da yen bir işsizliği daha yaşıyor. nebilir. Sanırız durumu açıklayacak bu yeni yapıyı kurumsallaştırıyor. şey daha çok ikinci soruda yanıt bu­ İşsizlik olarak algılanm ayan bu Dikkat edelim yapılan birçok dü­ luyor. durumu bu kadar ayrıntılı anlatm a­ zenlemede, bu yeni yasaların belirli m ızın nedeni, sözleşm eli-ücretli bir yıl haddini dolduranları kapsa­ Bu durumu açıklamak için yine öğretm enler üzerinden anlattığım ız madığı özenle vurgulanıyor. Bu du­ hafızalarım ızı biraz zorlamak gere­ bu tablonun aslında önümüzdeki rum ne yazık ki var olan haklara kiyor sanırız. Zira son 5-6 yılı şöy­ sürecin gençler açısından nasıl bi­ saygı gibi iyi niyetli bir amaçtan le bir hatırlayacak olursak, aslında çim lendirilmek istendiğinin de ödeğil, tersine oluşabilecek güçlü eğitim sitemine dair oldukça önem­ nemli ipuçlarını vermesinden kay­ tepkilerin yolunu işi sürece yayarak li değişim ler yaşandı. İlk olarak bu naklanıyor. süreçte okullardaki eğitim süreci­ önleme kaygısından kaynaklanıyor. 26


MAYIS'HAZİRAN 2006

nin uzatıldığını görüyoruz, önce il­ köğretim 8 seneye çıkarıldı, ardın­ dan liselerin 4 yıl olması zorunlulu­ ğu getirildi. Bu iyi bi şey tabi(î). Bunun yanında geçtiğim iz mart ayında birden bire 15 yeni üniversi­ tenin kurulması kararı çıktı. Böylece 1992’deki, benzer şekilde bir ge­ cede 21 yeni üniversite ve 2 ileri teknoloji enstitüsü kurma kararı -ki adları tabela üniversitesi olmaktan öteye geçemedi- ve paralel işleyen bir süreçte vakıf üniversitesi kura­ bilme izniyle birlikte, Türkiye 80 sonrası üçüncü büyük üniversite furyasını yaşam aya başladı. Yani gençler okumaya teşvik ediliyor(î). Herhalde bu aysbergin buzulla­ rın ışıltısıyla kaplı güzel yüzü, ama suyun derinliklerinde bırakalım bu eğitim atağı (!) için oluşturulmuş bir donanımın olup olmadığını, ter­ sine her yıl eğitime ayrılan payın gittikçe düşürüldüğü bir tablo yatı­ yor. Hızla sayısı artırılan üniversi­ teler aslında hem kendi içlerinde hem de bölüm ler bazında ciddi bir kastlaşm anm içine sürüklenmiş du­ rumda. Açık şekilde özel üniversi­ teler ve belli başlı devlet üniversi­ teleri sistemin devamı için gerekli az sayıdaki nitelikli iş gücünü üret­ mek için ayrılmışken diğer üniver­ siteler aslında var olan işsizliği en azından belli bir dönem için örtme işlevini görüyor. Aynı durum bö­ lümler bazında da geçerli, özellikle sosyal bilimlere verilen destek sıfı­ ra inmiş durumda, ancak birçok üniversitede on binlerce öğrenci bu bölümlerde eğitim görüyor. Bunun yanında hemen hemen her üniversi­ tede bir edebiyat fakültesi ya da ha­ len işsiz mezun sayısının 35 binin üzerinde olduğu bir ziraat ya da su ürünleri fakültesi bulmak mümkün. YoTun önceki sayılarında neo-liberal eğitim politikalarının amaçlarını ve üniversitelerde yarattığı tabloyu ayrıntılı biçimde anlattığım ız için bu konuyu derinleştirm eyi gerekli görmüyoruz. (Sayı:8, Eşitlikçi Çağ Sona Erdi) Ancak üstte anlattıkları­ mızı bütünlemek için vurgulanması gereken iki nokta var. Bunlardan il­ ki devlet üniversitelerindeki bu tab­

lonun yanında-karşısında, devletin özel üniversitelere hayli cömert bir destek verdiğidir. Mesela devlet va­ k ıf üniversitelerinin bütçesinin % 45’ini karşılamayı kabul ediyor, bunun yanında oldukça değerli ara­ zilerin bağışları hatta MEB Bakanı Hüseyin Ç elik’in yoksul çocukları­ nı devlet ödemesiyle özel liselerde okutma önerileri bu tablonun diğer parçasını oluşturuyor. İkinci olarak üniversiteler aynı zamanda sistem için önemli bir gelir kapısı oldu, Türkiye’ye özgü dev bir dershane piyasasının ÖSS sistemiyle sürük­ lenmesi, her yıl ÖSS başvuruların­ dan elde edilen gelirler v b ’lerinin ötesinde üniversiteler piyasa kural­ larına göre işleyen bir şirket olarak çalışıyor, bu sistemin geliri her aşa­ mada öğrenciler üzerinden elde edi­ liyor. Son olarak üzerinde sadece li­ beral kesimden sözler duymaya alı­ şık olduğumuz bir konuya değin­ mek istiyoruz: Beyin göçü. Kaçı­ mız farkındayız, bilm iyoruz, ama son yıllarda, ailesinden maddi des­ tek alabilecek durumda olan ya da bir şekilde aupair vb. yolları dene­ meye cesareti olan pek çok genç kapağı yurt dışına atmaya çalışıyor. Üstteki tablo düşünüldüğünde as­ lında çok da haksız görülem eyecek bu durum sessiz sedasız binlerce

C|Oİ

gencin yurt dışında yaşamaya baş­ lamasını getiriyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde gündemde olan göç­ men yasaları düşünüldüğünde, be­ yin göçünün neo-liberal paylaşımda gençlerin nitelikli, ama ucuz iş gü­ cü kapısı olarak görüldüğünü anla­ mak zor olmuyor. Diplomalı işsizlik yakın zaman­ da daha da büyüyen bir kesimin so­ runu olacak gibi görünüyor. Uzun yıllar “okusun, adam olsun” diye bel bağlanan eğitimin, artık hayal­ lere bir karşılık üretmediği açık, üniversite duvarları artık hem içinde hem de dışında büyüyen yoksullu­ ğun karşısında durmaya yetmiyor. Henüz çok ufak olsa da bu konuda başlayan kıpırdanışları görmek ge­ rekli. Bu adımları gerçekleştirenlerin birçoğu öğrencilik yıllarında devrim ci harekete oldukça uzak durmuş insanlardan da oluşuyor, ancak sanırız herkesin hayatında trajikom ik öykülere varan gerçek­ lik, üniversite içinde uzak durulanları hayatta yakın hale getiriyor. El­ bette bizlerin durumu bunun ötesin­ de kavraması lazım, çünkü yıllardır faaliyet yürüttüğümüz üniversitele­ rin duvarlarının nerede yıkılmaya başladığı, üstüne en çok bizim kafa yormamız gereken noktayı oluştu­ ruyor.

27


La t í n

A m e r í k a ç ik a r m a s i fîyşe Tcmsever

Latin A m erika'nın bir avuç finans kapitali yıllardır ABD ile se rb e st tic a re t an tlaş­ ması im zalam a m ücadelesi verm e kte dirler. Ancak daha orta burjuva d e dikle rim iz ise buna karşı Latin A m erika'yı AB ile bir b irlikte lik içine sokm a k istem e kted irle r. Ancak AB liderleri ile yapılan zirve neo-liberal politikaların artık başkalarına s u n u ­ lm a y a c a ğ ın ı, yabancı yatırım gelir diye ülkelerin ka n d ırılm a y a c a ğ ım gösterdi. Mayıs ayı ortasında Batı basını­ nın gözlerden uzak tutmaya, önem­ siz gibi göstermeye çalıştığı, oysa yoksul Latin Amerika ülkeleri ve merkez ülkeleri güçler dengesi açı­ sından önemli bir zirve yaşandı. Zir­ venin sonucu Ortadoğu’ya da yayıl­ dı. Latin Amerika ve Avrupa Birliği ülke liderleri Viyana’da bir araya geldiler. Dördüncüsü gerçekleştiri­ len bu zirvenin amacı Latin Amerika ülkeleri ile AB arasında ortak bir pa­ zar kurmaktı. Latin Am erika’nın bir avuç fınans kapitali yıllardır ABD ile ser­ best ticaret antlaşması imzalama mü­ cadelesi vermektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerimiz ise buna karşı Latin Am erika’yı AB ile bir birliktelik içine sokmak istemekte­ dirler. AB ile yapılacak bir birlikte­ lik ABD ile yapılacaktan daha bir az zalim olacaktır. Bu aslında dizginsiz bir sömürü yerine daha “adil” bir sö­ mürü anlamına gelecektir. Latin Amerika halkları açısından ABD’nin serbest pazarı kurma baskılarına kar­ şı durmak bir dövüş haline gelmişti. Geçtiğimiz yaz aylarında Arjan­ tin ’de yapılan toplantıda yoksul halklar Amerikan serbest pazarına karşı büyük gösteriler düzenlediler. Ve burada gerçekleştirilen protesto­ larla bu pazar suya düşmüştü. Sade­ ce birkaç gerici ülkenin ABD ile iki­ li anlaşm ası bazında kaldı ve ABD’nin tüm baskılarına karşılık yayılamadı. Bu toplantıda Chavez bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı. Ancak Latin burjuvaları AB ile yapı­ 28

lacak bir pazar için çalışmaları sür­ dürdüler. İşte Viyana’da yapılan son zirve bu konuda çok önemli bir an­ lam taşıyordu.

Zirve ö n c e si hazırlıklar ABD ve emperyalizme karşı yıl­ ların kahraman karşı durucusu Küba ve lideri Castro’ya son yıllarda Ve­ nezüella lideri Chavez katıldı. Bu yıl başında da ekibin sayısı Bolivya li­ deri Evo Morales ile üçe çıktı. “Karayip Korsanları” denilen üçlü arala­ rında yeni bir pazarın adımlarını at­ tılar. Chavez’in önerisi olan ALBA anlaşm asını imzaladılar. Bu yeni model ne artık gerçekleşmesi imkan­ sız olan Amerikan serbest pazarı idi ne de AB ile daha “adil” olacağı söy­ lenen kapitalist bir ekonomik birlik­ tir. Sosyalist bir “eşitlik” ilkesine dayalı sömürünün olmadığı bir pazar modelidir. Neo-liberal politikalara karşı, devletçiliğin ağır bastığı, ulu­ sal yeraltı ve üstü kaynaklarının Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ)sömürüsüne karşı korunduğu bir modeldir. Bu çerçevede her ülke diğerini sömür­ meden, karşısındakinin çıkarını ko­ ruduğu, yardımlaşma bazından, bir­ birini ezmeyen yok etmeyen, bir bir­ liktelik örneği oldu. ALBA kurucuları bu kurdukları çekirdeğe diğer ülkeleri de çeşitli şe­ killerde katmaya çalışıyorlar. Ana halkanın en yakınında Brezilya ve Arjantin durmaktadır. Bilindiği gibi bu ülkeler de neo-liberal politikala­ rın en acımasızını yaşamış ve fınans kapital sömürüsüne karşı durmaya

çalışan ülkelerdir. Bu dış çemberin etrafında da çekirdeğe doğru yakın­ laşma umutları olan ülkeler Peru, Ekvador bulunmaktadır. Kuzeyde Nikaragua bu çembere katılmak için elli kulağındadır. Sandinistlerin tek­ rar iktidara gelmesi ile bu gerçekle­ şebilecektir. Hatta yakındaki son se­ çimlerde Meksika bile bu halkaya katılabilir. Eğer ABD baskısının itil­ mesi başarılabilirse ya da çekirdek güç olduğu oranda da bölgedeki da­ ha gerici rejimler bile geri adım at­ mak zorunda kalabilirler. Bunu sağ­ lamak için Chavez bölgenin en geri­ ci rejimi, hatta Latin Amerika İsrail’i denilen Kolombiya lideri ile bile ilişkiler geliştirm ekte, bu ülkenin temsil ettiği ABD çıkarları kuşatıl­ maya çalışılmaktadır. Castro, Chavez ve şimdi de Mo­ rales sık sık bir araya gelerek güçlü bir ortak dövüş vermenin anlaşmala­ rını yapmakta, kararlar almaktadır­ lar. Sonuçta şimdi ortada 3 tür pazar modeli vardır. Chavez’in tabiri ile artık tarihe gömülen Amerikan ser­ best pazarı, AB ile yapılabilecek yer­ li burjuvaların istediği bir ekonomik pazar ve şimdi bu çekirdeğin ileri sürdüğü ve örgütlemeye çalıştığı ALBA pazarı. Elbette bu ülkelerin kendi aralarında kurdukları Mercosur ya da Ant anlaşmaları gibi çeşitli ekonomik, politik birliktelikleri var­ dır. Ama bizim sözünü ettiğimiz merkez ülkelerle planlanan birlikte­ liktir. Evo Morales, Castro ve Chavez ile görüşmesinin hemen arkasından


MAYIS'HAZİRAN 2006

CJOİ

1 Mayıs günü ülke doğalgazmı m illi­ leştirdiğini açıkladı. Doğalgazı çıka­ ran ÇUŞ’ları 180 gün içinde yeni an­ laşma yapmaya çağırdı. Yoksa onları ülkesinden atacağını açıkladı. Ulusal zenginlikleri çevre koruma koşulla­ rına göre işletmeyen, fahiş karlar al­ mayı sürdüren, makul bir kar aldık­ tan sonra gerisini vermeyen şirketle­ ri kovacak. Chavez de millileştirme­ ler yaptı. ÇUŞ karlarını kısıtladı. Hala onlara belirli şekillerde baskı altında tutuyor. Ama Venezüella Zirve Latin A m erika ülkeleri açısından başarılı bir zirve olarak değerlen­ petrol zengini ül­ dirilm elidir. İçlerinde sosyalist yolda olduklarım söyleyen, m illileştirm e­ ke. Dünyanın be­ ler yapan bu radikal ülkelerle bir bütün olarak durdular. Millileştirm e şinci büyük petrol ülkesi. Finansal eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. O rta k kalmayı başardılar. gücü var. şareti ile baksalar bile elbette pazar­ rol ve doğalgazın tüm halkların ol­ Oysa Bolivya Latin Am erika’nın lık güçlerini artırıcı bir olay olarak duğunun bilinci ve bunun doğurduğu en yoksul ülkelerinden biridir. Ve fisorumluk ile hareket edilmesi gerek­ da değerlendirmek istiyorlardı. nans kapital dayatmasına karşı da­ tiğini söyleyerek Chavez ve Mora­ AB ise kendi açısından Latin Ayanma olanağı az olan bir ülkedir. les’i sorumlu davranmaya çağırdı. merika ülkeleriyle böyle bir pazar Şimdi arkasında bu iki ülke ile böyle Kendi BP ve Shell Terinin petrol üpeşindeydi. Latin Amerika ülkeleri­ bir yola çıkmaktadır. Tüm Latin Azerindeki iktidarlarında ne kadar so­ merika ülkelerinin desteğine ihtiyaç nin ABD’nin serbest pazar koşulları­ rumlu davrandıkları sorulsa herhalde na direndikçe bıyık altından güler ve duyacaktır. Hele hele millileştirece­ bir yanıt veremezdi. el altından desteklerdi. ABD’nin ha­ ğini söylediği gaz şirketlerinden biri Ancak Latin Amerika ülkeleri ikomşusu Brezilya’nın yarısı devletin kim olmadığı bir pazar ile Latin Açinde gericiliği örgütleme çabasını olan Petrobras’dir. Böyle bir karar m erika’yı sömürme hayalleri kurar­ da elden bırakmadılar. Chavez, Cast­ Latin Amerika’da kurulmak istenen dı. Ancak şimdi ALBA gibi bir ör­ ro ve Morales politikalarına karşı ALBA birlikteliğine bile darbe aldırgütlenmesi olan, m illileştirm elere Meksika gerici lideri Fox’u öne çı­ tabilir. Çok sıkı durulması gerekli­ kendisini kapamamış ve bu “tehlike­ kartmaya çalıştılar. Finans kapitalin dir. ABD her an bu kararın karşısın­ nin” giderek tüm kıtayı kaplama eği­ da olmadık şeyler yapabilir. ünlü gazetesi Financial Times Fox ilimi olan bir Latin Amerika ile nasıl le yaptığı bir söyleşiyi baş haber ola­ bir ekonomik birlik yapabilirdi. Ancak daha da önemlisi Viya­ rak verdi. Fox bu liderleri popülist ABD’ye karşı kendini K af Dağı’nda na’da yapılacak AB ile Latin Ameri­ olmakla suçladı ve popülizmin halk­ gören AB şimdi ALBA’sı olan bir kı­ ka ülke liderleri zirvesi vardır. AB iların kurtuluşu olmadığının kanıtlan­ ta korkusu ile karşı karşıyaydı. le ekonomik birliğe bel bağlayan dığını söyledi. Yani nco-liberal poli­ burjuvalar tarafından da kullanılabi­ Zirve tikalar ile gelecek refah için başta lir. Böyle bir millileştirme geçmişi biraz halkın canının acıtılması gere­ Bildiğimiz gibi AB ülkelerinde olan Latin Amerika ülkeleri AB fikiyormuş. O biraz can acıtmaların ne nans kapitali ile nasıl anlaşacaklar­ bile neo-liberal politikalara karşı olduğunu Latin Amerika halkları ar­ dır? Bu anlamda bu millileştirme ka­ yükselen bir halk hareketi var. Özel­ tık çok iyi biliyorlar. Elbette Fox’u, rarının momenti de çok açıdan öleştirmeye kimsenin bel bağladığı Castro bir yana Chavez karşısında nemlidir. Tüm Latin Am erika’yı par­ yok. Hatta karşılık giderek yükseli­ bir kahraman yapmaya güçleri yet­ çalayabilir. yor. Buna rağmen AB liderleri özel­ mezdi. Ama başarısız bir deneme de leştirme, serbest pazar ve demokrasi Sonuçta Latin Amerika ülkeleri yaptılar. övgüleri yapmaktan başka bir şey bi­ bu son zirveye yalnız Amerikan pa­ lemediler. AB başkanlığını yürüten AB bir de Bolivya ile Brezil­ zarını tarihe gömmüş olarak değil, ya’nın arasını açmaya çalıştı. Belki Avusturya başbakanı millileştirmele­ aynı zamanda arkalarında AB ile ya­ Brezilya’nın Petrobras’mdan kalka­ rin güven ortamını zedeleyerek ya­ pılması olası bir ekonomik pazara rak AB petrol şirketleri de bir cephe bancı yatırımları kaçıracağını, asıl alternatif bir model sunan ALBA ile kalkınmanın açık ekonomilerde ya­ oluşturabilirlerdi. Morales bu hassas geliyorlardı. ALBA dışındaki ülkeler konuda biraz geri adım attı. Petrobşandığının kanıtlandığını kısık sesle her ne kadar bu yeni modele soru i­ ras’m 2.5 milyar dolarlık yatırımı isöyledi. Blair de hiç utanmadan pet­ 29


H ° l MAYIS'HAZİRAN 2006

çin bir şeyler ödenebileceğini söyle­ di. Lula’nm da7zaten karşı cepheden umudu yoktu. O îıer ne kadar iç po­ litikada neo-liberal politikalar yürütse bile dış politikada Chavez ve Castro cephesinde kalmanın daha uygun olduğunu düşünmektedir. Ar­ kasına Bolivya’daki petrol şirketleri­ ni alarak bir yerlere varacağı düşün­ cesini taşımıyordu. Açıkçası ALBA dış halkasında olan ülke burjuvaları açısından bile AB büyük bir çekici­ lik taşımaz hale geldi artık. Onlar Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha top­ lantılarında bu merkezlerin niyetleri­ ni görmüşlerdir. Ya da onlar da AL­ BA korkusu ile merkez ülkelerle da­ ha uygun koşullarda pazarlık edile­ bileceğini görüyorlardı. O nedenle Brezilya ve Bolivya’nın arası açıl­ madı. Olay Latin Amerika’yı böle­ cek bir boyuta yükselmedi. Zirveden bir sonuç çıktı mı? Ka­ muya yansıyan bir açıklama yapıl­ madı. Kendi aralarında bir kararlar aldılarsa bile bu yayınlanmadı. Şim­

di ki toplantılarda artık bu tür şeyler olağan oldu. Bir olumluluk oldu mu bağırılıyor. Basın toplantıları yapılı­ yor, Ama bir şey yoksa biz bir şey yapamadık, diye açıklamıyorlar. Zirve Latin Amerika ülkeleri açı­ sından başarılı bir zirve olarak de­ ğerlendirilmelidir. İçlerinde sosya­ list yolda olduklarını söyleyen, mil­ lileştirmeler yapan bu radikal ülke­ lerle bir bütün olarak durdular. Mil­ lileştirme eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. Ortak kalmayı başardı­ lar. Zirve neo-liberal politikaların ar­ tık başkalarına sunulamayacağım, ya­ bancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılm ayacağım gösterdi. Latin Amerika ülkeleri de aralarındaki AL­ BA ülkelerinin yeni millileştirmeleri­ nin arkasında durdular. Böylece saf­ lar daha keskinleşmiş olarak ayrıldı­ lar. Elbette bu Latin Amerika’da yeni millileştirmeler yapmayı yüreklendi­ rici bir sonuç doğuracaktır.

C havez g ö ste risi Zirve başka şekillerde de Vene­ züella tarafından değerlendirilmeye çalışıldı. Chavez yaptığı iki ayrı top­ lantı ile ilerici güçleri çeşitli şekil­ lerde örgütlemeye çalıştı. Bu toplan­ tıları biraz daha ayrıntılı vermek ge­ rekmektedir. Zirve, bikini giymiş çevreci gösterici ile magazin haberi haline sokulmaya çalışılsa bile Cha­ vez, Viyana’da yankıları Avusturya sınırlarını aşan bir konuşma yaptı. Arkasından bir benzerini Londra’da gerçekleştirdi. Chavez, Viyana’da zirve nede­ niyle Batı liderlerini protestoya ge­ len AB ülkeleri sosyal forumculaıı ve sol güçlerine seslendi. Chavez’in saat 18.00’de konuşma yapacağını duyan sol güçler erkenden toplantı salonunu doldurm aya başladılar. Chavez saat 22.00’de konuşmaya başladığında salon hınca hınç dol­ muştu. Dışarıda kalan 5000 kişinin görebilmesi için kameralar yerleşti­ rildi.

Chavez, ülkesinde 21 .yy sosyalizmini kurmaya çalışmasını, "biz tarih yazıyoruz" diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" teorisine saldırdı. "T arih budur" dedi. AB gençlerini bu tarihi yazmaya çağırdı.

Chavez, kızıl bayrakların sık sık sallandığı ve so­ nunda enternasyo­ nalin hep bir ağız­ dan söylendiği iki saat süren konuşmasında bir çok ko­ nuya değindi. Asıl olarak gençleri hedef almıştı. Ülkesinde 21.yy sos­ yalizmini kurmaya çalışmasını, “biz tarih yazıyoruz” diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği Fukuyam a’nın “Tarihin Sonu” teorisine sal­ dırdı. “Tarih budur” dedi. AB genç­ lerini bu tarihi yazmaya çağırdı. Em­ peryalizmin çevreyi kirleterek dün­ yamızı tahrip ettiğini söyledi. Ka­ dınların emperyalizmde parçalandığı ve sömürülerinin devam ettiğini dile getirdi. Amacı çevreci hareketten ka­ dın hareketine hepsini anti-emperyalist potada birleştirmekti.

Gençlerin her birini Che gibi mücadele vermeye çağırdı. Rosa Luxemburg’un “insanlığın önünde sos­ yalizm ya da barbarlık gibi iki seçe­ nek vardır” sözünü hatırlattı. Böyle­ ce anti-kapitalist ve anti-emperyalist 50


MAYI S ' HAZİRAN 2006 CJOİ

güçleri arkasına aldı. “Artık 50 yaşındayım. Benim neslim her gününü, her saatini ve da­ kikasını yoksulluktan, adaletsizlik­ ten, eşitsizlikten arınmış daha iyi bir dünya için harcamalıdır. Bu dünya sosyalizmdir. Bir tek gençliğin dev­ rim yapmak için enerjisi ve isteği vardır. Dünyayı kurtarmak için birleşelim. Hep birlikte bunu başarabili­ riz” dedi. (www.venezuelanalysis. com) Chavez, bu arada halkları da unutmadı. Aynı yoksul ABD vatan­ daşlarına yaptığı gibi yoksul AB va­ tandaşlarına da ucuz petrol verecek­ lerini söyledi. Onları da “Venezüel­ la’dan ellerinizi çekin” ya da “Vene­ züella’ya dokunmayın!” kampanya­ sına katmaya çalıştı. Chavez, daha sonra Londra’ya uçtu. Ama Şubat ayı içinde “ABD’nin bir pençesi” dediği B lair’i ziyaret etmedi. Londra Belediye Başkam ’nın özel davetlisi olarak sendi­ kacı, ilerici milletvekillerinin olduğu 800 kişilik bir topluluğa 3 saat ko­ nuştu. Bu konuşmada hedefi Bush ol­ du. Onun uluslararası suç mahkeme­ sinin katil olarak, jenosit yapan biri olarak yargılaması gerektiğini söyle­ di. Böylece ABD’yi direkt olarak karşısına bir kez daha aldı. ABD ve İngiltere’nin Irak’taki gibi bir ittifakı bu kez İran karşısın­ da kurmalarını engellemek için İran yanlısı açıklamalarda bulundu. Her ülkenin nükleer enerji geliştirmesi­ nin uluslararası bir hak olduğunu ve bunun engellenemeyeceğini söyle­ yerek İran’ın arkasına geçti. Bu ül­ kenin nükleer silah yapmak niyetin­ de olmadığına inandığını açıklaya­ rak eğer İran’a saldırırlarsa İngiliz orta sınıfının petrol fiyatlarının 100 dolara çıkma olasılığı nedeniyle ara­ balarını garajlarında bırakmak zo­ runda kalabileceklerini söyledi. Ay­ rıca bir tehdit yaptı. Eğer İran'a sal­ dırırlarsa ABD’ye petrol verme ko­ nusunu düşünebileceklerini söyledi. Yani eğer İran’a saldırılırsa ABD'ye bu kez Venezüella ambargo koyabi­ lecekti. Bütün bu nedenlerle yoksul halkları İran’a olası bir saldırıya kar­

şı halkları birleşmeye ve ülkelerinin bu politikalarına karşı koymaya ça­ ğırdı. “Biz sosyalistiz. Bu ruhumuzdan geliyor. Sevmeyen sosyalist olamaz. Emperyalizm son günlerini yaşıyor. Senden korkmuyoruz kağıttan kap­ lan” (ay) diye sözlerini bağladı. Cha­ vez, sanki B lair’e karşı bir muhalefe­ ti bizzat onun ülkesinde örgütlemeye çalışıyordu. İlerici İngiliz güçlerine cesaret vermeye çalışıyordu. Bir ka­ pitalist merkez ülkenin sınırları için­ de bir Üçüncü Dünya Ülkesinin böy­ le konuşması elbette çok çarpıcı ve yüreklendirici bir olgu olsa idi. Sonuçta Chavez aslında Latin Amerika ve AB liderleri zirvesini ba­ hane ederek AB ülkelerine bir çıkart­ ma yapıyordu. AB ülkeleri içindeki ilerici güçlere kendi ülkesini tanıt­ mak, orada yaptıklarını kabul ettirip onları yanma çekme savaşı verdi. L ondra’dan sonraki konağı A fri­ ka’nın kuzeyinde Cezayir ve Lib­ ya’dır.

Sonuç Bu zirveden AB şaşkın olarak çık­ mıştır. Bir hafta önce AB. ABD başkan yardımcısı Dick'Cheney’in tehditleri ile yüz yüzeydi. İran konusunda kendi­ lerine destek olmazlar, Rusya petrolü­ ne bel bağlarlar ve onunla iyi ilişkiler

içine girerlerse AB’yi “eski” ve “yeni” olarak böleceklerdir. Eski Yugoslavya ülkelerinden de bir ateş yakabilirlerdi. ABD bu tehditlerle AB’yi kendi gerici politikalarının peşine takmaya çalış­ mıştı. Şimdi ise Latin Amerika ülkeleri, Chavez ve Morales ile sosyalizm, mil­ lileştirmeler tehdidi ile gelmişti. Ne yapacaklardı? Şaşkındılar. ABD bu gel-gitli ittifakını iki atakla daha kendi yanında tutmanın son çırpınışlarını yaptı. Chavez’e mutlaka ders verilmeliy­ di. Bush ile ilgili bu sözleri yutulur cinsten değildi. Onun için hemen zirve sonrası Venezüella’ya silah ambargosu konulduğu açıklandı. Elbette bu ülkede bulunan F-16’ların kullanılmasını etki­ leyecektir. Ama Venezüella zaten çok­ tandır ABD silahı almıyor. Rusya ve İspanya’dan aldığı silahlar konusunda da ABD zaten çok gürültü koparmıştı. Sonuçta hem ambargolar dönemi geç­ miştir, günümüzde bunların bir işlevi kalmamıştır, hem de Venezüella ABD silahlarına muhtaç değildir. Ellerindeki F-16’ları da İran gibi bir ülkeye satabi­ lecekleri üst yetkililer tarafından açık­ landı. İran da zaten bunlann yedek parçasızlığmdan yakınmaktadır. ABD gene aynı gün ikinci bir karar aldı. Chavez öncesi Libya’ya yıllar önce koyduğu ambargoyu kaldırdı. Sanki 51


MAYIS'HAZİRAN 2006

medikleri için ve Rusya vs. gibi çeşitli başka faktörlerin etkisiyle olsa gerek İran’a yeni bir barış dalı uzattılar. Bu barış dalı özünde eski AB üçlü­ sünün önerisinden farklı değildir. Nük­ leer araştırmaları durdurma koşulunda en son teknik nükleer teknoloji verebi­ leceklerini açıkladılar. Oysa Ahmedinecat ve diğer İran yetkilileri hiçbir gücün kendilerini nükleer araştırma yapmak­ tan alıkoyamayacağını açıklamışlardır. “Biz altınımızı verip şeker almayız” de­ diler. Ama bu yazıda bizi ilgilendiren kısmı Latin Amerika zirvesinin üstlerin­ de bıraktığı etki arkasından İran politi­ kasında bir kez daha geri adım atıp ABD saflarından kopmalarıdır.

Kaddafı’nin Chavez ile anlaşmasının ze­ minini bozmaya çalışıyor. Bir uzlaşma yapmalarını kendince engellemeye ça­ lıştı. Bilindiği gibi bir zamanlar Kaddafı de Chavez gibi anti-emperyalist müca­ dele vermişti. Ve belki ortak yığınla şey bulabilirlerdi. Bu ortaklık konusuna, ABD kendine düşen kısmını kaldırıp aralanna bir engel koymaya çalıştı.

AB zirvede Latin Amerika’nın yü­ rüttüğü yeni politikalara, millileştirme­ lere, neo-liberalizm karşıtı politikalara alternatif getiremedi. Bu politikalara getirilen itirazları çürütemedi. Bu kar­ şısında gördüğü yükselen güce karşı ABD’nin sonradan aldığı kararın pek bir önemi yoktu.

AB şu anda yükselen Latin Ameri­ ka halkları dalgasının ve ona bağlı ola­ rak etkilenen Üçüncü Dünya Ülkeleri gücünü görmektedir. Bu güç karşısında ABD’nin bir başarı sağlayamayacağını kavramaktadır. Bu nedenle de saflarını ABD yanlarından karşıya doğru taşı­ maktadırlar. Chavez’in İran’a savaş açılması durumunda ABD’ye petrol am­ bargosunu düşünebilme önerisi AB fınans kapitalinin kara düşü olmaktadır. Hele millileştirmeler karşısında bu zir­ vede bir başarı kazanamamalan, Latin Amerika ülkelerini kendilerine bağlayamamaları onları dünyanın başka bir noktasında daha ılımlı olmaya zorla­ maktadır.

Hangi korkunun daha baskın gel­ Zirvenin hemen ertesi günü Latin diğini İran konusundaki yeni öneri or­ Amerika ülkesi Ekvador, ABD petrol taya koymaktadır. Belki İran sorunu­ şirketi Occidental’in mal varlığının nun Latin Amerika zirvesi ile doğrudan ABD gücünün bu yükselen yeni millileştirilmesi doğrultusunda karar bir ilişkisi yoktur, ama elbetteki dünya halk hareketini bastırabilme gücüne en aldı. Ekvador da zirveden yüreklen­ güçler dengesi açısından önemlidir. yakın dostlarının bile güveni yoktur. mişti. ABD bu işe hemen tepki göster­ Gerek Chavez’in İran’a saldırılırsa Yangından kaçmaya di ve Ekvador’u ser­ çalışmaktadırlar. Zirve Zirvenin hemen ertesi günü Latin A m erika üikesi best pazar anlaşmasın­ yalnız Latin Amerika dan çıkardığını açıkla­ Ekvador, A B D petrol şirketi O ccidentai'in mal halklarının başarısını dı. Halklar herhalde bu varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. göstermekle kalmıyor, karara en az millileştir­ aynı zamanda bunun Ekvador da zirveden yüreklenmişti. A B D bu işe me kadar sevinmişler­ dünyayı bile sarmaladı­ hemen tepki gösterdi ve Ekvador'u serbest pazar dir. ABD artık kendi ğını ortaya koyan bir kendinin altını kaz­ anlaşmasından çıkardığını açıkladı. Halklar herhal­ anlam taşıyor. Bu so­ maktan başka bir şey de bu karara en az millileştirme kadar sevinmişler­ nuçlar üzerinden önü­ yapmıyor. müzdeki günlerde AL-

dir. A B D artık kendi kendinin altım kazmaktan başka bir şey yapm ıyor.

Sonucu AB ülkele­ ri açısından da değer­ lendirmek istersek bir korku denilebi­ lir. Ama acaba Dick Cheney korkusu mu, yoksa Chavez’in kişiliğinde so­ mutlaşan başka bir korku mu?

52

ABD’ye petrol satışını gözden geçire­ bileceklerini söylemesi ve gerekse La­ tin Amerika’da yükselen sosyalist ha­ vaya karşı durma gücünü ABD’de gör­

BA çevresinde örgütle­ nen ülkelerin artacağını ve anti-emperyalist ve kapitalist politikalara karşı halk hare­ ketlerinin yükseleceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır.

17. 05.06


İRAN VE GÜÇLER DENGESİNDEKİ SON GELİŞMELER Ryşe Tcınsever

ABD Irak'a girerken aslında bölgeyi hedefliyordu. Irak'ın işgali b ittik te n sonra İran'a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini d e n e tim in e aldıktan sonra İran p e tro l­ lerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tü m bölge petrolü üstünde d e n e tim in i artı­ racaktı. Matta şim d iye kadar de ne tled iğ i 5uudi petrollerini de avucunun içine ala­ caktı. Bu nedenle Suudi A rabistan'daki üslerini bile te rk e tm işti. ABD öyle bir batağın içine girdi ki nasıl çıkacağını bilmiyor. Birbirini kesen, birbirine karşı çeşitli politika­ lar yürütüyor. Son günlerde bu politi­ kaların hepsini birden Irak’taki hükü­ met kurma çalışmaları ve İran olayla­ rı nedeniyle devreye soktu. Taktik alanda yeni bazı değişiklikler yaptı. Bunları biraz daha ayrıntılı işlemek son günlerde birbirinden kopuk gibi görünen dünya olaylarını anlamak açısmdan önemlidir.

Uzun sav aş Pentagon olağan 4 aylık ulusal güvenlik raporunu yayınladı. Burada güvenlik sorununun uzun bir savaşı gerektirdiği açıklandı. Uluslararası terör henüz denetim altına alınma­ mıştı. Ayrıca da Çin ABD’nin önünde karşısına çıkacak bir rakip olarak çi­ ziliyordu. Sanki bu raporu desteklercesine birkaç gün sonra Usame bin Ladin’in sesi El Cezire televizyonundan du­ yuldu. ABD bölgede yenilme doğrul­ tusundadır ve cihat güçleri başarı ka­ zanıyordu. Ayrıca tüm Müslümanlar, Batı güçleriyle dövüşe omuz vermeye çağırılıyordu. Filistin’de Hamas’ın zaferi övülüyordu. Sudan’da devlet güçlerine destek verilmesi çağrısı ya­ pılıyordu. Usame bin Ladin gene açıklama­ larıyla Bush yönetiminin yeni strate­ jik raporuna yardımlarda bulunuyor­ du. Uzun savaşın altını dolduruyordu.

ABD’nin kendisine düşman yaratma yalanlarına hizmet veriyordu. Ve de Hamas ve Sudan bu saflara çekiliyor­ du. Hemen Hamas ve Sudan devleti bu örgüt ile hiçbir ilgileri olmadığını, hatta birçok konuda ters düştüklerini açıklayarak karşı çıktılar. ABD’nin uluslararası terör ve yoksul halklar direnişini birbirine bağlaması aslında kendisi açısından tehlikeli bir politikadır. Eğer iki kav­ ram yoksul halklarda yer edecek olur­ sa ABD politikalarının altı daha fazla kazınacaktır. Özellikle Ortadoğu ge­ rici rejimleri böyle bir bağlantıdan korkmaktadırlar. Onlar hala terör ile halkları birbirinden ayırmaya çalışı­ yorlar. Uluslararası zeminde de Ha­ mas ile açıktan görüşmektedirler. Hatta Hamas’a Arap ülkeleri yardım yapma kararı aldılar. Hamas liderleri Türkiye ve Rus liderleri ile görüştü­ ler. Bütün bu gelişmeler ışığında, ABD istediği kadar Usame bin Ladin açıklamaları ile bunları engellemeye çalışsın artık bir başarı sağlayama­ maktadır. Usame bin Ladin’in bayra­ ğını çektiği uluslararası terörizm po­ litikası can çekişmektedir. Ne Rusya Çeçen sorunu nedeniyle, ne Çin Tibet ve Uygur Türkleri nedeniyle bu konu­ da ABD ile uzlaşmaktadırlar. Son olarak bu kervana Türkiye de katıldı. PKK’nin uluslararası terörist ilan edilmesi konusunda ABD ile ayrı kul­ vara düştük. Yani artık bu kavram, Usame bin Ladin ile özdeşleşen bu

kavram ABD politikasına hizmet et­ meyen, ülkeleri yanma değil, karşısı­ na alan bir işlev görmeye başladı. Ama ABD’nin zaman zaman bunu kul­ lanmaktan başka çaresi yoktur. Usame bin Ladin’in açıklamaları­ nın inandırıcılığını artırmak istercesi­ ne Ladin bandının hemen arkasından M ısır’ın turistik kendi Dahap’ta bir dizi intihar eylemleri yaşandı. 20’ye yakın turist öldü. Artık bu tür olayla­ rın arkasında ABD parmağı olduğu herkes tarafından bilinir duruma gel­ di. AB bile bu kuşkulu durumların ar­ kasında çok fazla durmaktan kaçını­ yor. Batı basını bile sıradan olay gibi yayınladı ve konu unutuldu gitti. İster inandırıcı olsun ister olma­ sın bu olayların ana amacı şudur: ABD, Ortadoğu ve dünya halklarına şu mesajı vermek ister. ABD uzun bir savaşa hazırdır. Bölgeden hemen çık­ maya niyetli değildir. El Kaide var ol­ duğu için onun da burada var oluş ne­ deni hazırdır. Böylece destek güçleri­ ni belki de rahatlatmak istemektedir. Uluslararası terör sürmektedir, öyley­ se bölgedeki Amerikan varlığı da sü­ recektir. Ve ABD bölgede uzun bir sa­ vaşa hazırdır. ABD bölgeden çekile­ cek diye “dostlar” değil, düşmanlar korksun. ABD bu açıklamaları ile bölgede savaşa devam edeceğini açıklamış olmaktadır. Uluslararası te­ rörizm politikası her ne kadar yıpransa da yine kullanılacaktır.


q O İ MAYIS'HAZİRAN 2006

ABD’nin bu politikasından büyük bir başarı beklediği düşünülemez. Zerka­ vi de Usame bin Ladin gibi eskimiş ve ömrünü doldurmuş bir taktiktir.

İran ve nükleer so ru n u

Zerkavi o rtay a çıktı Irak’ta El Kaide yoktu. Ama Irak Savaşı’nda durum iyi gitmeyince Usame bin Ladin’in Irak uzantısı oldu­ ğu söylenen bir Zerkavi çıktı. Yukarı­ da sözünü ettiğimiz bin Ladin ban­ dından bir gün sonra Zerkavi’nin ko­ nuştuğu bir video kaydı El Cezire te­ levizyonu tarafından yayınlandı. Vi­ deo yayınının ikinci zamanlama il­ ginçliği vardı. Yeni seçilen Irak baş­ bakanı Maliki’nin halka seslenmesi ile hemen hemen aynı anlarda Irak halkına sunuldu. Irak halkı Maliki’ye mi, yoksa Zerkavi’yi mi izlesin, şa­ şırdı. Zerkavi, Amman’da bir lüks otelde patlayan ve 60 Sünni’nin ölü­ müne yol açan olaydan sonra iyice gözden düşmüştü. Sesi soluğu duyul­ maz olmuştu. Şimdi tekrar ortaya çı­ kışı arkasındaki gücün çaresizliğinin işaretiydi. Zerkavi, video görüntüsünde yeni kurulacak Irak hükümetini “İslam dünyasının kalbine vurulmuş bir han­ çer” olarak değerlendirdikten, kurula­ cak hükümeti ABD’nin kukla hükü­ meti ilan ettikten sonra tüm Sünnileri, işgal güçlerine karşı savaşmaya çağırdı. Zerkavi’nin açıklamaları na­ sıl değerlendirilmelidir? ABD birleştirmek istediği güçlere karşı bir güç de yaratır. Ya ulusal bir­ lik hükümeti içinde bir araya geline­ cektir ya da karşıda düşman oluna­ caktır. Arası olamaz. Eğer ki Şiiler M

hükümete Sünnileri almazlarsa karşı­ larında Zerkavi olacaktır. Ülke Sünni, Şii çatışmasına girecektir. Hükümete onları almamak iç savaşı desteklemek demektir. Öte taraftan ABD’de tepe­ nin istediği gibi şekillenmesi için var gücü ile baskı yapacaktır. Şimdi hü­ kümet kurma çalışmalarında yaşa­ nanlar tam da böyledir. ABD müthiş bir baskı mekanizması kurmuştur. Farklı birçok gücü kendi potasında birleştirm ek istemektedir. Zerkavi dıştan bir abluka yapmaktır. Ayrıca bir de şu gerçeği unutma­ mak gerekir. Şimdi istifa eden Caferi, Mukteda al Sadr güçlerinin desteği ile başbakan adayı olmuştu. Bu neden­ le de kendisine karşı çıkıldı. Maliki de Caferi’nin sağ koludur. Belki de Zerkavi ile Maliki’ye şöyle bir mesaj­ da verilmek istenmektedir. Eğer ki o da Mukteda al Sadr güçlerine güvenir ve onları iktidara getirirse Zerkavi kozu mutlaka kullanılacaktır. Zerkavi güçleri al Sadr milislerine karşı dövü­ şeceklerdir. Zerkavi, Maliki’nin kula­ ğını bükmektedir. Sonuçta Zerkavi görüntüleri as­ lında ABD’nin Irak içinde iktidar ola­ madığının ve böyle karanlık güçlerle bir şeyler başarmaya çalıştığını gös­ termektedir. Oysa Zerkavi’nin Irak halkları içinde pek bir tabanı yoktur. Sünni direnişçiler ABD ile yaptıkları pazarlıklarda istenirse Zerkavi güçle­ rini birkaç gün içinde ülkeden temiz­ leyebileceklerini dile getirmişlerdi.

Yukarıda yazılan iki politik takti­ ğin en gündemde olanı ve henüz ken­ dini diğer iki taktikten daha az yıprat­ mış olanı belki de İran ve nükleer so­ runudur. Bu sorun üç anlamda önem taşımaktadır. Birincisi, İran’ın kendi­ si ile ilgilidir. İran’ın kentlere göç eden çok sayıdaki vatandaşı ve ekono­ misi açısından acilen enerjiye ihtiya­ cı vardır. Nükleer santralleri büyük bir önem taşımaktadır. Diğer ise, böl­ ge dengesi açısından önemlidir. Ve de son olarak, büyük doğalgaz ve petrol kaynakları dünya güçler dengesinin tam da ortasına oturmaktadır. İran do­ ğal kaynakları süperler arasındaki re­ kabetin odak noktası haline gelmiştir. ABD Irak’a girerken aslında böl­ geyi hedefliyordu. Irak’m işgali bit­ tikten sonra İran’a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini denetimine aldıktan sonra İran petrollerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tüm bölge petrolü üstünde denetimini artıracak­ tı. Hatta şimdiye kadar denetlediği Suudi petrollerini de avucunun içine alacaktı. Bu nedenle Suudi Arabis­ tan’daki üslerini bile terk etmişti. Tüm bu işleri yapmaya artık İsrail’in gücü yetmiyordu. Böylece onun yü­ künü üstlenmiş olacaktı. Ancak bu planların hepsi tepesi taklak geldi. Bölge petrolleri ve İran’ı bırakalım, Irak üstünde bile denetim sağlanamadı. Irak içinde iktidar ola­ madı, aksine Irak Şii güçlerin seçim­ leri kazanması ile bölgede İran’ın nü­ fusu arttı. Yani Irak Savaşı bölgede tam da ABD’nin istediğinin tersi yön­ de sonuçlandı. Bütün bunlar tüm böl­ gedeki diğer ülkelerin de baş kaldırı­ şını artırdı. ABD’nin sesi artık iyice dinlenmemektedir. Hamas’ın seçim­ leri kazanması bunun tuzu biberi ol­ du. Filistin’de Fetih iktidarı kaybetti, kendisine direnenler iktidar oldu. Hariri olayı ile Suriye’ye saldırı planları olgunlaştırılıyordu. Şimdi bu olay bi­ le gölgelendi. Suriye’ye baskı yapma


MAYIS'HAZİRAN 2006 C jjO l

g ü c ü e ld e n g id iy o r.

Temel olarak bölgede iki tane güç vardır. İran ve ABD. ABD çeşitli bi­ çimlerde İran’ı tehdit ediyor. Ona çe­ şitli saldırı biçimleri planlıyor. Nük­ leer silah yapacak olması bir korku haline dönüştürülüp BM’den yaptı­ rım, ambargo gibi cezalardan tutun­ da, nükleer alanların bombalanması­ na, hatta bizzat Irak üzerinden İran’a girmek gibi çeşitli şekillerde tehditler yapılıyor. Ancak İran bu konuda pa­ buç bırakmıyor. Gerek İran ruhani lideri Hamaney gerekse İran lideri Ahmedinecad ABD ve bölgedeki vuruş gücü İsra­ il’in tüylerini diken diken edecek laf­ lar etmektedirler. ABD’nin İran’a na­ sıl vuracağı tartışılıyor. Anlaşıldığı kadarı ile Pentagon, Irak’a yapıldığı gibi bir askeri saldırıdan yana değil­ dir. Irak’taki başarısızlıktan sonra İran’a saldırıya kalkışması bir çılgın­ lık olacaktır. Ortadoğu ülkeleri dahil kimse böyle bir olasılığa inanmamak­ tadır. İkinci olasılık İran nükleer sant­ rallerini vurmaktır. Bu da uluslararası zeminde bir çılgınlık olacaktır. BM ’yi ve uluslararası yasaları çiğne­ miş olacaktır. Irak ile çiğnemiş olma­ nın bedelinin altından kalkamaz iken bir de İran ile böyle bir şeye kalkış­ ması da böylece olanaksız görünmek­ tedir. Ama bu, İsrail eli ile yaptırılabi­ lir. İsrail uçaklarına hava sahası, yakıt gibi konulardaki yetmezliklerine des­ tek verilebilir. İsrail iktidar güçleri de buna hazır olduklarını dile getirmek­ tedirler. ABD, BM gibi çeşitli plat­ formlarda İsrail’in arkasında durma­ ya devam edecektir. Fakat tartışılan konu bunun İran üzerinde istenen sonucu verip verme­ yeceğidir. Gerçekten tüm nükleer alanlar bombalandığında sorun çözüle­ cek midir? İran Batı’nm savunduğu gibi nükleer bir güç olma yolundan alıkonulacak mıdır? Ya da bu kez İran bölgede ne kadar bir tehlike haline gelecektir? Bu saldırılar gerçekten onun gücünü azaltıcı mı yoksa aksine daha da artırıcı bir sonuç mu verecek­

tir? Hem ABD açısından hem de İsra­ il açısından bu soru ciddi bir sorudur. Ahmedinecad, İsrail ve ABD saldırı­ larına aynen karşılık vereceklerini söylemektedir. O zaman bu güçler bölgede karşılarında başka bir sıcak cephe açmış olacaklardır. Bunun üs­ tesinden gelmek konusunda Irak’taki güçler dengesinin üstüne çıkma du­ rumları yoktur. Üçüncü bir şık vardır. İran’ın am­ bargo altına alınması. En akla yakın görüneni budur. Ancak bu boykot ka­ rarı BM ’den çıksa bile sonuç olarak ne olacaktır? İran petrolünü kullanan ülkeler petrolsüz kalmaya ekonomik olarak dayanamayacaklardır. Dünya piyasalarında petrol fiyatları daha da yükselecek, global ekonomiler mali­ yetlerin artması ile zor durumda kala­ caklardır. Ayrıca bu olasılık ambargo­ nun tutmaması anlamına gelebilir. Ambargo koymak bir şeydir, onu uy­ gulatmak başka bir şey. Uygulanması konusunda baskı yapılamama durumu ABD ve Batı güçlerini uluslararası zeminde komik duruma düşürecektir. Üçüncü Dünya ve daha birçok ülke ile olan ilişkileri daha da gerilecektir, onlarda İran saflarına itilmiş olacak­ tır. Bu nedenler göz önüne alındığın­ da ABD’nin İran üzerinde bu üç ola­ sılıktan biri ile saldırması çok ciddi bir dünya olayı haline gelmektedir. İran uluslararası ilişkilerin ortasına oturmuş durumdadır. Peki, o zaman

ABD hala neden İran üzerine bu ka­ dar gitmektedir? Neden İran günümü­ zün bir numaralı uluslararası sorunu olmuştur? Tehdit araçlarının her biri yığınla sorun içermesine karşılık ne­ den hala böyle bir saldırı politikası güdülmektedir? Hatta olay Usame bin Ladin, Zerkavi gibi şaibeli güçler aracılığı ile daha da dallanıp budaklandırılmaktadır? Neden ABD bazıla­ rının istediği gibi bir dördüncü şık olan İran ile ilişkileri geliştirmemektedir? Neden AB gibi onu nükleer ener­ ji araştırmalarından caydırıcı teşvik­ ler yolunu seçmemektedir?

Tehdidin yararları Son günlerde ABD İran’ın nükle­ er silah üretme süresine bir değişiklik getirdi. Eski tahminlerde İran hemen önümüzdeki çok kısa bir süreçte bu silaha ulaşacaktı. Oysa Mayıs başın­ da açıklanan tahminlere göre İran an­ cak bir on yıl içinde nükleer silah el­ de edebilecektir. Bu tahmin değişikli­ ği ABD konusunda ipuçları taşımak­ tadır. En başta şu tespiti yapmak yanlış değildir. Ortadoğu ülkelerinin İran’ın nükleer silahından korkuları pek yok­ tur. Hatta İsrail elinde kendilerine yönlendirilen ve ipuçlarının ABD elinde olduğu bilinen nükleer silahlar Suudi Arabistan ve diğer ufak Körfez ülkeleri için daha bir tehdittir. İran’ın nükleer silah yapması onları ABD baskılarına karşı koruyucu bir özellik


C ] O İ MAYIS-HAZİRAN 2006

taşıyacaktır. Ya da başka bir değişle petrol üzerindeki sahiplikleri artacak­ tır. İran nükleer silahı tüm Arap ve Ortadoğu ülkeleri açısından koruyucu bir özellik taşımaktadır. İran zaten bu ülkelerin çoğu ile iyi ilişkiler kurmak istemektedir. Çoğu ile de saldırmaz­ lık anlaşması vardır. Ancak sorun nükleer silahın gerçekleşme başarı süresidir. Aslında İran’ın devrim lide­ ri Humeyni’nin nükleer silah yapıl­ maması için verdiği fetva vardır. Yani büyük bir olasılıkla İran nükleer silah peşinde değildir. ABD nasıl Irak’ta kitle imha silahlarını bir bahane ola­ rak yarattı ise şimdi de İran’da nükle­ er silah bahanesi yaratmaktadır. Bü­ tün bu soruların üstünde bir bilinmez­ lik perdesi vardır. Eğer gerçekten ABD’nin iddia et­ tiği gibi İran yarın nükleer silah yapa­ caksa o zaman Ortadoğu ülkelerinin İran çıkarları doğrultusunda tavır al­ maları kolaydır. ABD baskılarına bu sürede dayanılabilir. Ama eğer yeni açıklamalara göre bu iş bir on yıl ala­ caksa o zaman baskılara dayanmak için bu uzun bir zaman dilimi olacak ve işleri güçleşecektir. Bu durumda şimdiden ABD saflarında yer almakta yarar vardır. Sorun burada yatmakta­ dır. Mayıs ayında nükleer silah yap­ ma tarihinin uzak bir zaman dilimine atılmasının nedeni politik uzmanlara göre bu gerekçelere dayandırılmakta­ dır. ABD Irak’taki başarısızlığını İran’ın gelecekteki tehdidi ile örtmeye

çalışmaktadır. Eğer İran’ın nükleer silah yapma­ sı daha uzun bir zaman sürecinde ola­ caksa bölge ülkeleri daha uzun süre Irak ve Hamas’ın yarattığı güçler den­ gesi içinde boğuşacaklardır. Elbette ikisi de gerici rejimler açısından so­ runlar yaratmaktadır. Bölge yoksul hakları açısından Irak bir talim alanı haline gelmiştir. ABD’nin buradaki başarısızlığı bu güçleri yüreklendir­ mektedir. Birçok Arap genci Irak’a gidip bir Amerikalı boğazlamak sev­ dası ile yanıp tutuşmaktadır. Bölge ülkelerinin ABD çıkarlarına uygun politikalar izlemeleri karşılarına al­ dıkları halk kitlelerinin sayısını her geçen gün artırmaktadır. Bu iktidarla­ rın koltuklarında kalmaları zorlaş­ maktadır. Her biri Fetih kaderi ile karşı karşıya kalmaktan korkmakta­ dır. Hamas direnişi giderek tüm Orta­ doğu halklarına yayılma özelliği taşı­ maktadır. Hamas direnişinin başarısı halkların bilinçlerine yazılmakta, bi­ rer örnek olmaktadır. İş bu kadar basit değildir. ABD bunların farkındadır. Ama başka bir yol bulamamaktadır. Usame bin La­ din, El Kaide örgütü, Zerkavi bu karı­ şıklık içinde kendi suyuna hizmet edecek bir güç olarak geliştirilmekte­ dir. Halk muhalefeti bizzat Amerikan güçlerince örgütlenmektedir. Suudi Krallığı, Mısır, Ürdün gibi ülkeler halk muhalefetini bahane edip ABD’ye karşı her direndiklerinde bu

örgütlerden bir bomba patlamaktadır. Örgütlere bir komplo yapılıp bunlar telef edilmeye çalışılmaktadır. İsrail tarafından hazırlanan bir ra­ pora göre Irak’ta son 6 ay içinde ölen direnişçilerin 94 tanesi ya da (%61’i). Suudi vatandaşıdır. Ya da intihar bombalarının %70’i Suudiler tarafın­ dan patlatılmıştır. ABD raporlarında ise Suudiler direniş eylemlerinin ya­ rısından sorumludur. Bilindiği gibi intihar eylemlerinin çoğu Şiilere yö­ neliktir. ABD, Suudileri kullanarak Irak’ta Şiiler ve Sünniler arasında bir iç savaş çıkartmaktan kaçınmayacak­ tır. Eğerki Irak iktidarı kendi kuklası olmaz ve İran çıkarlarına hizmet eder, onun yörüngesinde davranırsa bu sa­ vaşı kışkırtacaktır. Şimdilik hükümet kurma çalışmaları sırasında baskı un­ suru olarak kullanılmaktadır. Burada eğitim yapan El Kaide güçleri Suudi içinde iktidara karşı dövüşmektedir­ ler. Krallığa karşı Suudi burjuvaları bu güçlere sürekli paralar taşımakta­ dır. Yani Irak, Suudi burjuvalarının krallığa karşı kullandıkları güçleri eğitme aracıdır ve ABD ile bu konuda ortaklık yaptıklarını tahmin etmek zor değildir. Aynı şekilde M ısır’ın tu­ ristik sahillerinde patlayan bombala­ rın arkasında karanlık, iktidarı zorla­ yan güçlerin olması büyük bir olası­ lıktır.

A m bargo ya d a teşvik İran doğal kaynakları dünya güç­ ler dengesinin ortasına oturmuştur. İran’la ilgili alınacak herhangi bir ka­ rar dünya büyükleri arasındaki reka­ betle birebir bağlıdır. Ayrıca Ortado­ ğu’nun en büyük ülkesi olması da bölgede çıkarları olanları etkilemek­ tedir. Öte yandan ABD, 1979 yılında Şah’m devrilmesinden beri İran’ı kar­ şısına almış, ilişkilerini kesmiştir. Ül­ ke içinde diğer ülkelerin çıkarları ge­ lişmiştir. Bu da ABD’nin ülkeyi içten etkilemesini zorlaştırmaktadır. Diğer ülkeler karşısında bu anlamda da de­ zavantajlıdır. Irak Savaşı’nda neredeyse koşul­ suz olarak ABD’nin arkasına geçen Rusya, Sovyetler döneminden kalan bu pazarını ve dolaylı olarak bölgede-

56


MAYIS'HAZİRAN 2006

daha çok ABD ile ortak davranma e-

ki etkisini kaybetmek istememekteA)r Tştrj'jrıJpr)

Jsr,ıj)ş0 trnjg}rt£>

olan etkinin yerini doldurmaya so­ yunmaktadır. Petrol konusunda iki ül­ kenin kaderleri de birbirine bir şekil­ de bağlıdır. Ortadoğu petrolü üstünde hakimiyet sağlayacak bir ABD ile baş etmek Rusya’ya çok pahalıya mal olacaktır. Bu nedenlerle Rusya, İran üzerinde Saddam’a benzer bir oyuna alet olmak istememektedir. ABD ve Çin, İran petrolü konu­ sunda birbirlerine tam rakiptirler. İki güçten birinin buraya hakimiyeti di­ ğerinin hiç işine gelmemektedir. ABD tüm bağırıp çağırmalarına, tehditleri­ ne karşılık Çin’i kendisinin aksine İran petrollerinden büyük paylar al­ maktan vazgeçiremedi. Ortadoğu ve İran’daki bir ABD aslında Asya kıta­ sında Çin ve Rusya karşısında bir ABD demektir. Bu nedenle iki ülke de BM’de İran’ın-yanında davranma­ yı çıkarlarına uygun görmektedirler. Rusya ve Çin, İran’ın yanında oynar­ lar, hatta bir de Hindistan’ı içlerine katmaya çalışırlar. Son olarak, ABD’nin Hindistan’a nükleer enerji verme sözü, bu karşısında büyüme potansiyeli olan ittifakı bölme çaba­ sından başka bir şey değildir. Renkli devrimler ile elden giden Orta Asya ülkelerine karşı bir denge unsuru kur­ ma amacını gütmektedir. AB içinde bölge ve özellikle İran, petrol ve pazar açısından önemlidir. Irak Savaşı sonrasında İran ile kurul­ maya çalışılan ilişkilerden ABD’nin baskıları ve karşılığında alman taviz­ ler sonucunda vazgeçildi. AB, gide­ rek sıkılaşma eğilimi taşıyan Çin ve Rusya ittifakı karşısında ABD’nin ya­ nma geçti. Ancak İran’ın direnmesi, Rusya’nın AB ve özellikle Almanya ile yaptığı doğalgaz anlaşmaları ve petrol vaatleri ile denge gene değiş­ meye başladı. ABD’nin Ortadoğu ve genel olarak dünya da güç kaybedi­ yor olması, AB’yi petrol ve doğal gaz çıkarları nedeniyle Rusya’nın yanma itmektedir. İran üzerinde ABD’nin yaptığı baskı onu Rusya ve Çin ile it­ tifaka zorlarken yanlarına AB’yi de alma salvoları yapılmaktadır. Bu eği­ lim son zamanlarda AB içinde artmış­ tır. Ancak Fransa bu konuda giderek

¡-y

ifA y ır tö ,

o-o'irde

riiğ ııtc

re’den daha da çok ABD ile bağlanma emelleri ortaya çıkmaktadır. Ya da Fransa yükselmekte olan Üçüncü Dünya Ülkeleri başkaldırısının enin­ de sonunda AB ve ABD ittifakını zor­ layacağını Afrika’daki sömürgelerin­ den iyi bir şekilde hissetmektedir. Eğer İran dünya güçler dengesine oturdu ise ve de ABD bu konuda ba­ şarı elde edemiyorsa bu kez dünyanın başka alanlarında güçlerin karşı kar­ şıya olduğu alanlar devreye sokulma­ lıdır. Sürtüşme üst vitese alınmalıdır. İran’da yetmeyen güç başka sürtüşme alanları devreye sokularak giderilme­ lidir. ABD böyle bir iaktiğe doğru adım atmıştır. Son günlerde yaşanan olayların her bir ucundan İran pazarlığı ortaya çıkmakta ve dünyamız çok ciddi bir dünya krizinin içine doğru sürüklen­ mektedir. Birkaç örnek vermek yerin­ dedir. İran konusunda BM görüşmeleri sırasında Hamas’a mali yardım da masaya getirildi. ABD ve AB bu ko­ nuda geri adım attılar. Fetih ve Ham as’ın aralarında anlaştıkları söylen­ di. Bu aslında Poısya ve bölge güçle­ rinin ABD ve AB ile aralarındaki gö­ rüş farklılığından bir tavize gittikleri­ nin işaretidir. Hamas’a kısıtlı ve ko­ şullu da olsa yardım çıktı. Bankaların işlem yapmasına izin verildi. Böylece Arap ülkelerinin -İran dahil- verdiği kredi yardımlarının önü açıldı ve ABD’nin Usame bin Ladin, Zerkavi ve Hamas bağlantısı olduğu planının bir işe yaramadığı ortaya çıktı. Orta­ doğu ülkeleri bu baskıyı şimdilik at­ latmış oldular. Pazarlığın tam olarak ne olduğunu bilmek elbette zordur. Ancak ABD, Fransa ve İngilte­ re’nin Suriye üzerinde yeni bir oyun peşinde olduklarını öğreniverdik bu arada. Bu üç ülke BM ’ye verilmek üzere yeni bir karar tasarısı üzerinde çalışmaktadırlar. Daha haber açıkla­ nır açıklanmaz Rusya, Suriye’den el­ lerin çekilmesi anlamına gelebilecek bir yorum yaptı. Sudan ve Darfur olayları günde­

C|Oİ

me oturdu. Afrika kıtasının ikinci büp ö i ) s . a X o j e . } &\qJ0^51wAş2X>-Ai*’ /' üîtpc'aüi UrUm araç ç n î açı­ sından çok önemlidir. ABD Soma­ li’den kovulduktan sonra Sudan’da da fazla tutunamamıştı. Arkasına giz­ lenen Kanada ve AB’li petrol güçleri de buradan çıkmışlar, Afrika Birli­ ği’nin askeri arabulucu görevinin ar­ kasına çekilmişlerdi. Güçler Ortado­ ğu’da yoğunlaştırılmıştı. Bölgeyi da­ ha çok Çin ve Rusya etkisine bırak­ mak zorunda kalmışlardı. Şimdi bu konu tekrar Darfur’da Sudan Arap hükümetinin bir jenosit yaptığı baha­ neleri ile gündeme getiriliverdi. Bir de Somali’deki sürtüşme yükseltildi. ABD bölgeye bizzat NATO güç­ lerinin girmesini zorluyor. AB ülkele­ ri ise buradaki ateşin içine girmek is­ temiyorlar. ABD ise İran konusunda eğer AB yanından kayacaksa onu böyle bir belanın içine alabileceği tehdidini yapıyor. Eğer ABD yenile­ cekse yanma AB ve NATO’yu da al­ mak istemektedir. Rusya ve Çin ile sadece İran konusunda değil, Sudan ve Somali konusunda da dövüşülmelidir. Bu dövüşte de AB’nin seyirci kalmasına izin verilmeyecek, o da ateşin içine çekilecektir. AB başka cephelerden de kuşatıl­ makta, eğer Rusya, Çin ve İran safla­ rında karar alırsa başka sürtüşmelerin gündeme geleceğini anlamalıdır. AB tehdit edilmektedir. ABD’nin ikinci adamı Dick Cheney’in Mayıs başın­ daki Kazakistan, Baltık Cumhuriyet­ leri ve Balkan ziyaretleri bu konuda birer hatırlatm a anlamı taşıyordu. Dick Cheney, Litvanya’da yaptığı ko­ nuşmada Rusya’nın insan hakları ih­ lallerini hatırlatarak, demokrasi ko­ nusunda yapabileceklerinin hepsini yapmadığını bir kere daha vurgula­ dıktan sonra petrolü AB’yi tehdit ara­ cı olarak kullanmasına izin vermeye­ ceklerini açıkladı. Böylece, AB ve Rusya ilişkilerinin kendi dışlarında gelişmesine izin vermeyeceklerinin sinyalini verdi. Başka bir değişle, eğer AB, İran konusunda taviz verir, Rusya petrol ve doğalgaz güvencesi­ ne bel bağlarlarsa ABD bu ilişkiyi Baltık ülkeleri ve başka kanallarla baltalayacaktır. Irak Savaşı’nda orta­ ya çıkardığı “Doğu ve Batı” Avrupa


q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

bölünmesini derinleştirecek ve AB’yi parçalayacaktır. Rusya ile AB’niıı arasına girecektir. Eğer bu da yetmezse eski Yugos­ lav ülkeleri tekrar karıştırılacaktır. Bu ülkeleri NATO’ya alma sözü verdi. NATO’nun gündeme gelmesi, bu ül­ kelerin örgüte alınması ne anlama gelmektedir? AB vurucu gücünün içi­ ne ABD yanlısı unsurların sokulması ve bu gücün denetiminin AB elinden çıkması anlamına gelen bir tehdittir. Avrupa Birliği’nin ABD karşısındaki silahı elinden alınıverecektir. Ya da bu ülkeler Sovyetlerin çökmesi son­ rasında olduğu gibi karıştırılacak, A B’nin hemen güneyinde sorunlu bir alan yaratılacak, Avrupa kanayacaktır. İran pazarlıkları sırasında unutul­ muş bir başka konu daha, insana ne­ reden çıktı bu, dedirtecek bir hızla gündeme geldi. ABD bir sivil toplum örgütünün Kuzey Kore’ye gıda yardı­ mı yapmasına izin verdi. Böylece sanki Çin’e bir taviz mi veriliyordu? Acaba bunun karşılığında ne isteni­ yordu? Diplomasi pazarlıklarının dehlizlerinde bunun mutlaka İran pa­ zarlığı ile ilgisi vardır. Belirli nokta­ larda bir zamanlar tıkanan pazarlık birden bir şekilde su yüzüne çıkıveriyor.

kabilecektir. Bunun da eski kararlar­ dan pek bir farkı yoktur.

İran c e p h e si Ahmedinecad sürekli olarak ABD ve İsrail’i karşısına alan birçok açık­ lama yapıyor. İran Körfez’de askeri tatbikatlar düzenliyor. Irak Kürtleri üzerine bombalar yağdırıyor. O da ciddi bir savaş sürdürüyor. Irak içinde kendisinden yana olan güçlerin ikti­ darda kalışlarını sağlayıcı önlemler almaya çalışıyor. Ahmedinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsancani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler ile ülkeyi yoksullaştırm alarına karşı yoksul halkların adalet duygusuna seslene­ rek büyük bir oy çoğunluğu ile iktida­ ra geldi. Ancak ABD’nin saldırıları ve globalleşme koşullarında temsil ettiği sınıfa refah dağıtması zor bir olgudur. Kimilerine göre bu sözlerini yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır. Halk huzursuzluğuna bir gerekçe göstermekte ve öfkeyi ABD ve Batı’ya yöneltmek için her fırsatta böyle konuşmaktadır. Ayrıca ülke içinde devrim lideri Humeyni’nin izinde bir denge kurmak için karşısına dikilen büyük dini liderlerin çıkarları vardır. Bu denklem içinde bir şey yapamamaktadır. Dış politika­ da bir çıkış aramaktadır.

lokost’un bir yalan olabileceği Orta­ doğu sıradan halklarının yıllardır ko­ nuştuğu konulardır. Ahmedinecad Batı’nm tüylerini diken diken eden ya da bazı kaynakların onu gülünç duru­ ma sokmasına hizmet eden bu açıkla­ maları ile Ortadoğu’daki anti-Amerikan, anti-emperyalist Batı karşıtı güç­ leri örgütleme mücadelesi vermeye çalışmaktadır. Böylece bölgede İsra­ il’e karşı bir güç oluşturmayı becer­ mek istemektedir. Halkları kendi gö­ rüşleri etrafında birleştirdiği ölçüde bölge gerici devletlerinin ABD ve Batı ile ittifakını zorlaştırıcı bir işlev yaptığı kesindir. Irak içinde Şii ve Sünni çatışmasını, ABD’ye karşı bir dövüşte birleştirmenin zeminini zor­ lamaya çalışmaktadır. Her ettiği laf ile Filistin direnişçilerine güç vermek­ te, Hamas’a destek olmaktadır. Lüb­ nan’da Suriye karşıtı güçleri sindir­ mekte, Hizbullah’m gönlüne su serp­ mektedir. ABD’nin kendisine karşı oluşturmaya çalıştığı Sünni cephesinin gücünü azaltmaktadır.

Bölgeden destek toplama girişim­ lerine bir de son günlerde PKK’nin üstüne attığı bombaları katmak gere­ kir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ne kapı açmaktadır. Onu Kürtlerin arka­ sında olan ABD’ye karşı kendi safla­ rına çekmeye çalışmaktadır. PKK so­ rununun TC ve ABD arasında önemli bir pazarlık konusu ol­ duğu düşünülürse Ahm edinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsan­ böyle bir bombalama Türkiye’ye büyük bir cani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler iie ül­ keyi yoksullaştırmalarına karşı yoksul halkların ada­ destek olsa gerektir.

Politik sahnede yaşanan bu gelişmeler, bu yazıyı kaleme aldı­ ğımız sıralarda İran konusunda BM top­ lantı sonucuna yansı­ Sonuç olarak dün­ let duygusuna seslenerek büyük bir oy çoğunluğu madı. Basma yansıdığı ya güçler dengesi Irak kadarıyla İran konu­ ile iktidara geldi. A ncak A B D 'n in saldırıları ve glo­ Savaşı sırasında bir sunda ABD bir adım balleşme koşullarında temsil ettiği smıfa refah da­ şekillenme süreci ya­ daha geri attı ya da var ğıtması zor bir olgudur. Kim ilerine göre bu sözleri­ şamıştı. BM toplantı­ olan pat durum bozul­ ni yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır. ları, merkez ülke tra­ madı. Söylendiğine fikleri artmıştı. Şimdi göre BM, İran’a teşvik İran üzerinde büyük bir pazarlık var. Bu tür spekülasyonların gerçekli­ ve ambargo kararı almıştır. Bu pazar­ ğini kestirmek zor olsa bile şurası bir lığın henüz bitmediği şeklinde yoDünya güçleri yeniden bir şekillen­ gerçektir ki, İran lideri Ortadoğu .rumlanabilir. Teşvik ABD dışındaki me süreci içindeler. Ama bu şekil­ halklarını ABD’ye karşı örgütlemek ülkelerin savunduğu şeydir. ABD ise lenme ABD’nin Irak’taki başarısızlı­ amacındadır. İsrail’in Ortadoğu’dan ambargodan yanadır. Bu konuda bir ğı ve bunun Ortadoğu’ya yansıması çıkarılması, onun neden bu bölgeye metinde henüz anlaşmaya varılma­ ile damgalıdır. Bu başarısızlığın ya­ yollandığı sorusu, eğer AB onu bu ka­ mış. Ya da pazarlıklar demek ki de­ rattığı yeni güçler dengesi tablosu dar seviyorsa neden kendi toprakla­ vam ediyor. Ancak şurası kesin gibi çizilmektedir. rında bir yer açmadıkları sorusu, Hoki, bir ambargo bile koşullu olarak çı­

12.05.2006 58


Sınıf mücadelesinin sorunları - J

SINIF DIŞI KÜLTÜREL ÖZNELERİN SINIF MÜCADELESİNE ETKİLERİ ÜZERİNE BİR ANALİZ Hasarı Oğuz

5ınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplum sal rolünü tüm üyle ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu dü­ şüncenin yanlışlığının tem eli şudur; em ek söm ürüsü üzerine kurulmuş olan ve serm a­ ye tahakküm üne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya devam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretm eye devam etm ek zorunda kalıyor. 1. Politika ile sınıf arasındaki ilişkinin aşınmış olması, moral ve kültürel değeri nasil etkilemektedir? Bugün sınıf çıkarları ile politika arasmda bir zamanlar kalıcı olan ilişkiler büyük oranda pörsümüş ve dağılmıştır. Kalıcı olması gereken bu ilişkiler böylece deformasyona uğrayarak artan oranda aşınmış oldu. Bunun başlıca bir kaç nedeni olduğunu sanıyorum; ilk ne­ den, politik ve ideolojik yapıların sınıf temelinden kopmuş olmasıdır. Bu kop­ manın aslında politikanın nesnel teme­ linden kopmak anlamına geldiği az çok bilinir. Kuşkusuz süreç büyük bir deği­ şime uğramıştır. Doğal olarak bu nokta­ dan sonra sürecin yapısında değişik dü­ şünceler boy vermiş ve buradan hare­ ketle bu ilişkinin bir kez daha yeniden kurulmasının olanaksız olduğuna iliş­ kin tezler gündeme getirilmiştir. Bu tezleri iki başlık altında şöyle özetleye­ ceğim; artık ne politika ne de ideoloji işçi sınıfı ile organik bir bağa sahip de­ ğildir! Dolayısıyla politik yapılar ile sı­ nıf yapıları arasında zorunlu hiçbir bağ yoktur! İşte sorunun tartışılması gere­ ken birinci noktası burasıdır. İkinci noktaya gelirsek; küresel kapitalizmle birlikte ’klasik işçi sınıfı’ndaki değişim

süreçleri nedeniyle proletarya, kapita­ lizmi dönüştürme dinamiğinden yok­ sundur! Başka bir ifade ile proletarya, kapitalizmin tasfiyesinde öncülük rolü­ nü yitirmiştir! Dolayısıyla sınıf müca­ delesinin asli öznesi proletarya değil­ dir! Proletarya bu nedenle devrimci ni­ teliğini de yitirmiştir vb...! Önce şu gerçeğin altını çizmek isti­ yorum. Elbette bu iki görüş hem çok yaygındır hem de bir o kadar yanılgılı­ dır. Yanılgı ile yaygınlık yan yana gel­ diğinde sorun toplumsal olarak devasa bir görünüm kazanır. Şimdi bu sorunları yakından mer­ cek altına almaya çalışalım. İsterseniz soruna ikinci noktadan başlayalım ve hemen bir soru ile devam edelim; bugünün dünyasında gerçekten sınıf yapıları değişime uğramış mıdır? Değişime uğramışsa bu değişim ciddi somlara yol açmış mıdır? Kuşkusuz bu somlara olumlu yanıt vermek gerekir. Yeni üretim sürecinin özellikleri, klasik kol gücüne dayanan sınıf yapılarını de­ ğişime uğratmıştır. Bu aslında ortak bir söyleme dayanır. Dolayısıyla bu yadsı­ namaz bir gerçeği de ifade eder. Sınıf yapısal ve kültürel olarak bölünmüştür. Bu bölünme ikilidir; ilki, sınıfın nesnel ilişkileri bağlamında ortaya çıkan bö­

lünmesidir. Ekonomi politiğin yasala­ rından kaynağını alan, dolayısıyla üre­ tim sürecinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yatay ve dikey bölünme­ den bahsediyorum. Bir de öznel-kültürel ilişkiler bağlamında ortaya çıkan bölünmeler vardır. Yani sınıf dışı deği­ şik kültürel etkilerle ortaya çıkan bö­ lünmelerdir söz konusu ettiğim. Başka bir ifade ile işçi sınıfının kendine özgü politik, ideolojik ve kültürel kaynakla­ rından kopartılarak, sınıf dışı öznelerin etkisi altında kalan bir nesnellikle ta­ nımlanabilir olmasıdır kastedilen. Bu anlamda eski işçi sınıfının çözülüşü nesnel bir gerçeği ifade eder. Üretim ilişkileri bağlamında ortaya çıkan sınıf yapılarındaki bölünmeler hakkında or­ taya koyduğum görüşler değişik yerler­ de ayrıntılı olarak incelendiği için şim­ dilik bu kadarla yetineceğim. Evet, değişimin ciddi sonuçları ol­ duğu açık. Ancak burada sorulması ge­ reken soru şudur; bu değişim biçimleri­ ne karşın sınıfın tarihsel rolü ortadan kalkmış mıdır? Dolayısıyla ‘elveda proletarya’ diyenler kendi tezlerinde haklı mı çıkmışlardır? Bu sorulara evet demek oldukça zor. Bu değişim süreçleri sınıfın oyna­ ması gereken rol de önemli sarsıntılar


c p ! MAYIS'HAZİRAN 2006

nokta da ortaya çıkıyor. Azami kannın üstüne kar koyarak üretimini aynı oran­ da daha da büyütüyor. Elbette şimdilik kapitalist üretimin karakteri bu tartış­ manın dışında. Ama üretimin karakteri nasıl olursa olsun bu kar marjı, dolayı­ sıyla sistemin tahkim edilişi, yine de emekçi sınıfların bu varoluşu üzerinden tanımlanıyor.

yaratmış olsa bile, işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin ileri sürülen yaklaşımlar ne düşünsel yapıda ne de yaşam prati­ ğinde doğrulanmış olduğu söylenemez. Yani sınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplumsal rolünü tümüy­ le ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu düşüncenin yanlış­ lığının temeli şudur; emek sömürüsü üzerine kurulmuş olan ve sermaye ta­ hakkümüne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya de­ vam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretmeye devam etmek zo­ runda kalıyor. Kapitalizmin zorunlu ya­ sasıdır bu. Onu ortadan kaldıramıyor ama, daha değişik bir sürece doğru evrimleştiriyor. Çünkü hem eşitsizlikleri derinleştiren hem de mülksüzleşme sü­ reciyle birlikte bölüşüm oranlarında de­ vasa farkları ortaya çıkaran kapitalist yapı, doğal olarak yalnız işçi sınıfının değil, aynı zamanda topyekün insanlı­ ğın da yıkımı anlamına gelmektedir. Kapitalist yapı, özel olarak işçi ve emekçi sınıfların, genel olarak da insa­ nın yıkımı, yerküre ortadan kalkmadığı sürece hem yıkan hem yıkılan bu özne­ leri de ortadan kaldıramıyor. Başka bir deyişle işçi sınıfı hem yıkan hem de yı­ kılan bir öznedir. Parçalanarak yenil­ mesi bir yıkım anlamına gelmektedir. Yani işçi sınıfının parçalanışı elbette bir yıkım paradoksudur. Ama bu onun or­ tadan kaldırılması demek değildir. vHer yıkım ekonominin doğal seyri anlamın­ da yeniden bir üretim hareketi ile bir­ 40

likte oluşmaktadır. Her zaman varlığın kendisi, genellikle varlığın devamının ön koşullarını yaratmıştır. Varlık böylece varlığın devamında kendisini bulur­ ken, varlığın devamı da varlığın varolu­ şunda kendisini bulmuştur. Bu ilişki di­ yalektik bir ilişkidir çünkü. Buradan ulaşacağımız nokta şudur; bir varlık ola­ rak kapitalizmin varoluşu, yine bir var­ lık olan işçi sınıfının varoluşu ile doğ­ rudan ilişkilidir. Kapitalizmin yaşamsal varlığı işçi sınıfının yaşamsal varlığına endekslenmiştir çünkü. Aksini düşün­ mek kapitalizmin varlığını da tartışmak olur. Ama buna karşın işçi sınıfının var­ lığı kapitalizmin varlığına endeksli de­ ğildir. Bunun nedeni işçi sınıfının kapi­ talizm olmadan da varlığını sürdürebil­ mesidir. Tarih bunu sosyalizm ile kanıt­ lamıştır. Oysa kapitalizm her yeni atı­ lımda ya da üretim faaliyetinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendi yaşam var­ lığı olan üretici işçiyi de üretmek zo­ runda kalması boşuna değildir. Onun zaten yakasından düşmeyen paradoksu da bu noktadır. Sonuçlara bakalım; sö­ mürü artan oranda yoğunlaşıyor. İşsiz­ lik yaygınlaşıyor. Savaşlar ve hastalık­ lar ile emekçi kitleler kitlesel yalnızlığa ve ölüme daha fazla sürükleniyor. Kısa­ ca ortada bir canavar vardır, ama bu ca­ navar yalnız tekil bir varlık.¡değildir, tersine o bir sistemdir. Kapitalizm bir yandan görünen bu sonuçlar ile emekçi sınıflan yıkıma uğratıyor, ama öte yan­ dan kendi varlığını daha da tahkim et­ mek için işçiyi üretmeye devam ediyor. Kapitalizmin temel krizi de zaten bu

Bütünüyle böyle bir varoluştan do­ layı hem düşünsel anlamda hem de pra­ tik boyutta, sınıfın nesnellikten kaynak­ lanan rolünün bırakın ortadan kaldırıl­ ması, tersine bu onu artan oranda önemli ve gerekli de kılıyor. Dahası in­ sanlığın bütününe doğru yaygınlaşan sınıfsallık, adeta 21. yüzyılın esas eğili­ mi haline geliyor. Bu eğilim, şimdilik nesnelliğin sınırlarında kalan, ama poli­ tik kültüre tecrübe edilemeyen bir kırıl­ ma yaşadığını yadsımayı elbette gerek­ tirmiyor. Doğrusu tartışmak istediğim esas noktalardan birisi budur. Ama yine de bu sürecin sonuçlarını doğru okumak her zaman önem taşır. Karşıt tezlerden ortak bir senteze git­ menin yolunun bu okumayı sağlıklı ya­ pabilmekten geçtiğini biliyorum. Doğal olarak burada nedensel iki temel olgu­ ya işaret edeceğim; ilk soracağım soru şu; kapitalist küreselleşmenin sonuçları kapitalist üretim sürecini ortadan kal­ dırmış mıdır? Başka bir deyişle küre­ selleşme süreci kapitalizme özgü bir derinleşme mi sağlıyor, yoksa kapita­ lizmden bağımsız bir süreç mi izliyor? Bu soru önemli. Zira bize anlatılan bü­ tün küreselleşme teorileri adeta kapita­ lizmden bağımsız bir varoluş gibi su­ nulmaktadır. Oysa görülebilen tüm ve­ riler, dolayısıyla kapitalizmin yasaları küreselleşme sürecini derinleştirirken, küreselleşmenin kendisi de kapitalizmi artan oranda insan yaşamının içine doğru derinleştiriyor. Böylece kapita­ lizm bir üst evrede yeniden vc yeniden üretiliyor. Elbette küreselleşme süreci ilişkileri çok daha yaygınlaştırmakta ve dünyanın en ücra köşelerine kadar bir vampir gibi kollarını uzatabilmektedir. Kuşkusuz bu kapitalizm demektir, onun yeni bir evrimi ve üst aşamada üre­ timi demektir, ama bu aynı zamanda kapitalizmden bağımsız bir küreselleş-


<

MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ

me süreci de değildir. Dolayısıyla üc­ retli emek (bu ister kafa ve hizmet ala­ nında isterse sanayii üretimi alanında olsun) düne göre artan oranda ve daha fazla aşırı sömürü ile karşı karşıya kal­ maktadır. Sınıf tablosundaki değişimle­ rin biçimi nasıl olursa olsun bu temel ortadan kalkmadığı için, işçi sınıfının organik sınıf yapısı, aynı zamanda her iki bağlamda sınıfın rolünü açığa çıka­ ran özneleri yeniden ve yeniden ürete­ bilecek temelleri buradan çıkarmakta­ dır. Yani şunu ifade etmek istiyorum; hem nesnellik (üretim sürecinde maddi olarak sınıfın yeniden üretilmesi, daha çok kol gücünün aleyhine büyüyen bir smıf tablosuna işaret ettiği halde) artan oranda kendini yeniden üretiyor hem de bu koşullar içinde politik kültür ağır bir kırılmadan geçiyor. Başka bir deyiş­ le, üretim sürecinde deneysel ve kültü­ rel olarak kendini yeniden üretmesi an­ lamında işçi sınıfı, çok daha değişik kültürel baskılanmalar ile karşı karşıya geliyor. Ancak unutulmasın ki bu yeni süreç aynı zamanda yeni imkanlar anla­ mına da gelmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendini üretecek temeli de yeni­ den buradan çıkarıyor. Elbette bu temel eskinin klasik bir tekrarı anlamına gel­ mez. Ama bu yeni bir üretim sürecinin sonuçlarında görülür.

de bu öngörü bir abartma olmasa gerek. Mesela bunun bir abartma olmadığını Latin Amerika ve Ortadoğu direnişi başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki direniş noktalarından çı­ karmak mümkün olsa gerek.

ğin jıem artı değer sömürüsünü yoğun­ laştırılmış bir tarzda büyüterek artı de­ ğer elde edilme süreçlerinin araçlarını yarattı, hem de sermaye görülmemiş düzeyde zenginliklere el koyarak azami kar grafiğini şişirdi ve böylece mülksüzleşmeyi alabildiğine emekçinin aYine de bunları biraz tartışmak ge­ leyhine büyüttü. Böylece ortaya devasa rekiyor: düzeyde bir varoluş biçiminden kay­ Küresel kapitalist sistem, daha ön­ naklanan çelişki ortaya çıktı. Çelişkinin ce de belirttiğimiz gibi elbette emek sü­ özü değişmedi ama, çelişki farklı 'b i­ recini ortadan kaldırmadı, ama bu süre­ çimler aldı. Farklılık onun derinliğinde ci değişken kıldı. Onu daha da yaygın­ ve genişliğindedir. Artık çelişkinin laştırdı. Yaygınlaşma sadece genişle­ merkezinde sadece işçi yok, ama bütün meyi ifade etmez, aynı şekilde ‘teknik insanlık var. Ancak bir şey daha var; ve bilimsel’ sürecin yeni dizilimlerini daha önce de belirttiğim gibi farklılık, de ifade eder. Araçlardan düşünce yapı­ sistemin çelişkiyi atlatamamasmda, do­ larına kadar hemen herşey değişmiştir. layısıyla onulmaz krizinde bulunmak­ Ancak emek sürecinde biçimsel deği­ tadır. Başlıca bu çelişkinin sistem içi şimler ne olursa olsun yukarıda belirtti­ çözümsüzlüğü ve derinliği bile, kapita­ ğim gibi bizzat sistemin kendisi emeğin lizmi devrimci yoldan tasfiye edecek onesnel varoluşunu ortadan kaldıramadı. lan halklaşan proletaryanın elini güç­ Onu oldukça değişime uğrattı. Bunlar lendiren en büyük olgusal temeldir. doğru. Ama onu yok edemedi. Egemen Kuşkusuz çelişki mutlaka bir şekilde yapının varlığı, doğrudan emek sömü­ çözümlenecektir. Ancak çelişkinin çö­ rüsüne dayanmaktaydı çünkü. Bu artan züm biçimi önemlidir. Çelişkiyi bütün oranda devam etti. Elbette emek soyut toplumu, canlıları ve doğayı ateşe ata­ bir kavram değildir. Canlı bir varlıkta, rak da çözebilirsiniz. Savaşlar çıkarımsı­ insanda anlam bulan bir varoluş biçimi­ nız, hastalıklar bulaştırırsınız, doğayı dir. Emeğin olmadığı yerde sömürü, iş­ katledersiniz, insanları açlığa mahkum çinin olmadığı yerde burjuvazi olmaya­ edersiniz, dahası modemize edilmiş bir caktı doğal olarak. Dolayısıyla sistemin şekilde yeni gaz odaları kurarsınız vb. varoluş biçimi, sınıf diktatörlüğüne da­ Bunlar da bir yoldur. Ama bunlar kapi­ İkinci noktaya gelirsek; kendini ye­ yanmaktan azade kalamazdı. Hücrele­ talizmin yıkıcı yoludur. Barbarlığa ve ni sürecin içinde şekillendiren Kapita­ rine kadar işleyen sömürü ve zulüm talana dayanan yoludur. Toplumun vah­ list Üretim Biçimi (KÜB) bir sistem diktatörlüğü devam etti. Kimin adına şi bir yolla topyekün yıkımı, aynı za­ dahilinde varlığını sürdürmekle kalma­ buıjuvazi adına, kimin için emekçi sı­ manda kendi yıkımım hızlandıracak omakta, ama aynı şekilde onulmaz bir nıflar için. Bütünüyle bunlar yeniden lan bir etmendir. Kapitalist sistem gü­ çözümsüzlük içine de girmektedir. birer doğru saptama olarak okunacaksa nümüzde modemize edilmiş baskıcı bir Kuşkusuz bu yeni değildir ama, ilk de­ eğer, işçi sınıfının konumundan kay­ yol dışında, daha değişik başka bir çö­ fa derin bir çözümsüz­ züm seçeneğine sahip lük halinin göstergesi­ değildir. Çünkü ekono­ dir. Çelişki bu defa kör­ minin zorunlu olan sü­ Küresel kapitalist sistem, daha önce de belirttiği­ düğüm haline gelmiştir. reci, başka bir deyişle Belli ki bu onulmaz bir miz gibi elbette emek sürecini ortadan kaldırmadı, insan iradesinden ba­ çözümsüzlük durumu­ ama bu süreci değişken kıldı. O nu daha da yaygın­ ğımsız olarak gelişen dur. Elbette böyle bir laştırdı. Yaygınlaşma sadece genişlemeyi ifade sermayenin yeni biri­ durum, salt sınıfın nes­ kim stratejileri, geçmi­ etmez, aynı şekilde 'teknik ve bilimsel7 sürecin nel zeminini güçlendirşin Keynesçi politikala­ mekle kalmıyor, aynı yeni dizilimlerini de ifade eder. Araçlardan düşün­ ra dönüşü olanaklı ol­ şekilde moral ve kültü­ ce yapılarına kadar hemen herşey değişmiştir. maktan çıkartmıştır. rel değerleri güçlendi­ Dolayısıyla kapitalizm, recek objektif koşullan devasa ve süreklileşen da olgunlaştmyor. Ancak bu hangi yol­ naklanan değişimler hangi biçimler akrizin girdabı içinde debelenmektedir. lardan geçerek ilerleyecektir, kuşkusuz lırsa alsın, emek ile sermaye ilişkisi bu Elbette tek başına böyle bir varoluş bi­ bu tartışmalı bir durumdur. sürecin ortak paydaları olarak devam eçimi bile halklaşan proletarya için mu­ Tartışmalı durum bir yana, herhal­ decekti. Bu çelişkili payda, ücretli eme­ 41


C J O İ M AYIŞMAZİRAN 2006

azzam olanak demektir. Ancak çözümün başka bir yolu da­ ha vardır. Onu da bilinçli proletarya gösteriyor; bütün insanlığı özgür ve mutlu bir dünyada yaşatacak projedir bu; ücretli emek sömürüsü ile birlikte özel mülkiyete son verecek, sermaye­ nin varoluşunu ortadan kaldıracak, bü­ tün baskı ve zor araçlarını tasfiye ede­ cek, insanın insanı sömürmediği bir sis­ temin varlığı ile birlikte başta sınıf ola­ rak kendi varlığını da sonlandırarak bü­ tün toplumu özgürleştirecek çözüm yo­ ludur. Bunun gerçekleşmesinin tek bir adresi vardır; halklaşan proletaryanın devrimci hareketi. Yani başında ve için­ de proletaryanın olduğu bir devrim. Ar­ tık proletarya halklaşmakta, halk da proleterleşmektedir. Evrim bu yolda ilerlemektedir. Şimdi en başa dönüp birinci soruya gelelim; gerçekten, sınıf çıkarları ile politika arasında var olan kopuş doğru­ yu ifade eden bir anlatıma mı dayan­ maktadır? Bu somya olumlu cevap ver­ mek gerekir. Elbette bu doğru bir anla­ tıma dayanmaktadır. Ancak gerek bu ilişkinin tesisi gerekse de sınıfın maddi güç olarak yeniden sınıf çıkarları eyle­ minde ortaya koyacağı hareket, kuşku yok ki sınıfın yeniden modem anlamda doğuşunu göstermektedir. Ya da göster­ mesi gerekir. Bu görüş doğruya en ya­ kın görüştür. Sınıfın değişim süreci içinde parçalanışı, aslında yeni bir tarz­ da büyüme eğilimini ortaya çıkardı da diyebiliriz. Yani geçmişte henüz emek­ çi sınıfların parçası içinde olmayan ara veya orta sınıfların büyük bir kısmı vahşi kapitalizmin yıkımı sonucu hızla emekçi saflara katıldı. Bu sınıfın geniş­ lemesinde oldukça önemli bir noktadır. Kapitalizmi dönüştürme potansiyeli siyasal-ideolojik oluşum düzeyinde belki zayıfladı, ama maddi güç anlamında onu daha da dönüştürmeye olanaklı kıldı ve büyüttü. Bunun nedenleri, dünyanın veya tek tek ülkelerin yoksulluklarında, eşitsiz gelir dağılımında, bölüşüm ve mülksüzleşme süreçlerinde okunabilir. Artık yer kürenin hemen her alanı sınıfsallığm dağılımı ile kapsanır olmuştur. Başka bir deyişle, dünya nüfusunun ne-v redeyse dörtte üçü, bu sınıfsallık içinde yer alan bir dünyaya doğru evrilmektedir. Yine de dönüştürme gücünün mad­ 42

di temeli genişlemiş olsa bile, sınıfın ideolojik-politik düzeyde kendini yeni­ den kurması ya da tanımlaması gerekti­ ği açık. Çünkü tek başına maddi güç ol­ mak, dönüşüm için yeterli bir neden olarak asla düşünülemez. Burada sınıfın maddi gücünü işlevli kılacak önemli koşullardan birisi, dünyalaşan işçi sını­ fı ve emekçi halkların kendisini, politik bir güç ile temsil edebilmesidir. Daha doğrusu nesnel gücün içine işlemiş olan moral ve kültürel değerlerin ideolojik-politik hedefler içinde birleştirilme­ sidir. Sınıf mücadelesi sorununda bütün mesele bu noktada yoğunlaşmıştır. Sınıfın ciddi bir konum kaybına uğradığı elbette yadsınamaz. Özellikle işçi sınıfının, moral ve kültürel değerle­ rinde ortaya çıkan kırılmasını kuşkusuz küçümseyemeyiz. Ancak bu moral ve kültürel değerlerde ortaya çıkan gerile­ melerin biçimi ne olursa olsun, kapita­ lizmin varoluşu sürdükçe erozyona uğ­ rayan değerlerin yeniden tesisi her za­ man olanak dahilinde olduğu gerçeğini kim yok sayabilir ya da ortadan kaldı­ rabilir? Çünkü o değerlerin büyüyeceği ve kendini yeniden üreteceği ortamın nesnel zemini, emekçi sınıfların bizzat kendi varoluşlarının içinde saklı değil midir? Her insan da olduğu gibi, işçi sı­ nıfında da bütün moral-külttirel değer­ ler içsel o'larak bünye içinde gizlidir. Önemli olan onu açığa çıkarmanın yolu­ nu ve araçlarını bulmaktır. Bilinç ve eğitim bunun ilk çözümleme yoludur. Kimi zaman grafikte ilerleme veya ge­ rilemeler olsa bile, her zaman bunu ye­ niden elde etmek olasıdır. Bunun altını özellikle çiziyorum. Sadece insan ana­ tomisi tanığımız değildir, tarihte tanığımızdır. Zira insanlık tarihi çok değişik aşamalardan geçerek ve kendisi için bütün olumsuz koşullara rağmen kendi yolunu her zaman bulabilmiştir. Bu as­ la kendiliğindenliğe bir çağrı değildir. Ama tarihsel deneyimlerin öğretisine atıf yaptığımız noktalardan birisidir. Po­ litika ile sınıf arasındaki ilişkilerin aşın­ mış olması, bu ilişkilerin yeniden tesis edilemeyeceği anlamına bu nedenle gelmez. Çünkü bu ilişkileri yeniden te­ sis edecek koşulların eskiye göre artan oranda olgunlaşmağa başlamış olması, aynı zamanda felsefı-düşünsel yapının inşasının harcı ve çimentosunun olgu­

sal varlığına işaret eder. Düşünce, varlı­ ğın içinde her zaman embriyon halinde bulunmuştur. Önemli olan onu işleyebilmektir. ‘Varlığın içine atılmışlık’ de­ nilen nokta da bu olsa gerek. Elbette hala ciddi düzeyde zorluklar sürmeye devam ediyor. Bunda kuşku yok. Ama burada önemli olan, yapısal anlamda nesnel konumlar ile moral ve kültürel değerler arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu ve bunu nasıl tanımlaya­ cağımız meselesinde düğümlenmiştir. İki yapı arasındaki ilişki bir yerde zo­ runlu olarak birbirlerini karşılıklı ola­ rak (olumlu veya olumsuz düzeyde) et­ kiler, biçimlendirir ya da ona yön vere­ bilir. Önemli olan bu biçimlendirmede kullanacağımız bilimsel yöntem ve aKaçlarm doğru seçimi ve doğru yöneti­ midir. Bu anlamda sınıfın lehine değer­ lerin büyüme eğilimi, biraz da hem ön­ cünün yaratıcılığında hem de emekçi sınıfların kendini yenileme dinamiğin­ de açığa çıkacak olmasında görülebilir. Kuşkusuz bu bilinçli bir çabayı gerekti­ rir. Asla kendiliğinden elde edilemez. Böylece bu süreçler kendi doğası için­ de proletaryanın kapitalizmi dönüştür­ me enerjisinin hem nesnel zemini hem de öznel zemini anlamında bir güç mer­ kezi olduğunun kanıtlarıdır. İşçi sınıfı hareketinin sürekliliğin­ de kırılma noktalarından birisi, farklı kültürlerin, ulusların ya da bölgelerin farklı özellikler taşımasıdır. Bu farklı kültürel varoluşlar, önceki dönemin ev­ rensel birleşme sürecinde dahi, ayırıcıkoparıcı noktaları işlemek durumunda kalmaktaydı. Bu onun baştan beri tarih­ sel varoluşu ve doğası ile ilgili bir özel­ liğidir. Dolayısıyla bu her zaman ol­ muştur. Ancak sınıf hareketi genel çı­ karlar temelinde,. demokratik bir işlev ve araçlar ile birleştirme zeminine sa­ hip ise, bu kültürel veya ulusal ayrım noktaları veya farklılıklar ne olursa ol­ sun, bu sınıf mücadelesi için ortak zen­ ginlikler olarak bir işlev görmeye de­ vam eder. Eğer bu durum hem demok­ ratik işlevin olmadığı bir nokta da hem de genel çıkarların egemenliği farklı kültürel yapıların yok sayılmasına yol açmış ise (ki geçmişte biraz böyleydi), bu varoluş hem ortak bir zenginlik ol­ maktan çıkar hem de tümüyle birbirle­ rinin karşısında şoven bir varoluşu te-


MAYIS-HAZİRAN 2006

CJOİ

tikler. Sömürgecilik karşısında anayurt­ ların işçi ve komünist hareketinin en azmdan önemli bir kısmının, sosyal şo­ ven tarihinde ortaya çıkmış olan kara lekelerin hala sürmeye devam ettiğini hatırlatabiliriz burada. Bu anlamda sı­ nıf hareketinde temel kırılmalardan bi­ risinin, hareket içine sokulmuş olan ırkçı-şoven motiflerin etkisel ağırlığı ol­ muştur. Aslında bu sorunun başlı başı­ na ve özel olarak incelenmesi gereken son derece önemli bir konu olduğunu geçerken hatırlatalım. Genel çıkarların sınıf için belirleyi­ ci olduğu ülkelerde (geçmiş süreçlerde) biraz farklı bir öz taşımıştı. İşçi sınıfı büyük sanayi fabrikalarında farklı kül­ türlere ve farklı ulusal öznelliklere rağ­ men toplu olarak hareket edebilmekte ve ortak sendikalarda-birliklerde örgüt­ lenebilmekteydiler. Kültürlerin biçim­ lenişinde dahi bunun belirli bir rolü hep olmuştur. Bu durum sosyalizm ile dü­ zenli bir ilişki sağlanmasına yol açmış­ tı. Bu başarı militarist baskılara, gerici yasalara ve bürokratik engellemelere rağmen başarılabilmişti. Burada evren­ sel bir dil vardı ve bu dil birleştirici bir dil haline dönüşmüştü. Zincir sınıfın genel çıkarlarıydı, halkalar ise değişik ulusal ve kültürel varoluşlardı. Şimdi bu dizilimde bir kırılma yaşanmıştır. Dahası bu dizilim tersine dönmüştür. Sorun da burada ortaya çıkmıştır. Farklı kültür ve ulusal konumlarda­ ki derinleşme evrensel sınıf çıkarlarını, özellikle büyük sanayi fabrikalarının dağılmasıyla birlikte görünmez kıldı ve sınıf kimliklerini baskı altına aldı. Ev­ rensellik, politik ve kültürel süreçte ana eğilim olmaktan çıktı. Aynı zamanda geçmişin evrensel pratiğinin bazı kötü mirası, şimdiki hareketin de adeta kefa­ reti haline dönüşmekteydi. Enternasyonallik fikri eskiden işçi sınıfı için sadece ülke ve ulus arasında değil, aynı zamanda dini, etnik, cinsi­ yetçi vb. gruplar arasında da birleştirici bir faktördü. Smıf dışı bu özneler ko­ lektif sınıf hareketinin büyümesini en­ gelleyen değil, onu destekleyen ve bü­ yüten süreçleri yaratmıştı. Çünkü her din, milliyet, cinsiyetçi veya ekolojik oluşumlar, kendi özgürlüğünü sosyaliz­ min bu evrensel özgürlüğü içinde gör­

me eğilimini taşıyorlardı. Oysa şimdi ayrıklaştıran / bölen bir faktöre döndü ve birbirine karşı süreçler yarattı. El­ bette bu yeni bir tarihi süreçtir. Prole­ taryanın birleşik hareketi geçmişte de­ ğişik, ama kuvvetli bağlara sahip olan toplumlarda ağırlıkla gerçekleşmişti. Toplumsal pratikte ortaya çıkan kurum ve uygulamaların sağlamlaştınlmasıyla yürümüştü hareket.

2. Sınıf hareketini dum ura uğratan yeni esaret bağları Sermaye küresel boyutta hareket ederken ve bu anlamda evrensel bir sü­ reci derinleştirirken emeğin evrensel dolaşımı yasaklandı ve emek ulusal çit­ ler içine hapsedildi. Emeğin ulusal çit­ ler içine hapsedilmesi hem genel çıkar­ lar yerine sınıf dışı toplumsal öznellik­ leri öne çıkardı hem de tikel sınıf çıkar­ larını. Zincirin halkalan zincirin bizzat kendisi olmuştu artık. Bu ise yeni bir kırılma anlamına gelecekti. Elbette işçi hareketi, aile, çevre, mülkiyet, farklı iş örgütlenmeleri vb. ta­ rafından sürekli olarak şekillendirildi. Yerel ve bölgesel bağlar (hemşericilik gibi), korkuyla işlenen ve TV kanalla­ rında pompalanan ‘ulus’ kimliği, farklı kültürlerin birbirine olan üstünlük pro­ pagandası vs. rejimin ısrarla üzerinde durarak işlediği argümanlardır. Bunlar kuşkusuz yeni bağları ifade etti. Bunlar rejimle emekçiler arasındaki çatışmayı asgariye çekmeyi amaçlayan kölelik bağlarıydı. Sınıf çatışmasının refleksle­

rini başka alanlar içine aktardı. Böylece bu bağlar dolaymışız biçimleri kapsadı ve pratikte ona uygun refleksleri yarattı. Geçmişte ‘insan hakları, dini öz­ gürlükler, demokrasi, birey hakları vb.’ gibi olgular bu bağlar içinde gelişmişti. Ancak yine de bunlar evrensel sınıf çı­ kartan bağını zayıflatamadı. Tersine onu etkin kıldı ve ona yaradı. Dolayısıy­ la toplumsal sınıf bağını güçlendirdi. Ulus, ırk, din, cinsiyet, ekoloji vb. bü­ tün bu bağlar, sınıfın sınıfsal kimliğine ve bağlantılarına kuvvet kazandırırken, sınıf hareketinin de dolaylı itici güçleri haline dönüşmüştü. Geçmişte bu bağ­ lar, sınıfın evrensel-toplumsal çıkar ilişkilerinde hem sınıfı düzene bağlayan esaret bağını yok edecekti hem de ken­ disini bu karmaşık bağlar içinde geliş­ tirme dinamiğini yakalayacaktı. Sınıf mücadelesine renk katarak ona ivme katacaktı. Sınıfın emek sürecinde yo­ ğun sömürü ve baskıya maruz kalışı böylece onun itici gücünü de devrimcileştirecekti. Oysa şimdi durum oldukça değişik. Bu dönemde kültürel varoluş biçimleri sistemle ilişkisinde sınıf için birer esa­ ret bağına dönüştü. Akrabalık, hemşeri­ cilik, bölgecilik, ortak dinsel ya da bö­ lünmez vatan söylemleri vb. bütün bunlar, sınıfın devrimci enerjisinin yö­ nelimini saptıran, gerici konumu derin­ leştiren ve sistemle uyumu emreden kölelik bağlarına dönüşmüş olmasını asla unutmamak gerekir. Son yıllarda özelleştirmelere karşı direnişlerde bile; 45


C |Q İ MAYIS-HAZİRAN 2006

özeleştirmelere hayır diyen işçiler bunu ‘vatan için özelleştirmeye hayır’ slo­ ganları ile karşılıyordu. Yurtseverlik ile anlatılan, vatanın tüm zenginliklerini ele geçirmiş bir avuç burjuva vampirin çıkarlarını savunmaya kadar ileri git­ mişti. Bunu ulusal faşistlerden liberal sola kadar herkes kışkırtıyordu. Tarih bu dönemde biraz tersine döndü. Dolayısıyla tersine dönen bütün süreçlerin maddi zemini yeni bir çık­ mazı insanlığın karşısına getirdi. O ne­ denle dün tersine dönen süreç bugün ve gelecekte tersinin tersine dönmek zo­ runda kalacaktır. Bunun başka bir yolu yok. Başka bir izah tarzı da yok. Arnıa elbette bu kendiliğinden olmayacaktır. Devrimci güçlerin tarihin içine yeniden ve yeniden soru çivilerini sokması ve süreci hızlandırması gerektiği açık. Ama yine de sorun karmaşıktır. Nihayet sınıf bir ‘ilişkiler ve süreç­ ler’ (E. P. Thompson) toplamıdır. Doğal olarak bu ilişkiler ve süreçler üzerinde salt insan iradesinin dışında oluşan üre­ tim / ekonomik ilişkiler bağlamında de­ ğil, aynı şekilde tarihsel deneyler ile kültürel oluşumlar bağlamında da etki­ li olmaktadır. Sınıfın elinde toplanan maddi güç dönüşüm süreçlerinde temel bir olguya işaret eder. Ama bu dönüşü­ mün kendisi için yeterli bir neden de­ ğildir. O nedenle dönüştürme hareke­ tinde oluşması gereken mutlak zorunlu­ luk şudur; sınıfın deneyimlerinden ha­ reketle sınıf bilincinin gelişmesi , sınıfın moral ve kültürel değerlere kavuşması

44

olmazsa olmaz koşulların başında gelir. Bu nokta da tarihsel olarak iki so­ run belirgin olarak ortaya çıktı; ilki be­ lirli sınıflar arasında var olan ayrımı be­ lirleyen ve sınıfları tanımlayan ölçüt­ lerdeki kaymalardır. Yani sınıf çıkarla­ rında ortaya çıkan sorunlar olarak... îkincisi de yukarıda özetle belirttiğimiz sınıfların hem oransal dağılımlarında hem de tarihsel ve kültürel değişimler­ de ortaya çıkan sorunlardır. Şimdi bunları değişik düzeylerde tartışalım. Önce smıf çıkarları sorunun­ dan hareket edelim. Bu sorun proletarya hareketi için hem temel bir sorundur hem de sınıfı tanımlayan ölçütlerden bi­ risidir. Çünkü sınıfın üretim sürecinde ekonomi ile ilişkisinde ortaya çıkan ya­ pısal konumlanışı sınıfın çıkarlar zemi­ nini de belirlemektedir. Ancak yine de işçi hareketi salt çıkarlar zemininden hareket edemez gibi geliyor bana. Çün­ kü yoksulluk veya zomnlu ihtiyaçlar gi­ bi bütün ekonomik gereksinmelerin her biri tikel (sınırı ekonomik olan) düzey­ de sınıf çıkarları zeminini gösterir. An­ cak bu tikel çıkarlar sınıfın sonal hedefi doğrultusundaki hareketin genel çıkar­ larına her zaman hizmet etmez. Son 25 yılın işçi hareketi deneyi ülkemizde bu­ nu gösterdi. Dahası kol işçiliğine (sana­ yi) dayanan ekonomik örgütlenmeler (sendikalar) veya bu temeldeki diğer arayışlar (konsey, meclis, işyeri temsilci­ likleri, şubeler platformu vb.) insan ge­ reksinmelerinde genel çıkarlar için ken­ di başına bir temel oluşturmadı. Tersine

sının ekonomizm-sendikalizmpdüzeyinde kaldı. Yani buradan politik bif sınıf hareketine kayma gerçekleşmedi. Kanımca şu sorular ülkemiz sınıf hareketi açısından cevaplandırılması gereken önemdedir; acaba bizim gibi ülkelerin tarihinde ortaya çıkan mutlak yoksulluk tikel sınıf çıkarlanmn mutlaklığma mı yol açtı? Yani yoksunluğun kader sayılması ve devlet için söylenen ‘ne eylerse güzel eyler’ gibi düşünce yapılarının özdeyişlerde anlam bulması acaba sınıfın talep ettiği çıkarların sis­ tem içine gömülmesinin mutlak sınırını mı gösterdi? Başka bir deyişle işsizlik ya da yoksulluk temeli veya tekil sınıf çıkarlanmn üst belirlenmesinde ortaya çıkan hassas sınır noktası, kendisinin (yani sınıfın) içe evrilmesinin esas öğe­ lerine mi dönüştü? Bunu bir iç kmlma olarak okuyabilir miyiz? Tarihsellik bir ayna ise bu aynanın bin bir parçaya bö­ lünmüş olmasını, dolayısıyla bu parça­ ların birleştirilme hareketini, kadere (tanrıya) havale ederek, dolayısıyla yoksulluk kültürünü etkin kılarak vb... bütün bunlar onun mutlak bir sınırına mı yol açtı? Bu sorulara hemen cevap bulmak zor belki. Kanımca cevaplar­ dan önce soruları doğru sormak daha da önem kazanmıştır bugün. Çünkü he­ pimiz biliriz ki, bütün bilimlerin geliş­ me tarihi önce sorular ile başlamıştır. Ama yine de arayışımızı sürdüre­ lim: Elbette kapitalizmin genel çıkarla­ ra düşman olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni proletaryanın özel mülkiyete son verme isteği ve emeğin sermayeye tabi olmasına ait bağların kesilmesi ta­ lebidir. Bu sınıf hareketinin genel çı­ karlarına tekabül eder. Dolayısıyla ka­ pitalizme karşı genişleyen her eylem bu genel çıkarlarla ilgili bir öz taşır. Bu ne­ denle kapitalizm, sınıfı ekonomik çı­ karlar (tikel veya yerel çıkarlar) sınırın­ da tutma eğilimini hep bu nedenle taşı­ mıştır. Bu eğilim bütün kapitalist ülke­ lerde ki burjuvazinin genel bir eğilim­ dir zaten. Ancak karşı direnişler için te­ mel olan bu nokta, her ülkenin tarihin­ den ve kültürel konumundan ileri gelen geleneksel yapılar için aynı sonucu do­ ğurmamışım Bunu ülkemiz açısından tartışmaya değer bir nokta olduğunu


MAYIS-HAZİRAN 2006 C J O İ

düşünerek söylüyorum.

ret bağlan yeniden gündemin belirleyi­ ci maddesine çıkarıldı. Ve bu eski bağ­ lar yeniden gündemleştirilerek sınıf ha­ reketinin aleyhine doğru gelişen süre­ cin önünü açtı.

met üretmiyor, aynı şekilde moral ve kültürel değerleri de üretiyordu. Zorun­ Daha önce de belirttiğimiz gibi lu gereksinmeler dışında pazarla ilişki­ mülksüzleşmenin artması, ücretli çalı­ si sınırlıydı. Oysa şimdi durum çok de­ şanların ve işsizlerin ortak yaşam ko­ ğişti. Evi ile işi arasında ki ilişki, adeta şulları vb. gibi öznellik­ evi ile pazar arasında ki ler, önceki dönemde var Geçmişte emekçiler ile pazar arasında dolaylı bir ilişkiye yerini bıraktı. olan esaret bağlarına ilişki vardı. Emeğini pazarda satıyor, bunun karşı­ Çünkü işten atılan iş­ karşın sınıf mücadele­ sizler veya yarı iş güç­ sinde ortak bir temel sında iş buluyor ve ücret alıyordu. O ücretle yeni­ leri, neredeyse nüfusun yaratmıştı. Hareket sis­ den yaşam için zorunlu maddeleri pazardan almak teme karşı yönelmiş ve için yeniden dolaylı olarak pazarla ilişki kuruyordu. yarısını oluşturur hale gelmiştir. Bu işsiz kit­ onu sorgular hale gel­ Pazar dolaşım ve tüketim alanıydı. Ü retici kapita­ leyle birlikte çalıştığı mişti. Ancak bugün halde geçinemeyenlerin lizmde emekçiler sınıfı kendileri için kurdukları Türkiye de büyük oran­ yedek iş talebi pazarı da ve belirleyici düzey­ yaşam biçimi daha çok üretim m erkezliydi. oldukça büyüttü. Yeni de eski esaret bağlantılı Evi ile işi arasında ki bir yaşamdı bu. işçi sınıfı artık pazarla ilişkilerin egemenliği, ilişkisi dolayındı ol­ mülksüzleşme sürecini bir yerde sınırlı Daha önce de belirttiğim gibi geç­ maktan çıktı ve dolaymışız bir ilişkiye da olsa frenleyen ekonomi dışı sektö­ mişte emek sürecinin belirleyici ilişki­ yerini bıraktı. Elbette pazar dediğimiz­ rün, başka bir deyişle kayıt dışı büyük lerinde eski kimlikler, yani din, aile, de sadece mal alım ve satımının ya da bir paranın dolaşımda bulunuşu ve ül­ milliyet, kadın vb. gibi sorunlar büyük emek satımının bir alanı değil, aynı za­ kenin uluslararası tekellerin saldırısına oranda ihmal edilmişti. Bu ihmale da­ manda ticarileşen yaşamın ‘üretim’ ve maruz kalışı gibi değişik nedenler, ya­ yanan konumlar, sonraki küresel kapi­ dolaşım alanı haline geldi. Çünkü artık şamın tümden ticarileştirilmesine yol talizm koşullarında yeniden diriltildi ve işçi, pazarın açıktan insafına terk edil­ açmıştır. Bu durum yeniden esaret bağ­ etkin bir özellik kazandırıldı. Sanayi mişti. Bu da kültürel değerleri aşındıran larını güçlendiren ve emekçi güçleri bölgelerinin sınırlandırılması, yoğun­ bir sonucu doğurmuştu. Kolektif yaşa­ sisteme bağlayan bir olgu olarak düşü­ laştırılan ticari iş hayatı, yaygın işsizlik, mı ve kolektif kültür ve ahlakı paralize nülmesi gereken bir noktadır. Kuşkusuz küçük ya da büyük taşra kentlerinde ki eden, bireyci kimliğin inşa edildiği bir bu modem anlamda proletaryanın dev­ iş ortamı, doğal olarak ortak iş tecrübe­ temeldi bu. rimci eneıj isini baskı altına alan bir di­ lerini, dayanışma kültürünü ve ortak zi nedenlerin başında sayılabilir. davranış biçimini de erozyona uğrattı. Elbette bütün bunlar karmaşık ta­ Bu durum insanlığa ait ortak kültürelrihsel bir durum göstergesidir. Gele­ Bizler yakın bir dönem öncesinde ahlaki değerleri de aşındırdı. Bu düzen­ neksel bağlarla örülmüş ve cendere içi­ dahi bu esaret bağlarının sınıf kimlikle­ siz ilişkiler bağına ek olarak, smıf dışı ne hapis edilmiş bir işçi hareketi, bu rinin lehine çözüleceğini öngörmüştük. kimliklerin gücüyle birlikte sosyalizme bağların gücünden dolayı, sosyalizme Biraz da kendiliğinden bir varsayımdı yönelen işçi hareketini de dumura uğ­ yönelim eğilimlerini baskı altına aldı. bu. Bunu orta ve uzun erimde elbette rattı. Dumura uğramak bir beyin sarsın­ Dolayısıyla işçi hareketi ekonomik ta­ yine öngörmek yanıltıcı olduğu anlamı­ tısıdır ve bir şok geçirme durumudur. leplerle sınırlanan bir ‘işçicilik’ sınırına na gelmez. Ancak şimdi sınıfın lehine İşçi sınıfı, özellikle sınıfın alt kesimleri takılıp kaldı. çözülmeyi sınırlayan (durduran değil) hala bu şok ve sarsıntının içinden çık­ yeni toplumsal koşulların ortaya çık­ 3. Sınıfın, toplumsal güç mış değildir. masını burada yeniden not etmek gere­ dağılımı ile politik güç kir. 20. yüzyılın son çeyrek yılı iki te­ Aynı şekilde insanlar kapitalizmde dağılımı arasındaki orantısız mel değişime işaret etti; bir yandan hızlı bir şekilde pazar ağı içine çekildi. ilişki üzerine Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile ütop­ Geçmişte emekçiler ile pazar arasında yaları söndüren bir bilinç yıkımına, di­ dolaylı bir ilişki vardı. Emeğini pazarda Her toplumsal grup gibi işçi sınıfı ğeri de küresel sermayenin artan oran­ satıyor, bunun karşısında iş buluyor ve da hem toplumsal gücü hem de politik da yeni üretim biçiminin doğal sonucu ücret alıyordu. O ücretle yeniden ya­ gücü temsil eden toplumsal bir öznedir. olan teknolojik sürecin yarattığı derin şam için zorunlu maddeleri pazardan Çünkü her iki güç, yani toplumsal ve sarsıntılarına neden olmuştu. Bu ilişki­ almak için yeniden dolaylı olarak pa­ politik güç işçi sınıfına ait bir nesnellik ler içinden yeni bir insan kimliği doğ­ zarla ilişki kuruyordu. Pazar dolaşım ve anlatımına dayanır. Bu işçi sınıfının do­ du; aletlerin kölesi olan, gündelik yaşa­ tüketim alanıydı. Üretici kapitalizmde ğasına ait bir özelliktir. Ancak toplum­ yan, TVTerin ideolojik bombardımanı­ emekçiler sınıfı kendileri için kurduk­ sal güç olma hali politik güç ile kendi­ na açık, insani değerlerinin kaybolduğu ları yaşam biçimi daha çok üretim mer­ ni tanımlamıyorsa ya da iki güç arasın­ ve adeta düşünmenin elinden alındığı kezliydi. Evi ile işi arasında ki bir ya­ da doğru bir orantı yoksa sınıfın değiş­ yeni bir insan tipinin ortaya çıktığı yeni şamdı bu. Elem işyerlerinde hem de sı­ tirmeye dönük hareketi sorunlu demek­ süreçlerdi bunlar. Bu nedenle eski esa­ nırlı da olsa evinde sadece mal ve hiz­ 45


q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

tir. Bilindiği gibi toplumsal güç .olgusu insan iradesinden bağımsızdır. Bağım­ sızlık bu yapının karakterine özgü bir varoluştur. Çünkü'toplumsal güç ilişki­ si genellikle üretim surecinde ki konu­ mu ile tanımlanabilir birşeydir. Dolayı­ sıyla ilk yapının kendisi (yani toplum­ sal güç olma), üretim hareketi içinde üretici güçlerin gelişmesi temelinde vü­ cut bulan bir güç temsiliyeti anlamına gelir. Doğal olarak toplumsal bir sınıf olan işçi sınıfı, üretim içinde belirli bir yere sahip olması ile tanımlanmaktadır. Onun varlığı ancak üretim sürecinde ki işlevi ile belirginleşmektedir. Proletar­ yanın toplumsallıkta vücut bulması; tü­ müyle üretim ilişkileri içinde ki bu ko­ numu ile açığa çıkmaktadır. Böyle olunca toplumu değiştirme amacında olan işçi sınıfı hem kendisi açısından hem de bütün toplum açısından, değiş­ tirme / dönüştürme hareketinde zorunlu olan ön koşulların hangi düzeyde içsel bir konuma (yani bilinç ve hazırlık an­ lamında) gelip gelmemesine bakılması gerekir. Bunun için yapılması gereken ilk şey bu güçlerin durumunu incele­ mektir. Ancak bilinç ve örgütlemeden bağımsız olarak zorunlu olan temel ko­ şullar, zaten baştan itibaren sistem tara­ fından sınıf yapısı içine reel bir gerçek­ lik olarak verilmiştir. Burada önemli olan dönüştürme sürecinde bu gerçeklik­ lerin hangi düzeyde ve nasıl olgunlaştı­ ğını veya olgunlaşacağını tespit etmek­ tir. Kuşkusuz kapitalizmin her saat ve her dakika çelişkileri büyütme zemini her koşulda onun olgunluk düzeyini göstermeye yetmeyebilir. Bunu dikkate almak gerekir. Burada bir başka nokta daha vardır; çelişkili zemine ait varoluş aynı zamanda ideolojik ve politik tasa­ rımların oluşumunda ki gerçeklik dere­ cesini ya da gerçekleşme derecesini test etmemize de neden olur. Demek ki çe­ lişkili zemin politik oluşumun gerçek­ leşmesinde yeterli bir temel değildir tek başına. Öyle olsaydı bu derece keskin­ leşmiş çelişkilerden otomatik olarak politik sınıf eylemleri doğardı. Böyle olmadığı açık. Bu kısa bilgisel açıklamadan sonra işçi sınıfının politik güç olma ilişkileri­ ne geçersek, aranan ilk koşul belki,, şu olabilir; değişik toplumsal gruplar gibi işçi sınıfı farklı kültürel oluşumların 46

varlığına ve etkileme derecesine rağ­ men, yine de kendisini birleştiren ortak sınıfsal kültürel bilinç etrafında buluş­ ması ve bu doğrultuda örgütlenmesi başta gelen ortak zorunluluklar içinde sayılmalıdır. Çünkü bütün farklı kültü­ rel oluşumlara karşın işçi sınıfı, kendi varoluşunun temel göstergelerinden bi­ ri olan kültürel ilişkilerden asla soyut­ lanan bir sınıf özelliği göstermez. Sınıf kültürü ile sınıfın varoluş biçimi arasın­ da yakın bir ilişki olduğu açık. İlişkiler ve deneyler üzerinden gelişen bir daya­ nışma kültürü bu yapının içsel bir öğe­ sidir. Bu dönemlere göre farklılıklar gösterse de bu onun bünyesel genlerin­ de ki bir varoluşa aittir. Kuşkusuz bu ilişkinin doğuşu tümüyle sınıfın üretim eylemi ile paralellik göstermesinden ileri gelir. Sınıfın toplumsal gücünü po­ litik bir güce dönüştürecek en temel ko­ nu sanırım buradan çıkarılabilir. Eski­ den meslek dayanışması ile başlayan ve giderek bir sınıf dayanışmasına dönü­ şen dayanışma kültürü önce nesnel-ekonomik yapının doğal bir sonucuydu. Şimdi smıfa ait olan bu dayanışma kül­ türü, yerini ağırlıklı olarak dinsel veya etnik (vb.) gibi benzer kültürel yapıla­ rın dayanışmasına bırakmıştır. Diğeri ise ikinci plana düşmüştür. Bunun asıl nedeni sermayenin yeni birikim ve üre­ tim strajesi ile ilgilidir. Ancak bu biri­ kim stratejileri şimdilik konumuz dışın­ da bir özellik gösteriyor. Yine de nesnel varoluş biçimi ortadan kaybolmadığına göre, ikinci plana düşen sınıfın bu kül­ türel yapısının (ki o aslında genel an­ lamda insanlık kültürünü de ifade eder) yeniden inşa edileceğini elbette yok sa­ yamayız. Başka hiçbir sınıfta veya de­ ğişik toplumsal özne de görülmeyen in­ sanlık kültürü, özsel olarak işçi sınıfın­ da bulunur ve buradan bütün topluma mal edinir. Çünkü insanlığın çıkarlar birliği hala temel bir önemdedir. Üste­ lik bu çıkarlar birliği salt ekonomik ala­ na özgü çıkarlar da değildir. İnsanlığın ortak değeri olan üretme ve üreme ye­ teneğinin doğal bir anlatımıdır. Yeni üretim ve birikim stratejileri bu dönem­ de hangi biçim alırsa alsın sınıf çıkarla­ rını yumaşatamadığı gibi tersine yerini daha da sancılı bir çelişkiyi bırkmıştır. Bu nedenle onu var eden çelişkili yapı bugün artan oranda devam etmektedir.

Burada yeni bir durum tespiti yapmak çözüm için önemlidir. Ancak şunun görülmesi gerekir; çı­ karlar birliğinde sınıfın öncü yapısı, ekonomik alan’la sistem yapılanması arasmda ki ilişki veya bağlantıyı doğru okuması mutlak zorunlulukların başın­ da gelir. Yani bunun ekonomik varoluş ile rejim arasında ki diyalektik bağlan­ tıların berrak bir anlatıma dayamnası gerekir. Zaten bu iyi okuma onun poli­ tik aşamada ki yeni bir düzeyini göste­ rir. Bu okumadan anlaşılması gereken nokta, sınıfın kendi iç yapılarında uzla­ şabilir çelişkili var oluşları asgariye in­ dirip hem sınıf çıkarlarını hem de aynı sınıf içinde değişik kültürel biçimleri engelleyen ve onu baskı altına alan sis­ tem ile arasında ki antagonist çelişkinin derinliğinde ortaya çıkan stratejik, do­ layısıyla taktik yapının inşasını zorunlu kılar. Bu hem yeni bir politik aşamayı gösterir hem de buradan yeni politik oluşumlara geçişi gerekli kılar. Bu kuş­ kusuz soyut düzeyde salt ekonomi ve politika birliğinin kurulması anlamına gelmez, aynı zamanda düşünsel ve ah­ laksal birliğin de kurulması demektir. Burada dikkat edilmesi gereken iki noktanın altını çizeceğim; ilki daha ön­ ce kısaca belirttmiş olduğum gibi, ye­ terli koşullar henüz gelişme aşamasın­ da değilse (burada daha çok örgüt ve bilinç sorununa vurgu yapıyorum), top­ lumsal sınıf hareketinin etkilerinin de sınırlı olacağıdır. Böyle olunca hareke­ tin başarısı da zordur. İkinci nokta daha da önemlidir; işçi sınıfı bu koşullar içinde ‘sınıfın kolektif yaşamı’ dediği­ miz yaşam biçimlerinin tümünü içsel­ leştirmemiş ise, başka bir deyişle, sını­ fı sınıf yapan öznelerin tümü kültürel yaşam biçimine dönüşmemişse (yani ideolojik, politik ve ekonomik alanda ki bütün göstergeler, sınıf için yeni bir kültürel yaşam biçimi haline gelmemiş­ se), elbette bu, o smıfı ortadan kaldır­ maz ama, mücadelenin kendisi sistemi dönüştürme ve kendisi ile birlikte top­ lumu da dönüştürme düzeyinde ki cid­ di kırılmaları ortadan kaldıramaz ve onları da bertaraf edemez. Dolayısıyla yerine olumlu anlamda başka bir şeyi de ikame etmesi son derece zordur. Sınıf yapıları incelendiği zaman


MAYIS-HAZİRAN 2006 C J O İ

karşımıza ikili bir ayrım çıkar genellik­ le. İlki sınıfın üretim sürecinde ki konu­ mundan kaynaklanan nesnel sınıf hare­ keti (ki birçoklan gibi Gramsci de buna bir yazısında ‘organik hareket’ der), ikincisi de sınıfın konjoktürel hareketle­ ridir. Yani geçici ve rastlantısal hareket­ ler olarak.' Bu tanımlama kaba bir ayrı­ ma dayanmadıkça doğru gibi gözükü­ yor bana. Kanımca sınıf dışı kültürel kimliklerin, ister organik sınıf yapısı üzerinde olsun, isterse sınıfın dönemsel veya konjoktürel hareketleri üzerinde ki etkileri olsun burada önemli olan bunlan doğru okumaktır. Nesnel ko­ numdan kaynaklanan organik sınıf ha­ reketi toplumsal bir öze ve tarihsel bir kimliğe sahip hareketlerdir. Dolayısıyla sınıfın gelecek kurgusu böyle bir hare­ ketin doğrudan varlığına bağlıdır. Bu­ nalımların ağırlaştığı dönemlerde çeliş­ kinin kendisi zorunlu olarak ister sis­ tem içi düzlemde olsun, isterse devrim­ ci yoldan olsun bu doğal olarak çözü­ mü zorlamadan edemez. Sistem içine çekilme ile devrimci yol arasında ince bir çizgi vardır. Bu tümüyle öncü yapı­ nın stratejik konumu ve becerisi ile ilgi­ li bir alanı ifade eder. Ancak hiçbir zor­ lama otomatik olarak politik sınıf hare­ ketini doğurmaz. Başka bir deyişle organik-nesnel sınıf hareketi, politik bir sınıf hareketine dönüşmede her zaman kolayca bir geçişi sağlayacağı anlamına gelmez. Bunun için bir dizi dışsal fak­ töre gereksinim vardır. Bu süreci engelleyen en büyük ne­ denlerin başında (öncünün konumunu şimdilik tartışma dışı bırakarak söyler­ sek) özellikle içinde yaşadığımız bu dönemde, dinsel, ulusal, etnik, ekolojik vb. gibi değişik ideolojik-kültürel kim­ liklerin etkin gücü gelir. Gelişme dina­ miği ile birlikte sınıf mücadelesi süreç­ lerinde görülen belirgin nokta, egemen yapıların derhal bu ideolojik kimlikle­ rin yaygınlaştırılmasında bütün araçları devreye sokmuş olmasıdır. Kuşkusuz bu kimlikleri egemen sınıf yapısının (burjuvazi) ürettiği veya yarattığı so­ nuçlar değildir ama, toplumsal bir ger­ çeklik olan bu yapıları maniple etmede görülmemiş bir başarıya sahip olduğu­ nu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kanımca Gramsci’nin ‘konjüktürel hareketler’ olarak tanımladığı geçici ve rastlantısal

hareketlerin, smıf dışı kültürel kimlik­ ler ile kolayca buluşması, başka bir de­ yişle sınıf harekatine daha kolayca bu­ laştırılması, ağırlıkla politik özden kop­ muş olan konjüktürel sınıf hareketlerin­ de görülmesi tesadüfi değildir. Mesela 1980 sonrasında hızla Hak-îş gibi din­ sel yanı ağır basan işçi hareketi ya da milliyetçi öze uygun sendikal yapıların devreye girmesi (geçmişte MİSK gibi ya da son zamanlarda Kamu Emekçile­ rinde görülen Kamu-Sen. vb. gibi) dö­ nemsel koşullarla ilgili olduğu kabul edilebilir. Ancak ne olursa olsun konjoktürün ürettiği yapılanmalar ile doğru bir ilişkinin kurulamamış olması, doğal olarak politik sınıf hareketini dumura uğratmıştır. Bu konuda çok fazla deney var. Özellikle bunun iki ağır sonucu ol­ muştur; ilki söylem ister dinsel, isterse milliyetçi düzeyde olsun, bu harekatler sonuçta ekonomizmi üretmeye devam etmiştir. Dolayısıyla sistemi aklama ve meşru gösterme.... Aynen DİSK söyle­ minde olduğu gibi. DİSK sol bir söy­ lem kullanmış olsa da, hareketin etki gücü ne olursa olsun, bu doğrudan eko­ nomizmi, reformizmi ve sisteme yedeklenmeyi üretmeye yol açmış ve on­ dan kurtulamamıştır. Bu sadece DİSK’in yanlış politikası ile ilgili de değildir. Çünkü DİSK asla doğru bir sı­ nıf kuramına hiçbir zaman sahip olma­ mıştır. İkincisi de daha çok radikal sos­ yalist yapıların çıkardığı sonuçlarda görülmüştür; aslında bu doğrudan bir tepki üretimidir. Dolayısıyla iradeye ol­ duğundan fazla vurgu yapılarak dar po­

litik bir söylem ya da yine Gramsci’nin dediği gibi aşırı bir ‘ideolojisizime’ ait vurgudur. Bunun değişik nedenleri ol­ duğu açık. Sonucu ya kendinden men­ kul marjinal yeni sendikal örnekler ol­ muştur ya da tamamı ile sınıftan elini eteğini çekmek biçiminde tezahür etmiş­ tir. ‘Bu sımf-bu halk adam olmaz’ dü­ şüncesinin sol içinde ki görünmeyen ama, derin bir iz bıraktığını kim inkar edebilir ki? Yapamıyorsan o zaman suçu işçi sınıfına yükleyebilirsin! Konumuz elbette sendikal hareketi değerlendirmek değildir. Onu şimdilik çok daha farklı bir irdeleme içinde ge­ lecek günlere bırakalım. Kuşkusuz bütün mesele geçmişi özlemek değildir, mesele şimdiki za­ manla gelecek zaman arasında ki ilişki­ yi doğru kurmaktır. Çünkü politik yapı­ ların, sınıf yapıları üzerinde hem tarihsel-kültürel boyutu ile hem de politik ve ideolojik boyutları ile derinleşememek-üretimsizlik (düşünce ve yapma tembelliği) coğrafyamızın adeta kaderi haline gelmiştir. Bir nokta daha var; o da hareketin sürekliliğini becerememekte açığa çıkan kırılma noktalarıdır.

4. Ufuksuz bir gelecek; sınıf hareketinin sosyalizmden kopuşu Bugün işçi sınıfı hareketinin kültü­ rel ve politik etkinliklerinde sosyalizme ilişkin düşünce ve eylem hedefleri iyi­ den iyiye zayıflamıştır. Bu durum doğal olarak sosyalist yapıların marjinalliğine 47


C J O İ MAYIS'HAZİRAN 2006

hem de kendi içinde ki birikmiş sorun­ yol açmış ve hareket sınıfsız politika­ cisinde görülen salt tikel çıkarlarla sı­ lardan kaynağını alan baskılanmalardır nırlanmış ve talep eden bir sınırda ka­ nın derin bir krizini yaşar hale gelmiş­ bunlar. Sanayinin değişimi ile birlikte lan emekçi hareketleri, bu karakterleri tir. Nesnel yapı ile öznel yapı arasında sınıf hareketi büyük oranda dağıldı. nedeniyle ne toplumsal dönüşümün iç­ ki ilişkinin kopuş seyri, her iki yapının Hareket ya bugün olduğu gibi kapitalist sel bir öğesi olmuştur ne de buradan da çıkmazlarına işaret etmiştir. Sendi­ pazarlık mekanizmasının baskısı ile devrimci bir sosyalist hareket mayalakalar ile işçiler arasında ki ilişkilerde ya nabilmiştir. Ağırlıklı olarak bu iki hare­ sistem içine daha da çekilerek çürütüleda her biri kendini bu iki ilişkinin için­ cektir, dolayısıyla sosyalizm bir yana ket toplumsal dönüşümü amaçlayan sı­ de yeni toplumsal olanaklardan yarar­ atılacaktır ya da bir yol bulup genişle­ nıf politikalarının dışında oluşmuştur. lanma talep eden bir süreç sosyalist ha­ yen ve farklılaşarak değişik renk alan reketi yeni çıkmazlara ve bunalımlara Kuşku yok ki KESK ve diğer işçi sınıf hareketi, inşa edilmiş ve yenilen­ sürüklemiştir. Çünkü böyle bir talep, sendikalannın, bu çıkarlar ve talepler miş sosyalist hareketin etkisi içine çe­ kapitalist üretim biçimini dönüştürme­ etrafında hareket etmeleri yadırganacak kilerek politik bir kimlik kazanacaktır. ğe dönük olmaktan çıkarak, salt tüke­ bir konum değildir. Hatta bu sınıf poli­ Temel insan ihtiyaçlarından yola çıkan tim düzeyinde bir yaygınlaşma göster­ tikalarının ya da politik sınıf hareketi­ ve kendini asla mekanik bir tarzda ‘ümektedir. Bu ise hareketin devrimci ni­ nin ortak temel kaynaklandır. Ancak bu retim’ noktalarına hapis etmeyen bir sı­ teliğini aşındıran ve sahneye hızla re­ temel kaynaklar kendini tikel çıkarlar inıf hareketinin doğuşunu olanaklı gör­ formcu mantığın girmesine yol açan bir le sınırlama noktasına kaydırmış ise, mek asla abartılı bir öngörü değildir. gelişme demektir. Doğaldır ki böyle bir başka bir deyişle genel çıkarlardan ko­ Bunlar insanın insanı sömürmeyeceği anlayış sınıf hareketini, dolayısıyla po­ pan bir varoluşu ortaya çıkarmış ise so­ bir dünyaya son veren, kesinlikle sını­ litik sınıf hareketini, gerek siyasal alan­ runlar da bu noktada başlamış demek­ fın gündeminde olan mülkiyet sorunu­ da gerekse kültürel alanda özgürleştire­ tir. Çünkü bu temel kaynak ile kendini nu çözen, barışa ve özgürlüğe adanmış mez. Tersine hareketi daha da bağımlısınırlayan ve yoluna böyle devam eden yaşam talepleri gibi temel talepleri sı­ laştıran bir kırılma noktasını ortaya çı­ bu hareketler, asla sosyalist bir politika­ nıfın diğer talepleri ile birleştiren bir kartır. Böylece politik hareket sınıfı salt nın, dolayısıyla politik bir sınıf hareke­ talep eden, yani işverenden veya dev­ nokta, modem sınıf hareketinin geliş­ tinin esin kaynakları olmayı hiçbir za­ mesini de olanaklı kılan noktalar ola­ letten talep eden liberal bir çizgiye çe­ man başaramazlar. Toplumsal dönüşüm ker ki, bunun en iyi göstergesi devrim­ rak sayılabilir. yerine daha da sistem içine çekilirler. ci temelde büyüyen ve gelişen Kamu Bütün sorun bu kaynakların, iş ve üc­ Sınıf hegemonyası nasıl tesis edile­ Emekçileri Hareketi’nin karşılaştığı so­ retli emeğin tecrit oluşunu nasıl ve han­ cektir, bütün soran buradadır. Bunun runlarda görülmüştür. Elbette başlıca agi yollardan yürünerek aşacağını ve bu temel yollarından birisi, sosyalist hare­ macımız bu hareketi değerlendirmek kurumlarla nasıl bir ilişki kurulacağı ketin anlaşılır bir programı dayanıyor değildir. Bir noktaya işaret etmektir. sorununda düğümlenmiştir. olması ve parçalanmış güçleri birleştir­ KESK’in hızla liberal bir çizgiye çekil­ me yeteneğine sahip esnek bir eylem Sınıf hareketinin içinde bulunduğu mesinin böyle bir tarihsel arka planı ol­ programının yaratılmış olması tartış­ bunalım henüz kalıcı bir çözüme ulaş­ duğunu unutmamak gerekir. Böylece manın bir yoludur. Ancak bu nasıl ola­ madığı için sorun ağırlaşarak devam etalep etmek amaç hedefine dönüşmüş, caktır? Elbette elimizde sihirli bir değ­ diyor. Bunun bazı doğal sonuçları ola­ asıl hedef ise ortadan kalkmıştır. Ger­ nek yoktur. Şimdilik sorunun bir cephe­ cağı açık. Burada bazı tespitleri yap­ çekte toplumsal dönüşümler, tikel ta­ si olan politik inşa sorunu bu yazının mak gerekir; işçi hareketinin kendi po­ leplerle sınırlandırılarak ona indirgen­ dışında bir özellik taşı­ diği zaman, hareket zo­ yor. Üzerinde düşündü­ runlu olarak sistem iğümüz esas nokta sınıf çinde reform hareketine Sınıf hegemonyası nasıl tesis edilecektir, yapıları ile ilgili olanı­ dönüşür. Bu ise hareke­ bütün sorun buradadır. Bunun tem el yollarından dır. Kanım şu; bütün ti­ tin tarihsel olarak yıkı­ kel çıkarlara karşın sı­ birisi, sosyalist hareketin anlaşılır bir programı mı demektir. dayanıyor olması ve parçalanmış güçleri birleştirme nıfın politik ilerleme­ Son yılların en ösinde temel olan nokta, yeteneğine sahip esnek bir eylem programının nemli toplumsal hare­ sanırım tikel çıkarları yaratılmış olması tartışmanın bir yoludur. ketleri, yani ulusal, et­ genel çıkarlarla birleşti­ nik, ekoloji, kadın hare­ ren ve sınıfın düşünce A ncak bu nasıl olacaktır? ketleri (vb), genellikle biçimlerini de belirle­ örgütlü sınıf çıkarları­ yen kültürel oluşumla­ nın dışında oluşmuştur. Ayrıca sınıf çı­ rın nasıl bir sınıf kimliğine doğra evirilitik kuramlarına yönelimlerinde hare­ karlarının referans alındığı sınıf hare­ leceğini de hesaba katan ara bir nokta­ ket her iki yöne de kayabilir. İşçi hare­ ketleri de söz konusu olmuştur bu dö­ nın tespiti çözümün ilk yolu olabilir. ketinin ve sendikaların üzerinde son nemde. Ancak gerek ilkinde görülen sı­ Dahası farklılaşan sınıf öbeklerinin çı­ derece değişik düzeyde ve tonda baskınıf dışı hareket biçimleri, gerekse İkin­ karlarını, özlem ve taleplerini ortak bir lanmalar devam ediyor. Hem devletten 48


MAYIS-HAZİRAN 2006

platformda buluşturabilmektir. Bu ise yoksulluk söylemini aşarak dayanışma kültürünü kurabilecek ve bunu hayatta anlamlı kılacak bir pratiğin, yerel alan­ lardan başlamak üzere (pilot üstler ku­ rarak) inşa edilmesidir. Burada şimdilik yerel alanların birliğini ısrarla öne alı­ yorum. Bu durum yerel başarı olmadan genel başarıya aktanlamaz gibi geliyor bana. İçinde yaşadığımız dünyanın or­ tak bir karakteridir bu. Yine gelip da­ yandığımız nokta, çatışma anaforunun öne çıktığı bölgelerde yaşayan sınıf ya­ pıları ile öncü politik güç arasında ki uzun soluklu kalıcı bir ilişkinin inşası so­ rununda düğümlenir. Hem stratejide hem taktik dövüşte, hem eğitimde hem de esnek çalışma biçimlerinde bir yapı­ nın kurulmasıdır kastettiğimiz. Mücadele alanı genişlemiştir. Ve bu nedenle genişleyen mücadele bizlere büyük olanaklar sunmaya devam ediyor. En azından bunu ön görmek önemlidir.

5. Sınıf kimliği sınıf dışı kimliklerin içine sindirilmiş bir varoluşa mı yol açtı? Daha önce sınıflararası çatışma be­ lirgin olarak ilk kaynağını doğrudan ekonomi’yle ilgili alandan, dolayısıyla üretim ilişkisi ile kurulan ilişkiden alır demiştim. Bu nedenle çatışma diyalek­ tiği mutlak surette sömürü ilişkisini ön gerektirir. Elbette bu çatışma basit bir tarzda doğrudan veya benzer biçimde politikaya aktanlamaz. Çünkü çatışma­ ların özü olan sömürüye dayanan yapı­ nın kendisi ve bu yapının varoluş biçi­ mi daima çelişkili yapıları değişik bir biçimde yansıtır. Bu anlamda mesela politik oluşumlar (partiler vb.), kapita­ list ile ücretli işçiler arasında ki ekono­ mik içerikli çatışmaları birebir yansıt­ mazlar. Her politik oluşum doğrudan veya dolaylı olarak bir veya birkaç sını­ fın sınıf çıkarlannı yansıtabilir. Ancak bu yansıtmanın biçimi, oluşum süreci ve hareket tarzı bir fabrika veya işlet­ mede ki grev hareketinde olduğu gibi çatışmanın birebir kendisi biçiminde oluşmaz. Böyle olunca ortaya çıkan sınıfsal ayrışmada veya kendisini ortaya koyan saflaşmada, yani bireylerin gerek poli­

tik seçimlerinde gerekse ekonomik alanda (sömürü ilişkilerinde) ortaya çı­ kan çatışmak temelde ki saflaşmalarda var olan işçi sınıfının, sınıf çıkarları ile her zaman uyumlu olduğunu veya ola­ cağı anlamına gelmez. Kuşkusuz olma­ sı gereken böyle bir uyumdur, ancak günümüz tablosu farklıdır. Günümüzde bireylerin saflaşmasında olduğu gibi, ağırlık merkezinin din, etnik, cinsiyetçi vb. gibi değişik kültürel kimliklere kay­ ması, sınıf kimliklerinin ortadan kalktı­ ğı anlamına elbette gelmez. Olsa olsa smıf kimliği veya sınıf çıkarları ile uyumsuz bir ilişkinin ortaya çıkması gerçeğini ifade eder. Dolayısıyla birey­ lerin, sınıf kimliği ile birlikte böyle de­ ğişik kimliklere sahip olması, hatta sı­ nıf dışı kimliklerin bir dönem belirleyi­ ci bir kimlik haline gelmesi, tümüyle dönemsel olarak politik sosyolojinin etkenleriyle açıklanabilir. Şimdilik ko­ numuz böyle sosyolojik koşulların ir­ delenmesi değildir. Ama yine de şu soruyu sormak ge­ rekir; çıplak gözün gördüğü ve anlaşı­ labilir olan bazı yakıcı gerçekler karşı­ sında, yani somut ihtiyaçlar karşısında insanlar duyarsız bir yanılgı içinde ola­ bilirler mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek gerekir. Çünkü bir yerde döne­ min etkinleştirilmiş söylemleri içinde bir işçinin işsizliği, geçinebilecek bir gelirden yoksun oluşu ya da çocuğunun eğitim ve sağlık giderlerini karşılaya­ maması, dinsel veya etnik kimlikler içi­ ne sindirilmiş bir varoluşu tetikleyebilir, hatta tetiklemiştir. Din zaten yoksul­ ların sığınağı değil midir? Umudun tü­ kendiği nokta da, yoksullar kurtuluşu­ nu din ya da milliyetçilik gibi bazı kül­ türel olguların içine sürüklenerek bu yapılar içinde kendilerini bulmalarını ya da kendi istemlerini buralarda yan­ sıtmalarını kim inkar edebilir ki? Ger­ çekten iş ve aş talebini dinsel veya milliyetsel taleplerin özgürlüğü içinde ta­ nımlayan, hatta bu kimliklerin açığa çıkmasında ve bunun için kavgaya atıl­ masında kendi yoksunluğunun etkeni olan bir süreç ne yazık ki günümüz dünyasının ortalama bir özelliği haline gelmiştir. Mesela işsiz ve yoksul bir Kürt, yoksulluğunun kendi yapısında ortaya çıkardığı enerjiyi ve korkusuzca eylemlere atılmasını Kürt ulusal kimlik

CjOİ

savaşında yansıtmakta ve bulmaktadır. Kendini orada tanımlamaktadır. Aynı şeyi ırkçı motiflere bürünmüş milliyet­ çi histerilerde görmek de mümkündür. Geçim zorluğu çekenler, işsizler ve yoksullar bile Trabzon, Sakarya ya da Erzincan da olduğu gibi birkaç gencin bildiri dağıtmasına dahi tahammül ede­ meden ırkçı ve faşist histeri ile linç ha­ reketine gireşebilmektedirler. Oysa ba­ kın, bu linç girişimlerinde kullanılanlar yoksullardır. Böyle bir saldırganlığı (Türk ırkçılarının yaptığı gibi) ve yine böyle bir enerjik tutumu (Kürt Ulusal Hareketinin yoksul tabanında olduğu gibi) bir Türk ya da Kürt orta ve büyük zenginler sınıfında göremeyiz. Aynı şe­ yi dinsel kimliklere bürünen ve sınıfsal bölünmeye uğramış bireylerde de göre­ biliriz. Cuma gösterilerine katılanlar genellikle yoksullardı. Burada hangi kimlik olursa olsun, bu ister dinsel ve ulusal kimlik olsun, isterse daha deği­ şik kültürel haklar için savaşım olsun, bu savaşımın enerjisini ortaya çıkaran aslında o bireyde veya o grupta bulu­ nan sınıf kimliğinin varlığında görmek esastır. Demek ki sınıfsal kimlik bölün­ mesinde emekçi sınıf karakteri taşıma­ yan bütün kimlikler, dinsel, ırkçı-milliyetçi veya ulusal mücadelede bile asla bir emekçinin göstermiş olduğu kararlı tavrı gösteremezler. Bu da emekçi sınıf kimliğinin gücünü gösteren en önemli parametredir. Ama şimdilik dengeler tersine dönmüştür. Sınıfsallık konu­ mundan gelen güç potansiyeli ne yazık ki kendi kimliği için savaşımı görün­ mez kılmış ve baskı altına almıştır. Ter­ sine bu, diğer kimliklerin öne çıkması­ na yol açmıştır. Sınıfın gücü sınıfsallık dediğimiz genel çıkarların gücü yerine, değişik kültürel çıkarların gücü haline dönüşmüştür. Bu gerçekleri hem görmek ve anla­ mak hem de sınıf gerçeğini sınıfa hatır­ latmak sınıfın devrimci aydınlarına dü­ şen temel bir görev olduğunu unutma­ dan geçerken belirtelim. (devam edecek)

29.09.2005 hasanogıız@hotmail. com Dipnot

I. Gramsci A. Hapishane Defterleri. 2003. 4. Baskı, s.263. Belge y. * 49


Va r o ş l a r d a İ k t İ d a r MÜCADELESİ (Deneyimler, Olanaklar ve Sorunlar) Melih Rteşer

Varoşta halhlaşmah için güçlü olmalısınız, paralı olmalısınız, dayanışm a ağınızı Kurm uş olm alısınız... Fakat hepsini birden başarm ak deveye hendek atlatm akla aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın de yim i ile "g ü ç alm aya gidiyoruz", bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm noktasında çe te le şm e olgusu var.

“Yeryüzünün şeytanları sosyalist­ lerdir” diyen Kıvılcımlı yoldaş günü­ müz Türkiyesini (ve dünyasını) göre­ bilseydi, “yeryüzünün cehennemi de varoşlardır” diyebilirdi herhalde. İş­ sizliğin, yoksulluğun ve geleceksizliğin yarattığı yüksek gerilim hattının altındaki kondulardan sistem karşıtı mücadelenin yükseltilemediği du­ rumda, şiddetin kendisine dönmesi ve toplumsal çürümeyi körükleştirmesi, kaçınılmaz bir ‘alm yazısı’ oluyor. Cenneti fethetmek için cehennemi ör­ gütleyerek barbar akmları düzenleye­ ceğiz, fakat önce cehennemde iktidar olmanın kanunlarını ve kurumlarım geliştirmek zorundayız. Burada ikti­ dar mücadelesini neden varoşlardan yükseltmek durumunda olduğumuzu değil, bu sürece girdiğimizden beri yaşadığımız pratiğin öğrettiklerini tartışacağız. Elbette tartışılması gere­ kenler bu yazıda dile getirilenlerden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Bu yazının başlıca amacı kolektif bilinci geliştirmek için gündem birliğimizi oluşturmaya hizmet etmektir. Stratejik haltımızı varoşlarda iki­ li iktidar mücadelesi üzerine kurmaya yöneldiğimiz tarihlerde (95-96), dev­ let varoşlarda biriken sistem karşıtı öfkeyi kontrollü bir şekilde patlatmak için “provokasyonlarla yönetme” tak­ tiğini uygulamaya koymuştu. Ancak 50

Gazi’de patlatılan öfke kontrolden çı­ karak bir halk hareketine dönüştü. Devrimci hareket Mart 95’ten 96 ölüm oruçları eylemlerine kadar geli­ şen süreçte, radikalizm eğilimini yük­ seltmekten öteye, halk hareketinin sürekliliğini ve kurumsallaşmasını sağlayacak taktik adımlar atamadı. Kaldı ki devrimci hareketin genelinin varoş çalışmasına özel bir stratejik değer biçtiğini halen de söz edeme­ yiz. Buna rağmen halk hareketi henüz canlılığını yitirmeden Halk Meclisle­ ri taktiğinin gündemleştirilmesi önemli bir adımdı. Devrimci hareketin geneli bu adımın gerisinde kalsa da halkta oldukça olumlu bir karşılık buldu. Tasfiye sürecinden henüz (95 sonlarında) çıkmış olan Hareketimiz, 96 başlarında yeniden ivme kazanmış ve bu süreçte (96 Şubat- Mart gençlik eylemleri, 96 1 Mayısı ve ölüm oruç­ ları eylemleri gibi) biriktirdiği moral değerler ve kadro gücüyle siyasi orta­ ma müdahale etmeye çalışmıştır. “Hazırlık görevlerinin” tamamlana­ mamış olması, taktik mücadeleye atılma konusunda bir direnç noktası olmasına rağmen Hareketimiz tüm gücüyle Halk Meclisleri pratiğine gi­ rerek öncü taktik savaşımına soyun­ muştur. Halk Meclisleri tarafından düzenlenen kampanya ve eylemlerin gündemde etkili olması, halkın tüm taleplerini meclise taşıması ve devle­

tin çalışmaları zorla engelleme tutu­ mu bu örgütlenmenin doğru bir poli­ tik zemine oturduğunu gösteriyordu. Ancak bu zemin o dönemdeki ittifak gücümüzün “Halk için halka rağmen” anlayışı ile hareket etmesi nedeniyle dağıldı. Hareketimiz Halk Meclisleri­ nin örgütlenme sürecinde özelikle Adalet ve Dayanışma ayaklarının inşa­ sını öne çıkararak kendi hattını belir­ ledi. Bunlar fiili, yarı legal ve demok­ ratik kurumlaşmalardı. Adalet ayağı­ nın etkinleşmesi için zorun yeniden örgütlenmesi ve dayanışma ayağının etkinleşmesi için de açık kurum çalış­ malarına yönelmek gerekiyor. Bu sü­ reçte dayanışma çalışmalarımız kurumsallaşırken adalet ayağının inşası aksamıştır. Devlet zorun örgütlenme­ sini esas alan Halkın Adaleti Örgüt­ lenmelerine oldukça saldırgan tarzda yönelmiş, ancak dayanışma örgütleri­ ne aynı sertlikte yaklaşmamıştır. Halk Meclislerinin dağılması devleti taktik üstünlüğü ele geçirmesine yol açmış, sistemli bir zor politikası ile birlikte varoşlara toplumsal çürümeyi dayat­ mıştır. Adeta cehenneme dönüştürü­ len varoşlarda olası sosyal patlamala­ rı önleyici bir işlev taşıyacağı düşün­ cesiyle (devrimci bir tehdit söz konu­ su olmadığı oranda) devrimciler tara­ fından dayanışma çalışmalarının yü­ rütülmesi birazda sistemi rahatlatıyor olmalıydı. Bizim için de kitle dina-


MAYIS'HAZİRAN 2006

iniklerimizi yeniden yaratmaya çalış­ tığımız bir süreçte kabul edilebilir bir denge noktası oluyordu. Ancak daya­ nışma örgütlenmesinin bizim için da­ ha önemli bir anlamı vardı; halkın toplu davranış yeteneğini geliştirme­ si, çeşitli yaşam alanlarında paralel iktidarların oluşmasına hizmet etme­ si, kendi gücüne dayanma bilincini kazandırması gibi. Halkın sosyalistler arasındaki ayrımı “ne yaptığına göre” belirlediği bir süreçte sorunlara çö­ züm gücümüzü gösteren böylesi bir pratik ilişki tarzı günümüz için de çok daha önemlidir. Elbette önemli olan bunu adalet örgütlenmesi (halk sa­ vunması) ile birlikte yürütmektir. Bu yönde sürekli bir çaba gereklidir. 9597 sürecinde adalet çalışmalarımızın belli bir yoğunlukta seyrettiği, ancak operasyonlarla kesintiye uğratıldığı ve seviyesinin geriletildiği biliniyor. Adalet ayağının yeniden güçlendiril­ mesi ve bunun yalnızca zorun örgüt­ lenmesi ile sınırlamayıp, günlük top­ lumsal ilişkileri düzenlemek üzere demokratik bir hukuk sisteminin oluşturulması anlamında da geliştiril­ mesi üzerine yoğunlaşılmalıdır. 95-98 arası süreçte varoşlarda devrimci kitle çizgisinin sürdürülebildiği söylenebilir. 98 ve sonrası ise esas olarak demokratik mücadele yıl­ larıdır. Devlet 98’e kadar askeri zorla yumuşattığı mevzileri bu tarihten sonra siyasi ve ekonomik zorla kuşa­ tarak toplumsal çürütme politikasını dayatmıştır. Böylece daha önce mü­ cadeleyi adalet ve dayanışma ayakla­ rı üzerine kurmaya çalışırken 98 son­ rası mücadelenin üçüncü bir ayağının da ekonomik örgütlenme olması ge­ rektiğini hissetmeye başladık. İşsiz­ lik, yoksulluk, adaletsizlik arttıkça çürüme ve çeteleşme olgusu ön plana çıktı. Varoşlar rant ve kara para yata­ ğına dönüştü. Hırsızlık, uyuşturucu ticareti, fuhuş, arazi ve organ mafya­ cılığı, tefecilik gibi tüm suçlar artık varoşların sıradan gerçeğidir. Siyasal İslam, Milliyetçilik, Ulusal Solculuk vb. varoşlarda maddi bir güce dönü­ şen ideolojiler büyük ölçüde bu güç­ lerini paradan almaktadırlar. Bizim için de kendi ekonomik dayanaklarını yaratmak ve alanın ekonomisini yö­

netmek varoşta örgütlenmenin zorun­ lu koşulu haline gelmiştir. Ekonomiyi yönetenler çeteleri de yönetenlerdir. Yani ekonomik örgütlenme yapacak­ sanız çete olgusu ile yüzleşmek zo­ rundasınız. Burada bir düğüm nokta­ sına geliyoruz. Varoşta halklaşmak için güçlü olmalısınız, paralı olmalısı­ nız, dayanışma ağınızı kurmuş olma­ lısınız... Fakat hepsini birden başar­ mak deveye hendek atlatmakla aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın de­ yimi ile “güç almaya gidiyoruz”, bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm nok­ tasında çeteleşme olgusu var. Biraz dikkatli baktığımızda va­ roşlarda iki tür çete olgusunu gör­ mekteyiz, ikisi arasında geçişken bir ilişki olsa da organik bir bütünlük yoktur. Biri devletle organik bağlar içinde olan mafyadır, yani devlet çete­ leridir. Esas olarak alandaki ekono' miyi de onlar yönetir. Diğeri ise kar­ nını doyurmak, bir güce dayanmak ve kendini değerli hissetmek için çeteci­ lik yapan varoş gençliğidir. Bir an­ lamda varoşların kendiliğinden hare­ ketidir de diyebiliriz. Yakın gelecekte daha da büyüyecek bir kendiliğinden hareket dalgasıdır. Sosyal bileşimi nedeniyle halk çeteleridir, ancak halkçı olduklarını söyleyemeyiz. Bu aşamada halk çetelerini deyim yerin­ deyse, halkçı bir zemine çekebilecek politik pratik bir yaklaşımla belli bir seviyede mücadeleye kazanabilmek mümkündür. Şu an örgütlenmemizin önünde engel olarak duran bir güç,

CJOİ

tersine örgütlenmemize hizmet ede­ cek hale getirilebilir. Ancak böyle bir ilişki kurmak için hem nitelik olarak bizim daha güçlü ve donanımlı oldu­ ğumuzu hissetmelerini sağlamak, hem de onlara değer verdiğimizi ya­ şamı paylaşarak hissettirmeyi başar­ mak zorundayız. Kendimizi kabul et­ tirdikten sonra onları dönüştürmek ve mücadeleye kazanmak için gerekli adımları atmalıyız. Burada halk çetele­ rini yönlendirmemiz gereken şey, zenginden yoksullara paylaştırmak ve sosyal adaleti sağlamaya çalışmak gi­ bi bir tür sosyal eşkiyalık yapmaları­ dır. Elbette bu akıl hocalığı yaparak değil, pratik önderlik yaparak başarı­ labilir. Başaramadığımızda kendisini yaşatmak için çeteciliğe soyunan va­ roş genci halka zarar vermekle kalmı­ yor, kendisinin de sonunu hazırlıyor. Çetenin de kendi içinde bir hukuku, hayata bakışı, değer ölçüleri vardır. Genellikle de çete başının pratiğinde somutlaşır bunlar. O nedenle sanıldı­ ğının aksine çeteyi yönetmek modern bir örgütü yönetmekten daha zor de­ ğildir. Yeter ki çetenin lideri ile duy­ gu, düşünce ve davranış birliğini sağ­ layabilelim.

(Gelecek sayıda Varoştan Devrimci Kadro Çıkarmak, Varoşta Politik Psikoloji ve Va­ roşta Yönetici Önderlik alt başlıkları ile devam edeceğiz. Görüşlerinizi ve soruları­ nızı direnis9@yahoo.com adresine gön­ dermenizi umarım.)' \ 51


A tıf Yılmaz da aramızdan ayrıldı.

USTALARIN USTASIZ Umut fiydin

A tıf Yılmaz, 1 9 5 0 'le rd e n bu yana çektiğ i film le r ve ye tiştird iğ i insanlarla s in e m a ­ mızın adeta bir özeti olm uştur. Onun uzun m eslek yaşamı Türk sinem asının kırıl­ ma anlarını da birebir takip eder. Patih Ö zgüven'in ifadesiyle; "Atıf Yılmaz on yıllar boyunca Türkiyeli entelektüeller, to p lu m u n kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak s i­ nem a arasında bir köprü görevi g ö rm ü ştü r." “ Adımın iyi yönetmene çıkmasının dezavantajlarını hayatım boyunca ya­ şadım. Sizden hep daha iyisini isterler. Bir defasında ‘izin verin, bir de kötü film yapayım’ dediğimi hatırlıyorum. Şimdi bunu okuyup ‘zaten bol bol kö­ tü film yapıyorsun’ diyenler çıkabilir. Allah’tan ben de bu konuda onlardan pek farklı düşünmüyorum.” Atıf Yılmaz'

H ikâye, doğrusuyla eğrisiyle Ülkü Tam er’e aittir. Zam anında Ü l­ kü Tamer ve arkadaşlarının çıkar­ dıkları derginin yazıhane olarak kullandıkları kahvenin kapısı açılır ve içeri Yılmaz Putun girer... Yüzünde gülücükler açan Yılm az’a, Tamer “yeni bir öykü mü yazdın?” diye sorar. “H ayır” der Putun, “bir filmde, hem de başrolde oyna­ yacağım. Ü ste­ lik A tıf Yılmaz yönetecek: Bu Vatanın Ç o­ c u k la rı...” O rada b u ­ lunanlar güler; “sen şaşırm ış­ sın, A tıf Y ıl­ maz daha da şaşırm ış, sen­ den oyuncu mu olur y a h u ...” Oysa beyaz perde sadece bir oyuncu de­ ğil, gerçek bir sinem a ustası k a z a n a c a k tır. Yılmaz Putun, kısa sürede Yılmaz Güney olmuştur. fiğ,

Halit ReYılm az

Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten, Ali Özgentürk gibi ustaların yetişm e­ sinde büyük payı olan A tıf Yılmaz, artık aramızda değil. Baharın bir türlü gelmek bilmediği bir Mayıs gününde 80 yaşında filmine son noktayı koydu ve gitti.

Sin em am ızın özeti A tıf Y ılm az’m sinem asını de­ ğerlendirm ek bana düşmez. Ama onunla ilgili sık sık tekrarlanan birkaç özelliğine değinebilirim . Bunlardan bir tanesi Y ılm az’ın ti­ tizliği ve oyuncu yönetim indeki ustalığıdır. Yaptığı işe bütünüyle hâkimdir. Her sahnenin planlarını önceden çizen, bu plan üzerinde oyuncu ve kam eraların yerlerini, ha­ rek etlerin i işaretleyen, önceden hangi objektifleri nasıl bir ışıkla kullanacağını belirleyen bir yönet­ m endir A tıf Yılmaz. Ö te yandan 1950’lerden bu yana çektiği film ler ve y e tiştird i­ ği insanlarla sinem am ızın adeta bir özeti olm uştur. O nun uzun m eslek yaşam ı Türk sinem asının kırılm a anlarını da birebir takip eder. Fatih Ö zgüven’in ifadesiyle; “A tıf Y ılm az on y ıllar boyunca T ü rk iy e li e n te le k tü e lle r, to p lu ­ m un kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak sinem a arasında bir köprü görevi görm üştür.” “Film lerine bakınca görürüz ki,

52


MAYI S-HAZİRAN 2006

her dönemde Türkiye sanat alanın­ da olup bitenler hakkında bilgisi ve sezgisi olmuştur. Onun, sanatsal faaliyetin çeşitli alanlarından isim ­ lerle yaptığı işbirlikleri çok önem ­ lidir ve burada ince bir ders bile vardır. A tıf Yılmaz sinem ası sade­ ce A tıf Y ılm az’m bu sanatçılardan kendi projeleri için nasıl ve ne de­ receye kadar yararlandığının değil, sanatın diğer alanlarındaki bu in­ sanların sinem a denen şeye zaman içinde nasıl tepki verdiklerinin, ha­ fife alıp alm adıklarının, gereken önemi verip verm ediklerinin de sağ­ lam ası gibidir.” 2

‘Selvi Boylum, Al Yazmalım’ Evet, A tıf Yılmaz T anlatmak, bir şekilde sinem am ızın tarihini deşmeye benziyor. 100’ün üzerinde film yönetm iş bir insandan söz edi­ yoruz. Elbette bunların içinde furya film leri de var. Öte yandan Türk si­ nem asının köşe taşlarını da onun çektiğini söylem ek yanlış olm aya­ caktır. Ö zellikle “ Selvi Boylum , Al Y azm alım ...” Pek çok eleştirm ene göre Türk sinem a tarihinin en iyi filmidir. Aşkın ne olduğunu, ne olabileceği­ ni, nasıl olam ayacağını şiirsel bir dille anlatır. Türkan Şoray, K adir İnanır ve Ahm et M ekin üçlüsünün Asya, İlyas ve Cem şit karakterleri­ ni, onun yönetim iyle ölüm süzleş­ tirdiği bu film, aşkın kelim elerle anlatılam ayan yapısını önüm üze sürmüştür. (Değinm eden geçm eye­ lim; “ Selvi Boylum , Al Yazma­ lım ”, Cengiz A ytm atov’un bir ro­ m anından Ali Ö zgentürk tarafın­ dan uyarlanm ış, m üziklerini ise Cahit Berkay hazırlam ıştır.) Bu film bir örnek, ama en iyi ör­ nek. A tıf Yılmaz’ın bu hayattan göçüp gitmesi bu yüzden çok şeyi değiştir­ meyecek. Kaldı ki; Tuncel Kurtiz’in sözleriyle ifade edersek, “biz sevdik­ lerimizi öldürmeyiz. Onları kimsenin ulaşamayacağı bir yerde saklarız. Şimdi A tıf T da saklayacağız.”

Kadınlar ve Atıf Yılmaz Y ılm az’ı, başkalarına göre farklılaştıran bir başka nokta da film lerinde kadınların ve kadın so­ rununun başat bir şekilde yer alm a­ sıydı. Elbette, öyle ya da böyle er­ kek gözüyle yapıyordu bunu. Ve yi­ ne m odernizm in sınırları dâhilinde ve kentli bir bakış sergiliyordu. Ama sorunları ve olguları da çıplak bir şekilde ortaya koyuyordu. “Adı Vasfiye”, “Ahh Belinda”, “Asiye N asıl K urtulur”, “K adının Adı Yok”, “Hayallerim , Aşkım ve Sen”, “Berdel” ve son olarak da “Eğreti G elin” bunun örneklerindendir. Aslında belki çok abartılı ola­ cak, ama A tıf Yılmaz “öteki” olana da özel bir ilgi gösterm işti. 1992’de “Düş G ezginleri”nde lezbiyenliği, 1993’te ise “Gece, M elek ve Bizim Ç ocuklar”da erkek eşcinselliğini işledi. Hayatın acım asızlığı kadar, kendi naifliğini de yedirm işti bu

CJOİ

filmlere. A tıf YılmazTn ilginç bir özelli­ ği de kendisine karşı olan acım asız­ lığı ve yaptığı işler karşısındaki hoşnutsuzluğudur. Çektiği film ler­ den ne bir video kaset ne de tek bir makara film saklamıştır. Senaryo­ ları ve aldığı ödüller de dâhildir bu­ na... “Nostalji kavram ıyla uzak ya­ kın hiçbir ilgimin olmaması, geç­ m işte olan her şeyi kafam dan silip atma, reddetme eğilim im ve hep ileriye, geleceğe doğru bakarak ya­ şamayı seçm em ayakta kalm amı sağlam ıştır” 3 diyordu. Ve hala ayakta duruyor...

14.05.2006 Dipnotlar

1. Atıf Yılmaz, “ Söylemek Güzeldir” , Afa Yayınları, 1995 2. Fatih Özgüven, Radikal Gazetesi, 07.05.2006 3. Atıf Yılmaz, age

A tıf Yılmaz Batı beki 1926 yılında M ersin’de doğ­ du. Lise öğrenimini burada ta­ mamladıktan sonra Güzel Sanatlar’a giremeyince İstanbul Üni­ versitesi Hukuk Fakültesi’ne kay­ doldu. Ama gönlü hep resimdeydi ve izinsiz olarak dersleri takip et­ meye başladı. Öğrenci olmadığı anlaşılınca okula girmesi yasak­ landı. Sinema ve tiyatro yazarlığı yaparken sinemacı arkadaşları vasıtasıyla beyaz perdeye adım attı. İlk filmini (Kanlı Feryat) 1951 ’de çekti. A tıf Yılmaz, 50 yı­ lın üzerindeki sanat yaşamı bo­ yunca 115 filme imza attı. Filmleriyle çok sayıda ödül kazanan Yılmaz’m başından üç evlilik geçti. Aramızdan ayrıldı­ ğında Vedat Türkali’nin kızı, oyuncu Deniz Türkali ile evliydi.

U n u tu lm az filmleri Kadın Severse (1954), Alageyik (1959), Keşanlı Ali Destanı (1964), Toprağın Kanı (1966), Ah Güzel İstanbul (1966), Yedi Ko­ calı Hürmüz (1971), Selvi Boy­ lum, Al Yazmalım (1977), Adak (1979), Mine (1982), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak (1985), Adı Vasfiye (1986), Ahh Belinda (1986), Asiye Nasıl Kur­ tulur (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Kadının Adı Yok (1987), Dul Bir Kadın (1988), Ar­ kadaşım Şeytan (1989), Ölü Bir Deniz (1989), Berdel (1990), Ge­ ce, M elek ve Bizim Çocuklar (1994), Eylül Fırtınası (1999), Eğreti Gelin (2004).


Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü - III

AYDIN KİMLİĞİ

İLE

VEDAT TÜRKALİ Z eynep Koru

V/edat Türkali, yalnız TKP tarihi konusunda değil, Türkiye c u m h u riy e t tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda "K ü rt soru n u "n d a Türk E d eb iyatınd a hiç bir yaza­ rın g ö ste re m e d iğ i bir cesaretle konuştu, yazdı, eyle m e geçti. Bugün Kürt s o ru n u ­ na kafa yoran, çözüm e ilişkin çaba gösteren kaç tane aydınımız var. “Sömürü düzeninin başındakiler, iş­ lerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven kültürle eğitip belleklerini çarpıtmaya bakarlar. Halkları doğrularla eğitip ileri bellek kazandırmak, tarihçiler kadar ya­ zarların, özellikle de romancıların yü­ kümlülük alanındadır bence.”

(2004 yılı Radikal Kitap Eki’ndeki söyleşisinden) Vedat Türkali, 87 yıllık yaşa­ mında sosyalist aydın kim liğine hiç ihanet etmedi. Edebiyat eleştirm eni Ömer Türkeş, Vedat Türkali hakkındaki ‘ G e ç m iş e , Geleceğe ve A y d ı n 1a ra D a ir’ y a z ı­ sında ‘yaza­ rın sorum lu­ luğu’ başlığı altında şun­ ları dile geti­ rir: “Türk ro m a n ın d a C u m h u riy e t tarihinin ‘t a r t ı ş m a l ı ’ b ö lg e le r in e pek adım atılmaz. Adım atm aya n i­ yetlenen m e­ tinlerse, ar­ tık sansür korkusundan mı diyelim , yoksa yazar­ lar o tarihe o b je k tif ba-

kam adıklarından mı, bir türlü başa­ rılı olam amıştır. Ermeni Tehciri, Serbest Fırka, İstiklal M ahkem ele­ ri, Kürt İsyanları, Varlık Vergisi ve Aşkale kam plarıyla II. Dünya Sa­ vaşı yılları, 6/7 Eylül olayları gibi, Cum huriyet ile başlayan yasaklı ve acılı tarihi ile TKP de o ‘tartışm alı’ bölgelerden, tarihim izin kara delik­ lerindendir. Resmi tarihin, tarihin resm isini sevenlerin ve siyaset er­ baplarının 1940’h yılları bir bellek yitim iyle nakletm eleri alıştığım ız, kabul etm esek bile anladığım ız bir ideolojik duruş; ne var ki, toplumların vicdanı, halkların ya da tarih dışı bırakılanların ‘vakanüvisti’ ol­ ması gereken edebiyatın bu dönem ­ lere ilişkin sessizliğini anlam ak zor doğrusu... Vedat Türkali, Cumhuriy e t’in II. Dünya Savaşı yıllarındaki işte bu dehşet tablosunu -TKP tari­ hine paralel biçimde- mümkün olan en geniş biçim iyle gözler önüne se­ rerken gerçek bir aydın tavrı sergi­ liyor; olup bitenleri gören, olayla­ rın ardındaki dinam ikleri soruştu­ ran ve tarihin bir kesitini gelecek kuşaklar için anlaşılır hale getiren bu tavır, yazarın dediği gibi ger­ çeklerin devrimci olduğuna duyu­ lan inancın gereğidir.” Vedat Türkali, yalnız TKP tari­ hi konusunda değil, Türkiye cum-


MAYI S'HAZİRAN 2006

huriyet tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda “K ürt sorunu”nda Türk EdebiyatTnda hiç bir yazarın gösteremediği bir cesaretle konuştu, yazdı, eyleme geçti. Bu­ gün Kürt sorununa kafa yoran, çöaydınımız var. 1990’lı yıllarda bu soruna karşı büyük bir sorum luluk duygusuyla “sakıncalı gazete” olan Özgür G ündem ’e yazılar yazmaya başladı. Kürt m eselesi ile ilgili ey­ lemlere, etkinliklere katıldı. D iyar­ bak ır’da N ew roz’a katıldı. 3 Kasım 2002 seçim lerinde “D EH A P’a Oy Vermek İçin DEHAPTı Olmak Ge­ rekm iyor” kam panyasıyla D E­ H A P’a oy çağrısı yaptı. Yine o se­ çim lerde A libeyköy’deki m itingde yüz binlerce Kürt insanına seslene­ rek Türkçe başladığı konuşmasını “Biji A zadi” diye bitirdi. “Özgür­ lük İçin Kürt Yazıları” kitabı ile bu konu hakkındaki görüşlerini yayın­ ladı. Bu kitabın tüm gelirini köyle­

CJOİ

ri yakılarak göçe zorlanm ış, Kürt köylülerinin hasta çocuklarına bı­ raktı.

D iyarbakır olaylarında da sessiz

Vedat Türkali, kitabıyla ilgili söyleşisinde bu m esele ile ilgili ay­ dın ve yazarları eleştirir.

Örgütlü m ücadelesi, partili ya­

“ ... Kürt sorunu çok önemli bir sonun. Türkiye’nin yapısal sorunu, insan hakları sorunu. Bu soruna doğru yaklaşm ayan insan T ürki­ y e ’deki toplum sal soruna da doğru yaklaşm ıyor demektir... Kürt soru­ nunda, en solcu iddiayla ortaya çık­ mış yazarlar, aydınlar bile şoven yaklaşım dan kurtulam adılar benim gördüğüm kadarıyla. Nesnel baka­ madılar, bilim sel bakamadılar. Ke­ m alist solcusu, kendilerince hüm a­ nist olanı, aslında hiç de hümanizm ayla ilgisi olmayan, katı bir şo­ ven tutum içinde oldular.” Vedat Türkali, bugün 87 yaşın­ da. Bir takım sağlık sorunları yaşa­ m asına rağmen dün patlak veren

kalmadı. Bu konuyla ilgili harekete geçen aydınların en başındaydı.

şamı, TKP üyeliği, 7 yıl cezaevinde tutsaklığı, 12 Eylül sonrası davala­ rı ve onurluca savunmaları ile gü­ nüm üzde Kürt sorununa karşı ge­ liştirdiği tutumu ve F tipi cezaevle­ rine (ölüm orucu direnişçilerini zi­ yaret eder) karşı tavır alışı, daha sayam adığım ız pek çok eylem leri, etkinlikleri... Sen Çok Yaşa Vedat Türkali. Kaynakça

Vedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005) Komünist (2001) Tüm Yazıları - Konuşmaları (Everesi Yayınları)

Vedat T ü rka li’y i anlam ak H a lu k G e rg e r * Vedat Türkali, her şeyden ön­ ce bir yazın adamı, bir edebiyatçı olarak anılıyor. Kuşkusuz onun romancı kimliği, sanatçı kişiliği, sinemacılığı üzerine daha pek çok şey yazılacaktır. Bu, esas olarak eleştirmenlerin, sanat tarihçileri­ nin işi.

r

Kabul edilmeli ki, Vedat Tür­ kali, sadece bu perspektife sığ­ maz. Onun bir de (Marksist) “sos­ yalist aydın” kimliği var. O, ya­ nıyla da bilinçlerimizde izini bı­ rakmış bir isim. “Aydın” ve “sos­ yalist” tanım ları Vedat Türkali’nin kişiliğinde ayrıştırılarak ele alınmamalı belki; onlar birbirini tanımlayan, anlamlaştıran bir or­ ganik bütünlük oluşturuyorlar Türkali’de. Yine de, “Aydın Vedat Türkali” ile “Sosyalist Vedat Tür­ kali”, en azından analitik kolaylık açısından, ayrı ayrı incelenmeli.

İnsanoğlunun gerçeği, görün­ tünün ardındaki özü aramak, gi­ derek, dünyayı değiştirmek ve da­ ha iyi bir yaşam uğruna kavramak ve (bilgiyi yayarak) kavratmak serüveninde “aydınlar” üç alanda kümelendiler. Bu anlamda “ana­ vatan” sayılabilecek Fransa’nın diliyle söylersek, “systématisez” ve “esthetise” ederek, yani bili­ min ve sanatın yöntemlerini kul­ lanarak gerçeğin aranması ve ya­ yılmasında çok özel misyonlar yüklendiler. Bir bölümü de, gün­ lük gerçeğe ilişkin “vulgarize” gazeteciliği aşarak basın-yayın dünyasına aydınlığı taşıdı. İnsanlığın moral ve düşünce dünyasının büyük zenginliği bu aydınlar, aynı zamanda, özellikle de Batı’da, insana ve kültüre dair birikimin, aydınlanmanın ve za­ manın “devrimci” burjuvazisinin

ileriye taşıdığı' değerlerin usta ku­ yumcularıydılar. Onların ayırt edici özelliği ve üstünlüğü, ege­ men burjuvazinin, düzenin ve devletinin, bu değerlere düşmanlaştırıldığı koşullarda da söz ko­ nusu birikimi üstlenmelerindeydi. Zamanla çoğu, bu değerlerin artık ancak işçi sınıfı eliyle korunup geliştirilebileceğini gördüklerin­ de, sınıflarına ihanet ve büyük tehlikeleri göğüslemek, büyük acılara katlanmak pahasına, yazgı­ larını proletarya ile birleştirdiler. Sosyalizme yöneldiler, komünist partiye üye oldular. Günümüzde, hem aydınlar dünyasında hem sosyalizmde yı­ kıcı gelişmeler ortaya çıktı. Her şeyden önce, “Küreselleş­ me” ve “Yeni Dünya Düzeni” di­ ye kavramlaştırılan modern za-cs»

57


C | O İ MAYI S'HAZİRAN 2006

manlarm, insanı alçaltan “yükselen değerleri”nin kasırgası içinde önce Sınıf Hareketi bir aktör olarak sah­ neden çekildi. Proletarya ve mütte­ fikleri -Marksizm (ideoloji)- sınıf örgütlenmesi (komünist parti, sendi­ kalar, vb.) üçlüsünün organik bütün­ lüğünden oluşan sınıf hareketi, son yüzyıldır uygarlık ve kültür değerle­ rinin, bütün temel insanlık hakları­ nın ve gelecek umudunun temel di­ reği, hatta oluşturucusu olmuştu. Onun, tek tek öğeleriyle değil, organik bütünlüğü halindeki (geçici) yıkı­ mıyla “değersizlik ve hiçlik” hakim oldu hayata, “ölü toprağı” serildi in­ sanlık üzerine. Buna koşut, bir sosyal kategori olarak kentsoylu aydında, bütün dünya da varlık koşullarını yitirerek yok ol­ maya başladı. Yapay bir zemin üze­ rinde yaşam buldukları Türkiye’de ise bu yok oluş, ne yazık ki, lime lime bir çürümeyle hükmünü icra etti.

Bu durumun iki genel sonucun­ dan söz edebiliriz. Birincisi, sosya­ lizmden kopuş, en rezil haliyle yay­ gın biçimde ortaya çıktı. İkincisi, gı­ dasını sınıf hareketinden alan aydın kategorisi temelsiz kaldı, çöktü. Türkiye’de bu süreç içinde “dö­ neklik” yüceltilen bir “değer”e dö­ nüştürülürken, aydınlar çürüdüler. Dünyadan esen liberal kozmopolitizmin rüzgarlarıyla Kürt Savaşı’nm tetiklediği iç militarist şovenizmin ka­ sırgası, toplumu cenderesi içine aldı. Yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncesinde bir aydın ve sosyalist ola­ rak tarihe adımını atan Vedat Türkali işte böyle bir ortam içinde değer­ lendirilmeli. Camus ile olan tartış­ masında Sartre, radikal aydınlar için şöyle der: “Söz konusu olan şey, ta­ rihin bir anlamı bulunup bulunmadı­ ğını ve bizim ona katılma lütfünü gösterip göstermeyeceğimiz değil, tepeden tırnağa tarihin içinde bulun­

duğumuza göre, ne denli zayıf olursa olsun, bizden yardım bekleyen her somut eyleme yardımımızı esirge­ meyerek, tarihe, bize en iyi gelen an­ lamı kazandırmaya çalışmaktır.” Ve­ dat Türkali, tarihe adımını böyle atanlardan; dünya lanetlilerinin, hak­ sızlığa uğrayan güçsüzlerin, var olan dünyadan müşteki olanların eylemi­ ne katkılarını ‘esirgem eyerek...’ Bunu yaparken de, kaçınılmaz olarak dünyaya karşı çıktı; statükoya, kurulu düzene, egemen düşünceye, güçlülere... Yaşamını derinden etki­ leyen acılarını, yoksunluklarını, düş kırıklıklarıyla zalim haksızlıkları bu yüzden çekti. Ne var ki, büyüklüğü­ nü de burada buldu. Paul Nizan’ın, “Dünyada hiçbir büyük yapıt yoktur ki, aynı zamanda dünyaya karşı da bir suçlama olmasın,” dediğini bir yerde okumuştum. Vedat Türkali böylesi bir meydan okumanın parça­ sı olabilmişti. İçinde yaşadığımız “modern za­ m an la rd a ve onun çürüyen Türki­ ye’sinin yapış yapış ilişkiler bataklı­ ğında Vedat Türkali, “aydın” ve “sosyalist” kaldı. Yalnızlığını duyumsadı mı bil­ miyorum, ama bizi “modern zaman­ la r ın “öksüz ve yetim’Merini, lanet­ lilerini, mazlumlarını, emekçi fuka­ ralarını, devrimcilerini hiç yalnız bı­ rakmadı, “her somut eyleme yardım­ larını esirgem eyerek...” Bu duruşun özünü ve anlamını anlayamayanlar, Vedat T ürkali’yi hiç kavrayamayacaklar. Kavrayan­ larsa, onun gözü pek, kafası aydın­ lık, yüreği sevgi dolu olarak da de­ rinliklerine girdiği tarihi yapmaya devam edecekler. Ona en büyük ar­ mağan da yazdıkları tarih olacak. Usta romancıya da bu yakışır el­ bette; romanların en güzeli... Aydına, ışıl ışıl bir dünya... Sosyaliste, nihayet insanlaşma... Vedat Türkali’nin hepsinde eme­ ği var... * Vedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005) adlı kitaptaki yazısı.

%


ÇEKİNCESİZ YİĞİTLER ÖLMEZ! Mayıs; fıer anıyfa yaşama dofanmış bir aydır. Sadece bafıarı müjdeİemez bizberc; verdi­ ğimiz sözferi de hatırfatır. Darağacına yiderken bife yaşama inatfa sarıfmayı, özyürfük için yere ittiğinde bedenini tutuşturmayı, çekincesiz yiğitfiği anfatır; öğretir. Mayıs; hüznünü isyana devşirenberin, onura sadık kabanfarın, uçurumfarı çığfıkfarıyfa aşanfarın, öfdükferiyfe kafmayanfarın, öfümferiyfe devrime uzananfarın ayıdır. Mayıs; zafer ayıdır... 06 18 18 18 31

M ayıs M ayıs M ayıs M ayıs M ayıs

1972 1973 1977 1982 1971

: : : : :

Deniz Gezmiş, Yusuf Arsl.an, Hüseyin İnan İbrahim Kaypakkaya Haki Karer Dörtler - Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, M ahmut Zengin, Necmi Öner Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan

İbrahim K a ypa kka ya

Durur sarkacın git geli Kavganın yüreği durmaz


Castro, Chavez, Morales... Latin Amerika yol gösteriyor... İSYANDAKİ AMERİKA (...) çatlattı toprağı, yükseltti şehveti, indirdi filizlenen propagandasını ve doğdu gizli ilkbaharda. Çiçeği suskundu, toplanmış ışığı geri tepildi, kolektif mayasına karşı savaşıldı, bayrakların öpücüğü gizlendi, ama galip geldi gerçek, yıktı bütün duvarları ve yok etti yeryüzünün hapishanelerini. (...)

Anayurt, ağaç-yarıcılardan doğdun sen, adsız oğullarından, marangozlardan, kaçarken bir damla kan kaybeden yabanıl bir kuşa benzeyenlerden, ve bugün yeniden doğacaksın öfkede hainin ve gardiyanın seni gömülmüş sandıkları yerde. _. ,, ..

J

Pablo Neruda


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.