Çağdaş Yol Haziran 1988 Sayı 4

Page 1

f *

"Türkiye S o ru n la rın ın Çözümü Popülizmde mi?

"G elenek"M irası nasıl devralıyor?

Proletarya ve Demokratik Kadın Hareketi

Kadın Hareketine Sosyalist Perspektif Egemen O lm alıdır

Kadın Sosyal “ Sınıfımız" H. Kıvılcımlı

Karabağ - Ermenistan olayları

Sosyalist Mücadelede Eğitimin Rolü

Öğrenci Hareketinde Son Durum

Sendikal Ortam ve İşçilerin Görevleri

Bölgemizde A ile Kurumu Kadın Hakları Ve Ö zgürlüğü Sorunu

Krupp Direnişinden Haberler Geçmişin Mücadeleci Ruhu, TDY ve Gelecek. Oblom ov ve Oblomovluğumuz


Çağdaş Yol

İçindekiler:

SİYASİ DERGİ Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: Süleyman Kılıç YAZIMŞA ADRESİ: Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26 Laleli/İSTANBUL DİZGİ: Alfa Ajans BASKI: Eren Ofset Fİ ATI: 1500 TL. YURTDIŞI FİATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım ÖNKAPAK RESİM: Emre Zeytinoğlu KAPAK RESMİ KONUSU: “Günümüz Üretim Biçimi’’nin öngördüğü, EMEĞİN DENETİMİ'ni konu alan, "ÇAĞDAŞ GEREÇLERİMİZ" adlı dizinin ilk resmidir. Resimdeki “obje”; başı ve gövdenin üst bölümünü içine alacak biçimde tasarlanmış, metal bir “kalıbı” simgelemektedir.

Başyazı / Y O L .............................................................................................3 Bunalım Kapıda / Ali K em al..................................................................... 8 Gelenek Mirası Nasıl Devralıyor / M. Yılm azer................................ 10 Türkiye Sorunlarının Çözümü Popülizmdemi / M. Yılm azer......... 16 Geçmişin Mücadeleci Ruhu, TDY ve Gelecek / A. E rkök..............21 Kadın Hareketine Sosyalist Perspektif Egemen olmalıdır / ........ 22 Kadın Sosyal Sınıfımız / H. Kıvılcımlı .................................................. 26 Bölgemizde Aile Kurumu Kadın Hakları ve Özgürlüğü Sorunu / A. Öcalan ................................................................................................... 32 Proleterya ve Demokratik Kadın Hareketi / O. Dinçok.................. 38 İstatistiklerin Pirizmasından Yeni Sömürgeciliğe Bakış / N. Simonya.................................................................................................50 Ortadoğuda Güçler Dengesi ve Emperyalizmin Yeni Politika Arayışları / A. Aydemir............................................................................52 Karabağ ve Ermenistan Olayları / A. Tansever................................. 58 Sosyalist Mücadelede Eğtimin Rolü Üzerine / A. Aydemir..............62 Öğrenci Hareketinde Son Durum / N. Ç ağ lar................................. 66 Sendikal Ortam ve İşçilerin Görevleri / E. Bayhan........................ 68 Jose elemente Orozco / E. Zeytinoğlu................................................72 Oblomov ve Oblomovluğumuz / K. S aruhan.................................... 74


BAŞYAZI

pr-

Yaşanan son ekonomik-politik olaylar, Türkiye’nin yeni bir krizin içine yuvarlanmakta olduğunu gösteriyor. Çığın zirveden koptuğu kesin. Aynı kesinlikle söylenemeyecek olan, ne kadar hızla derinleşeceği, büyüyeceği ve hangi sonuçları yaratacağıdır. Bu günden bu konuda kehanetlerdebulunmanın anlamı da, yararı da yok. Gelişimi belirleyecek olan, devrim ve karşı-devrim güçlerinin, her basamakta, her somut durumda, kendi içle­ rindeki örgütlülüğü, olaylara cesaretle, bilinçle, kararlılıkla müdahale etme yeteneğidir. Bundan öte söyleyebi­ lecek olan her şey spekülasyon olur. Finans-kapital elindeki tüm imkânlarla, içinde debelenmeye başladığı krizini en az zararla atlatmaya çalışı­ yor ve çalışacak. Alacağı önlemlerle devrimci bir kabarışı, doğmadan boğmayı hedefliyor. Sorunun can alıcı yanı, Devrimci Proletaryanın tavrının ne olacağı, ne olması gerektiğidir? Başlangıç dönemini yaşadığımız bunalım, yetmişlerin sonunda yaşanandan çok daha yıkıcı, daha derin ve daha olgun özelliklere sahiptir. 1960 ve 1970’lerde finans-kapital, günün nesnel şartları gereği, iktisati ve siyasi planda istediği düzenlemeleri yapma şansına sahip değildi. Bu nedenle de alınan tedbirler, istenilen sonuçları yaratmada yetersiz kalıyordu. Oysa karşı-devrimin 12 Eylül zaferi, devletin yeni baştan örgütlenip sağlamlaştı­ rılmasını sağlarken, iktisadi ve siyasi düzenlemeleri hiçbir engelle karşılaşmaksam ve hiçbir sınır tanımaksızın alabilmesi şansını yarattı. Sekiz yıllık bir sürede, her türden aracı ve metodu kullanarak yürütülen ideolojik şartlandırma, kültürel soysuzlaştırma programlarının eşlik ettiği tedbirler sonunda ortaya çıkan krizin, önceki­ lerden çok daha şiddetli yaşanacağını söylemek kâhinlik değildir. İktisadi alanda, alınabilecek tedbirler, düşünülebilecek alternatifler çok fazla değildir. Fınans kapital önder­ lerinin hatta burjuva aydınların, tekel dışı burjuva siyasi partilerin sözcülerinin açık ya da örtülü olarak kabul>eı j.kleri, alternatif bir iktisadi pölitikanın var olmadığı ve olamayacağıdır. Söz konusu tüm bu çevreler, esasa ilişkin görüş ayrılığı içinde değildir. Görüş ayrılığı, aynı politikanın hangi araçlarla ve nasıl daha az sancılı yürü­ tülebileceği noktasındadır. Yoksa herkes, IMF tapınağının eşiğine yüz sürmenin gönüllü müritleridir. Yürütme­ ye ilişkin farklılıklar ne olursa olsun, mevcut iktisadi politikanın: — İleri teknolojili sanayi yatırımlarını imkânsız kıldığı — Tarımsal iyileştirme programlarına elvermediği — İhracat adı altında, ülkenin tüm zenginliklerini yok pahasına uluslararası sermaye piyasalarına transfer ettiği ve ülkeyi fakirleştirdiği gerçeğinin devam edeceğidir. Sekiz yılda en tam bir şekilde uygulanan bu politika­ nın sonuçları ortadadır. I. Uzun vadede yaratacağı yıkım pahasına, kısa erimde alınabilecek tüm olumlu sonuçlar (özellikle ihracat artışı ve döviz girdileri ile ilgili) alınmasına rağmen, uluslararası sermayenin benzeri görülmemiş politik ve kre­ di desteğine rağmen, Türkiye, mutlak anlamda bile yoksullaşmıştır. Çok ağır bir dış ve iç borç yükü altında inlemektedir. II. Devlet terörü ile susturulup, mali politikalarla vatandaşın sırtından çıkarılırcasına sağlanan sermaye biriki­ mi ileri teknolojili sanayi yatırımlarını bir yana bırakalım, sıradan sanayi yatırımları bile sağlayamamıştır. Sanayi yatırımları da 1980 öncesine göre düşmüştür. Yatırımlardan kaçış, özellikle son bir yılda had safhaya ulaşmıştır. Türkiye ekonomisi, tam bir spekülasyon ekonomisine dönüşmüştür. Ve bu gidiş finans kapital Allahlarını bile ürkütecek bir hal almıştır. TUSİAD ve Odalar Birliği’nin son dönem ciyaklamalarının altında kendi yarattıkları bu ürkütücü tablonun renklerinin ortaya çıması yatmaktadır. III. Tarımda verimlilik, tarımsal ürünlerin niteliğinde ve niceliğinde düşme tabii hale gelmiştir. Tarım girdileri­ nin aşırı pahalılığı ve tarımsal ürünlerin nispeten ucuzluğu, özellikle orta ve küçük çaplı tarım işletmelerini, traktör, makine ve gübre kullanamaz hale getirmiştir. Söz konusu işletmelerin toplam iflaslara sahne olacağı günler uzak değildir. Bu ekonomi politikanın sosyal sonuçları daha dehşet vericidir. Milli gelir dengesi, 1980 öncesine göre altüst olmuştur. Ücretli ve maaşlıların milli gelirden aldıkları pay sekiz yılda % 40’lardan % 16’lara düşmüştür. Aksine faiz ve kâr gelirleri iki kattan fazla yükselmiştir. Gene tarım gelir­ lerinin milli gelir içindeki payı da % 7 bir düşüş göstermiştir. % 70’lerde seyreden bir enflasyonun bu dengeleri çok daha hızla bozmaya devam edeceği ortadadır. Sekiz yıldır izlenen sermaye birikim yolu, ya da iç tasarruf­ ların yükseltilmesi politikası varabileceği son noktaya iyice yaklaşmıştır. Bundan sonra işçi-memur-küçük aile işletmesine sahip köylülerin ancak canı alınabilir. Şehir ve köy orta tabakaları da daha ne kadar dayanabilirler? Yaratılan ikinci sonuç, işsizliğin tam bir felaket haline gelmesidir. Resmi rakamlarla % 2 5 ’lere varan işsizlik, giderek hızlanan bir ivme kazanmaktadır. Sanayi yatırımlarındaki düşme, mevcut kapasitelerin üstüne çıkma şansının olmaması, ayrıca son yıllarda hızlandırılan konut, altyapı hizmetleri ve belediye yatırımlarının iyice yavaşlatılması, işsizliğin patlamaya hazır bir saatli bombaya dönüştüğünün de işaretidir. Üçüncüsü, ilk anda hissedilmeyen, ama halkın yaşamını doğrudan etkileyen kamu sağlığı ve eğitimi ile ilgili yatırımlardaki düşme ve sağlık ve eğitimin eskisi ile kıyaslanmayacak oranda pahalılandırılmasıdır. Hastalarını hastanede rehin bırakma, ilaç alamama, çocukların ilk eğitimlerini bile yaptıramama çok yaygın hale gelmiştir. Hükümet programında ve son bütçe görüşmelerinde de bu durumun daha da ağırlaşacağına dair hükümler kabul edilmiştir. Bütçenin yarısından fazlası, durumu dayanılmaz hale gelmiş halkın durumunu iyileştirmeye değil, beklenen muhtemel bir patlamanın bastırılması için, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı’nın modernize edilmesine diğer bir deyişle asker ve polis güçlerinin kuvvetlendirilmesine ayrılmıştır. Sekiz yıldır uygulanan ve sonuçları işçi sınıfı ve emekçi halkın öfkesini giderek azgınlaştıran iktisadi politika, bugün halen tek yol olarak benimseniyorsa, finans-kapital hazretlerinin çaresizliğine hangi ilaç deva olabilir? Onlar görebilecekleri en rahat ortamda bile zor ayakta durur haldedirler. Bu saatten sonra, her gün biraz daha

\

3

-


batağa saplanacaklar, “siyasal olanaksızlıklarla saçmalıkları birbirine daha da karıştırmaksızın, proletaryanın ve köylü yığınlarının devrimci öğelerinin saflarına yeni ve taze kuvvetler katmaksızın tek adım dahi” atamaya­ caklardır.

Finans kapitalin siyasi manevraları ve olanakları

t

Yetmişlerin sonundaki krizini 12 Eylül’le aşan finans-kapital, en son ateşlemesi gereken silahlardan birisini kullandığının bilincindeydi. Bu konuda parababalarının akıl hocalarının, binlerce makalesi, kitabı, konferansı vardı. Bunalımdan çıkış için, ordunun kulanılması, bu tek sağlam kalmış kurumu yıpratacak, kitleler nezdindeki geleneksel kurtarıcı ve güvenilirlik imajını yıkacaktı. Ama finans-kapital açısından başka çare yoktu. Silahlı kuvvetleri ateşledi. Ve ateşli silahların şemsiyeliğinde geçen sekiz yılda, istikrarı sağlamak hatta ebedîleştir­ mek uğruna her çareye başvurdu. Ama şimdi her şey olmamışa dönüyor. Ve her yandan 11 Eylül öncesinin sesleri geliyor. Ancak aradan geçen sekiz yıldan sonra, kitlelerin 11 Eylül’de bıraktıkları yerden, aynı ruh haliy­ le, aynı biçimle başlayacağını sanmak gafillik olur. Bu sekiz yılda kitleler, devrimci proletaryanın belki onlarca yıl da öğretemediği ve öğretemeyeceği şeyleri karşı devrimden öğrendiler. Belki onlarca yılda yıkılamayacak önyargılar ve dar kafalılıklar, 12 Eylül faşizminin balyozları altında, kristal ayna misali tuzla buz oldu. Yüzlerce yılın şartlandırması ile halkın orduya verdiği "kurtarıcr misyon, yaşanan birkaç yılda tümden yıkıl­ dı. Ordu birilerini kurtarıyordu, ama kurtulan açlık çeken, işsizlik içinde kıvranan, zulüm altında inleyen halk değil, parababalarıydı. İşsizlik, pahalılık cehennemi, zulüm düzeniydi. Ordudan kurtuluş bekleyen emekçi hal­ kın durumu daha da kötüleşti. Gene bu dönem de “devlet baba”! İmajı bir ağır darbeler yedi. Devletin hiç de bugüne kadar inandıkları parababaları masallarındaki gibi, tarafsız, yumuşak, adil olmadığı; bütünüyle tek taraflı, zalim ve güçsüzlerin sömürülenlerin ceplerine uzanan, ocaklarına incir diken, süngü taşıyan bir kurum olduğu yaşanılarak öğrenil­ di. Anayasanın, yasaların, yargının, polisin işlevi bilinçlerde sis perdesinden kurtulmaya başlandı. Tek tek sa­ yılmasını gerekli görmediğimiz daha nice önyargılar, dar kafalılıklar, bilinç bulanıklıkları 1980 öncesine göre yıkılıp döküldü. 12 Eylül, bir yandan işçi ve emekçi halkın muhalefetini silip süpürürken, öte yandan bilinçler­ deki ön yargıları bulanıklıkları da silip süpürdü. Geniş emekçi yığınların bilincinde o güne kadar görülmeyen, bir temizlik yaptı. Bu yeni durum, onları devrimci çözümlere, devrimci davranış hattına girmeye yakınlaştırdı. Aynı dönemde finans-kapital çok önemli bir silahını, terör işkence, cezaevi üçlüsüne dayanan, sindirme sila­ hını da güçten düşürdü. Her faşist dönemde olduğu gibi bu silah, aynı sonuçları yratmıyor. Başlangıçta dehşet saçan korku ve yılgınlık yaratan mahşerin bu üç atlısı, artık ilk yılların etkisini yaratmaktan çok uzaklaştı. Deyim yerindeyse kitleler bu silahları kanıksar hale geldi. Onlarla yaşamayı ve onlara rağmen mücadele etmeyi öğ­ rendi. Şimdi her grevci işçi, her boykotçu genç, her sokağa çıkan emekçi en yasal haklarını kullanırken bile işkence görebileceğini, öldürülebileceğini, ceza evinde çürütülebileceğini göze alarak ortaya çıkmaktadır. Bu ruh halinin hızla yaygınlaşıp, derinleştiği günümüzde, korku sırasının kime geldiği anlaşılabilir.

Genel hatları ile sıralamaya çalıştığımız tüm bu nedenler, karşı devrim güçleri için yaklaşan felaketin kolayca aşılamayacak özellikler taşıdığının kanıtıdır. 1980 krizini aşarken finans-kapital eteğindeki taşların pek Çoğunu, hatta en etkililerini kullanmıştır. Önünde oynayabileceği çok geniş bir alan, sayısız alternatif yoktur.

4

Yukarda genel hatları ile sıralamaya çalıştığımız tüm bu nedenler, karşı devrim güçleri için yaklaşan felaketin kolayca aşılamayacak özellikler taşıdığının kanıtıdır. 1980 krizini aşarken finans-kapital eteğindeki taşların pek çoğunu, hatta en etkililerini kullanmıştır. Önünde oynayabileceği çok geniş bir alan, sayısız alternatif yoktur. IMF göklerinden yağıp, yerli parababalarının özene bezene sulayıp büyüttüğü 24 Ocak kararları ile ete kemi­ ğe bürünen mevcut iktisadi politikanın, bugün için düşünülmüş alternatifinin olmayacağında, tüm egemen güçler hem fikirdir. En fazla esasa ilişkin olmayan bazı değişikliklere katlanılabilir. Ne 1980 öncesinin ithal ikâmecl politikalarına ne de 1930’ların devletçi politikasına dönüş olanağı vardır. Ancak ekonomi politikaya karşı da yığınlarda biriken öfke ve nefret taşma noktasındadır. Şimdi finans - kapi­ talin alabileceği iki tedbir vardır. Birincisi, 12 Eylül’ün ilk döneminde bile göze almadığı -ya da gerek görmediği- toplu kitle katliamlarına baş­ vurmak. İkincisi; halkta biriken nefret ve öfkeyi, siyasi iktidar değişikliğinin dar ufkunda boğmak. Kimi ufak tefek ta­ vizlerle zaman kazanmak. Her ikisini de irdeleyelim. Birinci alternatifi bugünden yarına devreye sokmak ne gereklidir ne de, onu gerçekleştirecek şansa sahiptir. Gerekli değildir, zira yükselen halk hareketi yeterince radikal, geniş ve düzene son verecek durumda olmaktan uzaktır. Şansı yoktur, çünkü böyle bir katliamı gerçekleştirecek, yıpranmamış sıhhatli bir kuruma ve ona boyun eğecek kamuoyuna sahip değildir. Ayrıca uluslararası şartlar da elverişli değildir. Bu alternatif, ancak İkincisi iflas ettiğinde gündeme girebilir. O halde de ne kadar uygulayabilecek durumda olacağı ayrı sorun. Böyle bir yola girmesi bir tek halde mümkün olabilir. Musul - Kerkük batağına batması ile. Musul ve Kerkük petrolleri, parababalarının, faşist kurmay çevrelerinin ağzının suyunu akıtıyor olsa da gidip de dönmemenin mukadder olacağı böyle bir adımı atmakta hep tereddüt içinde olacaktır. Attığı zaman da insanlığın görmüş olduğu en büyük kitle kırımlarına girse bile, ölümünü yaklaştırmaktan başka işe yaramayacaktır. Bu durumun onlarda far­ kında görünüyor. Yoksa bütün dünyadaki “esir Türkler”i kurtarmak için yıllardır beyin yıkayan iktidardaki faşist zihniyetin, hemen yanı başındaki ve tarihsel olarak da hak iddia ettiği Musul ve Kerkük'ü “kurtarmaması” (!) için ne sebep olabilir? O da çok iyi biliyor. Musul ve Kerkük’ü kurtarmak (!) “Kıbrıs’ı kurtarmak” (!) değildir. Çok ani ve büyük değişiklikler olmadıkça, tutacağı yol İkincisidir ve bu konuda epeyce de adım attı. TÜSİAD ve Odalar Birliği çevreleri, uzun süredir Özal iktidarını yüksek sesle eleştirmeye başladı. Henüz gözden çıkarmamış olsalar da, bu durum çıkarabileceklerinin de işaretini veriyor. Halkın yükselen nefreti ve öfkesi, patlamaya varmadan siyasi iktidarın vereceği ufak tefek tavizlerle ya da olmazsa bir siyasi iktidar deği-


şikiiği ile yatıştırılmaya çalışılacak. En son parababaların sesi Hürriyet gazetesinde, açıkça dile getirilen, çok geç olmadan siyasi iktidarın kendine çeki düzen vermesi talebi, bu anlayışın ürünüdür. Ne yapılıp yapılmalı, yükselen kitle hareketinin önü alınmalıdır. Eğer Özal iktidarı bunu sağlayamazsa ömrü çok uzun olmayacaktır. Bu durumda, ya şimdiki meclisten bir koalisyon çıkarılacaktır. Ya da erken seçime gidilecektir. Hangi halde olursa olsun, finans-kapital 12 Eylül’de gözden çıkardığı, hırpaladığı siyasi eğilimlere muhtaç olacaktır. Finans - kapitalin doğuramaz katır karakteri, siyasi iktidar kadroları içinde de geçerlidir. Aradan sekiz yıl geçtikten son­ ra gene Demirei’e muhtaç hale gelmiştir/Neden Demirei olmasın yargısı söz konusu çevrelerde ciddi bir şekil­ de taraf bulmaktadır. Üstelik de Demirei tam ne olduğunu unutturmuşken -en azından kısmen öyle- antimilitarizmin yılmaz savaşçısı rolüne çıkmışken ve demokrasi havarisi kesilmişken. Bu zokaya oynayıp yutturabiiirler mi? Şimdiden kestirmek zor. Ancak parababaları dünyasında olmaz yoktur. Yeter ki bir tek gün dahi ömürlerini uzatabilsinler, rahat nefes alabilsinler. Onları hem düşündüren, hem de sosyal gerçekliğe daha uygun olduğu için, kitlelerin daha anlayışla karşıla­ yabileceği ve bir başka siyasi iktidara tanımayacağı krediyi (zaman ve hoşgörü) kullandıracağı içinSHP iktida­ rıdır. Düşündürmektedir zira SHP’yi ANAP ya da DYP gibi kullanmak kolay olmayacaktır. Pek çoğu demagojik bile olsa, programına ya da seçim bildirgelerine aldığı, kimi reformları gerçekleştirme yoluna girerse, her şey kontrolden çıkabilir. Zira düzen-öyle dengeler üstünde durmaktadır ki, çekilecek en ufak tuğla arkasından bek­ lenmedik bir yıkılışı getirebilir. Bırakalım Anayasa ve yasalar da temelli değişiklikleri (ki SHP’nin zaten böyle bir derdi yok) kimi ufak değişiklikler, mücadeleci güçlere karşı gösterilecek hoşgörürlük her şeyi çığrından çıkarabilir. Parababalarının endişeleri bunlar. Eğer SHP’yi» düzenin yaramaz çocuğunu, daha iyi ıslah edebilir ve kontrolünde tutabilirse bir SHP iktidarı, uzak değildir. SHP böyle bir yola, yani parababalarının desteğini almaya gönüllüdür. Onların toplantılarında, konseylerinde iman tazelemesi başka ne anlama gelibilir? Hatta SHP böyle bir desteği almaksızın, iktidara talip olmadığını her davranışı ile göstermektedir. SHP 1970’ler C H P’sinden çıkardığı derslerle, finans-kapital atına binmeye daha yatkındır. Tövbekâr solcula­ rın dergâhı haline gelmiş olması nedeniyle kimi sol gevezeliklere sık sık başvuruyor olsa bile, gerçekte düze­ nin korunması ve savunulmasında üstüne düşen her şeyi yapmaya hazırdır. Çıkarlarını temsil ettiği toplumsal güçler açısından, bir başka şansı da yoktur. Ya faşizmle uzlaşacaktır ya da devrimci demokratik bir iktidarın yükselişini seyredecektir. Hiçbir ikircikliğe yer vermeksizin, o birinci yolu kurulduğu günden seçmiştir. Bu poli­ tikasına karşı her engeli aşmada da sonuna kadar kararlıca yürüyecektir. İşine gelmeyenler kapı dışına çıkmakta özgürdür! Girdiklerinde de özgür oldukları gibi. Eğer SHP iktidarı ya da SHP’li bir Koalisyon aşağıdan gelen baskıyı gene de önleyemezse, ya da yatıştıramazsa o zaman gelsin kitle katliamları.

Yükselen muhalefetin yatıştırılmasında ya da hedeflerinin şaşırtılmasında, karşı devrimin elinde yalnızca SHP kartı yoktur. Türk-İş de aynı politikanın , doğrudan günlük sınıf mücadelesinde rol almaya gönüllü , ikinci kartıdır.

Yükselen muhalefetin yatıştırılmasında ya da hedeflerinin şaşırtılmasında, karşı devrimin elinde yalnızca SHP kartı yoktur. Türk-İş de aynı politikanın, doğrudan günlük sınıf mücadelesinde rol almaya gönüllü, ikinci kartıdır. Yükselen mücadele, yer yer patlayan öfke, arkası arkasına başlayan grevler. Kırk yıldır işverenlerin sınıf için­ deki beşinci kolu işlevini yapan Türk-lş’i davranmak zorunda bırakmıştır. Başlangıçta kullandığı diyalogla oya­ lama taktiği uzun sürmemiş, iflas etmiştir. Sınıf Türk-İş ’e rağmen, davranma kararlılığı içinde olunca ve Türk-İş yöneticileri kendi işyerlerine giremez hale gelince hızlı eylemci kesilmiştir. Hatta yasalara rağmen genel greve gideceğini açıklamıştır. Gidemez mi? Elbette gidebilir? “Gidene değil, götürene bak” sözünün yeri tam da bu­ rasıdır. Ama bu gidişin amacı sınıf mücadelesini yükseltmek değil, boğmak olacaktır. Son yapılan tüm eylem­ lerde, Türk-İş, eylemlerin başarısız geçmesi için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Tek bir eylemde bile başarı için koşan yöneticiye (istisnalar hariç) rastlanmaz, eğer eylemler ses getirici hale geldiyse o Türk-İş’e rağmendir. Ve bunu tüm işçiler yaşayarak görmektedir. Daha tek bir eylem için bile Türk-İş’in temsilcileri ve işçileri görevlendirdiği eylemin karar aşamasındaki tartışmalara kattığı, yetki ve sorumluluk kullandırdığına rastlanma­ mıştır. Gene bir tek örnek yoktur ki işçilerle, hiç olmazsa temsilcilerle birlikte değerlendirilmiş olsun. Gelelim, işin ikinci, daha doğrusu esas yönüne. Türk-İş, eylemlerle neyi hedeflemektedir? Gerek yazılı, gerek sözlü açık­ lamalarında, eylemlerin gerekçesinde gösterilen hedef tektir. Özal iktidarı. Özal kendine çeki düzen verirse, ya da giderse, sanki sorun bitecekmiş gibi davranılmaktadır. B upolitika tam da TÜSİAD, Odalar Birliği ya da gazete işverenlerinin dile getirdiği politika ile uyum içindedir Doğrudan bir anlaşma olmasa bile, zımni bir an­ laşmanın olduğu açıktır. İşverenlerden yükselen mızıldanma ne olursa olsun, gerçekte Türk-İş’in bu hizmetleri­ ni taltif edeceklerinden şüphe edilemez. Mücadelenin bu günkü seviyesinde Türk-İş bir başka türlü davranabi­ lir miydi? Grev kırıcılığı yapabilir miydi? Mücadeleye azimli işçileri geriletebilir miydi? Hayır bin kere hayır. Böy­ le bir şey Türk-İş’in üç günde yıkılmasına sebep olurdu. Böyle bir şey, Türk-İş için kırk yıldır harcanan, yerli ve yabancı emeklerin boşa gitmesi olurdu. Böyle bir şey, Türk-İş’i parababalarının düzeni koruma ve kollama görevinden yalnız bırakması olurdu. Türk-İş tüm bunları yapmadı. İşinbaşında görünerek, yükselen mücadele­ yi boğma yoluna çıktı. Sınıfın mücadele ufkunu düzenden koparıp, Özal’a yöneltti en azından buna çaba har­ cadı ve harcıyor. Bu amacını gerçekleştirmek için de elinden gelen her şeyi yapacaktır. Tarih ve parabaları ondan bunu bekliyor ve Türk-İş bazı yolunu şaşırmış solcuların kendine verdiği misyonlara aldırış etmeksizin, işlevini icra ediyor. Ve o zavallılara sadece gülümsüyor! o n r ve ı urK-ışın ışıevı, yaşanan krizi hafifletmeye, aşmaya yeter mi? Ya da onların oyalamaları karşı devrim güçlerine nefes aldırır mı? Ne söylenebilir ki? Onlar görevlerini yapıyorlar. Devrimci güçler ne kadar zamanda ve ne kadar tam durumun farkına varır, bunların oyunlarını bozarsa, her şey o kadar hızlanabilir. Ve onlar o Kaoar etkisizleştirebiiinir. Parababalarının imkânları salt içeriyle sınırlı değil elbette. Ve Türkiye finans-kapitali dünyadan tecrit olmuş durumda yaşamıyor. Aksine uluslararası sermaye ve emperyalist ülkeler açısından, kolayca gözden çıkarıla­ mayacak öneme sahip. Uluslararası sermaye ve emperyalist ülkelerin çıkarları olmaksızın yaralı parmağa işe-

5


meyeceği kesinse de, uzun vadeli çıkarları açısından pek çok tedbiri alabilecek durumda olduklarından da şüphe edilemez. Borçların ertelenmesi, uzun vadeli bir ödeme planının esas alınması, taze kredilerin verilme­ si başvuracakları ilk önlemler. Buna ihtiyaç duyarlar mı ya da böyle bir şansları olur mu -zira kriz kendilerinde de her zaman kapı eşiğinde bekliyor- bilmiyoruz. Bildiğimiz ellerinden gelen her şeyi, karşılığını fazlasıyla ala­ bilecek durumda olduktan sonra yapacakları. Türkiye Finans kapitali açısından diğer bir dış imkân, AET’ye katılma rüyasının gerçekleşmesidir. AET’nin bugünden böyle bir yükün altına girmeyeniyeti yok. Ayrıca girse bile Türkiye’nin bu ortaklıktan kârlı çıkma şan­ sı da yok. Serbest dolaşım gibi olanaklar, işsizliğin basıncını azaltacak olsa bile, yüksek teknolojili Avrupa eko­ nomisinin Türkiye sanayii ve tarımını çökerteceği de kesin. İşte finans-kapitalin yaşanan bunalımda başvurduğu ve vuracağı uzak ve yakın çareler, iç ve dış imkânlar, yapabileceği manevralar. Bunlar onu kurtarır mı? Ya da ömrünü ne kadar uzatabilir. Bu, tümüyle bunalımın baştan kestirilemeyecek hızına derinliğine, ne kadar olgunlaşabileceğine ve her şeyden önemlisi Devrimci Pro­ letaryanın alacağı tavra bağlı. Şu tarihi bir gerçektir. Ne kadar tam ve olgun olursa olsun, hiçbir nesnel ortam kendiliğinden yıkılış ve zafer getirmez. Aksine mücadeleyi sonuna kadar götürecek devrimci bir güç olmazsa, tam ve olgun bir çürüme kaçınılmaz kader olur.

Devrimci proletaryanın önündeki sorunlar ve görevler Derinleşen krizini atlatmak için, karşı devrim güçlerinin yapacağı manevralar ve gireceği yönelişler, proletar­ yanın devrimci hedeflerini ve görevlerini ne ortadan kaldırabilir ne de erteletebilir. Onlar ne yaparlarsa yapsın­ lar, daha köklü bir krizi hazırlamaksızın ve yaklaştırmaksızın, tek bir adım dahi atamazlar. Proletarya için sorun, karşı devrimin alacağı her tedbiri boşa çıkartacak hazırlıkları, ne kadar ustaca yapabileceğidir? Bunun için, geniş emekçi yığınları, hedef doğrultusunda ne kadar toparlayabileceği, kararlılık ve enerji ile seferber edebi­ leceğidir? 12 Eylül’ün, devrimci saflarda açtığı yaraları, yarattığı sorunları ve hazırladığı olanakları, bu perspek­ tifle ne kadar değerlendirebileceğidir? Karşı devrim, devrimci proletaryanın ve geniş emekçi yığınların, devrimci demokratik iktidar amacının ya da kullanılan yöntemlerin yanlışlığından dolayı zafer kazanmadı. Hatayı oralarda aramak, sınıf mücadelesi ger­ çekliğinden hiçbir şey anlamamak, devrimci amaç ve yöntemlerden çark etmek demektir. Ya da "kolay kazanı­ lacak bir zaferin beklentisi içinde, mücadeleye giren ve yenilgi ile yüzyüze gelince” panikle geriye kaçarken, liberalv e karşı devrimci ayetleri yüksek sesle okuyan, burjuva ve küçükburjuva aydınlarla, aynı sonuçlara ulaş­ mak demektir. Bu düşünce tarzının, devrimci soflarda etkisi olmadı mı? Hiç şüphesiz ki oldu ve yükselen mü­ cadele ile birlikte, ne kadar darbe yemiş olursa olsun ve ne kadar zayıflamış olursa olsun, tortu kabilinden de olsa, şu ya da bu biçimde varlığını devam ettiriyor. Söz konusu izleri tümden silmek, ne kadar doğru olursa olsun sadece devrimci açıklamalarla yenmeyi düşünmek, çetin sınıflar mücadelesinde fazlaca safdil olmak demektir. Teorik düzeyde sürdürülecek savaşı küçümsemek bizden uzak olsun. Ancak bu gericiliklerin öldürü­ cü panzehirinin, pratik eylem olduğu gerçeğini, sosyal gelişim her defasında tekrar tekrar doğruluyor. Devrimci proletarya için şu parola, her zamankinden daha yakıcı hale gelmiştir. Daha az laf, daha çok iş. Devrimci he­ deflerle bağlantılı, sınıf mücadelesinin mevcut seviyesine uygun, daha çok günlük eylem. Bunu başardığında devrimci proletarya, geniş emekçi yığınlar da 12 Eylül’ün yarattığı yılgınlığı, karamsarlığı, inançsızlığı silecek devrimci amaçlara inancı besleyecek; yığınların bizzat günlük eylemlerinin öğreticiliği içinde, devrimci yöntem­ lerin gerekliliğine ulaşmasını sağlayacaktır. Karşı devrimin zaferini sağlayan nesnel şartlar üstünde, yeni açıklamalara girmeyi gerekli görmüyoruz. Dev­ rimci proletaryanın önümüzdeki görevleri ile bu konunun doğrudan hiçbir bağlantısı yok. Daha önceki sayfa­ larda yaptığımız değerlendirmelerin ve daha önce çıkan sayılarımızda bu konuda yapılan değerlendirmelerin yeterli olduğu kanaatindeyiz. Tekrar tekrar üstünde durulması gereken konunun, yenilgide rol oynayan, devrimciproletaryanın ve devrimci kitlelerin, dünkü ve bugünkü konumlarının karşılaştırılması, bugünkü görevlerin ve imkânların, neler olduğunun açıklaması olduğuna inanıyoruz. 12 Eylül'ün ön günlerinde devrimci proletarya, yeterli örgütlülükte, bilinçte ve kararlılıkta değildi. Devrimci proletaryanın iktidar hedefi, bir yandan küçükburjuva devrimciliğinin dar pratikçi eylemleri, bir yandan da bur­ juva sosyalizminin kaba reformcu ve sendikalist anlayışının ateşi altında kaybolmuştu. Küçükburjuva ve burju­ va anlayışlar, proletaryanın geniş yığınlarında küçümsenmeyecek etkiler yaratıyordu. Karşı-devrimci terör ve o teröre karşı yiğitçe direnen ve önemli günlük başarılar kazanan, küçük burjuva önderliğindeki halkın devrim­ ci muhalefeti, sınıfın hassasça koruması gereken sınırlarını, iyice belirsizleştirebiliyordu. O devrimci kargaşa ortamında proletaryanın kendine çeki düzen vermesi ve diğer emekçi kitlelere önderlik yapması mümkün ol­ madı. Sınıfın devrimci enerjisi, günlük saldırı ve savunmalar içinde kayboldu.

Karşıdevrim istemeksizin de olsa, safları yeniden düzene soktu. Hem mücadele mevzilerinde herkes olması gereken yere çekildi ve durumunu bilince çıkardı, hem de alman tedbirler devrimci proletaryanın saflarına yeni ve taze güçlerin katılmasını sağlayacak ortamı hazırladı. Karşı devrim istemeksizin de olsa, safları yeniden düzene soktu. Hem mücadele mevzilerinde herkes olma­ sı gereken yere çekildi ve durumunu bilince çıkardı, hem de alınan tedbirler devrimci proletaryanın saflarına yeni ve taze güçlerin katılmasını sağlayacak ortamı hazırladı. Burjuva sosyalizmi, bir bütün halinde ve birleşik güç olarak (TBKP) kıyafetindeki yanıltıcı en ufak renk kırın­ tılarını bile silip, tövbekârlığını ilan etti. Toplumdaki "istikrar ve düzenin” kudsiyetine iman edip, barış bayrağını Ankara kalesinde dalgalandırmak için, “kutsal vatan toprağına”! hicret etti. Büyük biraderi tarafından anlaşılır mı, ya da affedilir mi? O bizim işimiz değil. Onların bu tavrına, kendilerini bu kadar açıkça ifade etmelerine, devrimci proletarya ancak teşekkür edebilir. Burjuva solun, bu traji komik sonu, proletarya içindeki etki ve itiba­ rının da gömülme törenidir.


12 Eylül sonrasında, küçük burjuva devrimciliğinin içine düştüğü durum, daha az içler acısı değildir. Yakın bir toplumsal devrimin, zafer sağlayacağı umuduyla, enerjilerini sonuna kadar zorlayarak ve yer yer kahraman­ ca direniş göstermelerine rağmen, karşı devrim onların ütopik hayallerini de tuzla buz etti. Ve o şaşkınlıkla, devrimci olan her şeyi tasfiyeye dek varan, bir çöküntü yaşadılar. Devrim hayallerinin yerini, “sivil toplum” “batı tipi demokrasi” gerçekçiliği! aldı. Devrimci yöntemler sosyal demokrat partiler içinde faaliyet gösterme ile yer değiştirdi. Küçük burjuva devrimciliğinin bu soldan sağa savruluşu, devrimde önderlik iddiasından “artık hiçbir şeyin olmayacağı” iddiasına varışı o sınıfsal karakterin doğası gereğidir. Küçük burjuvazinin bu ikili karakteri, top­ lumsa! haraketteki gelgitlerle birlikte sürekli yer değiştirecektir. Eski devrimci önderlerinin durumu ne olursa olsun, yeni bir yükselişle birlikte, küçük burjuvazi tekrar devrimci yola girecektir. 12 Eylül’den sonra, maddi ve manevi durumlarındaki yıkım eskisinden çok daha genişçe o zemini hazırlamıştır. Hangi iddiayla ve mücade­ lenin hangi basamağında seferber olacağı, tamamıyla devrimci proletaryanın tavrına bağlıdır. Eğer devrimci proletarya, toplumsal muhalefetin gerçekten önderi olabilirse, denetimi elinde tutabilirse küçükburjuva dev­ rimciliğinin hem harekete geçişini hızlandıracak, hem de onu candan bir müttefik olarak değerlendirilebilecek­ tir. Eğer bunu başaramazsa, tarihin yeni baştan yaşanmaması için ne sebep var?

Yükselen mücadele ve proletarya Finans-kapital yarattığı tablonun korku ve paniği içindedir. Yükselen grev ve direnişlerin seviyesinin ve çapı­ nın, olması gerekenden çok gerilerde seyrettiğinin bilincindedir. Her an kopabilecek bir fırtınanın her şeyi al­ tüst edebileceği endişesi uykularını kaçırmaktadır. Var olan seslerden çok, sessizlikten korkmaktadır. Sınırlan­ mış, terbiye edilmiş ve denetime alınmış bir toplumsal muhalefetin yükselişi karşı devrim açısından katlanılabi­ lir ve hoşgörülebilir bir şeydir. Bir başka türlü davranma şansının olmadığının farkındadır. İşçi sınıfı, basit ekonomik talepler ve iyice sınırlandırılmış grevler sınırı içinde kaldıkça, buna tahammül edi­ lebilir. Hatta biriken öfke ve enerjinin bu yolla boşaltılması ve zararsız hale getirilmesi önemli bir kazanç olur.

Kitlelerin durumla orantılı olmayan bugünkü sessizliği ve hareketsizliği, finans-kapitali yanıltmıyor,; devrimci proletaryayı da yanıltmamalidir. Kırda ve şehirde öfkeden kuduran , ama öfkesini dile getiremeyen , düzen içi muhalefete de inanmayan milyonlarca emekçinin gözleri proletaryanın üstündedir. Ondan inandırıcı ve istikrarlı davranış bekliyor.

Zamlara, işsizliğe, pahalılığa karşı kabaran öfkeyi yatıştırmak için, Türk-İş ve SH P’nin başını çektiği Özal ikti­ darını hedefleyen bir toplumsal muhalefet ve kitle eylemleri serisi, aynı işlevi bir üst seviyede yapacağı için hoşgörülebilir hatta desteklenebilir. Sendikalar, Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Yasası’na karşı, Türk-İş’in başını çektiği ve sınırlı taleplerle orta­ ya çıktığı bir mücadele anlayışla karşılanabilir. Gerici Anayasa’nın zamanla değişebilirliğini canlı tutmak uğruna SHP ve DYP’nin oynadığı komedinin sah­ nelenmesine müsade edilebilir hatta bu komedide ANAP’ın da rol alması sağlanabilir. Yeter ki halkın tepkisi, bu kahrolası düzene yönelmesin. Ve yeter ki devrimci proletaryanın ve emekçi halkın düzenden tümden kop­ muş, düzenin her tür eğiliminden bütünüyle bağımsız davranan devrimci insiyatifi boy atmasın. Devrimci proletarya, oynanan oyunu, kurulan tuzağı görmelidir. Türk-İş ya da SHP’nin sınırlarını çizdiği, de­ netiminde tuttuğu bir toplumsal hareketin bir tek devrimci sonuç, hatta ele avuca gelir reform yaratamayacağı­ nı görmelidir. Nesnel şartlar, her bakımdan ve her zamankinden daha fazla, işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını kurmasına ve geliştirmesine elverişlidir, her grev, her protesto, her direniş bu hattın köşe taşları haline getiril­ melidir. Tehlikesiz eylem, tehikesiz mücadele anlayışı, devrimci proletaryanın anlayışı değildir. Mücadelenin gerekleri neyse onu yapmamak daha baştan yenilgiyi kabullenmek demektir. Bugüne kadar savunulan ideolo­ jik planda ayrılıkçı olmak, ayrılıkları sonuna kadar savunmak; şimdi yükselen mücadele ile birlikte bir pratik sorun haline gelmiştir. Devrimci proletaryanın hedeflerine hizmet eden, denetimi devrimci proletarya tarafın­ dan elde tutulan ve yönlendirilen bir davranış hattı kurulmalıdır ve kurulabilir. Amacı siyasi iktidarın kendisine çeki düzen vermesi ya da değişmesi ile sınırlı, yüzbinlerin katıldığı şu ya da bu burjuva eğilim tarafından yön­ lendirilen eylemlerdense, katılımı sınırlı bile olsa, kitlelerin devrimci hedefleri görmesini kolaylaştıran düzeni hedefleyen ve devrimci proletarya tarafından yönlendirilen eylemler esas alınmalıdır. Bu anlayış, devrimci amaç­ lara yönelmiş, devrimci güçler arası bir eylem hattını inkâr etmeyeceği gibi aksine onu güçlendirir. Büyük top­ lulukları bir araya getirmenin hayali içinde zamana bırakılmış değil, anında gösterilecek protestolar, çapı ne olursa olsun çok daha etkileyici, çok daha çarpıcı sonuçlar yaratacaktır. Karşı devrimin her saldırısı (ekonomikpolitik) anında cevaplandırılmalıdır. Kitlelerin durumla orantılı olmayan bugünkü sessizliği ve hareketsizliği, finans-kapitali yanıltmıyor, devrimci proletaryayı da yanıltmamalıdır. Kırda ve şehirde öfkeden kuduran, ama öfkesini dile getiremeyen, düzen içi muhalefete de inanmayan milyonlarca emekçinin gözleri proletaryanın üstündedir. Ondan inandırıcı ve istikrar­ lı davranış bekliyor. En sıradan grevlerin, direnişlerin bile nasıl bir sempati ve coşku yarattığını, kör olmayan her göz görebilir, onlar karşı devrimden çok şey öğrendi. Korku yıllarının üstlerinde bıraktığı aşırıca tedbirli davranma anlayışını, proletarya neden hoş görmesin ve anlamasın? Kulakları ve beyinleri her zamankinden daha açık milyonlarca emekçiye, devrimci proletarya şu perspektifi neden vermesin. “Tarihteki büyük savaşlar, devrimlerin büyük sorunları sadece ileri sınıfların tekrar tekrar saldırıya geçmeleri sayesinde çözülmüştür. Ve o sınıflar yenik düşmenin dersini aldıktan sonra yenmeyi başarmışlardır.”

YOL


BU N ALIM KAPIDA Ali KEMAL

*

Son sekiz yıldır Türkiye ekonomisinde belli aralıklarla yapılan “operasyon dizilerine’ en son, 4 Şubat kararlarıyla bir yenisi daha eklendi. 4 Şubat kararlannın özellikle son dört-beş yıldır yapılan operas­ yonlardan farkı, Türk ekonomisinin yeni­ den bir bunalım evresine girdiği dönem ya­ pılmasıydı. Yapılan bu operasyon Türkiye’de sınıfların Özal hükümetine, dolayısıyla mali ser­ mayenin son sekiz yıldır uyguladığı ekono­ mik politikasına tepkilerini “açığa vujdu”. Dördüncü ayına girecek bu operasyonun bundan sonra “arabanın devrilmesini ön­ leyemeyeceği de” artık yavaş yavaş açığa çıkıyor. öncelikle 4 Şubat kararlarını aldırtan nesnel koşullara bir göz attıktan sonra, eko­ nominin bundan sonra nereye doğru “evrileceğine” değineceğiz: 1988 yılı başlannda, hem de Turgut ÖzaPın “Türkiye’nin her 10 yılda bir karşı­ laştığı ödemeler dengesindeki açığı, bu kı­ sırdöngüyü kırdık” dediği bir dönemde dö­ viz bunalımı başgösterdi. 1987 yılı sonlarına doğru Türkiye’nin 1988’de serbest döviz piyasasına geçeceği yolundaki söylentilerin ardından, Türki­ ye’nin 1988’de 7.3 milyar dolarlık dış borç ödeyeceği belli oluyordu. İşte bu iki neden parababalartmızm, iştahını kabartıyordu. Büyük bir vurgun vurulabilirdi. Dövizde ya­ şanan aşın talep sonucunda Tahtakale de­ nilen serbest piyasada dolar, mark gibi dö­ vizlerde geçerli fiyatlar Merkez Bankası fi­ yatına göre yüzde 30 gibi rekor bir seviye de daha pahalı hale geldi. Bankaların, it­ halat komisyonlannı yüzde 10 ’lardan yüz­ de 3 0 ’lara yükseltmeleri “ithalatın dur­ masını” gündeme getirdi. Tıpkı 1978'lerde döviz bulunamadığı için ithalat transferle rinin yapılamadığı günlere benziyordu.

1988 yılı başlan nd a , h em de Turgut Ö za l’ın “Türkiye'nin h e r 10 yılda b ir karşılaştığı ö d e m e le r d e n g e s in d e k i aç ığ ı , bu ' kısırdöngüyü k ırd ık ” d e d iğ i b ir d ö n e m d e döviz bunalım ı başgösterdi.

Tehlikeyi sezinleyen iktidar, yeni operas­ yonla faizleri yüzde 65’e çıkarak “süper faiz’ dönemini başlattı. Bu yolla, paranın ban­ kalara çekileceği, bunun Türk Lirasını ara­ nılır hale getireceği ve sonuçta döviz buna İlminin “geçici de” olsa önlenebileceği var sayılıyordu. 4 Şubat kararlarının temel fel sefesi buna dayanıyordu.

Döviz Bunalımının Derinliği 8

Yaşanan olayların çözümlemesini yapabilmek için sadece görünürdeki belirtilerle

yetinemeytz. Bu, doktorun, hastasının nab­ zını ve kalp atışını dinleyip, “Nefes almayın" diyerek vücudunu dinlemesine benzer. Bu ise, hastalığı teşhis etmeyi olanaksız kılar, hatta teşhiste sapmalara yol açar. Türkiye ekonomisinde 1 9 5 0 -1 9 6 0 , 1960-1970, 1970-1980’de çok değişik po­ litikalar ve taktik-stratejilerle de olsa Türk mali sermayesinin izlediği yolun iç piyasa­ ya dayalı “genişlemeci” bir ekonomik ya­ pılanmayı getirdiği söylenebilir. 1980’den sonra da sermaye birikimi krizinin atlatıla­ bilmesi için öncelikle işçi ve emekçi sınıfın her türlü örgütlenmesi gaspedilerek artıdeğer pastasının giderek büyütülmesi he­ deflendi. İkinci olarak temelde, hep söyle­ negeldiği gibi ihracata dayalı sanayileşme değil, “iç pazan yoğun sömürmeye" dayalı genişlemeci politikaların yürürlüğe sokul­ ması gerekiyordu. Bunun için en önce, 1980 kriziyle “70 cente muhtaç" Türk eko­ nomisine uluslararası finans kapitalin bol miktarda “dolar enjekte etmesi" gerekiyor­ du. Bunun için 1980-1987 yılları için ya­ pılan dış borçlanmaya ve yine 7 yıllık sü­ rede ödenen dış borca bakmak yeter:

Yıllar

Toplam ödenen dış borç dış borç (Milyar dolar) (Milyar dolar)

1980

15.261

1981

15.093

1.744

1982

17.619

2.418

1983

18.385

2 .507

1984

21.258

2 .6 9 3

1985

2 5 .3 4 9

3.611

1986

31.2 2 8

4 .5 2 0

1987

1.243

33.145

4 .5 6 5

Toplam:

23.301

Kaynak: Merkez Bankası raporları ve Ma­ liye Bakanlığı raporu. Tablolde de görüldüğü gibi. Türkiye her yıl milyarlarca dolarlık borç ödemesine kar­ şılık borcu, azalmak şöyle dursun, giderek artan bir tempoyla büyümektedir. Her yıl yapılan dış borçlanmaların bir kısmı “yeni­ den borçları ödemeye’ ayrılırken, geri ka­ lan kısmı ile iç pazarın canlandırılması plan­ landı. Bunu yapabilmek için, “manivela" olarak burjuvazinin kullandığı terimle loko­ motif sektör olarak inşaat sektörü seçildi. Bunun da yolu, Toplu Konut Fonu aracılı­ ğı ile açılacak kredilerin piyasayı harekete geçirm esinden geçiyordu. Özellikle 1984-1985’lere kadar olan dönemde bu­ nalımı üstünden atmaya başlayan mali ser­ maye bu dönemden sonra piyasalarda ta­ lebin yükselmesine tanık oldu. Esasen, baraj, telekomünikasyon, ulaşım hizmetleri gibi temel altyapı yatırımlarıyla, burjuvazinin üretim de karşılaştığı “dorboğazları" gidermek amaçlandı ve bur­ juvazinin bu altyapı yatırımları yapılırken, yeni yatırımlara gideceği varsayılıyordu. “Düzenlenen senaryoya’ göre yatırımlar ar­ tacak, üretim artacak ve Türkiye artık “ma­ kus talihini yenecekti.” Ama bunların tümü kâğıt üstünde kal­ dı. Burjuvazi dikensiz gül bahçesinde bile “vurguncu karakterinden" zerre kadar ta-

viz vermiyordu. İnşaat sektörünün harekete geçmesi beraberinde buzdolabı, çamaşır makinesi, otomobil gibi dayanıklı tüketim malları üreten sanayiyi, elektronik sektörü, demir-çelik, çimento ve bir dizi sektör ve alt-sektörü de peşinden sürükiüyordu. Bu­ nun için “yeni fabrikalar inşa etmeye” ge­ rek yoktu. Sadece zaten uzun süredir atıl kapasitelerde çalıştırılan fabrikalann kapa­ site kullanım oranlannı arttırmak yeterli ola­ caktı. Böyle bir çözüm, tekel ve tekel dış ısermayenin her an bir bunalıma girme riski taşıyan Türk ekonomisine yeni yatmm yap­ mak yerine, daha esnekçe sadece sınırlı olarakkapasiteyi arttırmak seçiminden ile­ ri geliyordu. Zincirin esas halkası işte burada yakala­ nabilir. Dışa bağımlı Türk ekonomisi için ‘ol­ mazsa olmaz” şekilde üretim yapabilmek için mal ithal edilmesi, özellikle hammad­ de ithal edilmesi gerekiyordu. Bu kısır dön­ gü 1985-1987 yıllannda yaşanan ve tekelci parababalartmıza görülmedik kârları tattı­ ran dönemi kapatacaktı. Ekonominin kansere dönüşmüş bu ya­ pısı, yani hem teknolojik açıdan, hem mal üretimi için sürekli dışarıdan hammadde getirtmek zorunda olunması açısından, hem de bunalımı aşabilmek için başta kre­ diler aracılığıyla dışa bağımlı yapısı açısın­ dan yaşanan süreç, sekiz yıl aradan sonra “denizin sonu bitti” dedirtiyor. Iç piyasaya dayalı olarak genişlemeci bir tarzla büyüyen ekonomi, bazı temel faktör­ lerin biraraya gelmesiyle hızla bunalıma doğru evrilmeye başladı. Hiçbir zaman aşın kârlar uğruna enflasyonu düşürmek iste­ meyen mali sermaye, sonunda bu hastalı­ ğın nasıl kendisine “kan emercesine kene gibi yapıştığım” gördü. Tekeld karakteri do­ layısıyla her yıl bilançoları aşırı kârlarla ka­ patma heyecanı, sonunda silahın geri tep­ mesine neden oluyor. Faktörlerden biri bu. Faktörlerden İkincisi, tekelci sermaye hiç­ bir yapısal değişime gitmedi, “eski tas eski hamam" sürdü gitti. Sermayenin kendini yenileyemediği ve en ufak bir teknolojik ye­ niliğe yanaşmadığı Türkiye’d e bir üçüncü faktör: Borç batağı sorunu olanca ağırlığıyla gündeme geldi. İşçi sınıfının ölü toprağını artık üstünden silkeleyip onbinlerle gövdesiyle mücadele­ nin önüne geçmesi ise bunalımın tohum­ larını hızla filizlendiriveriyor.

Tufana Doğru: İrileşecek Finans-Kapital Şimdiye kadar kısaca, 4 Şubat kararla­ rının hangi nesnel temellere dayandığını açıklamaya çalıştık. Şimdi de bundan sonra ne olacak? Ne olabilir? Sorulanna yine ta­ bii ki ancak somut durumlardan yola çıka­ rak yanıt aramaya çalışalım. 4 Şubat kararlarıyla süper faiz dönemi­ ne geçilmesi beraberinde “süper kredi faizi", dönemini de getirdi. Yüzde İ 2 0 ’!ere tırma­ nan kredi faizi enflasyonu azdırmaya da­ ha * şimdiden başladı. 8 yıldır emekgücünün maliyetler içindeki payını yüzde 20’lerden yüzde 8’lere kadar indiren parababaları, yüzde 120 ’lik kredi faiziyle köşe­ ye sıkıştı. Ama hangi parababaları? Bura­ da üstüne basarak şu ayrıma gitmemiz ge­


rekiyor. Bugün Türkiye’de finans-kapitar “üyesi" 15 holding, şirketler grubunun yıl­ lık cirosu 3 5 trilyon lirayı, yani Türkiye sı­ nai, ticari vd... toplam üretimi olan yakla­ şık 5 5 trilyon liranın yüzde 6 3 .6 ’smı bulu­ yorsa, buradan 1980’den bu yana belli ara­ lıklarla yaşanan “inişler de" finans-kapitalin nasıl irileştiği sonucu çıkanlabilir. Çoğunluk la, bu İ 5 ’inin her birisinin bir veya iki-üç bankası vardır. Yüzde 120’lik kredi faizi bunlardan, örneğin Akbank’ıyla Sabancı1 yı, Koç’u, üç bankasıyla Çukurova Holdingi vs.’yi sistem devam ettiği sürece etkileme­ yecektir. Aksine, bunlar birçok sektörde borç batağı içinde kıvranan küçük veya bü­ yük firmalan “avuçlannın içine düşercesine” piyasadan toplayacaktır. Yani, finanskapital daha da irileşecek, sayıca azalacak, yalnızlaşacaktı. Finans-kapital dışı kalan­ lar ise borç-faiz batağından şu veya bu şe­ kilde paçasını kurtarabilen (çoğunlukla ‘kü­ çülerek’, yani yine birkaç firmasını finanskapitale kaptırarak) kurtaracak, gerisi piya­ sadan silinme sürecine girecektir. Son üç aydır yaşanan enflasyon da bu­ nu perçinler niteliktedir. Daha şimdiden üç aylık enflasyon yüzde 2 0 ’yi geçti. Enflas­ yon, bu tempoyla devam ederse, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin rekorunu “yüzde 107’lik bir seviyeye ulaşarak” kıracak. De­ mek ki Türkiye’nin, enflasyonun yüzde 20 0 -3 0 0 ’lerde seyrettiği Meksika, Brezilya, Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerine ben­ zer bir “hiper enflasyon” dönemine girece­ ği anlaşılıyor. Türk Lirası dolar karşısında yılın ilk üç ayınd? yüzde 19.3 devalüe edil­ di. Yine bu tempo devam ederse dolar Türk Lirası karşısında yıi sonuna kadar yüz­ de 8 0 civannda devalüe edilmiş olacak. Bu ise hızla değer kazanan dolarla yapılan it­ halatı, ardından üretimi ve daha da önem­ lisi dış borç yükünü artık taşınmaz hale ge­ tirecek. Hızlanan enflasyon ve “el yakan para” so­ nucunda daha şimdiden 1987de 1980’den bu yana ilk kez ortalama olarak yüzde 74.6 ile rekor düzeye çıkan kapasite kullanım oranı giderek düşürülmeye başlandı. En büyük te­ kelci kuruluşlar “küçülmeye” başlarken, iflas­ lar, fabrika kapatmalan ve işçi çıkarmaları gündeme geldi. Üretim kapasitesinin düşü­ rülmesi maliyetleri arttınrken ve dolayısıyla enflasyonu giderek körüklerken, hem te­ kelci sermayeden hem de tekel dışı serma­ ye çevrelerinden “!ç piyasa daralmaya baş­ ladı, satışlar düşüyor, kârlar eriyor, banka­ lar ölüm mangaları gibi, bu kredi faizi yeni iflas dalgasını başlatacak’ sözleri duyulmaya başlandı. Bugünlerde, güncel hale gelen Stagflas”yon: Durgunluk içinde enflasyon, konusu­ na değinmeden önce Türkiye’nin son borç tablosuna göz atmakta yarar var. Tablo 11 (Rakamlar: Milyar dolar) 19«« 19«9 1990 1991 Toplam dış borç 391 40.1 4 0 9 4 1 6 Orta-uzun vadeli 29.9 30.4 3 0 9 31.3 Kısa vadeli 92 9.7 10.0 103 Toplam ödenecek dış borç 7.3 7.2 7 4 72 Dış borçta ödenecek ana para (IMF dahil) 4.3 4.0 4.1 3 8 Faiz 3.0 3.2 3.3 3 4

Kaynak: Merkez Bankası İngilizce raporu. Tablodan görüldüğü gibi öncelikle şu sav Çürütülüyor: Türkiye’nin sadece 1988’de L 7.3 milyar dolar gibi çok büyük miktar dış f borç ödeyeceği, daha sonraki yıllarda gi­ d e r e k daha az dış borç ödeyeceği iktidar I tarafından öne sürülüyordu. Oysa, bu ulus­ lararası parababalanna, “günah çıkarırca­ sına” yeni borçlar dilenebilmek için ha­ zırlanan raporda -ki bu kamuoyundan gidendi- bu yalanlanıyor. Bu raporda Türk­

iye’nin 1988-1991 yıllarında toplam 29 mil­ yar dolar dış borç ödeyeceği yöıülüyoı. Bu­ na rağmen Türkiye’nin toplam dış borcu 41.6 milyar dolan buluyor. Bu hesabın, do­ ların bugünkü değeri sabit olarak ele alı­ nıp hesaplandığı ve tabii ki her gün yapı­ lan mini devalüasyonlarla bunun sabit kal­ mayacağı düşünüldüğünde dış borcun 4 5 -5 0 milyar dolara çıkması söz konusu olacaktır.

İhracat: Kan Kaybı Dış borçların ödenmesinde ve burjuva­ zinin “bunalımı tahlil ederken temel neden olarak gösterdiği” ödemeler dengesi açığı­ nı (yani Türkiye’nin ihracatı + işçi dövizle­ rim yabancı sermaye akışı—ithalat; olarak adlandmlan ülkenin genel gelirleri ve gider­ leri arasındaki denge) kapatmada çok gü­ vendiği ihracatın ise biraz bakıldığında Türkiye’ye nasıl “kan kaybettirdiği” yörüle bilir. Açalım: 1980’de doların değeri 35 liraydı. Ara­ dan geçen 7 yıl sonunda doların değeri, 1987 yılı ortalama fiyatı 9 0 0 lira olarak ka­ bul edilse yüzde 2471; yani 24 .7 kat art­ mış demektir. 1980’de Türkiye’nin toplam ihracatı 2.9 milyar dolardır. 1987 ihracatı ise 10.2 milyar dolardır Yani 7 yılda ihra­ cat yüzde 251 artmıştır. Burada doların de ğeriııdeki artış ile ihracatın artış oranı ara surdaki dengesizlik bizi şu sonuca götürür 1980 ihracatı Türk Lirası na çevrildiğinde 101 milyar lira eder. Eğer 1980’de 35 lira olan 1 doların değeri sabit alınırsa 10.2 mil­ yar dolarlık ihracat yapabilmek için Türki­ ye’nin sadece 357 milyar liralık mal satması yeterdi. Oysa, Türkiye 1987’de dolar or­ talama 9 0 0 lira kabul edildiğinde 10.2 mil­ yar dolarlık mal ihraç edebilmek için tam 9 trilyon 180 milyar liralık mal satmak zo­ runda kalmıştır. Yani 7 yılda Türkiye’den “dışarıya akan kan kaybı” 8 trilyon 8 2 3 milyon liradır. Yani biz, ürünümüzü yok pahasına sa­ tarak esasen sürekli dışarıya “kaynak transfer" ediyoruz. Buradan çıkan tek ders, Türkiye, Türk Lirasının değerini her gün yapılan mini devalüasyonlarla düşürmedik­ çe, ihracatını öyle kolay kolay arttıramazo da görünürde. İkincisi, ürünlerimizi iç pi­ yasaya göre yüzde 50 daha ucuza satan holdinglerimize -Örneğin iç piyasada 300 bin liraya satılan buzdolabı dışarıya 150 bin liraya ihraç edilebilmekte- hükümet getir­ dikleri her bir dolara, eğer o günkü değer 1000 liraysa 1700 lira vererek onu el üs­ tlünde tutmakta ve daha çok palazlanma sına, hem de havadan para kazanarak pa­ lazlanmasına elinden geldiğince yardımcı olm aktadır. Bu ise Türk ürününü ‘ucuzlatan’ ikinci faktördür. Bir de işin öte­ ki yanı hayali ihracattır. Yani, ihraç edilen ürünün, ifade edildiğine göre yüzde 20’si hayalidir. İhracatta “her yol mübahtır’ man­ tığını yürürlüğe koyan iktidar, “döviz gel­ sin de nereden gelirse gelsin” diyerek ha­ yali ihracat için kılını bile kıpırdatmamaktadır. İhracata eklenecek üçüncü halka ise şu­ dur: Önümüzdeki yıllarda dünya ticaretin­ de, yani ihracat ve ithalatında bir durgun­ luk beklenmektedir. İhracatta, dünya ça­ pında örgütlü tröst ve tekellerin arasında bizim tekellerimizin şansı ne olacaktır diye sorabiliriz. Geri tekniklerle ve uluslararası kalitenin altında üretilen Türk ürünleri az önce de açtığımız gibi son derece ucuza, neredeyse bedava fiyatla ancak satılabili­ yor. Ama dünya piyasalarında yaşanacak durgunluk, buna rağmen ihracatın artma­ sına engel olacaktır. Türkiye’de son sekiz yıldır bir tek yeni fabrika kurulmadığı ve 8 yıldır “eskinin mirasından yenilir” gibi, es­ kiden kurulmuş fabrikaların kapasitelerinin arttııılmasıyla yetinildiği dikkate alındığın­

da, ise iyimser-tahminle ihracat olanağı bu­ lunsa bile, Türkiye’nin daha fazla ihraç ede ceği ürün elinde olmayacaktır. Sonuçta ih­ racat dış borca çare olmamaktadır. Dış borçların toplam milli gelire oranı as­ keri borçlar da eklenince yüzde 6 3 ’e ulaş­ maktadır. Daha da kötüsü, dış borçlar için­ de kısa sürede ödemesi yapılacak borçla­ rın oranı 1988’de yüzde 23.5 iken, 1991’de yüzde 2 4 .8 çıkacak. Bu tablo Türkiye’yi dünyanın en borçlu beş ülkesi sıralamasın ayerleştirirken, Brezilya, Arjantin, Meksika1 yla “aynı kaderi paylaşmaya” doğru sürük­ lüyor.

Sonuç Enflasyonun azdığı, dış borç batağına her an santim santim girdiğimiz bir ortamda, kapasite kullanımının düştüğü ve kârların başaşağı gitmeye başladığı bir ortamda Özal çevreşi ve Özal destekçisi “liberal solcularımız” hâlâ “iyimser senaryolar” çi­ zebiliyorlar. Bunu çizerken, hem iktidarı uyarıyorlar, hem de bu konudaki başarıyı tamamen Turgut Özal’a bağlıyorlar. Oysa, iktidarın kendisi ne yapıyor: Baş­ ta altyapı yatırımları olmak üzere birçok projeyi iptal ediyor, namı değer barajların birçoğuna tek kuruş para göndermiyor. Özellikle inşaat sektöründe başlayan bu pa ra sıkıntısının getirdiği durgunluğun yıl so ııuna doğıu krize dönüşeceği ortaya çıkı­ yor. Hükümet, “4(X) metre bile koşamadaıı daha 200 . metrede neredeyse kalbi dura­ cak denli takatten düşen” Türk ekonomi­ sini piyasaları daraltarak tekrar ayağa kal­ dırmaya çalışıyor. Ama süreç başka yöne doğru gidiyor. “Ekonominin toparlanması bir-iki yılı alır” diyen iktidarın elbette yüzde 65’lik süper fa­ izi özellikle enflasyonun azdığı bir dönem­ de düşüremeyeceği kendiliğinden ortaya çı­ kıyor. “Mengenede sıkılan piyasalar” bur­ juvaziyi her açıdan ürkütmeye başladı. Ya­ tırımlar sıfırlanmaya doğru aidiyor. Serm a­ ye, spekalütif alanlara ve “İsviçre bankala­ rındaki kasalara akmaya” başlarken, Tür­ kiye hem dışta hem de içte borç denizinde yüzüyor. 1988’de dışarıya ödenen 7.3 mil­ yar dolarlık dış borca, içeride ise özellikle Hazine bonosu, tahvillerle yapılan borçlan­ malar için ödeme süresi gelen 6 trilyon li­ ralık bir borç ödemesi ve bütçedeki 2 tril­ yon 4 6 5 milyar liralık açık eklenince karşı­ mıza: 15 trilyon lirayı aşan bir dış-iç borç faturası çıkıyor. Yaklaşık 21 trilyon liralık Türkiye bütçesinin demek ki yüzde 75’i sa­ dece borç ödemeye ayrılmak zorundadır. Türk ekonomisi “borçla nefes alıp verir* du­ ruma düşmüştür. Genişlemeci politikadan daraltıcı politi­ kaya geçen mali sermayenin sözcüleri, bu politikalarıyla yüzde 18’lerde seyreden iş­ sizliği de haliyle daha da kabartacaklardır. Yaşanan fiyat artışları, milli gelir içindeki pa­ yı 1980’de yüzde 3 2 .7 9 olan ve 1988’de yüzde 15e düşmesi beklenen ücret-maaşların payını daha da kemirebilecektir. Tekelci ve tekeldışı sermayenin bile ar­ tık “ekonomide kireçlenme” başladığını ka­ bul etmesi, yapılan kamuoyu araştırmala­ rına yanıt veren parababalarından Yüzde 6 2 ’sinin ekonominin bugünkü durumunun “endişe verici” olduğunu söylemesi, yüzde 14’ünün de durumu “kötü olarak” nitele­ mesi mülk sahibi sınıfların nasıl kendi dü­ zenlerine “inançlarını yitirmeye başladıkla­ rını”, “felakete gidiyoruz” feryatlannı nasıl at tıklarını gösteriyor. Başgösteren bunalım giderek derinleş­ meye adaydır. Bunalımı aşmaya yönelik tüm senaryolar zaten kendi içinde büyük tutarsızlıkları ve uzlaşmaz çelişkileri barın­ dırmaktadır. Ve bu senaryolar yanlış hesa­ bın Bağdat’tan dönmesi gibi, işçi sınıfının savaşımından geri dönecektir.

B aşgösteren b u n alım gid erek d erinleşm eye adaydır. B unalım ı aşm aya yönelik tüm senaryolar zaten k e n d i İç in d e bü yük tutarsızlıkları ve uzlaşm az ç elişkileri barındırm aktadır. Ve bu s e n a ry o la r yanlış hesab ın B ağ d at’tan d ö n m e s i g lb it işçi sınıfının savaşım ından g e ri dönecektir.

Çfc


“GELENEK;’ M İR A SI NASIL DEVRALIYOR? Mehmet YILMAZER I

MARX-ENGELS VE LENİN’İN MİRASI GÜNÜMÜZE NASIL AKTARILIR? Gelenek Dergisi, Türkiye’de “yeni sol ve geleneksel sol olarak iki ana küme" gör­ mektedir. Kendisi “ikiyüz yılı aşkın bir mü­ cadele geleneğinin tek mirasçısı olması ge­ reken geleneksel sol" içindedir. Ancak “ge­ leneksel sof, “ekonomist ve dar pratikçi zorlamalann yol açtığı hantallıksan kurtulama­ dığı için, “yaratıcı bir baştan değerlendirme” (Gelenek, Kasım 1986) Gelenek açısından kaçınılmaz olmuştur. Hareketin böyle saflaştırılması özel ola­ rak konumuz değil. Hele 12 Eylüfün ilk yıllannın moda eğilimleri silikleştikçe böyle bir tasnifin, kaba bir çerçevede olsun, hareke­ tin saflaşmasını açıklamakta yetersiz kala­ cağı bellidir Gelenek sayfalarına baktığımızda onun esas hesciplaşmasının “geleneksel sor ile ol­ duğu hemen görülür. Eğer dil sürçmesi de­ ğilse, “ikiyüz yılı aşkın mücadele geleneğin^ 'den soz etmekle, 1780’lere, yani Fransız burjuva devrimine kadar uzanılır. Mücadele geleneği o noktadan başlatılır. Dergilerde­ ki Jakobenizm üzerine değerlendirmeler dikkate alınırsa “ikiyüz yılı aşkın” mücade­ le ge|eneğinin dil sürçmesi olmadığı anla­ şılır. Özetle milad olarak seçilen tarih tesa­ düf görünmüyor. Ancak biz kendimizi proletarya sosyaliz­ minin doğuş ve ana gelişim noktalarının miras olarak nasıl yorumlandığını değerlen­ dirmekle sınırlavacaöız.

G elen ek sayfalarına baktığım ızda onun esas hesaplaşm asının “gelen eksel s o l” ile o ld uğ u hem en görülür.

Marx ve "ekonomist vurgu"

10

“Marx’in. 19. yüzyıl proletaryasında önemli kitlesellik kazanmış olan ütopyacı modellere karşı kendi önerisinin bilimselli­ ğini vurgulamak zorunda kalması... eşitsiz gelişme olgusunun yasallık düzeyinde for­ müle edilememesiyle birleşince, ortaya ağırlıklı olarak öznelliğe pek yer bırakma­

yan kendiliğinden (altı Gelenek tarafından çizilmiştir, bn.) gelişen ve çöken bir kapita­ lizm çıktı" (Gelenek, Eylül 1987. Akın Dal­ man) Yazar, bu yargısını Marx’in “bir top­ lumsal düzen içinde barındırdığı tüm üre­ tici güçler gelişmeden hiçbir zaman yok ol­ maz." (Ekonomi Pol. Önsöz) cümlesine bağlıyor. Ancak, bu “ekonomist katastrofist" (Gelenek, Şubat 1987, M. Çulhaoğlu) vur­ gu, dikkat edilirse yalnızca Marx’in bir cüm­ lesi ile sınırlı tutulmaz. Tam tersine bütün Marx-Engels dönemine yaygınlaştınlır. “Po­ litikaya ve ‘iradeciliğe’ çağrı", Lenin ve Ne Yapmalı? ile başlayabilmiştir. (Gelenek, Mart 1987) Gelenek, “ikiyüz yılı aşkın", mirasın MarxEngels dönemini, jakobenizmjn coşkulu et­ kisiyle olsa gerek, “ekonomist vurgu”nun ağır bastığı bir dönem olarak değerlendi­ rir. Madem ki, “öznelciliğe vurgu” Marx’tan çok önce jakobenlerle mümkün olmuştur, o zaman Marx’i “çubuğu ekonomiden ya­ na fazla bükmekle" yargılamak yanlış olma­ yacaktır. Böyle düşünüyor, Gelenek yazar­ ları! Mirası devralırken, bir yandan Narodniklerle, ardından Ekonomistlerle boğuşan Lenin’de Marx’la ilgili böyle bir değerlendirme­ nin izine bile rastlanmaz. Devrim Sonrası II. Enternasyonal döneklerinin “Rusya’da üretici güçlerin gelişiminin sosyalizmi müm­ kün kılacak seviyeye varmadığı" eleştirisi­ ne karşı, onlan Marx’i anlamamakla, Marxizmin devrimci diyalektiğini" hiçbir şekil­ de kavrayamamakla suçlar. (Devrimimiz, Cilt 33) Menşevikler ve Kautsky gibi döneklerle mücadelesinde karşısına, devrim kaçaklı­ ğına gerekçe olarak, hep Marx’in bu üreti­ ci güçler teorisi çıkarılmasına rağmen, ne­ den bir kere olsun Lenin, Marx’in “kendili­ ğinden gelişen ve çöken bir kapitalizm’ bek­ lemekle yanıldığı tesbitini yapmamıştır? Ve Marx'in bu yanılgılı beklentisini (?) kavra­ madan Lenin, nasıl Marxizmi geliştirebilmiş­ tir? Gelenek’in mantığı açısından ortada açıklanması zor bir çelişki vardır. Oysa gerçek hayatta böyle bir çelişki ol­ mamıştır. Lenin, aynı Marx'tan parti teori­ sinin ilk filizlerini ve sınıflar mücadelesi sü­ recinde Almanca ve Fransızca konuşmanın diyalektiğini de miras olarak almıştır. RSDİP'in kuruluşu ve program tartışmala­ rı gündeme geldiğinde I. Enternasyonal. Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi nin de­ neyleri ve özellikle Erfurt Programı eleşti­ risi Lenin’e yol göstermiştir. Almanca ve Fransızca konuşma konu­ sunda, Marx ve Engelsin 1848 ve 1870’teki tavırları; devrimler geri çekilirken öne çıkan görevlerin tesbitindeki müthiş es­ neklikleri de devralınması gereken miras­ lardır. Eğer olay böyle bir bütünlük içinde kavranırsa Marxizmin doğuş zenginliği çok yönlü olarak ortaya konabilir. Gelelim Marx’i “ekonomist vurgu’ya iten

nedenlere. 19. yy.’da “ütopyacı modellere" karşı mücadelesinde Marx’in “bilimselliği vurgulaması", eğer temel doğru ise belki üs­ lupta kimi farklılıklara yol açabilirdi. Ancak Gelenek yazarları konuyu buradan öteye götürüyorlar: Sınıf mücadelesinde, Marx! ın “öznelliğe pek yer bırakma’dığını söyle­ mek bambaşka anlamlara sahiptir. Koca Marx neden yanılmıştır? “Eşitsiz gelişme ol­ gusunu yasallık düzeyinde formüle edeme- i diğinden”! Gelenek böyle diyor. Daha sonraki satırlarda iyice görülecek, en kompleks teorik sorunlar karşısında G e­ lenek yazarlan “eşitsiz gelişim yasasıyla” he­ men basitçe sonuca ulaşıvermektedirler. O nedenle bu “yasanın" öz ve kapsamını açık­ lamadan daha ileriye adım atamayız. Lenin’in eşitsiz gelişim yasasından söz edişi 1915 yılına denk düşer. Bu kanun emperyalizmin gelişimi, kapitalst ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim, kapitalizmin çe­ şitli alanlardaki eşitsiz büyümesi temelinde ele alınır. Unutulmaması gereken en önem­ li nokta, eşitsiz gelişim olgusunun Lenin1 de tek ülkede sosyalizm sorunuyla birlikte işlenmesidir. Böyle bir gelişim elbetteki te­ sadüf değildir. Kapitalizmin anayurdu kıta Avrupası’nda az çok eş zamanlı devrim bekleyişi, kapitalizmin eşitsiz gelişimi en ça­ rpıcı şekilde kendini ortaya koyunca, kaçı­ nılmaz şekilde yerini tek ülkede sosyalizm imkânına bıraktı ve bu olgu teorik planda kendini ortaya koymadan edemezdi. Ancak Gelenek’in sözünü ettiği “eşitsiz gelişim yasası" bambaşkadır. Bu sözde ya­ sa, kapitalist toplumdaki sınıflar savaşının içine yerleştirilir, üstelik Marx’in üretici güç­ ler teorisinin karşısına konulur. Bu anlamdaki “eşitsiz gelişim yasasının” Lenin’le ve Marxizmle bir ilgisi yoktur. Bu 4 sözde “eşitsiz gelişim yasası" 1950 sonrası, özellikle Stalin’in ölümünden sonraki süreç- \ te, Avrupa ve Amerika'da filiz veren Yeni Sol literatürde çok sık tartışıldı. Adeta po­ püler oldu. New Left Review, Morthly Re­ view, Science Society vb. dergilerin sayfa­ larında en önemli teorik sorun olarak tar­ tışıldı. Konunun özü, Marksizmin esası olan üretim temeli ve sosyal bilinç ilişki ve çelişkisiydi. Birer ucundan çekilerek koparıldı. Bütün gürültü bu noktada koptu. Üretim temeli, sosyal bilinç, sınıflar ve devlet, dev­ letin görece bağımsızlığı, kültür ve sınıf bağ­ lantısı vb sorunlar; bu konularda skolastik kafaların kavrayamadığı çelişkiler hep bir tek formülle —ya da “yasa" ile— çözüldü: Eşitsiz gelişim yasası! Yeni Solun doğuşunda iki önemli etken ' vardır. îlki, Stalin’e karşı 1956’lardan itiba- ) ren yükseltilen eleştiri kampanyasının ya- A rattığı ortam; İkincisi, kapitalizmin i d e o l o g jik saldırısı ve “refah toplumunun" yeniden I yaratılmasında önemli ekonomik atılımlar. J (Amerika’nın Avrupa’yı kalkındırması). V Böylece sosyalizmin ideolojik ve pratik güç I


olarak kazandığı itibarı aşındırıimaya baş­ lanmıştır. Geçerken belirtelim, Kruşçefin Stalin’İ eleştiri tarzı o dönem harekete bir şey kazandırmamıştır. Aşındırıcı rolünün daha fazla olduğu açıktır. Stalin eleştirisi ile başlayan hayal kırıklı­ ğında yeşeren Yeni Solu harekete geçiren mantık şöyle özetlenebilir: Sosyalizmin hem gelişimini sınırlayan, hem de onun batıda­ ki görünen yüzünü sevimsizleştiren kahre­ dici ekonomik cendereye, maddi temele “boyun eğmek” kader miydi? Yeni Sol’un, Marksizmden öteye sıçrama tahtası bu so­ ru ile oldu. Objektif koşulların, öldürücü sı­ nırlaması, eşitsiz gelişim yasasının “öznelliği” öne çıkartan sihirli dokunuşu ile çözülecek­ ti. Sonuç, Yeni Sol düşüncenin atomları­ na kadar dağılıp özgürleşmesi oldu. Gelenek, bu yasanın böyle olumsuz bir şöhreti olduğunu bildiği için, şöyle bir ka­ yıt koymayı gerekli görüyor: “sanıldığı ya da zaman zaman savunulduğu gibi eşitsiz gelişim, toplumsal formasyondaki belirle­ me sorununu ekonomik yapının öncelliğini yolc ederek (altı Gelenek tarafından çi­ zilmiş bn.) ‘çözen’ bir yasa değildir.” (Gele­ nek. Şubat 1987 M. Çulhaoğlu) öyleyse bu “yasa” nedir? Marksizmin devrimci di­ yalektiğini kavrayamayan skolastik kafala­ rın, olayları açıklamadaki yeteneksizlikleri karşısında yaratmak zorunda oldukları bir kalıp formülüdür. A. Dalmanın yazısında, Marx’ı değerlendirirken “eşitsiz gelişme ol­ gusunun yasallık düzeyinde formüle edile­ memesinden söz etmesi ilginçtir. Demek bu olgıj Marx tarafından da sezilmiş, an­ cak “yasallık düzeyinde” formüle edileme­ miştir! ‘Yas:.!: '. düzeyi” ne demektir? Marksizmde olaylara gözü kapalı uygulanıverecek değişmez yasalar yoktur, ünlü “eşitsiz gelişim’yasanız geri ülkelerde devrim sorununu açıklıyor diyelim, ancak neden hâlâ gelişmiş ülkelerde devrimin patlak verme­ diğini, hatta Ingiltere ve Amerika gibi ka­ pitalist anayurtlarda, koca bir tarih kesitin­ de neden az çok etkin bir komünist hare­ ket olamadığını açıklıyor mu? Neden bu ül­ kelerde toir türlü “öznellik” gelişemiyor? Bilindiği gibi Marx, devrim sorununu üretirrüllşkilerinin üretici güçlerin gelişimi­ ni engfellemesiyle bağlantılı olarak ortaya koymuştur. Diyalektik Materyalizm bir ol­ gunun ne dış görünüşüyle ne de birkaç öz­ gül yönüyle yetinmez, eğer olgu açıklana­ caksa bütün iç bağlantıkın çözümlenebilmelidir. örneğin Marx, kapitalizmde aza­ lan ortalama kâr kanununu tesbit etmiştir. Ancak aynı zamanda sermayenin kârların azalmasına karşı hareketlerini de irdelemiş ortaya koymuştur. Emperyalist anayurtlar binbir zorlukla da olsa hâlâ üretim güçlerini geliştirebiliyorlar. Geri ülkelerde ise üretim güçleri korkunç bir israfla çürütülüyor. Bu tablo ortasında “eşitsiz gelişim yasasıyla” bu ülkelerdeki sı­ nıflar savaşının özgün yanlan çözümlene­ bilir mi? Eğer, eşitsiz gelişimden kastınız, Lenin’in tek ülkede sosyalizmi mümkün gö­ ren yasası ise artık pratikte ispatlanmış bu gerçekliği tekrarlayıp durmak, geri ülkeler­ de devrim imkânı için ileri sürmek, yaratı­ cı bir yaklaşım değil, softalıktır. Eğer, bir ülkede üretici güçlerin gelişmesi ile siyasi bilinçlenme ve politik mücadele­ nin bire bir birbirine denk düşmediği anla­ mında, eşitsiz gelişimden söz ediyorsanız, bu gerçekliğin tesbiti bizzat Marx tarafından yapılmıştır. Ve daha 1845’te Feuerbach üzerine tezlerde “asıl önemli olanın dünyayı değiştirmek’ olduğu tesbiti yapılarak, bilinçli tarih yapıcı insana en önemli adım atıl­ mıştır Yok eğer, Marx’in, üretim temelindeki gelişme ile politik bilinçlenme ve mücade­ lenin “kendiliğinden” üst üste örtüştüğü fik­ rinde olduğunu ileri sürüyor iseniz, bunu

“eşitsiz gelişim yasasının henüz formüle edilememesi” gibi mazeretlerle örtmenize gerek yok, açıkça ilan edin. Aslında Marx’m “öznelliğe pek yer bırakmıyan kendiliğinden gelişen ve çöken bir kapitalizm” tanımladığını ileri sürmekle bu­ nu yapmış oluyorsunuz. Fakat bu “eleştiri­ yi", pek açık tariflenmemiş, kaynağı iyice açıklanmamış, fakat Lenin’in adıyla birlik­ te anılan “eşitsiz gelişim yasasının” ardına sığınarak yaptığınız için, Marksizme bıçak çekişiniz Lenin’in gölgesiyle örtülmüş olu­ yor. Bu örtü kaldırıldığında, Gelenek’in kav­ rayışına göre, Marx ile Lenin arasında ka­ patılamaz bir uçurum açılacaktır. Bu uçu­ rumu kapatmanız, böyle bir mantıkla müm­ kün olmadığı için, onun dipsiz derinliğine yuvarlanmak kaçınılmaz olur.

layıp, onu iyice ayırtlayıp, yalnızca bu cüm­ leyi Marx’in sınıflar savaşı teorisinin bayrağı haline getirirsek, buna tahlil değil, tahrifat demek zorundayız. Aynı önsözde, birkaç cümle yukarıda Marx, “toplumun maddi üretici güçleri”nin “m evcut üretim ilişkilerine” ters düşmesiyle “toplumsal dev­ rim çağının başlamasından söz eder. Üretici güçlerin “tümünün” gelişip geliş­ mediğini bize bildirecek kriter nedir? Marx bu konuda bir ölçüm aleti bırakmış mıdır? Elimizde “miras” olarak kalan böyle bir alet yok, fakat kapitalizmin krizleri vardır. Ya­ şamı boyunca Marx, hangi kriz arifesinde üretici güçler teorisini elinde sallayarak, yı­ ğınlara daha beklemeleri yolunda fetva ver­ miştir? Ancak, aynı Marx ve Engels keskin öngörüleri ile mücadeledeki güçler denge­ sini kavrayıp, bu temelde taktik belirlemiş­

Bu örtü kald ırıld ığ ın d a , G e le n e k ’in kavrayışına göre, M arx ile Lenin arasında kapatılam az b ir uçu ru m açılacaktır. Bu u çu ru m u kapatm an ız , böyle b ir m an tıkla m ü m kü n olm ad ığ ı iç in t on un dip siz d erin liğ in e yuvarlanm ak kaçınılm az olur.

Son olarak, bizde Marx’in bu tarz eleşti­ risi ve Lenin’in Marx’tan koparılışı yeni de­ ğildir. Bu işlem iki uçtan yapılmıştır. M. Ali Aybar, Lenin’i “iradecilikle” suçlayıp, Mark­ sizmin sınırlan dışına fırlatmış, ama Marx’i da, Kautsky’nin yaptığı gibi, “bayağı liberal” konumuna getirmiştir. Diğer uç, Cephe hareketidir. M. Çayan Kesintisiz Devrim’de “Marx ve Engelsin devrim teorilerinde ağır basan yön, ekono­ mik ve sosyal determinizmdir... Lenin’in devrim teorisinde, ihtilalci insiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden do­ layı) Marx ve Engels’inkilerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır” der. (Bütün Yazılar. M. Ça­ yan) Bunu yazanlar ihtilalci şahlanışlarıy­ la, düşüncelerini sınadılar. Ve devrimci ha­ reketin tarihinde önemli bir misyon yüklen­ diler. Ancak ardılları bu deneyden yeterince ders çıkartmış iseler, “ihtilalci insiyatifin” na­ sıl içinde yaşanılan koşullara, güçler den­ gesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu kavramak­ ta güçlük çekmeyebilirler. Gelenek, teorik planda, “öznelciliğe yer verme” gibi daha dişi ifadelerle de olsa, benzer şeyleri söylüyor. Ancak hiç kimse­ nin aklına Gelenek ile Çayan’ları yan yana koymak gelemez. Bu kötü bir aldanma olurdu. Yazının ileriki bölümlerinde Gele­ nek’in diğer tipik yanları sergilenince özde hiçbir benzerliğin olmadığı görülecek. An­ cak lafta da kalsa sözünü ettiğimiz benzer­ liğin nedenlerine değinmeliyiz. Marx’in böyle yorumu, genellikle Mark­ sizmin esasını meydana getiren üretim te­ meli ile bunun üstünde yükselen üst yapı kurumlarının ilişki ve çelişkisinin kavranamayışında yatar. Ya da bu kompleks bağ­ lantının basitleştirilme özlemi, teorinin bayağılaştırılması sonucunu doğurur. Objek­ tif ve sübjektif koşulların bir birini etkileyen dinamiğini, canlı hayat içinde kavramak ye­ rine, olayların iç zenginliği formül zorlama­ ları ile dondurulursa bu diyalektik mater­ yalizm olmaz. Marx’in sırf sözü edilen cümlesini ele al­ sak, orada Marksizmin üretici güçler teori­ sinin esasını buluruz. Ancak bu cümleyi, Marx’in bütün sisteminden bile değil, biz­ zat bu cümlenin yer aldığı önsözden soyut­

lerdir. Örneğin, güç dengesi açısından Pa­ ris Komünü öncesi, proletaryayı “umutsuz­ ca bir çılgınlığa” karşı uyarmış, ancak “ayak­ lanma artıkbir olgu durumuna geldiği za­ man, bütün elverişsiz belirtilere karşın Marks, proletarya devrimini en büyük coş­ kuyla selamlamıştır.” (Lenin, Devlet ve İh­ tilal) “Tüm üretici güçlerin gelişimi” ibaresi, devrim öncesi yaşanması kaçınılmaz bir sü­ reci anlatır, ama bu sürecin saati, günü, uzunluğu kısalığıyla ilgili bir belirleme yap­ maz. Bütün o süreç bilinçli bir sınıf savaş­ çısı için her anı kavranıp, yönlendirilmeye çalışılması gereken canlı bir okuldur. Eğer, cümlecik soyutlamaları ile Marx’a “kendiliğinden”cilik bulaştınlırsa, örneğin “öznelciliği” Marx’a karşı çıkarılan Lenin: “Devrimler hiçbir zaman ‘yapıimazlar. Dev­ rimler (partilerin ve sınıflann iradelerine bakmayarak) objektifçe olgunlaşmış krizler­ den ve tarihi kopuşmalardan çıkabilir” (11. Enternasyonalin Çöküşü) cümlesinden do­ layı, aynı suçlamaya muhatap olabilir. Bi­ risi kalkıp, Lenin’in “çıkıp gelecek” bir dev­ rimi beklediğini iddia edebilir. Bu varsayım­ ların gülünçlüğü ortadadır. Neticede, bu tür Marx eleştirileri, özün­ de Marksizmin esasının, maddi üretim te­ meli ve sosyal insan bilinci ilişkisindeki di­ yalektiğin kavranamayışında yatar. O za­ man iki uçtan birine savrulmak kaçınılmaz olur. İkinci olarak, böyle Marx yorumları gün­ lük sınıflar savaşının nabzını elde tutma ye­ teneği yitirilince, bu bıktırıcı koşulların bi­ linçle yönlendirilme enerjisi tükenince, özetle mücadelenin maddi koşullarından kopuşulunca kaçınılmaz olur. Çayan’lar, mücadele koşullarından öteye sıçradılar. Gelenek, bu sıçramayı ancak sözde yapa­ biliyor. Çünkü, Cephe hareketinin liderle­ ri sıcak pratik içinde, mücadele biçimlerin­ den birisini mutlaklaştırarak, maddi koşul­ lardan kopuştular. Gelenek, eylemsizlik içinde, sırf düşünce planında, mücadele­ nin objektif koşullanndan kopuşunca, ken­ di pratiğe akış yallannı tıkamış oluyor. G e­ lenek’in Marx yorumu, beizen bıktırıcı, ba­ zen olağanüstü zorlayıcı günlük mücade-

11


leden soyutlanışın aydınca anlatımı, dışa vurumudur.

Engels ve *‘Par lamentarizme övgü” Gelenek, mirası “yaratıcı” bir şekilde de­ ğerlendirirken Engelsle ilgili çok önemli tesbitler yapar. Marx’ın Fransa’da Sınıf Müca­ delelerine Engels'in 1895 önsözü şöyle de­ ğerlendirilir: “9 5 ’den bakıldığında ise olmadı, çünkü zaten olamazdidan öteye pek birşey söy­ lenmiyor. Bu sonucun, totolojiden başka bir şey olmaması bir yana, çıkan ders ‘de­ mek önce burjuvazinin daha fazla gelişme­ si, genel oy hakkının kalıcılaşması, demok­ ratikleşme vs. gerekliymiş’ oluyor... “Engels, açıkça söylenmeli, 1895’te ikti­ dar perspektifinden uzaklaşmıştır. Geriye, bir gün seçimlerle iktidara gelmesi umulan açık ve kitlesel sosyal demokrat partinin le­ gal eylemi kalıyor" (Gelenek, Şubat 1988, A. Giritli) Bu, Önsözün hatalı bir kavranışı değil­ se, bayağı bir tahrifatıdır. Engels, yazısın­ da 1848, 1870 dönemlerini, özellikle mü­ cadele biçimleri, barikat savaşlan yönünden ve sınıfın örgütlenmesi, bilinç seviyesi ba­ kımından irdeler. Gelenek, iki büyük ye­ nilgiden Engels’in çıkarttığı dersleri “totolojf olarak kabul etmekle kendi kavrayış yete­ neksizliğini açığa vuruyor.

G elenek, İk i b ü y ü k y en ilg id en E ngels’in çıkarttığ ı d e rs le ri “totolo fl" olarak kabu l etm ekle ke n d i kavrayış yeten eksizliğ ini açığa vuruyor.

bölümlerin çıkanlmasını da kabul eder. Ön­ sözün oldukça çarpık biçimde yayınlanma­ sından sonra Kautsky'ye yazdığı mektupta şöyle der: “Yazım, sanınm faturasını ödemek zorun­ da olduğum, Berlin'deki dostların ayaklan­ ma tasansından kaçınma kaygusundan do­ layı oldukça eziyet gördü." (ay) Berlindekilerin bu tavn Engels için bek­ lenmedik bir olgu muydu? Laura Lafarque’ye yazdığı mektubunda böyle olmadığını açıkça belirtir. “Önsöz, umduğum gibi, meclisteki ayak­ lanma tasarısının kabülünü kolaylaştırmak için bahane olarak kullanılabileceğini dü­ şünen, Berlin’deki dostların aşırı isteklerin­ den epeyce işkence gördü. Bunlara katlanmamalıydım.” (ay) Engels, Berlin’deki li­ derlerin papazlaşmakta olduğunun farkın­ dadır. Önsözün özellikle Liebnecht’in bir yazısında iyice tahrif edilmesinden sonra, Engels tam metnin yayınlanmasında dire­ tir. Paul Lafarque’ye yazdığı mektupta Liebknecht’in “oynadığı oyundan" yakınır, tam metnin eline geçmesinden sonra bir değerlendirme yapmasını ister ve şöyle der: “Fakat bu taktiği (parlamenter mücade­ le taktiği bn.) yalnızca bugünkü Almanya için önerdim, üstelik çok önemli bir kayıt­ la. Fransa, Belçika. İtalya, Avusturya için, bu ülkelerin bütününde bu taktik geçerli de­ ğildir. Ve Almanya içinde hemen yarın uy­ gulanamaz hale gelebilir... Yazık, Liebk­ necht yalnız siyah ve beyazı görüyor. Onun için nüanslar yok.” (Werke, Cilt 39) Engels bu tartışmalardan birkaç ay son­ ra ölür. Tam metin ilk kez 1930’da Sovyetler’de yayınlanır. Yazarımız, “Engels’in Önsöz’ünün parti li­ derleri tarafından tahrif edildiği” iddiasının önemli olmadığını belirtiyor. “Önemli olan­ sa şu: Engels’in 9 5 yönelimi ile Alman sos: yal demokrat hareketinin konumu birbiri­ ni bütünlüyor. Engels yalnızca bir simge­ dir" “Sosyal-demokrat / Menşevik eğilimi Marksizmden söküp atmanın onuru Boşşevizme ait." (Gelenek, Şubat 88, A. Giritli) II)

12

Engels, aynı Önsöz’de Alman proletar­ yasının kanuncul zeminlerde “al yanaklı” hale geldiğini ve burjuvazinin bu gelişme karşısında “kanunculluk bizi öldürüyor” di yecek noktaya dayandığını, mükemmel üs­ lubuyla anlatır. Bunlardan ve bütün metin­ den “parlamentarizme yoğun övgü” yapıl­ dığı sonucunu çıkarmak için aşın ölçüde tek yanlı olmak ğerekir. Ote yandan Engels’in bu Önsözünün Alman Sosyal Demokrat Partisinin liderlerince “işkenceye" uğratıldığı ise bilinen bir hikâyedir. Engels Önsöz’ii Londra’dan Berlin’e yol ladığında, Parti liderliğinden, metnin “dev rimel vurgusunun’ azaltılması için mektup alır. Verdiği cevapta şöyle der: “Sîzlerin mutlak, her koşul altında yasallığa, kendi yaptıkları kanunları ihlal eden­ lere karşı bile yasalltğa, kısacası sağ yana­ ğa vurulunca sol yanağı çevirme politika sına, yürekten kendinizi kaptırma eğilimi­ nizi kabul edemem. “Her tokat atışa mutlak boyun eymeyi vaaz etmekle herhangi bir şey kazanacağı niza inanmıyorum. Herhangi bir ülkede hiç­ bir partinin, kanunsuzluğa karşı pide silah direnme hakkından vazgeçmekte bu kadar aşırıya gideceğine kimse inanamaz" (Ric hard Fischer'e Mektup, Werke Cilt 39) Berlindekilerin gerekçesi, o sırada mec­ liste görüşülmekte olan “ayaklanma tasansf diye isimlendirilen sosyalistlere karşı yeni bir kanun tasarısının çıkışına fırsat verme­ me endişesidir. Bu korkaklığı Engels yukarıdaki gibi eleştirir, ancak Önsözden bazı

Hareketin kurucularına karşı bu kadar hafif ve bayağıca davranışa insan şaşma­ dan edemiyor. Önsözün tahrif edildiği id­ diasını dikkate almayan yazar, bununla da yetinmeyip ölümünden sonra olgunlaşan ve 1910larda kopuşma noktasına varan II. Enternasyonal oportünizmine Engels’i per­ vasızca ortak ediyor. Bu oportünizmi sö­ küp atma onurunu en başta taşıyan Lenin, bu yıllar için II. Enternasyonal ve Engels iliş­ kisi hakkında şu yorumu yapar: “Engels, cumhuriyet konusunu Erfurt Program Taslağı na ilişkin eleştirisinin ağır­ lık merkezi haline getirmişti. Ve Erfurt Prog­ ramının bütün uluslararası SosyalDemokrasi açısından np kadar önem ka zandığını. bütün bir İkinci Enternasyonal için model haline geldiğini hatırlayacak olursak, hiç abartmasız diyebiliriz ki Engels böylece bütün bir İkinci Enternasyonal oportünizmini eleştirmiştir." (Devlet ve İh­ tilal) Engelse yersiz bir iltifat mı dersiniz? Konuya dönelim. Engels’in o dönem Al­ man sosyal demokrat liderlerle aynı ruhu taşımadığı çok açık. Ancak bir bu kadar doğru olan diğer nokta, o yıllarda izlenmesi gereken Parti taktirinde Engels Parti ile hemfikirdir. Engels. Önsöz’de mücadele bi çimlerini inceler. Proletarya partilerinin ta rihinde ilk kez başarıyla kullanılan parla mento mücadelesinden söz eder. Ö “gü nün Almanyası” için “propaganda çalışması ve parlamento mücadelesi’ öneren Engels1 in. bu taktik tutumu, sırf Almanya ve üste­ lik yalnızca yaşanan moment için uygun gördüğü açıktır. 1906’lar sonrası Duma seçimlerine ka tılmayı ve Duma’da mücadeleyi öneren:

Çok sonralan “Sol çocukluk’un tavrına karşı parlamento mücadelesinin önemini vurgu­ layan Lenini suçlamak akla gelmiyorsa, En­ gels’i parlamentarizmle suçlamak kimsenin haddine düşmemeli. Yazar, 1 8 9 5 ’te Engels’in “iktidar perspektifinden" uzaklaştığını iddia ediyor. Bununla Engels’in sınıf iktidan için müca­ deleden uzaklaştığı kastediliyorsa, bu sefilce bir yakıştırmadır. Fakat, taktik planda ikti­ dar mücadelesi söz konusu ise, sözü geçen yıllar için geçerli taktik, hazırlık dönemine uygun gelen taktiklerdir. Yakın taktik ze­ minde bir iktidar mücadelesi söz konusu değildir. Eğer eleştiri bu noktaya yönelik­ se, Gelenek yazan her koşulda bir tek ve en parlak parolayı tekrarlayan bir geveze konumuna düşer. Engels, söz konusu Önsöz’de “karar gününe" güçleri biriktirmekten söz eder. Bu parlak bir slogan değil, ancak kahırlı bir mü­ cadele süreci için açık bir perspektiftir. Gelenek için sorun başka tarafta yatmak­ tadır. Bonapartizm olgusundan hareketle o dönem Avrupası için şu yargıya vanlır: “en gerici dikta rejimi ile burjuva demokratizmi artık birbirleriyle kaynaşma eğilimi göstermektedir. Bu birleşme, işçi sınıfı iktidannın önünde ayn burjuva aşamalann varolalabilmesini gündemden düşürmektedir. “9 5 Önsöz’ü ise..." bunlan içermemekte­ dir. (Gelenek, Şubat 8 8 , ay). Yazar, burjuva devrimleri sürecinde bur­ juvazinin gericileşip, eski rejim artıklanyla uzlaşması gerçekliğinden hareketle, işçi sı­ nıfının mücadelesinin doğrudan sosyalizmi hedeflemesi gerektiğini iddia ediyor. Pek kestirme ve pek kolay bir sonuç. Burjuva demokratizminin gericilikle kaynaşmasın­ dan, demokratik devrimlerde burjuvazinin öncü olarak davranma yeteneğini yitirdiği sonucu çıkar, fakat demokratik devrim gö­ revlerinin buharlaşıp yok olduğu sonucu çıkmaz. Proletaryanın bu görevleri de omuzlaması, hatta böyle bir gerçekliği İşçi Sınıfının Asgari Programı biçiminde teorik bir çerçeveye oturtması, çelişki ya da hata değil, bir gerçekliğin (burjuvazinin gericileşmesinin) kaçınılmaz bir sonucudur. Yazar, kendi mantığında tutarlı ise, En­ gels’in 1895 Önsözünden geriye, örneğin 1891 Erfurt Program eleştirisine gitmelidir. O program henüz sosyalizmi hedeflemez. Ve Engels program taslağını, söylenmesi gerekeni söylememekle, “cumhuriyet" so­ rununu ihmal etmekle eleştirir. İşte size bir “aşama"! Yine yazar, tam da tariflediği biçimde olan Bismark Almanya’sında yapılan, Marx’in Gotha Program eleştirisinde, eğer ararsa “aşamalar” bulabilir. Engels’in Ön­ sözünü mızrak ucu gibi kullanıp, görüşle­ rinizin zavallılığını perdelemeyin. Bonapartizm’le birlikte, İşçi sınıfının önünde yalnız­ ca ve doğmdan sosyalizm mücadelesinin kaldığını iddia ediyorsanız, bu mantığınız­ la, Marksizmin o dönemle ilgili pek çok tak­ tik tutumunu, mücadele hedeflerini köklü bir “eleştiriden" geçirmek zorundasınız. Bu­ nu yapmaya başladığınızda ise bambaşka bir mirasın takipçisi olduğunuz ortaya çıka­ caktır. Bu konuda, son olarak Lenin’i dinleye­ lim: “Engels haklıydı. Bugüne kadar, Engels1 in oportünist olduğuna dair pek çok ber­ bat üstünkörü suçlama duydum ve bunlara karşı tavrım aşırı derecede güvensizlik ol­ du. Uğraş ve önce Engels’in yanlış olduğu­ nu ispatla! Gösteremeyeceksin! “Engels’in Fransa'da Sınıf Mücadelesine önsözü? “Onun isteklerine karşı Berlin’de tahrif edildiğini bilmiyor musunuz? Bu ciddi bir eleştiri mi? “Hayır. Engels yanılmaz değildi. Marx ya-


nılmaz değildi. Fakat eğer onların ‘ yanılabilir”liğine değinmek istiyorsan, buna fark­ lı bir şekilde, gerçekten tamamıyla farklı bir şekilde girismelisin. Aksi takdirde bin kez hatalısın.” (Inessa Armand’a Mektup, Cilt 35) • / T O dönemde Eııgels eleştirisine “Bogdanov ve şürekâsı” soyunmuş ‘fakat yalnızca kendilerini rezil etmişlerdir” (ay.) Gelenek, benzeri bir mirası devralmakta elbetteki öz­ gürdür.

Lenin ve nisan günleri Gelenek, geçmişteki mirası değerlendi­ rirken Marx’m “ekonomist vurgu”suna kar­ şı Lenin’i koymuştu. Engels’in sözde zaaf­ larına karşı ise “Sosyal-dem okrat / Menşevik* sapkınlığını yenme “onurunu” yi­ ne Bolşevizme vermişti. Basamaklar çıkılıp 1917 Nisan günleri ne gelindiğinde ne görüyoruz? “Lenin, ikili iktidar tespiti yapıp iktidar­ lardan birini, açıkçası ite kaka, demokratik diktatörlük olarak niteleyerek eski Bolşeviklere, ... şu andan sonra sosyalist devri­ mi hedefle”menin gerekli olduğunu kanıt­ lamaya çalışıyor. (Gelenek, Şubat 88, H. Seçkinoğlu) Böylece, Lenin’in, işçi köylü sovyetlerini, “açıkçası ite kaka” demokratik diktatörlük haline getirdiğini öğrenmiş olu­ yoruz. Yazar bu noktada durmayıp man­ tık sonucuna varıyor: “Akademik bir çelişkiye düşme pahası na: Hem eski Bolşeviklere demokratik dik­ tatörlüğün kurulduğununu göstermek için ‘Kerensky’lerin iktidarı sovyetlere hiçbir şeyi kabul ettiremez’ diyor, hem de ‘Sovyetler iktidarı kendi elleri ile burjuvaziye verdi’ di­ yor. Bu durumu kesinlikle birhata olarak değil, göze alınması gereken bir maliyet ola­ rak niteliyorum; tersi hata olurdu. Keza, ik­ na süreci mükemmel işliyor ve Nisan Tez­ leri kabul ediliyor." (ay) Lenin, Sovyetler’i, hem Kerensky iktida­ rına karşı güçlü göstermek, hem de öte yandan burjuvazi ile uzlaştığını göze batır­ mak gibi “çelişkili” bir formülasyonu, sos­ yalist devrime eski Bolşevikleri kazanmak

de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bıra­ kan, isteyerek burjuvazinin kuyruğuna ta­ kılan proletaryanın ve köylülüğün devrim­ ci demokratik diktatörlüğünü görüyoruz. “Çünkü, unutmamak gerekir ki, Petrograd’da fiilen iktidar, işçilerin ve askerlerin elindedir: Yeni hükümet, onlara, hiç bir şeyi zorla kabul ettirmez, ettiremez de, çünkü ne polis ne halktan kopmuş bir ordu, ne de halkın üstünde yer alan güçlü bir bürok­ rasi vardır. Bu bir olgu ” (Nisan Tezleri) Yazarın sunuşundan ne kadar farklı! Le­ nin, Sovyetlerin, kendi isteğiyle burjuva hü­ kümetine tabi olduğunu kanıtlamak için, Petrograd’da zaten hükümetin kullanabile­ ceği bir zor aracının olmadığını tesbit edi­ yor. Lenin’in çevresini ikna etmek için çe ­ lişik bir formülasyona zorlanması, tamamıyle yazarımızın hayal ürünüdür. Ancak ortadabir çelişki vardır. “Bu bir olgu”dur. Zi­ hinde yaratılan ya da “ite kaka” abartılan bir düşünce spekülasyonu değil, gerçek, yaşayan bir olgudur. İkili iktidar, varlığıyla bir çelişkidir. Yazar ikili iktidarın özünü, Lenin’in ne­ den Burjuva demokratik devrimin tamam­ landığını ileri sürdüğünü, özetle Nisan Tez­ lerinin zerresini kavramamıştır. Burjuva devrim aşamaları taa Bonapartizm olgusundan beri tarih sahnesinden kalkmış olduğuna göre, Ijenin’in Nisan Tez­ leri olsa olsa ne olabilir? Bu keşfin, 1917 Nisanında acı acı kavramşının çelişkili abart­ malı, maliyetinden başka lıiçblt şey! Gelenek yazarları hayatın canlı gidişini, gidişin kendine özgü çelişkilerini kavramak yerine kafalarındaki şemalara hayatın akı şını uydurmaya çalışıyorlar örneğin H. Seçkinoğlu, yukarıdaki ma­ liyeti Lenin’e ödettikten sonra pişkin pişkin şöyle diyebiliyor: “Buraya kadar yazılanlar, Lenin’i hep ‘aşamacı’ belleyen çizgileri olduğu kadar, 1917’ye kadar ‘aşamacı’ belleyen Troçkistleri de hedef alıyor.” (Gelenek, Şubat 88 ay) Ne inci değil mi? Yazarımız, birmaliyet ödeterek. Lenin’i ‘aşamacı”lıktan kurtarıyor ve sonra bunu Lenin’i böyle “belleyenlerin yüzüne haykırıyor. Lenin’i ‘sosyalist devrim

Yazar ne d e d iğ in in farkında m ı biim iyoruz. A n c ak Lenin, b ir taktik sıçrayışı çevresine kab u l e ttireb iim e k için , g e rç e k lik te n “ite kaka” zorlayan, çelişki form ülasyonlarlâ “m aliy e t” öd eyen , p rag m atik b ir p o litikacı olarak karşım ızdadır. Politikada taktik yürütm eyi zekâ oyununa indirgeyen bu eylem siz aydın m an tığ ına ne d e n e b ilir ki!

hatırına, göze almıştır! Yazarımız bunu ‘hata* olarak görmüyor. Lenin’e karşı ne bü­ yük lütuf! Bu çelişkiyi, “göze alınması ge­ reken bir maliyet” olarak görüyor. Neyin “maliyeti”? O güne kadar “işçi ve köylüle­ rin devrimci demokratik iktidarı” parolası­ nı öne çıkartmanın maliyeti! Sözün kısası, “aşamalı” devrimciliğin maliyeti! Yazar ne dediğinin farkında mı bilmiyo­ ruz. Ancak Lenin, bir taktik sıçrayışı çevre­ sine kabul ettirebilmek için, gerçeklikleri ‘ite kaka” zorlayan, çelişkili formülasyoıılarla “maliyet” ödeyen, pragmatik bir politikacı olarak karşımızdadır. Politikada taktik yü­ rütmeyi zekâ oyununa indirgeyen bu ey­ lemsiz aydın mantığına ne denebilir ki! Sözü edilen “çelişik” formülasyonu Le­ nin’in cümlelerinden okuyalım: ‘önümüzde, yanyana, birarada, aynı za­ manda, hem burjuvazinin egemenliği, hem

ci çizginin saflarına" kazanmak için, bizzat Lenin’in düşüncelerinin canına okunması, tezler ve olayların en bayağıca tahrif edil­ mesi önemli değildir, tek pratikleri düşün­ ce spekülasyonu olan aydınlarımızın böy­ le eylemlere ihtiyacı vardır. Gelenek’in mirası ‘yaratıcı-baştan” değer lendirmesi böylece saçmalığın zirvelerine tırmanmış olur.

Enternasyonal ve “eşitsiz gelişim’’ Komintern’in dağıtılışıyla uluslararası pro­ letarya hareketi için yeni bir dönem başla mıştır. Geçmiş mirasın yorumunda son ba­ samak olarak 111. Enternasyonal geleneği­ ne değineceğiz. Deney birikiminin en zen gin olduğu bu yılların, Gelenek tarafından nasıl sindirildiğini detaylıca işlemek müm­

kün ve gerekli değil. Halk Cephelerine, ge­ nel olarak Cephe kavramına Gelenek’in yaklaşımı, Y. Küçük ile oldukça fazla ben­ zerlikler taşımaktadır. Bu konuda dergimiz de yazılanları tekrarlamak yerine Gelenek 1 in genel olarak Kominterne nasıl yaklaştı­ ğını değerlendirmekle yetineceğiz. “Dünya sosyalist hareketinin... bir mer­ kezden yönetilmesi, hiçbir dönemde müm­ kün olmamıştır, bundan sonra da olmaya­ caktır...” (Gelenek, Eylül 1987, M. Çulhaoğlu) Nedeni: “çeşitlilik ve bu çeşitliliğe tek merkezli yaklaşımın olanaksızlığı...” (ay)dır. Yazar bu tesbiti yapıncı üç enternasyo­ nalin nasıl olup da kurulduğunu, hatta ku­ rucularının bu gerçeklikten haberli olup ol­ madıklarını ister istemez açıklamak zorun­ da kalır. Konumuz 111. Enternasyonal. Ya­ zarımızı izleyelim. “Lenin’in, Üçüncü Enternasyonal’ın ku­ ruluşuna önemli katkıları var, biliniyor, l i ­ ninin, kapitalizmde eşitsiz gelişme olgusun­ dan ve bu olgunun sınıf mücadeleleri düz­ lemine yansımalarından habersiz olduğu söylenemez... Bu çözümlemenin sahibinin, çeşitli ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin tek bir merkezden en etkin biçimde yönetile­ bileceğine inanması mümkün değil.” (ay) İşte Gelenek yazarlarının tüm metodu! Kendileri özgürce bir son uca vardıktan sonra, olayları ya da gerçekleri bu sonuca göre giydirip, süslüyorlar: “Eşitsiz gelişim yasasfndan haberdar olan, üstelik bu yasa­ nın ‘işçi sınıfı hareketlerine de yansıdığını tesbit eden Lenin, nasıl olur da “tek mer­ keze”: enternasyonale inanabilir? M. Çullıaoğlu Lenin’in böyle bir şeye inanamaya­ cağına bizi temin ediyor. Sağolsun! Peki “Lenin neye inanıyordu?” “Enternasyonallerin gerekçeleri, sınıf mü­ cadelesi koşullarının monolitikleşmesinde değil, kopuş için güçlerin toparlanması zo­ runluluğunda aranmalıdır” (ay) Lenin, III. Enternasyonal örgütlenmesini, Kautsky’lerden kopuşmada “güçlerin toparlanması” için bir örgütlenme olarak görmüş, daha öteye bir misyon vermemiş... Yazarımız bizi bu konuda da eşitsiz gelişim yasasının gü cürıe dayanarak temin ediyor. Gelenek yazarlarının düşünce evrimine göre, olaylar sıraya konup, yeniden anlam­ landırıyor. Böylece, olaylar, “sırf aklın” ev­ riminin kendini dışa vuruşu haline getirili­ yor. Ama bu tarihsel materyalizmin meto­ du değildir. Lenin, III. Enternasyonal örgütlenmesin de. merkez kararlarının, tüm seksiyonları bağlaması prensibine çok önem verdi Ve II. Enternasyonalde böyle bir işlerliğin ol mayışııu eleştirerek, bundan ders çıkartıl­ ması gerektiğini ısrarla vurguladı. Bir ko­ puş misyonuyla sınırlı örgütlenme için faz­ la katı bir prensip değil mi? Neden, “çeşitlilik” tek merkezden yöne­ timi imkânsız kılsın? Gelenek, yazarları ol­ gunun bir tek yönüne bakmakla yetiniyor lar. Dünya fiııans kapitaline karşı, neden dünya proletarya ordusu kendine bir kur may merkezi yaratamasın? O merkez de tam bir canlılık içinde neden müthiş zen­ gin ve çeşitli dünya deneylerinin ışığında hem genel hem de tek tek seksiyonları bağ layaıı kararlar almamasın. “Çeşitlilik” buna hiçbir şekilde engel değildir. Bir ülke parti sini düşünün. Her mahalli örgütlenmenin kendi orijinal sorunları yok mudur? Dün ya’da süreçler hem çok çeşitli hem de ola ğan üstü birbirinin içinde. Son gelişmeler, dünyamızı her geçen gün küçültüyor Yeter ki, beraber davranma zemini sağ lamca seçilmiş olsun. III. Enternasyonalin dağılışı ise iki nede ne bağlanır: “Bir yönüyle eşitsizliklerin da­ ha da yoğunlaşması, diğer taraftan da ka zammın artık böyle sıkı bir korumaya it iti yaç duymayacak bir olgunluğa ulaşması..."

G e le n e k yazarlarının d ü ş ü n c e evrim ine göre, olaylar sıraya konup, yenid en anlam landırıyor. Böylece, olaylar, “sırf a klın ” evrim inin k en d in i dışa vuruşu h alin e getiriliyor. Am a bu tarihsel m ateryalizm in m eto d u değildir.

13


(Gelenek, Eylül 87, C. Uygur - A. Giritli) Değindik, ancak birkaç söz daha gerek­ li. Dünya, 1917-40 arası, daha önce hiç ol­ madığı ölçüde “eşitsiz”, “çeşitli” altüstlüklerin içinde yaşadı. 1943 sonrası, yani Koıtıintem’in dağılışından sonraki dönem, eşit­ sizlik ve çeşitlilik açısından önceki döneme göre daha fakirdir. Ama olsun olaylar önemli değildir. Demek, Gelenek yazarla­ rının “özgür aklı” 1943 sonrasını daha çe ­ şitli görüyor.O zaman Komintern elbette ge­ reksiz hale gelir?? ikinci neden, “kazanımın olgunlaşmasıdır. Eğer bununla Sovyetlerin korunması kastediliyorsa —ki yazıların ge­ nel muhtevası bunu doğruluyor— 1943 Mayısında henüz Sovyetler tam güvenlik­ te değildir. Ayrıca Komintern! Sovyetlerisavunma örgütü olarak görmek, gerçekli­ ğin bir yanını batı burjuva propagandası­ nın etkisiyle bayağılaştırmak demektir. Ko­ mintern, Sovyetleri savunmaktan öteye misyonlar yüklenmiştir. Öte yandan, kazanımlardan partilerin yeterince olgunlaştığı kastediliyorsa, bu da­ ğılma için neden gerekçe olsun? Tam ter­ sine, deneyli olgun partilerin, daha yüksek bir beceriyle, dünya proletaryasını bir mer­ kezden yönlendirmesi, pekala mümkün­ dür. Ayn bir yazının konusu olabilir, Komintem’de özellikle kapitalist anayurtlardaki ko­ münist partilerin o dönem yeterince “olguniaşmadıklan” kanısındayız. Bu sonuca son­ raki evrimlerinden dolayı değil, tam tersi­ ne o günkü politikalarından varıyoruz. G e­ çelim. Gelenek, zorlama yorumlarla Lenin’in enternasyonal hakkmdaki görüşlerini bo­ zarken, Komintern’in dağıtıhş bildirisinde­ ki görüşleri de hiç sancısız benimseyebili­ yor. Olaylar bildiriyi bütünüyle haklı çıka­ rıyor mu? Gelenek bunıfnla ilgilenmiyor. “Tarihsel karann (Komintem’in dağıtılma­ sı b.n) tam da ikinci cephenin kurulması için mücadelenin en kritik anında alınmış olma­ sı anlamıdır” (History of The Three Inter­ nationals, W.Z. Foster) Komintern Mayıs 194 3 ’te biraz da alelacele dağıtılmıştır. Ka­ sım 1943 Tahran konferansında ise “ikinci cephe” konusunda İngiltere ve Amerika ile anlaşmaya vanlmıştır. Bu olgular rastlantı olamaz. Öte yandan. 1946-47 yıllarında Avrupa

kimlere neden olmuştur. Dünya proletaryası bu ödediği bedeli na­ şı/ ve ne zaman geriye alır? Gelecek gün­ lerin can alıcı sorunlarından birisi. Kendi­ mizi “çeşitlilik” ya da “olgun kazanımlarla” avutmayacağız. Gelenek, enternasyonali “sınıf mücade­ lesi koşullannın monaiitikleşimi” olarak yo­ rumluyor. Aynı zamanda “merkezden önerifen (giderek dayatılan) strateji ve taktikler” (ay)den yakınıyor. Gerekçe ne olursa ol­ sun gelenek eşitsiz gelişim yasası ve bun­ dan çıkan çeşitlilikle” enternasyonallerin te­ mel taşlarını çekip alıyor, onları siyasi kopuşma araçları seviyesine indirgiyor. Böylece gelenek, gerçek mirastan, ha­ reketin tarihinden en köklü kopuşu, yap­ mış olur. Enternasyonalizm, Gelenek için yalnızca parlak söz, ya da diplomatik de­ yişle “dayanışma”dır. Enternasyonal hiçbir zaman bir bedene girmemelidir. Proletar­ yanın savaş geleneği böyle devralmamaz.

II

Günümüzün bazı sorunlarına bakış Günümüz sorunlarına bakışta, Gelenek dergisi ile Y. Küçük’ün görüşlerinin önem­ li bazı noktalarda çakıştığını söylemiştik. O nedenle, eleştiriyi fazla bir tekrara yol açmadan yapmaya çalışacağız. Demokra­ si ve cephe konularında ittifaklar sorunun­ da, köylülüğe bakışta önemli paralellikler vardır. Gelenek açısından karakteristik olan görüşleri seçerek değerlendirmeye başlaya­ lım.

Emperyalizm dönemi, devrim ve ittifaklar Gelenek de, Y. Küçük gibi kapitalizmin tekelci aşamasının özelliklerini belirginleş­ tirmek yerine bulanıklaştırmayı tercih edi­ yor. Doğrudan sosyalizme gidişin önünde engel gibi görünebilecek gerçekleri, eğip bükmek Gelenekle çıkar yol gibi görünü­ yor. Ancak esas neden emperyalizm dö­ nemini kavrayıştaki yetersizliktir. Şöyle de­ nir: “Dün, 1800’ler Fransası’nın siyasal ik­ tidarlarına bakarken, bunlardan herbiri ile burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonu arasın­

G elen ek de, Y. K üçük g ib i kapitalizm in tekelci aşam asının özelliklerin i belirg in leştirm ek yerine bulanıklaştırm ayı tercih ediyor. D oğrud an sosyalizm e gidişin ön ün de e n g e l g ib i g ö rü n e b ile c e k gerçekleri, eğ ip b ü k m e k G e le n e k ’e çıkar yol g ib i görünüyor. A n cak esas n e d e n em peryalizm d ö n e m in i kavrayıştaki yetersizliktir.

14

komünist partilerinin ülke burjuva partileri ile balayı döneminin bittiği, Amerikan des­ teği ile Avrupa burjuvazisinin komünist par­ tilere siyasi saldınya geçtiği dönemde, 1947 Eylülünde yine alelacele Kominform’un ör­ gütlenmesi de tesadüf değildir. Komintern'in dağılışı, niyetlerden öteye, objektif olarak, ikinci cephenin açılmasına karşı bir bedel, daha genel ifadesiyle, güç­ ler dengesinin kıskacında belki de zorunlu bir sonuçtur. Bir bedel ödenmesi gerekti­ ğinde onu açıkça ödeyebilmek gerekliydi. Brest-Litovsk’ta Lenin’in tavrı hatırlansın. ■Ancak, Komintern bedeli, Stalin’in tarzıy­ la ödenmiştir. O nedenle ardından gelen on yıllar için dağılışın bildirideki teorik ge­ rekçeleri zihinlerde koyulaşan yanlış biri-

da ilişki kurmak çok daha kolay, çok daha gerçekçi İdi. Bugün, burjuvazinin belirli bir kesiminin taşıdığı ağırlık ne olursa olsun, ik­ tidara, bir bütün olarak, emek sömürüsü yapanların iktidarı biçiminde bakmak ge­ rekiyor. Siyasal iktidarlar, burjuvazinin tek tek kesimlerinden belirli bir özerklik kazan­ dıkları oranda, bir bütün olarak sınıfın çıkarlanna daha iyi hizmet edebiliyorlar.” (Ge­ lenek, Nisan 87) Bu bakış açısı, Lenin’in Emperyalizm tah­ lilinden en temel noktalarında ayrılır. Do­ layısıyla, kapitalizmin bu en yüksek aşama­ sının esas özelliklerini kavramaz. Hatta, emperyalizm döneminde devletin yapısı tahlil edilirken, “klasik Marksizmin -devlet teorisinin- geriye itildfğini (Gelenek, Ekim

87) belirten Gelenek, bununla bazı tahlil aşırılıklannı dile getirmek istese de kendi ni­ yetinden öteye, objektif olarak, böyle ya­ parak, Lenin’in emperyalizm tahlili ile “kla­ sik Marksizmin devlet teorisfni karşı karşı­ ya getirir. Gelenek büyük bir gayretle, dev­ letin, “burjuvazinin çıkarlannı bütünsel ola-, rak temsil ettiğfni vurguluyor, (ay) Böyle­ ce emperyalizm döneminin “finans-kapltal egemenliği” tesbitine karşı “klasik Marksiz­ min devlet teorisfni öne sürmüş oluyor! Gelenek, teoride seçmecidir. Mantık ya­ pısı bütünüyle eklektiktir. Marksizmi kendi gelişim süreci içinde kavramaz, dönemleri keyfi olarak birbirinin içine sokar. Kendi “doğrularına göre Marx-Engels, Lenin’den seçmeler yapar. iktidar savaşında, devlet tahlilindeki bir yanılgı kişiyi olmadık noktalara savurur. Gelenek, Lenin’in parti teorisini öne çıkar­ tarak, Marx’a “ekonomist-katastrofist” bek­ leyişi layık görürken; bu sefer Lenin’in finans-kapltal egemenliği tahlilini fazla sa­ ğa ve sola çekilir bularak Marx’in devlet te­ orisine sanlıyor. Oysa ortada isteğe göre se­ çilebilecek kategoriler yok, Marksizmin ken­ di diyalektik gelişimi vardır. Lenin, Mark­ sizmin devlet teorisinden hareketle emper­ yalizm çağındaki devlet yapısını çözümle­ miştir. Tekelci kapitalizm çağında, tüm burjuvazi içinden sivrilen finans-kapital, artık tüm bir sınıf olarak değil, sınıfın bir zümresi olarak, ekonomiye ve siyasete egemen hale gelir. Gelişim süreçleri farklılıklar içermekle bir­ likte, emperyalizmin pençesindeki geri ül­ keler içinde aynı şey geçerlidir. Siyasal iktidarların, burjuvazinin tek tek kesimlerinden belirli bir özerklik kazanma­ sıyla, bütün olarak burjuva sınıfına daha iyi hizmet ettiğini ileri süren Gelenek, tam bir yanılgı içindedir. Doğrudur, siyasal iktidar­ lar burjuvazinin tek tek kesimlerinden ay­ rıdırlar. Ancak aynı siyasi iktidarlar finanskapital zümresinin çıkarlannı en yüksekte tutar ve bu zümrenin doğrudan güdümündedirler. Bizdeki iktidarlar şöyle bir gözden geçirilsin. “40 Haramiler" tek ve gerçek ege­ mendirler. Ve tekelci kapitalizmin egemen olduğu her ülkenin kendi “4 0 Haramileri” vardır. Gelenek, tahlilini öylesine zavallılaştırıyorki, bugünün iktidarlanna, “bir bütün ola­ rak, emek sömürü yapanlann iktidarı biçi­ minde bakmak" gerektiğini ileri sürüyor. Kapitalist anayurtlara gitmeyelim kendi top­ raklarımıza bakarsak, emek sömürüsü ya­ pan on binlerce küçük atölye sahibi, kırda orta köylülük, ne kadar “iktidardadır? Bü­ tün bu farklılıkları görememek, sınıflar sa­ vaşında mücadele, hedef ve taktiklerini bu­ lanıklaştım. Proletarya, *40 Haramilerin” dı­ şındaki “burjuva” kesimleri hiçbir zaman sevgiyle bağnna basmayacaktır. Ancak, on­ ları kör bir aldırmazlıkla, “4 0 Haramilerin" safına da itemez. Gelenek, böyle ayrıntı­ larla uğraşmadığı için emek sömürüsü ya­ panları bütünüyle karşıya fırlatmakta bir sa­ kınca görmez. Sosyalist Devrim, sorununa gelirsek. Ko­ nuyla ilgili geniş tartışma önceki sayıda ya­ pılmıştı. Tekrarlamayalım. Gelenek açısın­ dan tipik olan görüşleri bulmaya çalışalım. “Kapitalizmin eşitsiz gelişim süreçleri de­ mokratik süreci ayn bir aşama olmaktan çı­ kartmış ve demokrasi sorununun çözümü­ nü sosyalist devrime bağlamıştır” (Gelenek, Şubat 87, A. Giritli) Evet, ünlü “yasa”nm gücüyle, “aşamaları” kaldırmak son dere­ ce keyifli bir iş olsa gerek. Eşitsiz gelişim ne­ den ve nasıl bu sonuca yol açıyor? “Eşitsiz gelişim yasası” nasıl olup da henüz demok­ ratik görevlerin (demokratik devrim anla­ mında) bulunduğu bir ülkede, proletarya­ nın öncülüğünü teminat altına alıyor? işte tam da bu noktada Gelenek yazarları pro­


letaryanın öncülüğüne kendiliğinden ina­ nırlar. “Yasa", aşamayı kaldırmıştır, öyley­ se proletaryanın öncülüğü teminat altında dır, sosyalizme sıçranabilir. Oysa olaylar ter­ sini doğruluyor. Eğer ortada demokratik görevler varsa, proletarya bu görevleri omuzlamaya yetenekli olduğunu gösterdi­ ği, burjuvazinin hiçbir kesiminin bu görev­ leri başaramayacağını ittifak güçlerine ispat­ ladığı ölçüde, demokratik devrim ile sosya­ list devrimin birbirine yaklaşımını, “içiçe” gir­ mesini sağlar. Ancak demokratik devrim görevleri hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde proletarya tarafından omuzlanabilmelidir. Bu noktada, Gelenek nasıl düşünür? “Her ülkenin ana sorunu farklı oluyor... Vietnam'ı bir ulusal kurtuluş savaşından ayrı düşünmük mümkün değil. Latin Amerika ülkelerinde ana halka bu kez karşımıza mü­ cadele biçimi olarak çıkıyor... “Türkiye’de ise sosyalist hareketin çözme­ ye mahkûm plduğu pek çok kısmi sorun mevcut. Ama bunlardan hiçbiri ön plana çıkıp ağırlığını hissettirmiyor...” Bu tesbitler yapıldıktan sonra, cümle şöyle bağlanır. “Gelecek devrimin sosyalist kimliğini muğ­ laklaştırabilecek bir demokratik sorunun mevcut olmaması da bir avantaja çevrile­ bilir.” (Gelenek, Mart 87, A. Giritli - C. Uygur) Yazarlar Latin Amerika’nın sorununu yanlış algılıyorlar. Mücadele biçimleri ile mücadele hedefi (ayrı seviyelerdeki) kav­ ramlardır. Vietnam’da da mücadele biçim­ leri tartışıldı Ancak Latin Amerika’da mü­ cadele biçimlerinden öteye devrimlerin ilk elden hedefine aeçersek, karşımıza demok­ ratik karakterli devrim hedefleri çıkar. Ya­ zarlar bunu bir kelime oyunu ile örtmüş­ ler. Bize gelince, çok şiikür, devrimin sosya­ list niteliğini bozaoaı<, “ön plana” çıkan “demokratik” bir sorun yoktur! Bu söyle­ nenler, kendini aldatma değilse kesinlikle siyasi körlüktür. “Bir avuç oligarşinin”, ya da finanskapitalin tasfiyesi ve bununla doğrudan bağlantılı Kürt ulusal sorunu, göze batma­ sı için daha ne kadar “ön plana” çıkmalı­ dır, bilemiyoruz? Her ikisi de henüz demok­ ratik nitelikli görevlerdir. Ancak zinciri sü dikleyecek halka budur. Gelenek, “güncele angaje” olmamak adına, devrimci görev­ lerden, kelime oyunlarıyla sıyrılıveriyor. Lenin’in şu belirlemesini hiç unutmuyo­ ruz: “Şu halde, sosyalistlere, nitelikleriyle, amaçlarıyla ve kavgada kesin bir tutum al­ maya yetenekli toplumsal güçlerin bileşimi bakımından, tamamen farklı iki savaşı ay­ nı zamanda yürütmek gibi zor ve ağır ba­ san bir görev düşüyor.” (İşçi Sınıfı ve Köy­ lülük) Mücadelenin diyalektiği budur. Olayı hiçbir basitleştirme yoktur, “iki savaşı” (“de­ mokrasi mücadelesi” ve “sosyalizm”) aynı anda yürütmek gibi zorlu bir görevle bizler de yüzyüzeyiz. Ancak Gelenek, kelime oyunlanyla görevi tek düze ve son derece basit hale getirebiliyor. İttifaklar konusunda söylenenlerle bu bö­ lümü tamamlayalım. İttifaklar politikası, eşitsiz gelişim yasasının siyaset teori ve pra­ tiğinde, örgüt teorisinden sonra, en zengin ve canlı ürünü sayılmalıdır. İttifakı demok­ ratik cepheden ayıran, iktidar perspektifi­ dir. (Gelenek, Mart 87) Yazar, “cephe”yi kö­ tüleyip, ittifakları kutsuyor. Ancak, softaca tekrarlamalan bir kenara bırakalım. Cephe­ lerin emperyalizmin çağındaki ittifak biçim­ leri olduğunu görmek için fazla kahin ol­ maya gerek yok. Ayrıca iktidar hedefleyen, iktidara gelen ve hatta sosyalizmin kurulu­ şuna yönelen cephe deneyleri de var. De­ vam edelim. Gelenek, “ittifak” güçlerini şimdiden be­ lirlemek için biraz çaba harcasın o zaman

“kavgada kesin bir tutum almaya yetenek­ li toplumsal güçlerin bileşimi bakımından, tamamen farklı iki savaşfn varlığını kaçınıl maz bir şekilde görecektir. Genel olarak it­ tifaklar ve cephe üzerine konuşmayı bıra­ kın, somut olarak, sınıflar planında ittifak güçlerini belirlemeye girişin. Yoksa 1935’ler Halk Cephesi deneylerinden hareketle, cephe politikalannı eleştirmek için sayfalar­ ca yazılabilir. Ancak bizdeki ittifaklar soru­ nu yine çözülmüş olmaz.

Faşizm ve faşizme karşı mücadele Emperyalizm çağında egemen sınıfların yapısındaki değişimi kavramayan Gelenek, faşizm konusunda da aynı kavrayışsızlık içindedir. Faşizmin, burjuva demokrasisin­ den çıkıp geldiğini ileri süren Gelenek, bu gerçekliği aşırıca abartıp düşüncesini saç­ malık sınırına vardırır. “Burjuva demokrat ideolojinin faşist ideolojiyi inkâr edemeye ceğini kabul” etmemizi ister. Ve ilave eder, “işte, tam bu noktada anti-faşizmin kendi başına bir taktik olmadığı ortaya çıkar” (Ge­ lenek, Kasım 87, C. Uygur) Burjuva demokratlar faşizme karşı tutarlı bir direnç gösteremezler. Bu bir gerçeklik. Ancak buradan “anti-faşizmin kendi başı na bir taktik” olamayacağısonucu çıkmaz. Taktikler, niyet ve isteklerden bağımsız sı nıflar savaşındaki güçler dengesinden çıkar­ lar. Henüz sosyalizmi hedefleyeıııeyecek konumda olan proletarya neden kararlı anti-faşist tavrıyla, mücadeleyi yükseltme­ sin? Yazarımıza göre, koşullar ne olursa ol­ sun, sosyalizmden geriye bir taktik belirle­ mek, kabul edilemez. Sosyalizm lafazanlı­ ğı ile taktiksiziiği ebedileştirmek canlı mü­ cadeleden kopukluğun parlak lafla örtül­ mesinden başka bir anlama gelmiyor. Faşizme karşı mücadelede, Bulgaristan, İspanya, Portekiz ve Şili deneylerinin öz­ gül yanları kavranırsa bir tek parolanın g e­ çerli olmadığı ortaya çıkar. Faşizm iktidar­ dan edilirken, onun maddi temelinin de tas­ fiye edilmesi bir devrim anlamına gelir, an­ cak güçler yalnızca siyasi kurumlaşmaların tasfiyesine yeterse, bu gerçek anlamda bir devrim olmaz ve “kendi başına anti-faşist” bir mücadele olur. Fakat bütün bunları be­ lirleyen, o ülkedeki güçler dengesidir. G e­ lenek, güçler dengesinin sınırlaması içinde “taktik” belirlemeye gelemiyor.

Sonuç yerine Sonuç cümlelerine gelmeden, Ge!enek: in H. Kıvılcımlı ile ilgili değinmelerine kı­ saca cevap verelim. “Hikmet Kıvılcımlı, pratikteki cuntacılığı teorideki Leninciliğine baskın çıkan bir jakoben’dir” deniyor. (Gelenek, Şubat 88, M. Çulhaoğlu) Bu yaygın kanının dayandırıldığı temel­ ler belli. H. Kıvılcımlı, bilinir, “Proletarya Partisinin Reorganizasyonu” parolasını 1965 sonrasının dağınık ortamında en ön­ de tutmuştur. Bir cuntacıya yakışır bir ta­ vırla “3-5 kişiyi toplayıp” parti oluvermemiştir. Bunu “teorik ve pratik savaşa” bağlamış ancak bu savaşı bir düzene sokacak “derleniş komiteleri” önermiştir. Her şey parti­ ye, sınıf örgütlenmesine bağlıdır. “Kılıçlılar” içindeki bir kaynaşmanın yönlendirilmesi de sınıfın örgütlü gücüne bağlıdır. Fakat Kıvılcımlının devlet sınıfları gele­ neğini bir yapı orijinalliği olarak tesbit et­ mesi, bu tarihsel kalıntının o günkü müca­ deleye yansımaları ve mücadele için yarat­ tığı imkânları değerlendirme çabası, büyü­ teçlerle abartıiandırılıp onuııbütün düşün­ ce ve davranışına yaygınlaştırılır. Kıvılcım-

lı’nın mücadelenin sınıf öncülüğüne bakı­ şında en küçük bir yanılgı yoktur. Ancak mücadele için bazı imkânlar yaratabilecek özelliklerimiz var ise bunları kullanmak her bilinçli proleterin görevidir. Bu konuda bas ma kalıplıkla yetinmek işimiz değil. Sonuç olarak Gelenek, iddia ettiğinin tam tersine “geleneksel sofun değil, Yeni Sol’unzeminindedir. Marx, Engels ve Le­ nin yorumları, Troçkizm’den başlayan ve Yeni Sol’un düşünce çeşitliliği içindeki ge­ niş bir alanda yer alan moda ve gözde yo­ rumlardır. Elbetteki Geleneği bütünüyle Yeni Sol bir eğilim olarak değerlendirenle­ yiz. Ancak Yeni Sol’un kesinlikle teorik et­ ki alanındadır. ö te yandan, emparyalizm, ittifaklar, fa­ şizm tahlillerinden çıkan taktik kofluğu, onun gerçek Yeni Sol yanıdır. Parlak söz, pratik mücadeleyi kavrayıştaki yeteneksiz­ lik Avrupa Yeni Solunun en tipik alırı ya­ zısıdır. Eğer belirli farklılıkları saklı tutarsak, Geleneke TİP’ten kopan işçininSesi dememiz gerekir. TKPden kopuşunda benzer parlak sloganları göklere çıkaran İşçinin Sesi, pra­ tik mücadeleyi gütmede bir zavallı olduğu­ nu yeterince ispatladı. Gelenek, aynı özel­ likleri gösteriyor. Bu deneylerden şunu öğrenmiş oluyo­ ruz: Burjuva sosyalizminin zemininden so­ la, radikal mücadele alanına kopuş sözden öteye gidemiyor. Burjuva sosyalizminin te­ orik bilgiçliği ve pratik oturganlığı o zemin­ deki insanları öylesine çürütüyor ki, böyle bir noktadan gerçek mücadele hattına sıç­ ramak mümkün olmuyor. Ama tersi her za­ man yaşandı. Yorulanlar hep bu iskeleye yanaştılar. TKP ve TİP zemininden kopuşmalardan çıkarttığımız ders, hiç şüphesiz ki mutlak bir kural olamaz. Ancak bu kopuşmaların ger­ çek yönleri kavranmadan yapılacak her gi­ rişim aynı noktalara savrulabilir. Bu da ge­ nel olarak hareket açısından enerji israfı olur. Özetle, Gelenek Yeni Sol değerlerle, Marksizmi sentezleştirmeye kalkmıştır. Böy­ le bir sentez mümkün olmadığı için, orta­ ya kaçınılmaz şekilde seçmeci eklektik bir teorik yapı çıkmıştır. Elbetteki, bu teorik ya­ pı, Yeni Sol akımların bütün moda görüş­ lerinin güçlü etkisi altındadır. Hareket açısından Gelenek’in önemi, Marksizme sahip çıktığını, geleneği devam ettirdiğini ileri sürerken, sessiz sedasız, Marx, Engels ve Lenin’in düşüncelerini sin­ sice kemirmesindedir. Liberalleşen sola öf­ ke duyup, Gelenek okuyan pek çok genç insan bu derginin sayfalarında Marksizmin ustaca ve yavaş hareketlerle törpülendiği­ ni, ona yeni bir şekil verildiğini farketmeyebilir. 1960 sonrası devrimci hareketin üzerin­ de Doğu (Çin) ve Latin Amerika devrimlerinin rüzgârı esmiş, önemli izler bırakmıştı. 12 Eylülle birlikte rüzgârın yönü değişti. Şimdi Batıdan esiyor. Ve Batıdaki her türlü moda eğilimi bize taşıyor. Yeni Gündem böyle idi. 11. Tez, Gelenek böyledir. Gele­ nek’in kendini böyle isimlendirmesi, yalnız ca geçici bir yanılgıya neden olabilir. Evet, Gelenek, bir miras devralıyor. An­ cak bu ortodoks Marksizmin mirası kesin likle değildir. RSDİP içinde otzovistlerle başlayan günümüzde Yeni Sol olarak de­ vam eden, parlak söz devrimciliğinin mi­ rasıdır. Lenin daha o günlerde otzovistler için, “Menşeviklerin ters yüz olmuşu” de mişti. Aynı değerlendirme Gelenek için faz­ la hatalı olmaz. TKP ve TİP, taktikleriyle doğrudan, kuyrukçuluğu savunuyorlar, Gelenek ise “güncelliğin” her türlü çamu­ rundan uzak, taktiksiziiği ebedileştirerek, dolaylı yoldan olayların kuyruğu haline ge­ liyor.

Evet, G elenek, b ir m iras devralıyor. A n c ak bu O rtodoks M arksizm in m irası kesinlikle değildir. R S D İP İçin d e otzovistlerle başlayan g ü n ü m ü zd e Yeni Sol olarak devam eden, p a rla k söz devrim ciliğin in mirasıdır.


"TÜRKİYE SO R U N L A R I"N IN ÇÖZÜM Ü, POPÜLİZMDE M İ? Mehmet YILMAZBR

Giriş Türkiye Solunda 12 Eylül’den hareketle yapılan otokritikler henüz bitmedi. Hatta belki de, hareketler kendilerini yeni muh­ teva ve biçimler altında topladıkça, geçmiş eleştirileri bitmek şöyle dursun, yeni baş­ layacaktır. Türkiye Sorunlar Dizisi bu ça­ balardan bir tanesi...

‘Yirmi yıl için gözlemler’ Yirmi yılın çok kaba bir değerlendirme­ sine şöyle başlanır: “Sosyalizmin de çetin ve karmaşık bir süreç içinde gelişeceği he­ pimizin malumuydu. Ancak aradan iki on yıl geçtikten sonra bugünkü kadar olum­ suz bir duruma gelinmiş olunacağını sos­ yalizmin yeminli düşmanları dahi tahmin edemezdi” (Türkiye Sorunları Dizisi II. T. Akad) Bir otokritik çabası için pek umutlu bir başlangıç değil. Yazar böyle bir değer­ lendirme ile her şeyden önce kendi eğili­ minin “ne kadar olumsuz" bir durumda ol­ duğunu dile getirmiş oluyor. Dün ve bu­ gün kabaca kıyaslanınca beyinlerde ve mo­ rallerde müthiş bir alt üstlük yaratan “kor-

12 Eylül küçükburjuva radikalizm inin devrim ci özünü aşındırdıkça, onlarda kaçınılm az b ir ş e k ild e TİP ve b en zeri siyasetlere yö n e lttik le ri eleştirilerin i yum uşatıyorlar.

kunç bir çöküş' oportada duruyor! “Yeminli düşmanlarımız bu tabloya bakıp keyifle sı rıtırken. T. Akad büyük bir şaşkınlıkla yı kıntılar arasında otokritik için malzeme arı yor. Bulduklarım gözden geçirelim

Dünün Olumsuzlukları 16

.

T. Akad yazısında 1960 sonrası hareke­ ti kritik etme çabasındadır. Ancak yukarı daki gibi bir girişle nereye kadar gidilebile

ceği az çok baştan bellidir. Yazıda son yir­ mi yıl çarpıcı bir eleştiriden geçirilemez, T. Akad’ın deyimiyle yalnızca “gözlemlenir. Gözlemleri izleyelim. 1965'leri geçiyoruz. TİP’le ilgili yapılan değerlendirmelere bakalım. “Halbuki tasfiyeciliğe yönelmek yerine parti içi demokrasiye işlerlik kazandırabilselerdi olaylar çok farklı gelişebilirdi. O dö­ nemin TİP yöneticileri neyi paylaşamadık­ larım herhalde hiçbir zaman izah edem e­ yeceklerdir. “... TİP bir parti olmaktan çok bir parti­ nin taklidiydi ama hangi partinin taklidi ol­ duğu belli değildi. Sayısız iyi niyetli insanı bü şekilde hüsrana uğratacak kadar başa­ rısız olmaya hakları yoktu” (T.S.D. II. ay) TİP değerlendirmesinde seçilen vuruş noktaları bize hiç de rastlantı gibi görünmü­ yor. “Parti içi demokrasi" işletilebilseydi ne iyi olurdu... “Sayısız iyi niyetli insanı hüsrana uğrat­ maya hakları yoktu... Bunlar kimin üslubu? Cephe kökenli bir siyasi eğilim için ne büyük bir evrim. Ke­ sintisiz Devrimdeki TİP eleştirilerine baka­ lım, daha sonra yayınlanan dergilerdeki de­ ğerlendirmeleri gözden geçirelim, şimdi karşımızdaki üslupla tam bir zıtlık içinde ol­ duğu hemen görülecektir. TİP'te parti içi demokrasi işleseydi bile 1968’lerde MDD ve TİP eğilimleri aynı ya­ pı içinde kalabilir miydi? TİP yöneticileri ne­ yi paylaştıklarının pek âlâ bilincindeydiler. Yükselen hareketin yeni, daha radikal ta­ lepleri karşısında TİP ve MDD eğilimleri ka­ çınılmaz ve geri dönüşsüz bir kopuşma noktasına gelmişlerdi. Toprak işgallerinden TiP'lileri geriye çağıran. Amerikalı askerlere karşı yükselen protestoları, onlara “sert bir bakışla" sınırlayan kafalarla: hareketin yük­ selen gidişine kan teri içinde ayak uydur­ maya çalışan insanları hangi “parti içi demokrasfsi bir arada tutabilirdi? F.vet, o günün coşkulu kalkışıyla pek çok hata yapıldı. MDD parçalandı. Hatta Cep­ he eğilimi tam 12 Mart sırasında çatladı. Bunlar gerçeklik. Fakat kimi hataların şimdi farkedilişi kişiyi TlP’in siyasi karekteri hak­ kında bir bulanıklığa vardırıyorsa bu bam­ başka anlamlara sahiptir. TİP “bir parti taklidi" imiş, ancak “hangi partinin taklidi olduğu" belli değilmiş... Olayın üzerinde ür­

kekçe gezintinin yol açtığı bu kelime oyun­ ları aslında çok önemli bir zaafı açığa vu­ ruyor. TlP’in “hangi partinin taklidi olduğunu” hâlâ bilmemek... Bu mümkün değil! T. Akad 12 Eylül şokuyla hafıza kay­ bına uğramış olsa gerek. Parlamentoya sos­ yalizmin bayrağını dikecek olan, sendika aristokratlarıyla işçi tabanını tutmaya çalı­ şan, her radikal direniş çabasını faşizmi gelir krizleriyle lanetleyen, daha sonraki ömrün­ de Ecevit’e dilekçe vermekle eşik aşındıran bir parti neyin “taklidi” olabilirdi? Hele, “sayısız iyi niyetli insanı hüsrarana uğratma” sızlanmasına ne demeli? TİP’in başarısız olmaya hakkı yokmuş... Bu ne se­ filce bir yakınma! TİP, kendi mantığı açısından fazlaca ba­ şarısız sayılmazdı. Onu esas hüsrana uğra­ tan o dönem seçim kanunda yapılan de­ ğişikliktir. Şimdi oturup buna mı sızlanaca­ ğız? Ancak, TİP o günün sınıflar mücade­ lesi koşullannda, sahip olduğu mantıkla ba­ şarısızlığa adeta mahkûmdu. Acı da olsa böyle bir gerçeklikten neden hüsrana uğ­ ransın ? 12 Eylül küçükburjuva radikalizminin devrimci özünü aşındırdıkça, onlarda ka­ çınılmaz bir şekilde TİP ve benzeri siyaset­ lere yönelttikleri eleştirilerini yumuşatıyor­ lar. Ya da sivri uçlarını törpüleyip, şekilsiz hale getiriyorlar. 12 Eylül’den aldıklan der­ si, burjuva sosyalizmine bedel olarak ödü­ yorlar. Birkaç yıl ileriye gidilip, 1971’lere gelinin-, ce şu değerlendirme yapılır: “15-16 Hazi­ ran gibi eylemleri sıralamaya hiç gerek yok. 1965-1970’lerin Ankara’sında anti-emperyalist bir eylemin en az 5-10 bin kişinin ka­ tılımıyla oluşması çoğu kez yarı-kendiliğinden bir tarzda gerçekleşiyordu. Bundan yalnız birkaç yıl sonra, durumun oligarşiy­ le bir avuç öncü arasındaki bir savaş ola­ rak yansıtılır hale gelmesi herhalde yakın tarihin en büyük talihsizliklerinden birisidir.” (T.S.D. II, ay) Bir kaç sayfa ilerde aynı üslupla “1960"larda yetişen sosyalist kuşağın en önemli karakteristiği deneyimsizlikti. Bu du­ rum aşırı bir iyimserlikle birleşince ortaya oldukça üzücü manzaralar çıkabiliyordu” denmektedir. “Talihsizlik” “üzücü manzaralar”., devrim­ ci harekette dönüm noktası boyutunda an lama sahip eylemlerin değerlendirilmesin-


de kullanılan deyimler bunlar. Bu, geçmiş­ ten gerçek ders çıkartabilen bir devrimci­ nin üslubu olamaz. Bunlar bir liberalin sız­ lanmalarıdır. Yığın eylemlerinden neden kopuşuldu? Mücadelenin “oligarşi ile bir avuç öncü ara­ sındaki savaş" olarak yansıtılmasını kimler yaptı? Egemen güçler mi? Eyleme kalkışan­ ların bizzat kendi açıklamaları mı? Söyle­ nenlerde hiçbir açıklık yok. Bu kadar su­ ya sabuna dokunmayan şeyler yazabilmek ayn bir beceri olsa gerek. Ancak bizler böyle bir becerinin altında, gerçeklikleri yakala madaki cesaretsizliğin yattığının bilin­ cindeyiz. Sözünü ettiğimiz şekilsiz cümle şu satır­ lar ile bağlanır: “Halkın düşmanları yalnız bir avuç öncüyle karşılaşmayı, herhalde her zaman için bir kitle hareketiyle karşılaşma­ ya tercih ederlerdi.” (ay) Yirmi yıl sonra, o günkü eylemlerden çıkartılabilen tek ders: öncü savaş yerine kitle hareketi oluyorsa, bunun hiçbir değeri yoktur. Bu en basit, en ilkel, en kaba gerçekliğin tekrarı, gerçek problemi kavramayışın itirafıdır. Kitle nedir? Şekilsiz bir kalabalık. Sınıf olarak öncü kim­ dir, öncü sınıfın örgütlenmesi nasıl başarıl­ malıdır ? Çözülmesi gereken sorunların en başında bunlar geliyor. Bu sorunlar da, her okuyucunun hemen dikkatini çekeceği gi­ bi hiç de kompleks ve zor sorunlar değildi. Henüz temel gerçeklerdir. Ancak, yazarı­ mız bu gerçeklere olsun yaklaşmada o ka

sız beyliklerin” fışkırması, bunlar sırf önde koşan kadroların hatalarıyla açıklanamaz. Onlar bütün özellikleri ile bir sınıf ya da ta­ bakanın davranış karakteristiğini yansıtıyor­ lardı. T. Akad’ın gözleminde, hareketin sı­ nıf yapısını kavramak ve açıklamak gibi en küçük bir çaba yoktur. Tam tersine yapdığı yorumlarla ister istemez sınıf gerçekliği­ ni karartmaktadır. Eğer geçmişten ders çıkartılacaksa, o günlerin sınıf kavrayışı mücadele taktikle­ ri, yığınların genel bilinç seviyesi, mücade­ leye katılma enerjileri soğukkanlıca tahlil edilebilmelidir. Yazarımız bunu yapacağına, o günlerin en canlı olaylarını silik şekilsiz cümlelerle geçiştiriyor. Öte yandan bazen alaylı bazen öfkeli bir üslupla “kişilikler", “devrimci tipler” üzerine derin tahlillere gi­ rişiyor. Sınıf mücadelesinde genel kuraldır, ye­ nilgiden devrimci dersler çıkartamayıp, pa­ nik içinde pişmanlığa kapılanlar geriye bak tıklarında ilk ve en başta "olumsuz" kişilik leri hedef tahtasına yerleştirirler Siyaset ye­ rini pedagoji; ideoloji yerine genel anlam­ da kültür ve eğitimi geçirirler. Bu ise sınıf mücadelesinin liberalce kavranışından baş­ ka bir anlama gelmez. T. Akad, 1970-71 olaylarının sempati­ sini siyaset madrabazlarının harcadığını id dia ediyor. Böyle bir yaklaşım, o günlerin olaylarının en kaba kavranışı bile değildir. O dönem, bu sempati hangi temel üzeri

S m ıf m ü cad elesin d e g e n e l kuraldır ,; yenilg iden devrim ci d e rs le r çıkartam ayıp, p an ik iç in d e pişm an lığ a kapılan lar geriye baktıklarında ilk ve en başta “o lu m s u z” kişilikleri h e d e f tahtasına yerleştirirler. Siyaset yerine p e d a g o ji; id e o lo ji yerine g e n e l anlam da k ü ltü r ve e ğ itim i geçirirler. 1.

dar yeteneksizdir ki, o nedenle, ancak “ön­ cü savaşı yerine kitle hareketi" ilkel dersini çıkartmaktan öteye gidememiştir. 1974 sonrasına gelirsek. “1970 ve 1971 olayları muazzam bir sempati yaratmıştı ve bunun örgütlenebilmesi için bir yarış var­ dı. Ne yazık ki pek çok iyi insan, henüz sap ile samanı ayıracak düzeye gelemeden, ki­ mi bu siyaset madrabazlarının yanında po litikadan soğuyarak, kimi de kemikleşmiş yapılara takılarak kayboldular. Türkiye Sos­ yalist hareketi bundan büyük şeyler yitir­ di." (T.S.D. II. ay) Söylenenlerin büyük bir kesimi gerçeklik. Ancak bu sıralananlar bir hareketin 1980 yenilgisini açıklamak için ileriye sürüldüğünde, olayı açıklayamamakla kalmaz, çok hatalı sonuçlar doğurur. Po­ litikadan soğumayı, kemikleşmeleri “kimi si­ yaset madrabazlarına bağlamak tam da bir 12 Eylül yanılgısıdır. 12 Eylül’ün paşaları bütün kötülükleri bir kaç siyasi lidere, “sen­ dika ağalanna” ve bir kaç bin “teröriste” bağ­ lamadılar mı? Eskinin inkârı en başta eski liderlerin inkârı olarak anlaşılmadı mı? T. Akad olumsuzlukların nedenini arar­ ken neden böyle en kaba görüntülere ta­ kılıp kalıyor? Onun gözünde sınıflar mü­ cadelesi, onun kaçınılmaz dayatmaları, ör­ gütlenmelerin yaşanan dönemi ne ölçüde ve nasıl kavradıkları gibi can alıcı sorunlar yoktur, “iyi niyetli”, “aşırı iyimser”, ya da “si­ yaset madrabazı” kişiler vardır. Olaylar an­ cak bu kişiliklerle açıklanabilir! Oysa, 71 olaylarının “muazzam sempa­ tisini olayların gerçek özünü kavratmadan örgütlemeye kalkmak, her taraftan “bağım-

ne örgütlendi? Bir siyasi program, yani ik­ tidar savaşında olması gereken bir program temelinde mi? Hayır. Örgütlenme hangi prensipcil çerçevede yapıldı bu konudakadro ve sempatizanları asgari ölçüde bağ­ layacak bir örgüt fikri, daha sonra kuralları bilinçlice tartışılabildi mi? Yine hayır. Tak­ tik planda, faşistlerin saldırılarına karşı di­ renişten öteye bir mücadele ufku, devrim­ ci güçlerin koordinasyonu üzerine kafalar ne kadar aydınlıktı? Bu en temel zaafların insafsızca bir kriti­ ğini yapmak yerine, kişiliklerle, kişisel olum­ suzluklarla uğraşmak, geleceği daha beter karanlıklaştırmayan başka bir sonuç doğur­ maz. Aynı mantık bir başka cümlede şöyle dile gelmektedir: “1974’lere gelindiğinde ılım­ lıları her gördükleri yerde zımnen veya açık olarak korkaklık ve teslimiyetle suçlayan, bunu söylemese bile bakışlarında ve tebes­ sümünde ifade eden devrimcilerle, karşılarındakini sınıf mücadelesinin çocukluk hastalığı olan sol sapma kurbanı olarak gö­ rün “kurumsal” solcular yeteri kadar pro­ totip olmuşlardı” (T.S.D. 11, ay) Küçükburjuva radikalizmi ile burjuva sos yalizminin ne derin bir tahlili! İstediğiniz denli yakının, hareket içinde bu "iki prototip” olacaktır. Sorun bunların birbiri­ ne psikolojik tepkilerinde değildir Devrimci hareketin genel çıkarlarına ne kadar uyum yapabildiklerindedir. Genel sekreterleri le­ gal parti kurma hayali ile gelen, “gerçek parlamenter düzeni" yeni programının ilk basamağı yapmış olan bir siyasete, “devrim­

ci insiyatifi ile mücadele yolunu açmaya ça­ lışan bir siyaset taraftarı neden alaylı oir “tebessümle" bakmasın! Ve 12 Eylülle da­ ha da olgunlaşan, sosyal demokrasinin bir nüansı haline gelen sözde sosyalist bir eği­ lim taraftarı neden hâlâ "devrim” şiarını en yüksekte tutan, birazda olur olmaz tekrar­ layan bir siyaset taraftarını “kurban” olarak görmesin! Sizler bu “iki tip" arasında olgun bir ara­ buluculuğa mı soyunuyorsunuz? Yenilgi günlerinde, küçükburjuva devrimciliği piş mantıkla eski günlerini inkâr ederken, bur­ juva sosyalizmi de “biz dememiş miydik” bil­ giçliğiyle eski radikalleri avutup kendi ze­ minini genişletmeye çalışır. T. Akad yenil­ gi yıllarında genişleyen bu zemine kazanıl­ mış görünüyor.

II Geçmişten Çıkartılan Kimi Dersler Yaşanan yirmi yılın olaylarını soıı dere ce silik ve korkakça değerlendiren T. Akad, kaçınılmaz şekilde bu süreçten pek olum­ lu dersler çıkartamamıştır. Satır aralarına sı­ kışmış kimi sonuçları toparlamaya çalıştık. Çıkartılan başlıca üç dersi inceleyelim. İlki, “sınırsız bölünmelerle” ilgili: “Sosya­ listler önlerine çıkan bu sorunları nasıl aşa caklaııııı, halk güçlerini nasıl seferber ede çeklerini tartışmak yerine, sınırsız bölünme lerin tohumlarını atacak söz düellolarına başladılar" (T.S.D. II ay.) Bunlar 1960’lar için söylenir. Bölünmeler bir kez gerçeklik olunca da şu tesbit yapılır: “Bir büyük de­ zavantaj o kadar çok sayıda sol grupçuğun olmasıdır ki bir süre sonra esas amacın ye­ rine sol içinde üstünlük sağlama çabasının geçmesidir.” (ay) SoFdaki bölünmeleri büyük bir keyifle ve alkışlarla karşılayacak aramızdan pek kim­ se çıkmaz. Hele sıradan insanlarımız bu bö­ lünmelere açıkça öfke duymaktadır. Ancak bir bilinçli devrimci gerçeklikleri çıplak ol­ duğu gibi görebilecek cesarette olmalıdır. Daha da öteye bu gerçekliğin nedenlerini bulup çıkarabilmelidir. O zaman sızlanmak yerine nasıl davranılması gerektiği ortaya çıkacaktır. 1965 sonrası yoğunlaşan tartışmaları “sı­ nırsız bölünmelerin tohumlarını atacak söz düellolarına indirgemek, ancak 12 Eylül şokuyla ortaya çıkan köklü bir hafıza kay­ bıyla açıklanabilir, ö n ce sırıf olayları hatır­ layalım. Bölünmelerin “sınırsız” olmadığı hemen görülür. Bu ifadeler “yorgun de­ mokratların zavallı düşüncelerine kuvvet şırıngalarıdır. Ve o dönemin temel bölün­ melerinin ardından gelen yıllarda esas ola­ rak sürüp gitmesi, bu ayrışmaların tesadüf olmadığını gösterir. Kimse TİP, MDD ay­ rışması olmamalıydı diyemez. Ancak gele­ cek günlere hazırlanan her devrimci büyük bir sabırla bu kopuşmaları incelemelidir. Daha sonra MDD’den AK Aydınlık, yani D. Perinçek kopuşması hiç de raslantı değil­ dir. Sonunda MDD’nin neredeyse bütünüy­ le çözülmesi, Sosyalist gazetesinin bağım­ sız kimliğiyle ortaya çıkması, Cephe eğili­ minin şekillenmesi ancak o günlerin özel­ likleri hatırlanırsa kavranabilir. Bölünmeler, Türkiye sınıflar yapısının farklı kavranışlanna ve farklı mücadelede hedef ve biçimlerine denk düşüyordu. Bir tek cümleyle bölünmeler ana özellikleriyle kaçınılmaz bir şekilde sınıf temeline daya­ nıyordu. Evet, bölünmeler sırasında aptal­ ca, skolastikçe pek çok polemik yapılmış­ tır. Ancak görmek isteyen göz, bütün bu toz duman ortasında gerçek özü yakalaya­ bilir. Her kopuşma, ortaya kendi esas özü­ nün yanında pek çok detay sorun da sa­ çar. Ağaçlardan ormanı göremeyen birisi bir sağa bir sola bakmakla enerjisini tüke

Bölünm eler, Türkiye sınıflar yapısının farklı kavranışlanna ve farklı m ü c a d e le d e h e d e f ve b iç im le rin e d e n k düşüyordu . B ir tek cüm leyle b ö lü n m e le r ana özellikleriyle kaçınılm az b ir şekild e s ın ıf tem elin e dayanıyordu.

17


tip ormanın varolmadığı son ucuna vara­ bilir. Fakat bu, gerçekliği ortadan kaldırmaz. Bölünmeleri ya top yekûn “kötü" ilan et mek ya da her bölünmeyi bir sınıf veya ta­ bakaya denk düşürmeye çalışmak, Marksizmin yerine Ortaçağ skolastiğini geçirmek olurdu. Rus devrimci hareketinde onbeşi aşkın sol parti ve grupçuk bulunmasına rağ­ men Lenin değerlendirmelerinde hareketi genel olarak üç ana akıma ayırmıştır: S o s­ yalist devrimciler, Menşevikler ve Bolşevik­ ler. Sosyalist devrimciler. Narodnik kökenli, köylülüğe bağlı küçükburjuva devrimci akımlardır; Menşevikler, ekonomistlerin ev­ rimleşmesi, işçi sınıfı içinde burjuva etkisi­ ni temsil ederler. Biz olaylan aynen kopya edemeyiz. Ancak siyasi bölünmeleri, grup­ laşmaları genel sınıf temeli ve bugüne kadarki genel taktik tutumlarından hareketle üç ana gruba ayırmak mümkündür. Küçükburju.va devrimciliği, Cephe, Ordu kö­ kenli siyasetlerdir. Köylülüğe daha bağlı olan Partizan gibi siyasetlerin yanında, şe­ hirlerde gençlik kesimine tutunan D. Sol gi­ bi akımlar, şehir ve kasaba gençlik ve es­ nafına dayanan D. Yol gibi siyasetler hep küçükburjuva alan içnde kalmışlardı. Bur­ juva Sosyalizmi TİP. TSİP, TKP, orta taba kalara, işçi aristokrasisine dayanan eğilim lerdir. 12 Eylülden hemen önce tablo böyleydi. T. Akad, 1965’ler sonrası yaşanan tar­ tışmalar “söz düellolanna" indirgemekle, za­ ten zayıf olan sınıf bakış açısını iyice terkettiğini ilan etmektedir. Bölünmelerden ku­ ru kuruya yakınmak, onlann temellerine inememek sınıf bakış açısını bir kenara it­ mekle eş anlamlıdır. O zaman T, Akad’a popülist birlik yakınmalar kahr. Ancak, hiç­ bir birlik yakınma, pişmanlık ve popülist iyi niyet üzerine kurulamamıştır. Hepsi, çiğ sı­ nıf ve tabaka çıkarlarının çekişme ve geçi­ ci uzlaşması üzerine kurulabilir. Öyleyse bö­ lünmelerin siyasi temelleri kavranmadan, nasıl ve hangi seviyede birlik ve dayanış­ ma kurulabileceği kestirilemez. Netice de T. Akad'ın yakınmalarının, birlik konusuna da bir yararı yoktur

İk tid a r İçin m ü c a d e le d e , eg e m e n sınıflara karşı m ü cad ele İle sol İç in d e k i eğ ilim lerin m ü cad elesi olağanüstü b irb irinin İçin e girer. Saflar, bir fu tb o l sahasının sın ır çizgileri kadar berrak olsaydı, m ü cad ele ne kadar b asit olurdu.

18

Çıkartılan bıı ilk dersin, diğer yüzü da ha da gerici bir anlama sahiptir. Bölünme lerden sonra “esas amacın yerine sol için de üstünlük sağlama çabasının" geçtiğini ile rî süren T. Akad bu gerçekliği “büyük hir dezavantaj” olarak görüyor. Kopuşmalara götüren tartışmaları “söz düelloları” olarak görmekle T. Akad sınıf bakış açısını terkettiğini açığa vurmuştu; şimdi ise sınıf mücadelesinden duyduğu yıl­ gınlığı itiraf etmiş oluyor. İktidar için mü­ cadelede, egemen sınıflara karşı mücade le ile sol içindeki eğilimlerin mücadelesi ola ğanüstü birbirinin içine girer. Saflar, bir fut bol sahasının sınır çizgileri kadar berrak ol saydı, mücadele ne kadar basit olurdu.

RSDİP, liberallere. Sosyalist Devrimcilere ve Menşeviklere karşı üstünlük kurmadan Ekim zaferi gelmedi. Elbette ki Sol görü­ nen eğilimler, sınıflar savaşı alanında kaçı­ nılmaz bir şekilde birbirlerine karşı da “üstünlük" mücadelesi vereceklerdir. Aksini iddia eden ya mücadeleden vazgeçerek bir eğilimin takipçisi olmakla kendini sınırlamış demektir, ya da bu mücadeleyi açıkça göze alamayan ikiyüzlü bir konuma itilmiş de­ mektir. Hiç şüphesiz ki bu noktada geçmişin pek çok olumsuz olayı hatırlatılarak, “sol için­ de üstünlük sağlama çabasının" ne kadar zararlı sonuçlara yol açtığı en büyük kanıt olarak ileri sürülebilir. O zaman deriz ki, mücadelede yapılan hatalar yapan siyase­ ti yaralar, ancak mücadelenin koşullarını ortadan kaldıramaz. Farklı sınıf ve tabaka temellerine oturan ve bu anlamda farklı çı­ karları savunan sol eğilimler, eğer iktidar için mücadele ediyorlarsa, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesini de vermek zorun­ dadırlar. Ancak hiç bir siyasi parti gücü ye­ terli değilse, bütün muarızlanna aynı anda cepheden bayrak açmaz. Ayrıca her mua­ rız. mücadelenin sırf olumsuz yanıyla yüzyüze gelmek durumunda değildir. Müca­ dele zemini birbirine yakın olanlar arasın­ da, iknaya dayanan “üstünlükler" de kuru­ labilir. Ancak sınıflar mücadelesinde farklı sınıf ve tabakaların çıkarları söz konusu ol­ duğu için en yumuşak görünen ikna eyle­ minin ardında bile somut güç, yani güçler dengesi yatar. Bolşevikler, iktidar oldukla­ rının ilk günü çıkarttıkları toprak kararna­ mesi ile köylülüğü kazanabildiler. Ancak aynı zamanda, Bolşevikler o günün güç­ ler dengesinde en üstte idiler. Çıkarttıkları toprak kararnamesini uygulayabilecek gü­ ce sahiptiler. Sol içi mücadele, sola itibar kaybettiriyor. Doğru. Ancak akıp giden mücadele süre­ cinde bütün sol eğilimlerin itibarı aynı se­ viyede korunamaz. Böyle bir şey ne gerek­ lidir ne de mümkündür. Tam tersine sol içinde olup da mücadeleyi sonuca vardı­ rm ayacaklar itibar yitirdikçe gerçek dev­ rimci eğilimler itibarlarını arttıracaklardır. Bunda yadırganacak hiçbir şey yoktur. Ne­ resinden baksak, sol içinde “üstünlük çabası" sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir par­ çası olarak karşımızda duruyor. Gözlerimizi kapatıp bu gerçekliğin üstün­ den atlamıyacak isek, bu mücadeleyi ha­ reketin genel çıkarlarıyla çatışmayacak şe­ kilde ustaca yürütmek zorundayız. Ancak T. Akad bu zorluğun üstünden atlamaya ni­ yetleniyor Yirmi yılın deneyinden ancak bu zavallı kurnazlık öğrenilebilmiş. ikinci ders, örgütlenmeyle ilgilidir: “Halk kesimlerinin mücadelesini teşvik eden ve bütünleştiren, bu çabanın içinden doğan örgütlenme kavramının kafalarda oluşması yaklaşık hir on yıl aldı. Talihin ga­ rip cilvesi, bir yanda belki düzinelerle çer­ çeve parti kurulurken gerçekten de halkın direnişini sağlayan, yerleşik kurumların dı­ şında somut alternatif örgütlenmeler öne­ ren ülkenin en yaygın sosyalist akımı, böylesi bir parti kurmadan 12 Eylülün hışımına uğradı. Neyse ki biz parti kurduk, ha ytrlı olsun’ demekle parti olunamayacağı­ nı bilenler de varmış" (ay) Bu söylenenler örgütsüzlüğe methiyedir. I laik kesimlerinin kendi çabalarının içinden doğacak bir ör gütlenıne fikrine bir on yılda varmak olduk ça yavaş bir düşünce evrimi değil mi? Ve sözde “düzinelerle çerçeve partfyi eleştir­ mek gayretiyle. 12 Eylüle örgütsüz yaka­ lanmayı aklamaya kalkışmak yazarın nasıl yılgın bir ruh hali taşıdığının en güzel kanı tidir Hareket "sosyalizmin yeminli düşmanlarını" keyiflendirerek konuma gel­ sin, dün “halkın direnişini sağlayanların önemli bir kesimi en bayağı liberalizme sap

lansın, bu çöküşe karşı hiçbir radikal baş-' kaldın ortaya çıkmasın, Yazanmıziçin öne­ mi yoktur, “neyse ki parti kurduk demekle parti olunamayacağını bilenler” vardır! Bu bilgiçler şimdi ne yapıyor? Parti kur­ duk demekle parti olunamayacağını bilme­ leri harekete nasıl bir avantaj sağladı? Ha­ reketi nasıl bir felaketten kurtardı? Tam ter­ sine bu bilgiçlik hareket içinde örgütsüzlüğü ebedileştirerek, 12 Eylülle önemli bir da­ ğılışa uğramasının zeminini hazırlamışlardır. Yazar nasıl ilk çıkarttığı dersle sınıf sava­ şının zorluklanndan yıldığını açığa vurdu ise, şimdi de örgütsüzlüğü aklama çabasıyla mücadelenin en önemli aracını bir kenara itiyor. Üçüncü ders, programla ilgilidir: “Yaratı­ lan idealler son derece soyut olduğu için gerçekleştirilmesi doğrultusunda adım atı­ lamamakta..."dır. “... programınız nedir diye soruluyor. Ya yanıt gelmiyor ya da biz eskinin devamı­ yız, geleneği sürdürüyoruz gibi tek başına hiç bir anlam ifade etmeyen laflarla karşı­ lanıyor. Azıcık tarih bilen okurdan özür di­ leyerek tekrarlıyoruz. Politika her günü de­ ğişen her durumu karşılayacak önermele­ rin sürekli üretilmesiyle yapılır. (T.S.D. III, T. Akad) Program, bir partinin iktidardaki işler pla­ nıdır. iktidara yürüyüşe yol gösterir ancak onun uygulanması doğrudan iktidar ol­ makla mümkün olur. Yazarımız soyut ide­ allerden şikâyetçidir. İdealler somut olursa “gerçekleştirmek” için adım atılabilecektir. Bu soyutluk ve somutluktan tam olarak ne kastedildiğini bilemiyoruz. Ancak söz gelimi 12 Eylüi’den hemen önce yayınlanan “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşürün­ de yazılanlar oldukça somut taleplerdi. Fa­ kat oradaki hiç bir talebi bugünden yanna gerçekliştermek mümkün değildi. Bu an­ lamda ister istemez geleceğe kalan istek­ ler konumundaydılar. Özetle bir program yalnızca önümüzdeki yakın pratikle gerçek­ leştirilmesi mümkün işler planı değildir. Bu bayağı reformizm olurdu. Yakın somut he­ deflerle hareketin genel ufkunu tıkamak, ti­ pik Bernştayncılıkdır. Yazar eski programlan” savunanlan eleş­ tiriyor. “Tarih bilen okurlardan özür dileyerek’ bir inci yumurtluyor; “Politika her günü, değişen her durumu” karşılamalıymış... Güzel. Ancak Parti programları her güne göre değişemezler. “Değişen her du­ rum". parti programının değişmesini gerektirmeyebilir. Parti programı mevcut sınıflar konumundan kalkarak şekillenir. Ve o sı­ nıflar konumunda önemli bir alt üstlük ol­ madıkça programda köklü bir değişiklik ge­ rekmez. Örneğin, 12 Eylül’le sınıflar yapısı değişmemiştir. Ve hâlâ “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?" broşüründe yazılanlan bir prog­ ram temeli için dikkate alabilirsiniz. Öte yandan, programın genel doğrultusuna uy­ gun olarak taktikler her günü karşılayabilmelidir. Her durum değişikliği taktikte bir değişimi gündeme getirir. Yazar, programla hergünkii taktik politikayı birbirinin içine so­ kuyor. Tarih bilgisinden kaynaklanan bıı ka rıştırma hiç de raslantı değildir. T. Akad ger­ çekleştirilmesi belirsiz geleceğe kayan so­ yut ideallerden ve “eski" programlardan kurtulmak istiyor. “Soyut idealler" yerine her günkü değişim içinde sürekli üretilen bir politika... Sosyalizm soyut bir ideal midir? Ya da bugünkü asalak Finans-Kapitai düzenini tasfiyeyi amaçiıyan demokratik devrim he­ defi aynı şekilde soyut bir ideal midir? B u­ güne kadar devrimciler arasında tartışılan, hatta kimilerince programlaştırman hedef­ ler farklı yönler içerse de bu temel düşün­ celer çerçevesinde kalmıştır. Hiç şüphesiz ki bir tek kelime ya da parola soyut H» kavr .


ramdır ve bir program yerine geçemez. Bir program amacın gerçekleşmesini sağlaya­ cak somut talepleri içerir. Ancak bu talep­ ler somut olsa da, yann gerçekleştirilme­ leri söz konusu değildir, örneğin program­ da sınırsız grev hakkı yer almalıdır. Fakat bugünün koşullarından kalkılırsa belki ye­ ni sendikalar kanununda ki bir kaç mad­ denin değiştirilmesi ancak gerçekleştirilebi­ lir. Ya da eğitim sisteminin bütünüyle de­ mokratikleşmesi programın önemli bir bö­ lümü olmalıdır. Ancak bugünden gerçek­ leştirilebilecek olan belki de YÖK’ün biraz reforme edilmesidir.

tan katılımı, tecrübelerin paylaşımını geti­ recek, insan malzemesinin donanımını, do­ layısıyla kalitesini yükseltecektir.” (T.S.D. II. T. Akad) T. Akad şeytandan kaçar gibi Parti keli­ mesinden kaçmaktadır. Yerine konulan de­ yim çok tipiktir: “Kurumsallaşma” Bu de­ yim daha söylenirken mevcut bir düzen içinde meşru zeminlerde varoluşun zimtıi bir onayını içerir. “Kurumsallaşma illa da belli bir organi­ zasyon çerçevesi kurup, şemalar doldur­ mak, bir bürokrasi yaratmak değildir... Esas olan belli yöntemlerin, tepki gösterme ve

T. A kad şeytandan kaçar g ib i Parti kelim esinden kaçm aktadır. Yerine konulan deyim çok tipiktir: “K urum sal laşm a”Bu deyim daha söylenirken m evcu t b ir düzen için d e m eşru zem inlerde varoluşun zim n i bir onayım içerir.

v Eğer Yazar ideallerin soyutluğu ve so­ mutluğu hakkında onların verili koşullarda gerçekleştirilr olup olmadıklarına göre ka­ rar veriyorsa, bu mantıkla mükemmel bir reform programı hazırlanabilir ancak ger­ çek devrimci bir p»o;\am hazırlanamaz. Evet ustaca her dur umu karşılayacak po­ litika üretebilmeliylz. Ancak program hedef­ lerine ya da Yazanm-zm hoşlanmadığı “so ­ yut ideallere” sıkıca bağlı kalarak bunu yap­ malıyız. “... tarih bilincini edinememiş, toplumu ve insanlan tanımayı başaramamış kötü sol­ cular hâlâ 15 yıl önceki tartışma platform­ larını ısıtıp öne sürmek istemektedirler.” (ay) “Eski” yenilgiyi getirdi, öyleyse terkedilmelidir. Yazanınızın mantığı böyle işliyor. 15 yıl önceki bir platform o günün koşul­ larında doğru tesbitler yapmış ise bugün­ de geçerlidir. Eski tek başına kötü değildir, her yenilik devrimci bir öz taşımayabilir. G e­ nel sözlerle eskiyi lanetlemeyi bırakın, onun neresinin yenilenmesi gerektiği üzerine ko­ nuşun. örneğin, program zemininde “Dev­ rimciler Ne İçin Savaşıyor?” broşürü bir kal­ kış noktası olmalıdır. Eğer olamaz diyorsa­ nız nedenlerini açıklayın. Onun eski olması kötü olması anlamına gelmez. Ancak Yazarımızın “tarih bilinci” başka türlü işliyor. Eskiyen bırakılır, soyut ideal­ ler her gün üretilen somut politika ile yer değiştirmelidir. Bu gündelikçi politikacılığa soyunabilmek için Yazar her türlü bağlayı­ cı eski platformu ve soyut ideali terketmek zorundaydı. Program konusunda çıkartılan ders de budur: Elini kolunu soyut idealerle bağlat mayan günü karşılayan pragmatik politika­ cılık. Devrimci radikalizmden reformizme...

III “Kurumsallaşma” Türkiye Sorunları Dizisinde geçmiş yir­ mi yıl gözlemlendikten sonra çıkartılan en önemli sonuç budur. O nedenle “kurum­ sallaşmadı ayn bir başlık altında irdelemeyi gerekli gördük. “... yeni kuşaklar hep eskileri küçümse­ miş ama aynı hataları yaparak vakit yitirir­ ken, küskün üretmişlerdir” denerek, bir zaaf tesbit edilir ve £özüm olarak şunlar sırala­ nır: “Halbuki kurumsallaşma sürekliliği ar­

karar alma yollarının belli sorunlara sahip çıkma anlayış ve alışkanlıklarının gele­ nekselleşmesidir” (ay) Bir yirmi yılın deneyinden sonra örgüt­ lenme konusunda önerilen: alışkanlıklar, geleneklerdir. Bilinçi, sınırlan, hiyerarşik ya­ pısı belli bir örgütlenme yerine alışkanlık­ lara dayanan şekilsiz bir “kurumsallaşma” önermek, hele bir 12 Eylül deneyinden sonra bunu yapmak, örgüt teorisi açısından hiç bir değer taşımaz, ancak yenilginin ki­ milerini ne ölçüde zavallılaştırdığı konusun­ da derin bir değere sahip kanıt oluşturur. Biraz daha detaylara inelim. “Kendi demokrasisiyle ilerleyerek iktidara aday olan her toplumsal hareket demok­ rasisini önceden yaratmaya başlamış ve bu konuda hayli yol almış olmalıdır. Öyle ki, alternatif olan, mevcut iktidarı ite ite kendi önünü açar, bir süre iki demokrasi biram­ da yaşar, soııra biri galebe çalar. Mücade le devrim veya karşı devrimle sonuçlanır ama yenilgi halinde dahi mevcut güçler dengesinde önemli bir rol oynamak süreç içinde kurumsallaşmakla mümkündür” (ay) Liberal bir fırçanın elinden çıkmış bir sı nıflar savaşı tablosu... Aslında ortada sınıf­ lar filan yok. “Toplumsal hareket”, “alterna­ tif, “mevcut iktidar” gibi hangi sınıf teme­ linde şekillendiği belli olmayan bulanık güç­ ler vardır. “Toplumsal hareket” nedir? “Toplum” söz­ cüğü sınıfsal olarak bir ayrım yapmadan, ekonomik ve sosyal olarak bir sınırla çev­ relenmiş bir insan topluluğunu anlatır. T. Akad burjuva sosyologlarının deyimlerini kullanarak “15 yıldır aynı şeyi tekrarlayan kötü solculara karşı yenilik mi yapmış olu­ yor? Belki. Sınıfları bir kenara iterek “toplum” kavramıyla yapılan yenilik, aslın­ da en eski revizyonizmin paslı silahını ye­ niden piyasaya sürmekten başka bir anla­ ma sahip değildir. Öte yandan, “toplumsal hareketin ken­ di demokrasisi yolunda hayli yol almış olması” ne demektir? Sanmz, sendikalar, dernekler, hatta kimi mahalli yönetimler­ de, ya da moda deyimiyle, “hayatın her alanında” demokratik yoldan “alternatif bir etkinlik kurmuş olmak kastediliyor olmalı­ dır. Böylece “alternatif olan toplumsal ha­ reket mevcut iktidarı ite ite" bir köşeye sı­ kıştıracaktır. f^tikemmel!

Ancak bir soru açıkta kalıyor. “Toplum­ sal muhalefet” nasıl ve hangi yollardan, “kendi demokrasisini”, mevcut iktidarı kö­ şeye itecek kadar yayacak, genişletecek­ tir? Sizin yığınların, sendikaların, mahalli yönetimlerin, “demokrasi” ve “alternatif’ laflarına kendiliğinden koşacağını mı sanı­ yorsunuz? Disiplinli bir öncü örgütlenme ol­ madıkça, bütün bu alanlardaki güçler nasıl koordine edilip, mevcut iktidara karşı yön­ lendirileceklerdir? Bunlara T. Akad’ın ver­ diği tılsımlı cevap: “kurumsallaşma”dır. 12 Eylül, küçükburjuva radikalizminin önemli bir bölümünde örgüt ya da parti düşmanlığını en uç noktalarına vardırdı. “Kurumsallaşm a”, kendiliğindenciliğin A rapçasıdır. Bir “çerçevesi", bir “bürokrasisi” olmayan, ama “hak arama alışkanlığı” olan yayvan bir bir şekilsizlik. Karşı devrim, başı sonu belli örgütlenme­ lere insafsız darbeler indiriyor, onları liki­ de etmek için her imkânı kullanıyor. Bu yıkımlardan bıkmış olan “yorgun demok­ ratlarımız, öyle karşı devrim sopasını sal­ ladıkça sağından solundan kayıp giden bulutsu bir kurumsallaşmada olayın çözü­ münü bulmuşlardır. Yapıyı her zorluğa uyum yapabilecek kaliteye yükseltmek ye­ rine, bütünüyle tasfiye etmeyi tercih eden Yazar, gericilik yıllan Rusyasındaki parti ye­ rine “açık işçi derneklerini” savunan tasfi­ yecilerin konumundadır. Fakat tasfiyeciler hiç değilse devrim öncesi ve devrim yılla­ rında yine de RSDİP içindeydiler ve bir par­ tileşme yaşadılar. Yorgun demokratlarımız, hiçbir zaman bir örgütlenmeye cesaret ede­ mediler. Ve yenilgi yılları ile bu tutumları­ nı iyice açığa vurdular. Bu ne anlama gelir? Blinir Menşevik ör­ gütlenme, yani her isteyenin kendini par­ tili ilan edivermesi, taktik plana sıçrayınca kendini kuyrukçuluk, kitle dalkavukluğu biçminde gösterir. “Kurumsallaşma”, Menşevikte olsa bir örgütlenme değildir. 12 Ey­ lül öncesi ardlarında az çok yığınsal bir birikim gören küçükburjuva radikalizmi belli bir kitleyi kendi taktik davranışlarına çeke­ bildiler. O günler, güzel ve güçlü günler­ di. Ancak karşı devrim üste çıkında, bir çırpıda öne atıiıveren kitle, devrimci öncü­ lerinden hızla kopuştu. Bu kopuşma ve yalnızlaşma küçükburjuva devrimciliğinin beyninde muazzam fırtınalar yarattı. Dün yığınların önünde koşanlar, bugün onların ardında gitmeyi teorileştiriyor. “Kurum­ sallaşmamın anlamı budur. Öncülüğün be­ deli büyük Mücadelenin yükselen seli geriye çekildiğinde iri çakıl taşlan gibi or­ tada kalmak var. Oysa hareket kurumsallaşsa böyle tehlikeler olamayacaktır. Özetle, yığınlara öncülük etme cesaretinin tükenişinin adı kurumsallaşmadır. Aynı cümlede alternatif olanın mevcut iktidarı ite ite önünü açmasından söz edilir ve “bir süre iki demokrasi bir arada yaşar, sonra biri galebe çalar” denir. Mücadele uf­ kunun böyle bir zemine oturtulması, mü­ cadele koşullarının tek yanlı kavranışmı ye­ tirir. Mücadele yalnızca, “demokrasi, koşul­ larında gelişmeyebilir. Fakat Yazarımız ıs­ rarla vurguluyor: “Kurumsallaşma bir çok demokratik mekanizmayı muhalefet eder ken var edebilmektir.” (ay) Dikkat edilsin, kullanılan deyimler: “kurumsallaşma”, “mu­ halefet”, bir devrimci düşüncenin liberal ba­ yağılaşmaya evrimleşmesini, aslında tek ba­ şına ispatlamaya yeterli kanıtlardır. Ancak cümlenin anlamı bu evrimleşmeyi daha da derinleştiriyor. “Muhalefet” koşulları öyle olabilir ki, biz­ zat “demokratik mekanizmalar” hareketin gidişine zarar verebilir. Böyle koşullarda bile insanlığın nasıl mucizeler yaratabildiğim RSDİP, Vietnam, Küba, Portekiz, Nikara­ gua deneyimleri yeterince göstermiştir. An­ cak bütün bu deneylerde hareketin yürü-

Ö ncü lüğ ün b e d e li büyük. M ü cad elen in yükselen seli geriye ç e k ild iğ in d e iri çakıl taşları g ib i ortada kalm ak var. Oysa hareket kurum sallaşsa böyle tehlikeler olam ayacaktır. Özetle, yığınlara ö n c ü lü k etm e cesaretinin tükenişinin adı kurum sallaşm adır.

19


tümünde partiler ve cepheler vardır. Henüz biz “kurumsallaşmaların yürüttüğü bir mü­ cadeleye tanık olmadık! Yine mücadeleler hiç de iki demokrasinin birbirini iteklemesi biçiminde gelişmemiştir. Yazarımız, pek çok iniş çıkışı içinde ba­ rındıran ve her önemli değişiminin örgüt­ lenmede de kaçınılmaz alt üstlüklere yol aç­ tığı mücadele akışını düşünmek istemez. “Demokratik mekanizmalarla" mürekkep lekesi gibi yaygınlaşan kurumsallaşmanın yürüttüğü bir “muhalefet" çalışması, iktidarı iterek köşeye sıkıştıracaktır. Sosyal demok­ rat bir muhalefet böyle bir seyir izleyebilir, ancak sonsuza kadar muhalefet olmaktan öteye gidemez. Devrimci iktidar mücade­ lesi ise bambaşka yollar izler. Gerçek halk Demokrasisi ve Sosyalizm mücadelenin hedefidir. Ancak yazarımız demokrasiyi, hedef olmaktan çıkarıp mücadelenin tek aracı haline getiriyor. Bu demokrasi geve­ zeliği aslında yığınlara öncülük yapmak ye­ rine dalkavukluğa soyunmanın perdesidir. Küçükburjuva atılganlığı ile bu halk dal­ kavukluğu bir ve aynı şeyin iki yüzüdür. Aynı şekilde dünün demokratik mekaniz­ malara aldırmayan öncülüğü ile bugünün demokrasi diye diye aracılığı meşrulaştıran tavrı yine bir madalyonun iki yüzüdür.

Demokrasi Yorgun demokratlann kunımsallaşmayla birlikte öne çıkartıkları diğer önemli konu demokrasidir. O nedenle demokrasi ile il­ gili söylenenleri değerlendirmeden konu eksik kalır. T. Akad “demokrasi soyut değildir" diye söze başlar ve “somut olarak hem sınıf ve kesimlerin kendi iç demokrasileri, hem de bunların ortak platformunun demokrasisi vardır" der ve papazımız vaazına şöyle de­ vam eder: “Sınıf ve kesimlerin var olduğu toplumlarda bu önce bunların kendi de­ mokrasilerini hayata geçirmeleri gerekir. Böylece demokrasi isteyen tüm kesimlerin demokrasisi kurulabilir.” (T.S.D .I. Akad) Yepyeni bir demokrasi kavramıyla yüz yüzeyiz. Söylenenler o kadar masum ve doğru görünüyor ki şöyle okuyup geçince göze bir şey batmıyabilir. Ancak bu yeni de­ mokrasi kavramında öne çıkartılan nokta: “ her s ın ıf ve kesim lerin kendi iç demokrasileri" ister istemez kulakları tır malıyor. Önce bu kurulabilirse sonra “demokrasi isteyen tüm kesimlerin demokrasisi" oluşa bilecektir. T. Akad’ın demokrasi kavrayışı na göre her sınıf ve tabakanın kendi iç de mokrasileri aynı bir “toplurnda yanyaııa var olabilecektir. Yazarımız bu kavrama varırken bir temel mantığa dayanıyor. Demokrasinin “en te mel niteliği" nedir sorusuna verdiği cevap bütün kavrayışının mantık temelini oluştu rur: "karar sürecine katılanlann genişliği... bunu tayin ettikten sonra gerisi ikincildir." (ay)

20

Böylece harika bir tablo karşısındayız Her sınıf ve kesim kendi içinde karara ka filanları en geniş tutarak, kendi iç demok­ rasisini kurabilecektir. Bu ilk ve önemli adımdır. Bu durumda demokrasi “iste meyen" sınıf ya da kesim bulmak oldukça güçleşir. Örneğin Finans-Kapitalistleriıı ya da daha popüler deyimiyle tekelci burjıı vazinin kendi iç demokrasisi gayet güzel iş İçmektedir. Bunların sayıları çok azmış ol sun. onlar da “bir kesim"dir. Üstelik TÜSİ AD diye çok demokratik işleyen bir dernek leri vardır. İşçi sınıfı, köylüler de böyle de mokratik işleyen mekanizmalar kurabilse ler ikinci adıma geçilebilecektir. Ancak ne den. halk sınıf ve tabakalarının “kendi iç de mokrasilerini". örneğin DİSK ve KÖY KOOP seviyesinde olsun kurma çabaları

her seferinde en büyük yıldırımları üstüne çekiyor? T. Akad yeni demokrasi kavramıyla mü­ kemmel bir tablo çizerken, bir küçük deta­ yı atlayıvermiştir: demokrasi de bir devlet biçimidir ve her devlet bir sınıf egemenliği aracıdır. Yazarımız demokraside sınıf ege­ menliği sorununu unutuvermiştir. T. Akad bu sefil mantığını dolambaçlı cümlelerle ört­ meye çalışırken, H. Zabcı aynı mantığı doğ­ rudan ve en yüksek perdeden bağırıyor: “Demokrasi, üretenin yönetime katıldığı, in­ san onuruna sıkı sıkıya bağlı, hak ve özgür­ lüklerin toplumsal çıkarlar doğrultusunda serbestçe kullanıldığı bir zorbalık dışı düzen­ dir... “Demokrasi kimsenin ipoteği altında de­ ğildir.” (T.S.D. I. Hakkı Zabcı) Sanki, Ecevit takma bir isimle Türkiye Sorunları Dizi­ sinde yazı yazmış... H. Zabcfya göre de­ mokrasi kimsenin ipoteğinde değildir. Böy­ lece T. Akad'ın bin yoldan dolanıp açıkça söyleyemediği şeyi, H. Zabcı dobra dobra haykırır. Oysa demokrasi bir sınıf egemenliği re­ jimidir. Örneğin burjuva demokrasisinde her şey elbette diğer sınıf ve tabakaların “iç demokrasisi" de burjuva egemenliğine göre sınırlandırılmıştır. Yazarımız, “her sınıfın kendi içi demokrasisi" kavramıyla burjuva demokrasisinin iki yüzlülüğünü aklamış

demokrasi” gibi saçmalıklarla kendilerini ve yığınları aldatmadılar. “Demokrasinin cılızlaştığı” ortamda mücadele sorunu, bı­ rakalım dünyayı, Türkiye’de ilk kez ortaya çıkan bir sorun mudur? Elbetteki değil. An­ cak kendi ufkunu “alternatif iç demokrasi" yaratmakla sınırlayanlar için koşullar fazla umut verici değildir. Türkiye Sorunları Dizisi, Cephe hareke­ tinin yirmi yılda geldiği en son konaktır. Kof radikalizmin siyasi intihandır. Küçükburju­ va radikalizminden, liberalizme varmak için iki karşı devrim dalgası yetmiştir. 12 Mart deneyinden biraz öğrenilmişti. Yığınsallaş­ mak, öncü savaşın inkân idi. Ve radikal bir taktik tutumda kalındığı, teorik kavrayışlar­ daki boşluklar doldurulduğu zaman bu in­ kâr olumlu bir gelişmeye kapı açabilirdi. Ancak direniş komitelerindeki kendiliğin­ den mücadele mantığından öteye varıla­ madı. 12 Eylülde yığınlarla bağlar köklü bir şekilde koparılınca şok geçiren küçükbur­ juva radikalizmi, bir darbede yıınlardan ko­ partm am anın yollarını aradı. Öncü olunduğunda, bedel pahah ödeniyordu .1 Ve dalganın geri çekilmesiyle açıkta kalmak neredeyse kader haline geliyordu. Öyley­ se yığınların önüne geçmemek gerekliy­ di. Bu mantıkla örgütsüzlüğe methiye yakılabiliyor. Kurumsallaşarak, ikide bir da­ ğılıp toparlanma işkencesinden kurtulmak umuluyor.

C ep h e öncü savaşla yığınları m ü cadeleye çekecekti; yorgun d em o kratlar m ü cadeleye girişen yığınlara arka sıralardan a k ıl verm eye soyunuyorlar. Davranışla öncü ve ö rn e k olm a çabasından , lafla yığınlara dalkavukluk yapmaya varış , acı da olsa b ir yirm i yılda küçükburjuva radikalizm inin b ir kesim inin eşsiz ö ğ re ticilikteki b ir evrimidir.

oluyor Bir avuç tekelci burjuvazi kendi iç demokrasisini kurmasına rağmen, işçi sınıfı ve halk kesimleri hâlâ aynı işi kendi içle­ rinde yapamadılarsa en başta kendileri suç­ ludurlar. Bu ne papazca bir pişmanlık! Ne kadar zavallıca kendi kendine döğünme! Yazann “iç demokrasi" mantığı en sonun­ da egemen sınıfa karşı yani demokrasiyi ipoteğinde tutan sınıfa karşı doğrudan mü­ cadele ufkunu karartır, bulanıklaştırır, mü­ cadeleyi soytarıca bir iç demokrasi ayinine dönüştürür.

Sonuç Bu demokrasi anlayışı, gelecek mücade­ le günlerine bakışı kaçınılmaz bir şekilde et­ kilemiştir “Emekçi halkın politikasını yürüt­ mek isteyenler için önümüzdeki yılların en önemli sorunlarından biri kadroların yetiş­ tirilmesidir. Geleneksel olumsuzlukların ya­ nı sıra demokratik kuruluşların cılızlaştırıl­ masının getirdiği kısır ortamda bu sorunun nasıl çözüleceği, sınıf mücadelesinin deney­ lerinin nasıl kazanılacağını herkesin düşün­ mesi gerekir" (T.S.D. III. T. Akad), Bu söylenenlerde devrimci bir ruh hali­ nin kırıntısı bile yoktur. Çevirin dünyaya gözlerinizi en kısır ortamlarda, binlerce kad­ ronun nasıl yetiştirildiğini göreceksiniz. An­ cak onların hiçbirisi “kurumsallaşma" ve “iç

Böylece en yaygın küçükburjuva eğilimi belki umulandan öteye boyutlarda bir çö­ küşe uğramıştır. Bu önemli bir kayıp mıdır? Belki. Ancak bu deney küçükburjuvazinin hareketi yürütmede ne ölçüde yeteneksiz olduğunu en kör göze batarca kanıtlayarak aslında en büyük kazancı sağlamış oldu. Elbette ki küçükburjuvalar ülkesi Türki­ ye’de radikalizmin kökleri tükenemez. He­ le günlük yaşam bir zulüm halini adıkça kü­ çükburjuva kaynaklı radikalizm daha geniş ölçülerde beslenir. Ancak yeni güçler es­ kilerin deneyinden öğrenerek yürümek zo­ rundadır. Bu belki bir siyasi bildirgede açık cümlelerle ifade edilmeyebilir. Ancak yeni kadroları eskinin dersleri etkilemeden ede­ mez. Bu bilinçli bir çabaya vardırıldığında ise önemli sıçramaların yapılması hiç de zor değildir. Ancak bütün bu söylenenleri yor­ gun demokratlar gelecek günlerde biraz canlansalar bile, başaramazlar. Onlar bir yir­ mi yılda Cephe hareketinin çıkış noktası­ nın tam karşıtı bir noktaya vardılar. Cephe öncü savaşla yığınlan mücadeleye çekecek­ ti; yorgun demokratlar mücadeleye girişen yığınlara arka sıralardan akıl vermeye so­ yunuyorlar. Davranışla öncü ve örnek olma çabasın­ dan, lafla yığınlara dalkavukluk yapmaya varış, acı da olsa bir yirmi ytlda küçükbur­ juva radikalizminin bir kesiminin eşsiz öğ­ reticilikteki bir evrimidir.


Eleştiri Günlüğünden

GEÇMİŞİN MÜCADELECİ RUHU TDY VE GELECEK

f

Ahmet ERKÖK Hiç bir dönem (geçmiş için) gelecek dö­ nemlerde iz bırakmadan geçmez. Yaşana­ cak tarih yaşanılan tarihin gerekçesi olur­ ken geçmişten aldığı mirasın izlerini içinde taşımaz mı? Ama yeni ve güzel olan motivize edildiği oranda gelecekken, geçmişe (saygı ve ona sahip çıkmadan öte) özlem, sonuçta gelişen toplumsal yapıdan uzak­ laşmayı getirmektedir

me açısından gerekse ideolojik açıdan ge rilere düşüyorsa elbette bunu ortaya çıkar­ tan yapılanmanın olmayışıdır. Ama bize gö­ re bu bir başlangıç değil sondur. Özünde ise TDY*nin MÜCADELECİ muhtevasına sahip çıkarı yeni politikaların üretilemeyişi, ideolojik mücadele üstünlüğünü sağla­ yacak performans gösterilemeyişi ise sonun başlangıcıdır.

Bir yandan yaşanılan tarihin gelecek üze­ rinde derin izler bırakan devrimci mirasının geleceğe köprü elma izleri, diğer yandan sürekli gelişen ve değişen maddi koşullar Değişen yeni koşullara ayak uydurmak kendimizi yenileme, çevremizde olup biten­ le yakından ilgili olsa gerek. Eğer bu günü kotaracak kadar bilgi birikim ve deneyimi­ miz yoksa sürekli pa: ¡ak lafların ardına sı­ ğınarak geçmişte yaşamaya devam ederiz.

T DY nin muhtevası gerek, gerekse onu belirleyen koşullardaki politik etkilenmele­ rin neler olduğu irdelenmedikçe de yeni politikaların üretilmesi mümkün olmaya­ caktır. Öte yandan, “hazırlık devresi”, “illé­ galité”, adına kadrolar pasifize edilmiş du­ rumdadır. Bugün SHP’li olmayan bir TDY’li zor bulunur. Mistik olarak TDY’li ama po­ litik anlamda 1gerçek olarak SH P’li ya da sosyal demokrat olununca da TDY’nin ya­ pılanması ya da onun mücadeleci yönünün hayata geçirilmesi için pratik davranışta mümkün olamamaktadır. Eğer toplumsal muhalefet için yeterli gü­ cün yoksa elbette önderlik sorunun da ola­ caktır. Ama bu durumda bile yapılması ge­ reken toplumsal muhalefeti yürüten radi­ kal yapılanmaların yanında yer alınmalı hatta onların içine girerek mücadelenin ye­ ni yöntemlerini öğrenip geliştirmek gerekir­ di. Çeşitli yerlerde yargılanan yüzlerce TDY’li enerji dolu bir yapı oluşturabilecek­ ken, altına imzalarını atamadıkları bireysel eylemlerin sonucuna sıkışıp kalmışlardır. Genellikle sonuç alınmamış kollektif ey­ lemler de değil onlara verilen cezaların ge­ rekçesi. Bizce onların içten sahip çıkışları­ dır. Ne var ki bu sahip çıkış içi boşaltılmış bir TDY mantığını da beraberinde üretmek­ tedir.

Çağdaş YoFun 2’nci ve 3’ncü sayıların­ da yer alan yazılarıma çok ciddi ve acıma­ sız eleştiriler beklerken sadece kavramlar üzerine eleştirilerin gelmesi doğrusu beni sevindirmedi. Örneğin “tarihte olan rande­ vudan ne kastettiğimi soracak kadar yazı­ nın kapsamı hakkında görüş belirtmeyen bir eleştiri sizi düşündürmez mi? Böyle bir eleştiriyle yazıda yer alan düşüncelere katınıldığımı söylenmek isteniyor, yoksa yoksa bir derviş tavn mı gösteriyoruz. Yazılarım TDY1nin muhtevasına yönelik değil elbette. Daha çok bunu savunduğu­ nu söyleyen yapılanmaların (!) kendisini hedeflemekteyim. TDY’nin muhtevasıyla il­ gili eleştirilerim olmadığı anlamında değil, bunlan ileriki uygun koşullarda ayn bir gün­ demde yapacağız. Yapacağız, çünkü bugüne gelmenin do­ ğal tepkimesi olarak düşünce ve davranışlanmızdaki değişikliğin hesabını da vermek zorundayız. Ama geçmiş üzerine fırtına koparsaydık, bugün ne geçmişin sağlıklı bir değerlendirmesini yapabilir, ne de, çıkan değişimlerdeki ana muhtevayı yakalayabi­ lirdik. Bu da bizi durağanlığın kalıcı koşul­ ları içinde gericiliğe iterdi. Yazılanmıza yapılan bir eleştiri ise TDY’de (merkezi anlamda) bir yapılanma olmadı­ ğı için bizim yöneltilerimizin çok acımasız oluşudur, ikinci eleştiri ise “dışardan birisi’’ olarak “çağdaş yof zemininde polemik yü­ rütüyor olmamızdır. İşte bizim de ısrarla üzerinde durmak istediğimiz de bu iki nok­ tadır. 1972 TDYsinin o günün koşullarında bir manifesto anlamında ortaya çıktığı, bugün hepimizin üzerinde anlaştığımız saptama dır. Yenilgi koşullarında bile hareket kitle ler üzerinde etkinliğini yürütürken birden (özellikle 1977den sonra) gerek kitleselleş­

ÖZELLİKLE 1977 Yılında DEVRİM YO­ LU dergisinin yayınına son vermesi ve Malatya-Beylerderesi mevkiinde Cumali ve arkadaşlarının öldürülmesinden sonra ha­ reket karmaşık görüşlerin bir arenası olmuş­ tur. Dikkat çekici diğer bir nokta da bu ha­ reketle yeni tanışan unsurların bir süre son­ ra farklı görüşleri benimsemesidir. Elbette ki kitlelere ve kadrolara doğru hedeflere iliş­ kin pratik çalışma öneremezsiniz kitleler ve kadrolar sizin dışınızda arayışlara yönele­ ceklerdir. ikinci eleştiri ise tartışmaya ÇAĞDAŞ YOL zemininde girmemizdir ki bu da geç­ mişi bilmemenin bir sonucudur. 1977 yı­ lında “DEVRİM YOLU” Dergisi yazı kuru­ lu yayından çekilme kararı aldı. Bu gerek­ tiği zaman çıkmayacağı anlamına gelme­ mekle beraber, derginin yayımı sırasında TDYci gruplarla yol ayrımına gelinmesinin

bir sonucudur. THKO hareketinin Doktorla tanışmasıyla yeni olmayan bir olaydır. An­ kara davalarında Caner Güçal’ların dava­ sı, ikinci dava ve üçüncü davalarda anım­ sayabildiğim kadarıyla Doktorcu çizginin varlığı söz konusuydu. Hatta bu tanışma bundan da öteye, Dev-Genç içinde ilk MDD stratejilerinin tartışıldığı dönemlere rastlar. TDY’deki “tefeci bezirgân sermaye” tesbiti ise Doktorun tesbiti ile tesadüfi bir buluşma değildir. Elbetteki tartışa tartışa geldiğimiz nokta “Çağdaş Yol” ve onun tesbitleri noktasıyla polemiklerimizi bu zeminde yapmalıydık. Geçmişin mücadeleci ruhuna işçi Sınıfı Ha­ reketi temelinde “Çağdaş Yol”da sahiplenebilmemiz katettiğimiz uzun bir “Yol”un so­ nucu mümkün olmuştur. Maddi hayat, toplumsal muhalefet ve onu halk iktidarı­ na yöneltme yolundaki pratik faaliyetimi­ zin kesintisizliği “Yofun tarihsel mantığıyla birleşmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Bunun yanı sıra “Devrim Yolu”nun da “Çağdaş Yol”la bütünleşmesi ve yeni yayın arayışları yerine doğru mücadele zeminin­ de ideolojik önermelerine katıldığımız başka bir yayın olmadığından da polemiği bura­ da başlattık. Ancak en geniş perspektifte TDY’yi ele almamızı önerenlere yanıtı ile­ riki günlerde hazırladığım kitapçıkta vere­ ceğim. Geçmişle gelecek arasındaki bağların doğru kurulması için geçmişin en canlı nok­ tası, yaşayan mücadeleci ruhunu yakala­ mak ve onu işçi sınıfı biliminin doğru te­ melinde ileri noktalara götürmek zorunda­ yız. Geçmişin mistik yanıyla oyalanmak, onu platonik olarak sevmek ama iş prati­ ğe döküldü mü eskinin mantığıyla bile bir davranış gösterememek, mücadele alanla­ rını illegal çalışma ve “doğrudan mücadele” adına terketmek, diğer yandan da demok­ rasi mücadelesi adına SHPnin taleplerinin içine sıkışmak. Bunun TDY ve onun mü­ cadeleci ruhuyla ilişkisini kurmak çok zor. Gelecek günler çok şeylere gebeyken "hazırlık” adına tarihe bir kez daha hazır­ lıksız yakalanmanın adını hiç kimse koya­ maz. Sahip çıktığımız geçmiş, bugün onu işçi sınıfı bilimi doğrultusunda bir zemine oturttuğumuz sürece geleceğe uzanacak canlı bir pınar olacaktır. Hayatın karşımıza çıkarttığı karmaşıklıklar bizi şaşkınlığa ve du­ rağanlığa düşürmemeli. Yeni yöntemler, yeni arayışlar içine girmekten çekinmeden geçmişin maddi koşullarını farklı noktalar­ dan araştırarak geleceğe uzanan “Yol”un başlangıcında yerimizi almak zorundayız. Yusuf ve Hüseyin’i anmanın ötesinde ol­ malı onlara sahip çıkmamız. — B İT T İ -

G e le c ek g ü n le r çok şeylere geb eyken “hazırlık” adına tarihe b ir kez daha hazırlıksız yakalanm anın adın ı h iç kim se koyam az. Sahip çıktığ ım ız geçm iş, b u g ü n onu iş ç i sınıfı b ilim i do ğru ltu su n d a b ir zem in e otu rttu ğ u m u z sürece g e le c e ğ e uzanacak canlı b ir p ın a r olacaktır.

21


D.K.D. Genel Sekreteri Hikmet Beskisiz’le röportaj

KAD IN HAREKETİNE SOSYALİST PERSPEKTİF EGEMEN OLM ALIDIR Ç.Y. — Kadının tarih boyunca ezilmişli­ ğinin farklı biçimleri, daha doğrusu farklı karakterleri sorununa bakış açınız nedir? Görünüşte hep aynı biçim var; erkek ege­ menliği altında kadının ezilmişliği. Ama bu her toplumda, üretim biçiminde farklılaşı­ yor ve nihayet kapitalizm kadının özgürlük mücadelesinin zeminini yaratabiliyor. Burada da kapitalist sistemin kadına yak­ laşımında kullandığı araçlann çeşitliliğini gö­ rüyoruz. Bu araçlar nelerdir ve kadınlar ara­ sındaki sınıfsal farklılıklar demokratik bir ka­ dın hareketi yaratmada nasıl bir rol oyna­ maktadır? H. Beskisiz — Tüm tarih boyunca ka­ dının ezilmişliği her toplum döneminde ge­ çerli olan üretim ilişkilerine bağlı olarak farklı boyutlarda kendini göstermiştir. Av­ cılık ve toplayıcılık dönemlerinde kadının çocuk doğurma işlevi topluluk bireyleri ve kadın için ayakbağı olurken, ilkel tanma ge­ çildiğinde kadının bu işlevi yeni işgücüne duyulan ihtiyaçtan dolayı kutsallaştırılmıştır. Tarihçiler kadının, sürü halinde yaşanan dönemlerde erkekle benzer işler yaptığını, sadece çocuğun doğumu sürecinde bu fa­ aliyetlerine ara verdiğini belirtiyorlar. Yer­ leşik hayata geçilmesiyle birlikte kadın ço-

22

cuk nedeniyle evde kalışını daha farklı iş­ rarlanan efendi kadın, kendi özgül konu­ lere yönelterek değerlendirmiştir. Bu dö­ mundan dolayı yine ezilmektedir. Mülkiyet, nemde kadın toplayıcılık yapar, avı paylaş­ yönetim vs. gibi haklardan tam anlamıyla tırır ve çocukları korur, büyütürdü. Erkek­ yoksundur. Babanın veya kocanın kadın lerin av sonunda her zaman yiyecekle dön­ üzerinde ölüm ve yaşamına karar verme memesi. kadının toplayıcılık işlevinin öne­ boyutunda tasarruf hakkı vardır. Köle ka­ mini daha da arttırdı. Bitkilerle girdiği ilişki dın, emeğinin yarattığı ürünler üzerindeki onu kabilenin ilkel hekimi durumuna ge­ haktan ve ayrıca kendi cins bütünlüğü üze­ tirdi. Yine bu ilişkiden dolayı ilk tarım bü­ rindeki haktan tamamen yoksundur. Köle yük bir ihtimalle kadının gerçekleştirdiği dü­ sahibi erkek tüm köle kadınlar üzerinde cin­ şünülmektedir. Diğer yandan kadının ço­ sel taleplerine cevap bulma hakkına sahip­ cuk doğurmasının ilkel insanın bilincinde­ tir. Köle kadının doğurduğu çocuk İse ka­ ki yansıması, kadının üstün bir koruma ge­ dının tarlada yarattığı ürün anlamında, do­ tirilmesine yol açmıştır. İlkel tarım dönem­ ğar doğmaz efendinin mülkiyetine dahil ol­ lerinde kadın, işgücü ihtiyacının artmasına maktadır. Feodal toplumda kadın yine ikili ayrım­ paralel olarak doğurganlık işlevlerinden do­ layı toplumda etkin olmuş, yönetici konu­ la ele alınmak zorundadır: Soylu kadın ve ma geçebilmiştir. Bunlara bağlı olarak soy diğer kadınlar. Soylu kadın bu kez şatola­ ağacı kadına göre şekillenmiştir. İlkel insa­ ra kasr’lara hapsedilmiş, kadın olmanın ge­ nın bilinci toprağın ürün vermesiyle kadının tirdiği doğal işlevleri dinsel ideolojiyle kıs­ çocuk doğurması arasındaki bağı açıklaya­ kıvrak sarmalanmış, tamamen bir süs ko­ mamış, gizemli bir doğa üstü görmüştür. numuna getirilmiştir. Hıristiyanlık ve İslam Altyapıdaki bu İlişkiler üstyapıda kadın tan- ideolojisiyle beslenen yapılanmalar, kadı­ nça bolluğuyla somutlanmıştır. Kadın için nı üretimden bütün olarak çekmiş, ona ço­ bir altın çağ olmasa da sömürünün ortaya cuk doğurmasını, kocasına hizmet etmesi­ çıkmadığı bu dönemlerde kadın o toplum­ ni benimsetmiş, uygulatmıştır. özellikle sal yapı düzeyinde erkekle eşit olabilmiştir. soylu kadın bu iki işleviyle algılanıp, bilinç­ Süreç içinde kadın ev içi işlerde uzman­ lerde şekillenirken bu şekillenmeyi koru­ laşırken, erkek ev dışında uzmanlaşmaya mak adına korkunç uygulamalar tarih sah­ başlamıştır. Kadınin işlevleri toplumsal ya­ nesinde yer almıştır. Bunun en çarpıcı örşamdaki belirleyiciliğini yitirmeye başlamış­ | neklerinden biri bekâret kemeridir. Bekâtır. Erkeğin ev dışı işlevleri yaratıcı ve ge- | ret kemerine rağmen zina yapan kadın iş­ liştirilmeye açıkken, kadının ev içi faaliyet­ kence edilerek öldürülmüştür. Kadın koca­ leri sınırlanmış ve kısırlaşmıştır. Erkeğin nın mülkiyetinde iken kadının başka bir er­ üretkenliğinin toplumsal yaşamda belirle­ kekle cinsel ilişkide bulunması yasaktır. Ka­ yici olmasına paralel olarak kadın ikinci sı­ dın bu dönemdeki yaratıcı özünü sanata, nıf konumuna yerleşmeye başlamıştır. Özel eğlenceye yönlendirmiş diğer yandan kendi mülkiyetin ortaya çıkışma denk düşen bu bireyselliğini var edebilmek için ya bir er süreçte kadın ev içi, erkek ise ev dışı alet­ keğin öncülüğünü kabul etmiş ya da erkek lerin sahibi durumuna gelmiştir. Erkeğin kılığına girmiştir. Serf konumundaki kadın mülkiyet hakkının kapsamı süreç içinde ka­ ile küçük mülk sahibinin mülkiyetindeki ka­ dını da bu çerçeveye dahil etmiştir ve ka­ dın, ise emek yönünden ve cins olarak ezil­ dın bu ilişkiler içinde ezilen konuma gelmiş­ mişliğini sürdürmüştür. Yine aynı dönem­ tir. Erkek artık sahip olduğu her şeyi ço­ lerde bu kesimden kadınlar üzerindeki din­ cuklarına devretmek istemektedir. Kadın, sel ideolojinin baskısı korkunç boyutlarda­ dır. Kadın, şeytanla ortak görülmüş, en evinde olmalı ve erkeğin bu taleplerini kar ufak başkaldınsı ‘c adı’ olarak suçlanıp ya­ şılamalıdır. Geçiş dönemlerinin karmaşıklığı kadının kılmasına yol açmıştır. Köleci toplumdan bu konumunu ancak yüzeysel değişiklikler­ arta kalan, köle kadının cinsel bütünlüğü üzerindeki eendinin hakkı feodal toplum­ le varetmiştir. Bu kez köleci toplumdaki ka dinin durumuna göz atmak gerekiyor. Bu da derebeyin ilk gece hakkına dönüşmüş­ toplumsal yapıda en temel özellik efendi tür. Yasalar öünde köle ile aynı statüde olan kadınların birey olma hak ve özgürlükleri kadınla köle kadın arasındaki farklılaşma yoktur. Mülk edinmeleri yasaklanmıştır. dır Üretilen değerden büyük oranda ya


Aksine, babanın mülkiyetinden kocanın mülkiyetine geçen bir mal konumundadır. Kadın bir yandan ÖnemsizJeşliriiirkeıı diğeı yandan erkeğin kurduğu düzenin tehlikeli bir düşmanı ilan edilmiştir. Bu toplumsal yapının parçalanma dö ­ nemlerinde bir kısım soylu kadın, olanak­ larının verdiği eğitim düzeyine paralel ola­ rak kendi durumlarına başkaldırnuş, baş ka bir kısmı ise şatolarında beyaz atlı pren­ sin kendilerini kurtarmalarını beklemiştir. Köylü ve seri kadın ise soylu sınıfa karşı verilen mücadelede öncelikle, sınıf tem e­ linde olayı kavramış ve mücadele etmiştir. Bu mücadelesi sırasında kendi kohumu için talepleri henüz çok cılızdır. Ancak onun bu mücadele geleneği kapitalist toplum içeri­ sindeki kadına önemli bir miras bırakmış­ tır. Kapitalist toplum yapısının temelinde, para ve üretim araçlarının belli bir azınlığın elinde toplanması yatar. Buna karşılık üre­ tim araçlanna sahip olmayan, sadece emek güçlerini “bireysel özgürlüklerinden” yarar­ lanarak satmak zorunda olan bir çoğunluk vardır. Doğmakta olan burjuvazi kendi sis­ temini ayakta tutmak ve sürdürmek için mülksüzleştirilmiş zanaatkâr köylülere ve serilik boyunduruğundan kurtulmuş yığın­ lara “özgürlük” sloganı ile gitti ve kentler­ de kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülüp geliştirilmesi için gerekli olan “özgür” emek gücüne sahip oldu. Ancak bu özgürlük slo­ ganının önceleri sadece erkek bireyleri kap­ sadığım, kadınların ise kapsam dışında bı­ rakıldığını eklemek gerek. Yine bu süreç içinde erkek emeğini ko­ laylıkla pazara sürebilirken, kadın aynı ser­ bestlikle emek pazarına giremedi. Ama ka­ pitalizm sanay. iveriminin ardından yoğun bir emek gücüne ihtiyaç duymuştur. Bu zo­ runluluk kadınlan da emek pazarına çek­ mek için çağn çıkarmasına yol açmıştır. An­ cak, bu çağrı her sınıftan kadını kapsamamıştır. Çünkü kapitalist toplum ataerkil ai­ le kurumuna gereksinim duymaktadır. A i­ le içindeki kadının fonksiyonu kapitalizmin belirlediği ideolojiye göre şekillenmiş birey­ ler yetiştirmek, emek piyasasına yeni işgü­ cü sağlamak, emek piyasasında yerini alan erkeğin bu çabasını maddi ve manevi des­ tekleriyle ayakta tutmak ve sürdürmesini sağlamak ohrak belirlenmiştir. En az haf­ tada 70 saati bulan ev içi çalışması kadı­ nın kendini geliştirmesini engellemiştir. Ka­ pitalist toplum kadının aile içi konumunu eski toplumlardan aldığı miras üzerinden kendi ideolojisiyle donatmış, böylece kadın üzerindeki ezilmişliği ve sömürüyü bir per­ deyle gizlemeyi başarmıştır. Kadının aile içindeki duyarlı dengesi kapitalist toplum tarafından yeniden üretimde kullanılması­ nı içselleştirmiştir. Diğer yandan üretim alanına çekilen ka­ dın bu konumuna karşın kendi özgül ko­ şulları yüzünden burjuva anlamda özgür­ lükten payını alamamıştır. Bu piyasada ka­ dınlar herşeyden önce emeklerini daha ucuza satarlar. Gebelik, doğum gibi kadın olmaktan kaynaklanan zorunluluklar, ara­ lıklı olarak çalışmalanna yol açmaktadır Bu da patronların kadın çalışana daha az üc­ ret verebilmesi için gerekçe oluşturmakta­ dır. Kadınlann daha az ücret almalarının bir diğer gerekçesi ise erkeklere göre daha az iş çıkarmalanna bağlanmıştır. Ancak tekno­ lojik gelişim bu eşitsiz durumu büyük ölçü­ de ortadan kaldırmıştır. Bu gelişim kadın­ ların eşitlik taleplerine ivme kazandırmış, kadının bu konumunun farklı açılardan sor­ gulanmasına neden olmuştur. Emek piyasasına giren kadın aslında bir eş, bir anne olmak için gerekli bilgilerle do­ natılmıştır ve her an emek piyasasından çı­ kıp evine dönmeye hazırdır. Erkeğe göre da­ ha az eğitim verilmesi onu sürekli vasıfsız

I işçi konumunda tutar. Vasıfsız işgücü yığın- dı ettirilmiştir. Burjuva ideolojisi çalışına ha I lan erkeğin emek gücü fiyatını ucuzlatır. Bu yatına giren kadını bu yönüyle yüceltirken, I duruın kadın ve erkek çalışan arasındaki ona daima bir kadın olduğunu hatırlatır, I ilişkiyi koparmakta, işini kaybeden erkeğin son sözü kocasına bırakmasını ister. Çocuk kadın işçiye tepkisel yaklaşmasına yol aç bakımı ve ev işlerinin paylaşılması ya da maktadır. toplumsallaştırılması gereken işler olduğu­ Son aşamada bu, kapitalistin işine yara nu değil, bunların kadının tarihsel görevi ol maktadır. Ekonomik güçlüklerden dolayı duğu tekrarlar. Bu propagandayı yaparken çalışmaya başlayan kadın, işini kaybetme kadının rızasını almıştır. Toplumdaki ikin korkusu daha ağır bastığından erkek çalı cil konumu ve yetiştiriliş biçimiyle kadın bu şandan daha pasif kalmaktadır. Ekonomik görevi seve seve üzerine alır altyapı ve türn kültürel birikim, kadının bu Sürekli yücelttiğini iddia ettiği kadını cin­ pasifliğini desteklerken kapitalist, kadının bu sel meta olarak da kitle iletişim araçlarıyla uysallığından dolayı kadın işçi çalıştırmayı pazara sunar. Kadını korumak adına fuhuyeğlemektedir. şu önleme tedbirleri alır, ancak verdiği ve Kapitalizm tarih sahnesine çıkmasıyla be­ sikalar ve aldığı vergilerle kadının cinsel açı­ raber bireysel başkaldırı yerine örgütlü mü­ dan sömürüsünü sürdürür, bu sömürüyü cadeleyi zorunlu kılmıştır. Kapitalist toplum kendi eliyle yasalaştırın Kapitalizm kadın içinde ezilen sınıf ve tabakalar karşılarında konusunda belki de en açık yüzünü en çe­ daima örgütlü bir güç görmüşlerdir. Kadın lişkili tutumunu genelevlerde sergiler. Çağ­ da örgütlü mücadelesini vermedikçe bur­ daş pazarlamabolanaklarıyla lüks ve sağ­ juva anlamdaki özgüllüklerden yaıarlaııa lık koşullarına harfiyen uyulan genelevler ulamaktadır. açmayı mahalli örgütlerin yatırım progra­ Kadının emek piyasasındaki harekettik mı içine bile alır. ği yani bir işyerindeki sürekli, uzun zaman çalışmaması onun bir mücadele geleneği oluşturmasını engelleyen nedenler arasın da yer almaktadır. Çünkü, kapitalist, koşui lara bağlı olarak kadını üretimden çeker ve ancak kadın işgücüne ihtiyacı olmadığı noktada (örneğin: Savaşın bitmesiyle er keklerin yerlerine dönmeleri veya tekııolo B ir d iğ e r ö n e m li konu da kapitalizm in kadın jik gelişimin istihdamı daraltması...) kadım hareketi ü zerin d eki etkinliğidir. H e r alanda eve geri dönmeye zorlar. Kapitalistin bu kez sloganı: Analığın ve ailenin kutsallığıdır. ö rg ü tlü lü ğ ü n d en bah settiğim iz kapitalizm Kapitalizm için aile kurumu burjuva ide­ kadın hareketin de d e ken d i örgü tlen m esin i olojisinin her gün yeniden üretildiği ve bu ideolojiye uygun insanların yetiştirildiği en yaratm az m ı? Elbette yaratır. önemli kurululardan bir tanesidir. Aile ku rumunun kutsallaştırılması ve bu kurum içinde kadının itibarının analıkla yüceltilmeye çalışılması bu yüzdendir. Aile içinde ka­ dının konumu “yeniden üretim” sürecine katılmaktır. Yeniden üretim sürecinde ka Bir diğer önemli konu da kapitalizmin din çocuklar doğurur; Onları günboyu kit­ le iletişim araçlarıyla empoze edilen reçe­ kadın hareketi üzerindeki etkinliğidir. Her alanda örgütlülüğünden bahsettiğimiz ka­ telere göre yetiştirir; Kocasının maddipitalizm kadın hareketinde de kendi örgüt­ manevi her türlü ihtiyacını karşılayarak, lenmesini yaratmaz mı? Elbette yaratır. Adı onun emek gücünü kapitaliste daha verimli nı, Kadını Güçlendirme Derneği koyar; çok satmasını sağlar. değil 30 milyon liralık bir sermaye aktarı Kapitalizm kadın sayesinde bireysel tii mı yapar. Kendi dayandığı sınıfın, burjuva ketimi de körükler. Yaptığı propaganda ile kadınlar eliyle kadın anlayışını yaygınlaştır­ ev içi aletlerin (çamaşır makinesi, elektirik süpürgesi, buzdolabı, dikiş makinesi) ortak­ maya çalışır Bugünkü yapısını reddettiği­ miz aile kurumunu toplu nikânlarla güçlen­ laşa değil bireysel kullanımını sağlar. Ev dirir. Sorunu temelden çözmek yerine va­ içindeki aletlerin teknolojisihi geliştirse bi le bu aletlerin toplu kullanımı yerine kadı­ rolan çelişkileri yumuşatmak adına görü­ nürde sansasyon yaratacak olaylar yaratır. nı birey olarak bu aletlerle ilişki içinde tu Çağdaş Türk Kadınının simgeleşlirildiği ka tar ve o yüksek teknolojisi ile kadını ev iş din, eşitlikten dem vurur, bayramlarda ka­ terine mahkûm eden. Önemli olan çama dının doğal ve hukuksal lideri olan kocası­ şirin çabuk yıkanması değildir. Çamaşırla nın elini öperek tüm kadınlarımıza engin! rı makineye atacak ve başında bekleyecek gene kadındır. Böylece kadın esasen hiz­ bir davranış biçimi sunar. Basında daha çok met sektöründe ücret karşılığında yapıl­ bu yanı ile yer alır, ön plana çıkarılır Par makta olan işleri ev içinde karşılıksız ola­ lamentoda yer alan kadınlar ise sırf kadın rak yapmaktadır. Kadın ücret karşılığı ç a ­ oldukları için kadın cinsinin sorunlarıyla lışsa bile evine geldiğinde kocası ve çocuk­ ayıp olmasın diye! ilgilenirler ve “kadın so­ runu yasalardan değil; hem erkek, hem de ları için karşılığı ödenmeyen emek gücü harcar. Bu da beraberinde kadının çifte sö­ kadının eğitimsizliğinden kaynaklanıyor” di­ yerek, sanki varolanın aksine çok yeni! bir mürüsü diye adlandırdığımız kavramı ge­ çözümleme getirirler. tirir. Kapitalizm kadın olgusunu kendi arasın­ Burjuva ahlak değerleri kadına ikincil ol­ ma rolünü tanımış ve yasalarla kadının ve­ da farklılıklar taşımayan tek başına bütün lüklü bir olgu olarak ele alır ve işler Bu yak sayeti hep bir erkeğe bırakılmıştır. Bu er laşım feminist çevrelerce kabul görür ve ha kek kocadır, babadır ya da erkek kardeş­ raretle desteklenir. Kadının sadece ve er­ tir. Bu değerlerle varedilen kadın kendi ezil­ keklerle olan mücadelesi ele alınır ve ka mişliğini doğal saymış ve erkek egemenli­ dinin düzenden kaynaklanan sorunları ol ği düşüncesinin taşıyıcısı durumuna gelmiş duğu yadsınır. Bu yadsıma kapitalizmin işi­ ve bu bakımdan kadın sorunu içselleşmiş­ ne yarar. Kadın sorunu kendi içinde bütün­ ti. Sistemin kadın üzerindeki baskısı erkek lüklü olarak ele alındığı için burjuva kadın egemenliği görüntüsüyle somutlaşmıştır. ile emekçi-işçi kadının aynı saflarda müca­ Yani, kadın erkek eliyle baskı altına alınmış dele edebilecekleri düşüncesi yaratılır ve ve kadının çelişkileri sürekli kadın-koca, desteklenir. Oysa, ne kadar üstü örtülürse kadın-baba ya da kadın-erkek kardeş ara­ örtülsün kadın sorunu sınıfsal temelden ko­ sında gösterilmeye çalışılmıştır. Bu sayede puk olarak ele alınamaz. Her kadın kendi 23 kapitalizm ile olan somut çelişkileri göz ar-

Î


daki bağı kurar. Bu ise kadınlann karşısına özgül bir kadın sorunu ile birlikte sınıf iliş­ kileri içinde kadının hareketi sorununu çıkanr. Kadın örgütlenmesi, kadınlann haya­ tın diğer alanlarındaki mücadelelerine en­ gel değildir. Kadın kendi örgütlenmesi için çalışırken diğer demokratik hareketleri de, kazandığı demokratiklik geleneği perspek­ tifinden dolayı destekler. Kadının kurtulu­ şu sorununu sadece işçi kadının konumu­ na indirgemek ya da burjuva kadının bur­ juva anlamdaki özgürlük, eşitlik talepleri ile sınırlamak da yanılgıya götürür. Kadının gerçek anlamda kurtuluşu toplumsal yapı­ nın dönüşümü ile mümkündür. Bu nokta­ da kadın mücadelesine egemen olacak perspektif de ancak toplumsal dönüşümle­ ri hedefleyen devrimci ideoloji olacaktır. Ç.Y. — Demokratik Kadın Derneği’nin kuruluş amacı ve kadın sorununa yaklaşım­ da dayandığı temeli açıklar mısınız?

sınıfsal konumuna uygun taleplerle ortaya çıkar. Bu talepler kendi sınıf yapısına uy­ gun biçimlere bürünür. Kadın erkekle eşit değildir ama kadın kadınla da eşit değildir. Burjuva kadın bugünkü yerleşik sistemin sürmesini, ama kadın sorunu açısından ba­ kıldığında kadına yönelik resmi anlayışın ötesinin berisinin düzeltilmesini ister. Yarat­ tığı değerlerle burjuva kadını ayakta tutan emekçi kadın, yani işçi, köylü ve küçük bur­ juva kadın kendi cins ve sınıf mücadelesi­ ni birlikte verecektir. Y.Ç. — Demokratik kadın örgütlenmesi ile sosyalist kadın örgütlenmesi arasındaki temel farklılıklar nelerdir? Demokratik ka­ dın hareketinin somutlandığı kadın örgüt­ lerinin yapısı ve kadının bu örgütlenme için­ de yerini alışı nasıl olmalıdır?

H. BESKİSÎZ — Sosyalist kadın örgüt­ lenmesi, yapısı gereği kitlesel olamaz. Sınır­ larını dar tutmak zorundadır. Bu darlık •onun amaçları doğrultusunda hareket ye­ teneğini arttırır. Bu örgütlenme işçi sınıfı partisinin ideolojisi benimser, partiye se­ mpatizan düzeyde ilişki kurar.

Yarattığı değ erlerle burjuva kadını ayakta tutan em ekçi kadın , yani işçi, köylü ve küçü k burjuva kadın ken d i cins ve sın ıf m ü cad elesin i b irlikte verecektir:

'

\

Demokratik kitle örgütleri “DKÖ” ise kit­ leseldir. Bu yapı içinde işçi, köylü ve kü­ çük burjuva sınıflar kendi talepleri ile yeralabilir. Bu örgütlenmede amaçlardan bi­ risi reformlar için mücadele etmektir. An­ cak toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelik talepler mücadele içinde amaçlanmıyorsa, reform talepleri bu anlamdaki mücadeleyi darlaştırır ve saptırır. DKO’nün talepleri hiçbir zaman sonuç değildir. Bu taleplerle yola çıkan kitle, dü­ zenle uzlaşmak yerine çelişkilerini açıkça görür ve kavrar. Burjuva demokrasisinin yerleşmiş olduğu gelişmiş kapitalist ülkeler­ de kitleler bu tür demokratik taleplerle yo­

la çıktıklannda karşılarında daha esnek bir yapı bulurlar. Burjuvazi daha güçlüdür ve oturmuş devlet mekanizmasına güvenmek­ tedir. Ancak burjuva demokrasinin sürek­ lilik kazanamadığı bizim gibi ülkelerde en ufak demokrasi talebi bile düzenle olan çe­ lişkiyi açığa çıkartmakta ve derinleştirmek­ tedir. İşçi sınıfının mücadelesi DKÖ’lerin geniş kitle eylemlerinden destek alır. Geniş mu­ halefet gruplan bu tip demokratik örgütlen­ melerde kendi sınıfsal taleplerini gündeme getirirler. Yani bu örgütlenmeler yığınların mücadele alanına katılması için birer araç­ tır. DKÖ içindeki insanlara değişik propa­ ganda ve ajitasyon çalışmalan ile gidilir. An­ cak temel amaç, süreç içerisinde örgütün kitlesini toplumsal mücadele alanına aktar­ maktır. DKÖ varlığı gereği faşizme, emperyaliz­ me ve şovenizme karşı olmak zorundadır. Bu onun her tür talebinin dayanacağı te­ mel ilkelerdir. Sağlıklı bir kitle mücadelesi bu ilkeler temelinde şekillenmek durumun­ dadır. Kadının çifte sömürüye tabi olduğu bu­ günkü düzende duyduğu rahatsızlıklan dile getirmesi, bu uğurda örgütlenip mücadele etmesi en doğal hakkıdır. Bu bir gereklilik­ tir. Bu mücadelesini verebileceği en uygun alanlardan birisi de demokratik kitle örgü­ tüdür. Bugün emekçi kadınların yani işçi kadınların, ev kadınlannm, köylü ve küçük burjuva kadınlann kadınlık durumlannı red­ dedip kapitalist toplumun erkek eliyle üzer­ lerinde kurduğu hâkimiyete son vermek için bağımsız örgütlenmesine sahip olması şarttır. Bu örgütlenme yapısı bilimsel dün­ ya görüşünden ve uzantısı toplumsal mü­ cadeleden ayn olarak ele alınamaz. Kadın hareketi toplumsal mücadele ile bütünle­ şebildiği ve hangi sınıftan olursa olsun her emekçi kadının bu mücadeleye çekilebil­ mesi ile doğru bir zeminde ilerleyebilir He­ def: Özgül taleplerle bir araya gelen kadın­ ların ortak bir kadın mücadelesinde birleş­ tirilmelerini sağlamaktır. Kendi örgütlenmesi içinde kadın, sorun­ ları için mücadele ederken kazanmalarını gördükçe gücünü tanır ve dönüştürücü karekterini görür. Kadın hareketi demokratik taleplerde bulunup durumunu güçlendir­ meye çalışırken sistemin kendisine karşı olan yaklaşımını görür ve çelişkinin nere­ de olduğunu bizzat kavrar. Bu noktada top­ lumsal mücadele ile kendi hareketi arasın­

H. BESKİSİZ — Kadın cinsinin ezilmiş­ liğini ortadan kaldırmaya yönelik ve kadı­ nın günlük yaşamda karşılaştığı aynmcı bas­ kıcı uygulamalarla mücadele edebilecek demokratik bir kadın hareketi yaratabilmek amacıyla Demokratik Kadın Derneğini kur­ duk. Kadın sorununa farklı yaklaşımlann farklı örgütlenmeler getirmesi doğaldır. Dünyadaki kadın hareketinde de böylesi gelişmeler yaşanmıştır. Son yıllarda ülke­ mizde kadın örgütlenmesi konusunda ya­ şanan çeşitliliği bu bağlamda değerlendir­ mek gerekir. Kadın sorunana bakıştaki fark­ lılıkların netleşmesi, farklı anlayışların birlikte mücadele edilebilmesinin koşullarını hazır­ layacağı gibi ülkemizde bu sorunun derin­ liğine tartışılabilmesini de sağlayacaktır. Kadının cins olarak ezilmişliğini yok sa­ yan, toplumsal mücadele ile kadının özgün durumuna yönelik mücadeleyi birbirini dış­ layan durumlar gibi gösteren anlayışla, tüm ezilen kesimlerin bu ezilmişliklerinin teme­ linde yatan gerçeği göz ardı eden anlayış bizce ikiz kardeştir. Birisi sorunun özüne in­ mez yalnızca görünürdeki biçimine karşı çı­ karken diğeri de tüm kadınlara yönelik bir program oluşturma görevinden kaçmakta­ dır. Kadınların özgül ezilmişlikleri temelin­ de ayrı örgütlenmesi diğer tüm ezilenlerle ortak hareket etmelerini engelemez. Bizler, kadın olarak yaşadığımız baskılara ve ay­ rımcı uygulamalara karşı mücadeleyi top­ lumdaki tüm baskılara ve haksızlıklara karşı mücadelelerin bir parçası olarak algılıyoruz. Ç Y . — Toplumsal bir dönüşümün ardın­ dan demokratik kadın hareketi varlık ne­ denini yitirir mi? Çünkü düzen değişikliği kadına yönelik ayrımcı uygulamaların ze­ mini kaldıran yani kadının kurtuluş koşul­ larını içinde barındıran bir öz taşımaktadır.

H. BESKİSİZ — Toplumun genel kur­ tuluşu ile kadının kurtuluşunun koşullan hazırlanmıştır. Kapitalizmde çifte sömürüyle mücadele etmek zorunda olan kadın, top­ lumsal dönüşümle ekonomik ve toplumsal anlamda bağımsızlığının koşullarını yaratır. Öte yandan, kadın geçmiş toplumsal ya­ pılanmanın miras bıraktığı ideoloji artıkla­ rına karış mücadelesini sürdürecektir. Bu­ nun için kendi örgütlenmesini yaratacak veya deuam ettirecektir. Toplumsal dönü­ şümle birlikte en temel olarak ev işlerinin ve çocuk bakımının toplumsallaştırılması, üretim için eğitimden eşit olarak yaraılanıiması, ailenin kadını baskı altında tutan, sı­ nırlayan kurum olmaktan çıkarılıp iki insa­ nın karşılıklı gelişimini sağlayıcı yapıya dö­ nüştürülmesi mümkün olacaktır. Değişen altyapı ilişkilerinin şekillendirdiği ideolojinin oluşumunda kadının kendi mücadelesinin payı olacaktır. Ç Y . — Feminist hareket halikındaki dü­ şüncelerinizi öğrenebilir miyiz?


H. BESKİSİZ — Feminist hareket 17. yüzyılda kadınların düzen içi talep ettikleri siyasal haklar mücadelesine dayanır. G e­ lişen koşullarla birlikte ekonomik ve sosyal zeminde de taleplerle ortaya çıkmış ve mü­ cadelesini sürdürmüştür. Ancak düzen içi taleplerle sınırlı kalması bu taleplerin kar­ şılanmasıyla birlikte hareketin sönmesi fe­ minist hareketin en önemli zaafı olmuştur, ö te yandan taleplerin farklı zeminde geliş­ mesi düzen ile çelişkileri derinleştirmiştir, fe­ ministleri daha köktenci tavır almaya itmiş­ tir. Süreç içinde Radikal ve Sosyalist femi­ nistler olarak şekillenmeye yol açan bu yeni oluşum kadın sorununu büyük ölçüde 'er­ kek egemenliği’ düşüncesine dayandırma­ sından dolayı feminizmin önemli zaafını de vam ettirmiştir. Sosyalist feminist hareketin teorik zemi­ nindeki karışıklığın pek çok nedeni vardır. Genelde bu hareket sosyalist mücadelenin gerilediği dönemlerde yaygınlaşmıştır. Bu­ nun ilk nedeni, sosyalist mücadele içinde yer alan kadının geri çekilme dönemlerin de hareket içinde kendi konumlarını sor­ gulama olanaklarına kavuşmasıdır. Daha yaygın ve etkin olan bir diğer neden ise umutsuzluğun, hayal kırıklığının ve yılgın­ lığın getirdiği kopmalardır. Gerçekten de ül­ kemizde sosyalist mücadele pratiği kadın sorunu konusunda kendi koşullarına bağlı olarak pekçok eksikliği bünyesinde barın­ dırmıştır. Ancak yapılan hatalar ve eksik­ likler sosyalist ideoloji ve onu oluşturan te­ oride değil, bu ideolojinin pratiğe yansıması sürecinde atılan yanlış adımlarda aran malıdır. Genelde feminist hareketin temel özel­ liği kadınların erkeklere ve erkek egemen topluma karşı birleşmesidir. Sosyalist femi­ nist hareket bu yapı içinde ayrı bir konum­ dadır. Feminist görüşçe tüm tarih boyun­ ca erkekler egemen olmuştur. Erkek ege­ menliği ‘psikolojik güç’ mücadelesiyle baş­ lamış ve erkekler bu mücadeleyi kazanmış­ lardır. 'Psikolojik güç’ tanımıyla erkeklerin ezen, kadınlann ezilen konumlarıyla ilgili olarak sosyalist ideolojinin kadın sorunu­ na bakışındaki eksikliği tamamladıklarını ileri sürmüktedirier. Erkek sadece özel mül­ kiyet ilişkisiyle açıklanan durumla kadını sömürmemekte, sahip olduğu psikolojik güç-

olojiyi biçimlendiren etkenleri altyapı ilişki lerinden bağımsızlaştırmaktadır. Bu kopuk­ luk son durumda düzenle uzlaşmayı getir­ mektedir. Bugün İsveç-Norveç gibi bazı ka­ pitalist ülkelerde feministler yeni taleplerle ortaya çıkma gereğini duymuyorlar. Süreç içinde taleplerinin karşılanmış olması bu ha­ reketi gerçekleştirmiştir. Bu durum, kadının durumu kökten değiştiği için değil sadece feminist bakış açısıyla kısmı iyileşmenin ger­ çekleşmiş olmasına bağlı olarak ortaya çık­ mıştır. Tarih içinde kadının siyasal hak taleple­ rinden kadın evlerine varan süreçte düzen içi taleplerle kendini sınırlayan feminist ha­ reket vardığı son noktada teorik bulanık­ lıktan kurtulamamıştır. Kapitalist düzen ka­ dın üzerindeki sömürüyü değişik boyut ve biçimlerde var etmektedir. Bu yüzeydeki değişiklikler için verilen mücadeleler kadın için kısa vadeli çözümler üretmekte ancak bir sonraki durakta çözümsüzlükler yeniden gündeme gelmektedir. Tüm kazanmalara karşın bunun bir kısır döngüye dönüşebilirliği açıktır. Bu kısırlık, bütün kadınların kurtuluşu için yola çıkan feminist hareke­ tin bir grup kadının karşı çıkışma dönüşme­ sine yol açmaktadır. Kendi sorunları için daha radikal çözümler bekleyen işçi ve emekçi kadın feminist hareketin dar çerçe-

G erçekten de ülkem izde sosyalist m ü c a d e le p ra tiğ i kadın sorunu konusunda ken d i koşullarına bağ lı olarak p e k ço k eksikliği bünyesinde barındırm ıştır. A n c ak yapılan hatalar ve eksiklikler sosyalist id e o lo ji ve onu oluşturan teo rid e d eğ il, b u id e o lo jin in p ra tiğ e yansım ası sü recin d e atılan yanlış adım larda aranm alıdır.

le kadın üzerinde baskı kurabilmektedir. Sı­ nıfsal konumları ne olursa olsun tüm ka­ dınlar hatta sosyalist ülkelerdeki kadınlar, erkekler tarafından ezilmektedir. Onların, ezilmişliklerinden kurtulmalan yine tüm kadınlann ‘erkekler karşı’ birleşmeleriyle mümkündür. Burjuva devrimleriyle birlikte tarih sah­ nesine çıkan kadın, feminist hareket için­ de kendi sorunlarına çözümler aramıştır. Bu anlamda feminist hareketin kadının kur­ tuluşu mücadelesinde önemli bir yeri var dır. Ancak feminist teori erkek egemen ¡de­

vesinde harmanlamaktadır. Sonuç olarak feminist hareket bir grup orta sınıf burjuva kadının kendi sorunlarını toplumdaki bü­ tün kadınların sorunlarıymış gibi gösterme­ leri ve bunun mücadelesini verdikleri ya­ pılara dönüşmüştür. Ç.Y. — Bugün uluslararası planda kadın hareketi ile zenci hareketi arasında bağlar kurulmaktadır. İşçi sınıfının mücadelesi ile bu kesimlerin mücadelesi arasındaki ortak­ lık hangi noktada olacaktır?

H. BESKİSİZ — Sınıfsal konumların­

dan dolayı ezilen işçi sınıfı ve emperyalist boyunduruk altındaki ezilen ulusların, ezil­ mişlik konumları ve mücadele yöntemleri kadının mücadele yönteminden ve ezilmiş­ lik konumundan farklıdır. Kadının ilk sınıf­ lı toplumlardan bu yana süren ezilmişlik ko­ numu hem bu konumu yaratan etkenler heııı de bu konumu şekillendiren ve sür düren etkenler bağlamında farklıdır. Kapitalist toplumlarda işçi sınıfı, yeni bir toplum yapısı için mücadele verir. Ezilen ulus herşeyden önce ulusal birliğini sağla­ ma ve emperyalist boyunduruktan kurtul­ ma noktasında mücadelesini odaklaştırır. Yine kapitalist toplumda köylülük kapita­ list ilişkilerin zorlamasıyla kendi yokoluşuna karşı direnir. Kadın müdahale edilmediği sürece dü­ zenle olan çelişkisini doğrudan algılayabi­ lecek konumda değildir. En başta aile ku­ rumu, kapitalist düzenin kadından elde et­ mek istediği herşeyi dolaylı olarak aktaran iyi bir araçtır. Bu kurum içinde kadın, onu ezen eş, baba ve erkek kardeşini kapitaliz­ min ideolojik bombardımanıyla daha yu­ muşak ve esnek çelişkilerle taşımaktadır. Bu çelişkiler işçi sınıfı ile burjuvazi, ezen ulus ile ezilen ulusun çelişkilerinin derinliğine ulaşamaz.

Ezilen tüm sın ıf ve tabakaların m ü cad ele p e rs p e k tifle ri işçi sınıfının İdeo lojisiyle b ü tü n le ş m e k zorundadır. Bir başkasını ezm ekte çıkarı olm ayan tek gü ç işçi sınıfıdır. K apitalist dü zen in ezdiği, söm ürdüğü tüm sın ıf ve tabakalar kurtuluş m ü cad elelerin d e bu sınıfın hareketiyle bağlarını kurm ak zorunda.

Öte yandan kadın hareketi cinse dayalı ezilmişliğe karşı çıkarken, zenci hareketiy­ le pek çok ortak nokta yakalayabilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği ABD’de zenci ha­ reketiyle kadın hareketi arasında kurulan ilişkidir. Her iki hareket de birbirlerine des­ tek olurken özellikle zenci hareketinin ka­ dın hareketine ivme kazandmcı rolü Önem­ lidir. Zenci hareketi ırk ayrımına karşı çıkar, kadın hareketi ise cins ayrımına karşıdır. Her iki hareket değişik sınıfsal konumlar­ daki insanlann ortak hareket etmelerini sağlayan bir yapıdadır. Ezilmişliklerindeki bir diğer ortak temel ideolojik yapılanma­ nın hareket üzerindeki etkisidir. Sorunuza gelince; Ezilen, sömürülen s/nıflann olgun bir siyasi bilince ulaşabilmesi toplumsal ya­ pıdaki karşıt sınıflar arasındaki ilişkilerin bil­ gisine varmasıyla mümkündür. Siyahlar ya da kadınlar gibi toplumsal kategoriler ken­ diliğinden bu siyasal bilince sahip olamaz­ lar. Bilinci netleşmesi süreci kapitalizmle yüzleşme noktasında ivme kazanır. Her iki toplumsal kategori ezilmelerinin iktisadi ve kültürel temellerinde ortaklaşmaktadır. A n­ cak ezilmişliklerinin kökenine inmeleri ve sağlıklı çözümler üretebilmeleri sosyalist perspektifin harekete egemen olmasına bağlıdır. Ezilen tüm sınıf ve tabakalarının mücadele perspektifleri işçi sınıfının ideo­ lojisiyle bütünleşmek zorundadır, bir baş­ kasını ezmekte çıkan olmayan tek güç işçi sınıfıdır. Kapitalist düzenin ezdiği, sömür­ düğü tüm sınıf ve tabakalar kurtuluş mü­ cadelelerinde bu sınıfın hareketiyle bağları­ nı kurmak zorunda

75 /

1


Kadın Sosya I ‘ ‘ Sı nıfım ız ' ' Dr. Hikmet KIVILCIMLI

Türkiye’nin üç katlı sosyal ehramı

Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sı­ nıf karakterini bütün yamadığı ile yaşatan üst sınıfı Tefeci Hac.ağalar ile Vurguncu B e­ zirganlar ve onların derebeyjeşm.ş Ayan. “F.şraf. “Agavat“. “Hanedan adlı eleman-

Başka ülkelerde bu çeşit sömürü ilişki­ lerinin hiyerarşisi ayn konudur. Türkiye Sosyal yapısı ve Politikası üzerine elle tu­ tulur fikir edinmek ve şaşırmadan yönel­ mek ¡sterildi mi. yalın juvazi ayrım, yanında, yukarık İmhayı hiç aözden kaçırmamak büyük önem taşır. Türkiye’nin özel sosyal ve politik yapısın­ da Köy Kasaba Şehir ayrımı basit bir me­ kanizma değildir. O üç sosyal ehram ka ı tam diyalektik bir tükenmez karşılıklı etkıtepki ilişki ve çelişkisi içinde bulunur. Her kat, bir yandan birbiriyle etle tırnak olmuş ayrılmazlık içindedir. Öte yanda, (Fizik di­ linde “hermétiquement clos": zerre sızdır mazca kapalı, deyimine uygunca) birbiri­ ne karşı kapalı yabancı, hatta bir hayli düş man bulunur.

Batı'da yani ileri kapitalist ülkelerde. Sos yal Sınıf çelişmeleri ve çekişmeleri, aşağı Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride yukarı iki yalın kata bölünmüştür. Onu her Sömürge Halkı: Genellikle Türkiye mizın çocuk kolayca ezberleyebilir: bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın 1 İşçi Sınıfı. erkek Köylülüktür. 2 işveren Sınıfı. EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen ş e ­ Bizde sosyal ehram başlıca üç katlıbir Babil Kulesidir. Sosyal katlardan her biri öte­ hirlilik katında ekonomi temeli genellikle kilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O kat- “Modern adı verilebilecek olan Kapitalizm­ metli ve sonturlu üç kattaki sınıflatın çeliş- dir Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağın ki ve çatıştıkları bütün azgınlıklarıyla ayak­ da Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet ça­ ğında Finans Kapitalizm biçimiyle ağır ba ta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz: 1 Üst kat Büyük şehirler, ayn bir dün yadır. Ona modern kapitalizm dünyası di Bu ekonomi temelinde egemen üst sı nıf. Meşrutiyet ve Cumhuriyet çağlarına gö vebiliriz. 2 ~ Orta kat. Kasabalar Türkiyesidir. Or re değişir: Meşrutiyet çağında*. Yerli Komprador ta dünyamız Antika Tefeci Bezirgân dün yası olarak adlandırılabilir. Burjuvazi ile yabancı Finans Kapitalistler 3 - Alt kat. Köyler Türkiyesidir. Orası ar egemen sınıftır. tık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz Cumhuriyet çağında Tahakküm. Komp yerinde ise Tarihöncesi dünyası sayılabilir. radorların yerine yerli l iııans - Kapitalist Tekrar edelim: Bu üç ayrı dünya, üç ay­ zümresinin tekeline geçer ve bıı tahakküm, rı Toplum Tarihi konağı birbirinden hem bin yabancı Finans - Kapitalle ortaklaşa ayar­ lerce yıl ayrıdırlar, hem birbirleriyle aynı yer­ lanıp yürütülür. de bulunurlar Mahkûm ah sınıf her çağ için daima Mo­ Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lânetlen- dern İşçi Sınıfı olur. miş soysuz sosyal ehramı gözönünde tutul­ Büyük şehir Bankalarının. Kumpanya­ madıkça ve ehram içindeki her katın öte larının. kodaman sanayici, tüccar ve biiyiik kilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru emlâk ve toprak sahiplerinin iç sömürge­ kavranılmadıkça liirkivenin Sosyal Sınıf leri: genellikle bütün Türkiye halkıdır, öze! laı pıohlemi aydınlığa kavuşamaz. likle tüm kasabalısı köylüsü hepbirden Taşra’larımızdır

Sosyal 3 katın karakteristiği

\

26

I ler katın ayrı ayrı: 1 Özel ekonomi temeli. 2 Özel l Jst ve Alt sınıfları. 3 Özel hirer Sömürge halkı., vardır Rıı özellikleri, biraz soyutlaştırma pa hasına da olsa, avrı ayrı değerlendirmedik çe. çevremizin somut krirdrivüşüıui içyiizii ile anlayamayız KN Al 1 TA Köylülük katının ekonomi temeli Bntbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir! Bu ekonomi yapısı içinde, lıiç şaşırıaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntatılı ekonomisinde egemen üst sı mfı Babalını ılığın bütün olumlu yanlarını yi I l ı m ı ş Köylü erkekleridir: alt sınıfı ne denli yumuşatılıısa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için "■anıt adını alabilecek ayrılıkta Köy Kadın lan Sınıfıdır Bıı bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle Köy Kadını dn 1 iiıkiyede azıcık yaşadığını diişünebi leıı biçkimse, bıı söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalanın. ORTADA Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci Bezirgan ekonomidir.

Bizde kadın probleminin yozlaştırıcılığı

Türkiye’nin öteki Sosyal ilişki ve çelişki­ lerine girebilmek için ve girmeden önce, başlıbaşına bir alt mahkûm Sosyal Sınıf du­ rumunda olan en büyük mazlum sınıfımız, en büyük sömürülen sınıfımız: Kadın yığı­ nımız üzerinde çok durulmalıdır. Sosyal Stratejimizin hem en sonuncu.hem en birinci gelen katı: Kadın - Er­ kek sınıflaşmasıdır. Bu sınıflaşmanın en açık ve keskin olanı Köy katında görünür. Ama gerçekte Kadının ezilen - soyulan bir mah­ kûm al» sınıf oluşu. Türkiye toplumunun Köy Kasaba Şehir: bütün katlarında en yaygın bir sosyal ve orijinal trajedimizdir. (5 sosya! sınıf trajedimiz üzerinde birkaç tarihcil kesit yapıp, aydınlığa kavuşmadık­ ça. öteki ne Modern Üst Sosyal katımızı, Yukarıki kısa açıklamamızın tıe bir şema, ne Ortaçağ artığı Orta Sosyal katımızı de­ ne bir abartma olmadığım içimizde yaşa rinliğine kavramak olağanlaşamaz Düşün­ yanlat iyi bilirler Ekonomik. Sosyal. Poli­ ce ve davranışlarımızda, boyuna takıldığı tik alanlarımızı mahşer yerine çeviren ka mız bir boşluk ve eksik kalır. ranholler ancak o gerçekliğimiz açısından Bütün sosyal yapımızı, bütün sosyal kat açıklanabilir Bu somut realite ayrı bir önem larımızı, bütün sosyal ilişkilerimizi iliklerine taşır Onun için Batıda sosyal sınıflar üzerine dek zehirleyen, soysuzlaştıran hep o boş yapılmış genel tanımlamalar, genel olarak luğun gizlediği acı gerçekliktir. Her insanı mızla birlikte kadınımızın da değil yalnız ya elbet Türkiye için de bütünü ile yürürlük şanlısını, bütünü ile insanlığını, hele bütü tedir. Ancak, o genel gerçeklik ışığı altın nüyle mutluluğunu kankıranlaştıran en ağır da Türkiye’nin özelliğini gözden yitirmemek karmaşık ufunetlerimiz: Kadın - F.rkek Sı zorundayız. O zaman, sosyal yapı bakımın dan. bütün Türkiye haritasını, coğrafyası ve nıflaşmasıııın yaratlığı Kölelik durumundan insanı ile kaplamış üç sütünlu şöyle bir lev­ ve tutumundan ve psikolojisinden kaynak alır ha gözlerimiz önüne dikilir

Sosyal yapımız

Coğrafya Semti Köy ................. Kasaba

Tahakküm Fderı Egemen Sınıf Fi kak köylü lefe< i Rcvirgân

Genellikle Köy ailesi Taşra halkı

Sömürülen Yığın Özellikle Köylü kadın Köylülük

Meşrutiyette: Kompıad« >ı

t yabancı kapitalist Cumhuriyette' Finans kapitalist

Türkiye halkı

Taşra halkı


O nedenle, öteki Modern çağ Sçsyal S ı­ nıflaşması ve Ortaçağ kalıntısı Sosyal Sınıf ilişki ve çelişkisi konusundan önce, büsbü­ tün ayrı ve ayncalı bir önceliği, kadın ko­ nusuna vermemeklik edemeyiz. Çünkü Kadın-Erkek Sınıflaşması: bir vuruşla mil letimizin yarısını hem sömürge mahkûm sı­ nıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna soku­ yor, hem Topluma ve İnsanlığa yabancılaş­ tırıp yitiriyor, yok ediyor. 1965 Ekim 24 günü Türkiye’nin 31 mil yon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bunun 15 milyon 4 4 5 bin 4 3 9 kişisi, kadın adlı Top lumca herşeysi örtbas edilen Alt mahkûm sınıf insanımızdır... Yarısı yadlaşmış, altlaş­ mış, var iken yok edilmiş bir milletten ha yır gelir mi? Dün olduğu gibi, bugün de Türkiye’nin bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve

Gericiliğin kadını sömürüsü Türkiye’de olanlar, belki Dünyanın hiç­ bir yerinde demiyelim isterseniz, ama pek az yerinde görülür. I lalkı sömürüp ezen ye rici sınıflar, ezip soydukları alt sınıfları her yerde aldatarak güderler. Ama, hiç bir yer de bu aldatış, bizdeki kadar hep eıı utan mazca ve hayvanca gerekçelerle Kadın öne sürülerek yapılamaz. Türkiye’de, alt sınıfların herhangi bağım sız bir düşünce ve davranışı daha ilk adı mini almaya görsün... Gericiler o saat, Ka dinin saçlarını ellerine dolayıp, halkın kar­ şısına, daha doğrusu vicdanına, ruhuna ka zık gibi dikilirler, çalışan insanımızın ruhça, maddece sömürülmekten kurtulmaya doğ­ ru yönelmeyi denemesini felce uğratmak

Tarlam ızda , İşyerim izde , Evim izde , O ku lu m u zd a , K ışlam ızda , D evletim izde , K ültürüm üzde hatta D inim izde ve İnsan lığım ızd a b ü tü n sonuçlu ü lk ü cü lü klerim izi yarım , p iç b ırakıp ç ü rü te n , bozan baş illetim iz orada koygunlaşır: KadınErkek ilişkilerim iz , b ir Sosyal S ın ıf çelişkisi kertesind e ortalığım ızı kasıp kavurarak katm erlenir. ilh... problemlerini daha doğmadan boğan, bütün insancıl ilişkilerini son derece yozlaş­ tıran, soysuzlaştıran birinci sakatlığımız bu­ rada toplanıyor. Ana-Kadın’ın Tarih ve Toplum-dışı bırakılmasından doğan dilsiz trajedi, dönüp .' >1 ;vor. Türkiye’nin, topal eşekle bile Ketvana kanlamayan Uygarlık dışı kalış dramına karıyor Onu kavrama­ dıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık geze miyoruz. ister modern işçi-İşveren ilişkilerimiz ol­ sun, ister Ortaçağa! Tefeci - Bezirgan ve Köylülük ilişkilerimiz olsun, bütün sosyal yapımızın özünde: Kadın-Erkek sınıflaşma mız yüzünden içinden çıkılmaz duruma düşmüşüzdür. Hepsinden korkunç yanı ise bu düşüklüğümüz ve çarpıklığımızın güb resi içine boylu boyumuzca yatıp, proble­ min dehşetini bir türlü milletçe kavrıyauıa yışımızdır. Bir yol da onu kavrıyamadık mı: “Yak çubuğunu keyfine bak” esrarkeşliği içinde, Amerikan zencisinin isyanı kadar ol sun toptan mahkûm köleliğimizden silkiııememişizdir. Olimpiyatlara “erkek” koçlardan baş “pehlivanlar” süreriz. Uluslararası Bilim, Teknik, Kültür, Toplum, Politika ve illi, ya ratıcılığında “dokunulmaz" paryalık duru­ mumuza boyun eğeriz. Ve düştüğümüz uçurumu biraz daha derinleştirmek isterce, gene kadını biraz daha köleleştirmekle din­ lendirmeye çabalarız. Çünkü madde, m o­ ral yükünü kadına çullandırmakta bir “üs tün erkeklik" şanı sayarız. Erkekler arası her haltı, her kaltabanlığı, sineye çekmekten sı kılmayız “Bizbize*yiz, erkek erkeğe” ne uta nacak? Acısı nasıl olsa elsiz, dilsiz, belsiz ka­ dından çıkarılmayacak mı? Tarlamızda, İşyerimizde, Evimizde, Oku­ lumuzda, Kışlamızda, Devletimizde, Kültü­ rümüzde hatta Dinimizde ve İnsanlığımız­ da bütün sonuçlu ülkücülüklerimizi yarım, piç bırakıp çürüten, bozan baş illetimiz ora­ da koygunlaşır: Kadın Erkek ilişkilerimiz, bir Sosyal Sınıf çelişkisi kertesinde ortalığımı­ zı kasıp kavurarak katmerlenir Bizde cins savaşının Sınıflar savaşı kılı­ ğında çıbanlaşması, kadın - erkek her in­ sanımızı bilinçlice yiğit sosyal düşünce ve davranışta yaya bırakır Bu gerçekliği göze batırmak için, Türkiye’nin başlıca iki hare­ ketli çağında yapılacak birer basit kesitle ör­ nekleyelim

için kadın zehir gibi kullanırlar Söm üren­ ler, Dünyanın hiçbir yerinde gericiliklerini mahkûm kadın sınıfının durumu ile mas­ keleyerek bizdeki kadar utanmazca ve hi­ noğluhince Kadın adlı ırz ve namus deıııogojisinden en namussuzca yaıarlanıııayı beceremezler. Örnek mi aradınız? Tümenle, her gün, her yerimizi sarmış türlü türlü örnekler son süzdür. O alçak demagojinin Tarih sayfa iarına geçmiş biı klâsik ve tiksinti veren kusturucu açık biçimini “Hürriyet Devrimi" çevresinde buluruz. Egemen Üst Gerici Sı nıflar, —Bugün Sosyalizm için yaptıkları gi­ b i,- “Hürriyet Nedir?” diye soranlara, sis temlice şu tanımlamayı yapmışlardır: — Hürriyet, herkesin karısını birbirine peşkeş çekme serbestliğidir! Koca, akşam işinden evine gelip şapkasını kapısı ardına takarken, orada başka bir erkek şapkası görürse, zamparayı içeıde kadınla başbaşa bı rakmak üzere, kendi şapkasını başına ge çirir ve kapıdan dışarıya geldiği gibi çıkıp gider!” Gerici demagoji Abdüllıumıt istibdadı z.ı manı Meşrutiyet için Meşıııtiyet zamanı Hürriyet için, Cumlıuıiyet zamanı Deıııok rasi için, en sonra Sosyalizm için bıkmadan, usanmadan yalnız bu temayı işlemiştir. Ge niş halk yığınları içine hep o “Avrat elden gidiyor!” fobisini umacılaştırmıştır

“Volkan”!! derviş Meşrutiyet’in ilk yılı soyguncu gericilik ‘Derviş’ kılığına girmiştir Yarı kaçık, yarıdan aşırı pompa ile şişirilerek şımartılmış “Der viş Vahdeti” adlı birisi ansızın tüıeı. Şimdi camii duvarına siyen benzeri itler gibi, ele alınmayacak bir satırı birkaç kez satılmış bir paçavra kâğıdı Gazete çıkarmaya girişir: “Volkan!" Artık "Hürriyet” var ya kıın eıı gel olabilir meczub derviş adama? Derviş Vahdeti kimdir? Soran bile çık maz. Türkiye’nin Sermaye ortaçağı dün Tefeci Bezirgan ve Komprador, bugün Finans Kapital ve Tefeci - Bezirgân her g e­ riliğe yatkın, bulanık suda balık avlayıcıdıı. Her zamanki gibi, güvendiği kökü dışarı­ da iken, kazığı içeride halkın bağrında bur­ gulanan sinsi bir zorbalıktır. Onun halkı in­ tihar keşi yapmak ve öylece kendi alçakça soygun arabasına afyon yutturulmuş bey­

girler gibi bağlamak için kullandığı esrar, ha­ şiş. İrticadır, gericiliktir. Gericilikte en başarılı aygıt tipi, biııbir Sal taııat soysuzluğu günlerinde İslâmlığın Hu lefây’ı Râşidîıı geleneğini çamura boğmakta parayla, çıkarla uzman yetiştirilmiş “sofu" görünüşlü yobaz softa, sözüm ona “Din adanırdır. İslâmlık, 14 yüzyıllık Tarih öte­ sinde kurulmamış mıdır? Muhammed Di­ ni, kendi çağı için yeryüzünün en devrim­ ci. en ihtilâlci hareketidir. Ama taıilıin önü ııe geçilmez çorkları altında ezilerek geri kaldığı için, her İstibdat, hele Finaııs Kapital zorbalığı, İslâmlığı bir “Gericilik” mekaniz ması gibi gösterip kullanmayı pek becerir. Ve müslüman kılığı sayılan Softa ve Der viş biçimliler, “Gericiliğin” anadan doğma sözcüsü ve yetkilisi durumuna kolayca ge­ tirilebilirler. Derviş Vahdeti, öylesi softalardandır. İs lâmlığın kutsal ihtilâlciliği ile en ufak ilişki bil nıez Tam tersine, müsiüınuıılığın I lülefây'ı Kaşıdın çağında bu aktırılmış bütün devrimci prensiplerini ve geleneklerini tersine çeviı menin usta demagogudur. Muhammed’iıı ıııhaniyetini derebeğivari karşı Devrimciliğe âlet eden uluslararası Finaııs Kapitalin sis temlice yetiştirilmiş kurnaz uşağıdır. Finaııs Kapital,o seçme provokatör ajan lık rolünü iyi becerebilmesi için. Derviş Vali deti itini, Türkiye fukarası biçiminde, keıı dinden geçmiş, deli deryalı bir baldırı çıp lak maskesi altında ortaya atar. Tıpkı "Sa id’i Nursi” gibi, Vahdetinin başına bir “Şılı'lık yuları takıp gezdirir. “Nur” saçan bir âhir zaman Peygamberi çalım ında “seçim ” bölgelerinde “oy davarları” içine son sistem, son model Ameıiknıı alabaşıyla kapılıp koyverıleıı “ŞeyhSaid ’i Nursi” gibi. Derviş Vahdeti de, Din, Ahlâk Tanrı adına ağzından “Volkaı> ’lar saçar. İçyüzünü bilmeyen herkes, onu görünce, Devlet otoritelerine metelik veı meyen Kıyamet âlâmeti bir Evliya ile kar­ şılaşıldığını sanıp ürperir!

Açlık anıları Derviş Vahdeti, kendi elyazisi ile kendi sini zamanın Hakaan’ına (Abdüllıamit’e) şöyle tanıtır: “Babam, pabuççu esnafından, Kıbrıslı Mahmut Ağa. Babam bütün gün çalışır Ufak bir evcikte, hepimiz yorgan altında kı şııı titrerdik. Bir sıcak çorba bile içemezdik” Ve bu açlıktan nefesi kokmuş, müflüs es­ naf tohumu zibidi, Osmaıılı İmparatorluğu­ nun astığı astık, kestiği kesiik yetkiler ya şumış son ıııüstebidi “Kızıl Sultaıfa, kökü nü anlatır anlatmaz, arsız arsız sırıtarak, ben li benli oluyor: ---Gördün mü hayat nedir?” İşte Fiııans Kapital’iıı sömürgesi eli böylesi aç köpeklerin üstünde duruyor O kur sağı “kışın sıcak bir çorba” hasreti çeken za­ vallı küçük burjuva bile değil, onun süprün­ tülüğe döküntüsü kadar, fakir Türkiye hal kını duygulandıracak, caııevindeıı vurma yı bilecek başka kim bulunabilir? Ondan ila ha aşağılık, daha ezik, bitik, soyuk, yenik, çaıesiz yarı sömürge paryası olamaz Batı kapitalizminin en kahredici rekabetiyle Şark topraklarını doldurduğu acıklı, satılık esnaf yoksulluğunun eşantiyonudur Vahdeti Sömürge yaşantısının kayııaı katran ka zam içinden fışkırmış aç Vahdeti ne yapa çaktır? Arttıranın üstünde kalmak için bü tün çökkün Küçük burjuva yavrulan gibi, çıktığı kabuğu inkâr etmekten başka çıkar yol bulamayacaktır. Esnaflığı inkârın yolu: çırak olmaktansa, okula gitmektir. Vahdeti “Hârika Çocuk” tur. 4 yaşında okula başlar. Başlar da ne okur Osmanlı sömürgesinde? Emperyaliz min her sömürgede bol bol açtırdığı “Kur-’ an Kurs!an”nda Kelâm’ı Kadîm okur Vali

Söm ürge yaşantısının i katran kazanı iç in d e n fışkır Vahdeti ne yapacaktır? A rttıranın ü st kalm ak İçin b çö kkü n Küçül burjuva yavru g ib i , çıktığ ı ki inkâr etm ekte başka çıkar yı bulam ayacakt


deti. 6 yaşında Kur’anı Kerim’i hatmeder (bir yol baştan başa okur). Vahdeti, 14 Ya­ şında Kuranı ezberlemiş, “Hâfız olmuştur" bile...

İngiliz Entellicensine it seçiş Kıbrıs, Ingiliz Emperyalizminin Hint yo­ lunu gözetleyen batmaz zırhlısı, Ingiliz c a ­ sus teşkilâtı Entelicens Servis, el altından devşirme arayıp koltuğu altında yetiştirir. Finans - Kapitalin çöplüğünde geçindirilip kullanılacak köksüz, yoluk insandan bol ne vardır? Emperyalizm o tümen tümen baldırıçıplak başıbozuklar içinden, böyle en “Hârika" olanlarını ayırt eder. Seçtiklerini, kendi özel tezgâhından ge­ çirerek, her utanç duvarının ötesine aşırt­ manın yolunu, yordamını parayla bulur. Kı­ şın ana baba, beş altı kardeş tek yorganın altında titreşmiş Vahdeti için, Ingiliz ajanlı­ ğı: “Devlet Kuşlfnun başına konmasıdır. Vahdeti. İngiliz arslanının gölgesi altında, habezan çevresine ve sarılmış Ulu Hâka ana nasıl etki yapacağını öğrenmiştir. Gör­ düğü ve sürdüğü saltanatı, öğünerek şöy­ le açıklamaktan çekinmez: “Kraliçe adına verilen balolarda, redin­ gotla, eldivenli bir adam olarak göründüm.” der. Daha ne söylesin? Artık “ufak evceğiz" zindanının kabuğu kırılmış, Vahdeti’ye Emperyalist sarayların kapıları açılmıştır. Çünkü, Ingiliz Entelicens Servis’i ona: “Yü­ rü, yâ kulum!” demiştir. Yoksulluk Cehen­ neminden, Balolar Cennetine Redingotlu eldivenle giren Vahdeti, ajanlık stajını ça­ buk bitirir. Ansızın Kıbrıs'tan kalkar (kaldı­ rılır), Istanbul’a gelir (getirilir). “Binbir kocadan kızoğlan kız olarak dul kalmış” İstanbul’da, önce İngiliz memurlu­ ğu yaparak, Entelicens uzmanlığını bütün­ ler. Oradan, besbelli (bugünkü “Amerikan Dostu" gibi) “İngiliz Muhibbi” geçinenlerin görünmez elleriyle, hiç basamaksız, (Gök­ ten İngiliz Entelicens zenbili ile), Türkiye Entelicensi (Hafiye Örgütü) içine indirilir, yahut çıkarılır. Zamanın İçişleri Bakanı Memduh Paşaya kapılanır. Bir yandan. — işsizler Türkiyesinde başka adam kalmamış gibi,- Göçmenler Komisyonuna “memur" edilir, (imparatorluğun haşır neşir oluş zem­ bereklerini izler) Öte yanda, —Softa kıtlı­ ğına kıran girmişçe,— Paşanın yalısına Vah deti “imam” yapılır. (Bütün gizli servislerin su başını keser.)

İtin İngiliz yapısı kahramanlığı Yetmez. Herifçioğlunun gözü Ingiliz Finans Kapitalinin özüdür. Türkiye gibi geri ülkenin İçişleri Bakanı da kaç para eder? Vahdeti “Letafetmeâb Kraliçe Hazretlerinin ajanıdır" Görevi Saraya Ulu hakaana sız­ maktır. Namaz kıldırdığı Memduh Paşayı Abdülhamite jurnaller! Ama Paşanın şanlı hafiyeleri de uyumu­ yorlar. Vahdeti’yi jurnali ile elense ederler. Ajan Diyarbekire sürülür... Şimdi ne oldu Ingiliz casusu? Müstebit Padişah Abdiilha mid’in zalim idaresine karşı, tıpkı Hürriyet fedaileri gibi kafa tutmuş, de ki Meşrutiyet İhtilâlcisi Kahraman! Vahdeti “mağdur” Gaddarlığı yapanHamid’in başhafiyesi Pa şa... Kahramanlık bitmez. (Vahdeti “Bektaşi Babası” kılığına girip sırra kadem gizliliğe ayak) basar. Ve bu sahte kıyafet, ajan Vah­ deti’ye ondan sonraki rollerinin damgasını vurur: bir madalya gibi göğsünde taşıyaca­ ğı, herkesi hele cahil halkı aldatmakta kul lanacağı “Dervişlik” pâyeşini bağışlar. Arada yakayı verir. Çok sürmez, “Hür­ riyet" güneşi, Abdülhamid’in “Meşrutiyefi

ikinci kez ilân etmesiyle doğar. O zaman, Vahdeti Derviş, değme “İstibdat Düşman­ lan” gibi, göğsünü kabartarak, zulme kur­ ban gitmiş son sistem kahraman pozunda kollarını sallayarak İstanbul'a döner. Böylesi bir adamın bedeni muayene edil­ miş midir? Bilmiyoruz. Yaptıklarıyla açık­ lanan bütün ruhu: herhangi Galata gene­ levinde etini parayla satan “Kötü kadın"dan farklı mıdır? Galata orospucuğu hiç değil­ se utanır. Göze çarpmamaya çalışır. “Derviş" abasını uydurarak sırtına geçiren Vahdetinin utanabilmesi için, belki Enteli­ cens Servis’ten emir alması bile yetmez. Neden utanmaz? Çünkü, nüfus kütü­ ğünde “Erkek" yazılıdır. Türkiye’mizin üs­ tün cins sınıfı’ndandır. Ülke böyle imtiyazlı doğmuş “Erkeklerle doludur. Onların bü­ tün “Namusları belden yukarıya çıkamaz. Belden aşağıdaki “Namus" ise yalnız kadın­ larda yoklanır. Utanılacak ne var ki? İlk ge­ len düğün bayram. Madem “Erkeklz: bir şeycikten utanamayız. Kadın olsaydı, Vahdeti'yi gören yüzüne tükürürdü. Vahdeti “Erkek" sayıldığı için, politika sahnemizde “mutlak çoğunluğu teşkil” eden nice benzerleri gibi, göbek at­ maya fırlayıverdi. Türkiye. Hürriyetle ikti­ dara çıkan Komprador vurgunu yüzünden, irticaın mumla arandığı, gericiliğin afili afili kol gezdiği, sözde din çengilliği ile göbek attığı ortamın en elverişli çağlarından biri­ sini daha yaşamaktadır. “Meşrutiyet" trajedyasında da “Hürriyet", gene “Kadın” kılığına sokulduğu için; şim­ diki “Özgürlük” gibi, parayı verenin rahat rahat ırzına geçebildiği bir komedyaya çev­ rilmişti. Hâlâ Çekoslovakya’da.bile özlemi çekilen “Özgürlük” adına gericiliğin bütün kerizleri uluorta sokağa boşaltıyordu.

“Hürriyet” zamparalığı O zaman Türkiye, her kapitalistin bir par­ ça et kopardığı bir ikvanodon. Bulgaristan, Bosna - Hersek, Girit, imparatorluğun Hı­ ristiyan kesiminden cımbızla çekilerek aynltyor. “Vatan" görevli Ordu kimin eline ge­ çecek? “Alaylı" denilen okuma yazma bilmeyip, beş vakit namazında “Padişahım Çok Yaşa!" dedikçe terfi eden subaylan ge­ ricilik ele almış. “Mektepli” diye bıyık altın dan üstlerine tükürülen ülkücü, genç S u ­ baylar ister istemez “devrimcileşmiş.

ğınlar önünde Meşrutiyet özgürlüğü: davul zurnalı bir karnaval alayı gibi gelmiş geç­ miştir. Çalışan fakir fukara insanlanmızın ne madde yaşantılarında, ne ruh evrenlerin­ de en ufak bir olumlu değişiklik izine “müsaade" edilmemiştir. “Yaşasın Hürriyet” Kimmiş o? “Adalet", “Müsavat”, “Uhuvvet" gibi hep Arapça dişi anlamlı bir “kadın" sembolü. Demek kadın­ lar sokağa mı dökülecek?.. Dehşet! Son raları, Efendi-A ğa’larımızın “komünist" diyeceklerine yakıştıracakları “Avrat” hikâyesi: bütün “MekteplfSubaylara, devrimci gençlere sıvanacaktır. “Hürri­ yet”, kafes ardındaki karını sokağa çıkarıp, rastgeldiğine teslim etmektir. Koca, yorgun argın akşam evine döndü mü: kapının ar­ dına bakacak. Orada yabancı bir fes (“Şap­ ka inkılâbfndan sonra fes: “Şapka" olacak­ tır.) görür görmez, kendi fesini tepesine bas­ tırıp gerisin geri!.. “Hürriyet", (tıpkı şimdiki “Gomonizlik" için yayıldığı gibi) hemen “aile"nin kaldırılarak, bütün kadınların bütün erkeklerle alabildiğine düşüp kalkma serbestliği’dir. Kim mi yutar bu martavalı? Türkiye er­ keklerinin yüzde 9 9 ’u. “Hürriyetin bir tek harfini görse mertek sanan o “erkek’ lerin hepsi “Fâsıkı mahrum’durlar: Hepsinin için­ de. gördüğü “Karfmn ardınabalta olmak şeytanı yatar. “Hürriyet” herkesin “istediğini yapması” olunca, elinden başka hiçbir tür­ lüsü gelmeyen fukaranın zanparalıktan baş­ ka yapacak ne “özgürlüğü" kalır?.. Hepsi “Hürriyetçi.. Gomoniz”... Vurun gomonize, vurun hürriyetçiye! O “Hürriyet havası” içinde Batılı casus­ ların kafalarını değil, baş ve şahadet par­ maklarını azıcık oynatmalan yeter. Hele maddi manevi mastürbasyonla imanı gev­ remiş Medrese kubbesi altındaki “Talebe’i Ûlûm" (Bilimlerin öğrencileri) feslerinde sa­ rıklarıyla gözönüne getirilsinler. Geçim ve kafa yapılan fedlacılıktan öteye geçememiş “Hocalarıyla birlikte, yan Arapça, yarı Türkçe hangi “bidat” (icat) üzerine ahkâm kesip, istenilen fetvaları yağdırmazlar? Artık, Türkiye’nin geri ve kör politika har­ manında dilediğin hergeleliği dörtnala koşturabilmenin yolu ne olabilir? Tek tutama­ ğı evdeki “Nâmahremi (haram edilmemi­ şi. Karısı) kalmış züğürt takımını ayaklan­ dırmak mı istiyorsun? O son tutamağın? dokun. Yüzde yüz etkili, biricik araç ne ola­ bilir?... Kadın!

"Hürriyet", (tıp kı şim d iki "G om onizlik" için yayıldığı gibi) h e m e n "aile"nln kaldırılarak, b ü tü n kadınların b ü tü n erkeklerle a lab ild iğ in e dü şü p kalkm a se rb e s tllğ rd lr.

Bin bir Emperyalist casusu, öyle bir or­ tamı kaçırır mı? Ülkenin her yanı ve her katı yıllar yılı yetiştirilip su başlarına yerleştiril miş “Muhip” (dost) adlj yabancı ajanlarıyla dolu. O sayısı ve saygısı çok yerli ajanlar, hafiyeler, “Hürriyet’le birlikte Türkiye’yi büs­ bütün dizginsiz bir tımarhane çarpıntısı içi­ ne sokmuşlardır Türkiye ne denli çok zıp­ layıp kanarsa, Kumpanya (Şirket) ve Komprador kasalarına o denli çok altın akar, toprak parçaları kolay aşındırılır. O anacık babacık günlerinde “Türkiye yığınları" ne âlemdedirler? Halk sözde Dev rim’den hiç mi hiç bir zerre yararlanmamış tır. Umutlanıp kıpırdayan körpe İşçi Sınıfı, en hayvanca baskılarla ezilip susturulmuş­ tur. Aldatılan susmuş, tiksinmiş, küsmüş yı­

Ekmeğe-avrata oruç: Sömürge afyonu Türkiye’nin Bâbil artığı geniş ayaktakımı: “düşük" esnaf ve köylü döküntüleri Başkent kaldırımlarını sonsuz yoksullukları ile dol­ dururlar. Hepsi de, eğer bir “ufak izbecik” bulurlarsa, aynı “Yorgan altında titreşerek kışın sıcak çorba dahi içemezler" Batı Uy garlığının. makineden çıkmış mallann uyuş­ turucu rekabeti ile aşındırıp köklerinden yolduğu o kalabalıklar, rastgeldiklerinin bo­ ğazına sarılacak durumdadırlar. Ne var ki, kendi başlarına, kendi kurtu­ luşları için tek adım atamazlar. Önlerine modern işçi Sınıfı çıkıp, balta girmemiş Be­ zirgan ormanında yolu açmadıkça, o sakar


yığınlar, miskin illetine tutkun inmelilerdir. Toplum probleminde dünya batsa kıllarını kıpırdatmaktan çekinirler. Ama önlerine bir “Avrat” (Kadın) meselesi atın. Bak onu an­ larlar. Ve hepsi birden “şahlanırlar! 17 Ekim günü, Fatih Camiinde Kör Ali ve İsmail Hakkı adında iki Hoca, isyan bay­ rağını çektikleri gün, hangi parolayla yola çıktılar? Önce “kutsal sıfat” takınmalılar. Do­ kunulmaz kalmanın maskesi odur. Sanki “Din” elde ve cepte duran bir elle tutula cak “nesne” imiş gibi haykırdılar. “— Ey Ümmet’i Muhammedi.. Din elden gidiyor!” Halk, bu kerte soyut parolalara kulak ka­ bartmakla kalır. “Dinin” nasıl elden gittiği­ ne somut örnek bekler. Din, elden niçin gi­ diyormuş? Yobaz, iki yüzü kesen iki sebep öne sürer: 1— “Sokaklarda alenen oruç yiyorlar!” Yâni mesele “Oruç tutmamak” değil, “Sokakta alenen (açık seçik) oruç yemek” suç. Bugün DPyi imrendiren AP farmason­ larının “Mâneviyat” spekülatörlüğü (vur gunculuğu) başka türlü kahramanlık mı? Bütün Taşra kasabalarında “alenen” (her kes önünde) oruç tutturma kampanyası için, göze görünmez bir Hacıağa sıkıyöne­ tim zılgıdı estiriyorlar. Orucu yeme değil: git evinde ye. Açlar seni görmesin.... İşin içyüzü “oruç” değil, “Açlar” gibi görünmek! Kör Ali Hoca da İsmail Hakkı Hoca da o kaygıdalar: “Alenen", “Sokakta” yenme­ sin oruç. Yoksa, kendileri oruçlu mu? Sof­ ta sesleri aç açına böyle sıtma görmemiş tonda zor çıkar. Bu ikiyüzlülüğü halkımız da epey sezecek denli “ârif (anlayışlı)dır. Maksat Allahı deği kulu aldatmak. Aç fu­ kara önünde aç dur. git evinde gizlice ne halt yersen ye! Orası pek iyi bilindiği için, kara yığının bam teline basacak asıl isyan gerekçesi hemen ardından şöyle bayraklaştırılır: 2 — “Kadınlar, yüzleri açık geziyorlar!” İşte buna, kursağı “sıcak çorba” görme­ miş bütün yorganlı baldırıçıplaklarımız hiç dayanamazlar. Konu, “Avrat” diye alt mah­ kûm tuttukları düşman “sınıf: Kadırıinsandır. O dişi köle nasıl olur da gözünü yerden kaldınp yüzünü açabilir? Ekmeğe de, Avrata da oruç “alenen” bozulamaz. Kadına karşı, Efendilerden önce ve erkence erkek köleler çevik davranıp bi yağ­ lı: “Aferim!” kazanmalıdırlar. Avrat kısmının hep “eksik etek”i uzatılmalı, iflâhı kesilme­ lidir. Yalnız bu yaradana sığınık savaşların­ da köleler efendilerinden teşvik görürler. Namaz safında imişçe kadına.vuruşta Efen­ dileriyle birleşik cephe kurarlar. Allah, Allah!., öyle kördövüşüne girene ne mutlu: bütün Üst-Soyguncular çıkabi­ lecek Sınıflar Savaşı, beygirin nalı altında kalır. Tüm çalışan erkekler, gönülleriyle sol­ dan sıfıra düşüp, ülkeyi uşaklıktan köleliğe iterler. Ve “Elden gidiyor” denilen “Din”, tam İngiliz - Fransız - Amerikan - Alman ve ilh., gâvurcukiarının

Sosyal patlayıcı madde kadın Bizde gerici yobazlık, niçin Kadından da­ ha elverişli geri tepen silah bulamaz? Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın, Tarlanm-Toprağın Kölesidir. Ama evde ai­ lede Kadının “Efendisidir. Alt sınıf ve ta­ bakaların erkeği dışarıda: pazardan, ağa­ dan, beyden yediği dayağın acısını, aile yu­ vasına dönünce karısına attığı dayakla çı­ karır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezi­ lip soyulan özellikle her köylü ve her e s­ naf, genellikle her züğürt çalışkan halk; ev­ de, kırda, mahallede çoluk çocuğunu, he­ le “avratf soyup ezmekle, en sancılı iç kompleksine ilâç arar.

Böyle bir Ekonomi ve Toplum ortamın­ da: “Din elden gidiyor!” çığlığının anlam dayanaığı: “Kadın elden gidiyor!” demek olur. Yoksa, hele Sümer’lerden beri soysuzlaş­ mış Doğu’da, Sokrates’lerdeııberi homo­ seksüelliği: “Eflâtuni Aşk” diye ülküleştirmiş bulunan kadın düşmanı softalıklar, Medre­ se ve Tekke köşelerinde en yıpratıcı cüm­ büşlerin esrarkeşi iken, normal “Kadın Aşkı” uğruna hiç isyan çıkarır mı? Ondan başka, egemen sınıflar hayvancıl içgüdüleri ile sezmiş ve geleııekleştirmişlerdir ki, Kadın: “Cinsel İçgüdü” demektir. Cinsel içgüdü kadar sosyal patlayıcı mad­ de ise güç bulunur. Parya erkekleri, istedi­ ğiniz denli aç bırakın, kırbaçlayın, tahkir edin: “Alınyazısf, "Mukadderat” böyleymiş bilirler. En gaddarca eziyet, angarya işkence çeşitlerine boyun eğerler. Olan biten hak­ sızlıklar aykırılıklar önünde en uyanıkları: “Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor!” katlanışına cankurtaran simidi imişçe sarı lırlar. Gel, en kara câhil ve en beyinsiz erkeği, uçkuru, peşkiri yanından azcık gıdıklayın: o saat, gözlerini dört açacak, ilk fırsatta “şahlanacak”, umulmaz “aıslanlıklar”la or­ man kanununda kükreyecektir. Kadın, her batağa gömülü, ayaktakımı erkeği, bir an­ da itilip boğulduğu yerin dibinden göklere doğru çıkartıp, fırlatır. Gerici yobazlığın, Ekonomi-Politiği Markstan, derinlikler psikolojisini Freud’daıı öğ­ renmeye ihtiyacı yoktur. 7 bin yıllık egemen sosyal sınıflar denemesi, anadan doğma kadın düşmanlığı eğilimini beslemeye yet­ miş artmıştır. Modern derebeğiliğin en az­ gın gericiliğine yaslanan Fiııans Kapital, o eğilimi son kertede itçil (sinik: kelbi) me­ totlarla sömürür. Bütün beden ve ruh kül­ türü alanlarına (Sinema, Spor başta gelmek üzere, Edebiyata, Güzelsanata, Romana, Şiire) her gün tonlarla pornografi (açık sa­ çık uçkur öyküsü) yağdırır. Şu en koyu “müteassıp” Müslüman g e­ çinen bizim Babıâli sağcı gazetelerine göz atıla. Muhammed’in Ayetleriyle Amerikalı ve yerli kancıkların asma yapraksız kalça­ ları yanyana, yarış haline sokulmuştur. S a ­ pıkların şehvet cinayetleriyle ayıcıların çıp­ lak güreş serüvenleri, evliyaların keramet­ lerinden daha önemle kabartılandırılır. Çünkü, pornografi ve baldır bacak göste­ resi, Antika gericiliğin de Modern gericili­ ğin de Kadın düşmanlığını tersine çevirip daha ince yollardan sergilemesi ve aşılama­ sıdır. Onun için, Kör Ali Hocaların, Yıldız S a ­ rayına dek kışkırtıp sürükledikleri kalaba­ lık “yüzü açık kadın” düşmanlığı ortamını hazırlamıştı. “Birkaç gün sonra, Beşiktaş’ta Todori adındaki Rum bahçıvana kaçan bir Müs­ lüman kadın yüzünden olaylar çıktı. Kara­ kola götürülen Todori için halk ayaklandı. Bahçıvan polisin elinden alarak linç etti.” (31 Mart İsyanı). Bugün ne görüyoruz? Amerikan Filosuy­ la gelen Con “Torori”ler, “Komünizmle Mücadele” dernekleri ve İm am Hatip Okulları” tarafından tekbir getire getire ka­ nat altına alınarak savunuluyor. Gâvurluk­ ların Beyoğlu’nda Müslüman kadınlarıyla rahat rahat eşleşebilmeleri için, Bâbıâli’de çıkan buram buram baldır bacaklı “Mukaddesatçı” Hür Basın, Solculuğa karşı “Cihat” açıyorlar Amerikalılara ve uşakla­ rına “Yuh!” çeken Teknik Üniversitelileri Toplum Polisi yatakhane penceresinden başaşağı atıp öldürüyor. Amaç? Gene: “Din elden gidiyor”, “Na­ mus elden gidiyor!” parolaları altında sak­ lanıyor. Sonra, Amerikan Tuslog binasın­ da bir otomobilin yaktlışı üzerine, bir provakatör bahane edilerek, Öğrenci Yurdu­ na baskın ediliyor: “Bar Karıları!” diye tah­

kir edilerek yataklarından kaldırılan Türk ve Müslüman kızlannın kadınlık organlarına sokulan kanlı coplarla öğünülüyor. Ne Al­ lah’tan korkuluyor, ne peygamberden uta­ nılıyor. Bütün cinayetler, baldırıçtplak bilinçsiz cahil yığınları, şehir açık yüzlü kadını ba­ hanesiyle geriye doğru teptirip TefeciBezirgân Hacıağalarının kucağına düşürt­ mek. Çarşaf zindanına sokulamıyan kadın­ ların namuslarına kuşku kondurarak erke­ ği kadına karşı kışkırtmak. Gericiliği ilerici­ liğe karşı daha saldırgan ve utanmaz kıl­ makta şelıvez azgınlığına itelemek... Nereden kalksak, düz veya ters yanıyla “Dişi” elemandan daha yararlı gericilik si­ lahı bulunamıyor. Kara yığınları her zaman­ la kolayca kışkırtıp, kör körüne coşturan en sosyal patlayıcı madde Kadın oluyor.

Kadına hücum ilericiliğe saldırı 31 Mart olayını kışkırtan Volkan gazete­ sinin paçavra düşünce yazılarını bir daha okuyalım. Orada hep, açıkça, hatta azgın ca işlenen tek gericilik tezi: Kadındır. 24 Ocak 1909 günü Volkan’ın Şehabettin im­ zalı satırları şöyle sıralanıyor: “Bugün, Avrupa’da birçokları DİNSİZ­ LİKLERİNİ ilân ediyorlar. Bunun içindir ki KADINLARININ Birçoğu çıplak denecek şeklide umumi yerlerde geziyorlar.” (Majüskülliyen H K ). Gerici yobazın, görmediği hele hiç an­ lamadığı “Avrupa”ya dudak büküşü “DİN” perdesi altında “KADIN”dan geçiyor. Av­ rupa kapitalizmi büyük sanayi kurmuş. O mekanizmayla, gelip Türkiye’yi sömürgeleş­ tirerek parçalıyor. Onlar olağan, önemsiz şeyler... Mâdem Avrupa Kadını herkesin ortasında çarşafsız geziyor: Yaşasın kadına burnunun ucunu göstertmiyen Avrat kölesi gericiliğimiz... Var olsun başımızdaki Kızıl Sultan müstebit - hürriyetçi Abdülhamit Han!.. Aynı “Volkan”ın kurucusu, İngiliz balo­ larında Entelicens madamlarının elini öp­ müş Derviş vahdeti, Tiyatronun “A hlâkı­ mızı nasıl bozduğu üzerinde dururken şöyle diyor: “Bir İslâm kadını ile bir Avrupalı mada­ mı gözönüne getirirsek görürüz ki, birisi çar­ şıda - pazarda açıksaçık, elinde bastonla gezer. Birisi başından tırnağına kadar örtün­ müş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile görmekten bezer. Biri sokak sü­ pürgesi, bir ev kadını” Bunu kim yazıyor? Çarşıda “açıksaçık”, “pazarda bastonlu” gezdiğine göre “sokak süpürgesi” olması gereken “İngiliz Kraliçesi”nin derviş vahdeti’si! Gerici Doğuda zâlim üst sınıfların tüken­ mez isyan kışkırtıcı konuları kadın olur. Vahdetinin yazdığı günlerde “Avrupalı madamlar” denize fistolu paçaları topukla­ rına dek inmiş pijama - mayolarla giriyor­ lardı. Batıdan gelecek her ileri düşünce ve davranışı baltalamakla görevli gerici ajan­ lar, Avrupa kadını “çıplak denecek şekilde” göstermekle, her ileri adımı, halkın gözü­ ne bir namussuzluk gibi sokmaya çalışıyor­ lardı. Bu tutucu role en elverişli tipler, ca­ susluklarını derviş ve hoca maskesi altın­ da gizliyorlardı. O gündüz külahlı, gece silahlı kişiler, Milli Mücadele yıllarının Molla casuslan gibi, za­ naatlarını ve çevrelerini iyi tanıyorlardı. Türkiye’nin ezilip soyulan züğürt yığınları­ nı, ateşe düşmüş akre gibi, kendi kuyruğu ile kendini zehirleyip öldürmeye götürme­ nin en sınanmış yolu: Kadına karşı saldırı kışkırtmaktı. Sömürülen erkek, altında ez­ diği “yumuşak” cinsi biraz daha yıldırmak uğruna kolayca kabadayılaşır ve ayaklanırdı. Güdücü egemen sınıflar o şaşkın saldı-


rıları. ağızlarını kulaklarına vardıran sırıtış larla alkışlıyorlardı. “Kadın da erkek kadar insandır” mı? Onu söylediğiniz gün Türkiye’nin bütün erkek­ leri. bir merkezden kumanda almışsa, tek cepheli olurlar, katır katır direnirlerdi. Bu erkeklerden hiçbirisi, —en homoseksüel­ leri bile.-- anasız dünyaya gelinemeyeceği­ ni, kızkardeşsiz, eşsiz.kadınsız yaşanmadı ğını bilirlerdi. Ancak: “Kadın da sokakta ge zebilir, ister bastonla, ister pantolonla., si ze ne oluyor?” diyemezdiniz. Yedisinden yetmişine erkek cinsi daha kundakta iken o çalımla eğitilmişti. Başkentin ortasında, Toplum Polisinin göz göre göre, öğrenci kızın pantaloııu içi ne avucunu sokup, ayıp yerini, bağırtıncaya dek koparıp kahkaha atması, tek bir soy suzun sadizmi. yahut satılık bir âmirin em ­ ri ile nedenlenemez. Bir Ktbrıslı kızın: “Yu ııan saldırganlarında bu canavarlığı görmedik” diyen gözlemi yalan değildir. İslâmlık" ve “Namus” o mudur? Muhammed’in ilk kadınlar da erkekler gibi, savaşa katılırlardı. Kadının insan eşitliği önünde. Hacıağasından Marabasına, Beyinden Ya­ naşma Çeri - çobanına dek Türkiye’nin bütün bıyıklı manyakları, namuslarına dokunul muşça, kasıla kasıla kararırlar. Kadını insan soyuna karşı silahlı silahsız birleşmeye kal­ kışırlar... Neden?

Kadın düşmanlığının ekonomi temeli

K adını , e rkekler tahakküm ü ve saltanatı İsted iğ i d e n li “H iç e ” saysın , o n un kritik “H e p liğ e ” varan m o m en tleri top lu m d a kaçınılm az olabilir. O te p k i , bütün yasak edilm iş g ü ç le r g ib i , yeraltınd a , g/z//, sagrr, d erin d en d e rin e işleyen bir güçtür.

\

30

O “neden?" üzerinde ne denli basarak durulsa azdır. Kadın altlığının, sömüriilü şüniin. ezelişinin kökü, Toplumlunuzun Üretim geriliğinden kaynak alır. Onun için durum sanıldığından daha korkunç ve kah­ redicidir. Ekonomik temele dayanan sos yal ve psikolojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçülere varır. En karanlık “ayaktakımı” hergiin. ağasın­ dan. efendisinden, beyinden 24 saat çalış­ masına karşılık yalnız hak yiyicilik, hakaret ve işkence görür. O durumun yarattığı aşa­ ğılık kompleksi ile patlayacak kertede do­ lar, şişer. Çatlamadan yaşayabilmek için, evindeki câriyeye. parayla satın aldığı kişi köleye işkence yapabilmenin boşalışlarına Şık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hiç değilse eline geçmiş savunçsuz kadına zu liim yapmakla, kendi yürekler acısı sancı larını bastırmaya özenir. Bir dişi insana, haklı haksız “Saldırı Hürriyeti ve Hakkı" elinden alınırsa, başka bütün insanlık hak lan ve hürriyetleri yok oluvermiş gibi gelir ona. Gerçi Bâbil çağından orta kalmış Tefeci Bezirgân Hacıağa, Kasaba Eşraf ve Ayânı, Firavun Nemrut stilinde “Asilzade” adlı ka palı soyu çürümüşler, elbet kadın düşman­ lığının en kör ve onmaz, sadizmiyle kaşar lanmışlardır Ancak, kadının alt görülüp ezi lişi ve soyuluşu yalnız gericilerin, tııtalak ların. asalakların gelenekcil anlayışlarında çöreklenip kalmaz. Antika tarihin başımı­ za belâ ettiği “Kara Koncolos'ların “Oli'ı ruh larfndan tutulsun, en erkekliğini yitirmiş Modern Kapitalistimize dek; en kara cahil kızıl züğürt köylüden, en yüksek kültürlü aydına dek, herkes, toplumlunuzun o ön leııemez eğilimi ve ağır baskısı altında ya m vassıdır Kadına karşı şartsız kayıtsız bütün erkek lerimiz: maddeleri yazılmamış, ama herkes çe ezbere bilinen ve her gün saksağan ge vezeliği ile tekerlenen bir “Anayasa'nııı adsız fedaileri olarak sözbirliği ve işbirliği etmiş lerdir Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisin­ de daha yeğnikçe veya cilâlıca görünehi lir. Toplumumıızun her sosyal sınıf, taba ka. zümre, grup ve kişilerinde Kadın ilk fır şatta gözünden vurulup, uçtuğu göklerden çamurlu er avcı ayaklarının altına yaralı dii

şürülmekle övünülen bir avdır... Niçin? Çünkü, o azgın erkek sadizmini besle­ yen kök. ekonomi geriliğimizin tabulaştırılmış derinliklerinden benliğimize fışkırıp dal budak salmıştır Bırakalım Tefeci Bezirgân Hacıağanın kadın getho’su dilsiz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit bur­ juva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon flörttü metres ticaretiyle kadını süslü bir pa­ çavrası durumuna sokuşıınu. En aşağı kul kölenin, evinde, tarlasında tepe tepe sömü­ rüp ezdiği, etini ve ruhunu cımbızla didik­ lediği bir dişi kulu, ev kölesi, câriyesi var­ dır. Geri üretim toprağında başka türlüsü de olamaz. t Sözde en “modern” burjuva üretiminin zina çocuğu olan gecekondu varoşları ne­ dir? Ekonomi bakımından resmen kanun­ larla emlâk sahipliğine her imtiyazı bağış­ layan sermayenin, el altından, gizli gizli, il­ legal yollarla toprak iradını tırtıklama, çalı­ şanları bir de o yoldan hırsızlığa ortak edip haraca bağlama oyunudur. Bu oyunda er­ kek işçi, sahte belgelerle “Mülk sahibi" ol­ mak sevdasından bunalır. Arada, emeğiy­ le. sağlığıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kur ban edilen varlık İşçi Kadındır Çalışan şe hir kadınının kaç türlü soyguna, ezgiye, bu­ nalıma uğratıldığını burada saymaya kalkış­ mayalım. Bitiremeyiz. Ötede, en “komünisfinden, en faşistine dek bütün “aydınlarımız" toptan “Köylücü" geçinirler. Hiç değilse yılda bir övün, iş veya politika tezgâhlamak üzere İstanbul'dan An­ kara’ya; yahut felekten gâm alıp safa sür­ mek için Ankara’dan İstanbul'a gidip gelmiyenlerimiz pek azdır. Kör değilsek, yollar­ da hep neyi gördüğümüzü görmezlikten gelemeyiz. Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, boğu­ cu batak içinde uğraşanlar kimlerdir? Elde çapa orak, gevere. kıyasıya çalışan insan­ ların inanılmaz büyük çoğunluğu her za­ man kadınlardır. Kadınların yanında, sözüm yabana “Erkek" olarak bir tek saksı boyunda çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini köle kat­ lanışı ile göğüslemiş sekiz on kadın sıralan­ mıştır. O nazar boncuğu “Erkek tohumu" tarlada çalışmakla değil, dişi köleleri göz­ etmekle görevli gibidir... Nüfus istatistikle­ rinde sayıca kadınlara eşit bulunan erkek­ leri merak eder misiniz? Bindiniğiz araç bir köy içersinden geçer­ se, bütün yiğitleri kahveye kümeleşmiş bu­ lursunuz. “Eksik etek avratlar" “Avrat: göz­ le görülmesi suç sayılan, demektir) açık yer­ lerde toprakla güreşirler. O cennetle müj­ delenmiş “üstün cins" yaratıkları: bir yan­ da ağır aksak söyleşir, iskemle sefası sürer­ lerken. “Avrata göz açtırmayacak" politika demagojilerini geviş getirirler. Köy erkeği hiç mi çalışmaz ve ezilmez? Anası ağlar Ne var ki. bütün o kır ve kah­ ve kabadayılarının hepsi kafa dengidirler. Kadın cinsine yukarıdan, delici, zehirli ok­ larla bakarlar. Soluk aldırmamacasına baskı yaparlar Avratın insanlık hakkını sıfır say­ makta en doğal işbirliği ve oybirliği içinde bulunurlar. I ler köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci Bezirgânının toprak esiridir Ama. tarlasın­ da ve evinde boğaz tokluğuna Avrat Kö leler çalıştırıp ezer O yüzden. Tefeci Be zirgâıı polilika ufunetine bütün sapıklığıy la oy vermeyi boynunun borcu bilir Kadı­ na hak ve hürriyet mi? Ya çapksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle ola rak çalıştıracak? Türkiye “Köylü memlekettir" Ne şüphe? “Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy lireti mi ve köylü psikoloji ağırlığını" bastırmış tır Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik Namus" meselesi yap tığı kadın avı ılığı ile çıkar ve halkın oyları m snf o deıııogojiyle dahi çatır çatır kopa

rıp alır. Hacıağanın emekçi halkla bilir bil­ mez kabul ettirdiği “Namus" sözcüğü: Ka­ dının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış ku­ ralına takılmış bir uçkur etiketidir. Onun için, geri üretim şartları tüm kalk­ madıkça: kadın kurtuluşundan söz etmek gibi, serbest oylarla “Hür Seçim"den konu açmak da, kadınlı erkekli bütün insanlarla düpedüz alay etmek olur.

Kadın “hiç”in hep oluşu Türkiye'de kadın cinsinin neredeyse An­ tika çağlar artığı bir “Alt Sömürülen Sosyal sınıf oluşu gerçekçiliğinden hangi ekono­ mik - sosyal sonuçlar çıkar? Antika Tarihteki kölelerin durumu ile. Modern Tarihteki kadınların durumu ara­ sında ana çizisiyle benzerlik vardır. Antika Tarihin köleleri: hiçbir zaman Bi­ linçli bir Sosyal Sınıf olarak herhangi tutarlı bir Sosyal Devrim’i başaramamışlardır. Marks’ın pek güzel söylediği gibi, bir alt sı­ nıf: “Eğer devrimci değilse, hiçbir şey de­ ğildir" O bakımdan koca tarih boyu. Sos­ yal Devrim bilincine ve davranışına eremeyen Köle sınıfı, bir büyük “Hiç” olup gitmiş sayılabilir. Doğrudan doğruya Köle sınıfın kendisi. Efendi sınıfını kaldırıp, başka bir düzen ku­ ramamış ve tutunduramamıştır. Irak lâtifunduya’larında çalışan köle Karmıt’lar Devle­ ti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremedi­ ği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara ge­ çer geçmez kendileri efendi kesilmekten kurtulamamışlardır. O zaman, Anadolu iç­ lerimize pusmuş kötümserlik felsefesi: “Ge­ len gideni aratır” deyimini hakikat kertesi­ ne çıkartmıştır. Ancak, Devrimci olmayan alt sınıfın hiç oluşu gerçekliği, belirli bir uygarlık çerçe­ vesi içinde mutlak hakikattir. Medeniyetle­ rin birinden ötekine geçilirken, her atlayış­ ta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve in­ kârların inkârları kaçınılmaz bir başka ger­ çeklik olur. Belirli Medeniyet içinde Sosyal Devrimci olmayan alt sınıf, yalnız kendisi­ ni değil, bütünüyle Toplumu, Medeniyeti de hiçe indirir. Bir Medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne ge­ çilmez diyalektiği o “hiç”liği “hep" yapmak­ tan geri kalmamıştır. Antika Tarihte köleliğin kendi sosyal sı­ nıfı ile birlikte Medeniyeti ve “Yokedişi sırf olumsuz bir olay değildir. Kölelik yok olur­ ken, kendi Medeniyet biçimini yok etmek­ le ve yok ettiği için, gelecek yeni bir me­ deniyetin doğuşunu hazırlar; Barbar akınlarıyla bir Tarihcil Devrim doğması için ta­ banı olgunlaştırır. Köle isyanlannın kör gücü, karanlık dav­ ranışı, her türlü Sosyal Devrim olanakları­ nı yok etmiştir. Ama, Sosyal Devrimin ye rine geçen Tarihcil Devrimin olanaklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz dire­ nişi, en sonunda. Çürümüş toplumun üze­ rine gürbüz Barbar akınlarını mıknatıs gibi çekmiştir. Demek, Tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz iseler, ya­ ni olumsuzluk bir gerçek olay ise. ergeç ve ister istemez bir olumluluğa sıçrayabilirler. Kadının Modern toplumdaki “Hiç'liği, tıp­ kı Antika toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer Kadın, madem sosyal çelişkinin “İliç'e indirdiği gerçekliktir, bu “Hiç’liğin di yalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç ol­ maktan geri kalamaz. Kadını, erkekler ta­ hakkümü ve saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun kritik “Hepliğe” varan mo mentleri toplumda kaçınılmaz olabilir. O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gi bi. yet altında, gizli, sağır, derinden derine işleyen hiı güçtür.


Bir Mektup Var:

BONN'DA 160 GÖÇMEN KADININ KATILDIĞI TOPLANTIDA YAPILAN KONUŞMA

Türkiyeli kadınlar yıllardan beri verdik leri mücadele ile ülkedeki sınıf savaşına bağlı olarak, örgütlenme faaliyetlerini hız landırıp, yükseltmişlerdir. Hem kendi ba ğımsız örgütlerini oluşturmuşlar -bu örgüt­ lenmelerin kuruluş ve işleyişlerindeki ha­ talar bir yana- hem toplumun tüm kesim­ lerinin demokratik, politik örgütlerinde sa­ yıları gittikçe oğalarak yer almışlardır. Hele 12 Eylül 1980’den önce her gös­ teride, her grevde -e direnişte binleri bu lan kadınlar; kurşunlara, tüm acılara, sıkın­ tılara, işsizliğe, pahalılığa; evlatlarının, sev­ diklerinin, kardeşlerinin katledilmesine karşı duruyorlardı. Kendileri de katledilip, işken ceden, dayaktan geçirilseier de, yılmayıp dayandılar. Acılı fakat öfkeli seslerini yük şelftiler. 12 Eylül ile tüm bu kazanımlarını, diğer halk güçleriyle birlikte yitirdiler. 8 yıldır zindanlarda binlerce devrimci, demokrat, yurtsever kadm-işçisi, öğrenci­ si, öğretmeni, memuru, ev kadını, meslek sahibi- hapishanelerde dünyayı daha gü zelleştirip, değiştirme mücadelelerini sürdü­ rüyorlar. Bir avuç parababasının çıkarlarını daha iyi sağlamak, sömürü alanlarını dikensiz gül bahçesine çevirmek için, faşizmin sürdür düğü bu zulme her sınıf ve tabakadan yaşlıgenç kadınlar sadelikleri, dayanıklı oluşla­ rı, hepsinden önemlisi sınıf kinleri ve bilinç­ leriyle gereken cevabı direnerek veriyorlar, verecekler. Diğer kadınlar ise finans-kapitalin saldır­ ganlığına, artık her gün artan enflasyonun etkisine, sessiz bir karşı koyma hazırlanışı içindeler. Ellerini kollarını, akıl ve enerjile­ rini, yüreklerini bağlayan modern-antika toplumsal zincirleri kırma mücadelesine her gün biraz daha içtenlikle sarılarak, bu onur­ lu işe, diğer ezilenlerle birlikte katılıyorlar. Yitirdikleri örgütlerini daha yetkin ve doğ­ ru zeminlerde yeniden kurma, örme; aldık ları yaraları onarıp, iyileştirme süreciııdeler. Yenilgiden çıkardıkları dersi işle göstererek, işten atılmalan protesto edip, grev gözcü­ lüğünden her türlü baskıya karşı direnişi destekleyerek, toplantılar düzenleyip, bi linçlenme faaliyetlerini geliştirerek, — De mokratik Kadın Derneği (DKD) böylesi ey­ lemler düzenliyor. Türkiye’de artık bağımlılıklanyla, bağımsızlıklannı yarıştırıyorlar. 12 Eylül 1980 öncesine razı olmayacaklarını açıklıyorlar. Yurt dışındaki Türk ve Kürt kadınlar da

işçisiyle, işçi olmayıp, evde çalışanıyla, öğ rencisi ile yıllardır maddi manevi sıkıntılar la uğraşmaktadırlar. İşsizlikten kaçıp, gel inişler; yağmurdan kaçarken doluya tutul muşlardır. Kendilerinin ve yakınlarının iş ten ilk atılacaklar olacağını bilmektedirler. Artık her gün kapitalizmin insanı insanlık­ tan çıkaran karakterini, işsizlik denilen ce hennemin bu sistemin geçmeyen hastalığı olduğunu farketmektedirler. Bir yandan çeşitli uluslardan gelseler de işçilerin, halkların kardeşliğini yaşarken; bir yandan da parababalarmııı yoğun sömü­ rüsünü ve onların hükümetlerinin yabancı düşmanı, anti demokratik milliyetçi uygu­ lamalarını; neo-nazilerin faşist saldırılarım yaşamakta, görmektedirler. Bu durum ya­ vaş yavaş yurt dışındaki kadınlarımızı da et­ kilemekte ve onlar da uyanmaktadırlar. İnsanın insan tarafından sömürüsü kalk­ madıkça, iş aramaya dünyanın öbür ucu­ na da gidilse, kapitalizmde işsizlik her an başa gelebilir, bunu her geçen gün kavra maktadırlar. Tevekkülle boyun bükerek de­ ğil, bütün bu uygulamalara karşı mücade­ le ederek kurtulacağımızı anlamaktadırlar. Batının- Finans-kapitalin bu en yüksek mabetlerinde kadının antika gericiliklerden kurtulmuş olsa da modern gericiliklerden hâlâ kurtulamamış oluşunun tüm sonuç­ larını görüp yaşamaktadırlar Sadece cin­ sel özgürlükle yetinmenin kısırlığını, kapi­ talizmin insanlığa reva gördüğü izolasyon, “insan insanın kurdu” felsefesinin çıkmazı m her gün etinde kemiğinde yaşamakta dırlar. Çünkü insan hem doğal, hem sos yal hem de özneldir. Kadın için de bu üç alandaki tüm zincirler kalkmadıkça kurtu­ luşundan söz edilemez. 8 Mart Dünya Demokratik Kadınlar Gü­ nü; -Burada gerçekleştirilen bu toplantıyı da bir nevi 8 mart kutlaması sayıyorum.Türkiye’de, hapishanelerin insanlık dışı ko­ şullarında, direnişlerle, işçi sınıfının yavaş yavaş grev yoklamaları yapmasıyla, öğren­ cilerin sınırlı da olsa gösterileri ile kutlanı yor. Türkiye’de böylesi günleri anmanın bile bedeli başkadır. Böylece Türkiyeli kadınlar kanları, canları pahasına savundukları 8 Martı adına layık, özüne uygun yaşatmak­ la mücadeledeki onurlu yerlerini dosta düş­ mana göstermektedirler. Ve başta işçi ka dınlar olmak üzere, tüm diğer kadınlar 8 Martta sessiz haykırışlarını dünyaya, bu ya­ rısı sağır dünyaya, duyurmaya çalışıyorlar

Ve diyorlar ki; “Evet bugün tüm diğer haklarımızdan yoksunuz. Sendikasız, grev hakkı olmak sızın, düşünme özgürlüğünün inmeleridir diği. işsizliğin pahalılığın; topraksızlığın, bil gisizliğin, her türlü geriliğin baskısı altında­ yız. Evet, faşizmin zindanlannda, işkence terde, hain tuzaklarda, kan uykulardayız. Ama bir gün mutlaka yeneceğiz. Buna bü tün yüreğimizle inanıyoruz. Çünkü bizler yalnız değiliz: tüm dünyada mücadelemiz yürüyor yükseliyor. Düne göre döğüşmeyi daha iyi biliyor, öğreniyoruz. Çocukları­ mız bizden de iyi döğüşecekler. Hayat bizlerden ve çocuklarımızdan yanadır.

Türkiyeli kadınlar yıllardan b e ri verdik m ü c a d e le ile ü lked eki sın ıf savaşına b olarak , ö rg ü tlen m e faaliyetlerini hızlanc yükseltm işlerdir.

Bugün kadınlı erkekli tüm halk güçleri ve halk güçlerinden yana olan sosyalist güç ler; her türlü sömürüye, ulusal baskıya, sa vaş kışkırtıcılığına karşı mücadele ediyor Bizler bu mücadelede payımıza düşen acı ları yaşasak da, zulümleri görsek de; bu ya rın sömürüşüz, sınıfsız güzel bir dünya uğ runadır; kendi demokratik iktidarımız ve kurtuluşumuz içindir çektiklerimiz” — Kahrolsun Kadınlar üstündeki her tür den gericilik — Kahrolsun baskı sömürü her türlü gerilik — Yaşasın Enternasyonalizm Yaşasın Sosyalizm — Yaşasın Dünya Barışı için savaşanlar — Yaşasın 8 Mart Dünya Demokratik Kadınlar Günü


BÖLGEMİZDE AİLE KURUMU KADIN HAKLARI VE ÖZGÜRUÜĞÜ SORUNU e

.

A.

ÖCALA

Not: Elimize geçen bu yazıyı yasalan zorlayan bazı kelimeleri veya bölümlerini çıkararak, yayınlıyoruz. Amacımız, çok sözü edilen PKK hareketinin kadın sorununa nasıl baktığını okuyucularımıza iletebilmek!

Hepinizi şu veya bu şekilde meşgul eden bir soruna değinmek istiyoruz. Aslında biz bu konuyu özel bir mesele olarak ele almayı düşünüyorduk. Ancak son gelişmeler kar­ şısında konuya bir açıklık getirmek, aile iliş­ kileri, saflarımızdaki kadın faaliyetine veya kadın gerçeğine karşı Parti tavnmızı ortaya koymak ve özgürlük anlayışımızın ne oldu­ ğunu ve bu konuda nasıl davranılması ge­ rektiğini izah etmek kaçınılmaz bir hale gel­ di. Karşımıza çıkan bazı örneklerde de gö­ rüldüğü gibi, bazı militanlanmız bu konu­ da hatalar içerisine düştüler. Devrim döne­ minde bu ilişki sahasına nasıl yaklaşılması ve bu konuda ilişkilerin hangi biçimlerde geliştirilmesi gerektiğini bilemediler. Bu mi­ litanlarımız yeni ilişki biçimini bulamadık­ ları gibi, eski tarz yaklaşımı yürütmeleri de mümkün olmuyor. Böylesi bir ortamda bu olumsuzluklarla birlikte yaşamaları, bazen en tehlikeli oportünist, tasfiyeci çabalara malzeme oluşturabilecek kadar zararlı bir konuma gelebiliyorlar. Bilindiği gibi sömürgeciler toplumu bu alanda da çözdürmek için insanların bu en zayıf yanını kullanmaya çalışıyor. Toplumun adeta üzerinde titrediği ve en önemli na­ mus meselesi olarak kabul ettiği bu alanı, kapitalist zihniyet ile adeta zehirliyor. Kadını bir ırıetaya dönüştürüyor; bunu ise toplu­ mu düşkünleştirmekte alabildiğine kullanı yor. Bu tehlike giderek bizim mücadelemizi de tehdit ediyor. Elbette ki bu duruma karşı devrimin de söyleyecekleri vardır. Nasıl ki biz, görülmemiş boyutlardaki bir sömürge­ ciliğe karşı, halkın ulusal kurtuluş hareke­ tiysek, aynı zamanda cinsler arasındaki bü­ yük eşitsizliğin de kaldırılması, bir cinsin di­ ğer bir cins üzerinde gelişmiş olan daha aşın

egemenliğine karşı da bir kurtuluş, özgür­ lük hareketiyiz. Sömürgeciliğin alabildiği­ ne derinleştirdiği bu konuda anti-demokratik anlayışın karşısındayız. Biz, daha ha­ reketimizi ilk oluşturduğumuz dönemde bi­ le bu hususa büyük bir önem verdik. 8 Mart 1987’de Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığımız konuşmada bu soru­ nun tarihsel temellerini ve güncel somut şekillenişini ortaya koyduğumuz için bu yön­ lü n e yeniden değinme gereğini duymu­ yoruz. Bu değerlendirmemiz, daha önceki konuşmamızı tamamlar nitelikte olacaktır. Özellikle de Parti safhalarında, bu sorunun doğru bir çözümüne katılımının nasıl olması gerektiğini açacağız. Bu konuda önemli ek­ sikliklerin yaşandığı biliniyor. Saflarımızda bu konuda sağlıklı bir ilişki bile geliştireme­ yen arkadaşlarımız var. Diğer konularda görülen atılım ve yaratıcılık zayıflığı bu ko­ nuda da kendisini gösteriyor. Hatta, bir yol­ daşlık ilişkisinin bile nasıl geliştirilmesi ge­ rektiğini bilemeyenlerimiz var. Ve biz bu ko­ nuda da önemli sorunlan yaşıyoruz. Bu du­ rumda yapılması gereken, bu konuya önemli oranda yüklenerek, sorunun doğ­ ru çözümünü gerçekleştirmektir. İhtilalciler, devrime kalkıştıklannda eskiye ait ne varsa hepsini yıkarak yerine yenisini inşa ederler. Bir başka deyişle eski toplum­ sal yapının alt ve üst kurumlarım tümden değiştirir ve bunların yerine yenilerini ko­ yarlar. Yine, bunlar bu konuda hiçbir en­ gel tanımayacaklarına dair bir imajı da ya­ ratırlar. Bu her ihtilalin olduğu gibi ihtilal­ cinin de özelliğidir. ilkel komünal toplum yıkılıp yerini köle­ ciliğe bıraktığında gerçekleşen b u ^ f Kö­ leci toplum ilkel komünal topluma ait ne kadar kurum varsa bunları yıkmış ve yeri­

ne kendisine ait olanları geçirmiştir. Bir sı­ nıfın diğer bir sınıf üzerinde gelişen haki­ miyeti, aynı şekilde bir cinsin diğer cins üze­ rindeki hakimiyetinin gelişmesinin temel­ lerini de atmıştır. Feodalizm daha gelişmiş bir hakim sınıf ortaya çıkardığında, bu ko­ nudaki egemenliği daha da genişletmiştir. İnsanın baskı ve sömürü altına ahmının ge­ lişmesi, aynı zamanda kadın üzerindeki ha­ kimiyetin gelişmesine de yol açmıştır. Bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki egemenliği ne kadar gelişirse, bu cinsler arasındaki eşit­ sizliği arttırmakla birlikte, genel olarak ege­ men sınıfa mensup erkek ve kadın, ezilen sınıfa ait erkek ve kadını ezer, onlar üze­ rinde sömürüsünü kurar. Burjuvazinin bu konuda sorunu nasıl daha ileri boyutlara vardırdığını da biliyoruz ve somut olarak da yaşıyoruz. Yine, proletaryanın bu konuda nasıl çö­ zümleyici olduğu da biliniyor. Bugün sos­ yalist sistemde, kadın sorunu önemli oran­ da çözümlenmiştir. Bu konuda bizdeki du­ rumla karşılaştırılamayacak düzeyde ileri düzeye vardırılmış bir özgürlükten bahse­ dilebilir. Bu örnekleri yeniden böyle kısa­ ca hatırlatmamızın nedeni, soruna tarihi ve güncel gerçeklerin ışığı altında yaklaşma zo­ runluluğundan dolayıdır.

BÖLGEMİZDE AİLE KURUMU Bölgemizde aile, adeta toplumsal düşün­ cenin, pratiğin en fazla yoğunlaştığı bir sa­ ha. toplumsal varlığımızın kâbesi durumun­ dadır. Daha ileri bir tanımlama ile aile bir­ çok kurumun parçalanması, dağıtılması sü­ recinden sonra gelip dayandığı en son nok­ ta, bütün bu kurumların atomu denilecek bir kurumdur. Bugünkü gerçeklik, tahmin edildiğinden daha fazla bir şekilde bu«ku


rum üzerinde durulmasını zorunlu kılıyor. değerlendirmeler yapmaktan ziyade, bu. Bölgemizde ailecilik öyle bir boyut kazan­ kurumun toplumsal ve ulusal gelişme için­ mıştır ki; bu kurum siyaset ve particilikle deki yerini açığa çıkartmak gerekir. Genel­ adeta içiçe geçmiştir. Denilebilir ki, aile ku­ de sosyalizm bu kurumu eleştirmiş; feodal, rumu öyle bir düzeye getirilmiş ki, bu bir »burjuva ailenin konumunu ortaya koymuş­ inanç merkezi haline getirilmiş ve yaşamın tur. Engeis, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve gayesi bu kuruma hizmet etmek olmuştur. Devletin Kökeni adlı eserinde bu kuruma Aile, sosyal bir kurum olmakla birlikte bu­ yönelik eleştiriler yapmıştır. Bu, eleştiri bi­ gün her türlü gerici değer yargısının üretil­ zim açımızdan da özenle ele alınması ve iş­ diği bir merkez haline gelmiştir. Bu nedenle lenmesi gereken bir tanını ve teorik çer­ bölgemizde ailecilik, toplumun ulusal kurtu- çevedir. luşçu gelişimini dumura uğratan, adeta o.nu Bizde sorun, bugün öyle bir dereceye ka­ dizginleyen gerici bir odaktır. dar ağırlaşmıştır ki, birçok köklü hastalığın Ailenin bu özelliğinden dolayı, bugün da kaynağı durumundadır. Bu nedenle, bu düşman bu kurum üzerinde en fazla bir şe­ kurumu olduğu gibi ele almak büyük bir kilde oynamaktadır. Mesela, aile içinde bu­ önem taşımaktadır. Devrimciliğin en önem­ lunan erkek olsun, kadın olsun, çocuklar li bir özelliği de bu kuruma karşı yaklaşımı­ olsun yaşamları bir kaos gibidir ve bunla- nı devrimci kılmasıdır. Bu kurumun etkisi nn düşüncelerinin ana merkezini aile oluş­ altında kalmamış bir kişinin olabileceğini turur. Partimiz saflarında yer alan birçok ar­ sanmıyorum. Hepimiz bu kurum içinde bü­ kadaşın da benzer bir durumu yaşadığını, yümüşüz ve bundan etkilenmişiz. Hala da adeta bu kurumun onları bağlayan bir diz­ birçok yönüyle bu kurumun etkisi yaşanı­ gin vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz. Aile­ yor. Bundan dolayı bu kurumun çok yön­ nin böyle l?lr konuma gelmesinin neden­ lü olarak ele alınması gerekiyor. Ailenin ta­ leri bilinmektedir. Sömürgecilik, son dere­ rihsel gelişimi, sömürgecilik ve aşiretçice düşürdüğü bu kurumu, bugün ulusal feodal yapı ile bağlantısı, ulusal yapı içeri­ kurtuluş mücadelemize karşı kullanmakta­ sindeki yeri ve toplumsal gelişmedeki fonk­ dır. Bu nedenle aileciliğe karşı mücadele siyonu incelenmelidir. Yine bu kurumun ve bu sorunun doğru çözümlenmesi, sö­ kendi iç yapısı, ana-baba ve çocuklar ara­ mürgeciliğe karşı mücadeleyle eşdeğer bir sındaki ilişkiler de ele alınıp değerlendiril­ önem arzetmektedir. Bunun için, tıpkı di­ melidir. Bu ilişki, feodal mı, burjuva mı, aile ğer sorunlarda yaptığımız gibi aile ile mü­ içinde demokrasi var mıdır? Bu hususlar da cadeleyi de sağlıklı yürütmek için bu ku­ açığa çıkarılmalı ve ailenin niteliği netleşti­ rumu da eleştiriye tabi tutmak, bütün yön­ rilmelidir. Kısaca aile kurumunun, devrim­ leri ile açığa çıkarmak büyük bir önem ta­ cilikle tutuculuk arasındaki konumu açığa şımaktadır. Bu nedenle aile üzerindeki de­ çıkarılmalıdır. Sorunu, böyle bir kurumu ğerlendirmelerimizin kapsamını biraz daha oluşturmayı amaçlayan veya böyle bir ku­ açmak istiyoruz. rumu ortaya çıkaran kadın-erkek ilişkisinin Dinsel etkilerin de en fazla yoğunlaştığı düzeyi nedir? Bu kurumu nasıl eleştiriyo­ saha, yine ailetliı Dini ayrı bir olay olarak ruz? Bu kurum, etkilerini saflarımıza nasıl ele almamızın bir nedeni de budur. Bütün yansıtıyor? Bu durum karsısında devrimci bunlann ortak yarıı, temel tutucu değer yar­ görevlerimiz ne olmalıdır? İşte bütün bu so­ rulara doğru yanıt verdiğimizde, bu kuru­ gılan olmasıdır. Bunlann etkisi de bizim top lumumuzda güçlüdür. Ağalık, aşiretçilik, ma doğru bir yaklaşımı da sergileyebiliriz. kabitecilik vb. kurumlar da bugün ailecilik Bizim geldiğimiz kuşak açısından anabiçiminde yoğunlaşmıştır. Aşiret veya ka­ babalanmızın temsil ettiği bir kurum gerçek­

M esela, aile iç in d e b u lun an erkek olsun , kadın olsun, ç o c u k la r olsun yaşam ları b ir kaos g ib id ir ve bunların d ü şü n celerin in ana m erkezin i aile oluşturur. Partim iz saflarında , yer alan b irç o k arkadaşın da b e n ze r b ir d u ru m u yaşadığı, adeta bu kurum un onları bağlayan b ir dizg in vazifesi gö rd üğ ü söylenebilir.

bile denildiğinde, güçlü bir aile veya diğer küçük aileleri de temsil eden bir aile akla gelir. Ancak hepsinin de bir tek düşüncesi vardır: Aile kurumunu korumak ve geliş­ tirmek. Bu ise, aile kurumu içerisinde da­ ha fazla çocuk, kadın, para, mülk vb. şey­ lere sahip olmaktır. Kısaca, her şeyleri ai­ leleridir. Bizdeki aileciliğin biçimi, bu kuru mun ulaştığı en gerici biçimi ifade et mektedir. Aile kurumu hakkında bütün bu gerçek­ leri, bu şekilde ortaya koymamızın nede­ ni, daha önce bu kuruma yönelik eleştiri­ leri fazlaca yapmamış olmamızdır. Bu eleş­ tirilerimizin önemli bir hedefi ise bu kuru­ mu devrime yararlı bir hale getirmektir. Me­ sele, objektif bir gerçeklik olan bu aile ku­ rumunu devrimin eleştiri süzgecinden ge­ çirmektir. Aile olmadan yaşanamadığı, bunun vaz­ geçilmez bir kurum olduğu üzerine geniş

ten düzenin en çok dayandığı hakimiyet noktasıdır. Halen çoğunuzu sömürgecilik­ ten değil, bu kurumun etkisinden kurtar­ maya çalışıyoruz. Aynı şekilde, tüm bir halkı gerçek anlamda sömürgeciliğin baskı ve sö­ mürü kaynağı olan kurumlardan değil, bas­ kı ve sömürüye en tehlikeli dayanağı teşkil eden bir kurumun etkilerinden kurtarma­ ya çalışıyoruz. Anlatımda eksiklik olmaması için hemen belirtelim ki, bu kurumun ister ana-baba, ister yetişen çocuktan tarafından olsun, hepsinde bağlı kalınması, korunmaı, üretilmesi gereken, olmasa olmaz kabilin­ den bir olgu olarak ele alınması en kötü ya­ nını oluşturmaktadır. Yani bu sürdürülmezse insanımızın ufku kararıyor, kendisini dünyanın en başarısız kişisi sayıyor. Sağ­ lam ailesi olmadı mı, ailesinin sorunlarını halletmedi mi bizimki kendisini namussuz, başarısız yerine koyuyor. Böylesinin hiçbir işe yaramadığı, bir baltaya sap olamadığı

konusunda toplum şartlandırılmış ve aile karşısında başarılı olmayan kişiyi, adam ye­ rine koymuyor. Buna en kötü yaklaşımlarla bakıyor, değerlendirmede bulunuyor. Do­ layısıyla burada şöyle muazzam bir sonuç ortaya çıkıyor: Herkes aileye taparcasına, geri, yaramaz ve son derece tehlikeli sonuç­ ları da olsa, hizmet etmek zorundadır. Hiz­ met ettiği nedir? “Aileye para getir, aileyi koru, aile uğruna öl”dür. Aslında aile için neden öleceği sorusu pek belli bile değil­ dir. Bunun anlamsızlığı kendi yaşamımdan bir örnekle dile getireyim: Yedi-on yaşları arasındayken, ailenin katı geleneklerine gö­ re ölmek gerekiyordu. Biz bunu soruyla da sorduk. Gerçekten aile uğruna savaşılacak, ölünecek bir kurum mudur, niçin onun için sürekli kavga yapalım? Sîzlerin bu konudaki durum benden daha ağırdır. Ailecilik me­ seleleri yüzünden bol kan dökenler de var­ dır. Bu konuda hayatını adayanlar da az değildir. Anasının-babasının iyi oğlu-kızı ol­ mak, ailenin sadık bendesi olmak için her şeyini ortaya koyanlarınız az değildir. Ma­ alesef bu böyledir. Sanıyorum bizi devrimci olmaya iten en önemli nedenlerden birisi de daha baştan itibaren aile kurumuna bu kadar önem atfedilmesinin anlamsızlığını yaşamamızdandır- Bunu derken ailenin kö­ tü çocuğu olduğumuzu söylemiyoruz. Biz bu kuruma bu kadar değer verilmesinin ve bu kurumun incir çekirdeğini bile doldur­ mayan meseleleri için gençleri, çocukları boğuşturmayı son derece saçma, tehlikeli bildiğimiz için sürekli aramıza mesafe koy­ duk ve eleştirisel yaklaştık. Bu gerici kuru­ mu böyle eleştirmemizin de bizi devrime yaklaştırdğını çok açıkça belirtelim. Eğer bir çoğunuzun devrimciliğinden ciddi eksiklik varsa, çocukluğunuzdan yahut gözünüzü açtığınızdan beri bu kuruma tapınmışsınızdır ve hala da bundan soğumamışsınızdır. Bu tapınma ve benimseme sizi gözü kara bir aileci yapmıştır. Çoğunuz Avrupa’yı da görmüşsünüz. Orada aile son derece çö­ zülmüş bir durumu yaşıyor. Sosyalist ülke­ lerde durum daha değişiktir. Biz de ise böy­ le değildir. Bunları ifade ederken, aile fert­ lerimizi beğenmediğimizi söylemek istemi­ yoruz. Biz bir kurumu eleştiriyoruz. Bu ku­ ruma hakim olan zihniyeti, karakteri, özel­ likleri açığa vurmaya çalışıyoruz. Söyleye­ lim ki bu insanlar gerçekten zavallıdırlar. Belki dünyanın en zavallı insanları bizdeki ana-babalarıdır. Kurtarılmaya ve desteklen­ meye muhtaçtırlar. Ama bu bizim onların oluşturduğu kurumu eleştirmemizi engel­ lemediği gibi, onlara en çok yararlı olma­ mız için de onların şahıslarını değil, ilişki, gelenek, ahlaklarını eleştirmemiz zorunlu­ dur. Bu konuda daha yakıcı örnekler ve­ rebiliriz. Birçoğu evladına sahip çıkma adı­ na bizim mensuplarımızı düşmana teslim ettiler ve çoğu idam cezası yedi. Bunlar hep aile sevgisi yüzünden oluyor. Aileye çılgınlık düzeyine varan bir bağlılıktan ileri geliyor. Bizde yaygın olarak başvurulan aile uğ­ rundaki savaşlar, ailenin kurulması amacı­ na yönelik olmasına rağmen, aileleri en faz­ la parçalayan, kana, gözyaşına boğan bir özelliğe sahiptir. Aileyi korumak için yürü­ tülen kan davaları aslında ailenin yıkılması demektir. Toplumda aileyi kurtarmak adı altında, nasıl ailenin temelleri ile oynandığını Tür­ kiye örneğinde görüyoruz. Aile kendisini adeta açık pazara koymuş satıyor; sebebi; aileyi kurtarmak ve para getirmek için oğul­ larını, kızlarını hatta eşler birbirini satıyor­ lar. Bu çok tuhaf bir durumdur. Ailenin ta­ nımında en belirgin yan ilişkilerin dürüst, saygılı, paraya dayanmayan ilişkilerin yo­ ğunlaştığı saha olmasıdır. Ama, burada bir­ birinden para sızdırma ve birbirinin sırtın­ dan para kazanma işi geçerli olmuştur. Bur-

Biz bu kurun kadar d e ğ e r verilm esinin kurum un in e ç e k ird e ğ in i b doldurm ayan m e s e le le ri içi gen çleri, ço c boğuşturm ayı d e re c e saçm ı tehlikeli blldl{ İçin sürekli aı m esafe koydu eleştirisel yak Bu g e ric i ku rı böyle e le ş tirm e m iz i b iz i devrim e yaklaştırdığım açıkça belirte!


juvazi aileyi kullanmıştır. Aileyi alım-satım Hepsinin de amacı dediğimiz gibi kendi ya kötü olsun, doğru veya yanlış olsun, kurumu durumuna getirmiştir. Fakat daha karnını doyurmak da değil, daha çok aile­ herşeyde itiatdır. Kadın üzerinde uygulanan baskı daha ilk oluşumunda ailenin altında yatan ger­ ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmek­ çek; gerek doğal güçlerin karşısında olsun, tir. Bizde bu aile yükümlülüğü çok ağırdır. dehşetlidir. Kadının ve kız çocuklarının bü­ gerekse toplumsal gelişmenin karmaşıklı­ Buna para yetiştirmek içn kendini daha çok tün işi gücü ise, erkeğe daha iyi boyun eğ­ ğı altında olsun, tek başına direnme zayıf­ kabul ettirmesi gerekiyor. Daha çok kabul mektir. Bunlara öğretilen ise, budur. Yani lığından ötürü erkekle kadının ortaklaşa ge­ ettirmesi için de devletçi olmak zorunda­ daha iyi alınıp-satılır bir konumu yaşama­ liştirdiği bir ilişkidir. Başlangıçta öyle sınıf dır. Bunlar halen utanmadan, sıkılmadan sıdır. Böyle bir ilişki içersinde yaşayan ba­ çıkarlarıyla da bağlantılı bir oluşumu yok. “aile”, “aileyi ne yapacağım nereye ko­ banın durumu ise, bu gerçeklikten pek fark­ Aile ilkel komünal toplumdan kaynağını yacağım” diyorlar. Böylelerine şunu diyo­ lı değildir. O da dışan da boyun eğmeye alışmıştır. Bu nedenle hiçbir baba aile içe­ alir. Yani demek istediğim, özgür eşit aile ruz; aileyi korumak, kurtarmak için ön mümkündür, tanımı böyle olmak duru­ ce Partiyi esas alacaksın ve Partiye daya­ risinde çocuklarına “şu önemli sosyal iliş­ munda ama, daha sonra başına gelen belki nacaksın. Bugün aileleri de kurtaracak olan kiyi geliştir, bu önemli siyasal göreve sahip de hiçbir toplumsal kurumun başına gel­ Partidir. Ancak hala bazı öğeler “on yıldır çık” dememiştir. Öğretilen bunun tam ter­ memiştir. Bugüne doğru gelirken kapita­ aileyi düşünüyorum, kafamı alt üst etti” de­ sidir. Siyasa! görevlere sahip çıkmaktan, lizm gerçek biçimlere ulaşmıştır Demek ki yip çılgınca hatalara giriyor ve ardından işi doğruları öğrenmekten ve bunlann gerek­ erkenden kendini.bu etkilerden korumayan ihanete kadar vardırıp kaçıyor, düşmana sı­ lerini yerine getirmekten hep kaçma öğre­ tilmiştir. Bu kaçmanın ise belli bir sının yok­ bir çok mensubumuz, bugün bunun ağır et­ ğınıyorlar. kilerini yaşadığı için siyasallaşmıyor, sosyalBiz, bu tavırların bize verdiği zararın bi­ tur. “Bunlara sahip çıkma, nereye kaçarsan laşmıyor. Parti içinde pratikleşemiyor ve lançosunu henüz çıkarmış değiliz, eğer bu kaç” derler. Tabii bu enbaşta da devlete sı­ pratik uygulamada zayıf kalıyor. Hatta ço­ konuda bir bilanço çıkarılırsa verilen zara­ ğınmayı birlikte getirir. Bu anlamda ailele­ ğu diyorki, “ailem Parti ama, buna rağmen rın boyutunu daha iyi görülür. Birçok kişi, rin bir özelliği de devletçi olmasıdır. Bazı ülkelerde faşizm iktidara gelmek için Parti içinde aileciliği yaşadık” diyorlar. Ai- aile ilişkisini unutamıyor ve kafasını kurca­ lecilik ve particilik birlikte olmaz; ailecilik ve layan bir kurt gibi sürekli bunu besliyor. küçük-burjuvaziye dayanır. Bizde ise, faşiz­ ailecilik ilişkileri siyasi ilişkiler olarak ele alı­ Halbuki böylesi kurtlar kişinin beynini ke­ min eti önemli dayanağını aileler oluşturu­ namaz, kaldı ki eğer bir hanedan ailesi ol mirir ve onu öldürür. Yine, bazıları da sos­ yor Kapitalist ülkelerde faşizm orta ve saydık bunun ilişkilerinde belli bir siyasal yal ilişki denilince “hani benim ailem" di 1 küçük-burjuva sınıflardan destek alırken, değer olabilirdi. Böyle aileler vardır, bun yor. Bundan bahsedilince kendi ailesinden j 12 Eylül pratiğinin de gösterdiği gibi, biz­ de faşizm en çok ailelere dayanmıştır. Özel­ lar aristokratlardır, gelişmiş burju ailesi­ başka bir şey düşünmüyor. likle yoksul ve orta güçteki aileleri, faşizm dir. Bunlarda da hep başkan çıkar, bakan Baba ve annelere egemen olan felsefe önemli oranda kullanmıştır. Birçok ailenin çıkar; diyelim, ama bizim aile böyle deği­ nedir? Köyün ve kentin en iyi ailesi olmak­ “oğlumuzun başına bir şey gelmesin ve 12 lir. Bizim aileler ancak sömürgeciliğin kurumlarını iyi uygulayan, onların maşası ol­ tır. Komşularına en sıradan bir değer bile Eylül öncesi tekrar yaşanmasın" diye, öza! ma gibi bir konumu yaşıyorlar. Tabi biz da­ vermezler. Ne kadar aile varsa, o kadar da hükümetine oy verdikleri bilinmektedir. Ni­ kendisini beğenen aile vardır. Buna aile şo­ tekim, Özal da bu propagandayı alabildi­ ha küçük yaşlarda bu kuruma böyle karşı venizmi de diyebiliriz. Herkes kendi aile­ ğine kullandı. Özal, “bize oy vermek zorun­ çıkarken birçok olumsuz sıfatlar üzerimize yağdırılıyordu. Halen hatırlıyorum, aile çı­ sinin, hem de en gözükara bir biçimde sa­ dasınız, biz istikran temsil ediyoruz" diyerek, vunucusudur. Böyle olan aile şovenizmi­ bu kesimlere hitap etti. Ve seçimlerde te­ karları temelinde yaşamamamız bundan nin temelinde önemli oranda duygusallık mel sosyal dayanak olarak da bu aileleri kayışımız nedeniyle aile ortamında en ha­ da hakimdir. Bütün herkesin bu şekilde dü­ aldılar. yırsız, en işe yaramaz görüldük. Okul ve Bu rejimin aileler üzerinde oynaması çok çevre ortamında da böyle oldu. Mesela, ba­ şündüğü dikkate alınırsa, ortada toplum­ sal bir düşünce ve ilişkiden bahsedebilir mi­ ustaca planlanmıştır ve halen çok yaygın­ zı okul arkadaşlarımız da vatdı, babasına ca sürdürülmektedir. Bizde özellikle ailecilik yiz? Elbetteki hayır! düşkün veya onların çıkarlan doğrultusun­ kurumunun çok güçlü olmasından ötürü da çalışıyorlardı. Böyleleri en akıllıları diye Bizde aile bir atomdur. Ama bu atom­ bu sinsi bir biçimde kullanılıyor. Bizi de ai­ sunuldu. Ama bunlar gerçekten beş para etmez düşkün adamlardır. Bu adamlar top­ lar. bağımsız atomlardır. Bazı atomlar var­ lelerle karşı karşıya getirmek için köy ko­ dır birleşir molekül olur ve bunlarda bir ruculuğu sistemi kullanılmaktadır. Eskiden lumsal gelişmeye hiçbir katkı sunmadılar. Tersi denilebilir mi? Kaldı ki bir maaşla ne­ maddeyi meydana getirirler. Ama bizde aile büyük aileler veya aşiretler kullanılırdı, şim­ yi kurtardıkları bile pek belli değildir. Aile­ birleşmiyor, dağınıktır. İşte, bu nedenden di işi küçük ailelere kadar indirgediler. Ai­ dolayı bizde aile anti-sosyal, anti-siyasal ve leleri muazzam bir sefalet içinde bırakarak, yi nasıl kurtardıklannı da bilmiyoruz ve sananti-örgütdür. Düşman, bugün bu kurumu, çözülmelerini hızlandırıyor. Önemli sosyal bu şekilde alabildiğine tahrik etmektedir. dayanakları sürekli geliştiriyor, muazzam bir Düşman böylesi bir aile yapısını eritmi­ aile bozukluğu yaratılıyor, düşünceler ve ai­ yor, ortadan kaldırmıyor, onu kendi çıkar­ leler alt-üst oluyor. Tabi ki, bu oluşum için­ ları doğrultusunda kullanıyor Bu nokta son de olan bir kimse sağlıklı bir düşünceye ve derece önemlidir ve üzerinde özenle du­ davranışa giremiyor, bir problem kaynağı B izde aile b ir atom dur. A m a bu atomlar, rulması gerekir. Belki biz bugün Parti ha­ haline geliyorlar. Yapımızda problemlerin reketi olarak, bu durumdan önemli oran­ ana kaynağı bu konuda burdan kaynağını bağım sız atom lardır. Bazı ato m lar vardır kendimizi kurtarmışız. Ama unutulma­ alır. Gerçekten bunlar yüklü sorunlardır. b irleşir m o lekü l o lu r ve bunlarda b ir m ad deyi da ması gereken bir gerçeklik var ki, toplum Hangi devrimci bu konuda kendimi radi­ kal bir biçimde çözümlemişim diyebilir? Bel­ bunu yaygın olarak yaşıyor. m eydana getirirler. A m a bizde aile ki direkt etkiler söz konusu değil ama. do­ blrleşm iyor, dağınıktır. İşte, bu n e d e n d e n Ana babalar çocuklarına son derece laylı etkiler, yani bunun kültürüyle, endi­ düşkündürler. Çünkü onların elinde var şeleriyle yaşama, bütün toplumun içinde dolayı bizd e aile antl-sosyal, antl-siyasal ve olan tek sermaye çocuklarıdır. Bu çocuk düşünüldüğünde, bu çok daha ileri boyut­ anti-örgüttür. lan öyle çok sevip ve saydıkları anlamına ludur. Yani kişi iflah olmuyor, kafasına san­ gelmiyor. Onları bir sermaye olarak sunu­ ki arılar dolmuş ve arı kovanı başına dö­ yorlar. F.ğer ailenin dışarda herhangi bir külmüş gibi aileden kaynaklanan sorunlar maddi gücü yoksa bu durum daha da böy- altında adeta inim inim inliyor. Bu adam ledir. Aile reisi kendisini adeta bir başkan normal düşünebilir mi, normal bir siyasal gibi görür. Kadına daha çok boyun eğdir­ faaliyete yönelebilir mi? İşte sömürgeciliğin mıyoruz ki kurtarmış olsunlar Çünkü so di mi, çocuklar daha çok elini öptümü bü­ en büyük suçlarından birisi de bu kurumu runlar had safhadadır ve bunlar sırf aileye yüklük hırsına kapılıyor. Halbuki modern bu duruma getirmesidir. yaranmak için biraz entellektüel güç kazan burjuva ailede bile bu ilişki tarzı yoktur. Aile Bir yandan toplumsal çözülme hızlanı­ mışlardır Bir an önce aileye hizmet, bir an de kendisine daha çok boyun eğer gördü yor; güçten düşme son haddine yükseliyor. önce bir aile kurmak için, bütün düşünce mü. dışarda görmediği saygınlığı, mevki- Ailenin güçlenmesine; yani ailenin artma­ gücünü sattılar. Mesela, böyle çok sayıda yi, yetkiyi sahte bir biçimde aile.de yaşama­ sına, çoğalmasına, zenginleşmesine yöneküçük memurlar vardır. Yani bunlar TC ya çalışıyor. Mesela, aile içinde babalar ol linecek. ama düzen aynı zamanda bu ku­ memurluğuna sarılıyorlar Çünkü bunlar. dukça rahatlar. Bunun nedeni nedir? Çün rumun altını oyuyor. O da, parçalıyor da­ \ bir kendi ailesini bir de kurduğu aileyi kur­ kü ailedeki ona boyun eğiş, adeta ona ma­ ğıtıyor. Yani, bu durumda aile adeta delik­ tarmak için yüreğine kadar bu gerçeği ve nevi bir haz verir. Toplumda ve siyased de li bir kovaya benziyor. Bu delikli kova, bir \ bir maaş almayı yaşar. Bir maaşı yaşamak, kaybetmiş, ancak kendi ailesinde başkan taraftan kepçeyle dolduruluyor, ama dip­ ı. yüreğine kadar TC’yi yaşamak demektir. olmak, onun payına düştüğünden, bu duy­ ten ise sürekli sızıyor. Aile, gerçekten de­ Çünkü, hizmet edilmese maaş da alına guyu yaşar. Bu durum, çocuklar üzerinde, likli bir kova gibidir. Ne kadar doldurmak maz. Bizde hunlar muazam bir gericilik kay muazzam ölçüde bir köleleştirici etkide bu­ istesen hepsi boşa gider. Sömürgecilik bu 34 nâğıdır Bunların sayısı da öyle az değildir. lunur. Çünkü çocuklardan beklenen iyi ve­ kurumu bu özellikleriyle en tehlikeli konu-

<


ma getirmiştir. Ama ne yazık ki, kalıntılar çok güçlü olduğu için de hep bu yaşatılır. Anılarınız, babalannız ve sizin yaşadığınız siyaset değildir. Aileleriniz hep sizi düşünür; halbuki, düşüncelerini siyasete verseler hem bize hem kendilerine daha yararlı olur lar. Hem biz daha rahat nefes alınz hem on­ lar muazzam bir güç haline gelirler. Bu ai lecilik olayı, kendi içinde devrimi tartışsa, devrimi yaşasa; her birisi bir hücre evi bir komite, bir Parti okulu gibi çalışır. Eğer her aile bu altından çıkılmaz ilişkileri, devrimci ilişkilere dönüştürse, Aileler, birleşir ve böy­ le bir eğitimi kendi içinde hakim kılarsa, sö­ mürgecilik tutunamaz. Çünkü bizde aile dı­ şarıya karşı biraz kapanık yani, gizli bir ör­ güt gibidir. Şimdi diğer bir husus var. Bu gizli örgütü devrimin çıkarları için biz niye kullanamıyoruz. Sosyal-siyasal alandaki zayıflık sürekli bu konuların dışında yaşama aileleyi alabildi­ ğine zorluyor. Tabii bu rol aynı zamanda ge­ lişen kapitalizm tarafından alt yapısı tahrip edildiği içindir ki, eskiden mal mülk vardı, eskiden evlatlar aileyi büyütmek için hay­ vancılık yapıyor ve sürü de güderlerdi, tarla da çoktu. Şimdi bunlar günümüze doğru azaldı veya ortadan kalktı. Bütün büyük araziler parselendi; mağaralar daraldı do­ layısıyla büyük aileyi besleyecek maddi te mel kalmadı Kapitalizm aileyi sürekli par çalıyor ama, düşüncesi kalıyor, geleneği ya şıyor. işte bu da muazzam bir tutuculuğa ve aileyi satın almaya kadar götürüyor Aile bağı üzerinde, aile sorumlularının çocuk­ lar üzerindeki gericiliği uygulamanın kay­ nağı oluyor Onlar üzerinde baskıyı şiddet­ lendiriyor. Bugün aileler çocuklarını besleyernıyor, eğitemiyor. Çünkü bugün on ço­ cuklu bir ailemi ¡emek, büyük bir prob­ lemdir. Bugün banda bile iki çocuktan faz­ lasıyla uğraşılamıyor Normal bir aile yaşa­ mı için rasyonel sayı bu olmaktadır. Bunun nedeni nedir, hangi gerçekler buna yol açı­ yor? Bütün bunlann ekonomik durumun bir yansıması olduğu açıktır. Ama bizde ise gelenekler bunda rol oynuyor ve geniş ai le yaratılmaya çalışılıyor. Böylesi bir ailenin olumsuz etkisinden ise kolaylıkla kurtula­ mıyor. Bizde çocukların sayısının bu kadar

götürür. İşte, bundan dolayı da bu alanlar­ da nüfus artışı yoğunluk kazanır. Bizde de nüfus artışının bugün çok yoğun olduğu alanlar siyasal sosyal ve kültürel geriliğin en gelişkin olduğu yerlerdir Buna karşı yapılması gereken nedir? Bu­ radan çıkarılması gereken sonuç: Neslin varlığını devam ettirmesi için, fiziksel üre­ me yolundan çok ulusal kurtuluş siyaseti­ ne yönelmek gerekmektedir. Neslimizi de­ vam ettirmeyi sadece üreme faaliyeti ola­ rak görmemek, ulusal kurtuluş siyasetinin ınaddi bir güce dönüştürülmesi ve bağım sız demokratik bir toplumun yaratılması olarak ele almak gerekmektedir. Bütün gü­ cümüzle, bu gerçeği topluma dayatmak vazgeçilmez bir görev olarak, benimsenme tidir. Buradan ailenin reddi veya cinslerin üreme faaliyetinin durdurulması anlamı çık­ maz. Biz bugün önümüzde var olan biricik temel sorunumuzu ortaya koymaktayız. Toplumu apoiitik, geri bıraktırılmış bir ya şamdan kurtarmak ve gerçek gelişim yolu içerisine almak istiyoruz. Diğer yaklaşım­ lar toplumun kurtuluşunu sağlamayacağı gibi gerçek kurtuluşun yoluna girmemizi bi­ le engeller. Açık ki, böyle bir yapı ile dev rimci görevler üstlenileınez ve yürütülemez. Militan yapımız, işte bu zeminde önemli oranda zorlanıyor. Bir çoğunun bu konu da önemli oranda zayıflık taşıdığı biliniyor. Bu ise, her alanda olduğu gibi bu alanda da geleneklerin hükmünü icra ettirmesin de kaynaklanıyor Buna rağmen, bizim ai leye devrimciliği dayatmamız ve onu dev­ rimci bir hücre haline getirmemiz mümkün müdür, bunun olanakları var mıdır? Evet... Kapitalist-sömürgedlik bugün aileyi bu ka­ dar düşürmesine rağmen, bizim bu silahı düşmana yöneltmemizin olanakları bir hayli vardır. Aileyi kendi içinde bir örgütlülüğe dönüştürmek mümkün olduğu gibi, bunu devrimci bir hücre haline çevirmemizin de olanağı mevcuttur. Aileyi gerçek anlamda devrimci bir konuma ulaştırdığımızda, ulu­ sal kurtuluş savaşının güçlü bir sosyal te­ meline de kavuşmuş olacağız. Böyle bir temele kavuşmamız nasıl mümkün olacaktır? Devrimcilerin ana baba ve kardeşlerini, yani bir bütün olarak aile

B irçok arkadaş adeta ailesin i dinliyor ; buyruklarına boyun eğiyor. A çık ki b u kabul ed ile m e z b ir durum dur. Yapılması gereken ailen in g e ric i yanlarını d in le m e k değil, ailen in b iz i d in le m e s in i sağlam aktır. D evrim ci tavır, a ilen in b izi dinlem esidir, yoksa bizim aileyi d in le m e m iz değildir.

çok olmasının bir nedeni de sömürgeci hakimiyetdir. Şöylesi bir gerçeklikten bahse dilir: Bir ülkede sömürgeci egemenlik ne kadar çok gelişir ve buna başkaldırı siyasal nitelikte gelişmezse, toplumun neslini sür­ dürmesi tamamen fiziksel üretime bağlanır. Yani, o halk ekonomik, siyasal, kültürel vb. alanlarda kurtuluşu sağlayamadı mı, top­ lum fertlerinde muazzam bir içgüdüyle fi­ ziksel üretimi yoğunlaştırma anlayışı geli­ şir. Mesela, Afrika’daki siyah ırk bugün en fazla çoğalan ırktır. Çünkü bu halkların si­ yasal, sosyal kültürel vb. gelişimi sınırlıdır. Bu da onları neslini sürdürmek için yapay yollara veya doğal fiziki yollara sapmaya

yi eğitmesi ile mümkün olacaktır Birçok ar kadaş adeta ailesini dinliyor, buyruklarına boyun eğiyor. Açık ki bu kabul edilemez bir durumdur. Yapılması gereken ailenin ge­ rici yanlannı dinlemek değil, ailenin bizi din lemesini sağlamaktır. Devrimci tavır, aile nin bizi dinlemesidir, yoksa bizim aileyi din­ lememiz değildir. Aileden siyaset öğrenilmeyeceği açıktır. Hemen belirtelim, ana babalarımız birer zavallı durumuna düşü­ rülmüşlerdir. Onlar, korkunç bir şekilde oyuna getirilmiş olan bir kurumun şefleri durumundadır. Bir bakıma reformist örgüt yöneticilerine benziyorlar. Tıpkı bunlar gi­ bi, ailenin varlığım sürdürmek için verme­

yecekleri taviz, içine girmeyecekleri ilişki yok gibidir. Sırf bir hastanede tedavi gör­ mek için sağa-sola yakarmalarının başka­ ca bir anlamı yoktur. Bu, aynı zamanda bo­ yun eğme ve uzlaşma amacını da taşımak­ tadır. Yine, bir iş bulmak için yalvarmadık­ ları patron yok gibidir. Bunun anlamı ise, her türlü baskıyı, sömürüyü peşinen kabul­ lenmek anlamına gelmektedir. Geçmişte görüldüğü gibi, bazıları çocuklarını teslim etmeye kadar bile işi vardırdılar, işte, bü tün bu örnekler ailedeki reformculuğunu, uzlaşmacılığı ve boyun eğmeciliği açığa çı­ karıyor Bizde, aile fertlerinin muazzam bir şekilde, bu özellikleri taşımasının anlamı, iş-

A na-baba sürekli işi yürütm ek, ailesin i ayı tu tm ak için h e r türlü boyun e ğ m e c iliğ i \ uzlaşm ayı ço cu klarına da aşılar ve onları böylesi b ir ruhla yetiştirirler. A ilen in siyasetçiliğinin sınırları da burada ortay çıkm aktadır.

te bu gerçeklikte yatmaktadır. Aııa-baba sü­ rekli işi yürütmek, ailesini ayakta tutmak için her türlü boyun eğmeciliği ve uzlaşmayı çocuklarına da aşılar ve onları da böylesi bir ruhla yetiştirirler. Ailenin siyasetçiliğinin sınırları da burada ortaya çıkmaktadır. Bu olsa olsa en fazla uzlaşmacılığa kadaı gö­ türebilir, daha fazlasını üretemez. Burdan önemli bir sonuca ulaşıyor: Durumu böy­ le olan bir kurumdan, demek ki bizim öyle fazlaca öğreneceğimiz herhangi bir şey yok­ tur. Ailenin objektif konumu, görünümü ne olursa olsun böyledir. Ailenin bugün bu yapıdan başka bir şey üretmediği ve düşünemediği bilinen bir ger­ çektir. Biz bu gerçekleri, sömürgecilerin aile kurumu üzerinde yarattığı tahribatların da ha iyi görülmesi için izah ediyoruz. Aile, bu gün Türkiye’de faşizmin tehlikeli bir daya­ nağı haline gelirken, bölgemizde de aynı konuma getirilmek isteniyor. Aile, yukarı­ da da belirttiğimiz gibi kölece bir boyun eğ­ meye dayanıyor. Faşizmin "evlatlarınızı ko runıak, istiyorsanız, devlet babaya güvenin" çağrısına uyuyor ve en kötü bir uzlaşmacı­ lığı, hatta köleliği yaşıyorlar. (...) Ne yazık ki aileler, sermayenin korkunç gelişimini sağlamak için olabildiğine boyun eğdirilınişlerdir. Ailenin bu durumu, bu ku­ ruma karşı devrimci görevlere sahip çıka rak mücadele etmeyi zorunlu kılmaktadır. Aileye karşı tavrımız, son derece devrimci bir seviyeye çıkarılabilinmelidir. Ailenin ge leneklerine, ilişkilerine, evlat anlayışına, dü­ zen içindeki konumuna, kültürüne vb. özel­ liklerine ve kadın-erkek ilişkisine karşı şid detli bir eleştiri temelinde mücadele etmek son derece elzemdir. Ailemizin durumu or­ tadadır. Bunların eğitimi bizim görevimiz dir. O halde, çocukları eğitmek, onları dev rimci değerler temelinde terbiye etmek bi­ ze düşen bir görevdir. En önemli görevle rimizden biri de burda ortaya çıkıyor: Aile yi terbiye etmek ve eğitmektir. Aileyi devrimcileştirmenin ve bu kurumu devrimin hizmetine sunmanın başkaca bir yolu yoktur. Yapılması gereken en doğru iş budur. Bugün ailelerimiz öyle zavallı bir konuma düşürülmüşlerki, onlar bizden ine det uııımaktalar. Bir deyimle, bize umut bağlıyorlar. İşte, bu gerçekler aileyi mutla ka devrimcileştirmernizin gerekliliğini ortaya koyuyor. Büyüklerimiz, manevi olarak bü


yüktürler, fakat bunların kesinlikle eğitime ihtiyaçları vardır. Bunlan eğitmek gerek­ mektedir. Ailelerin devrimci eğitime tabi tu­ tulması. yerine getirilmesi gereken en ha­ yati eğitim görevlerinden birisidir. Kaldı ki. her devrimci de ailenin devrimci bir temel­ de eğitilmesinden bahseder. O halde, ya­ pılması gereken bunu bizzatihi pratikte ger­ çekleştirmektir. Başka ülkelerde aileler burjuva demok­ rat, yurtsever hatta devrimci olabiliyorlar. Ama bizde durum hiç de böyle değildir. S ö ­ mürgeciliğin, feodalizmin aileyi ne kadar düşürdüğü bilinmektedir. Ailenin ne yurt­ severlikle ne de demokratlıkla ilişkisi var­ dır. ilkel milliyetçilikle olan bağlannı düşün­ sek. bunun bile ne kadar geri bir konum­ da olduğu biliniyor, ilkel milliyetçilik sürekli didişmeci ve uzlaşmaya kadar varabilen bir özelliktedir. BÜtün bu da nasıl ağır bir gö­ rev ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ailenin devrimcileştirilmesini biz kitle fa­ aliyetlerimizin temeli olarak ela alacağız. Ai lelerin örgütlendirilmesi, daha çok da bu kurum içinde kadın hareketinin örgütlen­ mesi için devrimciliğinin geliştirilmesi için büyük çaba sarfedeceğiz. Bu konuda her arkadaş önemli görevlerle karşı karşıya ol­ duğunu bilmelidir. Çoğunuz bu gerçekleri bildiğiniz halde, ailenize dokunmuyor, bu yapıya teğet bile geçmiyorsunuz. Doğru bir tutum değil bu. Ve onlara bir yarar da getirmiyor. Biraz da ha otoriter olmak, biraz daha ailenin için­ de bulunduğu vehameti düşünerek onla­ ra dikkatli ve duyarlı olmalarını tembihle­ mek ve bunu sağlamlaştırmak önemli bir siyasal görevdir. Bunlar düşmüş insanlar­ dır, düşürülmüşlerdir, sizin uyarılarınıza ih­ tiyaçları vardır. Bunu yapalım. Öyle anla­ şarak değil, dikkatli ve radikal bir tarzda ya­ palım. Aile birliklerimizin önüne bunu güçlü bir görev olarak koyalım. Bu konuda ka­ mpanyalarımızı güçlendirelim ve böylece düşmanın oynadığı büyük oyunu tersine çevirelim. Aile bir yurtseverlik ocağına dö­ nüştürülürse; her aile bir parti örgütüne, ya­ ni her aile bir hücreye dönüştürülürse; (.. .) Ve bu başartlamasa kurtuluşun çok zor ola cağını veya ailenin devrimcileşmesiyle orantılı olarak savaşın gelişeceğini belirtmek gerekir. Bunun bir parçası olarak kadın erkek iliş kilerine biraz yönelirsek; bizde bu ilişkile­ rin ana merkezi, bir aile kurmak biçiminde gelişiyor. Biz de kurulan her kadın erkek ilişkisi mutlaka yarım saat sonra aile kur mayı akla getiriyor. Yani kadın-erkek iliş kilerinde sosyallik, siyasallık son derece za yıftır. Çoğunuzda iki birey olarak bir ilişki den bile bahsedemeyiz. KAdına yaklaşım da mutlaka sonucu böyle-şöyle olması ge reken bir nesne olarak akla gelir; ya hemen duygusallık başlar ya da hemen gayri­ meşru bir ilişki akla gelebilir. Ve tabii ki. bu yaklaşım da hemen kişiyi düşürür Yine toplum da buna zaten damga basmaya ha zırdtr Biraz el ele. biraz göz göze geldi rııi “filan oğul, filan kız şöyle yaptı, artık onun işi bitti" derler Demek istediğim, ilişkiler de korkunç uçurum sözkonusudur Bu viiz den ilişki yok denecek kadar azdır. Özel likle köylerde bir köylünün evlendiğinde ancak bir erkekle kalması sözkonusu ola bilir Hatta buluşması ondan önce san maıııki bir delikanlı ve bir köy büyüğü ile. hir kişiyle sağlıklı bir tartışması, görüşmesi ve konuşması olsun Bu kadar az sosval bir durum yaşanıyor Bırakalım köy delikanlısını kızını, kendimize biraz göz gezdirdiğimizde göreceğiz ki arpa boyu kadar yol alınmamıştır Yani iddi alar bu kadar çürük kendine, fazla güve rıeıniyorlaı Hep bir suçluluk psikolojisiyle bu tiir şeylere yaklaşıyorlar (»erçeklrn kadın erkek ilişkisi, aile içinde tanınmaz bit

haldedir. Erkeğin bütün uğraşısı, kadını kendisine çok iyi bağlı hale getirmek, iyi bir kul, köle halinde tutmaktır. Onun bütün ai­ le içi siyasetçiliğinin merkezi de budur. Za­ ten ondaki eğemenlik kültürü, erkeklik gu­ ruru denilen olay böyle gelişiyor. Erkek olmanın altını eşelim; bu bir cin­ sel olaydan cinsel özellikten öteye bir bo­ yun eğdirme ilişkisidir. Erkeklik; bizde sa­ nıldığı gibi bir cinsel taraf olarak değil, da­ ha çok boyun eğdiren taraf olarak, bir ta­ nıma kavuşur. “Erkek adam boyun eğdi­ ren adamdır. Erkek adam ailede reisliğini sürdüren adımdır" sözünün sık sık söylen­ diği bilinmektedir. Fakat, bunu basit bir boyun eğdirme ola­ rak görmeyelim. Biraz önce belirtildiği gi­ bi, boyun eğdirme ona düzen tarafından öğretilmiştir. Düzen boyun eğdirme göre­ vini yürütürken, bunun etkisi en fazla aile erkeği üzerinde kendisini göstirir. Aile er­ keği boyun eğmenin kefaretini ailede, ka­ dından çıkartır. Yani ailede küçük bir de­ spot olma bizim erkeğin biricik marifetidir. Ve bu konuda büyük bir mücadele oldu­ ğunu da hemen belirtelim. Boyun eğdirmek öyle kendiliğinden ol­ maz. Cinsler arası önemli savaş odağıdır bu. Ve bu savaşta çoğunlukla erkek, para, iş, mal sahibi olduğu için hep üste çıkar. Bir de geleneksel olarak bu kadına aşıla­ nır. Bu, boyun eğme böyle gelişir ve ger­ çekleşir. Fakat kötü bir gerçekleşme tarzı­ dır. Erkek toplumda gördüğü her türlü bas­ kının, horlanmanın ve adam yerine konulmamanın etkisini evinde beylik efendilik taslayarak gidermeye çalışı»-. Bu erkekliğin nemenem bir şey olduğu­ nu daha yakından görmek gerekir. Bu ken­ dini tatmin ve hakimiyet duygusu aslında devrimci siyasi hakimiyetin önünde de bir engeldir. Erkek devrimci örgütde, siyasi, sosyal ilişkilerde önder olmak yerine aile­ deki gibi bir şef olmayı kendisi için daha uy­ gun buluyor. Bizde niye önderlik duygu­ ları gelişmiyor? Niye sosyal, siyasal önder­ lik gelişmiyor? İşte, nedenlerini burada ara­ mak gerekiyor. Bizde militan bir önder gi­

yandan boyun eğmecilik veya sömürücü baskıcı düzenin ideolojik-politfk taşıyıcısı ol­ ma, diğer yandan her türlü köleleştirlci et­ kisinin sahibi olması gibi tehlikeli sonuçlan vardır. Aile içinde boyun eğdiren erkek, her zaman boyun eğen erkektir de. Bu konuda çocuklara köleliği aşılayarak toplumda her türlü gerici rejimin sosyal zeminini, sosyal bağlantılarını kuran da erkektir. Dolayısıy­ la erkeğin sorunu, çoğumuzun zannettiği gibi öyle ileri bir konum da değildir. Köle­ liğin en tehlikeli yataklanndan, özelliklerin­ den birisinin odağı durumundadır. Tabii kİ bu yaklaşımlar, özellikle devrimcilikle fazla ilişkisi olmayan erkeklerde; belki de eleşti­ ri ile karşılanacaktır. Erkeklerin bu biçim­ de eleştirisi onun kişiliğine bir saldın olarak anlaşılacaktır. Biz bu kişiliğe, yeni bir cins, erkek olduğu için değil, baskı ve sömürü mekanizmasında kötü bir rol icra ettiği için eleştiri yöneltiyoruz. Onun bu konudaki sahteliğinin, efeliğinin yıkılması gerektiği, bunda bir kazanç bir yarar olmadığı için, onun bu özelliklerinin paramparça edilmesi için bunu yapıyoruz. Evet, bu özellik yıkıl­ sın, ondan sonra toplum içinde, aile içinde dolaşsın, namusu, onuru böyle anlamak zorundadır. Bunun adı nedir? Doğru bir si­ yasal önderliktir. Yani aile içinde efelik, ha­ kimiyet yerine siyasi bir mücadelede önder­ lik ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Aileyi bir ör­ güt gibi, kendisini de bir örgüt başkanı gör­ me yerine; sosyal konularda bir örgüt arar, siyasi ilişkilerde bir örgüt arar ve ona bir ön­ der olmaya çalışır, işte, bu nedenden ötü­ rü eleştiriyle bu anlayışının parçalanması onun özelliklerini sosyalleştirir ve siyasal­ laştırır. Tabii ki bu da, bizim için çok ciddi bir devrimci gelişmenin başlaması demektir. Onun için Türkiye’de erkeğin güzel bir aile kurması ve iyi bir aile reisi olması jçin mu­ azzam bir ideolojik propaganda yürütülü­ yor. Bir Özal bile nasıl bir aile reisi olduğu­ nu. nasıl iyi bir aileden geldiğini her gün basına manşet biçiminde yansıtıyor. Tabii toplumu bu şekilde hazırlıyor ve iyi bir aile

B unun karşıtı olan kadının du ru m u na g elin ce, g erek aile iç in d e olsun, gerekse de toplum da olsun konum unu daha da yitirm iş b ir durum dadır. M arifeti böyle olan b ir top lu m sal dü zen iç in d e aile, kadının h e r şeyidir. Kadın aile için d e bu rolün b ir fügüranı durum undadır. Yani reis etrafında nasıl d ö n ü p dolaşır, nasıl h izm et edilir, tam am en buna göre h azırland ığı İçin onun d u ru m u daha da siliktir. Dolayısıyla rolü sönüktür. (...)

bi davranmaktan çok aile içindeki bir şef gibi hareket ediyor. Kendisini müthiş bir tat min etme duygusu kaplıyor ve bir bastır macılığa, tasarrufçulıığa yöneliyor. İşte, bu rada siyasal önderlik yerine şeflik gelişir. Bir aile yöneticiliği ortaya çıkar. Siyasi bir ön­ der düzeyine yükselebilmek için her şey den önce bu sahte erkeklik ve kadınlık duy gusıınun yıkılması gerekir Devrimci faaliyetlerde, erkekliğin bu bi çiminin fazla ciddiye alınır bir yanının ol maması; erkekliğin bu biçimde yaşamaması gerekiyor. Frkeğiıı aile içinde kendisine ha kimiyet öğesi olarak önem atfetmesinin bir

reisi, nasıl olunacağına örnek sunuyorlar. Böylelikle düzenleri rahatça işletmek isti­ yorlar Bunun karşıtı olan kadının durumuna gelince, gerek aile içinde olsun, gerekse de toplumda olsun konumunu daha da yitir miş bir durumundadır. Marifeti böyle olan bir toplumsal düzen içinde aile, kadının her şeyidir. Kadın aile içinde bu rolün bir fü güranı durumundadır. Yani reis etrafında nasıl dönüp dolaşır, nasıl hizmet edilir, ta nıarııeıı hııııa göte hazırlandığı için onun durumu daha da siliktir Dolayısıyla rolü sö ııüktiir ( )


Bir Mektup

KADIN LAR HAYDİ DAYANIŞMAYA!

%

8 Mart Dünya Kadınlar G ü n ü n ü n 7 7 . yıldönüm ünde, bugünün tüm dünya kadınlarına m al edilmesini sağ tayan, 2. Uluslararası Sosyalist K adın­ lar K o n feransınd aki sosyalist kadınla­ rı ve öm rünü işçi sınıfı ile kadınların kurtuluşuna ad ayan sosyalist işçi ö n ­ deri Klara Zetkin’i saygı ve sevgiyle anı­ yoruz. 8 Mart 1 9 0 8 ’de A m erika’da d ok u ­ m acı kadın işçilerin, çalışm a süresinin 10 saate düşürülmesi, sendikalarda ör­ gütlenm e hakkı, eşit işe eşit ücret ve diğer sosyal haklarını alm ak için, p a t­ ronlara karşı başlattıkları haklı m ü ca­ dele, bugün de işçi sınıfına ve en kat­ merli söm ürü ve baskılara tabi olanbiz kadınların m ü cadelesine ışık tutuyor. 8 M arta anlam ve önem ini veren bu m ücadele ateşi her geçen gün daha da yükselm ekte. D ünya proleteryası o günden bu yana uzun m ücadeleler so ­ nucu günlük çalışm a süresini 8 saate indirdi. Kadın işçiler sendikalarda ö r­ gütlenm e hakkını ve daha pek çok sos­ yal haklan elde ettiler. Ancak, daha alı­ n acak çok haklarımız var!.. Şim di eli­

mizdeki bayrakta 3 5 saatlik iş haftası ve emeklilik yaşının 5 5 e indirilmesi şi­ arı var. Bayrağımızı d aha da yükselle lim!.. Patronlar, aşırı kâr hırslarından d o ­ layı içine düşm üş oldukları krizin c e ­ rem esini işçilere, kadınlara, çocu klara ödettirm eye çalışıyorlar. Aylardan b e ­ ri, A lm anya’nın, çeşitli bölgelerindeki işyerlerinden toplu işçi çıkarmalarla sü­ ren bu saldırı, Krupp kalesine çarptı. Patronlar, Krupp işçilerinden, kadınlar d an, öğrencilerden, geniş bir halk k e ­ sim inden gerekli cevabı aldılar. Patron ların saldırısının sa d ece Krupp işçileri­ ne yönelik olmadığını deneyimlerimiz­ le öğrendik, öğreniyoruz. Tekelci patronların kapitalist dünyayı saran söm ürü ağı Türk ve Kürt kadın­ ları da etkilem ektedir. Kapitalist siste­ min yol açtığı işsizlik, açlık, sefalet fuhuşu d ah a da arttırm akta, zaten çeşit­ li gericilikler altında ezilen kadını büs­ bütün bunaltmakta, ezmektedir. Türkiye ve söm ürge, ülkelerde kadınlar, faşiz­ m e karşı hapishanelerde, işkencelerde direniyor, grevlerde en ön saflarda yer

alıyor, hapishanelerdeki çocuklannı yalnız bırakmıyor, açlık grevlerini destekliyor, dayanışına örgütleri kuruyorlar. Bugün, kadınlı, erkekli tüm halk güçleri ve halk güçlerinden yana olan sosyalist güçler her türlü söm ürüye, ulusal baskıya, savaş kışkırtıcılığına kar­ şı m ücadele ediyor. Biz kadınlar tüm baskılara rağm en, söm ürüşüz ve b a s­ kısız bir toplum için yılmadan m ücade leye devam edeceğiz. 8 Mart’ı bu öz lem ve bilinçle kutluyoruz. - K A H R O L SU N KA D IN LA R ÜZE RİN D EKİ TÜ M G E R İC İ BASK1L.AR! - YA ŞA SIN K R U P P D İREN İŞİ! - K A H R O L SU N FAŞİZM K A H R O L SU N EMPİRYALİZM! - - Y A ŞA SIN E N T E R N A S Y O N A ­ LİZM! YA ŞA SIN 8 M ART DÜNYA KA ­ DIN LAR GÜN Ü!

TÜRK VE KÜRT YABANCI KADINLAR GRUBU


PROLETARYA VE DEMOKRATİK KAD IN HAREKETİ Orhan DİNÇOK

Özgür işgücüne mutlak bağımlılık konu munda olan kapitalist sermaye, egemenli ğiyle birlikte “hiir"leşmeyi de sağladı ve fe odal/köleci bağımlılığın köle/serfierinin ve rini “hür" işçiler aldı. Bu hürleşme gerçi in sarıi hiirleşmeye doğru bir adımdır ama işte o kadar! Kapitalizmin yapısına uygun ve onun ihtiyacı olduğu anlamıyla. Mallar pazarda serbestçe/hürce satılmalıdır İşgü­ cü malını taşıyan işçiler de mallarını serbest­ çe satabilmelidir. Hürleşmenin karakteri bellidir ve sermayenin çıkarlarıyla sınırlan­ mış. inmelendirilmiştir. Tabii toplumun di­ ğer kurum ve alanlarına dalga dalga yayı­ lan bu eğilim kendi karakterini de birlikte götürecektir. Kapitalizm, kuruluş yıllarında özellikle sa­ nayi devriminden sonraki makineleşme aşamasında kadın işgücüne ağır şartlarda sömürebileceği bir kaynak olarak bakarak kadını evden dışarı çekerken, kökünü çok eskilerden alan bir başka eğilimde varlığını koruyabilmiş, sisteme angaje olmuş ve bu eğilim de aile kurumu içindeki analık/karıhk kategorilerini gökyüzünde kutsallaştı­ rarak kadını evin içine çekmiş, hapsetmiş­ tir. Birbirini dışlayan bu iki eğilimin bir ara­ da bulunuşu sistem içi bunalım kaynakla­ rından biri olarak toplumsal çalkantılar zin­ cirine eklendi ve kadının kapitalizm içindeki sancılı konumunu, alınyaztsını belirledi.

B ir cins olarak kadının ezilm esi ve b ir cins olarak erkeğin kadın ü ze rin d e k i e g e m e n liğ i , tarih içind e ortaya çıkm ış b ir olgudur.

\ '

38

20 . yy.'da kadınlar artan bir hızla iş ya­ şamına yöneliyor. Ama bu yöneliş inmeli­ dir. Hizmet işkolu ve vasıfsız işçilik adeta kadın mesleği gibi. Son 30 yıldaki bilimsel teknik “devrim", iş aletlerindeki olağanüs­ tü gelişme, kadının biyolojik yapısından ileri gelen bazı olumsuz etkileri hızla sıfıra indi­ riyor. Doğum kontrolündeki gelişmeler do ğıınuın istendiği zaman olmasını sağlaya rak kadın özgürleşmesine ivme kazandın yor. Ama hiç değişmeyen eğilimler var. “Yu vayı dişi kuş yapar1" ve doğrudan bedene saldırarak metalaştırma. Bu eğilimler kadı­ nın her türlü gelişici/insanlaşnıa eğiliminin üstünde baskı kurar “Analık" “Bakirelik" “Temiz cici kızlık". “Karılık" vb kurumlar bu ana eğilimin temel taşları oluyor. Bunlar daki insani/temiz olan ne varsa artık unutuldu. Ve önemli olan hir tek şey var Na

sil olurda kadının bir cins olarak ezilmiş­ liğini / geriliğini devam ettirebiliriz? Artık o insani durumlar kurumlaştırılarak baskı unsuru haline gelmiş durumda. Bunlar birf nevi mistikleştirilerek, pembe/mor/erguva ni renkli güzel şallarla örtülerek ve üstünede biraz şeker sürülerek topluma sürekli yenid en-yenid en eııjek te ediliyor. “Rahibelik" veya tersi “Orospuluk" gibi doğ­ rudan işkence kumrularına isterseniz hiç değinmeyelim. Sonuçta kapitalizm içinde kadın olmak bir cins olmanın ötesinde adeta bir “durum" bir “$tatü"dür. Ezici, geri bıraktırın, bunaltı cı bir statü. Ve onun içine girmemek eli­ nizde değil, yeterki dünyaya kadın olarak gelmiş olun. Peki hep böyle miydi? Soruna tarih içinde baktığımız zaman, medeniyetin doğuşu yani sınıflı toplumların oluşumuna dek farklı bir durumla kar­ şılaşıyoruz. Erkeğin “erkek" kadının “kadın" olduğu ve erkek egemenliğinin kaçınıl­ mazca insan doğasından çıktığını tarih ya­ lanlıyor. Bir cins olarak kadının ezilme­ si ve bir cins olarak erkeğin kadın üze­ rindeki egemenliği, tarih içinde ortaya çıkmış bir olgudur. Medeniyet öncesi “barbarlık" konağında insanlar kadın/erkek kardeşçe ve birbirle­ rinin üstünde bir cins olarak egemenlik kurmadan, birbirlerinin gelişmesini engel­ lemeden yaşayabildi. Daha ötesi kadınla­ rın egemen olduğu toplumlara da tarih içinde sıkça rastlanabiliyor. Ve şurasını ka­ dınlara açıkça teslim etmek gerekir ki me­ deniyet öncesinde kadınların toplum yaşa­ mında daha fazla ağırlığı olduğu her yer­ de kadın egemenliği yoktur. İnsanlığın sı­ nıflara bölünmemiş olduğu bu “Altın" dö­ nemlerde kadınlar toplum içindeki üstün konumlarını her zaman erkekler üzerinde egemenlik kurarak kullanmamışlardır. ( 1 ) Eğer bir kadın doğasından bahsedilecek­ se —ki elbet her cinsin kendine özgü bir do­ ğası vardır — bizce “eşitlik" ve “özgürlük" ka­ rakterlerinden bahsetmek daha iyisi olur. Kadınların geçmişi bu konuda oldukça te­ mizdir! Şimdi, geldiğimiz yerde şunu sormalıyız. Kadın/F.rkek birlikte olmaya mecbur oldu­ ğumuza ve erkeğin egem enliği altında bir birlikteliğe karşı olduğumuza göre, ne ya­ pacağız? Kadınların durumuna ilişkin gözü yaşlı mızıldanmalar, sızlanmalar bizden uzak ol­ sun! Durumun dikkatli bir tahlili ve çözüm yolunda herşeyi göze alan atılımcı bir ruh hali ve pratik davranış... Sınıf mücadelesi­ nin kazandırdığı artık bir refleks haline gel­ miş bu karakterler kadın sorununda epey işe yarayacaktır. Önümüzdeki sorun binler­ ce yılın biriktirip önümüze yığdığı bir dağ,

bir engeller yumağı. Çözümü son tahlilde nesillerin sorunu. Ama bir yerlerden baş­ lamak. daha doğrusu sürüp giden “Özgür­ lük!" arayışı ülke kadınlarımıza da kitlesel olarak mal etmek gerekiyor. En başta mücadelenin bugün somut olarak üstünde yükseldiği zemini “kapita­ list sistem"i ve bunun kadınlık statüsüyle — kadının «zilen cins konumunda bulunuşuy­ la. bağlarını incelemeliyiz. Sistemin kadın­ lık statüsünden çıkarı nedir? Onunla nasıl kaynaşmıştır? Sistem kadın/erkek ilişkisindeki ezen/ezilen belirleyici karakteri bünyesine yabancı bulmamıştır. Kapitalizmin feodalizme karşı mücade­ lesinde karşı çıktığı sömürünün ve ezme­ nin kendisi değil bunun feodal beylerce ya­ pılan biçimi idi. Amaç sömürüyü feodal­ lerin tekelinden alıp kendi tekeline sokmak­ tı. Burjuva demokrasisi diye göklere çıkar­ tılan ise feodal beylerin keyfi zulmüne kar­ şı burjuva diktatörlüğünün düzenli hali değil mi? İşte, bin yıllardır sürüp gelen kadının ezilen cins konumu kapitalizmin kuruluş yıl­ larında elbet bir olgu olarak kendini dayattı. Ve sistem bunu rahatça bünyesine katıver­ di. Giderek kaynıştı ve kendi özelliklerine uygun yeni karakter ve biçimlere sıçrattık­ tan sonra vazgeçilmez bir öğesi olarak ko­ rudu. geliştirdi. Başka nasıl olabilir? Sözgelimi sosyaliz­ mi ele alalım. Sömürünün her türlüsüne ve ezen/ezilen ilişkisine karşı açık bir tavır alan ve ana amacının “sınıfsız" toplum ya­ ratmak olduğunu ilan eden sosyalizmin, kendisine miras kalacak kadınlık statüsü­ nü bünyesine yabancı bulacağını ve kabul etmeyeceğini söylemeliyiz. Orada bir “uzlaşma" değil bir “çatışma" olacaktır. Sos­ yalist sistem kadınlık statüsü ile çatışmaya girecek ve onu ezerek yok edecektir. Bu elbet kendiliğinden olmayacak. Bilinçli müdahale, sürecin sancılı olup olmayaca­ ğını belirleyecektir. Yerleşmiş gerici gelenek­ lerle, kurumlaşmış ahlak/ilişki biçimleriyle bir dizi savaş gerekiyor. Kadınlar o nok­ tada sosyalist sistemin kendilerine destek vereceğinden emin olmalıdır. (2 ) Kapitalizm ise kadın/erkek ilişkisindeki ezen/ezilen karakterini sadece bünyesine rahatlıkla almakla yetinmez, onun doğur­ duğu çarpık bilinçlenmeyi yayar, toplum­ daki egemen ideolojinin destek unsuru ha­ line getirir. Kadının erkek tarafından ezil­ mesi “doğal” ilan edilir. Bıı “doğaPlık kişi­ de aynı olguya başka alanlarda rastladığı zaman karşı çıkmama ve “doğal" kabul et­ me bilincini yaratır. Ezenlerden yana ça­ rpıtılmış bir bilinç. Kapitalizm bir meta cennetidir. Metalaşma şeyleri içine alıp önüne katarak paza­ ra sürükleyen hâkim eğilimdir. “Kadın" da


bu eğilimden hakkına düşeni alır. Kadının doğal/insani cinselliği metalaştınlır. Ka­ dın cinselliğini erkekle gerçekleştirebilece­ ğine göre kadın/erkek ilişkisi de metalaşır. İki cins ¿ırasındaki doğal/insani ilişki insa­ ni olmaktan çıkar, doğallığını kaybeder, çarpıklaşır. Burada, evet nisbeten kötü durumda olan, doğrudan bir meta haline getirilen kadındır ama erkek de ilişkinin he­ men öte yanındadır ve diğer cinsi ezme­ nin faturasını öder, insaniliğinden çıkarılır İki cins arasındaki doğal ilişkinin alınıp sa tıldığı pazarlar kurulur. Devlet bu pazarla­ rın güvenliğini alır, işleyişini düzenler, pe­ zevenklik yapar. Ama onlar sadece açık pazarlardır. Metalaşma en ‘ namuslu” aile kurumununda içine sızar, kontrolü gizlice ebne geçirir. Fark açık veya gizli oluştadır, o kadar. Kanmak istemeyenlere çok renk­ li elma şekerleri eğitim kurumlarından,

tışmalarından uzak, izole yaşayan kadın dünyaya yabancılaşmaya başlar, fiili müdahelede bulunamaz. Bu konumu kadını za­ yıflatır, çatışmalardan ürken/uzlaşma yan­ lısı tutumlara iter veya “karşı çıkma” eğili­ mini tümden kaybeder, boyun eğici olur. İsyan eğilimlerini ezip parçalayan bir kaya değildir ama içine alıp yumuşatan/eriten sünger gibidir. Hem kendisi hem de dışın­ dakiler içiıı doymak bilmez bir pasifikasyon süngeri olarak çalışır. Günlük hayata bakalım. Sendikaların, di­ ğer yığın örgütlerinin, siyasi partilerin iç iş­ leyişini dikkatle izleyin. Aktif kadın sayısı son derece azdır. Yönetici sayısı daha da azdır. Getto yaşamı sadece posifizm yarat­ maz, inisiyatif eksikliği de önemli bir ka­ rakterdir. ister ama, yapamaz. Öyle şartlandırılmıştır. Ezilen cins olarak bulunduğu konum onun, beliryici olmaya değil,

K adınm ezilen cins kon um un u bünyesine rahatça alan ve kadım m etalaştırarak kend i özgün ezilm e karekterin i kadına veren kapitalizm o n u ad eta b ir to p lu m sal g etto iç in e hap sed er: Bu g etto gö zle gö rü lm ez , b e lli b ir yeri yoktur. A m a h e r evin için e ayrı ayrı kollarını uzatab ilecek kadar korkunç boyutlara sahiptir.

TVden, radyodan, gazetelerden teker te­ ker dağıtılır. Yemek zorundasınızdır, yersi­ niz. Herşeye rağmen insanlığınızı koruya­ bilmişseniz, eğer bir istisn a iseniz abınıza vurulacak damga hazırdır: “A h lak sız!” Tecrit edilirsiniz. Kadının ezilen cins konumunu bünyesi­ ne rahatça alan ve kadını metalaştırarak kendi özgün ezilme karekterini kadına ve­ ren kapitalizm onu adeta bir toplumsal getto içine hapseder. Bu getto gözle gö­ rülmez, belli bir yeri yoktur. Ama her evin için ayrı ayrı kollarını uzatabilecek kadar korkunç boyutlara sahiptir. Dış dünya hiç ikirciksiz erkeklerindir. Hayat orada yaşa­ nır ve yeniden üretilir. Kadınlar gettosun­ da ise çocuklar ve ev işleri vardır. Kahre­ dici rutinlikte bir hayat her gün yeniden ya­ şanır. Gettonun gökyüzü gridir, güneş aç­ maz. Belki tatlı bir çocuk gülümsemesi... İş­ te o kadar. Ve işin daha kötüsü o şekilde bir propaganda saldırısı vardır ki; bu get­ toda yaşamak kadınlar için yüceleştirilir, am açihaline getirilir. Dış dünyaya açılan kadınlara hemen o gettoya dönüş hayal­ leri kurdurtulur. Beyinleri o gettonun ka­ rabasanının baskısı altındadır. Bir fabrika­ daki işçi kadın için herşeyin önünde gelen evidir. Çalışırken evinin sonunlarını düşü­ nür, sınıfınmkiler geridedir. İşçimiz genç kız ise bir “yuva” kurmayı düşler. İşçi olarak sö­ mürüsünü ortadan kaldırmak veya kısıtla­ mak ikinci planda kalır. Kadınlık statüsü sı­ nıfsal bilincin üstüne baskı kurar, gelişme­ sini dumura uğratır. Ve belki size ayrıntı gibi gelecek bu “tatlı” hayaller, sistem için başlıbaşına belirleyici bir öneme sahip toplumsal/gerici bir si­ gortanın bileşen öğelerinden biridir. Sistemin kişiliğini ezip posasını çıkartma­ ya çalıştığı kadınlar yine sistem tarafından koruyucu sigorta olarak kullanılır. Bu si­ gortanın görevi düzene karşıt eğilimleri yu­ muşatmak, bir şekilde düzen karşıtı eğilim­ lerle düzen arasında esneme kabiliyeti olan bir sübab olmaktır. Kadınlar gettosunda dış dünyanın ça­

uyum sağlamaya, yönetilmeye eğilim duymasını sağlar. Elbet kapitalizm tarafın­ dan ortakça ezildikleri erkek işçi kardeş­ leri de inisiyatif eksikliği çeker. Ama bu ka­ dınlarda daha da katmerlidir, azap verici­ dir. Hele bizim gibi ülkelerde henüz feoda­ lizmin etkileri de tam olarak kınlamadığın­ dan, ezilen cins statüsünün feodal ve ka­ pitalist biçimleri adeta iç içe geçer. Bu, içe kapanık kastlaşmayı daha da yoğunlaştırır, inisiyatif eksikliğini körükler, isyan ruhunu köreltici baskıları arttırır. Baskı altına aldığı insanların yarısının bu şekilde pasifize edilmesi ve üstelik hem kendi hem de diğer yarısı için isyan eğilim­ lerini emerek yumuşatıcı bir mekanizmaya çevrilişi sistem için oldukça önemli bir sa­ vunma mevzisidir. Ama iş burada kalmaz. Kapitalizmin kadın üzerindeki cinsiyetçi baskının devamından ve geliştirilmesinden sağladığı kazanç çok değişik somut alan­ lara yayılır ve sistemi destekler. Kadınlar için gönüllü mahkûm hayatı ya­ ratan gettolar, sistem için epey kârlı bir üre­ tim merkezidir. Kadınlar kendi gettoların­ da ezilen cins olarak başlannı eğip hiçbir karşılık almaksızın görevlerini yaparlar. Gettonun giriş kapısının hemen üstünde “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım!” ya­ zar. Toplum hayatının devamlılığını sağlamak esas olarak sistemin görevidir. Bunun en temel öğeleri ise yemek, çamaşır, temiz­ lik... vb.’den oluşan günlük yaşamın vazge­ çilmez olgularının sürdüğü bir ortamın sağ­ lanması — ki bu kapitalist toplumda “evaile” içinde sağlanır ve neslin devamı için üreme/çocuk bakımıdır. İşte, kadını kadın­ lık statüsü içinde tutarak sistem bu görev­ lerini kadınların sırtına yükler. Kollektifleştirilip tüm topluma mal edilmesi ve modern bir organizasyon içinde iş olarak yapılma­ sı gereken bu kaçınılmaz zorunluluklar en ilkel biçimiyle ebedileştirilir ve “kutsal ka­ dınlık görevleri” olarak bedavadan yaptırtılır. Sistem kendi işini kadınlara dayatır ve cebinden beş kuruş bile ödemez.

Ev işleri bıktırıcı bir fasit daire içinde tek­ rarlardan ibarettir. Bulaşık hep aynı bula­ şıktır, çamaşır da... ve bu hiç bitmez. Bu fa­ sit dairenin içinde kadının kişiliği ufalanır/zedelenir, ufku daralır. Ancak sistemin kârıda vazgeçilir cinsten değildir. Kâr1 ın en kutsal olgu olduğu kapitalizmde do­ kunulmazlığı vardır. İnsanlığın yarısını du­ mura uğratmak —ki bu diğer yarısını da doğrudan etkiler,— pahasına sistem o fa­ sit daireyi körükler ve kadının o dairenin dışına çıkmasını engeller. Çıktığı takdirde bilinen damgayı yine alnında hisseder:

“Ahlaksız!” Bazen kadınlar sistem tarafından özel bir çabayla işyerlerine çekilir. Bu, istihdam açı­ ğının doğduğu yüksek kapasiteli yıllarda özellikle uygulanır. O dönemlerde kadın­ lar bir nevi yedek sanayi ordusu gibi kulla­ nılır. İstihdam açığının kapatılması için ve kapatılıncaya kadar bir ayakları kadınlar gettosunda kalmak şartıyla diğer ayakları fabrikalara çekilir. Sorun çözülünce herşey yerli yerine oturur. Bu “geçici’Mık kadın­ ların basit işgücünden öteye sıçrayamamaları sonucunu doğurur. Elbette iş hayatın­ da geride kalırlar. Ne öyle bir yaşam için yetiştirilmişlerdir ve ne de o yaşamda sü­ rekli kalabilmişlerdir. Vasatın üstüne çıkı­ lamaz. Bu durum sistem ideologlarınca “kadın doğasfnın bilmem hangi özelliği ola­ rak uzun uzun açıklanır ve bir kez daha ka dınlara “kadın” oldukları ispatlanır! Sürekli çalışan kadınlar için de aynı şey söz konusudur. Daha doğrusu sistem on­ ları öyle bir konuma doğru sürekli iter. Ka­ dınlar gettosu onun için en iyi yerdir. Eğer onun dışına bir adım atılmaya çalışılıyorsa, bu adım eğilmeli, bükülmek, inmelendirilmelidir İşçi sınıfı içinde işçi kadınlar ücret sevi­ yesinin düşük tutulabilmesi için bir asgari zemin oluştururlar. Onlara verilen düşük ücretler erkek işçilerin ücretlerini de etki­ ler. İşçilik yapan kadınlar zaten çoğunluk­ la vasıf gerektirmeyen işkollarında istihdam edilirler. İşçi sınıfının dışındaki kadın emek­ çiler şehirlerde çoğunlukla sekreter veya benzeri işlerde, köylerde ise tarlalarda be­ dava köledir. Feodal baskı ile kapitalist bas­ kı özellikle köylerde/kasabalarda iç içe gir­ miştir. Erkeklerin en çok “ahlak” düşkünü oldukları yerler de buralardır. Pek rastlantı olmasa gerek! Şimdi bütün bu örnekleri epey çoğalta­ biliriz. Okuyucunun şöyle etrafına bakma­ sı yeterli olacaktır. Biz burada keselim ve Şu kesin tesbiti yapalım: Kadınlık statüsü ile kapitalist sistem iç içe girmiştir, birbirinden ayrılamazlar. Sistem kadınlara ezilen cins statüsünü layık görüyor ve bu statüyü her an yeniden yeniden üretiyor. Sistem iki cins arasındaki ilişkilerde eşitlikçi değil erkek­ lerden yana cinsiyetçi bir tutumdadır. Bu onun doğasına uygundur ve bünyesinin kopmaz bir parçasıdır. Kadın kurtuluş ha­ reketleri işte bu noktayı üzerinde yüksele­ cekleri zemin olarak belirlemek durumun­ dadır. Kadın kurtuluşunun ufku antikapitalizme uzanmalıdır. Sosyal hayat içinde korkunç bir canlılığı ve binbir deği­ şik yönde eğilimi taşısa da eninde sonun­ da somut bir olgudur. Bugün kadının ezi len cins konumu kapitalizm tarafından şe­ killendiriliyor, kaynağını oradan alıyor. Sis­ temin kendisini mücadele ufkuna yerleştiremeyen kadın hareketleri sistemin yarat­ tığı kaos içinde boğulup gitmeye mahkûm­ dur. Bu noktada buraya dek kullandığımız ka­ dınlar deyimini biraz açmamız gerekiyor. Ezilen cins içinde olmaları sonucu bütün kadınların kaderi belli bir noktada üst üste gelir. Bütün kadınlar “kadın” olmaya zor-

Feodal baskı ile kapitalist baskı özellikle köylerde/kasabalard i iç iç e girm iştir. Erkeklerin en ç o k “a h ia k ” d ü şkün ü o ld u kları yerler d e buralardır. P ek rastlantı olm asa g erek!

39


lanır. Ve sistem burada bütün kadınlar üze­ rinde ezici bir zafer kazanır. Onları “ İkinci cins” konumuna iter. Ama bütün kadın­ lar aynı sınıftan değildir. Kapitalizmin cin­ siyetçi baskılanndan hem farklı biçimler­ de etkilenirler hem de daha önemlisi bu baskıya farklı temelde tepki gösterirler. Ve eğer siz sınıflara bölünmüş bir toplumda ya­ şadığınızı unutursanız bütün kadınları bü­ tün erkeklere karşı saf tutmaya çağırabilir­ siniz. Bu sizin ufkunuzun toplumsal hayatı bütünüyle kavrayamadığını ve değişik ol­ gular arasındaki ilişkileri kuramadığını gös­ terir. Sizin ufkunuz toplumsal hayatın tek bir olgusu, kadın/erkek ilişkisiyle sınırlıdır. O sınırlılık elbette sizin kavrama yeteneği­ nizi de sınırlayacak, köreltecektir. Kadınlar ve erkekler izole bir ortamda değil, tüm canlılığıyle akıp giden toplum­ sal hayatın içinde yaşarlar. Kapitalist sistem­ de iki temel sınıfın arasındaki uzlaşmaz çe­ lişki, belirleyici karekterde toplumu sarar ve toplumsal hayatın her olgusuna dam­ gasını vurur. Kadınların durumu da bu ol­ gulardan biridir. İki temel sınıfın uzlaşmaz durumu ve çı k a rla rı kadınlık statüsüne karşı tutumların­ da da hemen ortaya çıkar. Sistemin ege­ meni olan burjuvazi — ki çağımızda bu egemenlik onun içinden çıkan finanskapital zümresinin tekeline girmiştir—, ka­ dınlık statüsünü doğrudan biçimlendiren ve koruyup geliştiren sınıftır. Proletarya ise “kadın”m özgürleşmesinden insanlaşma­ sından yanadır. İki sınıf burada da uzlaş­ maz bir tutum içindedirler. İnsanın insan­ laşmasının önündeki her türden engele karşı mücadelede nefesi tükenmez prole­ tarya sınıfı kadınlık statüsüne karşı da mü­ cadelenin önündedir. O, bir sınıf olarak ta­ rihin kendisini çağırdığı toplumsal kurtulu­ şun öncüsü olma görevini bu olguda da üstüne görev olarak alacaktır. Kadınlar açısından baktığımız zaman iç içe geçmiş iki durum var. Gerçek kurtuluş için mücadelesinin ufkuna hiç ikirciksiz ola­ rak anti-kapitalizmi geçirince o noktada en

Kadınlar ve erkekler izole bir ortamda değil, tüm canlılığıyle akıp giden toplumsal hayatın içinde yaşarlar. Kapitalist sistemde iki temel sınıfın arasındaki uzlaşmaz çelişki, belirleyici karekterde toplumu sarar ve toplumsal hayatın her olgusuna damgasını vurur. Kadınların durumu da bu olgulardan biridir.

leri diken olmuş halde işaret parmaklarıy­ la bizi gösterip “Pis politikacı!" veya “Bölü­ cü!” suçlamalarında bulunacaklar. Biz bu suçlamaları kabul ediyoruz. Bize “politikacı” diyerek kendilerini polilitika yaparak “reformist" bir eğilimi kadın pelerinde görenler, kendileri de bal gibi po­ litika yaparak “reformist” bik eğilimi kadın kurtuluş hareketine egemen kılmaya çalı­ şıyorlar. Ufuklanndan kapitalizmi kaldırıyor —yerine neyi koydukları ikinci dereceden bir sorundur— ve kadın hareketini düzen içi taleplerle sınırlayarak çıkmaz sokaklar­ da kaybolmaya sürüklüyorlar. Bunlar tu­ tarsız kadın kurtuluşçulandır. Orta sınıflara dayanır ve bu sınıf içindeki kadınların “kadın" olmalanndan dolayı orta sınıf erkek­ lerinin yararlandıkları düzenin kimi “nimet­ lerinden yararlanamamasının baskısını his­ setmeleri ve oluşturdukları tepkinin siyase­ tidir. Demokratik bir yönü de olmakla bir­

İnsanın insanlaşmasının önündeki her türden engele karşı mücadelede nefesi tükenmez proletarya sınıfı kadınlık statüsüne karşı da mücadelenin önündedir. O, bir sınıf olarak tarihin kendisini çağırdığı toplumsal kurtuluşun öncüsü olma görevini bu olguda da üstüne görev olarak alacaktır. '

• 40

tutarlı ve kesintisiz mücadele veren güç ola rak proletaryayı görecekler Bu proletarya hareketi ile kadın kurtuluşu hareketinin oh jektif ve kopmaz bağlarla birbirine bağlı ol duğunu gösteriyor. Ve İkincisi, kadınlar içindeki proleter kadınlar kadın kurtuluş ha reketiniıı motoru/öncii gücü olarak sivri lecekler. Mücadeleyi anti kapitalizme oturt maya en yetenekli ve tutarlı kadınlar ola rak proleter kadınlar, cinslerinin kurtuluş hareketinde de görev almak, yürütmek, öncülüğe talip olmak ve öncü olmak ko numundalar. Şunu tahmin edebiliriz. Biz “öncülük" de­ yince hele bu öncülüğün kadınlar içinde bir aynm yaparak proleter kadınların gö revi olduğunu saptayınca, feministler tüy­

likte ufkunun zayıflığı ve darlığı onları sü­ rekli düzen içi taleplerle sınırlı bir hareket olmaya zorlar. Kendi sınıfsal konumların dan memnundurlar ve vazgeçme niyetleri de pek yoktur. Bu yüzden düzene tepkile­ ri sönük, belirsizdir. Daha doğrusu düze­ ne tepkileri sadece kendilerini “kadın" ol­ maya zorlamasındandır ve o noktadan ileri gitmeye pek niyetleri de yoktur. Ve hem düzeni fazla rahatsız etmeyerek düzen için­ deki konumlarını korumak hem de “kadın" olmaktan kurtulmak gibi ham hayaller pe­ şindeler. Belki böyle “kurtulan” tek tek or­ ta sınıf kadınları çıkabilir ama kadınlık sta­ tüsü sürecektir. O, düzenle sıkı bağlar için­ dedir ve bir kurum olarak her an yeniden üretilir F.ğer bir feminist kadın kurtuluşun

da samimiyse süreç içinde kendisini düzen karşıtı bir konumda bulacaktır. Gelelim “bölücü” suçlamasına. Evet biz bir bütün olarak kadtnlann cinsiyetçi baskı altında olduklarına inanıyoruz ama sınıfla­ ra bölünmüş bir toplumda o kadınlann da farklı sınıflara bölündüğünü ve asıl ola­ rak bu bölünmenin onlann toplum içindeki konum ve bilinçlerini belirleyeceğini saptı­ yoruz. Bölünme bizim istediğimizle değil za­ ten objektif olarak var olan bir durumdur. Evet bütün kadınlar “kadınlık" karabasanı­ nın baskısı altındadır ama onlann toplum içindeki konumlan ve bilinçleri esas ola­ rak bulunduktan sınıf içinde belirlenecek­ tir ve bu aynı zamanda onlann kadınlık sta­ tüsüne karşı tavırlarını da belirleyecektir. Düzenin nimetlerinden doğrudan yararla­ nan egemen sınıf ve yönetici blok içindeki kadınlar düzenin aktif koruyucusu olacak­ lardır. Düzeni bir bütün olarak benimser­ ler ve bunlar kadınlık statüsünün de deva­ mından yanadırlar. Bugün ülkemizde Sem ­ ra Özal’ın başkanlığında yürüyen “Papatyalar” işte tam da böyle bir kadın ha­ reketidir. Proleter kadınlar ise “kadın" olma­ ya tepki duyar duymaz hızlı sistem karşıtı konuma doğru ilerleyecektir. İşte iki zıt sı­ nıfın iki zıt kadın hareketi! Ve bu ikisi sos­ yal hayat içerisinde ister istemez karşı kar­ şıya gelecek, çatışacaktır. Orta sınıf kadın­ larıysa —ki bunlar feminist hareket içinde toplanırlar— böyle bölünmelerden, zıtlık­ lardan ve hele çatışmalardan hoşnutsuzdur. Bunlar böylece kendi isteklerine rağmen varolan gerçeklikten uzaklaştıkça mücadele çizgileri de tutarsızlaşacak, sürekli olama­ yacaktır. Ve sürekli iki temel eğilimden et­ kilenecekler ve o ana noktalara doğru savrulacaklardır. Bu, proleter kadın hareketi­ nin feminist hareketi etkileyebileceği anla­ mına geliyor. Tabii tersi de doğrudur. Fe­ minist harekette zaman zaman proleter ka­ dın hareketini etkileyecek, kimi bulanıklık­ larını onun içine aktarmaya çalışacaktır. O halde, demokratik kadın hareketi eğe­ min sınıf ve yönetici blok dışındaki bütün kadınları kendi doğal tabanı saymalıdır. Proleter kadınların öncülüğü ise pratik içinde ortaya çıkacak, kendini kabul ettire­ cektir. Şüphesiz demokratik kadın hareke­ tinde yer alan bütün kadınların baştan anti-kapitalist bir zemine oturabilmesi im­ kânsızdır. Bu da proleter kadınların öncü­ lüğüyle birlikte, kadın hareketinin canlan­ ması, “kadınlık” statüsünün hayatın her gö­ rünümlerine karşı açıkça cephe alması ve bu tavrını sonuna kadar götürmesi, dü­ zenle ilgili gerçekleri pratik içinde teşhir etmesi sonucu oluşacaktır. Fakat proletar-


ya sosyalisti kadınlar —ister aydın olsun is­ terse proleter— daha baştan anti-kapitaiist hedefi açıkça ortaya koymak, propaganda sini yapmalıdır Demokratik kadın hareketi maddi tem e­ lini kadın cinsinin üzerindeki cinsiyetçi baskıdan alır. Bu yönüyle kendine özgü bağımsız bir alanı vardır. Aynı zamanda cinsiyetçi baskılann kökü düzenin içinde ol­ duğundan düzen karşıtı bir demokratik halk hareketidir. Uzlaşmaz sınıflara bölünmüş kapitalist düzende çıkarı proletaryanın çıkarlanyla gerçek bir uyum içindedir. Bu yö­ nüyle de demokratik kadın hareketi belir­ leyici olan sınıf mücadelesi içinde de safını almalı, proletarya hareketine bağımlı ol malıdır. Düzen tarafından kadınlar getto­ suna hapsedilen kadın cinsi, o gettonun ka­ ranlık denlizlerini parçalayarak toplumsal çalkantılara aktif olarak müdahale etmeli, içe kapanıklıktan hızla sıyrılarak “dış dünyadaki” her konuyla ilgilenmeli, kendi bağımsız tavrını koymalıdır. O noktada keıv dişine en iyi rehbmer proletarya olacaktır. Kimileri öyle tuhaflıklar peşindeler ki, proletarya hareketi ile demokratik kadın hareketi arasındaki bağımlılık/bağımsızlık ilişkisini kavrayamayarak sanki birbirini dış­ layan karşıt hareketlermiş gibi düşünceler geliştiriyorlar. Feministlerin başını çektiği bir eğilim ka­ dınlan dar cins çıkarlanyla sınırlı bir alan içinde tutmak amacında. Bu, kadınlar get tosu içinde kalarak kadınlık statüsüne kar­ şı çıkmak oluyor. Zaten düzende tüm gü­ cüyle kadınlan o zindan içinde tutmaya ça­ lışmıyor mu? Feministler kadın kurtuluş ha­ reketini dar cins çıkarlanna hapsederek dü­ zene yardım etmiş oluyor. Kendileri burıu “isteyerek” mi yapıyor? Bu bizim sorunu­ muz değildir. Demokratik kadın hareketi toplumun tüm alanlanna müdahale edebilmelidir. Bu, zaten o alanlara yayılmış olan kadınlar için kadınlar gettosundan çıkmak anlamına geliyor. Bu çıkış, kadın cinsinin kurtuluşu için “olmazsa olmaz!” derecede önemli bir

kadın cinsinin o alandaki durumunun, “ikinci cins” oluşun o alandaki gerçekleş­ me biçiminin teşhiri olacaktır. Ama sınır koymak ne mümkün! Kadınlar kendileriy­ le ilgili her somut ezilme biçimini biraz ka­ zıyınca altından bütün pisliğiyle düzen haz­ retleri sırıtacak! Düzene karşı mücadelenin öncü gücü olan proletaryanın nasıl kendi­ lerinin en yakın müttefiği olduğunu de­ mokratik kadın hareketi içindeki bütün sa­ mimi kadınlar pratik olarak görüp, yaşaya­ caklar. Bu durumun onların bilincinde ya­ ratacağı devrimci sıçramalann bedelini öde­ mek düzene düşüyor! Diğer eğilim ise tersi noktada beliriyor. Yeni Çözüm dergisinde çıkan yazılarda biz bunu açıkça görebiliyoruz. (3) Adeta de­ mokratik kadın hareketinden rahatsız olu­ nuyor. Kadınların kendi üzerlerindeki cin­ siyetçi baskılara karşı haklı başkaldırısı bö­ lücülükle suçlanarak devrimci mücadele­ ye karşıt bir konuma itiliyor. Filistenlik işte tam da budur. Bu arkadaşlar hem yürüyüp hem konuşurken kendilerine bir de sigara ikram edilince hemen pes ediyorlar. Bu ka dar çok iş bir arada yapılmaz ki! Eğer şimdiye kadar atıl kalmış bir de­ mokratik potansiyel harekete geçmeye baş­ lamışsa bundan rahatsız olmak yerine yö­ netmeye, doğru bir zemine çekmeye talip olmak gerekir. Kadınların üzerlerindeki cin­ siyetçi baskıya karşı tepki geliştirmeleri top­ lumsal muhalefete yeni bir canlılık kazan­ dıracak, taze bir soluk verecektir. Bunun adı bölücülük değil, hareketin zenginleşmesi, nüanslara yayılmasıdır. Y. Çözüm görünüşte feminizme karşı öf­ ke krizine tutulmuş gibidir, iş bununla kalsa üstünde durmaya değmez. Ancak, halen hiçbir kitlesellik kazanamamış, çok dar bir alanda tutunabilmiş olan feminizm karşısında bu panik niye? Öyle ki Y. Çözüm’ün kendisinin kadın konusunda ba­ ğımsız olarak söylediği bir şey yok. Görüş­ leri feminizme tepki temelinde oluşuyor. Ve bu sakat oluşumun gölgesi kadın soru­ nunda her söylenene yayılıyor. Pek bilinir ki, sırf tepkisellik her zaman tepki duyula-

Düzen tarafından kadınlar gettosuna hapsedilen kadın cinsi, o gettonun karanlık denlizlerini parçalayarak toplumsal çalkantılara aktif olarak müdahale etmeli, içe kapanıklıktan hızla sıyrılarak "dış dünyadaki” her konuyla İlgilenmeli, kendi bağımsız tavrını koymalıdır. O noktada kendisine en iyi rehber proletarya olacaktır.

noktadır. Sistemin kendisini layık gördüğü konuma cepheden karşı çıkmak, hem de fiili hareket içinde karşı çıkmak! İşte sorun burada düğümleniyor Kadın hareketinin kendine özgü bağımsız alanı içinde yaka­ layacağı ana halka budur. Sorun ideolojikpolitik-pratik olarak bunu yapabilecek çapta geniş görüşlü, kendine güvenen, düzen içi her türden eğilimi terk etmiş bir eğilimi de mokratik kadın hareketi içerisinde hâkim hale getirebilmek. Feministler kadını cins olarak “içine kapatarak” tersi noktadan ha­ rekete geçiyor. Şüphesiz demokratik kadın hareketi ha­ yatın her alanına yayılır ve aktif/müdahaleci bir çizgi izlerken öne çıkaracağı sorun

na karşı bir zayıflığı da içinde taşır. Böylece Y. Çözüm daha baştan feminizmle aııtifeminizm arasında gidip gelen tutarsız bir hattı kendine kader çizmiş oluyor. Birincisi, bu ülkede geçmişte kadın öz­ gürlüğü hakkında birkaç söz söylenmişse bunların hepsi de devrimcilere aittir. Femi­ nistlerin Türkiye’de bir kökü yok ve bu yön­ de devrimlere yapacağı eleştiriler havada kalır. Feminizm karşısında paniğe kapılma­ nın maddi temeli yok İkincisi, feminizmin 12 Eylül sonrasında gündeme gelmesi devrimcileri kadın soru nunda daha hassas ve ayrıntılı düşünme­ ye, daha çok pratik çaba sarfetmeye iten sebeplerden biridir. Ve feministler bizi keş-

fce daha fazla “sıkıştırsa!” Bilimsel sosyaliz­ min düşünce metodu ülkemiz orijinalitesin­ de kadının durumunu en iyi tahlil etme ve çözüm yolları üretme yeteneğini bize verir­ ken, pratik olarak da Türkiye proletaryası savaşçı yeteneğiyle kadın kurtuluşu hare­ ketinde de önderliğini kurabilecek güç ve kapasitedir. Üçüncüsü, feminizmin T ürkiye’de ka­ deri ne olabilir. Bu hareket yenilgi yılların-

Demokratik kadın hareketi maddi temelir kadın cinsinin üzerindeki cinsiyetçi baskıc alır. Bu yönüyle kendine özgü bağımsız b alanı vardır. Aynı zamanda cinsiyetçi baskıların kökü düzenin İçinde oiduğundı düzen karşıtı bir demokratik halk hareketli

da bir yılgınlar tapınağı olarak gücünü art­ tırırken toplumsal muhalefetin canlandığı yıllarda sürekli parçalanmaya ve düzen içi veya düzen karşıtı bir konuma doğru zor­ lanmaya mahkûmdur. Devrimcilerde bütün bu gelişmelere uygun olarak feministlere karşı tavrını belirleyecek, onlann içinden ba­ zılarını düzen karşıtı bir tutuma doğru zor­ lama imkânı varsa bunu görev bileceklerdir. Dördüncüsü, Y. Çözüm’ün feminizme karşı bu paniğe varan tepkiselliğinin altın­ da yatan, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan demokratik kadın hareketini kavrayama­ ma, kabullenmemedir. Feminizme eleştiri­ lerinin ve kadın üzerinde ilave söylenen bir­ kaç şey varsa onların üstünü kazıyın altın­ dan bu çıkacaktır. Gerçekte ise, kadın hareketinin doğuşu hiçte rastlantı değil. 1920’li yıllardan beri devam edegelen devrimci mücadele ve bu­ nun 27 Mayıs sonrasında hızla kitleselleş­ mesi ülke içinde adeta bir bilinç fırtınası es­ tirmiş, geniş yığınların düşüncelerinde önemli sıçramalar yaratırken buna bağlı olarak da politik bilinçlenmeyi en kaba gö­ rünümünden en hassas biçimlerine zengin­ leştirmiş hatta en ufak nüansları kavraya­ bilecek esnekliğe, güçlülüğe doğru itmiştir. Toplumsal mücadelede herkes kendi yeri­ ni almaya başlıyor. Bugün bazı milletvekil­ leri bile “Kürtçe benim anadilim, serbest bı­ rakılsın!” diyebiliyorsa bunun neyin ürünü olduğu açıkça bellidir. Bugün toplumsal ha­ reketlenmenin başını işçi sınıfı çekiyorsa, bütün gözler ona çevrilmişse buda rastlantı değildir. Y Çözüm tıpkı ezilen halkın sö­ mürge statüsünü ve bağımsız mücadelesi­ ni-kabul etmediği, tıpkı işçi sınıfının öncü rolünü kabul etmediği gibi, daha farklı bir kategori içinde oluşsa da yeni gelişen de­ mokratik kadın hareketini de kabul etmi­ yor. Ama bütün bunlar Y. Ç öztim ’e rağ­ men gerçek hayatta var. Ve böylece yeni gelişmelere karşı- onları önceden göreme­ melerine hiç değinmiyoruz, kapalı ve tep­ kici bir tutuma giriyor. Kendi tesbitlerine rağmen gerçek hayatta olan ve günümüz­ de artık pratik olanakda kendisini açığa çı­ karan eğilimlere uyum sağlayamıyor. Dev rimci hareket açısından tasfiyecilik ne ka­ dar zararlıysa tersi uçtaki, gelişmelere ayak uyduramayan içe kapanık kastlaşma/zenginleşmeme de o kadar zararlıdır. Bunlar


42

aynı madalyonun iki yüzüdür. Devrimciler açısından sorun demokra­ tik kadın hareketinin nasıl daha da kitlesel­ leştirilebileceği ve o alanda egemenliğin nasıl proletaryanın düşünce ve pratiği ta­ rafından sağlanacağıdır. Feministler kitlesellik kazanamadılar. Şimdiden sonra ne olur? Orası pratik tara­ fından belirlenecektir. Burada bir noktayı daha belirtmeliyiz. Feminist hareketin ba­ şını çekenler çoğunlukla Eylül öncesinde sosyalist saflardan kopmuş feminist hare­ keti oluşturmuşlardır. Bu aynı zamanda doğrudan politika yapmanın sertliklerin* den kaçışın hikâyesidir. Şimdi bu unsurlar daha dar ve oldukça “rahat" bir alanda top­ landılar ve sosyalizm zemininden açıkça kopuştular. Ancak sınıf mücadelesinin sert, karmaşık ve zengin görevlerinden kaçış her zaman böyle açıkça sosyalizm zemininden kopuşarak gerçekleşmeyebilir. Sosyalizm zemininde kalarak da aynı şey yapılabilir. İşte, Yeni Öncü’de dile gelen görüşler böyle bir eğilimi temsil ediyor. Y. Çözüm gelişen demokratik kadın hareketine uygun “yeni çözüm"ler getiremeyip tepkisel bir tu­ tuma girerken, Y. Öncü’de neredeyse po­ litikasının tam ortasına kadın hareketini koydu ve kadın cinsinin kurtuluş mücade­ lesini proletaryanın toplumsal kurtuluş mü­ cadelesinin dahi önüne koyacak denli be­ lirtiler göstermeye başladı. Açın Y. Öncü! nün sayfalarını. İki konu öndedir. Sosya­ list demokrasi sorunu- burada devrim son­ rasında oluşabilecek çeşitli durumlar tartı­ şılır ve kadın sorunu. Açıkça bellidir ki Tür­ kiye devriminin acil sorunları, günlük po­ litika bunların gölgesinde ve şayet “yer bulabilirse” dergiye girer. Derginin iki be­ lirleyici yazan Tekin Sönmez ve Nedret S e ­ na ise öyle “sıradan” “günlük” sorunlann ol­ dukça “üstündedirler! Birisi sosyalist ülke­ lere, onlann somut tarihsel süreçlerine eğil­ meye tenezzül etmeden (!) demokrasi dersi verip, sosyalizmin yüceliğine ilişkin ahlakî nutuklar atarken, diğeri de erkek cinsini derhal günah çıkartmaya çağırır! Bu tutum en başta. Eylülizmin en büyük başarılarından biri olan depolitizasyon dal­ gasının Y. Öncüyü de sardığının belirtisi­ dir. Öyle yükseklerde uçanlar aslında ba­ sit biçimde günlük politikadan kaçıyorlar. Beyinleri için çekici olan sınıf mücadelesi­ nin yeni dönemde oldukça ağırlaşan teo rik sorunları değil, jimnastik yapmak olu­ yor. Ve keza günlük pratiğin engebeler ve uçurumlarla dolu yollarıda -yenilen Eylül tokadının tesiriyle olsa gerek, pek çekici gelmiyor. Pratiğe yönelme isteği ve somut­ ça yöneliş onun sorunlarına canlı bir ilgi ve çözme isteğini de birlikte getirecektir. Y. Öncü’de henüz böyle bir canlılık belirtisi yok. O tıpkı günah çıkartıcı papazlar gibi köşesinde oturup herkesten hesap sorma isteğiyle dolu. Biz erkeklerde bu ahlakî yıl dırımlardan payımıza düşeni alıyoruz! Son olarak işçi sınıfına güvensizlik belir­ tileri satır aralarında okunabilir. Kadın mü­ cadelesinin öne çıkarılması, sınıf mücade­ lesine isteksizlikten olduğu kadar onır yü­ rüten öncü sınıfa karşı güvensizlikten de kaynaklanıyor. Proletaryanın devrimci enerjisi kadın cinsinin kurtuluş mücadele­ sini de kapsayacak ve belirleyecek çap ve güçtedir. Anlaşılan Y. Öncü yazarları fark­ lı, arayışlar içindeler? Bu arayışların açık so­ nuçları zamanla ortaya çıkacaktır. O halde Y. Öncünün kadın sorununda nö dediğinden ziyade, hangi zeminde yaklaştığı önemlidir. Bu, Y. Öncü’nün di­ ğer sorunlarına bakışını da etkileyen gün­ lük mücadeleden uzaklaşma ve ahlakçı nu­ tuklar çeken papazlar olma sonucunu do­ ğuran bir zemindir. (4) Önümüzde duran Eylülizmin başarılarından biridir. Burjuva

Kadınlar mücadele alanlarında yığınsal olarak yerlerini almaya başlıyor. Bu sürecin devamının yaratacağı devrimci sonuçların boyutlarının nerelere dek uzanacağını ve düzenin pek güvendiği kimi mekanizmaları nasıl parçalayacağını hep birlikte göreceğiz. Sınıf bilinçli işçiler hiç ikircikliğe kapılmadan ve bütün güçleriyle demokratik kadın hareketini desteklemek durumundalar.

sosyalizminin Eylülizmin etkisiyle oluşan yeni bir nüansı! 68’lerde devrimci-demokrat küçük burjuva sosyalizmi içinde yer alan­ lar 12 Mart tokadının etkisiyle burjuva sos­ yalist bir eğilim olmaya doğru “trenle” yola çıkmışlardı. 8 0 e kadar aradaki sınırda do­ laşıldı. Anlaşılan 12 Eylül tokadı “treni" bi­ raz hızlandırıp varacağı “istasyona" ulaştırdı! Sonuç olarak “Kadınlar, siyasi mücade­ leye katılın!” ve “Kadınlar cinsiyetçi baskı­ lara karşı başkaldırın!” sloganları, kimileri onlan her iki yönden çekiştirse bile, birbiri­ ni dışlamaz. Kadınlar siyasallaştığı oranda bir cins olarak ezilme durumundan hızla sıyrılacaklar ve kadınlar bir cins olarak ezil­ diklerinin farkına varıp bu statüye tepkile­ rini yükselttikçe siyasallaşacaklardır. İşçi kadınları ele alalım. İşçi kadınların artan ölçüde yığınsal ve kalıct olarak sınıf mücadelesine katılması, aktif rol üstlenmesi, düzenin kendisine cin­ siyetinden dolayı dayattığı statüyü kavra­ masından ve buna pratik olarak tepki gös­ termesinden destek alır. Aksi halde kadın işçilerin sınıf mücadelesindeki yeri olduk­ ça gerilerde, dar bir alanda ve geçici ola­ bilir. Çünkü düzenin bir cins olarak üzer­ lerinde uyguladığı özel baskı onları pasif/eylemsiz bir tutuma sürüklüyor, hatta tutuculaştırıyor. Aile dışındaki ilişkileri sürekli baskı altına alınıyor. Pratikte yeterince yer alamayış kadın işçilerin sınıfsal bilincinin ge­ lişmesini engelliyor, dumura uğratıyor. Dü­ zenin sınıf olarak üzerlerinde uyguladığı baskı ve sömürüye ek olarak sırf cinsiyet­ lerinden dolayı özel bir baskı daha uygula­ dığını pratik içinde kavrayan işçi kadınlar, erkek kardeşlerinden farklı olarak sosya­ lizmde yeni birşeyler daha hissedecek ve sınıfsız toplum idealine daha canlı ve sım­ sıkı sarılacaklardır. Ve sınıf mücadelesi içinde olmadan ka­ dın işçiler düzenin kendilerine dayattığı “ikinci cins” konumunu aşamaz. Sosyal sı­ nıfların modem ve devrimci olanı içinde yer alan işçi kadınlar sınıfının görevlerine ta­ lip olup pratiğe geçirdikçe cinsinin kurtu­ luşunun maddi zeminini de oluşturacak, o arada kendileri “ikinci cinsliği fiilen terk edeceklerdir. Düzeni karşısına alan savaş­ çı bir kadının kendisini cins olarak ezdirmesi mümkün mü? İşçi kadınlar cins olarak kur­ tuluşlarını da esas olarak kendi sınıfsal pratikleriyle kazanacaklardır. Belirleyici olan budur: İşçi kadınları devrime kazan­ mak! İşçi kadınarın devrim mücadelesinin en ön safında cesurca yer alması! ★ ★ * Gecekondularda artık yalnız erkek işçi­ ler değil kadın işçilerde yanyana geliyor, sı­ nıfsal ve cinslerinin durumlarıyla ilgili ha­ raretli tartışmalar yapıyorlar. Toplantılara ev işlerini ihmal ederek, çocuklarını koca­ larına bırakarak geliyorlar. Olmuyor mu?

Çocukları kucaklarında yine geliyorlar. Bu da bir protesto biçimidir. Birkez yola çıkıl­ sın! Arkası gelecektir. Erkek işçiler eğer mü­ cadele alanlannda yalnız kalmak istemiyor­ larsa bazı şeylerin eskisi gibi gitmeyeceğini dikkatli düşünmeliler. Değişimi göremiyenler pratik içinde biraz sancılı da olsa gö­ receklerdir. Genç öğrenci kızlar demokratik öğrenci hareketi içerisinde yer alırken aynı zaman­ da üzerlerindeki cinsiyetçi baskılara belki en duyarlı biçimde yaklaşıyor, nefretle protesto ediyorlar. Bu da onların devrimci demok­ rat hareket içersindeki yerlerini kabalaştı­ rıyor. Başka bazı kadınlarda artık sadece çeş­ me başına su doldurmaya veya tarlada kö­ lelik yapmaya değil, dağlara çiçek ekme­ ye çıkıyorlar! Kadınlar mücadele alanlannda yığınsal olarak yerlerini almaya başlıyor. Bu süre­ cin devamının yaratacağı devrimci sonuçlann boyutlanmn nerelere dek uzanacağı­ nı ve düzenin pek güvendiği kimi mekânizmalan nasıl parçalayacağını hep birlik­ te göreceğiz. Sınıf bilinçli işçiler hiç ikircik­ liğe kapılmadan ve bütün güçleriyle demok­ ratik kadın hareketini desteklemek duru­ mundalar. Dipnotlar: (1) Burada okuyucu haklı olarak bütün bu tarihsel du rumlarla ilgili daha ayrıntılı bilgiler İsteyecektir. Ancak yazının ilerkl bölümlerinde de görülecek bu boşluklar veya yazıda hiç değinilmeyecek bazı konular başka ya­ zıların konuları olarak bilinçlice atlanmıştır Biz bu ya­ zıda demokratik kadın hareketinin spesifik bağımsız ala­ nıyla “politika’ arasındaki ilişkiyi öne çıkartmak ama­ cındayız. (2) Sosyalist ülkelerdeki kadınlann mevcut durumla­ rıyla ilgili eleştiriler kadın sorunuyla ÜgiH yazılarda bof bol yapılıyor. Sosyalizmi kapısından girilince cennete kavuşularak mistik bir olgu olarak kavrayan ukala kalemşörler şu temel gerçeği bilinçlice atlıyorlar. Sosya llst sistemde kadınlar üzerinde bilinçli bir cinsiyetçi baskı uygulanıyor mu? Buna tvetT cevabını verecek namuslu kimse var mı? Ama siz bin yıllann biriktirip getirdiği bir sorunun bir çırpıda çözüleceğini umuyorsanız, bu sizin gerçeklerden kopuk bir hayald olduğunuzu gösterir. Sosyaİst ülkelerde kadının konumu henüz istenen noktada de­ ğildir. Ama temel sorun çözülmüştür Kadınlara özel bir cinsiyetçi baskı uygulanmamakta tam tersine özgür­ leşmeleri yolunda destek olunmaktadır. Gerisi bin yıl­ ların geleneklerinin çözülüşü ve yokoluşu sürecidir. O süreçte yaşanan şanolar, çözülemeyen bazı sorunlar hâlâ vardır ama aşılabilir pratik sorunlardır. (3) V Çözüm dergisinde kadın örgütlenmesiyle ilgili ya­ pılan bir açıklamada dergimize ilişkin küstahça ve si­ yasi terbiye sınırlarını aşan suçlamaları (siz dedikodu­ ları diye de okuyabilirsiniz) okuyan bazı arkadaşlar biz­ den bir açıklama beklediklerini belirtiyorlar. Biz o ze­ minde bir tartışmaya hiçbir devrimci-demokrat eğilim­ le girmedik, girmeyeceğiz. Devrimci demokrat insanlan “birbirine karşı” şartlandırmayı amaçladığını san­ dığımız bu tutumun “tehlikeli” bir yol olduğunu ha­ tırlatmakla yetiniyoruz. Devrimci ve demokrat güçle­ rin önündeki düzen hedefinin yanında birbirlerini he­ defleyen cepheler açmaya çalışanlann bunun bir be deli olacağını ve kime yarayacağını iyi düşiinmelen ge rekiyor (4) Bu zeminin aynntılı İncelenmesi ayrı bir yazının ko­ nusudur


Bir Mektup Var:

SBKP 19. PARTİ KONFERANSINA HAZIRLIK Aleksander SUKHANOV¡

“Parti içi dem okrasi perestıoikanın garantisidir” ilkesinden hareketle S ov yetler Birliği Haziran içinde 19. Parti K onferansına hazırlanıyor. M oskova 1 dan Haberler gazetesi bu konuda ok u ­ yucularının görüşlerine yer veriyor. Bizde S B K P 2 7 . K ongresine d elege, Moskova metrosunda çalışan bir işçinin m ektubunu çevirerek yayınlıyoruz.

Çarkın küçük bir dişlisi değil parti idealleri savaşçısı D em okrasi çeşitli biçimlerde anlaşı­ lır. Bazıları görüşlerini açıklam a özgür­ lüğü olarak yorumlar. B en ce bu unsur­ larından bir tanesi. D em okrasinin ana unsuru sözleri işe d önüştürm e özgür­ lüğüdür. Eleştirileri dinlemeyi an ca ö ğ ­ renebildik. Am a durumu düzeltmekten çok uzağız. S S C B 2 7 . Kongresi’nde yaptığım konuşm ayı geçenlerd e tekrar okudum ve bugün bir çoğu nu başka şekilde söylerdim diye düşündüm. D aha iki yıl geçti am a sanki 1 9 8 6 Mart’ı ile 1 9 8 8 Mart’ı arasında bir çağ varmış gibi g e ­ liyor. İnsanlar d ah a cesu r oldular ve kendilerine saygı duyulm ası gerektiği­ ni daha kararlı biçim de hissettiriyorlar.

A m a öte yandan o zam anlar soru n la­ rımızın çoğunun çözüm ü daha basit ve d ah a kolay görünüyordu. Ö rneğin K ongred e ben M oskova kent taşımacılığının aksaklıklarından söz ettim . Ve ço k yakınlarda I. Devlet Bilye Fabrikası personeli ile yaptığı top­ lantıda Miklıail G orbaçov da M o sk o­ va’nın en ciddi sorunlarından biri o la ­ rak yine buna değindi. Hadi bu büyük­ lükteki bir kentin taşım a sorununu iki yılda çözm ek zor diyelim. A m a ben in­ şaatçıların çalışm a koşullarını iyileştir­ m enin gerekliliğine de değindim . Ö y ­ leyse ned en iki yıl geçtiği halde M etro işçilerinin iş elbiseleri sorun olmayı sür­ dürüyor? B unu bana kimse izah e d e ­ mez. Kendi kendim e soruyorum , bir k o ­ münistin Parti toplantısında, plenary toplantısında son olarak Parti k on g re­ sinde dile getirdiği görüşlerin değeri nedir? S ö z gelimi pratikte taşıdığı d e ­ ğer nedir? Fikirlerinize karşı çıkılmaz^ hatta al­ kışlanır bile am a sonra unutulur. B u ­ na sık sık şahit oluyoruz. Sırad an parti üyelerinin fikirlerinden söz ediyorum . B e n kendim pek “sıradan” değilim - S S C B Y ü c e Sov yetler’ine temsilci, S B K P M oskova Kent Komitesi üyesi-

yim. A m a bunun ne özelliği var? E ğer Partiyi Lenin gibi anlıyorsak Partide h e ­ pimiz eşitiz ve eşit sorum luluk taşıyo­ ruz. Lenin her kom ünistin halkın poli­ tik lideri olduğunu söyledi. Emekli Parti üyelerinin öykülerinden biliyorum, Devrimin ilk günlerinde bu gerçekten böyleym iş. “B olşevik” sözü resmi bir konum taşımazmış. A m a yavaş yavaş otorite ve etkinlik sıradan B olşevikten, parti üyeleri kit­ lesinden, Parti örgütüne, onun bölüm ­ lerine geçti. Fikrin değeri onu dile g e ­ tiren kom ünistin mevkisiyle ölçü lm e­ ye başlandı. Bir yetkiler ve fikirler hi­ yerarşisi başladı. B u etimize kem iğim i­ ze öylesine işledi ki bugün, perestroikadan iki yıl sonra bile herhangi tartış­ malı bir konuda “sıradan” bir m uhalif yerine B ölg e Parti Kom itesinin fikrini benimsiyoruz. Son u çta, komünist ken­ di yetki” alanına neyin girip neyin gir­ mediğini düşü nm eye başlıyor. Eğer Parti içi hayat yeniden şekillendirilecekse, en başta sıradan kom ünist­ lerin saygınlığını arttırmalıyız. B unu yapm adığımız sü rece sıradan kom ü ­ nistlerdeki ilgisizliğin üstesinden g e ­ lemeyiz. B u nasıl başarılacak ? Hazır bir re ç e ­ tem yok am a sanırım Partiye üye ka­ bulü ile başlamalıyız. Şim diki uygula­ m ada bir işçi eğer işinde başarılıysa d e­ yim yerinde ise var kuvvetle saflarım ı­ zı “çekilir” A ncak bizim istediğimiz s a ­ d e c e başarılı işçiler değil, ortak m ü ca­ d ele de, ortak davada aynı düşünen arkadaşlar -gerçek komünistin asıl o la­ rak bir döğüşçü olduğunu nasılsa unut­ m aya başladık. Herhangi resmi bir k o ­ num u olm ad an saygınlığı olan in san ­ lara ihtiyacımız var. B unlar yalnız işçi­ ler içinde değil. İnşaat sektörüm üzün başkanı V sevolod Çurkin, m ükem m el bir uzm an, çevresind e büyük saygın­ lık uyandırıyor. 6 0 yaşını çok üstünde, kendisine “Partisiz Bolşevik” der am a Parti üyesi değildir. Ö te yandan Partili kalitesi olm ayan ve bu kaliteye ulaşm a­ ları d ah a ço k zam an alacak işçi üyele­ re sık sık rastlıyorum. Elbette partiye kabul edilm ek için sosyal konum 43 Devamı sayfa 79’da


KRUP ÇELİK İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ SÜRÜYOR!

Sabah 04.00’d e tüm çelik işçileri D uisburg’lulan uyarm ak için yürüdüler.

44

Yazıyı hazırlarken Krııp g e ce vardi­ yası işçileri D üseld orfa Şiderek, s a b a ­ hın erken saatlerinde köprülerden bi riııi kapadılar. Trafik saatlerce aksadı ve otoban lard a araba kuyruğu 8 km’yi buldu. D aha sonra eyalet p arlam en to­ suna giden işçiler dilek ve öfkelerini, eleştirilerini ilettiler. Onları böylesine öfkelendiren Krup tekeli yetkilisi ile başka bir tekel yetkilisi arasında yapı­ lan telefon konuşm asından işçilerin ha berdar olmasıydı. Ve konuşm ada S P D yetkililerinden birinin “Ne y a p a ca k sa ­ nız yapın, artık bir karara varın, yoksa iş ç ile r daha fa rk lı e y le m le r e hazırlanıyor" dendiği açığa çıkıyordu. G erçi S P D bir bildiri yayınlayarak bu telefon konuşm asında söylenenleri ya­ lanladı. işverenlerin iftirası olarak ni­ teledi. Fakat işçilerin görüşü ey lem le­ riyle de gösterdikleri üzere zıddı d o ğ ­ rultuda. Geçtiğim iz hafta ise 6 2 0 0 Krup iş­ çisi üretimi 4 gün için durdurmuştu ve işyerine giriş çıkışları kontrol altına al­

mıştı. 11 Nisanda yapılması beklenilen toplantıyı işverenin mayısa ertelem esi ve üretim e başlam aları tehtidini savur m ası karşısında, işçilerin kendi arala­ rında yaptıkları toplantıda, süresiz işi bı­ rakm a eylem i kararı alındı. B öy lece son bir hafta içinde eylem ler yeniden bir yükseliş ivmesi kazandı. O ysa ara­ lıktan bu yana iniş çizgisi gösteriyordu. M a rt ayı ortalarında hazırladığımız bir bildiride değerlendirm em iz şöyleydi, yeri gelmişken burada belirtmeliyiz: * “Kurup direnişinde dayanışm a hare­ ketinin yaygınlaşıp, büyüm esine rağ­ m en. Krup işçilerinin eylem lerinde bir düşüş ve gerilem e olmuştur. O ysa d a ­ yanışm anın bu boyutlara ulaşabilm e­ sinin sebebi işçilerin ilk başta -Aralık 1 9 8 7 ’de- otobanı kesm e, köprü işgali gibi eylemleriyle yaptıkları fiili çağrılar­ dı. Dolayısıyla dayanışm anın diğer iş­ yerlerinde destek grevleri gibi nitelik­ lere sıçrayabilmesi, Krup işçilerinin ey

Aslı DOKUMACI lem ve tutum larının değişm esine b ağ ­ lıdır. Alm an finans-kapitalinin ve onun devletinin baştan beri korkusu işçi e y ­ lemlerinin böylesi devleti hedef alan ni­ telikte ve boyutta sürm esi idi. D olayı­ sıyla işçilerin direnişinin potansiyeli ya­ vaş yavaş düşürülüp, iğdiş edilm eliy­ di. Bu görevi de, “sosyal barış”ı dilin­ den düşürmeyen sosyal dem okrasiden başkası üstlenem ezdi, öyle de oldu. O laylar kısa zam anda S P D y i aşmış, bundan ürken sosyal dem okrasi yavaş yavaş eylem tansiyonunu düşürm üş, tarihsel görevi olan, işçileri serm ayenin çıkarları karşısında ehlileştirmek, uyuş­ turm ak fonksiyonunu yerine getirm iş­ tir. Aralıktan beri adım adım yaşanan budur. İşçi Arkadaşlar, D irenişte bir geri çekilm e, yer yer m oral bozukluğu yaşanıyor oluşu bizleri şaşırtm asın. Bu sad ece m ad alyo­ nun bir yüzüdür. O ysa direniş bitmedi sürüyor. Şim di m esele bundan böyle


direnişi nasıl bir hızda ve nitelikte götüreceğimizdir. İşveren zam an kazandı ve fiili saldı­ rı hazırlıkları içindedir. İşçilere şimdiden tehdit mektupları yollamaya başladı bi­ le. Şim di 6 2 0 0 işçiyi parça parça nasıl işten atarım da am acım a ulaşırım h e ­ sabı içindedir. Yapılm ası gereken bilinçli işçilerce başlatılan yeni direniş hazırlığına bütün gücümüzle katılarak, direniş komiteleri oluşturmaktır. A ncak böylesi bir örgüt lenm eyle sendikam ıza sahip çıkabilir, onu alttan denetleyip, reformist sen d i­ kacılığın uygulamalarını değiştirebiliriz, uyuşukluğu kırabiliriz. Şim di işçilerin yeniden örgütlenip, m ü cad eleye karar verdikleri bir d ö n em d e S P D ’nin nisan ortasında güya büyük bir eylem kararı almış olm ası, umutlarımızı o güne yığmamıza yol aç mamalıdır. B u kararı onlara bizlerin iki haftadır yeniden derlenip, toparlanm a girişimimiz aldırtmıştır. Bununla yetinir, yeniden gevşersek bizler için olumlu ol maz. D aha etkileyici ve sonuç alıcı grev si­ lahımızı kullanm ak, Krup işyerinden başlayarak başta İG E M etal (M etal Sendikası) üyesi işyerlerinde grevleri yaygınlaştırm ak komitelerimizi kurup, işletm em ize bağlıdır. Parça parça işten atılm alarda, birbi­ rimize yapılanın hepim ize yapıldığı bi­ linciyle davranır, topyekün bir direni­ şe hazırlanırsak, an cak çözü m e ulaşa­ bilir, kazanabiliriz. O nurlu m ücadelem izi başladığımız gibi sürdürm ek için görev b a şın a ” S o n iki haftadaki olaylar yukarda aktardığımız d eğerlendirm e doğrultu­ sund a aktı. B öylesin e bir ileriye atılış, gecikilm iş de olsa çok sevindiricidir. Biraz son durum dan başlayıp, aktar­ m aya çalıştığımız Krup direnişi nedir, nasıl başmlamıştır, on a değinm eye ç a ­ lışalım. O layların başlangıcı 1 9 8 7 ’nin ilkba­ harına rastlıyor. Almanya’nın en büyük çelik tekellerinden olan Krup, Duisburg’un bir sem ti olan R h ein h au sen (R aynhauzen) işyerinden 2 0 0 0 işçiyi Çıkarına planını açıklıyor, işçiler bu ka rarı Nisan 1 9 8 7 ’de protesto etmişlerdi. D ahasonraki günler sakin ve olaysız geçiyor. D ananın kuyruğu asıl 2 7 Kasım 1 9 8 7 ’de, patronun R aynhauzen Krup işletmesini kapatm a planının açığa çık m asıyla kopuyor. Plan Tisen, Krup ve M annesm an çelik tekellerinin ham çe lik üretim alanında birleşm e k aıaıı al m alarının ardından açıklanm ış, Krup R aynhau szen’d aki üretimin Duisburg M ann esm an ve Tisen tarafından üst leııileceği belirtilmişti. Bu plana göıe i? çilerin bir kısmı başka bir yerdeki işlet m elere devredilecek ve geriye kalan binlerce işçi sokağa atılacaktı O ysa Krup işçilerinin son yılda lab rikatöılere sağladığı kâr 5 0 milyon marktı. Kapitalizmin karakteri kârına kâr katm ak olduğundan, yılda 2 5 0 milyon mark kâr am açlayan tekeller Tisen, M ann esm an, Krup bu işyerini ve fazla kâı am acına elverişli bulmadık ları işletmeleri kapatm alıydı. 6 2 0 0 işçi

ve tüm bir sem t -toplanı 4 0 bin kişi- s e ­ falete terkedilecekm iş, gam mı? O nlar kârına bakardı, çelik dalında 2 yıl ö n ­ ce 2 9 0 bin olan işçi sayısı çoktan 2 0 0 bine düşürülmüş, bir “sosyal planla” bu sayı daha da düşürühüp 150 bine ulaş­ malıydı. Finans-kapitalin üretim a n a r­ şisi üzerine kurulmuş düzenini sürdür­ m esi, her alanda çeliğe ihtiyaç varken -özellikle inşaat dalında binlerce insan konutsuzken fiyat spekülasyonları, em peryalizm in gen el krizi bunu zorlu­ yordu. Bilinçli işçiler bunun farkınday­ dı: “... Ç o k çeliğimiz mi vaı? Tereyağı tepeler gibi yığıldığı halde, çok yağımız mı var? 8 milyarlık m eyve ve sebze d e ­ nize dökülüyor, biz bu kadar tok m u ­ yuz? Buğdayların im ha edilm esini ö n ­ leyebilir miyiz? Çelik sanayii krizde de ğil... Krizde olan bu sistemin kendisi­ dir, yani kapitalizmdir” (Krup işçileri ve Frankfurt işçilerinin yeni yıl toplantısı bildirisinden) Yabancı bilinçli işçiler de şöyle sesleniyorlardı: “İŞ Ç İL E R , • S o n iki üç yıl kapitalistlerin en çok kâr ettikleri yıllar oldu. Krup, T isen, Höş, Klökner ve M annesm an’ın son iki yıldaki kârı 2 .5 milyar marktır. Toplu işten çıkarm alara rağm en 5 misli kâr. • S o n yirmi yıl içinde yalnızca Ruhi bölgesinde 5 0 0 bin işçinin işyeri yok

edildi! • Federal Alm an finans kapitali yal nız 1 9 8 8 yılında 1 0 0 binden fazla işçi­

yi sakağa atma planı yapıyor! • Çelik sanayinden ve köm ür hav zasından 6 5 bin işçi atılacak! Bildiğiniz gibi işsizlik yalnızca F. A l­ m anya’da değil Batı Avrupa’da, A m e ­ rika’da ve azgelişmiş ülkelerde de a rt­ maktadır. İşsizliğin kapitalizmin rııüz miıı hastalığı olduğu bilinen bir g erçek ­ lik. Fakat bu seferki işsizlik dalgasının niteliği, süründürücü değil öldürücü. Emperyalizmin buhranı arttıkça, parababalarının işçilere karşı politik, id e ­ olojik ve ekonom ik saldırıları da artı­ yor. İşçi sınıfına ve halka karşı bu sa l­

dırılar bazı ülkelerde faşizm boyutları­ na, bazı uluslara karşı genosit boyut­ larına varabiliyor. Federal A lm anya’da ise şimdilik toptan işten çıkarm a, işyer­ lerinin kapatılm ası seviyesinde. “R e ­ form” adı atında hazırlanan gerici k a­ nunlar hazırlanıyor. Bu bir sınıf m ücadelesidir. Elbetteki tekeller kârlarına kâr katm ayı, ucuz iş gücü d epolarından istedikle!inde fay­ dalanmayı, işsizlik tehdidiyle işçiler ara sındaki yarışı körükleyip, onları bölm e yi. dayanışm alarını kırmayı planlayacaktır. Devlet aygıtı ve ekonom iyi kont­ rol şimdilik elindedir. Tekeller bu çağ d a kendi ölüm ç a n ­ larının çalm akta olduğunu herkesten iyi bilmektedirler. Sonlarını uzatmak için ellerinden geleni yapacakları açık­ tır. O nlardan insanlık beklem ek, ölü gözünden yaş b eklem ek olur Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızda.”

Krup'taki mücadele açıkça göster­ miştir ki: Bir yanda tekeller ve onun devleti; diğer yanda işçiler, küçük dük­ kân sahipleri ve küçük işyerleri! K ısa­ ca: Bir yanda azınlığın azınlığı bir avuç parababası, diğer yanda işçiler ve halk çoğunluğu.

Krup'taki mücadele açıkça göster­ miştir ki: Kapitalizm işçiler ve diğer halk yığınları için bıçak sırtında yürüm ekte dir. H er an açlık, işsizlik, pahalılık ka pıdadır. Nihayi çözüm ü bu düzenin sı­ nırları içinde aram ak aldatm acadır ve artık düzen üretim güçlerine dar geli­ yor.

Krup'taki mücadele bir kerre daha göstermiştir ki: G eçici çözüm leri bile ancak ve ancak kararlı, etkili m ü ca d e ­ leyle kazanabiliriz. Başarının anahtarı direnm ektedir.

Krup’taki direniş bir kerre daha gös­ termiştir ki: Birlikten kuvvet doğar. Hangi ulustan gelm işsek gelelim Alm an, Kürt, Türk, Y unan, İtalyan, İspanyol, Portekizli, Yugoslav vb. hangi dili konuşursak konuşalım , hangi din den olursak olalım -Hıristiyan, Miislü


f

Ren Köprüsü’nün kapanışı. K öylüler traktörleriyle gelip görüşüyor ve cesaret veriyorlar.

m an, Musevi, Budist vb: biz işçiler, iş çi sınıfının birer parçasıyız. Birlikte dav­ ranır, ayrı gayrı bilmez; kendi aram ız­ daki hoşgörüyü, dem okrasiyi geliştirir, örgütlerimizi eylemimizle d enetlersek d aha da güçleniriz. Bileğimizi kim se bükem ez.

Krup’taki direniş bir kerre daha gös­ termiştir ki: İşçi sınıfının kardeşliği, d a ­ yanışması laf değil bir gerçektir. Ve d a ­ yanışm a ancak girişken, örgütlü ve di­ siplinli çalışm ayla yaygınlaşabilir.

Krup’taki direniş bir kerre daha gös­ termiştir ki: İşçi sınıfı hayatı ateşten, d e­ mirden yaratan bir sınıftır ve postu k o ­ lay kolay kaptırmaz. O ağzından lok­ ması alındığında susam kafasına vurul­ duğunda pısan parya değil, kapitaliz min ‘m ezar kazıcısı’ olm a şerefine sa hip devrimci m odern bir sınıftır.

Krup'taki direniş bir kere daha gös­ termiştir ki: Yalnız değiliz. “H er milli

46

bahride, her kilom etre taşında" d ost­ larımız ve düşm anlarım ız vardır. “D ostlar ki bir kere bile tanışm adık. D üşm anlar ki kanımıza susamıştır." Kanımıza susayan tekelci kapitalist­ lere karşı verdiğimiz ölüm kalım m ü ­ cadelesinde safları sıklaştıralım kardeş ler! Şim di yapılması gereken grev gibi d ah a etkili ve sonu ç alıcı m ü cad ele bi çimlerini gün d em e getirmektir. Kendi sınıfımıza güvenerek gerek sendikal g e ­ rek politik örgütlerimizi alttan d en etle­ mektir. Sosy al dem okrasinin uyuştu­ rucu burjuva etkisinden, küçük burju­ va alternatif teknik düşm anı anarşist eyilim lerden kopuşm alı, söm ürüyü sı­ nırlandırm a m ü cadelesi, söm ürünün kaldırılması m ücadelesiyle taçlandırılmalıdır. Yaşasın Sosyalizm ! Yaşasın E n ter­ nasyonalizm ! Bütün İşçiler, Birleşin!” Yukarıda sözünü ettiğimiz 2 7 Kasım 1 9 8 7 tarihinden beri, işçiler “Aksiyon H aftaları" düzenleyerek çeşitli p rotes­ tolar, gösteriler, etkinlikler, öğrenciler, an m a günleri düzenliyorlar; d ayanış­

mayı örgütlüyorlar. İşyeri kapıları önünde veya Duisburg’un çeşitli bölge­ lerinde, sendika önlerinde ateşler y a ­ kılıyor. Bunlar hiç söndürülm eden sür­ dürülüyor. Çadırlar kurulup, gece gün­ düz nöbet tutuluyor. Toplum un her kesim inden İnsanlar (halk sınıf ve tabakaları) direnişi her gün d aha da destekliyor, d ayanışm a­ larını arttırıyorlar. D ayanışm a uluslara­ rası boyutlara ulaşma eyiliminde. B a ş ­ tan beri pazartesi ve cu m a akşam ları toplanan bir Halk Komitesi oluşturul­ du. Toplantı herkese açık ve sorunlar, eylem önerileri vb. orada tartışılıyor. Parti temsilcileri, yazarlar, sanatçılar davet ediliyor. Kimi finans-kapital par­ tilerinin sözcüleri de hak ettikleri c e ­ vapları, tepkileri alıyor. Şim di koalis­ yonda olan baş partilerden CDLFlu Ç a ­ lışma B akanı R. Blum ıslıklanıp, y u h a­ landı ve çürük yum urta ile karşılandı.

Ve dayanışma ancak girişken, örgütlü ve disiplinli çalışmayla yaygınlaşabilir.

Çeşitli kadın kuruluşları ve gençlik ö r­ gütleri de Krup işçileri için insiyatifler oluşturdular. Türkiyeli dem okratlar da bir D ayanışm a Komitesi oluşturup, desteğini direnişe seferber etti. Bildiri­ ler yayınladı, eylem lere aktif olarak k a­ tıldı, kendisi eylem ler örgütledi. Ö r­ neğin bir d esteklem e çadırı açıp, ateş yaktı. Yabancı kadınlar da çeşitli ey ­ lem ler düzenlediler, etkinliklere katıl­ dılar.

2 0 . Eylem Haftasını yaşam akta olan direnişin tansiyonu, yazıdan da an la­ şıldığı gibi inişli çıkışlı. En yüksek n ok ­ tasını aralıkta işçilerin otobanları işgal ettiğinde yaşadı. Uzun zam andır A l­ m anya’da böylesi m ilitanca eylem ler gerçekleştirilmediğinden epey etkili ol­ du. Şimdi yeniden işi bırakma eylemiy­ le yükseliş deneniyor. Bakalım yaşayıp, göreceğiz. G e n e bir değerlendirm e yaparsak: İşçi sınıfı tüm dünyada yeni bir d ö ­ nemin eşiğine gelmiştir. Özellikle bilim­ sel teknik devrimin endüstrideki etki­ lerinin duyulm aya başlam asından bu yana. 8 saatlik iş günü m ücadelesi de tek ­ niğin gelişm esine paralel olarak yük­ selmişti. Bilindiği üzere makinelerin e n ­ düstriye uygulanm asından sonra işçi­ ler ö n c e m akineleri düşm an bellem iş­ ler ve onlan kırmışlardı. D aha sonra asıl düşm anın m akineler değil, kapita­ listler olduğunu farketmişler; kapitalist­ lerle devletin karşılarında olduğunu, d ah a doğrusu devletin kapitalistlerin devleti olduğunu, iş bırakımlarında, grevlerde anlamıştı. Sendikaların ku­ rulm ası, tüm dünyada 8 saatlik iş g ü ­ nü için genel grevlere gidilmesi, 1 M a­ yıs olayları hep bu d ö n em e d en k d ü ­ şen gelişimlerdir. Çeşitli süreçler iç içe yaşanıyor. B ir­ çok ülkede işçi sınıfı iktidara gelmişken, kapitalist ülkelerde söm ürünün sınır­ landırılması m ü cadelesiyle uğraşıyor. B ugü n işyerlerinin kapatılm ası, işin kaybedilmesi öylesine gündem dedir ki -hele işsizler ordusunun sayısı gün g e ç­ tikçe kabardıkça; azgelişmiş ülkelerdeki aç nüfus, işsizliği d aha da yüksek b o ­ yutlara çıkarıyor- iş güvenliği konusu işçi sınıfının gündem inde yeniden baş m ad d e oluyor. Ne var ki söm ürünün ortadan kaldmlması mücadelesiyle ta ç­ landırılmayan söm ürünün sınırlandırıl­ ması mücadelesi gücünden düşüp, e h ­ lileşm eye m ahkûm . Bu seferki iş günü kısaltm ası m ü ca ­ delesi -şimdiki slogan: 3 5 saatlik iş haftası- böylesi bir iktidar m eselesiyle her zam ankinden daha ço k içiçe yü ­ rüm ek zorunda. Kapitalist batıda işçi sı­ nıfı üstünde burjuvazinin ve küçük bur­ juvazinin gölgesi çok güçlü. Aristokrat işçilerin burjuva sosyal dem okrat göl­ gesi ve gittikçe m oda olan küçük bur­ juva teknik düşm anlığı, rom antik eski günlerin özlemi. “Endüstride bu o to ­ m atikleşm e sürerse binlerce işçi işini kaybedekcek, o zaman ne olacak?" kü­ çük burjuva korkulardan geçilmiyor. Düzeni değiştirm ek gerektiği akla g e l­ miyor. A m a sosyalist ülkelerin varlığı, d e ­ min belirttiğimiz içiçe yaşanan sü reç­ lerin hızlanmasını arttırıcı faktörlerden biri. H atta geçtiğimiz yıl bu olgunun kendi iç dinam iğine etkilerinin som u t­ ça m yaşandığı yıl oldu. Adeta so sy a­ lizmin iç m eseleleriyle de ilgili bir d ö ­ nüm noktasına gelindi. Özeleştiri b a ş ­ ka bir dinam ik kazanıyor. G orbaçov hareketi sosyalizmin kendi iç dinam i­ ğinin böylesi bir nitel sıçram aya talip oluşun önem li belirtisi. İşte Krup işçilerinin militanlaşma eği-


Patron konuşuyor. İşçilerin öfk esi ve kini.

limi gösteren m ücadeleleri böyle bir d ö n e m e denk düşüyor, işçi sınıfının enternasyonalist m ü cadelesind e yeni bir d önem in ilk habercilerinden. G e ­ çen yılki Ingiltere m aden işçilerinin gre­ vi de böyleydi. 3 5 saatlik iş günü için iki yıl ö n ce tüm A lm anya’da grevler olm adı değil. Kısa iş gününde bazı kazanım lar da sağladılar. A m a fazla m esailer, ücret­ lerin aynı kalması kazanılan mevzilerin önem li gedikleri. “Kısa çalışm a” uygu­ lam asını kuşa çeviriyor. Aslında kapitalizmin gelişmişlik s e ­ viyesi sosyalizmin kurulmasını zorluyor batıda. A m a işçi sınıfının militan e y le ­ m inin inmelenmişliği, reform ist sen d i­ kalarla ekonom ik m ücadelesinin b aşı­ nın bağlanm ış olm ası, en önem lisi p o ­ litik ve ideolojik m ücadelesinin sönü k­ lüğü. Diğer ülkelerin işçilerinden s ö ­ mürü m ekanizm asıyla alınan payların oranındaki yükseklik konuyu kangren- leştiriyor. Aç gelişmiş ülkelerin işçi sınıfları, yoksul köylülük devrim problem lerini çözm ed e ellerini çabuk tutm adıkça da kangren büyüyecek. Batı işçi sınıfı ik­ tidar m eselesini gün dem e alm ak zo­ runda. Yalnız Krup işçilerinin ey lem le­ rinin de gösterdiği gibi bizzat m etropol işçilerinin kendi iç dinamiği de militan­ laşm aya eyilimlidir ve kangren işçi sı­

nıfının tüm hücrelerine yayılmamıştır. Bu m ücadele aynı zam anda ‘Artık işçi sınıfı yok, yerlerini beyaz yakalılar aldı” safsatalarının çok ça gevelendiği bir dö nem d e işçi sınıfının nasıl var old uğu­ nu gösterdi. Sosyal dem okrat iktidarlar yavaş ya­ vaş batıda tekerlendikçe m uhalefetin yükselm esi, sola kaym ası kaçınılmaz. M esele bu m uhalefeti ülkelerin K P ’lerinin etkileyip, örgütleyebilmesi. S av aş sonrası olağanüstü lehlerine olan im ­ kânları kendi güçlenm elerine seferber e d em ey en kom ünistler ağır bedeller ödüyor. Avrupa Komünizmi sapm ası öd en en bedelin boyutlarını gösteriyor. G örünen sola kayan muhalefeti şim ­ dilik küçük burjuvaların örgütlediği. Uzun yıllardan beri bunun ideolojik m ü cadelesi sürmüş. 1 9 6 8 öğrenci ha reketlerine katılanlaıın çoğu küçük bur­ juva alternatif partilere ideolojik bir baz oluşturm uş. Kom ünistlerin sola kayan m uhalefeti, en önemlisi yeni bir d ö n e ­ m e gelen işçi sınıfı hareketini etkileyip geliştirmeleri sosyal d em okrasiden ne denli bağımsız davranabildiklerine bağ lı. Kuyrukçulukla, birlikte iş yapm ak karıştırılıyor. E nternasyonal görevini kendi ülke­ sindeki devrim m eselesini birinci d ere­ ce d e m esele olarak anlayanlar için ise

konu devıim lere etki veya sosyalist ha reketin gelişm esi bakım ından önem li Dünya sosyalist hareketine söyleyecek­ lerimizin yordamı bugünkü konumuyla kendi ülkemizdeki mücadeleyi yükselt­ m ekten geçiyor olsa da ideolojik biri­ kimimiz, deneylerim iz diğer proleter hareketlerle ilişkilerin geliştirilmesine elverişlidir. Önem li olan bunun pratikte örgütlenm esidir. B u rad a işçi sınıfının bir parçası olan Türkiye’d en gelm iş iş­ çilerle ilişkileri geliştirm ek, onlarla h a ­ yatın her alanında, düzenli, disiplinli, bilinçli birlikte olabilm ek; kendi d av a­ larını onlara anlatabilm ek, davrandırabilmek önem li. Türkiyeli işçilerin sınıf atlam a, Türkiye’d e zengin olm a, tica retle uğraşm a, dükkân açm a, para bi­ riktirme eyilimleri onların ayağında bir köstek. Krupta sayıları 7 0 0 ’ü bulan bu işçilerin bilinçleri de çeşitli. Ö n e çıkmış, öncü bilinçli işçilerin yanında bilinçsiz­ leri de var. A m a direniş onları da etki­ ledi ve değiştirdi. Şurası hiç un utm a­ dığımız bir gerçek ki bir gün onlar da diğer arkadaşları gibi bu düzenin ç e r­ çevesind e çözüm aram anın kurtuluş olmadığını anlayacaklardır. Ne tek ba şm a kurtuluş m üm kündür, ne de in sanın insan tarafından söm ürüsü s o n ­ suza kadar devam eder. D irenen bir gün mutlaka kazanacaktır, bugün o l­ mazsa yarın.

47


ÇELİK İŞÇİLERİNİN YAKTIĞI DİRENİŞ MEŞALESİNİ YÜKSELTELİM

Krupp Ailesinin lüks evi işçilerce işgal ediliyor.

*

Bat» Almanya işçi sınıfı patronların ve devletin topyekün bir saldırısıyla, iş­ sizlik ve açlıkla yüzyüze bulunuyor. Rheinhausen * Krupp fabrikası ka­ patılmak ve 5 3 5 0 işçi sokağa atılmak isteniyor. Şimdiye kadar binlerce işçi işinden atıldı. Patronlar ve onların dev­ leti daha sırada onbinlerce işçinin bu­ lunduğunu açıkça ilan ediyorlar. Eğer direnişle karşılaşmazlarsa, işçiler sessizce açlık ve işsizliğe razı olurlarsa, bu istek­ lerini yerine getirmede en küçük bir te­ reddüt göstermeyecekler. Tüm bunlar dünyada ilk defa olmu­ yor. Daha önce de sermayedarlar gir­ dikleri bunalımdan kurtulabilmek için, ürünleri tahrip ettiler, işçileri açlığa, se­ falete terkettiler, buna razı olmayıp da direnenleri zorla susturmaya çalıştılar. Hatta dünyayı yeniden paylaşmak için savaşlar çıkardılar. Hitler faşizminin ar­ kasındaki güçler bugünün Krupp, Thyssen, Mercedes gibi Batı Alman te­ kellerinden başkaları değildi. Bugün de böyle bir kriz yaşanıyor. Çünkü kapitalizm olduğu sürece yani üretim araçlan belli tekellerin özel mül­ kiyetinde ve onların hizmetinde oldu­ ğu sürece bunlar kaçınılmazdır. Kriz­ lerden, açlık, sefalet ve işsizlikten kur­ tulmanın tek yolu, üretim araçlarının

toplumun mülkünde ve hizmetinde ol­ duğu, insanların kendi işgüçlerini p a­ rayla satmadıkları sömürüşüz bir düze­ nin yani sosyalizmin kurulmasıdır. B u ­ nu yapacak tek güç de işçi sınıfıdır. Tekeller kendilerini düzlüğe çıkar­ mak için yaptıkları planlara, fabrikala­ rı kapatıp işçileri sokağa atmaya Krupp işçilerinin ses çıkarmayacağını sandılar. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Krupp işçileri bu planlara, direniş ç a ­ dırları kurarak, caddeleri işgal ederek ve eylemlerini çevreye yayarak cevap verdiler. Bunlara karşı patronlar he­ men işçileri bölme, eylemden vazge­ çirme planları geliştirdiler. Bazı fabrika­ lar (Bayer gibi) atılan işçileri işe alacak­ larını vaadettiler. Bunun bir aldatma­ ca olduğunu işçiler kendi deneyimle­ riyle gördüler. Bir diğer aldatmaca da yabancı işçilerin eline üç beş bin mark tutuşturup ülkelerine dönmeye zorla­ mak. Buna razı olmak, işçi arkadaşla­ rını ve direnişi üç beş bin marka pat­ ronlara satmak demektir. Ama inanı­ yoruz ki, işçiler bu oyunlara gelm eye­ ceklerdir. Burada belirtmek gerekir ki tüm bu oyunlar ve işçilerin kararlılığı karşısında sendikalar gereken tavn gös­ teremediler. Hep uzlaşıcı oldular ve te­ kellerin isteklerine işçileri ikna etmeye

çalışıyorlar. Ve haklı olarak işçiler sen ­ dikanın bu tutumuna karşı yer yer tepki gösteriyorlar, onu mücadeleye zorlu­ yorlar. Bugün Kruppa olan saldırı aslında Krupp un şahsında tüm işçi sınıfına kar­ şı bir saldırıdır. Eğer patronlar istedik­ lerini elde ederlerse, bugün Krupp iş­ çilerin in b aşın a g ele n le r, yarın Thyssen. maden, Mannesmann ve di­ ğer işyerlerinde çalışan işçilerin başına gelecektir. Bu durumda, çelik işçileri­ nin zaferi tüm işçi sınıfının zaferi, ye­ nilgisi de Alman, Türk, Kürt ve tüm ya­ bancı işçilerin yenilgisi olacaktır. Kapitalistlere geri adım attırmak, on­ ların sömürü hırsları için, açlığa, işsiz­ liğe, sefalete ve boyun eğmişliğin onur­ suzluğuna katlanmamak bizim elimiz­ dedir. YAŞASIN K RU PP İŞÇİLERİNİN ŞANLI DİRENİŞİ! KRUPP İŞÇİLERİNİN YAKTIĞI DİREN İŞ M EŞALESİNİ YÜ K SELTE­ LİM! K A H R O L SU N BATI ALM AN EMPERYALİZMİ! YAŞASIN PROLETARYA ENTER­ NASYONALİZMİ!

DAYANIŞMA KOMİTESİ


iş ç il e r in d ir e n iş i

KAZANACAKTIR! R h ein h au sen ’deki Krupp direnişi iki ayı aşkın bir zam andır devam ediyor. Krupp işçilerine yapılan saldın tüm Batı A lm anya çapınd a, tekellerin işçi sınıfı­ n a karşı başlattıkları saldınnın bir p ar­ çasıydı. B u saldırı şu and a ilk planda Krupp ve m adenleri hed ef almış o la ­ rak sürüyor. Tekelci patronlar eskiden bin işçiye ürettirdikleri malın d aha fazlasını beş yüz işçiye ürettirm ek, böylece eskiden bin işçiden sağladıktan kârın d ah a faz­ lasını beş yüz işçinin sırtından kazan­ m ak am acındalar. B u sayed e dünya çapındaki güçlerini de artırmış, diğer em peryalist ülke tekellerine karşı üs­ tünlük sağlamış olacaklar. B u am açla yeni teknikler geliştiriyorlar, üretimi y e­ niden düzenliyorlar, kendi aralarında işbirliğine gidiyorlar. B u gelişm eler işçi sınıfı açısından ise şü sonuçları veriyor: İşçiler kitleler h a ­ linde sokağa atılıyor ve açlığa terkediliyorlar. ö rn e ğ in son yirmi yıl içinde b eş yüz bin işçinin çalıştığı işyeri yok edilmiştir. Şim dilerde ise sa d ece çelik ve köm ür sanayiinde 6 5 bin işçinin iş­ ten atılm asının planları yapılıyor. İşten atılm ayan işçiler ise eskisine göre d ah a sıkı ve uzun çalışm ak, eski­ sinden daha çok üretm ek zorunda ka­ lıyorlar. B ö y lece patronlara d ah a çok kâr sağlıyorlar, am a ücretlerinde bir d e ­ ğişm e olmuyor. Thyssen, Krupp, Mannesm ann gibi tekeller raporlarında son iki yılda iki buçuk milyar kâr ettiklerini yazıyorlar. Fakat ücret artışları yüzde iki, üçü geçm iyor. A lm anya’da yerli ve yabancılardan (Kürt, Türk, İtalyan, Y unan, İspanyol, Yugoslav vd.) oluşan işçi sınıfı ve s e n ­ dikalar, teknik ilerlem elerin birkaç te ­ kelin kârı için kullanılm asına, geniş iş­ çi yığınları için ise işsizlik ve sefalet n e ­ deni haline getirilm esine karşı m ü ca ­ d ele ediyorlar. Tekelci patronların aşın kâr hırsları­ nın işçiler üzerinde yarattığı tahribatı bi­ raz olsun dizginleyebilmek için, çalış­ m a süresinin kısaltılması, işin hafifletil­ m esi, ücretler başta olm ak üzere işçi­ lere yapılan her türlü öd em elerin (Ö r­ neğin işsizlik parası gibi) artırılması g e ­ rekir. Sendikalar haftalık çalışm a süre­ sinin 3 5 saate indirilmesini, emeklilik yaşının düşürülm esini isterlerken bu n ed en le son d erece haklılar. O nlar bu yolla işçilerin tekellere sağladıkları mil­ yarlarca marklık kârın karşılığı olarak, gün de bir saat, öm ründ e de birkaç yıl d ah a az çalışm asını sağlam aya uğraşı­ yorlar. B u istem ler ancak örgütlü, bi­

linçli, kararlı bir m ü cadele ile sağ lan a­ bilir. Şu n u da bilmek gerekir: İşçiler s a : d ece bu istem ler uğruna sendikal m ü­ cad ele yürüterek m evcut durum dan kurtulamazlar. B u m ü cadele söm ü rü ­ nün ortadan kaldırılması m ücadelesiy­ le birleştirilmediği sürece kurtuluş o la ­ naksızdır. İşçiler tekellerin siyasi, e k o ­ nom ik egem enliklerine son verm edik­ leri sürece yaşanılan kötülükleri o rta ­ dan kaldırm ak m üm kün değildir.

Krupp’ta çalışan işçiler!.. Thyssen, M annesm aım , Krupp pat ronlarının işyerlerinize yaptığı saldırıya karşı tüm A lm anya’yı sarsan bir dire­ nişle karşılık verdiniz. A m a henüz bir son u ç eld e edebilm iş değiliz. ilk and a köprü ve yol işgalleri, p a t­ ronların toplantısını basm a gibi etkili eylem ler yapıldı. B unlar sonuçlarını hem en verdiler. Patronlar hiç beklem e­ dikleri bu çıkış karşısında bocaladılar ve iki geri adım atar gibi yaptılar. Hiçbir işçinin açıkta kalmayacağı, zor durum ­ d a bırakılmayacağı vaatleri bu d ö n e m ­ de ortaya çıktı. İlk başarılı çıkışı kısmi bir geri çekil­ m e izledi. Eylem ler daha yum uşadı am a fabrika dışında d estek veren ç e v ­ reler genişledi ve bu çevreler kendi iç­ lerinde belli bir örgütlülük ve oturm uş­ luk kazandılar. Haftalık eylem prog­ ramları yeni yeni çevrelerin desteğinin kazanılm asında, kam uoyu yaratılm a­ sında ço k yararlı oldular. Bugün gelinen durum ise şudur. Fabrika dışında yapılan eylem ler almış yürümüştür. Fabrikalara ziyaretler d ü ­ zenlenm ekte, Krupp’a ziyaretçiler g el­ m ekte, öğrenciler, kadınlar, işsizler yü­ rüyüşler yapm akta, toplantılar, müzik ve tiyatro program ları vs. devam e t­ m ektedir. Diğer yanda ise patronlar tüm bunlara “b an a mısın” bile d e m e ­ m ekte ve fabrika tıkır tıkır çalışm ak ta­ dır. Patronlarla görüşen işçi tem silcile­ rinin basm a yaptıkları açıklam aya g ö ­ re, bir milim geri adım atm aya bile yanaşm am aktadırlar. B unu n anlam ı n e ­ dir? B u şu anlam a gelir: S a d e c e haf­ talık eylem program ındaki eylem lilik­ lerle patronlan sıkıştırmak ve onlara iş­ çilerin istemlerini kabul ettirmek m üm ­ kün değildir. Hatta bu m ücadele biçim­ leri patronlara zam an kazandırm akta, güç toplam alarına, işçileri boş vaatler­ le aldatan oyunları sahneye koym alanna fırsat vermektedir. Nitekim patron­ lar şimdi de R heinhau sen yaşarsa b aş­

ka işyerleri kapanacak tehdidini savur­ dular. A m açları işçileri birbirine d üşü­ rüp m ü cad eled e birliği engellem ektir. B ö y lece planları d aha rahat uygulayacaklarm u umuyorlar. Diğer yandan bu bekleyiş işçilerin ilk başlardaki coşkularını yitirmelerine, belli bir m oral bozukluğuna da ned en olm aktadır. “A k tio n sıv o ch e” ey lem leri bizzat Krupp’ta çalışan işçilerin yeni ey lem le­ riyle birleştirilmediği ve örneğin grev gi­ bi patronların kârlarını tehdit ed en e y ­ lem biçimlerine geçilmediği sürece pat­ ronların ve hükümetin inatçılığı devam e d e ce k , sonu çta da onlar istediklerini yapacaklardır. T üm bu gelişm eler kar­ şısında sendikanın tavrı işçiler arasın­ da tepkilere n ed en olm aktadır. İşçiler bu tepkilerini d ah a ö n ce sendikanın Duisburg merkezinin önü nd e ateş y a­ karak dile getirdiler. B u na rağm en sen ­ dika “A ktionsw oche”lerdeki eylemlilik­ lerin dışına çıkm am aya ve patronları fazla sıkıştırm am aya dikkat ediyor. Eğer sendika bu tavnnı sürdürürse tep­ kilerin farklı boyutlara varacağı şim di­ d en görülüyor. H enüz işçiler son sözlerini sö y lem e­ diler. Patronların isteklerine boyun e ğ ­ miş değiller. M ücadele sürüyor. Ve iş­ çiler bu m ü cad eled e tüm kozlarını o r­ taya koym uş değiller, işçilerin en g ü ç­ lü kozu olan grev henüz kullanılmadı. G elişm eler sıranın buna geldiğine işa­ ret ediyor. A lm anya’da son on yılların en g ü ç­ lü işçi direnişlerinden birinin sahibi b u ­ lunan Krupp işçileri hiç şüphem iz yok ki kendilerini tarihe geçirm iş olan bu direnişlerini yarıda bırakmayacaklardır. Ellerindeki en güçlü kozu da şanları­ na yaraşır bir biçim de kullanm ayı bile­ cek ler ve bu m ü cadeled en boynu b ü ­ kük değil, alınlarının akıyla çıkacaklar­ dır. B A ŞL A D IĞ IM IZ G İBİ B İT İR E C E Ğ İZ ! Y A ŞA SIN K R U P P İŞÇ İLER İN İN D İREN İŞİ! K R U P P ’U KAPATMA K A R A R I D E R H A L G E R İ ALIN SIN ! H A FTALIK Ç A L IŞ M A S Ü R E S İ 3 5 SA A T E İN DİRİLSİN ! E M EK LİLİK YA ŞI 5 5 ’E D Ü ŞÜ R Ü L SÜ N ! Y A ŞA SIN EN TER N A SYO N A LİZ M ! K A H R O L SU N BATI ALM AN EM PERYALİZM İ! BÜ TÜ N İŞ Ç İL E R BİR LE ŞİN İZ ! DAYANIŞMA K O M İT E Sİ’NİN 2 . B İL D İR İSİ


İSTATİSTİKLERİN PRİZMASINDAN YENİ-SÖMÜRGECİLİĞE BAKIŞ Nadari SİMONYA Çeviren: Nevruz ÇAĞLAR

Asia and Africa demişinin 2. 1 9 8 3 sayısında NOD ARİ SİM O N YA im­ z a s ı y la y a y ın la n a n , yeni* sömürgeciliğin vardığı korkunç bo­ yutları an latm an ın ö tesin d e, ülke­ mizde bazı eğilimler tarafından “ hep bir halli, Turhallı” o larak değerlen ­ dirilen Ü çü n cü D ünya ülkeleri a ra ­ sındaki farklılaşm ayı gerek rakam ­ ların keskin ve net diliyle, gerek se emperyalizmin bakışı açısından yan­ sıtan bu incelemeyi, güncelliğini ko­ ruduğunu düşünerek yayınlıyoruz. Sosyo ekonomik istatistiklerin “sosyal bil­ gi sağlamanın en güçlü yollarından biri' ol duğu gerçeğinden hareketle Lenin şöyle yazar: “Önceleri genel tahminlere ve yak­ laşık verilere dayanılarak belirlenen modern devletlerin ekonomik sistemleri ve gelişme leri ile ilgili en temel bir seri problemler, gü­ nümüzde belirli bir programa göre topla nıp, uzman istatistikçilerce özetlenmiş, ve rili bir ülkenin bütünü hakkıtıdaki veriler kii leşi hesaba katılmadan ciddi bir biçimde analiz edilemezler" Yıllık olarak Gelişime Yardım Komitesi­ nce (üyeleri başta gelen 24 sanayileşmiş ka pitalist ülkeyi temsil eder) basılan, gelişmek­ te olan ülkelerle sanayileşmiş kapitalist dev­ letler arasındaki finansal değişim dinamik­ lerini yansıtan “özetlenmiş" veri sütunları neye tanıklık ediyor acaba? Batıda geniş bir biçimde yayınlanan is tatistikler, sonsuz sayı kolonlarında, geliş mekte olan ülkelerle sanayileşmiş ülkeler arasındaki “dayanışmanın" gerçek resmini kolayca görmemizi sağlarlar. Son yıllık in celemede bahsedilen veriler, devlet grup lan arasındaki çelişkinin derinliğini ve gü nümüz dünyasının kapitalist ekonomi ko­ şullarındaki uluslararası işbölümünün iddia edilen karşılıklı yararları ve batı yardımının iyiliksever niteliği hakkındaki yeni sömürgeci propaganda miti vb arkasında gerçekte ne olduğunu yüzlerce makale ve düzinelerce kitaptan daha iyi bir biçimde değerlendirmektedir. Resmi yardım denen, örneğin devlet ödünçleri ve uzun vadeli kredileri veya ba ğışlar sorunun büyük detayları üzerinde du raiım. Bu yardımın kişisel çıkarlar dışında gelişmekte olan ülkelere parasal yardım yapmak amacıyla verildiğini iddia etmek en azından şaşırtıcıdır. Bundan daha gerçeğe uzak şey olabilir mi?

Başından beri, emperyalizm temelde kendi kendine yardım etmektedir. F'mperyalist yardım gibi bir olgunun tarihi kökle­ rini 1940’ların sonu ile 1950'lerin başında­ ki uluslararası durumda aramalı -ki bu yıl­ lar sosyalizmin bir dünya sistemine dönüş­ mesi ve ulusal bağımsızlık hareketlerinin yükselmesi, ulusal demokratik devrimler, yeni bağımsızlaşmış ülkelerdeki yabancı mal varlığının kısmen ulusallaştırılması ve önemli tekellerin eski sömürgelerden çekil­ mesi ile ayırd edilirler. Aynı zamanda, na­ sıl olursa olsun, emperyalizm ortaya çıkan devletleri kapitalist sistem içinde tutmaya çalıştı ve ekonomik gelişmelerini orantısız ve yavaş olmaya zorladı, böylece yeııisörnürgeri sömürü için koşulları yarattı. Bu iş. tekelci-devlet kapitalinin büyük ölçekte “resmi yardım" biçiminde ihracı ile başarıl dı. Dolayısıyla gplişmekte olan ülkelerin sa­ nayileşmiş kapitalist ülkelerden aldıklar fi­ nansman hacmi içindeki resmi yardım pa­ yı 1950 ve 1960larda, özel sermayeye göre şaşırtıcı değildir. Emperyalizm amacına ulaşınca serma­ ye ihracında büyük rol her zaman özel ya­ tırımcılara verildi Avnı zamanda, sıradan ticari sözleşmeler üzerinde verilen kredi ve ödünçlerin payı devletin sermaye ihracı ya­ pısı içinde hissedilir hiçimde arttı. Bugün bu eğilim, incelemede de yer alan Gelişime Yardım Komitesi raporunda gö­ rülebileceği gibi, gelişmekte olan ülkelerle sanayileşmiş kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerde tamamıyla öne çıkmış­ tır Böylece (örneğin, eski borçların öden­ mesinden sonra) emperyalist devletlerin resmi yardım programlarıyla net sermaye akışı 1980’lerde yaklaşık 26.776 milyon do­ lara varmıştır (hem iki yanlı, hem çok yan­ lı) veya alınan finansal kaynak total hac­ minin % 3 5 .7 ’si kadardır. Aynı zaman içinde özel yatırımlar yaklaşık 4 0 .6 8 5 mil­ yon dolar tutar (veya % 54.2) ve ticari dev­ let borçları ve kredileri 5 .2 8 0 milyar dola­ ra varır (%7). Uzun vadeli borçlar üzerinden ihraç edi len sermayenin kesintiye uğraması yeni sömürgeci sömürünün artışına tanıklık et­ mekte ve 1971de 86 6 milyar dolar olan, 1980’de 4 5 6 .2 (ön rakamlar) milyar dola ra varan ve 1981de .524 milyar dolara (tah­ mini rakkam) yükselen etkileyici rakkamların ifade ettiği gibi gelişmekte olan ülke­ lerin dış borçlarındaki hızlı artışa yol gös­ termektedir. Bu toplamın ortalama % 90’ı sanayileşmiş kapitalist ülkeler ve onların

kontrolundaki uluslararası örgütlerden, yalnızca %10'u OPEC ve diğer gelişmekte olan ülkeler ve sosyalist ülkelerden ödünç alınmıştır. Durum bu iken, ortada “eşit sorumluluk” diye bir soru olabilir mi? (Eski sömürgelerde geriliğin hâkim oluşundan, yalnızca emperyalist ülkeler değil fakat aynı zamanda sosyalist ülkeler de sorumlu ola­ bilir mi?) Ve birileri sosyalist ülkelerin ge­ lişmekte olan ülkelerle doğası tamamen farklı ekonomik işbirliğinin doğruluğundan şüphe edilebilir mi? Emperyalist yardımın bir başka sonucu gelişmekte olan ülkelerin eski borçlanna karşılık ödedikleri meblağlarda aşın artıştır 1971de 10.9 milyar dolara (10.2 milyar do­ ları sanayileşmiş kapitalist ülkeler ve ulus­ lararası örgütlerce verileni içerir) 1980*06 91.2 milyon (% 84.8) ve 1981de (tahmini) 1117 milyar dolara (% 104.3) çıkmıştır. G e­ lişmekte olan ülkelerden kapitalist ülke ve uluslararası organizasyonlara para akışının sonucu olarak onlar kendilerinden alman toplam meblağı arttırmaya başlamışlardır. (Uzun vadeli veya başka türlü hükümetler­ den ve özel şirketlerden) Genellikle bu durumun karakteristiği sa­ dece meblağlardaki mutlak artış değil, ay­ nı zamanda borçlara karşılık ödenen top­ lam faizlerde de artış eğilimidir. 1971de fa­ izler toplamı 3 .3 milyar dolar veya tüm ödemelerin % 30.9’u kadardır. 1980de 3 4 .9 milyar dolar, % 38.2 ve 1981’in tah­ mini rakamları 4 6 .5 milyar dolar veya % 41.6’dır. Böylece, 1980de gelişmekte olan ülkelerin faiz ödemeleri (ki bu kapita­ list ülkelerin ve uluslararası örgütlerin net kazancıdır) aynı yılda aynı kaynaklarca ve­ rilen uzun vadeli yardım hacmini yaklaşık 5 milyar dolar aşmıştır. Bu, batı ülkelerinin “fedakârlığı” diye her tarafta reklam edilen, gerçek devlet ilişkilerinin iki ülke grubu ara­ sındaki finansal “dayanışmacım gerçek tab­ losudur. Doğal olarak, emperyalist yardımın id­ dia edilen fedakârlık motiflerinin baskısı şimdilerde bazen Gelişime Yardım Komi­ tesi üyelerini bile utandırmaktadır. 1981 in­ celemesinin yazarlarının sanayileşmiş kapi­ talist ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yar­ dım etmesinin temel nedeninin sadece da­ yanışma olduğunu söyleyen bir önceki in­ celeme yazarlannın dediğini düzeltmeyi ge­ rekli görmesi tesadüf değilmdir. Bu deyimin açık ikiyüzlülüğü o denli göze batıyor ki, son incelemenin yazarları ken­ di görüşlerince gelişmekte olan ülkeler ara­ sındaki ilişkileri adlandırmada “dayanışma”


olduğunu söyleyen bir önceki in­ celeme yazarlarının dediğini düzeltmeyi gerekli görmesi tesadüf değildir. Bu deyimin açık ikiyüzlülüğü o denli göze batıyor ki, son incelemenin yazarları kendi görümlerin ce sadece gelişmekte olan ülkeler arasın daki ilişkileri adlandırmada “dayanışma” sözcüğünün kullanılması gerektiğini ifade etmek zorunda kalmışlardır. “Fakat deyimi özellikle ikili dialogların sık olduğu çağda Kuzey 1 ve Güneyi kapsar biçimde kullan­ mak anlatımı kuvvetlendirmekten daha çok belagatlidir.” diyorlar, (s. 27) Yeni sömürgeciliğe geçiş, bir tarafta eko nomik bağımsızlığı için savaşan geiişmek te olan ülkelerin sağladığı başarıyı, diğer ta raftan değişen tarihi koşullara uymaya ça­ lışan emperyalizmin yardımıyla bu ülkele­ rin sömürülmesinin yeni biçimlerini yansı tan özel sermaye akımının iç yapısında önemli değişimlere neden oldu. 1980’de sanayileşmiş kapitalist ülkeler­ den gelişmekte olan ülkelere akan net özel sermaye rakkamlarını alalını. Yaklaşık 41).7 milyar dolarlık toplamın direkt yatırım mik­ tarı sadece 8.9 milyar dolar civarında, özel ihracat kredileri 12.6 milyar dolar ve özel banka borçları 19 milyar dolardan fazladır. (17.7 milyar doları iki yanlıdır). Dolayısıy­ la, özel ihracat kredileri ve çok uluslu ban­ ka işlemleri gelişmekte olan ülkeleri sömür­ menin ana kanallarından biri haline gel mektedir. Banka sektörünün aktivite artışının 1970’lerin son yarısının karakteristiği oldu ğu özellikle açıktır ve bu aslında uluslara­ rası para piyasasında petro-dolarm görül­ mesi ile bağlantılıdır. Petrol fiyatlarındaki tekrar eden krizler çok uluslu batı banka­ ları ile petrol ihraç eden monarşik ülkeler arasında orjinal bir çeşit iş bölümü icap et­ tirdi. On milyarlarca petro dolar çok ulus­ lu bankaların kasalarına akmaya başladı, örneğin 1973’ten 1980’e petrol ihracından 8 9 3 milyar dolar kazandılar ve bu toplamın 6 6 0 milyar doları her çeşit eşyadan, lük­ se, sanayii donanımına, silaha varana ka­ dar batılı ülkelerde harcandı. Geriye kalan 2 33 milyar doların en büyük bölümü çok uluslu bankalara yatırıldı. Sadece üç ülke­ nin -Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan- kullanılmamış yatırımla­ rı 1980’lerin başında 9 0 milyar dolar tutu­ yordu. Tahminlere göre yıl sonunda bu top lam 75 ila 100 milyar dolar kadar arttı 1970’lerin ortalarında altı büyük Amerikan bankası (Bank of America, Citi-Bank ve Chase Manhattan gibi büyük bankaları içe­ ren) OPEC ülkelerinin petro-dolar yatının larının yüzde 70'iııi tutuyordu. Çok uluslu bankalar, komisyoncu rolü oynamaya başladılar. Bu parayı, kendi ül­ kelerinde hesaba katmak zorunda olduk­ ları sınırlama ve yasaları onlar aracılığıyla kolaylıkla geçebilecekleri yabancı ülkeler­ deki şubelerini kullanarak, pratikte kontrol edilmeden, gelişmekte olan ülkelere (esas olarak petrol ithal eden ülkelere) ağır tica­ ri koşullarla, geniş ölçekli krediler bağışla makta kullandılar. Dolayısıyla çok uluslu bankaların benzeri görülmemiş dışa yayıl ması başladı. 1965’te sadece on bir Ame rikan bankası dış ülkelerde şubelere sahip­ ken, 1975’te 59 ülkede 125 Amerikan Bankası 732 şubeye sahiptir. Dış ülkeler deki işlerden ne kadar gelir elde edildiği, 1975’te en büyük 12 Amerikan bankasının gelirlerinin % 63’ünü dış kaynaklardan el de ettiği gerçeğine bakılarak doğrudan çı karsanabilir. Gelişmekte olan ülkelerin sa nayileşmiş kapitalist ülkelere olan toplam 351 milyar dolarlık borçlarının 18U milyar dolarının çokuluslu bankalardan alınmış ol ması şaşırtıcı mıdır? Petro-dolar işinin kaymağını yiyen çoku luslu bankalar, gelişmekte olan ülkeletiıı

borçlarının büyümesi sonucu iflasla yüzyüze gelmekten korkmaya başladılar. Acaba gelecekte bir “komisyoncu" görevini ve olası riskleri üzerine alabilecek bir günah keçisi bulacak bilileri neredeydi? Time dergisinin 1980’in başlarında durumun değişik çıkış yollarını tartışıp “bazı Amerikan bankaları gelişmekte olan ülkelere verdikleri borçla­ rı sınırlandırabilir, ne olacağı önemli değildir” diye yazması tesadüf değildir. Der­ gi bu münasebetle bazı bankacı ve yetkili­ lerin ağzından “gelişmekte olan ülkelerin OPEC ülkeleriyle kendi işlerini bizzat keıı dilerinin görmesini” ve böylece bu örgütü ödemelerindeki dengesizlikten sorumlu kıl­ ma önerisini aktarmaktadır. 1981 Gelişme Yardım Komitesi incele­ mesinin istatistikleri grafiksel olarak geliş­ mekte olan ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin bir başka önem li görünüm ünü yani “dayanışmalarının” doğasının temelden de ğişmesini resmetmektedir Gerçekte sana yileşmiş kapitalist ülkeleıin sermaye ihracı yüksek ölçüde ayırıcı ve kompleks karak­ terlidir. Geçen inceleme yazarlarının gelişmek­ te olan ülkeleri şu dört gruba ayırmaları dik kate değer: a) En azgelişmiş ülkeleri kap­ sayan düşük gelirli ülkeler, b) Orta gelirli ülkeler (1979da kişi başına gelirleri 51)0 do lardan fazla olanlar ve c) Uç Latin Ame rika - Arjantin, Brezilya ve Maksika ve dört Asya Singapur, Hongkoııg, Güney Kore ve Tayvan- (bizce yazarlar yanılıyorlar, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Yugoslav­ ya gibi Avrupa ülkeleri de bu gruba dahil edilmeli) ülkesini içeren yeni sanayileşmiş olanlar. Bazı durumlarda (Endonezya ve Nijerya gibi birinci ve ikinci gruptan sayı­ lan büyük nüfuslu ve kişi başına geliri dü şük ülkeler çıkarılarak) 11 OPEC ülkesini içeren bir başka grup ayırmaktadırlar. Sermaye şimdi orta-gelirli ülkeler ve yeni sanayileşmiş ülkelere yönelmektedir. 1980’de toplam nüfusları 418 milyonun az üstünde olan orta gelirli ülkeler, 2 7 9 mil­ yon toplam nüfuslu yeni sanayileşmiş ül­ keler 12.4 milyar dolardan fazla alırken, net olarak 22.9 milyar alıyorlardı. Aynı zaman­ da bütün düşük gelirli ülkeler (gelişmekte olan ülke nüfuslarının yarısını içeren 28 ül­ ke) 12.8 milyar dolar ve 11 OPEC ülkesi (105 milyon nüfuslu) 5.2 milyar dolar alır­ ken, en az gelişmiş ülkeler grubu (268 mil­ yon nüfuslu 31 ülke) ancak 6.6 milyar do­ lar alıyordu. Bir başka deyişle nüfus başı­ na en az gelişmiş ülkeler net 24 75 dolar, düşük gelirli ülkeler 11.37 dolar, oı ta gelirli ülkeler 5 4 .8 5 dolar, yeni sanayileşmiş ül keler 6 3 .3 dolar ve OPEC ülkeleri 4 9 .3 2 dolar borçludurlar. Sermaye ihracındaki bu eğilim çok uluslu bankaların genişlemesi ile doğrudan bağ­ lantılıdır. Gelişmekte olan ülkelerin ulaştı ğı farklılaşma seviyesine bağlı olarak sana­ yileşmiş kapitalist ülkelerden akan resmi yardımın coğrafyası değişmiştir. Az önce de değindiğimiz gibi, bütün dış kaynaklı para akışında resmi yardımın payı 1970’lerde ka­ rarlı bir biçimde azalmıştır. Fakat bu eğili­ min meydana gelmesindeki önemli farklı lıklar değişik ülke gruplarından açıklıkla an laşılabilir. Halen tüm kaynak akışındaki res mi yardım payı eıı küçük olan 1970’te % 13- yeni sanayileşmiş ülkelerde 1979’da bu pay % 2’ye düştü Bu gıup çok uluslu lar için hemen hemen bii koruyucu oldu. Orta-gelirli ülkeler resmi yardım payının 1970’ten 1979a kadar, % 37’deıı % 47’ye çıktığı tek ülke grubu oldu. Fakat sanayi leşmiş kapitalist ülkeler ve kontrollerinde ki uluslararası örgütlerin yapabileceği bir şey yoktu. Artış OPEC ülkelerinden alman para yardımıyla sağlanmıştı Eıı az gelişmiş ve diğer düşük gelirli ülkelerde bu eğilimi ya

vaşlatan bir dizi faktör kolaylıkla görülebi lir: 1970’lerde yeni bir kreditör OPEC’in or taya çıkışı, alternatif yardım kaynaklarının gelişmekte olan ve sosyalist ülkelere doğ ru akışı ve iki yanlı temelde, çok uluslu yar dunların daha fazla etkinlik kazanması. S o ­ nuç olarak, en az gelişen ülkelerde resmi yardım payı 1970’ten 1979’a, % 8 7 ’den % 8 0 ’e ve düşük gelirli ülkelerde % 8 3 ’ten % 81’e düşmüştür. Bütün bunlar, gelişmiş kapitalist ülkelerce iki yanlı kaynaklar üze­ rinden verilen resmi yardım payının keskin gerileyişi ile birlikte oldu. (Birinci grup ül kelerde % 64’ten % 4 3 ’e, ikinci grup ülke lerde % 7 5 ’ten % 4 8 ’e ). 1980’de sanayileşmiş kapitalist ülkelerin çift yanlı kaynaklardan verdiği yardımın mutlak hacmi ile ilgili veriler, onların iki grup ülkenin durumunu stabilize etmeye yönelik ilgilerinin artışına tanıklık etmektedir -eıı azgelişmiş ülkeler (açıkça batmalarım engellemek ve kızıl alternatiften uzak tut­ mak için) ve orta gelirli ülkeler (burjuva modernizasyon mekanizmasını yağlamak için) Böylece 17.6 milyar dolarlık bu yar dim (nüfus başına 7.70 dolar) değişik grup lar arasında aşağıdaki gibi dağıtılmıştır: Az gelişmiş ülkelere 3.2 milyar doların az üze rinde (nüfus başına 12 dolar) düşük gelirli ülkelere 5.3 milyar dolar (nüfus başına 4 7 dolar) orta gelirli ülkeler 6.6 milyar dolar dan daha fazla (nüfus başına 15 dolar) yeni sanayileşmiş ülkelere 4 0 0 milyon dolar (nüfus başına 1.4 dolar) ve OPEC ül­ kelerine 4 0 0 milyon dolar kadar (nüfus ba şıııa 2 .6 0 dolar) Eğilimlerin analizi mutlak değil, tanım­ layıcıdır doğallıkla. Gruplardaki değişik ül­ kelere tamamıyla farklı yaklaşımlar göster­ meyince, emperyalizm emperyalizm ola­ maz. Ayrıcı “dayanışmalar” kurarken emperyalist ülkeler şu kriterleri klavuz edin­ mişlerdir: a) Verili ülkenin hammadde du­ rumu, b) İhracata dayalı ayrıcalıklı sanayii bölgelerinde çok uluslu ve uluslararası ban­ kalara uygun koşullar (özellikle yeni sana­ yileşmiş ülkelerde) ve c) Anahtar ülkelerin askeri stratejik konumları (bölgesel ve glo­ bal seviyede). Hammadde sahibi Afrika’nın kapitalist ülkelerden, kendisinin nüfus olarak beş kat daha büyüğü Asya'ya göre daha fazla res­ mi yardım (iki yanlı) almasının nedeni budur. Ayın nedenlerden ötürü Mısır, Ame­ rikan emperyalizminin uç çizgisi (başka bir Afrika ülkesi değil) böylesi yardımlardan büyük pay almaya başlamıştır. 1980’de bü­ tün kıtaya verilen yardımın hemen hemen 1.187 milyon dolanna veya % 17.4’üne varmış tır. Aynı yılda, emperyalizmin askeri-politik nedenlerden ötürü ilgi duyduğu beş Asya ülkesi -Türkiye, Pakistan, Bangladeş, İsrail ve Tayland- iki yanlı emperyalist yardımın tüm Asya’ya akan kısmının 3.1 milyarını ve­ ya % 5 7 ’sini almışlardır. Hindistan nüfusu 175 kez daha fazla olmasına rağmen, İs rail ve çok ulusluların kolayca ulaşacakları aşırı zengin hammadde yataklarından ötü rü Endonezya’dan daha az yardım almış­ tır. Dahası geçenlerde International Re­ construction and Development Bankası Hindistan’a verdiği uzun vadeli borçlarının yarısını keseceğini açıkladı. Yeni sömürgeciler, yukarıdaki sınıflamada, Hin­ distan’ın düşük gelirli ülkelere dahil olma­ sından rahatsız olmuş değillerdir. Canalıcı nokta, Amerikan yönetimini rahatsız eden Hindistan hükümetinin bağımsız dış politi kasıdır. Tekelci-devlet sermayesinin ihracındaki yeni eğilimler sadece çok ulusluların ve ge­ nel olarak emperyalizmin çıkarlarını güvenli kılmayı amaçlamamakta, beri yandan ge lişmekte olan ülkelerin farklılaşması olgu sunun çelişkili ve görülmemiş yeni karak terini anlatmaktadır

51


ORTADOĞU' DA GÜÇLER DENGESİ VE EMPERYALİZMİN YENİ POLİTİKA ARAYIŞLARI Ahmet AYDEMİR

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta doğu bölgesi yer küremizin en sancılı böl gelerinden biri olma özelliğini hâlâ koruyor Tarihten gelen olumsuzlukların yanı sıra, çağımızdan da emperyalizmin bu bölgede yarattığı tahribatlar, Ortadoğu’yu tam bir mahşer yerine çevirmiş bulunuyor. Orta­ doğu’da, sorunlar tarihsel, ulusal, toplum­ sal ve sınıfsal temelleriyle alabildiğine çö ­ züm beklerken, yüzyıllann çözümsüzlüğüy­ le bir kördüğüm halini almış durumda. Ön­ celikle, kısaca da olsa bunun nedenleri üze­ rinde durmamız gerekiyor. Ortadoğu; diğer bir yanıyla da eski O s­ manlI topraklan, denebilir ki, kapitalizme en geç ve güç geçebilen ülkeler. Sınıfsız, ilkel sosyalist toplumdan, sınıflı topluma ilk geçiş bundan 7 0 0 0 yıl önce, Mezopotam-, ya’da proto-sümerlerce gerçekleştirilmiş. Ve buradan koloniler biçiminde, tüm Ortado­ ğu bölgesine yayılmış, ilk yerleşiklik, kent­ lerin kurulması, tanm ekonomisi burada ye­ şermiş. Para, yazı, devlet ve sınıflar bura­ da doğmuş. Nasıl oluyor da Antik mede­ niyete ilk geçişin beşiği olabilen bölge, Ka pitalist Medeniyete geçişte bu kadar zorla­ nıyor, sancı çekiyor? Adeta kapitalizm ön­ cesi üretim ilişkileri içinde boğuluyor. Top-

Ortadoğu’da, sorunlar tarihsel, ulusal, toplumsal ve sınıfsal temelleriyle alabildiğine çözüm beklerken, yüzyılların çözümsüzlüğüyle bir kördüğüm halini almış durumda .

52

lumsal yapılar taşlaşıyor. Kangren oluyor. K. Marx’ın Kapital’inde bir anlamda bu ko­ nuya da açıklık getirilmiş. Oîada kapitaliz­ min bir yerde ortaya çıkabilmesi için, tefecibezirgân sermayenin, bir ön sermaye ola­ rak gerekliliği vurgulanırken, bu sermaye­ nin aşırı geliştiği yerlerde de, kapitalizmin gelişmesinin önünde engel haline gelebil­

diği belirtiliyor Bu anlamda, İngiltere’de tefeci-bezirgân sermaye, bir ön sermaye olarak yeterlilik düzeyini aşmayan bir bo­ yutta ve toplumda ilkel sosyalizm gelenek­ leri nispeten diri olduğundan, kapitalizme akışkan yani az sancılı bir geçiş süreci ya^ şanıyor. Ve Kapitalizm buradan adeta bir mürekkep lekesi gibi, yeni dünya (Ameri­ ka) ve eski dünya (Avrupa’ya) yayılabiliyor. Dünyamızda, ilk sınıflı topluma geçişle­ rin yaşandığı, Ortadoğu, Hindistan, Çin v.b doğu toplumlarında ise, günümüzden, 6-7 bin yıl öncesine kadar varan, ilk kentlerin kurulması, sınıf, para, yazı ve devletin doğ­ ması, sınıflı kent toplumları arasında tica­ retin ve bu anlamda da tefeci bezirgân ser­ mayenin alabildiğine gelişmesinden dola­ yı, toplumlar bir bakıma Kapitalist süreçte tefeci bezirgân sermaye ve ilişkiler o ka­ dar gelişiyor ki, habis bir ur gibi toplumun kanını emen, üretim süreçleri içindeki ro­ lünden dolayı da üretici güçleri geliştirmek yevine boğan bir hal alıyor. Üretici güçler­ den, tekniğin gelişmesini durdurduğu gibi, insanı ise, bireysel üretimin parçalanmışlı­ ğı ve örgütsüzlüğü içinde yozlaştırıp çürü­ tüyor. Batı’da kapitalizm güneşi doğarken, tefeci-bezirgân sermaye kalkanı doğu toplumlarının bu aydınlanma ve gelişmeden nasibini almasını engelliyor. Toplumlar, tam bir ortaçağ karanlığı içinde, en yozlaşmış klan, aşiret ilişkilerinden, feodal despotlu­ ğun en zalim uygulamalarına, çeşitli din­ sel ve mezhepsel motiflerde kullanılarak maruz kalıyorlar. Arap yarımadasında, ilkel sosyalist top­ lumun en üst evresi olan kent toplumundan sınıflı topluma geçiliyor. İslamiyet ye­ ni oluşan bu toplumun, kural ve yasaları­ nın, “Allah” adına formüle edilişi oluyor, tslamiyetin ilk doğuş yıllarında, henüz ilkel sosyalizm gelenekleri sürdüğünden (eşitlikdoğruluk yiğitlik vb.) bir gelişme dönemi yaşanıyor Arap halkları, tarihinde yaşa­ mış oldukları bu gelişme ve Islamın doğu­ şu günlerinin coşkulu uyanış hareketini bir “kâbus” gibi bu günlere kadar zihinlerinde taşıyorlar. Onlar için daha sonraları oluşan, ne feodal krallıklar ne de Batı kapitalizmi­ nin kendilerine, sömürgecilik ilişkilerini da­ yatarak yaklaşması, o günlere özlem ve inancı silemiyor. Islamiyetin, Ortadoğu halkları üzerinde çok büyük bir etkisi var­ sa önemli bir nedenini de burada aramak gerekiyor. Tabii daha sonraki süreçte, İsla­ miyet silahını da, baştan ona karşı savaş­

masına rağmen, Mekke tefeci-bezirgânlan, “Müslüman” olup ele geçirdikten sonra, Islamın doğuş döneminin olumlu sayılabile­ cek tüm değerlerini tasfiye ediyorlar. Ve İs­ lamiyet onların elinde, halkların afyonlandığı. başkaldıramaz hale getirildiği, kendi sömürü ve vurgunlarının, feodal despotluk ve zorbalığın bir aracı haline geliyor. Kapitalizmin top atışlarının menziline Or­ tadoğu’da girerken, bölge tefeci-bezirgân sermayenin alabildiğine geliştiği, bu ekono­ mi temeli üzerinde feodal despotizmin bin bir kılıkta şekillendiği bir durumda bulunu­ yor. Batı kapitalizmi ise bölgede egem en­ liğini kurmaya çalışırken artık, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemindeki ilerici mis­ yonunu yitirmiş, gerici, asalak ve çürüyen kapitalizm (emperyalizm) aşamasına var­ mıştır. Biri geçmiş çağlann gericiliği tefecibezirgânlık, diğeri modern çağın gericiliği emperyalizm, Ortadoğu alanında tam bir rezonans sağlayabilmiştir. Bu iş ve güçbirliği sayesinde, kapitalist anayurtlardan, Or­ tadoğu’ya, meta ihracı sancısız yapılabilir­ ken, bölgenin yeraltı-yerüstü zenginlikleri­ nin talan edildiği, tam bir yağma Haşanın şölen sofrası da kurulmuştur. Bölgenin en büyük yeraltı zenginliği olan, petrolü emperyalizm kendi hayat damarlarına ak­ tararak, Ortadoğu’yu bir vampir gibi sömü­ recek, bu yağmanın kemik artıklarını da yerli gerici egemen sınıflara yalatacaktır. Or­ tadoğu halklan ise, bölgede kapitalizm ge­ lişmemiş olduğundan, modem anlam’da sı­ nıf ayrışmalarından uzak, ortaçağ karanlı­ ğının ördüğü örümcek ağlanyla elleri kol­ ları bağlanmış bir haldedirler. Bu koşullar­ da emperyalizm ve yerli gericiliğin vatan topraklarını yağmalamasına, klasik sömür­ geciliğin bu en iğrenç biçimine karşı, antiemperyalist-anti-feodal bir mücadele geliş­ tirebilecek, emperyalizmin bölgedeki oyunlannı (böl-parçala-yönet) boşa çıkarabilecek bütün imkânlardan yoksundular. Bu gün Batı diye nitelenen, kapitalist anayurtlarda, burjuva sınıfının gelişebilmesi ve bu sınıfın, diğer ezilen ve sömürülen sı­ nıfları, tabakaları peşine takarak, din ve dünya derebeğliğine (Feodaliteye) karşı hal­ kı ayaklandırarak kendi devrimin! gerçek­ leştirmesi durumu, doğu toplumlarında hiç yaşanmamıştır. Batı’daki büyük veya ulu di­ ye nitelenen devrimlerde, kapitalizm öncesi üretim ve ilişkileri adeta kökünden sökü­ lüp atılıyor veya kapitalizm bunları kendi­ ne uydurup etkisizleştiriyor. Ortadoğu ve


bir bütün olarak doğu toplumlannda ise bu­ raya kadar anlatmaya çalıştığımız neden­ lerden dolayı bu olamıyor. Doğuda da ta­ rihin durdurulamaz ileriye doğru akışı ve toplumların gelişimi değişik bir yol izliyor. Emperyalizmin doğu toplumlarına el atma­ sının ardından, çeşitli ülkelerin gelişim dü­ zeylerine bağlı olarak ya milli burjuvazi ön­ derliğinde, ya da küçük burjuva kökenli asker-sivil aydınların önderliğinde, Çarlık Rusya’sında gelişen EKİM DEVRlMlNDEN hız ve kuvvet alan çeşitli bağımsızlık hare­ ketleri ve ulusal kurtuluş savaşları gelişiyor. Emperyalizmin, 1. Dünya Savaşında, ege­ menlik alanlarını yeniden paylaşmak için insanlığı savaş mezbahasına sürdüğü bu ko­ şullar, görülmemiş bir boyutta tüm mazlum halk ve uluslann gözlerinin açılması, on yıl­ lar süren kış uykusunun son bulmasının ob­ jektif koşullannı yaratıyor. Emperyalizm, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmakla karşı karşıya kalıyor. 1917 ekim devrimi, emperyalizmin önemli bir halkasını kopararak dünyada ilk jlşçi-köylü devletinin kurulmasını sağlıyor. Bundan sonraki süreçte ise savaşın ve dev­ rimin doğu toplumlannda muazzam sarsı­ cı etkileri yaşanıyor. Halklar için artık emperyalizme ve yerli gericiliğe kölelik tek Çıkar yol değildir. Ekim devrimi ve dün­

oyunu karşısında giderek bilinçlenme ve örgütlenme içine girmişlerdir. Türkiye’de, 1919-1923 yılları arasında Kuvayı Milliye hareketi, Yunanistan, Fransa ve İtalyan işga­ line karşı bir halk hareketi biçiminde doğ­ muş ne var ki, proletarya, ekim devrimi­ nin güçlü desteğine rağmen bu harekete önderlik edebilecek güç ve örgütlülükten yoksun olduğundan, Anadolu burjuvazisi­ nin ideolojik siyasal eğilimi olan Kemalizm, hareketin önderliğini ele geçirerek kendi sö­ mürü ve soygun düzenini kurmuştur. Ar­ dından Kürt Halkının bölgede on yıllar sü ren ayaklanmaları, Filistin’de ise Siyonizm ve onun arkasındaki İngiliz emperyalizmi­ ne karşı ard arda gelişen ayaklanmalar, C e­ zayir’de Fransız emperyalizmine karşı, hal­ kın top yekûn bağımsızlık savaşına atılma­ sı gibi adımların yanı sıra, 1952’de Nasır ha­ reketinin Mısır’da, daha sonra BAAS’ın 1958’de Irak’ta, 1963’te Suriye’de, 1969’da Kaddafi’nin Libya’da iktidara gelmesi yaşa­ nıyor. Tüm bu adımlar, ya da devrimler, bölgede kapitalizmin gelişmesi çok zayıf ol­ duğundan, proletarya önderliğinde gelişe­ miyor. Gene Türkiye’deki 27 Mayıs 1960 hareketi de, Ortadoğu’nun benzer devrimlerinin (Yukardan ordu darbeleri biçimin­ de) çok daha kısa ömürlü olanıdır. Ne var ki tüm bu devrimler, bir kısmı sonuçta ka­

Doğu ve Ortadoğu’da, anti-emperyalist ulusal kurtuluş ve gelişme, çağdaşlaşma, süreçlerinde, halklar sosyalizmi de tanıyorlar. Ne var kİ, sosyalizmin ideolojisini gerçekten kavrayıp uygulayabilecek, proletarya sınıfının, ya hiç yokluğu, ya da çok cılız olması yüzünden bölge haklarının bilincinde sosyalizmin yansıması çok farklı biçimlerde tezahür ediyor. yada ilk sosyalist ülkenin kurulması, sos­ yalizmin anti-emperyalist ulusal kurtuluş sa­ vaşlarını desteklemesi mazlum halklar için emperyalist kölelikten kurtulabilmenin ar­ tık düş olmaktan çıkmasını, gerçeklik hali­ ne gelmesi sonucunu doğuruyor. Doğu ve Ortadoğu’da, anti-emperyalist ulusal kurtuluş ve gelişme, çağdaşlaşma, süreçlerinde, halklar sosyalizmi de tanıyor­ lar. Ne var ki, sosyalizmin ideolojisini ger­ çekten kavrayıp uygulayabilecek, proletar­ ya sınıfının, ya hiç yokluğu, ya da çok cılız olması yüzünden bölge haklarının bilincin de sosyalizmin yansıması çok farklı biçim­ lerde tezahür ediyor. Onlar için bu yeniden bir doğuş, uyanma, emperyalist talan ve köleliğe isyan vatan topraklarına sahip çık­ ma, mazlumların zalimlere karşı ayaklan­ ması anlamlarına geliyor. Ortadoğu toplumlarında ise sosyalizm, Müslüman hal­ kın yüz yıllardır zihninde taşıyıp getirdiği, Islamın ilk doğuş günlerinin, adalet, mut­ luluk ve coşkusunun yeniden doğuşu, di­ rilmesiyle birleşerek, “Hizbil Baas iştirakyun” Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi, hareketi halini alıyor. Adeta zihinler de bir kâbus, bir özlem gibi taşınan ilkel sosyalizm gele­ nekleri, ekim sosyalist devriminin ve sava­ şın şokuyla birleşip sentezleşiyor. Birinci Dünya Savaşında Osmanlıların yenilmesinin ardından, Ortadoğu bölgesi­ nin denetimi, İngiliz ve Fransız emperya­ lizmine geçmiştir. Ayrıca her iki emperya­ list devlet aynı Arap ulusal kökenden ge len halkları ve coğrafyayı yapay bir biçim­ de bölerek buralarda kendi işbirlikçileri eliy­ le kukla yönetimler ve devletler oluştur­ muşlardır. Halkların en uyanık kesimi olan asker ve sivil aydınlar emperyalizmin bu

pitalizmi geliştirmekle de sonuçlansa, böl­ ge halklarının makus tarihine indirilmiş bi­ rer darbe oluyor. Onların, çağdaşlaşma ve çağa açılmalarını sağlayan, emperyalizmin Ortadoğu’daki klasik sömürgecilik biçimle­ rine son vermesine neden olan, gelenek­ ten gelen “yeniden doğuş” fikrinin ağır et­ kisi altında da olsa iştirakyun (sosyalizmi) tanımalarını sağlayan önemli tarihsel adım­ larıdır. Bu adımlar, Ortadoğu’nun biriken sorunlarını bütünüyle çözınenıişse de, halk­ lar açısından ortamı biraz yaşanabilir kılınış; modern proletaryanın da tarih sahnesine çıkabildiği, üretici güçlerin sınırlı da olsa ge­ lişebildiği bölgede, daha ileri oluşumlar için bir zemin hazırlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra, ABD 1 nin emperyalizmin bir numaralı gücü hali­ ne geldiği ve ABD’nin, mazlum halkların mücadelesiyle dağılan, klasik sömürgeci­ lik ilişkilerinin yerine, yeni sömürgecilik metodlarını geliştirdiği bilinmektedir. Savaş sonrasında ABD’nin yeni sömürgecilik ağ­ larını, sosyalizm dışındaki, tüm dünyaya yayma ve bu anlamda da emperyalizm cephesini yeniden restore etmekte olduğu süreçte, Ortadoğu’nun görünümü yukarı­ da özetlemeye çalıştığımız şekildeydi. ABD Ortadoğu bölgesinde bir yandan yeni sö­ mürgecilik ilişkilerini geliştirirken, bu poli­ tikaya karşı bölge halklarının direnişini kı­ rabilmek için, uluslararası emperyalizm ve dünya Siyonist Hareketi’nin 1911 yılından bu yana bölge halklarının bağrına bir han­ çer gibi sapladığı İsrail faktörünü de kullan­ mıştır. Yani Ortadoğu halklarının karşı­ sında iğrenç bir sırıtışla yer alan ABD^ nin bir elinde dolar öbür elinde İsrail hançeri vardır. Her iki silahtan da halkla-

rın kan ve gözyaşları damlamaktadır. Bu durum bir yanıyla ABD’nin Ortadoğu böl­ gesindeki . çıkmazını oluştururken, diğer yandan ise gerici bölge rejimlerinin süratle emperyalizmin güdümüne girmelerini de doğurmuştur. Girmek istemeyenler ise bir yandan iç gelişmelerin, diğer yandan İsra­ il sopasının kullanılmasıyla (Mısır’da oldu­ ğu gibi) ıslah edilmiştir. İsrail ise, Arap dev­ letleriyle girdiği savaşlarda, en son teknik­ le donatılmış ordularıyla ard arda başarılar kazanmış ve emperyalizmin Ortadoğu böl­ gesinde ileri bir karakolu halini almıştır. G e­ linen aşamada, ABD emperyalizmi, İsrail vurucu gücü, Camp David anlaşmasıyla Mısır’ın teslim alınması, bölgenin en geliş­ kin iki ülkesi Iran ve Türkiye’nin yeni sö­ mürgecilik ağlarına çekilmesi, Ürdün, Su ­ udi, Kuveyt vb. ülkeleri güdümü altına alıp bölgede gerici emperyalizm cephesini güç­ lendirip pekiştirmişken yeni gelişmelerle karşılaşmış, bu gelişmeler emperyalizm le­ hine olan statünün parçalanmakla karşı karşıya kalmasını doğurmuştur. Emperya­ lizm lehine oluşan statüyü çatlatan Iran devrimidir. İran’daki monarko-faşist şahlık rejimin­ den önce, milli burjuvazi Musaddık önder­ liğindeki iktidara gelmişti. Fakat sosyal te­ mellerinin zayıflığından dolayı, C1A deste­ ğinde Şah’ın düzenlediği bir darbeyle, ikti­ dardan kısa sürede uzaklaştırıldı, İran’da Şahlık rejimi, tüm toplumsal muhalefet odaklarını dağıtarak, İran’ı emperyalizmin dikensiz gülbahçesine çevirdi. İran bu ha­ liyle Ortadoğu’da A BB’nin jandarması ve sadık bir uşağı olarak uzun bir süre emper­ yalizm lehine büyük bir rol oynadı. İran’da da devrim, diğer Ortadoğu devrimlerinde olduğu gibi, proletaryanın zayıf ve örgüt­ süz olmasından dolayı, çarşı esnafı ve mol­ laların önderliğinde, tarihsel Şii ve Fars direnişçiliğinden hız ve kuvvet alan bir “ta­ rihsel devrim” olmuştur. Bir yanıyla antiemperyalist ve bağımsızlıkçı bir rota izler­ ken, önderlik eden sınıfların geçmiş çağlann yadigârı, küçük burjuva tabakalar olması nedeniyle de pek çok tehlikeli yönelimi bağrında taşımaktadır. Fakat bu durumu­ na karşın, İran’da, ABD egemenliğine son vererek bölgede emperyalizmin etkinliğini sarsmış hatta geriletmiştir. 1 9 8 0 ’lere ulaşıldığında, Türkiye’de devrimci-demokratik ve ulusal hareketin muazzam bir gelişme göstermesi, Afganis­ tan Devrimi, ıran Devrimi, Lübnan’ın, Fi­ listin Ulusal Kurtuluş hareketinin ve bölge devrimci güçlerinin üssü haline gelmesi, Arap ülkelerinde daha önceleri gerçekleş­ miş olan ilerici hamlelerle birleşince emper­ yalizm açısından yeni çözüm arayışları ka­ çınılmaz hale gelmiştir. Bu yıllarda sadece Ortadoğu bölgesinde değil dünyanın pekçok yerinde benzer türden gelişmelere ta­ nık olunmaktadır. Dünyada ve Ortadoğu’da, dünya güçler dengesinin emperyalizm aleyhinde zorlan­ maya başladığı bu koşullarda, emperyalizm taktik değiştirmiş, kendi içinde olduğu gibi dışında da sertlik yanlısı çevreleri iktidara getirmiştir. Bu çevreler finans-kapitalin en çizgin, en gerici ve en şoven çevreleridir. Bu dönemde uluslararası yumuşama alanına gelen detant politikası terkedilmiş, soğuk savaş stratejisi uygulamaya konmuştur. Bu stratejiyi uygulamak üzere emperyalist sis­ temin ve ABD’nin başına R. Reagan geti­ rilmiştir. R. Reagan uluslararası finans-kapitalin yeni sözcüsü olarak bölgesel savaş ve ça­ tışmaları kışkırtırken, ilerici insanlığı sınırlı nükleer savaş tehdit ve şantajıyla teslim al­ maya çalışmıştır. Bu dönemde, silahlanma yarışı korkunç boyutlara vardırıldı. Amaç, Amerikan silah tekellerinin kârlarını onlar­ ca kat arttırarak, ABD de patlayan ve tüm

»

53


emperyalist sistemi sarsan ekonomik krizi yatıştırmak ve biriken muazzam sermayeyle üretim tekniğinde bir yenilenme sağlaya­ rak, bir kriz döneminden de en az hasarla çıkmaktı. Bu politikanın uygulanması mil­ yonlarca insanın kan ve gözyaşına mal ola­ cakmış, bu emperyalizmin umurunda bile değildir. O. kendisi yok olmaktansa tüm in­ sanlığı yok edebilecek bir cinnet ve çılgın­ lığın adıdır da aynı zamanda...

çekleştirildiği bu gün tüm kamuoyunun bil­ diği bir gerçekliktir. Aynı zamanda halk kit leleri dizginsiz bir sömürü ve baskı altında tutularak, egemen sınıfların içine sürüklen­ diği ekonomik-siyasi krizler aşılacaktı. 7.5 yıl boyunca amansız bir devlet terörü uy gulanarak işçi ve emekçilerin tüm demok­ ratik hakları ellerinden alınarak, böyle bir sonuca ulaşılmaya çalışıldı. K. Evrenin bir konuşmasında dile getirdiği gibi hiçbir şey yapamamışlarsa bile “bir on yıl kazanmış" oldular. Elbette bu Finnns Kapital açısından hiç de küçümsenecek bir şey olmasa da. bu nutı ötesindeki durumlara bir göz atalım.

Emperyalizm kendisi yok olmaktansa tüm insanlığı yok edebilecek bir cinnet ve çılgınlığın adıdır da aynı zamanda...

1988’lerin Türkiye’sinde, eylülizrn ekoııo rnik krizi aşmış görünmüyor. Enflasyon, işsizlik pahalılık ve zamlar yaşamı dayanıl­ mayacak derecede zorlaştırmış ve zirveye çıkmış bulunuyor. İstikrarsızlık ve kriz atla­ tılmış değil. Eylülizrinin hedeflediği, suskun ve apolitik toplumun yerinde yeller esiyor. İşçi sınıfı, gençlik, aydınlar, cezaevierindeki tutüklular ve yakınlarının eylemleri birbiri­ ni izliyor. Hatta 12 Eylül politikaları, ken dişine o kadar geniş muhalefet çevreleri ya­ rattı ki. on yıllardır, devlet babanın ııvsal ço­ cuğu Türk iş vb kuruluşlar bile, dipten gelen dalganın etkisiyle, yemek boykotla rı, pahalılığı protesto mitingleri yapmak zo­ runda kalıyor Basında, hükümetin ve dev­ letin kilit yerlerinde yer alan kişilerle ilgili, yolsuzluk, suistimal haberleri sık sık yer alı yor. TBMM’nin hemen her toplantısı olay­ lı geçiyoı Son kamuoyu yoklamaları ikti darın, seçmenlerin ancak 1/4’nin oyunu alabilecek kadar güçten düştüğünü göste­ riyor. “Kürt sorunu" ise TBMM’tıe kadar gir miş durumda. “Doğu ve Güneydoğumla, PKK eylemleri durmak bir yana, demek o kadar artıyor ki, devlet bölge valiliği özel ko­ lordu, köy koruculuğu gibi pek çok “özel” tedbire başvurmak zorunda kalıyor. Orman Kanunu adı altında bölge halkını yeni bir sürgüne tabi tutmanın planları yapılıyor. Bölgede, kontr-gerilla ve özel timler kargaşa ve kaos ortamı yaratmak istiyorlar. Bölge halkının ise baskılardan şikayetçi olduğu ba­ sında yer alan haberlerin neredeyse baş ko­ nusu. Yani 7.5 yıl sonra, Türkiye'de Eylül rejimiyle, ne ekonomik, siyasi krizin atla­ tılmasında ne de “huzur, güven ve istikrar” sağlanmasında başarılı olunamamıştır. Tam tersine kriz derinleşmiş, krizi aşabilecek yeni politikalar üretmekte de acze düşülmüştür. Aynca’da toplumun bağrına yeni kin ve nef­ ret tohumları serpilmiştir. 12 Eylül politikalarının tıkandığı hiçbir çö­ züm üretemediği günümüz Türkiye’sinde, Devrimci-Demokratik ve ulusal hareket, ey­ lül öncesinin pek çok yanlış ve hataların­ dan arınarak, işçi sınıfı önderliğini temel alan bir tarzda kararlı ve sağlam adımlar atarak gelişiyor. “Yok ettik” “Bitirdik" tera nelerinin bugün ne büyük bir demogoji ol­ duğunu daha iyi görüyoruz. Belki de, son 7.5 yılda rüzgâr ekenler fırtına biçecekler. Bakalım göreceğiz. “Yaşayanlar görür” de­ mişler. Dış politikada ise, İran’ın kaybedilmesin­ den sonra ABD'nin. Türkiye’ye vermek is­ tediği bölgenin jandarmalığı rolü de pek tut­ mamışa benziyor Komşularıyla, uzun bir süredir, sürtüşme ve gerginlik içinde olan Türkiye’nin yeni arayışlara yöneldiği göz­ lenebiliyor. Yunanistan ve Bulgaristan ile gergin olan ilişkiler yumuşatılıyor. Ortadoğu bölgesinde ise Filistin halkının davasına sa­ hip çıkıldığı izlenimi vermek için, enson Amman’daki İslâm ülkeleri zirvesi sırasın da pek çok icazetli mitingler düzenleniyor. Ama devrimci-demokrat güçlerin bu konu­ da sesini duyurması engellendiği gibi. İs­ tanbul ve Ankara’daki küçük çaplı protes­ to hareketlerine, işgal altındaki Filistin top raklarında Filistin direnişçilerine, İsrail as

Emperyalizmin yeni politikasının uygu­ lamaya sokulmasıyla, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Ortadoğu da tam bir yangın yerine dönmüştür. 1980 12 eylü­ lünde, Türkiye’de askeri darbe gerçekleşti­ rildi. İçte, işçi ve emekçiler, ulusal güçler, darağaçları, işkence, tutuklanma ve soykınm boyutuna varan öldürmelerle karşı kar­ şıya bırakıldı. Dışta ise, komşularla gergin lik ve savaş kışkırtmaları, sıcak çatışmala­ rın eşiğine kadar tırmandınldı. Musul ve Kerkük’ün işgal planlan tüm insanlığın gözü önünde açık seçik tartışıldı. İrak, sınır an­ laşmazlıkları bahane edilerek İran üzerine saldırtıldı. Pakistan’daki Ziya Ül-Hak yöne­ timi eliyle, mücahit adındaki karşı-devrimci çetelerin, örgütlendirilip, silahlandırılıp, Af­ ganistan’a saldırtılmasıyla Afgan halk dev­ rimi boğulmak istendi İsrail, Lübnan’a saldırtılarak, burada mevzilenen Filistin Halk Kurtuluşu güçieri ve Lübnan ilerici hareketi tasfiye edilmeye çalışıldı. Anti-emperyalist ve ulusal bağımsızlık çizgisi izleyen. Suriye ve Libya yönetimlerine yönelik karşıdevrimci darbeler örgütlendi. Bu iki ülke sürekli tehdit, şantaj ve ekonomik ambar­ go altında tutuldu. Hatta Libya lideri Mu­ ammer Kaddafi’yi bizzat öldürmeyi ve Libya halkına gözdağı vermeyi amaçlayan, Lib­ ya’nın, ABD ve Ingiltere işbirliğiyle onlar­ ca uçak tarafından bombalanması eylemi gerçekleştirildi. Ve tüm bu karşı devrimci sa vaş, darbe ve terörist eylemlerle, emperya lizm. kaygan bir zeminde olan Ortadoğu: daki güçler dengesini kendi lehine çevirme­ ye veya zaten lehine olan dengeye bir is­ tikrar kazandırmayı hedeflemiştir. Emperyalizmin zor ve şiddet politikala rıyla, Ortadoğu bölgesinde sağlamaya ça lıştığı “istikrar” bugün ne alemdedir? Son on yıl emperyalizme bölgede ne kazandırmış tır? Ne kaybettirmiştir? Ortadoğu halkları­ nın mücadelesi bugün hangi boyutlara var­ mıştır? Ve bu mücadele emperyalizmi ye­ ni politikalar üretmeye zorlamıyor mu? Bu yeni politikalar neler olabilir? Bölge halk­ ları önümüzdeki dönemde muhtemel ne gibi kazanımlar elde edebilirler? Bu soru lara cevaplar bulmaya, konuyu biraz daha irdelemeye çalışalım.

12 Eylül askeri darbesi ve Türkiye’de yarattığı sonuçlar

54

12 Eylül 1980 darbesinden bu yana ge­ çen 7,5 yıllık sürede, kısaca da olsa Türki­ ye’deki duruma göz atmalıyız. 12 Eylül dar besinin, Türkiye’de gelişen, devrimcidemokratik ve ulusal hareketi bastırmak için ABD'nin bilgisi ve onayı dahilinde ger

kerlerinin saldırdığı biçimde saldınlıyor. Ürdünün başkenti Amman’daki İslam ülkele­ ri zirvesinde Türkiye. Ortadoğu’nun pekçok kilitlenmiş sorunlarının çözümlenebil­ mesi için “arabuluculuk" vb. biçimlerinde rol ve görevler üstlenmiştir. Filistin davası için üstlenilen rol gibi, Iran-lrak savaşıyla ilgili üstlenilen rolde ölü doğmuş oluyor. En son Irak ziyaretinden Başbakan Özal eli boş ve sinirli dönmek zorunda kalmıştır. Ortado­ ğu bölgesinde artık uzlaşma ve teslimiyet­ le sorunlara çözüm getirme yolu tıkalıdır. Orada ya emperyalizme karşı direniş cep­ hesinde yer alınacak, ya da emperyalizmin politikalannın uygulayıcısı olunacaktır. Türk devleti İkincisini seçerken, Türkiye Devrimci demokrat ve ulusal hareket geç­ mişte olduğu gibi, bedeli onlarca şehit ver­ mekte olan birinci yolu seçmiştir. Bu tutu­ munu da sürdürmekte kararlı görünüyor.

İran-lrak savaşı Sözde sınır anlaşmazlıkları bahane edi­ lerek, özünde ise, Iran Devriminin bölge halkları üzerindeki etkisini kırmak için, emperyalizmin gerici Irak rejimini, İran’a sal dırmaya kışkırtması üzerine çıkmıştır. Baş­ langıçta Irak, hem saldıran taraf olmanın avantajıyla, hem de Iran Silahlı Kuvvetleri’nin devrim sonrasında hazırlıksız ve da­ ğınık olması nedeniyle. Iran içlerine doğru ilerleyebilmiştir. Daha sonra Iran, düzenle­ diği karşı saldırılarla. Irak ordularını sınırın ötesine püskürttüğü gibi, bir miktar Irak toprağını da işgal etmiştir. Kentlere yöne­ lik uçak ve füze saldırılan dışında, savaş ha­ len, ağır bir tempoda da olsa Iran lehine sürmektedir. Iran yeni yeni toprak parça­ larım ve yerleşim bölgelerini ele geçirmek­ tedir. En son Kürt peşmergelerinin de des­ teğiyle, Iran savaşın kuzey cephesinde, Irak’a ait Halepçe şehriyle, şehire bağlı ka­ saba ve köyleri ele geçirmiştir. İrak bura da Iran birliklerinin ilerleyişini durdurmak ve Kürt Ulusal Hareketinin etkinliğini kır­ mak için kimyasal bombalar kullanılmış, 5 0 0 0 ’den fazla sivil halktan, masum Kürt insanının ölümüne neden olmuştur. Bu soykırım hareketi, İrak tarafından. Kuzey Irak'ta uzun bir süredir uygulanagelmektedir. Yalnız Halepçe katliamı, bu uygula maların zirveye çıkmasıdır. Ve Irak savaşta itısiyatifi elden kaçırdıkça her çılgınlığa baş­ vuracak gibi görünmektedir. Iran Irak savaşıyla emperyalizmin hedef­ lediği Iran devriminin ve bölge halktan üze­ rinde yarattığı anti-emperyalist etkinin tas­ fiyesi bugün gerçekleşmiş midir? Şüphesiz gerici Arap rejimlerini emperyalizmle da­ ha da bütünleştirdi. Hatta onlar, Arap-Fars çelişkisini de işliyerek, Suriye ve Libya’yı da Arap şovenizmi bataklığına çekmeye çalış­ tılar. Ama çekemedikleri gibi, Libya ve Su ­ riye'nin, emperyalizm karşısında daha da radikal bir duruma gelmelerini de engelle­ yememişlerdir. Iran-Irak savaşı günümüzde, emperya­ lizm lehine statükonun istikrar kazanması­ nı sağlamadığı gibi tam tersi bir işlev gör­ mektedir Özellikle, savaş Kuzey Irak’ta 1975 yenilgisiyle bir ölçüde dağılma nok­ tasına gelen Kürt ulusal hareketlerinin ye­ niden toparlanması için, elverişli koşulla­ rın doğmasına da neden olmuştur. Hatta burası kurtarılmış bölge haline getirilmiş, Irak demokratik muhalefet güçleri de bu alanda yaşama ve kendini geliştirme ola­ nağına kavuşmuştur. Elbetteki bu, bölge­ deki Kürt haraketlerinin ve Irak demokra­ tik muhalefet güçlerinin, ideolojik olarak. Irak devrimi ve ulusal sorunun çözümün­ de olsun. Iran ile ilişkilerinde olsun pek çok yanılgı taşıdıklarını gözardı etmemek gere­ kiyor. Bu anlamda üstlendikleri bölgenin ki­ litlenmiş sorunlarını çözebilecek, perspek­


tif, önderlik ve güçten yoksundurlar. Ama herşeye rağmen Ortadoğu’nun, antiemperyalist cephesi içinde doğal olarak yer almakta, taktiksel düzeyde de olsa dönem dönem olumlu roller üstlenebilmektedirler. Iran-Irak savaşı daha çok yukarda anla tılart nedenlerden dolayı, Türk Devletini dahi tehdit eder nitelikte görülmektedir. Bizzat devletin en yetkili kişileri, kamuoyu­ na yaptıkları açıklamalarda “Doğu ve Gü­ neydoğudaki olayları bu savaşın sürmesi­ ne ve yarattığı sonuçlara bağlamaktadırlar. Elbetteki olayların gerçek sebebi savaş ol­ mamakla beraber, savaşın Kuzey-lrak’ta ya­ rattığı boşluktan PKK’nın da yararlanabile­ ceği endişesi dile getirilmektedir. İşte emperyalizmin Ortadoğu da güçler denge­ sinin kendi lehine süreklilik kazanması için patlattığı savaşın sonuçları... Başta İrak ol­ mak üzere, Türkiye’de dahil pek çok emperyalizme bağımlı ülke ve bizzat emper­ yalizmin kendisi güvenliğini bugün savaşın durdurulmasında görüyorlar. Savaşı çıka ranlar bir kez daha o savaşa tutsak veya ye nilk oluyorlar. Ne var ki Iran-Irak savaşı durmak bir ya­ na her gün daha da şiddetlenerek uzunca bir zaman daha süreceğe benzemektedir. Irak’ın ise Körfez ve kentler savaşını tırman­ dırması, kimyasal bombalar kullanarak mazlum Kürt halkı üzerinde soykırım uy­ gulaması ise savaşta güçlü taraf değil zayıf taraf olduğunu ortaya koymaktadır. Irak kendi çıkardığı savaşın durdurulabilmesi için boy leşi sefil ve iğrenç yollara başvuru­ yor. Planı açık, savaşı durdurup içerdeki demokratik ve ulusal muhalefeti imhaya yönelecek... Ne var ki İran’ın dünyaya ka­ fa tutan haliyle bu planların hayata geçiril­ me şansı azdır. İrak içine düştüğü acizlik ne­ deniyle çıkarttığı savaşın kurbanı alacakmış gibi görünüyor.

Afganistan’da son durum 28 Nisan 1978’de, Ortadoğu devrimleri orjinalitesinin (Yukarıdan ordu darbesiyle iktidarı fethetme) bir benzeri de Afganistan Devrimi olmuştur. Ne var ki Afganistan’daki asker-sivil aydınların, S S C B ile ülkenin ta rih boyunca yakın ilişkiler içinde olması ne­ deniyle, sosyalizmi tanımışlar ve ADHP bi çiminde örgütlenmişlerdir. Devrim öncesin­ de, ADHP, Marksizmi temel alan, emekçi halk, aydınlar ve ordu içinde de güçlü bir örgütlenmeye sahip bir parti konumunda dır. Bu nedenle devrimden sonra atılan adımlar, benzeri devi imlerden muhtevaca farklı olmuştur. 28 Nisan 1978'den sonra ülkedeki d e­ mokratik devriminin derinleştirilmesi için ol­ dukça köklü adımlar atıldı. Ne varki ülke­ de proletaryanın çok cılız olması ve halkın adeta Ortaçağ karanlığında, binbir aşiret vb. etkenlerle parçalanmış bir durumda bulun ması devrimi çok sancılı hale getirdi. G e­ ne bu süreçte iki darbe daha yaşanmıştır Darbeler, bu devrimin orijinal karakterinin ürünü de olsa, esasta devrim programının uygulanması sırasında işlenen hataları te lafi etmek amacını güttü. Başlangıçta, ül­ kenin içinde bulunduğu ağır feodal ve aşiretçi ilişkiler gözönüne alınarak çok dikkatli ve esnek olunması zorunluydu. Halbuki böyle davranılamayıp, sekterizme, küçük burjuva aceleciliğine kapılıııdığı da bir ger­ çektir. İşlenen hatalar, ardarda darbelere neden olurken, önemli bir zaman kaybı ya­ şandı. Karşı devrim, bu arada boş durmu­ yor, ABD'rıin bölgedeki kuklası, Ziya Ul Hak diktatörlüğü eliyle örgütlendiriliyor, si­ lahlandırılıyor karşı devrimci savaşı başlat manın hazırlıklarım tamamlıyordu. Afganistan, bir ucu İngiltere’de, diğer ucu

ise emperyalizm açısından güvenli olmayan Hindistan’a kadar uzayan S S C B ’ııin güne­ yinden ablukaya alınması planının önemli bir halkasıydı. Bu kuşatma zincirinden İran ve Afganistan halklarının kopması, Hindis­ tan’da ise emperyalizm açısından bir statü­ konun yokluğu adeta emperyalizmin yeni jandarması ABD’yi çılgına çevirmiştir. Amerikan emperyalizmi, Ortadodoğu bölgesine, elinde İsrail sopasıyla girdiğin­ den dolayı da İslâm ülkelerinin birleşik gü­ cünü karşısında görmüştü... Her ne kadar bölgedeki gerici rejimlerin dizginlerini kısa sürede eline aldıysa da, Güney Yemen, Cezayir, Libya, Suriye, FKÖ gibi bölgede ki önemli etkinliğe sahip güçlerin direnişiyle karşı karşıyaydı. Ayrıca bu ülkeler ve güç­ ler milyonlarca Müslüınaııı katletmekten çekinmeyen İsrail’in baş destekçisi ABD^ ye karşı direnirken, sosyalist ülkelerin dost­ luk ve yardımını görüyor ve sosyalizmin bölgede Islamiyetiıı tek dostu olduğuna inanıyorlardı. İşte ABI) Afganistan’daki İs­ lam Mücahidi adındaki, karşı devrim çete­ lerini desteklerken, diğer bir yanıyla da böl­ ge halklarına “Ben İslâmiyeti destekliyebiliriın, yeter ki sizler, emperyalizme uşaklık ve kölelikte kararlı olun, sosyalizmin böl gedeki gelişmesine karşı çıkın” demek is temiştir. Emperyalizmin, Afgan karşı devrimini para, uzman ve eıı son savaş tekniğiyle do natarak, Afgan Devrimini boğdurmak üze re taarruza geçirmesi işte böylesine çok yönlü planların bir sonucudur. Ne varki bu planlar, Afgan halkının demokratik devrim ve sosyalizm yolunda ilerlemesi için büyük değeri olan ilk on yılın çok sancılı geçme­ sine neden olmuş da olsa başarıya ulaşa mamıştır. Yalnız bu planların Ortadoğu sa­ hasında değilse bile Uzakdoğu’da ÇHC üzerinde 8 0 ’li yıllarda büyük etkisi olduğu­ nu belirtmek gerekir. ABD ve ÇHC bir dö­ nem Afganistan ve Kamboçya politikaların­ da üst üste düştüler ve bu da dünya güç­ ler dengesinde emperyalizmin lehine bir durum yarattığı gibi, ABD’rıin soğuk sava­ şı tırmandırmasında önemli bir güç ve mo­ ral etken oldu. Ne varki Afgan ve Kamboç halkları, sosyalizmin enternasyonal deste­ ğiyle, direnişlerini birleştirerek emperyaliz­ min dünya güçler dengesinde kazandığı bu avantajlı duruma rağmen bölgelerinde emperyalizm lehine gelişmelerin ortaya çık­ masına olanak vermediler. Sosyalizmin dünyamızdaki çeşitli çatışma noktalarıyla ilgili yeni politikalar ürettiğine tanık oluyoruz. Ortadoğu’dan, Orta Am e­ rika ve Uzakdoğu’ya kadar bu politikalar, emperyalizmin soğuk savaşı tırmandırma stratejisini iflas ettiriyor, S S C B ÇHC ilişki lerinde de bir iyileşme gözleniyor. Bu sü­ recin ilerlemesi, dünya genelindeki güçler dengesinde sosyalizm lehine yeni olanak­ lar üretebilecektir. Bu durum kaçınılmaz­ ca her ülkede kendi sözcülerini de bulacak­ tır. Afganistan’da dünyanın genelinde böylesi değişimler olurken bir yönetim değişik­ liği yaşandı. Dr. Necibullah, Afganistan’da yönetime geldikten soıııa ürettiği yeni po­ litikalarla, hem Mücahit gruplarını bölüp devrimin kitle tabanını genişletirken, soru­ nun çözümü için ard arda getirdiği öneri­ lerle politik olarak inisiyatifi ABD ve Pa kistan’ın elinden almayı başarmıştır. Dev­ rim, en son Hoşt kenti civarındaki savaş­ larda olduğu gibi, karşı devrimin etkinliği­ ni kırabilmiş, mücahitlerin etkinliğindeki ba zı bölgelere yayılmış bulunmaktadır. Yani devrim oturmakta ve pekişmektedir. Bu da yönetimi rahat davranmaya iten önemli bir etmendir. Sonuçta, ABD emperyalizminin, Afga­ nistan devrimini, karşı devrime boğdurarak ulaşmak istediği çok yönlü amaçların ger­ çekleşmesi söz konusu olmamıştır Hatta

tam tersine gelişmelerin ortaya çıktığını, Af­ ganistan’da devrimin durdurulmak bir ya­ na giderek geliştiğini, Pakistan’da da top­ lumsal muhalefetin yükselmesiyle Ziya ÜlHak diktatörlüğünün sarsılmakta olduğu­ nu söylemek mümkündür. Ortadoğu da ise radikal yönetim ve güçlerce, hatta tüm Arap halklarınca da denebilir, sosyalist ül­ keler hâlâ, güvenilir, uzun süredir denen­ miş dost ülkeler olarak görülmektedir. Bu dostluğun, daha da derinleşeceği yeni ge­ lişmelerin olabileceğini, bunun karşısında ABD emperyalizminin ise yeni manevra­ larının da boşa çıkabileceğini söylemek pek sakıncalı değildir.

Lübnandaki gelişmeler Lübnan, Ortadoğu bölgesinin ve dünya­ nın en ilginç gelişmelerine sahne olan bir ülkedir. O kadar enterasan bir yapı söz ko ınısudur ki, hem görünüşte bir Lübnan devleti var, hem de hemen hemen hiç yok tur. Devletin, eğilim, sağlık, kültür gibi alan tarda varlığı hissedilirken, örgütlenme, zor ve yönetim anlamında etkinliği yok gibidir. Lübnan da devletin bu boşluğunu, çeşitli sınıfsal, etnik, mezhepsel vb. temellerde ör gütlenmiş örgütler doldurmuştur. Bu an lamda Lübnan da her fert, şu veya bu ör­ gütün üyesidir. Hatta ülke denebilir kı bu örgütlerce, bölge bölge, semt senit, bazı yerlerde sokak, sokak parçalanmıştır. Lko nomi temeli ise, gelişkin tarım üretimin yanı sıra, esas olarak emperyalist ülke malları­ nın pazarlandığı açık pazar biçimindedir. Montaj sanayii de biraz gelişmiştir. Son günlerde, Lübnan lirası değer ka­ zansa da ekonomik ve siyasi kriz Lübnarv da süreklilik arzetmektedir. Savaş ve iç ça­ tışmalarda, ülkede, tam bir kaos ortamı ya­ ratmaktadır. 2 Dünya savaşı öncesi Fran­ sız emperyalizminin yarı sömürgesi olan Lübnan’dan, savaş sonrası Fransız emper­ yalizmi geri çekilmiştir. Fransa buradan çe ­ kilirken bir de manda rejimi kurdu Kuru­ lan manda rejim yönetimi, bir süre devam ettiyse de, Lübnan'ın yapısını oluşturan mezhepler ve etnik grupların, aşiretlerin et­ kinliğini ortadan kaldıramadı. Çeşitli grup lar arasındaki çelişkiler, çok şiddetli çatış­ malar yaşanmasa da 1973’lere kadar sür dü. 1973’ten sonra başlayan iç savaş ile bir­ likte, gruplar arasındaki çelişkiler şiddetlen­ miş, günümüzde ise zaman zaman silahlı çarpışmalar biçimini de alarak sürmektedir. Ve daha uzun bir süre süreceğe benzemek­ tedir. Lübnan 1982 İsrail saldırı ve işgaline ka dar, Filistin Kurtuluş güçlerinin ve tüm Or­ tadoğu’daki ulusal kurtuluş hareketinin bir bakıma geri cephesi durumundaydı. Hat­ ta Filistin güçleri, gerek mülteci kitlesinin yoğunluğu, gerekse de savaşçı potansiye linin büyük bir bölümünün, buradaki kamplarda bulunması nedeniyle, Lübnan’ın siyasi hayatında önemli bir etken durumun daydı. Gene bugünlerde Lübnan ilerici ha roketinin gelişmesi, Filistin Kurtuluş güçle­ riyle dayanışına halinde etkinliğini arttırma­ ya başlaması, emperyalizmi, Lübnan’da oluşan statüye son vermeye zorladı. Filis­ tin Savaşçılarının İsrail’e yönelik eylemleri bahane edilerek, Lübnan, İsrail’e işgal et tirildi. Lübnan’ın işgali ve buradaki ulusal kur tuluş güçlerinin aldığı yenilgi başlangıçta Lübnan’daki güçler dengesinin emperya­ lizm lehine dönüştüğü gibi bir görünüm ya ratmıştır. İşgalin ardından, önceleri İsrail, daha sonra da ABD ve Fransa gibi emper yalist güçler, “Lübnan bataklığına” girme nin bedelinin çok ağır olmaya başlaması üzerine geri çekilmek zorunda kalmışlardır Lübnan’da oluşturdukları işbirlikçi yönetim ise Lübnan’daki statüyü emperyalizmin çı

Ortadoğu’da ise radikal yönetim ve güçlerce, hatta tüm Arap halklarınca da denebilir, sosyalist ülkeler hâlâ, güvenilir, uzun süredir denenmiş dost ülkeler olarak görülmektedir : Bu dostluğun, daha da derinleşeceği yeni gelişmelerin olabileceğini, bunun karşısında ABD emperyalizminin ise yeni manevralarının da boşa çıkabileceğini söylemek pek sakıncalı değildir.


karlarına uygun bir biçimde sürdürmeyi ba­ şaramamıştır. Lübnan yenilgisinin en ağır sonuçlarını FKÖ yaşadı. Yenilginin ardından FKO’nün önderliğini elinde tutan teslimiyetçi eğilim kendisini bütünüyle açığa vurdu. Lübnan1 da bu dönemde Arafat’ın önderliğini yap­ tığı bu eğilime karşı, Ebu Musa önderliğin­ de bir (intifada) isyan hareketi geliştirilmiş­ tir. FKÖ’nün en güçlü örgütü El-Fetih’te or taya çıkan bu direniş-teslimiyet saflaşması ve çatışmasında yüzlerce Filistinli savaşçı öl­ müştür. Bir anlamda denebilir ki, ARAFATm Lübnan'da direnmeyip, teslimiyet ve uzlaşma yolunu seçmesi, örgüte, İsrail’in verdirdiği kayıpların onlarca kati fazlasına malolmuşîur. Ayrışmadan sonra Arafat, Ürdün, Mısır vb. gibi ülkelerle anlaşarak, emperyalizmin Filistin sorununu tasfiye et­ meye yönelik planlarıyla uzlaşmış, ihane­ tini belgelemiştir. EI-Fetih (intifada) biçimin­ de kopuşan. Ebu Musa önderliğindeki Di­ reniş eğilimi ise, Arafat’ın FKÖ içindeki et­ kinliğini ortadan kaldırabilecek bir boyut ka­ zanamamıştır. Ebu Musa, şahsında, Filis tin Ulusal Kurtuluş mücadelesinin tüm ge­ leneksel direnişçi özelliklerini taşımasına rağmen, Arafatçıların maddi yönden çok güçlü olmalan (Filistin burjuvazisi) ve kopuşmanın, FKÖ’nün ulusal ve sosyal bilinç yönünden en zayıf, örgüt içi ilişkilerin pa ralı askerlik biçiminde sürdürüldüğünü ElFetih’te gerçekleşmesi, EI-Fetih (intifada) hareketinin sınırlı bir gelişme sağlamasıyla sonuçlanmıştır. Tüm bu ayrışmalar. Lüb­ nan ilerici hareketinin işgalden sonra da­ ha da büyümesi, Lübnan işgaliyle emper­ yalizmin hedeflediği sonucun, tersi yönde ortaya çıkan gelişmelerdir. Falanjist hareket, emperyalizmin öteden beri Lübnan’da çıkarlarını korumaya çalı­ şan ve emperyalizmle işbirliği halindeki Lübnan burjuvazisinin birsiyasal ve askeri organizasyonudur. Etkinliğin günümüzde de sınırlı savaş öncesindeki durumundan fazla değildir. Lübnan’a Suriye'nin girme­ si, Filistin topraklann da yükselen direni­ şinde, . Lübnan ilerici hareketi üzerinde olumlu rol oynamasıyla, örgütler arası <$tışmalar durmuş, nispt’de olsa bir istikrar or­ tama doğmuştur. Bu haliyle Lübnan, Di­ renişi temel alan Filistin Kurtuluş güçleri­ nin eğitim gördüğü, Lübnan ilerici hareke tinin daha rahat gelişebildiği, Ortadoğu’daki tüm ulsal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin yararlanabildiği, örgütler arası çatışmaların nispeten durdurulduğu bir alan halindedir.

Libya ve Suriye'nin Ortadoğu'daki rolü Iran ve Afganistan Devrimlerinden ön­ ce emperyalizmin bölgedeki oyunlarını bo­ zan gelişmelerin yaşandığı diğer iki ülke Libya ve Suriye’dir. Libya’nın biraz Ortado­ ğu bölgesinin dışındaki konumundan do­ layı bölgedeki rolü az gibi görünüyorsa da, emperyalizme karşı direnen boyun eğme­ yen tutumuyla Ortadoğu bölgesinde antiemperyalist direniş hareketleri üzerinde bü­ yük moral etkisi vardır. Tabii ki Libya’nın bölgedeki rolünü sadece “moral etkfyle sı­ nırlı görmekte yanlıştır. Libya'nın dünyanın her tarafındaki anti-emperyalist ulusal kur tuluş hareketlerine para, silah vb. yardım lar yapmakta pervasız davrandığı, emper­ yalizmin bu konudaki tüm tehdit ve saldırlarma aldırmadığı bilinmektedir. Bu anlam­ da Libya, Ortadoğu bölgesindeki tüm anti emperyalist güç ve örgütlerin de önemli bir dayanağı durumundadır. Suriye’ye gelince; Ortadoğu’nun on mil­ yon civarında bir nüfusa sahip, coğrafi ola rak da küçük bir ülkesi. Ama Suriye’nin böl­ gedeki güç ve etkinliği bu durumun çok ötesindedir. Baas partisinin iktidara gelmesi

ve ardından yaşanan süreç. Mısır ve Irak1 takinden farklı bir muhtevada sürmektedir. Mısır ve İrak, devletçilik yoluyla FinansKapitali palazlandırıp başa geçirirken, da­ ha önce Türkiye’de de aynı süreç yaşan­ mıştı. Suriye, ekonomi ve politikada geliş­ tirdiği önlemlerle, böylesi bir yönelişi engel­ lemektedir. Suriye’de 15 kişiden fazla işçi çalıştıran özel işletme açmak yasaktır. Yi­ ne büyük çaplı, karaborsa, yolsuzluk vb. ya­ panların, tespit edilmesi halinde, tüm mal ve paralrı kamulaştırılmaktadır. Bu vb. pek çok önlemde Finans Kapitalin palazlanması ve Mısır’da, Irak’ta yarattığı sonuçları, bu­ rada da yaratması engellenmiş olmaktadır. Tabii ki bunlar sadece önlemlerdir. Yoksa sorunların tüm den çözümü anlamına ge­ lebilecek ekonomi-politikalar olarak anla­ şılmamalıdır. Hafız Esat yönetimi, Tarihsel Devrimci anlamda çağa çıkış yaparken, diğer yan­ dan çağdaş gelişmelere de kolayca adap­ te olabilmiştir. Baas partisi ve öteki ilerici partilerin cephe biçiminde ittifakıyla, içer­ de, çeşitli toplumsal kesimlerin çıkarları uyumlandırılıp, tekelleşmenin önü kesilir­ ken, dışarda ise emperyalizmin Ortadoğu’ da geliştirmek istediği, yeni sömürgeci komplo ve planlarını boşa çıkarma da, sos­ yalist ülkelerle dayanışma içine girilmiş, emperyalizmin karşısında açık-net bir antiemperyalist tutum alınmıştır. Baas devriminin ilk yıllarında Suriye’nin bölgedeki rolü sınırlıyken, günümüzde ise izlenen iç ve dış politikaların ürünü olarak büyük artış gös­ termiş, adeta bölgedeki bir önderlik konu­ mu söz konusu olmuştur. Suriye’nin Iran Irak savaşındaki tutumu, Filistin devriminde ortaya çıkan teslimiyet ve ihanete karşı-direniş eğiliminden yana tavır olması ve desteklemesi, ve bölgenin tüm anti-emperyalist ilerici güçleriyle da­ yanışma içine girmesi. Ortadoğu’da emper­ yalizmin de baş hedefi haline gelmesine ne­ den olmuştur. Ne var ki uzunca bir süre uy­ gulanan tehdit, şantaj ve ekonomik ambar­ go, Suriye’nin durumunda ekonomik yön­ den bazı sorunlar doğursa da, bu sorunlar emperyalizmin özlediği sonuçları üreteme­ miştir. Sonuçta karşı-devrimci bir HAMA ayaklanması kısa sürede bastırılırken, teh­ dit ve şantaja uzlaşma ve teslimiyetle de­ ğil, direnilerek karşı koyulmuştur. Lübnan'daki karmaşaya son verilmesi ve buradaki Lübnan ilerici haketiyle, direniş­ çi Filistin güçlerinin desteklenmesi, 5 ay­ dır süren, İsrail işgali altındaki Filistin top­ raklarındaki, Filistin halkının ayaklanması­ nın, emperyalizm ve gerici Arap rejimle­ riyle uzlaştırmacılık bataklığına çekilerek, boğulmasının engellenmesi, onun bölgede­ ki rol ve önemini daha da arttırmıştır. Bu gün ABD emperyalizmi de, Suriye’nin bu artan rolünü kavramakta Suriye’yle ilişki­ lerinde taktik değiştirmek zorunda kalmak­ tadır. Günümüzde, Ortadoğu bölgesinde pek çok sorunun çözümünde olduğu gibi Filistin sorununun çözümünde de ABD, Suriye’nin onaylamadığı bir planın başarı şansı olmadığını görmekte, yaklaşımlarım buna göre düzenlemek istemektedir. Ne varki Suriye’nin dış politikada diplomasiyi ustaca kullanmasına rağmen bununla ye­ tinmeyen, emperyalizmin bölgede geriletilmesinin en önemli aracı olarak direnişi görmesi, emperyalizmin Filistin sorununda da kilitlenmesi, adım atamaması sonucu­ nu doğurmaktadır. Suriye’nin, direnişçi Fi­ listin örgütleri ve Filistin topraklarındaki hal­ kın ayaklanması ve çıkarlarıyla çakışan bu tutumu, gerici Arap rejimlerindeki ve FKÖ 1 deki teslimiyet, uzlaşma eğilimlerini de yerle bir etmektedir. Suriye, geliştirdiği anti-emperyalist poli­ tikalarla ve bunların istikrarlı uygulamasıy­ la, Ortadoğu bölgesinde herkesin dikkate

almak zorunda olduğu bir güçtür. İçte, eko­ nomik - politikalar tam çözümleyici olma­ sa da, dışta sosyalist ülkelerle oluşturulan ittifak, yetersiz bir düzeyde de bulunsa, böl­ gede daha güçlü bir devrimci odak çıkın­ caya kadar Ortadoğu’daki anti-emperyalist direnişin merkezi olma konumunu sürdü­ recektir.

Sonuç Emperyalizm, son on yıldır, Ortadoğu bölgesine, elindeki tüm imkânları kullana­ rak, alabildiğine saldırgan bir biçimde yö­ nelmiş, savaşlar, darbeler komplolar, uçak bombardımanlarıyla, milyonlarca insanın kan ve göz yaşı pahasına da olsa, bölgede emperyalizm aleyhine ortaya çıkan geliş­ melere son vermek istemiştir. Ancak gelinen noktada, bu politikalarda pek ba­ şarılı olamamıştır. Bölge halklan emperya­ lizmin bu uygulamaları karşısında direne­ rek hatta mücadelesini daha da yükselte­ rek, emperyalizmin Ortadoğu taarruzunu boşa çıkarmıştır. Bu günlerde emperyalizm, elinde sahte barış planlarıyla barış havarisi gibi görün­ meye çalışırken, özünde, Ortadoğu bölge­ sinde iflas eden politikalarının yerine yeni politikalar üretebilmek için, diplomasi ma­ nevraları çevirerek zaman kazanmaya ça­ lışıyor. Üretilecek yeni politikalar ne olur­ sa olsun. İsrail işgal ettiği tüm Arap toprak­ larından çıkmadıkça, başta Filistin olmak üzere, öteki bölge mazlum halklarının, ba­ ğımsız devletlerini kurabilme, kendi geliş­ me yollarını özgürce seçebilme hakları ka­ zanılmadıkça, bölgede “barışın’’ sağlanması mümkün olmadığı gibi, anti-emperyalist sa­ vaşımın daha da yükseleceği bir süreç ya­ şanacaktır. T Ortadoğu bölgesinde, güçler dengesinin bütünüyle emperyalizmin aleyhine döndü­ ğünü söylemekten henüz uzak bulunuyo­ ruz. Ne var ki emperyalizmin son on yıldır bölgede uyguladığı zor ve şiddet politikası bu yönde belli bir güç birikimini de doğur­ muştur. Bu biriken güç emperyalizme ve onun eli kanlı maşası İsrail'e karşı işgal al­ tındaki Filistin vatanındaki halkın ayaklan­ masıyla kendini açığa vururken, bu politi­ kanın uygulayıcısı tüm ülkeler, başta Türk­ iye, İrak, Pakistan benzeri gelişmelerin öngiinlerinde bulunmaktadırlar. Buralarda, ulusal, sınıfsal çelişkiler alabildiğine derin­ leşmiş ve bilinen sözcülerini bulmuştur. Huzur ve istikrar adına yapılan tüm uygu­ lamalar, sonuçta daha büyük huzursuzluk ve istikrarsızlıklara kapı açmıştır. Dünyanın, hemen her tarafındaki olay­ lar, hem birbirine bağlı, hem de birbiri üze­ rinde büyük etkide bulnarak gelişiyor. Bu durum Ortadoğu’da çok daha fazlasıyla böyledir. Ortaoğu’da, emperyalizmin, dire­ nilerek saldırısının durdurulduğu ve antiemperyalist karşı bir saldtnnın başladığı günlerde bulunuyoruz. Filistin halkı, yüz­ lerce şehit vermek pahasına da olsa 5 ay­ dır bu yolda kararlı bir biçimde ilerliyor. Or­ tadoğu bölgesindeki öteki ülkelerde maz­ lum halklar, işçi ve emekçiler, Filistin hal­ kının zorluklarla dolu yolunu göze alabile­ cekler mi? Yoksa emperyalizmin, lanetli kö­ lelik zincirleri boyunlannda öylece yaşama­ ya katlanacaklar mı? Bu sorunun cevabını açık ve net vermek gerekiyor. Ortadoğu bölgesinde, emperyalizm ve onun güdümündeki yönetimler, halklara, işsizlik- pahalılık, yoksulluk, işkence, zulüm hatta katliamdan başka birşey vermiyorlar­ sa, bu onların en büyük acizliğidir. Bu aciz­ liklerinin altında kalmaya mahkûm görü­ nüyorlar. Halklar ise, bölge düzeyindeki anti-emperyalist cephenin, imkân bulabi­ len her halkasında, devrimci direnişi yük­ selterek, emperyalizmi kaçınılmaz sonuna biraz daha yaklaştıracaklardır. 6 NİSAN 1988


Bir mektup var

Musul-Kerkük Senaryolarına Karsı Çıkm ak Her İlericinin. Devrimcinin ve Yurtseverin Görevidir *

p

' ’

*

Ortadoğu’da emperyalist saldırganlığın dayattığı paylaşım ve statükoyu tesis plan­ ları bölge gericiliğinin de yardımıyla halk­ lara benimsetilmeye çalışılıyor. 8 0 ’li yıllar boyunca emperyalizmin saldırganlığının sü­ rekli boy hedefi durumundaki bölgemizde, halkların on yıllar boyunca ve kanları pa­ hasına oluşturmaya çalıştığı değerler ve kurumlar, günler hatta saatlere sığdırılan sürelerde ve masa başı paylaşım planlarıyla imha edilmeye, halkların kölelik zincirleri sağlamlaştırmaya çalışılıyoh Bu çabaların en açık örneği; başlatılması, sürdürülmesi ve bitirilmesine ilişkin politikalarıyla, halk­ ların birbirine kırdırtılması şeklindeki emperyalist-sömürgeci amaçların gerçek­ leştirilmesi araçlarından Iran-Irak savaşıdır. Ortadoğu tarihi dönemeçlerinden birini yaşıyor. Iran-Irak savaşının, fiili sürdürücülerinin maddi varlığı çerçevesinde ömrünün sonuna gelmiş olduğu tüm taraflarca bili­ nen bir gerçekliktir. Sekiz yılı aşkın sürede aynı zamanda bölge halklan çeşitli boyut ve biçimlerde emperyalist saldırganlığın sür­ düğü koşullar içinde yaşamışlardır. Bu sal­ dırganlığın öğeleri olarak ideolojik, politik ve askeri müdahale ve ablukalar altındaki dönem olmuştur. Ama diğer yandan, bü­ tün bunlara rağmen mazlum halklar bün­ yelerindeki dinamikleri mücadele alanına

9

mada sürmektedir. İşte, on binlerce Kür­ dün kimyasal silahlarla soykırıma tabi tu­ tulması karşısında, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası siyasal ve askeri ilişki ve kurallann koyucusu ve denetleyicisi bir kurumun acz içindeki sönük girişimleri dışında tüm dünyanın geçiştirici suskunluğunun gerçek nedeni budur. Çünkü Kürdistan Halkının Bağımsızlık ve Demokrasi Mücadelesi BM nin temsil ettiği siyasal dengeleri zor­ lamakta ve bir bakıma onlara rağmen ge­ lişmektedir. BM, Iran-Irak savaşı karşısın­ da da acizdir. Çünkü, kendi temelini oluş­ turan siyasal güçlerin karşılıklı konumu, O’nu savaşın sürdürülmesinde ve muhte­ mel sonuçları karşısında duruma egemen olacak yetki ve otoriteye sahip olmaktan alıkoymaktadır. Orta-Doğu çok önemli gelişmelere sah­ ne olmaktadır. Bütün taraflar bütün olanak­ larıyla, Orta-Doğu’nun yeniden şekillenme sürecindeki çehresinde güçleri oranında ve konumlarına uygun yerlerini alma müca­ delesi içindedir. Toplumsal ve tarihsel durumlanyla dinlerin, ideolojilerin, inançların ve bunların yürütücüsü maddi güçler mozayiğinin yarattığı karmaşık tablonun tam analizini yapmak ve bu analizin ışığında muhtemel gelişmeler karşısında yapılması gerekeni belirlemek ve yerine getirmek her

Orta-Doğu çok önemli gelişmelere sahne olmaktadır. Bütün taraflar bütün olanaklarıyla, Orta-Doğu'nun yeniden şekillenme sürecindeki çehresinde güçleri oranında ve konumlarına uygun yerlerini alma mücadelesi içindedir.

çıkarmış, savaşlar ve işgaller ortamında ön­ lenmeye çalışılan kurtuluş mücadelelerini yükseltmişlerdir. Bu haklı mücadelelerin, emperyalist saldırganlar tarafından bölge­ deki kargaşanın nedeni olarak gösterilme­ si çabaları, içinde bulunduğumuz dönem­ de daha da yoğunlaşmıştır. Iran Şahlığının devrilmesinin getirdiği si­ yasal değişimlerin önüne emperyalist sta­ tükonun koruyucu kalkanı olarak dikilen Irak saldırganlığının başlattığı Körfez Savaşı, bölge siyasal coğrafyasını değişime zorla­ yan dinamiklerin gelişip serpildiği bir aşa-

siyasal gücün kendi sorumluluğundadır. Ancak; savaş, faşist terör, CIA patentli iş­ gal ve paylaşım planlarının spekülatif yay­ garaları ortamında her devrimci gücün üze­ rine düşeni pratik planda gerçekleştirme­ sinin yolu, halkları kendi gerçeklikleri ve çı­ karları doğrultusunda harekete geçirmek­ tir. işte Musul - Kerkük işgali senaryoları­ nın bir plan olma aşamasını atlatıp uygu­ lama alanında pratik ifadesini bulmaya yö­ neldiği bir dönemde Türkiye’de, devrimci güç, kurum ve kişilerin çabaları, şovenizm körükleyicilerince bastırılnıakta/bastırılabil-

inektedir. Şoven çığırtkanlar tarafından, halkların gerçekleri ters yüz edilerek ve ç o ­ ğu kez kendisine karşı kullanılarak, emper­ yalist nitelikli işgal; gelişmelerin normal, makul ve kabul edilebilir sonucu olarak su­ nulmaya çalışılmaktadır. Son dönemde, başta ABD ve işbirlikçi­ leri olmak üzere, tüm emperyalistlerin, ken­ di çıkarlarına uygun koşullarda sürmesi ve bitmesi için sürdürdükleri müdahaleler al­ tında bir köşe kapmaya dönüşen Iran İrak savaşının bitmesi ve bunun yaratacağı muhtemel sonuçlar üzerinde yoğun hesap­ lar yapılmaktadır. Bu hesapların sonuçlan­ dırılması süreci aynı zamanda savaşın öm ­ rünü ve durumunu belirleyecektir. Böylesi koşullarda sürdürülen savaşta, şehirlerin ve sivil yerleşim alanlarının savaş alanı ha­ line getirilmesi yanı sıra, savaşın başlaması ve sürdürülmesinde hiçbir sorumluluğu bu­ lunmayan Kürt halkının kimyasal silahlar­ la kitlesel katliamlara tabi tutulması gibi son derece tahripkâr sonuçlar ortaya çıkmak­ tadır. Kürt halkının kitlesel katliamlara iabi tutulması, savaşın gidişindeki sonuçlardan biri olmanın çok ötesindedir. Kürdistan üze­ rinde çeşitli örgütlenme ve siyasal önder­ likler düzeyinde sürdürülen kurtuluş amaçlı mücadeleler, savaşın yarattığı alt-üst oluş içinde ve savaşı yürütenlerin iradesi dışın­ da gelişmesini sürdürmektedir. Orta-Doğu halklarının bağımsızlık ve özgürlük müca­ delesinde merkez durumundaki Filistin Kurtuluş Mücadelesi alanları yerine, son yıl­ larda Kürdistan topraklarının, siyasal mü­ cadelelerin merkezi haline gelmesi yönün­ de önemli gelişmeler boy göstermiş, adım­ lar atılmıştır. Bu konuma gelme yolundaki adımları destekleyen yalnızca coğrafikstratejik konumu değil, soruna taraf olan güçlerin çokluğu ve Orta-Doğu devrimlerinin anahtar durumunda bulunmasıdır da. işte bu koşullar çerçevesinde savaşın biti­ rilmesinde, Kürdistan üzerindeki hesaplar ve bu hesapların pratik sonuçlar haline mesi doğrultusunda atılacak adımların du­ rumu belirleyeceği önemdedir. Bu gelişmelerin yanı sıra, ...(Türkiye ege­ menlerinin)... baştan beri göstermelik “ak­ tif tarafsızlık” ve zaman zaman “pasif tarafsızlık” diye lanse etmeye çalıştığı savaş dışı kalına tavırlarının sahteliği son gelişme­ lerle gözler önüne serilmiştir. Esasen TC, savaşın başından beri taraflardan biridir. Yalnız ABD’ııin ileri karakolluğu konumuyla emperyalizm cephesindeki yeriyle değil, sa­ vaş içinde tarihi fırsatları kollayan konu­ muyla da taraftır. Siyasal ve ekonomik çı­ karlarının devamından dolayı savaşın sürDevamı sayfa 79’d a

Şoven çığırtkanlar tarafından, halkların gerçekleri ters yüz edilerek ve çoğu kez kendisine karşı kullanılarak, emperyalist nitelikli işgal gelişmelerin normal, makul ve kabul edilebilir sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır.

57


K A R A BA G VE ERMENİSTAN OLAYLARI Ayşe TANSEVER Azerbeycan Cumhuriyetine bağlı Nagorno Karabağ Özerk Bölgesinde patlak ve ren olaylar Şubat ayından beri basında uzun uzun işleniyor. Karabağ Sovyetleri, yani meclisi bölgelerinin Azerbeycandan alınarak Ermenistan’a bağlanması için Y ü ­ ce Sovyetlere başvurma kararı aldı Kara bağ nüfusunun % 7 5 ’ini oluşturan Ermeniler ayaklandı, işçiler greve gitti, köylüler akın akın başkente gelerek meydanlarda toplandılar. Okullar, işyerleri kapandı. Er­ menistan Cumhuriyetinde de halk sokak­ lara döküldü, yapılan gösterilerde Karbağ'ın talebi desteklendi. Öte yandan Azerbeycan Cumhuriyeti başkenti Baku ve kuzeyinde­ ki Sumgait kentinde bu kez Ermenilere kar­ şı olaylar çıktı. Birçok işyerinin yağmalan­ ması gibi maddi hasarın dışında resmi ra­ kamlara göre 3 2 kişi öldü, 100e yakın kişi yaralandı. Goıbaçov’un halkı sakin olmaya çağırıp karar için bir ay süre istemesinden sonra olaylar biraz yatıştı. Mart içinde SBK P’sı Merkez Komitesi kararını açıkladı. Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanma isteği bekle nildiği gibi reddedildi. Ancak Karabağ er menilerinin bazı talepleri haklı bulundu, ye­ rine getirici sosyo ekonomik bazı kararlar alındı. Karabağ Ermenileri bu katardan hoşnut olmadılar ve bu yazının kaleme alın

Hayatın gerçekliklerinden kopunca yanlış politikalara , yanlış uygulamalara varmak rastlantı değil kaçınılmaz bir sonuçtur.

58

dığı sıralarda işçilerin greve gittiği haberle­ ri geliyordu. Aynı şekilde Ermenistan’da da işçilerin grev hazırlığı yaptığı öğrenildi. Yüce Sovyetler Cumhuriyette izinsiz toplantı ve gösteri yapılmasını yasakladı. Bu kez hal kın sokaklara hiç çıkmayarak kararı pasif bir şekilde protesto ettiğini öğreniyoruz. Karabağ Sovyetlerinin talebi milliyetçi bir taleptir. Kapitalizm söz konusu olduğunda milliyetçiliği anlamak zor değildir, çünkü burjuvazi ulus, millet ideolojisi üstüne oturur. Milliyetçilik, kapitalist sistemin doğur

duğu burjuva ve işçi sınıfı uzlaşmaz zıtlığı- • juvazinin karalama aracı olarak kutlanılır ve sonuçta inandırıcılığını yani gerçekliğini yi­ ııı örtmeye hizmet eder. Toplum sınıflara tirdi. Oysa şimdi her şey sosyalizmde tartı­ değil burjuva milliyet sınırları ile bölünmüş gibi gösterilir. Oysa modern üretim ilişkile­ şılır oldu. Bu yazının konusu olan olayları bizzat kendi basın organlarından aktarabi­ ri, dil. din ve kültür birliği olan insanların leceğiz. Ancak yılların gerek içerde gerek üstünde oturdukları toprağın sınırlarını çok tan geçmiştir. Sermayenin, kapitalin milli­ dışarıda biriktirdiği pislikler tam anlamıyla yeti, vatanı yoktur. Uluslararası bir özellik silinmeden, kapitalizmin karalama ka­ mpanyaları etkisizleşmeden de tam bir glaskazanmış, sınırları sinsice delerek sömürü nosta varmak biraz zaman alacağa benzer. düzenini kurmuş ve sürdürmektedir. İşine geldiğinde milli sınır çizgilerini korumacı ön­ lemler, kotalar ve vizeler vs. ile iyice koyu­ Karabağ Ermenileri Ermenistan Cumhulaştırır ve arkasına saklanır. Öte yandan sö­ mürdüğü işçi sınıfı ve yoksul halkları milli­ riyeti’ne bağlanarak hangi sorunlarına çö­ züm getireceklerdir? Kendi basınlarından yetlerine göre böler güçlerini zayıflatır. Modern üretim ilişkilerinin sınır tanıma­ okuyalım: “İşin yerini lafın aldığı eski dönemin ti­ dığını söyledik. Çok ulusluluğu ancak işçi sınıfı iktidarı gerçekleştirebilir. Din, dil ve pik durumları gibi ulusal sorunda da bazı kültür farklılıkları ancak sosyalizmde bir sapma ve yanlışlıklar yapılmıştır. Hepimi­ ekonomik sömürü aracı olmaktan çıkarak zin politik ve sosyal deneylerine katkısı olan saygı duyulan, insanlık tarihinin kültürel hayatın gerçekleri sanki piyasadan kalkmış. zenginliği olur. Bu anlamda sosyalizm çe­ Sovyet uluslaranının kardeş aile birliği üze­ şitli milletleri birbirlerini sömürtmeden, eşit rine şatafatlı sözler söylendi, ama pratikte olanaklar tanıyarak, ekonominin gerçekleri kültürel ilişkilerde engeller birikmiş, çocuk­ içinde kaynaştırır. Ayrı ulusal özellikleri ile ların ana dil eğitimlerinde sorunlar yaratıl­ birlikte kardeşlik dostluk, ahlak zenginliği mıştır. Örneğin Nagorna - Karabağ’da kar­ deş Ermenistan'la çok yönlü geleneksel içinde birlikte yaşarlar. Sovyetler Birliği 15 Cumhuriyet, 100’den bağlar engellenmiştir. Kutsal yer ziyaretçi­ fazla çeşitli milliyetlerin ve etnik grupların siz kalmaz diye bir Rus atasözü vardır. S o : birliğidir. Özerk bölge, alan gibi çeşitli bi­ nuçta enternasyonalist, sosyalist düşünce çimlerde örgütlenmişlerdir. Böylesine çok ulusçul baskı altında gerileyip, tam zıttı mil­ uluslu bir cumhuriyetler birliğinde milliyetçi liyetçi duygularla dengeye oturmuştur" (Moscow News, No 11, 1988, s: 3) bir talebin ortaya çıkması gerçekten acı acı düşünmeyi gerektiren bir olaydır. Ayrıca bu Hayatın gerçekliklerinden kopunca yan­ son zamanlardaki ilk milliyetçi gösteri de­ lış politikalara, yanlış uygulamalara varmak ğildir. Kazakistan Cumhuriyetinde böyle bir rastlantı değil kaçınılmaz bir sonuçtur. Her olay yaşandı. Tatarların Kırım'la ilgili top­ milliyet ve etnik grubun kendi dilinde eği­ tip yapıp, kendi kültürünü geliştirmesi ana­ rak talehi var Bazı farklılıklar göstermesi yasal haktır. Anlaşıldığı kadarı ile bu hak ne karşın Ballık Denizi kıyısında Estonya lıların, Litvanyalıların da milliyetçi talepleri pratikte gerçekleşmiyor. Şimdiye kadar bir­ vardır. Daha sesini duymadıklarımızdan söz çok sorun güzel, enternasyonalist sözler ar­ ediliyor. Gerici, milliyetçi taleplerin sosya­ kasında birikmiştir. Karabağh Ermeniler ço­ list ülkelerde kendini göstermesinin altın­ cuklarının Ermeni dili öğrenemediklerinda neler yatmaktadır? Milliyetçiliği neler den. Ermeni kültürü alamadıklarından ya­ beslemektedir? Son Karabağ ve Ermenis­ kınmaktadır. Hatta Ermenistan Cumhuritan olaylarını değerlendirmek, sosyalizmin yeti’nden Ermenice kitap bile gelememekkarşı karşıya olduğu sorunları daha iyi an­ tedir. Sosyal Bilimler Fakültesi Pedagoji B ö­ lümü' nde Ermeni tarihi, coğrafyası okutullamak açısından gereklidir. Bugün Sovyetler Birliği bir demir perde mamaktadır. Yani öğretmenler Ermeni ta­ ülkesi değil. Glasnost, yani açıklık ülkesi, rihi öğrenememektedir. Sosyal kültürel di­ sosyalist demokrasi ülkesidir. Ne demek? ğer konularda da Karabağlılar ihmal edil­ Yani olayların arkasına gizlendiği, olmamışa miştir... Spor tesisleri, kültür sarayı yıllar­ söndüğü bir perde, hele hele demirden bir dır tamamlanmamıştır. Gerçeklikler Kara­ perde hiç yoktur. Burjuva demokrasisinin bağ Özerk Bölgesinin ihmal edildiğini or­ liberalizminin değil, sosyalist demokrasinin taya koyar. Ermenilere baskı yapılmakta­ çerçevesi içinde her şeyin yavaş yavaş or­ dır. taya döküldüğü bir açıklık ortamı, Glasnost Karabağ, Azerbeycan Cumhuriyetine vardır. Demir perde ülkesi olduğunda ha­ bağlı olduğu için buranın yöneticileri suç­ berler karmaşık yollardan dışarı sızar, bur­ lanır. “Özerk bölgeye tanınan haklar sınırlı

Haklı Talepler


ve bazen uydurmadır. Doktor öğretmen olarak bir yere atanmak bile Cumhuriye tin (Azerbeycan, bn) Bakanlığının kararına bağlıdır. NKÖC ve Ermenistan arasına san ki bir perde gerilmiştir...” (Moscow News No: 12. 2988 s: 10 AzerbaycanlI partilile rin ve Sovyetlerin uygulamalarında bazı haksızlıkların doğduğu açıktır. Ancak bu işin bir yasası yok mudur? Hukuk ne de­ mektedir? “Ne yazık ki ne S S C B Anaya­ sası ne de Birleşik Cumhuriyetler Anaya­ sası Özerk Bölgelerin haklarını belirlememektedir... Genel bir iyimserlik havası için de herkes Sovyetler Birliği’nde ulusal so­ runun bir kerede tamamen çözüldüğüne inanma eğilimindeydi.” (ay) İş böyle olun­ ca Karabağlılann Azerbeycan’ın keyfi uygu­ lamalarına hedef olduğu ortaya çıkar. Sosyalizmin kurulması ile ulusal sorunun kendiliğinden çözüleceği Leninist bir dü­ şünce değildir. Stalin ve Brejnev dönem­ lerinde bu konuda neler yapılmıştır? “Ş a ­ tafatlı”, “enternasyonalizm”, “ulusların kardeşliği" lafları ile yılların biriktirdiği so­ runların çözüleceğini sanmak ya saflık ya da politik beceriksizliktir. “Ulusal sorunda tek yasa koyucu Stalin’di. O da sorunu abc ilkelliğine indirgedi, canlı dokusunu bir iki üç diye ayırdı” (M.N. No: 11 1988, s: 3) Sorunların kendisi değil varlığı bile söylen­ mekten kaçınılmış. Brejnev döneminde ise üstü örtülmüştür. Sosyalizmde her şeyin tı kırında gittiği imajını değiştirecek şeyden kaçınılmış, zamanla sosyalist ekonominin gelişmesiyle kendiliğinden kalkacağı duy­ gusu aşılanmıştır. Karşılaşılan sorunlar bü­ rokrasinin çarkları arasında eritilmeye, ak­ raba dostluk ilişkileri, sırt sıvazlamalar ile idare edilmeye çalışılmıştır. Çeşitli cumhu­ riyetlerde yöneticiler bu güllük gülistanlık imajını verdikleri, kendi yetkileri ile sorun­ lara çözümler getirdikleri takdirde başarılı sayılmışlar, madalyalar almışlardır Yanlış uygulamaların yarattığı çürümelere göz yu­ mulmuştur. Köktenci çözümlemelere gidil­ memiş sorunlar, çürümeler birikmiştir. Gorbaçov’un glasnostunun hedeflediği de zaten budur. Sosyalizm eskiden beri bazı sorunları çözememiş, hasır altı etmiş, ye­ nileri doğmuştur. Şimdi her şey ortaya çık­ malı, herkes doğru yanlış fikrini söylemeli, bir inanca varmalı ve davranmalıdır. S os­ yalizm sorunları çözmedeki yeteneği ile ka­ pitalizmden üstündür. Ulusal sorunda sos­ yalizm koşullarında çözülebilir. Bu doğrul,tuda merkez komitesinin yakında toplanıp tartışması ve kararlar alması bekleniyordu.

lulukların arttırılması ile olacaktır. Zaten Gorbaçov’un reformları heı alanda bunla­ rı hedeflemektedir Ulusal sorun da bunun bir parçasıdır Şimdiye kadar reformlara, yani perest­ roika ve açıklığa açıkça karşı çıkan yoktur, fakat Gorbaçov bunların çeşitli kılıklarda kendilerini gizlediklerini söylemektedir. Sol­ dan yapılan eleştiriler reformları daha hız­ landırma, daha çok özgürlük, daha tepe­ den merkeziyetçilik doğrultusundadır. Sağ­ dan gelenler ise halkın buna alışık olmadı ğını, bu kadar açıklık ve reformların Leninizmden uzaklaşmaya yol açacağını iddia etmektedir. Reformlar teoriden pratiğe dö­ küldükçe de uçlar arasındaki çatışmalar şid detlenmektedir. Şimdi, Ermenistan ve Karabağ olayları sağ eleştirilere malzeme ol­ muştur. Halkın burjuva milliyetçi duygula­ rının yüksekliğini, glasnost ve perestroikayt karalamak olmasa bile frenlemek için kullanmaktadırlar. O zaman akla şu soru yelmektedir, bizzat gericilik milliyetçi duy guları körükleme yolunu seçmiş olabilir mi? Perestroika ile kimlerin hangi tür çıkarları zedelenmektedir? Yazımızın ikinci bölü m ünde bu sorunu irdeleyelim .

II Ermenistan halkası Karabağ olayları bazı soruları henüz cevaplandırmamışfır. “ilki Kaıabağ Sovyulle riniıı Ermenistan’a bağlanma kararı alış bi çimidir. Şimdiye kadaı ulusal ilişkıleuie benzeri yoktur ve alışıldığı gibi karanır ba şında ne gerekçeyi açıklayıcı ne de mitivleri anlatan bir bölüm bulunmaktadır” (M.N. No: 12 1988. s. 10) Ayrıca karar da­ ha gazetede yayımlanmadan fısıltı yolu ile duyulmuş, halk sokaklara dökülmüştür Olaylarda bir anormallik kendini baştan or­ taya koymaktadır. İkincisi ise Ermenistan’a yayılışındaki hız ve gösterdiği boyuttur. Elbette Ermenistan Ermenileri Karabağlı “soydaşlarının” haklı taleplerini destekleyeceklerdir, ama kosko­ ca bir cumhuriyette genel greve kadar va­ racak binlerce kişinin sokaklarda gösteri yapmasını gerektirecek türden acil bir olay patlak vermemiştir. Komünist Partiye rağ men böylesi hızlı bir örgütlenme sosyalist ülkede bile olsa ilginçtir. Milliyetçi taleple­ rin arkasına gizlenen gerici güçler olabile­ ceği ve bunların bizzat parti ve devlet kad roları içinde gizlenmiş olduğu şüphesini kuvvetlendirmektedir. Batı basınında çıkan bir yazıya bakılırsa,

Akla şu soru gelmektedir, bizzat gericilik milliyetçi duyguları körükleme yolunu seçmiş olabilir mi? Perestroika ile kimlerin hangi tür çıkarları zedelenmektedir?

Karabağ - Ermenistan olaylau özünde so runun boyutları ve ivediliğini ortaya çıkar mıştır. Ayrıca çözümü doğrultusunda elbet ip uçları vermektedir. Elbette bu, bir özerk bölgenin şimdiye kadar ekonomik olarak kaynaştığı bir cumhuriyetten başka bir cum­ huriyete devri ile olmayacaktır Millet ve ulusların eğitim, dil, kültür sorunlarının önünde duran yanlış uygulamaların kaldı rılması ile daha fazla demokrasi vermekle, hakların ve yükümlülüklerin daha açık se çik belirtilmesi, bağımsızlıkların ve sorum-

Şubat ayında Gorbaçov gazetecileıle yap tığı söyleşide, “. Rusya’nın etrafındaki bir çok cumhuriyette olduğu gibi çoğu yerde partinin ekonominin kontrolünü ya çürü müş bölge mafyalarına kaptırdığı ya da ye­ nemediği mafyalarla işbirliğine girdiğinden" yakınmış. (The Economist, 20 Şubat 1988 s. 49) Time dergisi de "Bu tür liderler, kar şılık olarak kendi konumlarını Moskova’ya karşı korumak için milliyetçi duyguları kamçılayabilirler" diyor. (14 Mart 1988, s 13) Ermenistan, Gorbaçov'un sözünü et

tiği türden mafya ağının kontroiu altında mıdır? EKP mafyasını kurtarmak için mil liyetçi duyguları mı kullanıyor? Moskova1 ya göz dağı mı veriyor? Elbette bu sorular yanıt bulacaktır. Ermenistan'da böyle bir yolsuzluk olup olmadığına geçmeden önce Gorbaçov’un yakındığı mafyalar konusuna değinmek ge­ rekir. Kapitalizmde Vuralhanlar, Mataracı­ lar, lrangateler var, düzenin kendisi zaten bu. Sosyalizmde de böyle şeyler oluyor mu? Bu çürüme üst düzeydeki yöneticile re, parti liderlerine kadar sıçrayabiliyor mu? Kapitalizmde kanıksadık, şöyle ya da böy­ le kokusu çıkıyor. Asıl ya da sözde bir suç­ lu bulunuyor. Eğer orada varsa ki var, ne­ ler yapılıyor?

Mafyanın boyutları Ne yazık ki sosyalizmde yolsuzluk, çü­ rüme vardır. Glasnost bunları her gün ur taya döküyor. Sovyet basını, radyosu ya kulaııanların kimliklerini, yaptıklarını, yar gılanmalarını açıklıyor. Ama ülke henüz ta­ mamen temizlenmiş değil. Kimi yerlerde görevlerinin başındalar. Ama Sovyet halkı glasnosta, perestroikaye inandıkça bozuk­ luklardan arınma işi hızlanıyor. İlk önce çürümüşlüğün genel olarak ül­ ke ekonomisinde vardığı boyutlarla ilgili bir alıntı yapalım: “S S C B ’de hafif endüstriye ait tabaklan iniş deri kaybı 1982’de bir önceki yıla oranla % 4 6 0 arttı. Aynı kayıp 1983’de % 8 7 0 ’e çıktı Her yıl 10 milyon ton çimento, güb re, aynı miktarlarda kömür kayboluyor. Pencere camlarının % 3 5 ’i taşınma ve ke­ sim sırasında kırılıyor. 1985’in ilk dokuz aynıda ulusal karayolu taşımacılığı bir ön­ ceki yıldan 1.5 milyon ton daha fazla ben­ zin, 3 0 7 .0 0 0 ton daha fazla dizel kullandı. Tarım ürünlerinin % 2 0 ’si kayboluyor. S o ­ nuçta ülkede kullanılan benzin, dizel ve madeni yağlann 1/3’ü el altından dolaşı­ yor. Benzinin % 30’u, dizelin % 4 0 ’ı hesap­ lara geçmiyor... Sonuçta 1985 yılında fiyat belirleme ilkelerini çiğneyerek iliegal yollarla elde edilen kazanç 100 milyon rubleden fazlaydı. Ermenistan Cumhuriyeti nde pe­ rakende satış yerleri ve lokantaların yarı,dan çoğunda devlet fiyatları çiğnenmiştir. (Economic Problems, Ağustos 1987, s. 55 6) Sanırız yorum yapmaya gerek yok. Bu boyutta bir kaçakçılığın arkasında güç­ lü bir illegal örgütlülüğün varlığı ortada. Bireysel kazançlara örnek başka bir alıntı. “... Yurtdışına çıkmak isteyen bir Sovyet va­ tandaşının üzerinde beyaıısız 1.865.000 dolar bulundu.” (M.N. No 10 1988, s: 8) Bu kadar dolar, nasıl, nereden illegal ola rak biriktirebilinir, anlamak zor. “Özbekis­ tan da her yıl devlet kasasına 250 milyon ruble kâr getiren çırçır fabrikası, yılda 150 mil­ yon zarar etmeye başladığında her keresin­ de 4 0 .0 0 0 ruble rüşvet veren hırsızlar devlet zararına 4.000 milyon rubleden fazlasını ce ­ be indirdiklerini göremeyecek kadar yetki liler kör müydü?” (ay) Elbetteki kör değil­ lerdi. Fabrika yöneticileri ile kaynaşmış yet­ kililerin oluşturduğu bir fabrika soygunu ile karşı karşıyayız. Elbette yolsuzlukların hepsi bir bir yar gılanıyor. Geçen gün radyo bir bölgenin üst düzey parti görevlilerinden üç kişinin yol­ suzluk savı ile tutuklu oldukları hapishane­ de intihar ettikleri haberini verdi. Volga maıka otomobil ve ev sahibi olabilmek için uzun bir bekleme listesi vardır. Bu durum­ dan yararlanan Viktor Vishnyakov 2 0 0 .0 0 0 ruble rüşvet almış. “Tutuklanma­ dan önce S S C B Tarım ve Traktör Bakan Yardımcısıydı. En büyük suçunu işlediğin­ de Rostov Bölgesi Parti Komitesinin En­ düstri Sekreterliği görevini üstlenmişti.” ... "Altına çöreklenmiş Kobra makalesi Buhara

Kapitalizmde Vuralhanlar, Mataracılar, lrangateler var, düzenin kendisi zaten bu. Sosyalizmde de böyle şeyler oluyor mu? Bu çürüme üst düzeydeki yöneticilere, parti liderlerine kadar sıçrayabiliyor mu?

59


Bölgesi Parti Komitesi Birinci Sekreteri’nin tutuklanmasını polisiye roman gibi anlatı­ yor ve bu pamuk tekellerinin devletten 4 milyar ruble çaldıklannı açıklıyor" (M.N. No: 11 1988 s. 15) Pamuk tekelleri ve 4 milyar ruble!.. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Fabrika­ ların tepesine çöreklenmiş yöneticiler. Parti ve Sovyet temsilcileri ileri gelenleri kurduk­ ları mafyalarla devlet kasasından milyarlar­ ca rubleyi iç ederken, halkın, karşılığında tüketeceği maddeleri bulamaması, kuyruk­ lar oluşturması, yargı organlarının görev­ lerini savsaklaması vs. vs. kaçınılmaz hatta gerekli hale gelir. Son olarak kır kesiminden bir alıntı ile bitirelim. “Sessizlik Bölgesi” yazısında Literaturnaya Gazetesi bir Adylov’un yönettiği tarım­ sal bölgedeki korkunç olayları anlatıyor. Halk, Adylov’u uzun zamandır tanıyordu. Onun bitmez tükenmez zenginliğini, özel muhafızlarını ve kendisine bulaşanların sırra kadem bastığını biliyorlardı. Onu ancak bir ordu birliğinin tutuklayabileceği söyleniyor­ du. Bir gün sıradan militanlara teslim ol­ duğu açıklandı. Sonra tüm anlatılanların uydurma olduğu, onun böyle yolsuzluklarla ilgisi olmadığı, olamayacağı fısıltıları yayıl­ dı. İnsan gerçekten inanmak istiyordu “Şimdi gazetede çıkan metni okuyorum, ama inanamıyorum. Olamaz! Özbekistan1 da tarım-endüstri kurumunun Sovyet Baş kanı Adylov örnek bir tarım yöneticisi imiş, planları yerine getiriyormuş. Taşkent'te ba şarılı raporlar yolluyormuş. Doğal olarak üstleri onu destekliyormuş ve Cumhuriye­ tin KP MK Birinci sekreteri Rashidov, Adylov’u özellikle övüyormuş. Oysa Adylov emek köleleri, keyfi emek değerlendirme­ leri ile kontrol edilmesi olanaksız, doğunun klasik feodal beyliğiydi. Boyun eğmeyen ya da sıradan yürekli insanlar gerçek yeraltı zindanlarına sürülüp, işkence görebiliyor, hatta yok ediliyorlardı" (ay) İnsanın yazar gibi gerçekten inanası gel­ miyor. Roman okuyorum sanıyor. Kapita­ lizmin anti-komünist karalaması diyesi ge liyor. Ama gerçek. Özbekistan'da köleleri olan bir toprak ağası! Ama bu kez endistritarım kompleksinin Sovyet temsilcisi ola­ rak karşımıza çıkıyor. Bölgenin KP temsil çileri ile bir mafya çetesi oluşturmuşlar Hal­ kı soyuyorlar, sömürüyorlar. Henüz beylik daha yıkılmamış, günlerini sayıyor olsa g e­ rek.

Nasıl? Sosyalizm kurulduğunda ülkede feodal kalıntıların olması doğaldır. Sosyalizm fe­ odalizmin maddi zeminini objektif olarak kaldınr, ama kendisi zaman içinde eriyecek, varlığı son bulacaktır. Partinin görevi de bu erimeyi hızlandırmaktır. Parti öncüleri bi­ linçli olarak bu gericilikle döğüşürler. Hal­ kın bilinçlendirilmesi, onlarla birlikte feodal artıkları silme mücadelesi kaçınılmazdır. Stalin dönemindeki objektif koşullar, Brejnev dönemindeki yanlışlıklar partiyi bu döğüşte yer yer yenik düşürmüştür. Son uçta feodal artıklar güçlü oldukları yerlerde Gorbaçov’un yakındığı gibi devlet kadrolarını ele geçirmiş yer yer parti ile kaynaşmış, sos­ yalizm içinde kendi varlık ve düzenlerini sürdürmüşlerdir.

Nedenler Üzerinde durulması gereken parti örgüt­ lenmesi, parti ideolojisindeki eksiklik, ak­ saklıklar ve kaynaklarıdır. Lenin. dönemin­ de bu tür yolsuzluk şikâyetleri ile gelenlere parti içinde mücadeleyi öneriyordu. Mos­ kova’dan. uzaktaki bir parti biriminin aksak­ lığını düzeltmek hem zor hem de ilke ola­ rak gereksiz, yanlıştı. Partinin sosyalist demokratikliği, en sağlıklı olmasının koşuluy­ du. Kitlelerle bağlantı ancak bu şekilde sağ­ lanır, ancak o şekilde parti kitlelerin gerçek öncülüğünü yerine getirebilirdi. Stalin dönemi sosyalizmin kuruluş ve en zorlu günleridir. Buna rağmen Hitler faşiz­ mine karşı kendini savunmakla kalmamış, sosyalizm Avrupa’nın doğusunda bir sistem haline gelmiştir. Nasıl başarılmıştır? Savaş koşullan tüm yetkilerin tek elde toplanma­ sını gerektirmiştir. O dönem için bu gerek­ liydi ve ekonomideki yararları inkâr edile­ mez. Ancak şimdiki olumsuzluklara miras sayılan, kişi tapınma ve keyfi yönetimde aşırılığa kaçılmasıdır. Kaçınılmaz olarak ül­ kede bir terör havası esmiş, kuşku, korku ortalığı kaplamıştır. Parti içi demokrasi or­ tadan kalkmıştır. Sonuçta halkın girişimci­ liği, kendine güveni daha kötüsü partisine duyduğu güven sarsılmıştır. Bugün Stalin top ateşine tutuluyor. Oy­ sa Brejnev dönemi şimdiki yolsuzlukların kök saldığı, yayıldığı dönemdir. Henüz glasnost tam anlamıyla yayılmadan, bu pislik­ ler temizlenmeden Brejnev döneminin yerli yerine oturtulması gerçekleşmeyecektir.

Özbekistan'da köleleri olan bir toprak ağası! Ama bu kez endüstri-tarım kompleksinin Sovyet temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor. Bölgenin KP temsilcileri ile bir mafya çetesi oluşturmuşlar. Halkı soyuyorlar, sömürüyorlar. Henüz beylik daha yıkılmamış, günlerini sayıyor olsa gerek.

60

Bizim gibi geri ülkelerde kapitalizmin ge­ lişmesi sırasında burjuvazimizin feodal dü­ zen artığı tefeci-bezirganlarla uzlaşmasına benziyor. S S C B ’de sosyalizm kurulduğun da kapitalizm gelişkin değildi. Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan vs. gibi birçok böl gede feodalar ağalar, beyler vardı. Sonra birer cumhuriyet oldular. Demekki bu ara da beyler sosyalizm çarkına kendilerini adapte etmişler. Nasıl bizde tefeci bezirgan­ lık kasabalarda benzin istasyonları vs. ile ka­ pitalist ekonomi ile bütünleştilerse ve şim­ di meclislerimizde milletvekili olarak oturu yorlarsa, aynı şekilde sosyalist ekonomi içinde çeşitli kooperatif ve endüstri işletme­ lerine yönetici olmaları, yer yer KP safları­ na tırmanabilmeleri pek şaşırtıcı olmayabilir.

Brejnev elbette Stalin dönemindeki mer­ keziyetçiliği parti ve devlet kadrolarına da­ ğıtmaya çalışmıştır. “Her şey devlet içinde görevlerin bölün­ mesi ile başlar. Bölünmeler giderek daha yalıtık ve özerk hale geldi, çeşitli bürokrat­ ların bağımsız çıkarlarının kontroluna gir­ di. En küçük sorunlar rutin bir şekilde kü­ çük kısımlar halinde ve dar açılardan ele alındı ve çok önemli konu yapıldı. Süreç içindeki insanlar yaptıkları işin bütün ile bağlannı yavaş yavaş gözden kaçtrdılar. Y ö­ netim kendi başına amaç oldu.” (M.N. No: 11 s. 12) Görevler dağıtılıp, bürokratlar ba­ ğımsızlaştıkça. hem bürokrasi hem de kır­ tasiyecilik kaçınılmazca doğmuştur. Parti­ nin alt organlarına kadar inen bir demok-

rasi havası koklanmamıştır. Halktan ve kit­ lelerden kopulmuştur. Bürokrasi çürümeyi ve yolsuzluğu doğu­ rur. Sosyalist değerlerden kopanlar daha üst düzeylerde yönetimi ele geçirmeye ça­ lışırlar. İktidar ve hırs kavgaları başlar. Eş­ ler, dostlar, akrabalar korunmaya, hak et­ medikleri görevlere getirilir. Artık sırt sıvaz­ lamalar adam kayırmalar, madalyalar, ger­ çeklerden kopuk şatafatlı sözler dönemi başlar. Parti, kitlelerle bağlarını yitirir. S o ­ runlar ahbap çavuşluk ilişkileri ile çözülür. Bu başanlar, madalyalar, şeref payeleri, öv­ gülerle ödüllendirilir. Bu koşullarda, bu kadro ve yapılanma ile ülke ne kadar ileri gidebilirdi... 1975’lerden başlayarak ekonomik göster­ geler yükseliş hızlarını kaybederler. Ama çeşitli gerekçelerle durum geçiştirilir, üstü her şey gibi örtülür. Aynı dönemde kapi­ talizmde krizdedir. Elektronik bulgular üre­ time geçirilerek ekonomi canlanır. Sovyetler de eğerki bu yolsuzluk ağı iyice koyulaşmasa, tüm ağırlığı ile sosyo-ekonomik kurumlann üstüne çöreklenmese aynı atağı yapabilecek ekonomik güçtedir. Geriye düşmüştür. Sosyalist, Leninist ilkelerden sapmanın doğurduğu mekanizma tüm ağırlığı ile ülke üstüne çöreklenmiş, kalkın­ mayı. sıçramayı frenlemektedir. Kendini sosyal, kültürel, ekonomik her alanda his­ settiren bu olguya Sovyet literatüründe şim­ di frenleme mekanizması deniyor. Perestroikanın amacı bunu kırmak. Glasnost pan­ zehiri. Eğitim, kültür, spor, tüm sosyal ya­ şantıda, köyden kente toplumun tüm canlı hücrelerinde ördüğü ağı söküp atmak, on­ dan arınmak gerekiyor. Bu nedenle, pe­ restroika çok yönlü, boyutlu, kapsamlı. Her şey birbiriyle içiçe. Sovyetler Birliği frenle­ me mekanizmasını kırdığı ölçüde sorunla­ rını çözecek, sosyalizmin potansiyeli orta­ ya çıkacak. Elbette bu çok boyutlu müca­ delenin sessiz sedasız, hiçbir direnişle kar­ şılaşmadan süreceği düşünülemez. Son olaylarda bunun göstergesidir.

Ermenistan M K Raporları Bürokrasi ve yolsuzluğun Ermenistan’da kurduğu frenleme mekanizmasını bu genel açıklamalardan sonra anlamak daha kolay­ dır. Yıl sonunda tüm KP organları yıllık ra­ por verirler. Bunlar Pravda'da yayınlanır. Ülkede belirli bir canlılık yaşanır. Haziran ayında 19. Parti Konferansı yapılacak. Parti teoride kabul ettiği daha çok demokratik­ leşme ilkesini pratiğe nasıl uygulayacak, tar­ tışılacak. Perestroika iki yıldır teorik olgun­ luğuna ulaştı, şimdi ikinci, pratik döneme girildi. Tüm bu gerçeklikler yıl sonu toplan­ tılarını iyice kızıştırdı. Ermenistan MK yıl sonu raporu da Pravda'da yayınlanmış. Moscow News gazete­ sinde daha Karabağ olayları patlak verme­ den bu raporu yorumlayan bir yazı çıktı. Er­ menistan KP raporu toplantıda aynı S S C B Ekim toplantısındaki Yeltzin olayı gibi sol­ dan bir eleştiri yaşandığını ima ediyormuş. EKP MK üyesi ve Razdan Bölge Parti Ko­ mitesi Birinci Sekreteri Gaik Kotandiyan pienar toplantısında iki konuşma yapmış. “Ermenistanda yaşamın çeşitli alanlarını kapsayan çürüme ve korumacılıktan söz et­ ti. Büyük boyutlara varan ‘gölge, ekonomi­ den, sosyal adaletsizliden, çalışan halkın yasal ve ahlaki olarak yolsuzluktan korun­ madığından yakındı.” deniyormuş. (M.N. No: 6 1988 s. 3) G. Kotandiyan EKP Genel Sekreteri K. Demirciyan’m istifasını istemiş. Ancak MK Kotandiyan’ı demagoji yapmak ve kişisel hırs, bencillikle suçlar. Çoğunluk kararı ile Kotandiyan, Yeltzin gibi sol eleştiri kabul


edilir Elimimdeki yorum, rapordan kalka­ rak Kotandiyan’ın hiç de soldan eleştiri ol­ madığını savunarak, Gorbaçov’un perestroika yoluna çıktığında da azınlıkta oldu­ ğu hatırlatılıyor. Eğerki merkez glasnostun iyice sağına kayıp perestroikaya cephe al­ mıyorsa, gerçekten yolsuzluk suçlaması sol eleştiri değildir. Yapılması gereken yolsuz­ luk iddialarının çürütülmesidir. Moskova1 nın bu doğrultuda girişimlerde bulunduğu­ na şüphe yoktur. Sonuçta Time dergisinin iddia ettiği gibi bu mafya, halktaki milliyet-

nu arttırmak zor değildir. Şimdi Ermenis­ tan’da halkın milliyetçi duygulan kabartıl­ dı, gericilik bunu kendisine kalkan ediyor ama yanlış hesabın yine halk tarafından ge­ ri döndürüleceğine şüphe yok. Son olarak bir konuya daha açıklık ge­ tirmek gerekiyor. Genel olarak aydın ve gençlik toplumlarm ilerici kesimleridir. Ül­ kedeki yolsuzluk ve bozuklukların kayna­ ğını görür ve çözümü doğrultusunda atak davranırlar. Kazakistan ve Azerbeycan’ın ikinci büyük kenti Sumgait olaylarında da

Sosyalizmin de sorunları vardır ve olacaktır. İleri adım atmanın yolu bunların çözülmesindedir. Saklamanın , utanıp sıkılmanın , korkmanın hiçbir anlamı yoktur. Doğru ve cesur politikalarla üstüne üstüne gidip çözmek, sosyalizmin saygınlığını arttıracaktır.

dınları eğitim kurumlarında öğretmenlik, profesörlük ünvanları almıştır Tepede çö­ reklenenlerin eşleri, dostları havadan para kazanma yerlerini tutmuşlardır. Sonuçta eğitim kurumlan Leninizm, Marksizm dü­ şüncesini ileri götüren, pratikteki sorunla­ ra bu doğrultuda çözümler getiren araştır­ ma kurumlan olmaktan çıkıp frenleme me­ kanizmasının ideoloji kaleleri haline gelmiş­ tir. Bazı öğrencilerin de bu mekanizmanın ardında örgütlenmesine pek şaşmamak ge­ rekir. Kazakistan Cumhuriyeti KP Genel Sek­ reteri eğitim kuru unlarındaki değişikliklere değiniyor. ‘Üniversite ve enstitülerde adam kayırmacılıkla mücadele için çok şey yapıl­ dı. 12 rektör bu tür suçlamalardan sonra görevlerinden alındı, rüşvete karışmış on­ larca öğretmen cezalandırıldı. Bugün yük­ sek eğitim kurumlarında demokratik ilke­ lerle rektör seçiliyor.” (M.N. No: 13 s. 4) Ancak bu temizliklerden sonra eğitim ku­ rumlan sosyalizmdeki gerçek görevlerini yerine getirebilecektir. Gorbaçov’un sık sık tekrarladığı gibi sosyalizmin perestroika ve glasnosttan başka seçeneği gerçekten yok­ tur.

Sonuç çi duygulan kabartarak Moskova’ya göz da­ ğı ını vermektedir? Karabağ Şovyetleri ağı ile mevcut bir yarayı mı neşterlemiştir? Amacımız Uğur Mumculuk yapmak değil. Devletin burjuvazi tarafından ele geçirildi­ ği kapitalist düzeni irdelemiyoruz. Sosya­ lizm, işçi sınıfı devletinin olduğu bir ülke­ deki yolsuzluğu irdeliyoruz. O nedenle S S C B MK’sinin bu konuyu kendi yasaları çerçevesinde çözeceğine şüphemiz yok. Örnek bulmak güç değil. Yaklaşık iki yıl önce Kazakistan Cumhuriyetinde olaylar çıkmıştı. Yolsuzlukla ilişkisi olduğu gerek­ çesi ile Kazak KP Genel Sekreteri görevin­ den alınıp yerine bir Rus’un atanması, ço­ ğunluğu öğrenci kitlelerin gösterilerine yol açmıştı. Şimdiki duruma bakılırsa ekono­ mik göstergeler düzelmektedir. Genel Sek­ reterin son basın toplantısında açıkladığı ra­ kamlara göre emek üretkenliği yıllık orta­ lama artışı % 5.6 olarak planlanmasına kar­ şın % 7 artmış. Yıllık kişi başına et tüketimi 6 kilo daha fazla gerçekleşmiş. Aynı şekil­ de süt tüketimi, inşaat vs. sektörlerde etki­ leyici gelişmeler kaydedilmiştir. Bilindiği gibi ekonomik reformlara iki yıl önce başlandı ve henüz bilimsel teknik bulguların uygu­ lanması başlangıç safhasında. Bu nedenle rakamlardaki düzelmeyi bununla açıklamak imkânsız. Olsa olsa mevcut yolsuzluklardan arınmanın doğurduğu olumluluktur. Var olan potansiyel kendiliğinden ortaya çık­ maktadır. Perestroikanın malzemesi insandır, sos­ yalist insandır. Yani reformlar Sovyet insanı tarafından yine kendileri için yapılacaktır. Kazakistan’daki gibi yolsuzluklar, çürüme­ ler ortadan kalktıkça, parazit unsurlar ya­ sa önüne getirildikçe, halkın güveni art­ makta ve perestroikaya katılım yükselmek­ tedir. Yani insanlar kendi sorunlarına da­ ha çok sahip çıkmakta ve çözümlerinin yol larını bizzat kendileri bulmaya başlamakta­ dır. Genel sekreter bu konuda şu rakamı veriyor. “Geçen yıl 17.000 kişi yasaları çiğ­ nediklerini yetkili makamlara beyan ettiler. Devlet kasasına, haksız kazanç olduğunu söyleyerek kendiliklerinden 9 milyon rub­ le iade ettiler” (Moscow News. No 13/1988, s. 4) Bu perestroikaya duyulan qüvenin somut göstergesidir. Bu güvensağlandı mı kitleleri ülke sorunlarının içine sok­ mak, onu bilinçlendirmek ve sorumluluğu-

gençlik öne çıkmıştır. Fakat görüldüğü ka darıyla hiçte bu ilerici görevini yerine ge tirmemişlerdir. Kazakistan’da Kazak genel sekreterin alınıp yerine Rus’un getirilişine milliyetçi bazda karşı çıktılar. Sumgait’te ise Ermeni azınlığa saldırarak gene milliyetçi duygularla hareket ettiler. Ermenistan’da halkın milliyetçi gösterilerine katıldıklarına şüphe yoktur. Oysa sosyalizm gençliğinden enternasyonalizm doğrultusunda öncülük yapması, sosyalizmin en temel ilkesini sa­ vunması beklenirdi. Sovyet gençliği neden böyledir? Perestroika adlı kitabında Gorbaçov bu konuya açıklık getiriyor. “Ülkelerinin bu günkü düzeye nasıl ulaştığını bile bilmeyen yeni nesilden kimselerle sık sık karşılaştığı­ mızı aklımızdan çıkarmayarak, sosyalist il­ keler içinde davranmanın önemini kavramalıyız. Kimse onlara enternasyonalizmin kaç yıldır ve nasıl kendi çıkarlarına hizmet ettiğini öğretmedi.” (Collins, 1987, s. 119) Gorbaçov gençlikteki enternasyonalizm bil­ gi ve öğretisinin eksikliğinden yakınıyor. Yıl­ lardır böyle bir değerin içinde yaşamaları, çok uluslu bir toplum içinde büyümeleri kendiliğinden bu bilinci-getirmiyor. Ülkenin kalkınması ile kültürel değerler daha çok insana ve daha yoğun olarak ulaşmakta­ dır. Doğal olarak ulusal değerler eskisine oranla daha gelişmektedir, zenginleşmek tedir. Sosyalizmde her ulusun eskiden ge­ len kültürel değerleri daha çok insana ve daha yoğun olarak ulaşmaktadır. Doğal olarak ulusal değerler eskisine oranla da ha gelişmektedir, zenginleşmektedir. S o s­ yalizm hem her ulusun eskiden gelen kül­ türel özelliklerini, dilini geliştirirken hem de enternasyonalist özellik kazanmasına hiz­ met etmelidir. İşte Leninist ilkelerden sap­ ma bu gelişmenin önünde de engel olmuş­ tur. Kültürler Sovyetler Birliği düzeyinde tam anlamıyla birleşip, bütünleşememiştir. Gençlik bozuklukları görmektedir elbette Onun öfkesi bir yerlere akıtılmalıdır. Fren­ leme mekanizmasının da bunu ulusal fark­ lılıklara yönlendirmesi işin mantık sonucu­ dur. Nasıl yapılmıştır? Eğitim kurumlarında bu tür örgütlenilmiştir. Mevcut ideolojiyi en iyi savunan, şata fatlı güzel Leninist sözlerle kanıtlamasını be­ cerebilen, var olan tepkiyi herhangi bir ka nala aktarabilen, pratikten kopuk koltuk ay-

Karabağ ve Ermenistan Cumhuriyetle rindeki olaylar ulusal sorunun Sovyetler Birliğinde tam olarak çözülemediğini!) so­ mut göstergesidir. Şimdiye dek birçok so­ runda olduğu gibi ya devekuşu örneği ger­ çeklerden kaçılmış ya da şatafatlı laflarla üs­ tü örtülmüştür. Glasnost politikası eski yan­ lışlıkların üstlerindeki örtüleri kaldırmakta, gerçekleri tüm çıplaklığı ile ortayasermektedir. Bazı ulusların ve etnik grupların sosyo kültürel sorunları, talepleri yeni dü­ zenlemeleri gerekli kılmaktadır. Sosyalizm dikensiz bir gül bahçesi değildir. Onun ka­ pitalizmden üstünlüğü ulusal sorunu çöz­ me yeteneğini içinde barındırmasıdır. Ulus­ ların dil ve kültürel konulardaki talepleri­ ne gereken saygı gösterilerek, doğru poli­ tikalarla sorun çözülebilir. Moskova’nın şim­ diye kadar aldığı kararlar bu doğrultudadır. Gerici taleplerden utanıp glasnosttan geri adım atmak tutulacak yol değildir. Ulusal sorun sosyalizmin karşısında du­ ran tek bozukluk değildir. Leninist ilkeler­ den sapmalar yıllardır bürokratizm, kırta­ siyecilik, adam kayırma, yolsuzluklar do­ ğurmuştur. Sosyal alandaki çarpıklıklar ekonomiyi bir durgunluk dönemine sok­ muş, batı ile yarışında geriye düşürmüştür. Ekonomiye tekrar ileri doğru ivme kazan­ dırmak en başta bu defornıasyonları, ka­ buklaşmaları temizlemekten, sonrada BT Devriminin yeni bulgularını üretime aktar­ maktan geçmektedir. Devlet ve parti kad­ rolarının akmakta olan ilerici sürece karşı direnmeye çalışmaları kaçınılmazdır. Re­ formların şiddeti arttıkça bu unsurlar birik miş tüm gericiliklerle bağlarını sıklaştırarak, sonlarını uzatmayı deneyeceklerdir. Perest­ roika, glasnost ise gericiliklerle mücadele­ de halk bilincinin, insan unsurunun sosya­ list zeminde devreye sokulmasıdır. Kapitalizm yıllardır kendi pisliklerinin or­ taya dökülmesinden korkmuyor. Sömürü, işsizlik, yolsuzluk, açlık, sefalet, baskı terör gibi kendi mezar taşlarının her gün boy boy işlenmesine, fotoğraflarının basılmasına al­ dırmıyor. Sosyalizmin de sorunları vardır ve olacaktır, ileri adım atmanın yolu bun­ ların çözülmesindedir. Saklamanın, utanıp sıkılmanın, korkmanın hiçbir anlamı yok­ tur. Doğru ve cesur politikalarla üstüne üs­ tüne gidip çözmek, sosyalizmin saygınlığı­ nı arttıracaktır. Kapitalizmin Gorbaçov re­ formları karşısında yürüteceği anti­ propagandada düştüğü çaresizliğin temeli de zaten budur.

Karabağ ve Ermenistan Cumhuriyetlerindeki olaylar ulusal sorunun Sovyetler Birllğrnde tam olarak çözülemediğinin somut göstergesidir. Şimdiye dek birçok sorunda olduğu gibi ya devekuşu örneği gerçeklerden kaçılmış ya da şatafatlı laflarla üstü örtülmüştür.

I

61


SOSYALİST MÜCADELEDE EĞİTİMİN ROLÜ ÜSTÜNE Ahmet AYDEMİR Sosyalist çalışmada büyük bir yer tu­ tan eğitimin ne olup olmadığını ve nasıl yürütülmesi gerektiğini, içinde bulun­ duğumuz aşamada ele alıp incelem e­ yi uygun gördük. Konunun genel yan­ larına değinip, biraz da yaşanan prati­ ğin bu alanda ortaya çıkmış eksik ve yetersizliklerine dikkat çekmeye çalışa­ cağız. Sosyalizmin klasikleri olarak tanım­ lanan eserler bütünlüğü, çeşitii ülkele­ rin devrim deneyimlerini ve bu ülke­ lerin, hatta içinde yaşanılan çağın tah­ lillerini ele alırken, eğitiminde nasıl ol­ ması gerektiğini hem aydınlatmakta, hem de bu konuda bir yığın pratik d e­ neyimi de gözler önüne sermektedir, işte bu nedenle sosyalizmin, gerek kavranışı, gerekse de eğitmeni olabilmek için kurucu ve geliştirici önderlerinin eserlerinin etüctederce incelenmesi ge­ rekiyor. Yalnız bu çalışma ister tek tek bireylerce veya isterse grup halinde ya­ pılsın, ezbercilik ve dogmatizme kapıhnmaması zorunlu. Çünkü sosyalizmin de, yaşanılan çağlar ve bu çağların d e­ ğişimine uygun, geçirdiği iç evrim ve gelişmesi var. Elbette bu devrimci bi­ rey veya topluluğun eğitiminin, bir ya­ nını oluşturuyor. Bundan sonra teori­ nin ulusal yanını, yani içinde yaşanı-

Devrimci yükselişe, gerek liderliğin gerekse de kadroların teorik eğitimiyle uyum sağlamak, hatta onu “az buçuk eğitecek" bir kaliteye ulaşmak gerekiyor.

62

lan ülkenin; tarihini, sosyal ve ekono­ mik yapısını, sınıf ilişki ve çelişkilerini, devrimin gelişim seyrini, mücadelenin program ve taktiklerini, araştırmak in­ celem ek, ortaya çıkarmak ve kavramak gerekiyor. Yalnız yaşamda her şey

onun özel bir alanı olan sosyalist eği­ tim çalışması nasıl yürütülmeli? Konu­ nun detaylarını ilerde inceleyecek ol­ mamıza rağmen, biraz burada değin­ mekte de yarar var. Eğitim ile bilgi ara­ sında yakın bir bağ olduğuna, daha doğru bir anlatımla; eğitim bilginin kav­ ranmasına hizmet ettiğine göre, bilgi edinmenin en genel yasaları, eğitim fa­ aliyetinin kendi özgüllüğü içinde geçerlidir diyebiliriz. Yani var olan gerçekli­ ği, soyutlama yöntemiyle soyutlama, bazı kavram, kategori ve sonuçlara var­ m a... bu soyut gerçekliğin pratiğin mi­ henk taşına vurularak, pratik içinde zenginleştirilmesi, geliştirilmesi, eksik ve yanlışlarının ortaya çıkartılması... Yeniden soyutlama .. Tekrar yaşama aktarma. Ve bu teorik pratik eylemlili­ ğin içiçe zincirleme bir biçimde sürme­ si... İşte burada soyut ve somutun, te ­ ori ile pratiğin birliği söz konusu olmak­ tadır. G ene eğitim ile ilgili “kitlelerin kendi öz deneyimleriyle öğrenmeleri”, “kadroların kendi hata ve eksiklerini te­ Teorik çalışma veya eğitim sorunu­ mel alan ve bunları aşmalarına yöne­ na bir başka yaklaşım şekli var ki, onun lik eğitim takip edilmesi” gibi anlatım­ da ele alınıp incelenmesi zorunlu. B i­ lar, devrimci eğitimin, pratik çalışma­ rey veya grup, ülke gerçekliğinden ko­ nın atbaşı gittiği eğitimler; gelişkin pro puk, ayakları havada, başlangıcı ve so­ leter sosyalist partilerde parti okulları nucu belirsiz bir teorik çalışma içine gi­ sistemiyle yapılıyor. Bizzat belli bir te ­ riyor. Yaratılanbu yapı, adeta dış dün­ orik hazırlık ve pratik mücadeleden yaya kulaklarını kapamışçasına “fildişi sonra partiye katılmış olan üyeler; parti kulede” teori üretmekle meşgul. Ama örgütlerinden biri içinde, planlı ve sü­ pratiğin dışında ve pratikten kopuk ol­ rekli pratikten dersler çıkaran bir m ü­ duğu için ürettiği teoriyle bir türlü pra­ cadele sürdürdüklerinden böyle bir ya­ tiği yakalayamıyor. Hep onun gerisin­ şamada kendileri için başlı başına bir de kalıyor. Veya sosyalizmin güncel eğitim olmaktadır. Tabii burada sosya­ pratik sorunlarının ötesinde “yüksek list inşanın yaşamı süresince, devrimci sosyalizm” tartışmalarıyla günler tüke­ pratiğinin yanı sıra, belli saatlerini oku­ tiliyor. Böylece karşımıza çıkan yapı, bir ma, araştırma, yazma çalışmalarına devrimci yapı, yürütülen ideolojik, te­ ayırması, deyim yerindeyse günün 24 orik çalışmada devrimci bir eğitim ç a ­ saatinde devrimi yaşaması, kitlelerin lışması olmuyor. Bu yapıya, tartışma ise, pratiğin devrimci okuluna, yani biz­ kulübü veya entellektüel gevezeliklerin zat devrimci savaşım içine çekilerek beyin idman salonu demek daha uy­ eğitilmesi, yukarıda değindiğimiz, kad­ gun düşer. Yani devrimci eğitimin bu ro ve kitle eğitimlerinin en temeli ze­ biçimde ele almışı da entellektüel g e­ mini ve sonuç alınmasının yolu olmak­ vezeliğe veya salon sosyalizmine soy­ tadır. Sosyalist hareketimizin çevresinde suzlaşıyor. Kanımca bir sosyalistin içi­ ne düşebileceği en tehlikeli ve iğrenç yeni birikimlerin oluştuğu bu aşamada, mevcut kadro ve kadro adaylarının pozisyon bu olsa gerektir. G erçek devrimci faaliyet içinde eğitimini çalışmanın başına almak ge-

yukarda belirttiğimiz gibi tek yanlı bir gelişim hattı izleyemiyor. Daha karma­ şık süreçler yaşanıyor. Bazılarımız pra­ tik kavgadan teoriye, bazılarımızda te ­ orik birikim ve dönüşüm sonucu kav­ ganın içine akıyoruz. Çoğunlukla ise devrimci pratik, gerek bireyi, gereksede toplulukları hazırlıksız yakalıyor. İçi­ ne çekiyor. Böyle olmamalı demekte bir anlam ifade etmiyor. Tedbirler g e­ liştirmek, eksik kalan yanları tam am ­ lamak gerekiyor. Eğer bu yapılamaz­ sa, pratiğin devrimci yükselişine, teo ­ ride büyüme ve gelişmeyle karşılık ve­ rilemezse o zaman salt pratik ve sonuç­ larıyla uğraşılır hale geliniyor. Amatör­ ce bir yükselişin beraberinde içinden çı­ kılamayacak bir yığın sorun, düzleşme, daralma, diğer bir deyişle “kafasız işgüzarlık” biçiminde bir soysuzlaşma yaşanıyor. Bunun panzehiri ise dev­ rimci yükselişe, gerek önderliğin gerek­ se de kadroların teorik eğitimiyle uyum sağlam ak, hatta onu “az buçuk eğitecek" bir kaliteye ulaşmak oluyor.

\

\

T

v

A


rekiyor. Bu eğitimlerde; uluslararası deneyimlerin yeni ve güçlü etüdü hem de akıp giden devrimci mücadelenin ve bunun öne çıkarttığı tüm görevle­ rin alabildiğine netleşmesi ve kendi içinde aydınlanması sağlanmalıdır. Elbetteki bu pratikten kopulmadan hatta pratik çalışmayı daha çokyükseltme, daha çok okuma, daha çok toplantı, seminer, devreler, biçiminde kadro adaylannın kısa süreli pratikten alınma­ ları, çok yönlü eğitilmeleri, kendilerini dönüştürmeleri ve bunun sonucunda yeniden pratiğe güçlü bir biçimde ka­ tılımları şeklinde olmalıdır. Eğitim sorununa böylece bir değin­ meden sonra; Sosyalist Hareketimizin eğitim karşısındaki tutumuna eleştirel bir yaklaşım içine girmek istiyorum: Sosyalist Hareketimizin ve bu hare­ kete sempati duyan çevrelerin eğitimi çok yetersiz yapılıyor. Bu durum da hem en her çevre tarafından biliniyor. Eğitimsizliğin, yetmezliğin ağır sonuç­ larını ise yaşadık ve yaşıyoruz. Bir g e­ ricilik dönemindeyiz. G ene uluslararası deneyler bilinir; böylesi yenilgi ve ar­ dından gelen gericilik yıllan, sosyalist­ ler tarafından, bilinçli, planlı eğitim ç a ­ lışmalarıyla, hatta koşulları yaratılarak sosyalist yeni kadrolar yetiştirmeye yö­ nelik okulların açılmasıyla karşılanma­ ya çalışılır. Çünkü gericilik askeri ba­ şarısını, ideolojik, siyasi, kültürel, fel-

mede temel araç işlevi görüyorlar. So s­ yalistler başka çalışmalarla birlikte, esasta bu dergilerle, yeni kuşaklara ulaşmak, onları çevrelerinde örgütle­ mek istiyorlar. Elbetteki bu örgütlen­ me, ister grup, çevre biçiminde, ister­ se parti biçiminde olsun, öncelikle ye­ ni kuşağın, bu süreç içinde düzenin binbir ön yargısından, proletarya dışı sınıf ve zümrelerin etkilerinden arındınlması gerekiyor. Yeni tipte sosyalist in­ san ancak bu çabalar sonucu sağlana­ cak kişilikteki güçlü dönüşümle orta­ ya çıkabiliyor. Sosyalist dergilerde bu yeni insan ve onun kuracağı düzenle ilgili kendi sosyalizm anlayışları çerçe­ vesinde bir mesaj vermeye çalışıyorlar. Dergilerden ayrı, ekonomik demokra­ tik kuruluşlann kendi üyelerini eğitmek için çıkardığı yayınlar var. Buralarda da demokrasi ve sınıf çıkarlarını koruma­ ya yönelik bilinçlenme sağlanmaya ç a ­ lışılıyor. Bu ön bilinçlenmenin de belli bir birikim sağlıyacağına şüphe yok. Basın toplantıları, paneller, yürüyüş, miting, açlık grevleri, greve ve direniş­ lerde kitleler için sınırlı da olsa pratiğin okulu oluyor. Kimin ne dediği, ne ol­ duğu, ne gibi somut talepler ileri sür­ düğü, buralarda biraz kitlelerin dişine değiyor. Sosyalistler ve aralarındaki ay­ rım noktaları daha da anlaşılabilir bir hal alıyor. Eylül öncesi dönemde de bu tür çalışmalar daha geniş kitleleri ku-

Düzenden koparıp almayan, bunun için yeterli süre ve yoğunlaşmış bir eğitim programına dayanmayan, kişiye güçlü bir iç hesaplaşma yaşatarak, onu sosyalist kişilik ve kavga adamına dönüştürmeyen bir eğitim günümüz Sosyalist Hareketinin ihtiyacını karşılamaktan uzak görünüyor.

şefi, ahlakî her alana yayarak perçin­ caklayan, daha zengin bir biçimde ger­ lemek isteyecektir. Sosyalist saflarda çekleştiriliyordu. Demek ki sosyalistler ve kitleler, sabırlı, kahırlı uğraşlarla es­ tasfiyeciliğe zemin hazırladığı gibi, top lumu da çığrından çıkartmaya çalışa­ ki mücadele biçim ve olanaklarının bir caktır. İşte böylesi dönemlerde, burju­ kısmına günümüzde de ulaşmış bulu­ vazinin, ideolojik, siyasi, kültürel, fel­ nuyorlar. Elbetteki bu olanaklar çok kı­ sefi, ahlaki tüm saldırılarına karşılık ve­ sıtlı ve baskı altında. Burjuvaziyi sınırlı rebilmek, yenilgi ve gericilik yıllarının da olsa bu hakları tanımaya iten baş­ ortaya çıkarttıı tasfiyeciliğin, devrimden ka etkenler var. Onları şimdilik geçiyo­ dökülmelerin ağır tahribatlarını gidere­ rum. Eskiden var olan sınırlı dem ok­ bilmek ve yeni bir devrimci kuşağın ratik hak ve olanakları biraz zorlamalı eğitilebilmesi için, sosyalistler kendile­ da olsa yeniden kaznabileceğiz, bu rini ve çevrelerindeki kadroları yenile­ mümkün görünüyor. İşte hemen bu­ mek, deyim yerindeyse yeniden yeni­ rada bir nokta koyup şu soruyu sorma ihtiyacını hissediyorum. Eylül öncesi­ den üretmek zorundadırlar. Sosyalistler olarak eğitime geçm iş­ nin yitirilen tüm olanakları yeniden kate nasıl yaklaştık? Bu konuda ne gibi zanılsa ne olacaktır? Bu soruya birkaç eksik ve yetersizliklerimiz oldu? Bugün olumlu yanıt verip ardından başka bir soruna nasıl yaklaşıyoruz? Bu sorula­ soruyu sormak istiyorum. Şüphesiz ra yanıt bulmak gerekiyor. Bu açıdan sosyalist hareket ve demokratik kitle geçmiş pratiğimizin gönümüzdekiyle hareketi daha rahat gelişebilme olana­ karşılaştırılmalı bir biçimde.ele alınması ğına kavuşacak. 12 Eylülün toplumusanırım daha da faydalı olur. G eçm iş­ muzdaki tüm ilerici devrimci birikimi te çıkan sosyalist dergiler vardı. Şimdi tasfiye etme programı da başarısızlığa de var. Ve bu derailer. geçmişte oldu­ uğramış olacak. Peki öbür yan, 12 Ey­ ğu gibi günümüzde de çevrelerini eğit- lül bir gece baskını yapınca içine dü­

şülen durum nasıl izah edilecektir? Ta­ rih bir tekerrür değilse ve faşist bir dai­ rede döner gibi dönüp dolaşıp aynı ye­ re çıkmak am aç olmayacaksa, ne ya­ pılmalı? işte bu sorulara da cevaplar, araştırmak, bulmak gerekiyor. 12 Ey­ lül öncesi devrimci mücadelenin onca görkem ve zenginliğine rağmen, eleş­ tirel bir tarzda ele alınması ve bu yak­ laşımdan devrimci sonuçlar çıkarılması her sosyalist çevrenin boynunun bor­ cudur. Eylül yenilgisinden devrimci dersler çıkaramayan bir sosyalist çev­ renin içinde bulunulan aşamada geçi­ ci parlama döemleri olsa da gelişebi­ leceğine inanmak çok zordur. Yalnız burada hemen dikkat edilmesi gere­ ken, 12 Eylülden ideolojik eğitimini al­ mış kimi “solcu” çevrelerin durumuna düşülmemesidir. Bu tasfiyeci çevreler, geçmişin pek çok zaaf ve eksikliğini parmaklarına dolayarak, Türkiye Dev­ rimci Hareketini papaz karşısında gü­ nah çıkaran bir günahkâr durumuna sürüklemeye çalıştılar. Onların amacı belliydi. Devrimimizi ve onun yarattığı tüm değerleri tasfiye etmek ve burju­ vazinin, liberalleşme sivilleşme progra­ mını “sol”dan desteklemek. Bu çevre­ ler bir yandan böylesi bir işlev görm e­ ye çalışırken, diğer yandan, geçmişe de olumlu, olumsuz tüm yönleriyle bağnazca yapışan kimi tepkisel çevre­ lerin doğmasını kışkırtmış oldular. Ya­ ratılan bu kaos ortamında, sağlıklı bir geçmişin değerlendirilmesinin, eleştiri özeleştiri yolu sınırlı da olsa kapatılmış oldu. Halbuki sosyalizme göre, hata ve yanılgılarını açıkça ve mertçe ortaya koyabilmek kişiler veya gruplar, parti­ ler için başlı başına en büyük eylem olarak görülür. Kaldı ki sınıf m ücade­ lesinde yenilgiler çoğunlukla kaçınıl­ maz bile olabiliyor. Ama buna neden olan hataların yanlışlarınsa mutlaka analiz edilmesi, ondan sonraki m üca­ delenin bu analizlerden çıkarılan dev­ rimci sonuçlara, derslere göre sürdü­ rülmesi gerekiyor. G ene sosyalist objektifizm sadece görünenle yetinmek değil, deyim yerindeyse yoku var et­ mektir. Yani yenilgi içinde geleceğin zaferinin ipuçları saklı bulunur. Bunla­ rın bulunup çıkarılması mümkün hat­ ta gereklidir. Yoksa proletaryanın bir dizi yenilgiler aldığı pek çok ülkede za­ fere ulaşması mümkün olamazdı. S o s­ yalistlerin pek çok hata ve yenilgiyi bi­ le en büyük okula dönüştürecek, e s­ neklik ve yeteneğe sahip olduğu bilin­ mektedir. Yeter ki hatamızı dürüstçe mertçe ortaya koyalım ve bunları tela­ fi etmeye çalışalım. O zaman gericilik yıllarının ürettiği tasfiyecilik de yılgınlık da dağıtılabilecektir. 12 Eylül rejimi, olağanüstü baskılı karanlık bir dönem oldu. Sol saflarda pek çok tövbekar da üretilebildi. Ama her şeye rağmen, sosyalist m ücadele­ nin ortaya çıkarttığı tüm devrimci d e­ ğerlere sahip çıkan hatta bunları geliş­ tirmeye çalışan sosyalist çevreleri yok edemedi. Bunların yeniden ortaya çı­ kışını engelleyemedi. Toplumda her Şey zıddıyla birlikte gelişiyor. Bir uçta gerçek sosyalizm mücadelesini yaşama geçirmek için uğraşanlar var. diğer uçta

12 Eylül rejimi, olağanüstü baskılı karanlık bir dönem oldu. Sol saflarda pek çok tövbekar da üretilebildi. Ama her şeye rağmen , sosyalist mücadelenin ortaya çıkarttığı tüm devrimci değerlere sahip çıkan hatta bunları geliştirmeye çalışan sosyalist çevreleri yok edemedi.


64

ise tasfiyecilik ve reformizm, neredey­ ortasından itibaren devrimci kabarma yüksek, ortaya çıkan olanaklar ise n e­ se Eyül rejimiyle uzlaşma noktasında soysuzlaştı. Ve “12 Eylül solu” diye ni­ redeyse sonsuzdur. Ama bu devrimci telenebilecek bir kimliğe büründü. 12 yükselişin, ortaya çıkarttığı imkânların, Eylül ile rejim kendini restore etmeye biraz da delikanlı savrukluğuyla ve girişirken, devrimciler de kendini her hoyratlığıyla, yeterince değerlendirilealanda yenileyerek, yeni rejimin kar­ memesi söz konusudur. Çoğu zaman şısına çıkabilmeliydi. Böylece Eylülizbir bölük devrimci çevre dar pratikçi­ min sol saflarda yarattığı tasfiyecilik ve lik içinde düzleşir ve tükenirken, diğer dönekliğe de iyi bir yanıt verilmiş ola bir bölük sosyalist ki bunlara burjuva çaktı. Ama yenilenme gibi, tabiatta ve sosyalistleri demek uygun düşer- sos­ toplumda yaşamın sürmesinin, sosya­ yalizm adına burjuva (CHP) kuyruklist m ücadelede de adeta gelişimin çuluğunun bin bir çeşit teorisini üret­ zembereği olan bu kavramın da yoz­ mekle meşguldüler. İçinde yaşanılan laştırıldığını, içeriğinin boşaltıldığını gö­ devrim sürecinin karşı devrimi de bir­ rüyoruz. TİP ve TKP genel sekreterle­ leştirmesi ve büyütmesine, devrimciler ri, bir bakıma rejime teslim olma anla­ olarak birleşme ve büyümeyle karşılık mına gelen davranışlarını “yenilenme” verilemedi. Elbetteki böyle bir duru­ adına yapıyorlar. Bu durumda, solda mun ortaya çıkmasında en büyük et­ yaşamsal önem e sahip yenilenme eği­ ken ise devrimciler ve sosyalistler ola­ limini, baskı altına alan bir diğer tasfi­ rak eğitimsizliğimiz, yetmezliğimiz ve yeci etken oluyor. Deyim yerindeyse bu boşluktan proletarya dışı sınıf ve 12 Eylül öncesindeki hata ve zaafları­ zümrelerin sol saflarda etkinlik kurmanı aştığını, kendini yenilediğini söyleyen sıydı. Sosyal demokrat hayaller, bur­ çevrelerin, burjuvaziye, sivil toplumcu juva, küçük burjuva sosyalizmleri işte luk, legaliteyi kazanma, demokrasiyi Sosyalist Hareketimizi 12 Eylül ö n ce­ kazanma, istikrar vb. teranelerle açık sinde inmelendiren etkenler oldu. teslimiyetleri, samimi devrimci çevreler­ So n birkaç yıldır, yeni bir yükselişe de geçmişle ilgili hiç konuşmama, ko­ giren, Devrimci-Demokrat ve Sosya­ nuşsa da eksik ve hatalann atlanması list Hareketimizin, eylül öncesi var olan sonucunu doğuruyor. Tabii ilerde, ge­ olanakların bir kısmına ulaştığını, bir ride bırakılıp imha edilmemiş düşman kısmına ise ulaşmanın öngünlerinde birlikleri gibi, bu hata ve yanlışlarımı­ olduğunu belirtmiştik. Gerek hareke­ zın ağır bir kuşatmasını yaşayacağımı­ tin içinde bulunduğu aşama -biz buna zı da böylece unutmuş oluyoruz. Bu olgunluk dönemi diyoruz- gerekse de anlatıma burada nokta koyarak yazı en küçük bir hakkın bile tırnaklarımız­ başlığında belirttiğim eğitim sorununa la sökülürcesine zorluklarla kazanılıyor dönmek istiyorum. Konuyu fazla da­ olması, geçmişteki savrukluk ve hoy­ ğıtmamak gerekiyor. ratlığa sürüklenilmesinin önündeki en Sosyalist Hareketimizin geçmişte en büyük engel olarak görünüyor. Ayrı­ fazla zaaflı davrandığı alan denebilir ki ca pek çoğu kendi hatalanmızdan kay­ planlı, sürekli, sistemli devrimci eğitim naklanan, acı kayıplarla dolu, trajedik çalışmasını yaşama geçirememiş olma­ bir dönem yaşadık ve hâlâ da yaşıyo­ sıdır. Bir yığın yasal veya devrimci d e­ ruz. Şüphesiz ki önümüzdeki dönem ­ mokrasinin gücüyle ortaya çıkmış ola­ de de benzeri hataların tekrarı, traji­ nak çok yetersiz kullanılmıştır. So sy a­ komik sonuçlar doğuracaktır. Tüm listlerin etkinliğindeki, sayısız sendika, bunlardan da önemlisi, yenilgi ve g e­ demokratik kitle örgütü ve devrimci ricilik yıllarının muazzam eğitici oku­ bölgelerin varlığına rağmen, buralarda lundan geçilmiştir, gerçek devrimci sı­ yürütülen sosyalist yeni insanı kazan­ nıf ve partiler böylesi dönemlerden çok maya yönelik eğitim çalışmaları, bura­ şey öğrenmiş olarak geliyorlar. Türki­ ları ele geçirmek için harcanan emek ye nasıl 12 Eylül öncesinin Türkiye’si ve özverilerin yanında devede kulak değilse, bizler de, tüm devrimci değer­ olmaktadır. Sosyalist Hareket, tarihin­ leri koruyan, geliştiren ve bunlara ye­ de, kendisinden önceki dönemlerin nilerini katarak zenginleştiren, hata ve onlarca katı kitleselleşmiş, ama bu kityanlışlarını ustaca telafi etmeyi bilen, leselleşmenin ihtiyacına uygun kadro yeni dönemin yeni tipte devrimcileri zenginliğine ulaşılmasını sağlayacak bir olmak zorundayız. Bu yeni tip devrim­ eğitim düzeni tutturamamıştır. İşte 7 0 ’li cilik, 12 Eylül öncesinin, plansız, prog­ yıllann sosyalistlere sunduğu muazzam ramsız, taktiksiz, eğitimsiz ve yetersiz eğitime açık devrimci bir kitle, ama bu devrimciliğini kesinlikle reddeden, pro­ kitlenin eğitimine yetersiz bir yaklaşım, leter anlamda bir sosyalist parti dışın­ bu eğitimsizliğin yenilgide ve ardından daki yaşam ve mücadeleyi kabul etm e­ gelen yılgınlıkta büyük bir rol oynaması yen, tüm zamanını böyle bir partiyi in­ söz konusudur. şa etmek ve büyütmek için değerlen­ Sosyalist Hareketimizin son 3 0 yılı diren sosyalist insan demektir. Tiirki nı, biraz şematik de kaçsa şöylesi dö ye so sy alistlerin in “yenilginin nemlere ayırmak mümkündür. Hare okulundan" böylesi devrimci bir ders­ ketin 1960'h yıları yeniden doğuş ve le çıkabilmiş olmaları, içine girilen y e­ çocukluk yılları, 7 0 ’li yılları ise erginleş­ ni dönem de bir anlam ifade edecek­ me ve delikanlılık dönemi olarak nite­ tir. Bir sosyalist için en soylu, en öz­ lenebilir. 8 0 sonrası ise olgunluk, ha­ gür ve en eğitici yaşam ancak proleter rekette bir oturaklılık aşamasına teka sosyalist partinin saflarında sürdüreceği bül eder. İşte 197 0 ’li yıllarda Türkiye yaşam ve mücadele olabilir. Bunun sosyalizmi, delikanlılık döneminin az ötesindeki, her türden dağınıklığın, eği­ çok hoyrat, plansız, programsız günle­ timsizliğin ve kendiliğindenliğin ancak rini yaşamıştır diyebiliriz. 701i yılların burjuvazinin ve küçük burjuvazinin

üzeremizdeki etkileridir. Bu etkileri at­ makta kararlı, ısrarlı ve cesaretli olmak gerekiyor. 12 Eylül’ün zam, zulüm, işsizlikpahalılık ve işkence demek olduğu ve kurulan yeni rejimin başka bir anlam ifade etmediği bugün kitlelerce daha iyi görülebiliyor. Yeni rejim, basınçtan pat­ lamaması için tencerenin kapağını bi­ raz aralıyor. Amaç kaynamayı yavaş­ latmak... Ama bu başanlamıyor. R e­ jimde açılan gedikler, her gün biraz da­ ha büyüyor. Ekonomide tam bir iflas, siyasette ise her gün bir yolsuzluk ve skandal yaşanıyor. Rejimin çatlakların­ dan ise burjuva siyasetçilerinin bu pis­ likleri kitlelere kadar ulaşıyor. Kitleler kendi öz deneyimleriyle öğ­ reniyorlar. Ekonomik kriz bir türlü aşı­ lamıyor. 12 Eylül, 7 -8 yıldır en çok sö­ zünü ettiği huzur ve sükun ortamını da sağlayabilmiş değil... işte bu nedenlerle 12 Eylülden 12 Mart gibi çıkılamıyor. Ağır ve sancılı bir süreç yaşanıyor. 12 Mart çıkışındaki, kitlelerin umut olarak sarıldığı illüzyonlar, bugün için ortalık­ ta görülemiyor. 12 Mart’tan sosyaldemokrasi “umud”uyla çıkan yığınlar, uzun süre bu “umut” balonunun peşin­ den sürüklenmiş, umudun dişe değ­ mesiyle birlikte de adeta şoka girmiş­ lerdir. Ama bu dönem de sosyal d e­ mokrasinin açtığı yoldan çıkan So sy a­ list Harekette sosyal demokrat hayal­ ler güçlü ve yaygındır. Kitlelerin sos­ yal demokrasiden umudu kestiği m o­ mentte. sosyalistlerin, onlara bir alter­ natif sunamaması, onlara ulaşamaması ve örgütleyememesi durumu yaşan­ mıştır. Sosyalistler, kitlelerin birlik ve al­ ternatif program özlemine, halk cep ­ hesini, halk demokrasisi programı doğ­ rultusunda inşa ederek cevap verebilseydi belki de pek çok kayıbın en aza indirilmesi, hatta zafere doğru Herlen­ mesi mümkün olabilecekti. Ama bu gerçekleştirilememiş, gerçekleştirilemeyince de muazzam bir başaşağı gidiş yaşanmış, bölünme, parçalanma ve tasfiyecilik sol saflarda büyük tahribat­ lar yaratmıştır. Ayrıca sosyal-demokrat hayallerden ayılma noktasındaki bü­ yük kitle potansiyelinin böylece nötra­ lize edilmesine, çürümesine neden olunmuştur. Yaşadığımız dönemde sosyal demokrasi, gerici, azgın şoven ve pısırık haliyle yeni bir umut balonu şişirmekten çok uzak görünüyor. Bur­ juva sosyalizmi, reformizm ise TK P ve TİP pratiğinde görüldüğü gibi rejimle uzlaşan teslimiyetçi karakterini hızla açığa vurmak zorunda kalıyor. 12 Mart çıkışında T SİP ’nin burjuva sosyalizmi, uzun süre kendini gizleyecek, sosyo ekonomik şartlar, kitle bilincinin düzeyi gibi faktörleri bulabiliyordu. Bugün re­ jim açık ki ya devrimci direnişi ya da uzlaşmacılık ve teslimiyeti dayatıyor. O halde devrimcilerin Önünde farklı bir çıkış yolu, karanlığı kendi özgücüyle yırtma yolu kalıyor. Kaldı ki bu çıkış yo­ lunu görmek için “çok uzaklara” bak­ mak da gerekmiyor. Görmek ve gös­ termek görevi sosyalistlere düşüyor. Bu çıkışın yoğun bir siyasi eğitimle ve çok yönlü sabırlı, kahırlı bir hazırlık ça­ lışmasıyla ancak mümkün olduğunu


şimdilik belirtmekle yetinelim. Geçmiş sosyalist pratiğimizden bir örnek vererek eğitimsizliğin ve yetmez­ liğin nasıl sonuçlar doğurabildiğim gös­ termek istiyorum. Eylül öncesinin coş­ ku dolu mücadele günleri... Olağanüs­ tü çabayla yüzlerce sosyalist kadro bir­ leştiriliyor. Kongre gerçekleşiyor. Kon­ feranslar yapılıyor. Ve yıllardır özlemi çekilen sosyalist çalışma düzenine g e­ çilmeye çalışılıyor. İşte tam da bu nok­ tada, kadroların çok yönlü eğitimi ve pratiğe güçlü bir yönelişi gerekirken bu istenen boyutta gerçekleştirilemiyor. Sosyalist Hareketin gençlik, tecrübesiz­ lik ve eğitimsizliğinden kaynaklanan bir dizi hatalar işleniyor. G ene büyük bir olanak, kadroların işlenen yanlış ve hatalar temel alınarak güçlü bir biçim­ de eğitilme şansı var. Ama bir hayli geç kalınıyor. Proletarya dışı sınıf ve züm­ reler etkilerini genç hareketin saflarına taşırmış durumda. Tam bir kaos yaşa­ nıyor. Bu arada tasfiyecilikte gemi azı­ ya almış bulunuyor. Kadro eğitimleri çok yetersiz ve ağır tasfiyecilik süreç­ leri yaşanırken kopuk kopuk yapılıyor. Kadrolar sosyal pratiğin ihtiyaçlarının çok gerisinde kalıyor. Tasfiyecilik için aranıp da bulunamayan koşullar... Komfüzyonizm (kafa kargaşası) ortama hâkim kılmıyor. Kadro ve kadro aday­ ları bu kaosa daha fazla dayanamıyor. Dökülmeler başlıyor. Tasfiyeciliğin ya­ rattığı bu ortamda militanlar adeta alık­ laşarak, Troçkizm gibi ipliği pazara çık­ mış bir sapıklığı bile tahlil etm e ve ona karşı döğüşmede yetersiz kalıyorlar. Sosyalist yapıda büyük bir tahribat hat­ ta yıkım yaşanıyor. İşte devrimci pra­ tiği ve bu pratikten sürekli dersler çı­ karan eğitim ve kendi içinde aydınlan­ mayı sürekli kılamamanın tipik trajik sonucu. Sosyalistlerin, 12 Eylül öncesi yürüt­ tüğü siyasi eğitimleri çeşitli yanlarıyla ele alıp incelemekte yarar var. Bu d ö­ nemin eğitimleri, sosyalist eğilim ve partilerin düzenlediği toplantılar, der­ nek seminerleri, sendika eğitimleri ve çok sayıda çıkarılan gazete ve dergiler­ le sürdürülüyor. Ama çoğunlukla dev­ rimci eğitim bu boyutlarda kalıyor. Bu seminer ve toplantılarda, sınıflar, top­ lumlar, emperyalizm, faşizm ve antifaşist mücadele gibi konular bol bol iş­ leniyor. Eğitimler, yüzeysel plansız, ha­ zırlıksız ve kesintili yapılıyor. Eğitimle­ re katılanlarsa mücadelenin ön safla­ rında yer alan kadrolar. İhtiyaçlar bu yüzeyde kalan sığ eğitimlerin çok ö te­ mde. Ve bu düzeyde bir eğitimle, kad­ rolardan neredeyse mücadelenin öne çıkarttığı tüm görevleri omuzlaması bekleniyor. Ama bu terazi bu sikleti çekmiyor. Sık sık militanların tökezle­ mesi, görevlerin altında ezilmesi ve dö­ külmesi yaşanıyor. Ama hâlâ ayılmamıyor. Hâlâ kadro ve kadro adayları­ nın eğitimine yeterli boyutta eğilinemiyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor. Bugün, Türkiye Sosyalist Hareketiin Eylül öncesi ve sonrası içine sürükndiği olumsuzlukla« sırf 12 Eylül şartrına bağlamakta ikna edici olmaktan aktır. Şüphesiz Eylül öncesi ve son­ rasının objektif şartlarınınyaşanan

olumsuzluklarda büyük rolü var. Yal­ nız “tam kadro yenilemesi yapıyorduk”, “tam zaaf ve eksiklerimizin farkına var­ mıştık 12 Eylül geldi.” türünden yakla­ şımlar; her şeyi objektif şartlara bağla­ ma, eğitim ve kadrolaşma gibi % 9 9 iradi bir çabanın yeterince gerçekleştirilmemesinde kendi olumsuz rolümü­ zün atlanması anlamına geliyor. Eğer sorunu bu şekilde geçiştirir üzerinden atlarsak, sorunun yeniden yeniden bizi sırtımızdan hançerlemesine davetiye çıkarıyoruz demektir. Ayrıca da yanlış­ larıyla bütünleşip kendine sevdalanan, yanılgıların yayıyla gerilip ileriye fırlayamayan bir Sosyalist Hareket nasıl gelişecek?.. “Her şeyi kadrolar belirler” gibi bir özdeyişi, her an, her dakika tek­ rar etmek bugün için pek bir anlam ifa­ de etmemektedir. Kadroyla, eğitimin bağının iyi koyulması, kavranması ve en önemlisi de, sosyalist çalışmada ya­ şamsal önem taşıyan bu bağın, pratik­ te başarılı bir uygulamasının gerçekleş­ tirilmesi gerekiyor. Bu işi ne kadar iyi yürütebilirsek, küçük büyük tüm kazanımların perçinlenmesi, gelişmenin ve zaferin yolunun açılması mümkün ola­ bilecektir. Eylül öncesi eğitimlerde büyük yer tutan sendika eğitimlerini de kısaca ele alıp incelemeye çalışalım. Bu dönem ­ de az çok süreklilik taşıyan ve belli bir plan dahilinde yürütülen eğitimler sen­ dika eğitimleridir. Bağımsız ilerici sen ­ dikaların yanı sıra ve daha çok da DİSK, geniş bir işçi kitlesinin eğitim so­ rununa el atmıştır. DİSK’in eğitimleri, birkaç kategoriye ayrılmış gruplara ve­ rilmiş, ekonomi - politik, sınıflar, top­ lumlar vb. konular, dersler biçiminde işlenmiştir, bu arada bazı sosyalist sendikacılann da, etkin oldukları sendika­ larda kendi sosyalizm anlayışları doğ­ rultusunda işçi eğitimleri düzenlemesi söz konusudur. Ama her şeye rağmen, Eylül öncesi sendika eğitimlerinden söz açınca, DİSK’in düzenlediği eğitimleri değerlendirmede temel almak gereki­ yor. Çünkü bu eğitimlerin sınıf içinde­ ki yaygınlığı, diğerlerinin onlarca katı­ na ulaşan bir boyuttadır. Bu eğitimler­ de işçi sınıfı, sosyalizmin ilk kavramla­ rıyla tanışmış ve bu kavramlar sınıfın günlük yaşam ve mücadelesi içinde kullanılmaya başlanmıştır. Şekil açısın­ dan oldukça iyi görünen bu eğitimle­ rin ise öz açısından oldukça zayıflığı söz konusudur. Çünkü eğitimlerle, işçi sı­ nıfının, kendi proleter sosyalist partisin-, de yer alarak, iktidarı hedeflemesi amaçlanmamıştır. Eğitimler adeta bur­ juva (CHP) kuyrukçuluğuna sınıfı ik­ na etmek ve bu sapıklığı gerekçelendirmek gibi bir muhteva taşımıştır. El­ bette sosyalizm adına, burjuva kuyruk­ çuluğuna zemin hazırlamak için yapı­ lan eğitimler, sınıfın bilincini billurlaş­ tırmak değil, bilincini adeta bulandır­ mak, ufkunu karartmak gibi bir işlev de görüyordu. Buralarda sosyalizm yeri­ ne reformizm, sendikal mücadele ye­ rine adeta sendikacılara kulluk bilinci hâkim kılınmaya çalışılıyordu. O gün­ lerde bu durumu aşarak sosyalizmin teori ve pratiğine bir üst boyutta, yani iktidar savaşımı verebilecek boyutta yö-

neiebilen işçi sayısı sınırlı olmuştur. Eylül sonrası ise, işçi sınıfının, ger­ çek dostlarını bir anlamda tanıma ola nağı bulduğu felaket yıllarıdır. G eçm i­ şin ileri solcu geçinen pek çok sendi­ ka lideri ya mülteciliği, ya da burjuva­ ziye teslimiyeti seçmiştir. Pek çoğu da tövbekâr olmuştur. Bir kısmı ise TürkIş ve Hak-İş’te biraz ağız değiştirek mesleklerini icra ediyor. Bazılanysa Ey­ lülün en karanlık günlerinden günü müze kadar, işçi sınıfının mücadelesi­ ni kararlılıkla sürdürüyor. Yeni dönem sendikal mücadelenin temel taşlarını döşüyor. Bu adsız işçileri burada say­ gıyla anmak istiyorum. Onlar, yoksul­ luğa, açlığa, işkenceye hatta sokak or tatarında kalleşçe kurşunlanmaya gö ğüs görerek günümüzdeki gelişmeleri hazırladılar, ötekilerse dün de, bugün de işçi sınıfının sömürülmesi ve ezilme­ si dem ek olan kapitalizmi biraz daha yaşatmak için sinsi bir biçimde çalışan işçi sınıfının yüz karalarıdır. Sınıf bun­ lardan er veya geç hesap soracaktır.

Sonuç: S o s y a lis tlin ; devrim ve dem okra­ si davasını/ zafere ulaştırabilmek için öncelikle ğüçlü bir eğitim ve aydınlan ma hareketini örgütlemesi gerekiyor. Kitlelere burjuva düzeninin içyüzünü kavratan, onları yeni toplumu kurm a­ ya yönelten böylesi bir eğitim ve aydın­ lanma olmadan devrimin serpilip g e­ lişmesi düşünülemez. Devrimin bizzat kendisi nasıl kitle bilincini altüst eden, onun gözlerini açan, muazzam bir okulsa, eğitimde gerek devrim ö n ce­ sinde, gerekse de devrim günlerinde ve sonrasında, kitlelere hedeflerini kav­ ratan, onları birleştiren ve örgütleyen yeni toplumun inşası İçin gerçek rolle­ rini oynayabilecekleri bir düzeye çıka­ ran sosyalist çalışmanın en önemii ala­ nıdır. Adeta devrimin çimentosudur. Türkiye Sosyalist Hareketi, eğitim sorununa geçmişte çok yetersiz yaklaş mıştır. Bu yaklaşım günümüzde de sürdürülüyor. Eğitimi, salt, dergi, der­ nek, sendika eğitimleriyle sınırlı görme eğilimi ağır basıyor. Bu çalışmaların ya nı sıra eğitimi bir üst boyutta da ele al­ mak ve yaşama geçirmek zorunlu. Dü zenden koparıp almayan, bunun için yeterli süre ve yoğunlaşmış bir eğitim programına dayanmayan, kişiye güç­ lü bir iç hesaplaşma yaşatarak, onu sosyalist kişilik ve kavga adamına dö­ nüştürmeyen bir eğitim günümüz S o s ­ yalist Hareketinin ihtiyacını karşılamak tan uzak görünüyor. Görev, zor da ol sa böyle bir eğitimi örgütlemek ve ıs­ rarla sürdürmek... Sendika ve işçi eğitimlerinde de işçi sınıfının toplumumuzdaki gerçek ö n ­ cü rolünü oynayabilmesi için ısrarlı ve kararlı olmak gerekiyor. Sosyalistlerin, sendika içi ve dışı tüm olanakları kul­ lanarak, birbirine yakın bilinç düzeyin deki işçileri gruplandırarak, yoğun, planlı ve sürekli, sistemli bir eğitim ç a ­ lışmasının içine çekmesi zorunlu. En azından öncü işçilerin devrim ve sos­ yalizm davasına kazanılması gerekiyor. Büyümenin, gelişmenin, zafere doğru ilerlemenin yolu buradan geçiyor 10/111/1988

Devrimin bizzat kendisi nasıl kitle bilincini altüst eden , onun gözlerini açan, muazzam bir okulsa , eğitimde gerek devrim öncesinde, gerekse de devrim günlerinde ve sonrasında , kitlelere hedeflerini kavratan, onları birleştiren ve örgütleyen yeni toplumun inşası için gerçek rollerini oynayabilecekleri bir düzeye çıkaran sosyalist çalışmanın en önemli alanıdır. Adeta devrimin çimentosudur.

65


ÖĞRENCİ HAREKETİNDE SO N DURUM Nevfuz ÇAĞLAR Bir varmış bir yokmuşa dönen der­ nekler sorunu var gündemde tam dört yıldır. Yüksek öğrenim gençliğinin yüz­ de 5 0 ’ye yakını üye olmak istiyor ama nedense üye sayısı öğrencilerin yüzde 10’u bile değil. Durup dururken orta­ ya çıkmaz ya böylesi bir tablo; elbet bir nedeni var. “Demokrat Arkadaş” kırmızı harflerle kapağına “kriz” diye çıkarıyor olayı. Bir başkası “Yeni Ö ncü” “açmaz” yok “am aç bulanıklığı” var diyor. Ve beri yandan dört yıldır çiğnene çiğnene, çiğnenemez hale gelmiş sakız: KİTLE­ SELLEŞM E. Bırakalım “amaç bulanık­ lığını” bir yana, şu kitleselleşmenin yolu yordamı nedir? Sınavlardan bunalıp kafası dumura uğrayan gençleri der­ neklere çekm eğin yolu nedir? Bu ko­ nuda ciddi bir çaba gösterildiğini söy­ lemek mümkün değil. Ö nce şu yüzde 10’u bile bulmayan kesime bakalım. Yedi kurucuyu ta­ mamlayan evraklarını teslim edip “bu­ gün git-yarm gel” atlıkarıncasına bindi. Şunca yıldır tüzellik kazanan dernekle­ rin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kısır döngüden bunalanlar kuruculuk­ tan çekildikçe dernekleri kurdurma­ mak için elinden geleni yapanlara gün doğdu, tyi de oldu. Dernekler tüzellik kazanmasa bile ortalama her okulda 1 0 0 -2 0 0 kişilik dernek kitlesi doğdu.

Bu sancılı ve yavaş gidiş sadece öğrenci gençlik mücadelesine özgü bir olgu değil. Genel kitle hareketine de hakim. Yer yer parlayıp sönen kıvılcımlar koca ormanın yanmaya hazırlandığını gösteriyor.

66

Az çok bu kitlenin içinde sivrilen, ey­ lemlerde öne çıkanlar ya kendilerini “emniyetli” hücrelerde veya daha çok okullann kapısında buldular. Diplomalı işsizlik ile diplomasız işsizlik arasında

fark olmadığının bilincine varmış olma­ lılar ki okula dönmek için pek büyük bir çabaları da olmadı. Meydanı boş bı­ raktılar. Başka meydanlarda 12 Mart sonrasında olduğu gibi döğüşe soyun­ dular. Dönüp arkalarına bakınca da kimseyi bulamadılar. Geriye kalanlara gelince bilenen hikâye; depolitizasyon, yılgınlık, umarsızlık. Kabaca olanlar bitenler bunlar. Ne çıkacaksa buradan çıkacak. O halde oturup akışın karakterini çözmek ge­ rek. Bu sancılı ve yavaş gidiş sadece öğrenci gençlik mücadelesine özgü bir olgu değil. G enel kitle hareketine de hakim. Yer yer parlayıp sönen kıvılcım­ lar koca ormanın yanmaya hazırlandı­ ğını gösteriyor. Bunu hisseden, bizden çok, egemenliklerinin temellerinin sar­ sıldığını görenler oluyor. Sarsıntıyı ya­ ratanlar da gerçeğin bilincine varma sancıları içinde. Elbette yatak değiştirmeye yönelmiş ırmağın akışını andıran sağa sola sav­ ruluşlar var. Kimileri (“Yeni Öncü”) yeni bir şey bulmuş gibi “sosyalist yetiştirmek lazım” diye bastılar feryadı. Zaten g e­ celi gündüzlü yapmamız gereken şey değil mi bu? Yeni mi farkına vardık? Yoksa kitlelerin derneklere akmayışınm baskısı mı beynimizi bu temel gerçeği güncel görev diye taktikleştirmeye gö­ türdü. Sürekli yapılması gereken gün­ cel sıkıcı çalışmanın sadece belli bir dö­ nem de öne çıkarılması gereken taktik adımın yerine konulması ya taktiksizliğin ifadesi ya pratiğe soğuk bakış ve­ ya geçmişin teorik sığlığına tepki du­ yarak teoriyi abartmaktır. Eğer çalışma­ nızı yönlendireceğiniz bir hedefiniz (taktiğiniz) yoksa çalışmanın ne anla­ mı var. Sosyalist insan yetişmesinin yo­ lu uygun taktik adımlarla kitleyi kucak­ lamak ve sosyalizm zeminine yeni ak­ mış insanların bu taktikleri dövüştür­ mesidir. Taktiksiz -ki genel sosyalizm ajitasyon propagandasını herşeyin ye­ rine ikame etmek taktiksizliktir- her ça ­ ba ya ahlak dersi vermeye veya burju­ va üniversitelerinin haddinden fazla ürettiği Marksoloğlar yetiştirmeye va­ rır.

Böylesi yaklaşımlar yaygınlaşır oldu. Siyaseti pedagojiye indirgeyen öğren­ ciye şirin görünme çabası, arabesk mi­ zahı öğrenci gençliğin mücadelesine yamayıp, duyarsız kitleyi, duyarlı hale getirmenin yolu diye sunuluyor. Şim ­ dilik bir örneği var: “Üniversiteli" gaze­ tesi. Çizgisizliğin çizgisi de denebilir. Çizgisizliklerini özellikle belirtme gere­ ği duyuyorlar. Öğrenci gençliğin çizgisizliğine tabi olarak kitleselleşme soru­ nunu çözmeye çalışmanın zavallıca yo­ lu oluyor. Bir zamanlar kendi içlerin­ de oldukça tutarlı bir seviye yakalaya­ rak dernekleşmenin ilk adımını atan­ lar 6 0 öncesinin talebe federasyonla­ rını yaratmaya çalıştılar. (Yarın dergi­ sinde aylarca 6 0 öncesi ve Dev-Genç bölünmesine dek 6 0 sonrası öğrenci örgütleri tartışıldı. 6 9 sonrası ise “çevir kazı yanmasın, haşmetlûm uyanmasın” diyerek tartışılmadı). Ama köprünün altından çok sular akmıştı. Sonraki yıl­ larda öğrenci gençlik değişik eğilimle­ re bölünmüştü ve bu, mücadelenin yükseldiği zeminde kaçınılmazdı. Akı­ şı kavramayan bu “nastaljik” bakış b ö­ lünmelere hazırlıklı olamazdı. Nitekim derneklerde politize olan kitle başka eğilimlere bölündükçe üzerinde durduklan zemin kaymaya kendileri de duyarsız kitleyi harekete geçirme kay­ gısıyla kitle dalkavukluğuna soyundu­ lar. Madem kitle gelmiyordu biz kitle­ ye gitmeliydik. Ö nce “Avanak Avni” gi­ bi tiplerle kitlenin (siz çocuğun okuyun) ilgisini uyandırmak, sonra bu ilgi üze­ rine özerk-demokratik üniversite mü­ cadelesini inşa etmeliydik. Gerçekte ise, öğrenci kitlesini duyarlılaştırmanın yolu onun kılığına bürünmekte değil kendi zeminimizi koruyarak onu bu ze­ mine yükseltmekle olanaklıdır. O nla­ rın geri zeminini reddedemiyorsak, n e­ den mücadele ediyoruz? Şu nca yıldır yedisinden yetmişine dek herkes YÖK’le dalga geçmiyor mu? Veya 3 -4 yaşındaki çocuğuna bir şeyler öğret­ mek isteyen annesinin şirinliğiyle “bak yavrum bu YÖK, uzak dur yakar” d e­ menin neyi çözeceği sanılıyor. Öğrenci dernekleri neyi amaçlama-

i

*


Iı? Soru yeni değil ama “Yeni Ö n cü ­ nün vardığı yargı biraz yenilik kokuyor. “Açmaz” yok “am aç bulanıklığı” var de­ niyor. Amaç bulanaklığı açmaz yarat­ mıyor mu? Yoksa sorunun sanılandan kolay olduğu mu söylenmek isteniyor? S a y fa la rı çevird iğinizd e “a m aç bulanıklığı” tesbitinin ardında korkunç bir kafa bulanıklığı olduğunu görüyor­ sunuz. Amaç bulanıklığını gidermek için bilime bakışı netleştirmek gereği hissediyor “Yeni ö n c ü ” Ve “sosyalist demokrasfye varan liberalizmin: bilime bulaştırıyor. “Bilim kullanımı itibarıyla sınıfsalmışta, öbür türlü “sınıflar üstüy”rnüş. “Yeni ö n c ü ”nün yeni incileri ne yazık ki, ister adına “kriz”, ister “açmaz” ister “am aç bulanıklığı” deyin soruna bir ç ö ­ züm getirmiyor. Üniversite sorununun çözümünün nasıl olacağı doğrultusun­ da yığınlara yaygınlaşmış bir perspek­ tif olmadığı söylenirse doğrudur. Ama böylesi bir perspektif oluşturmak yo­ lunda bilim nedir, nasıl yapılır gibi il­ kelliklere düşülürse az önce bahsedi­ len pedagojik yöntemlere ulaşmak ka­ çınılmaz olur. Varılan sonucun yanlış­ lığı bir yana, elbette temel gerçekleri kavratmak gereklidir ve her zaman ya­ pılmalıdır. Ama tutup bunu dernekler açmazına ilaç diye sunarsanız veya da­ ha da ötesi her derde deva derseniz, eğlenmek dışında bir işe yaramayan “Lapalis’in doğrulannı” sayıklamış olur­ sunuz. Kafaları dumura uğratmanın, kitleyi pasifize etmenin en güzel yollanndan biri budur. Bulanıklık var deyip pratik çözüm üretmeyerek ortalığı da­ ha da bulandırmanın ne alemi var? Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek. “Yeni Öncü”nün talebi de var. “Dem o k ratik -Ö zerk ” ü niversite ve “akadem ik-dem okratik” m ücadele. Bunlar nedir diye soruşturmalara baş­ layıp vardığı yer “sınıflarüstü” bilim olu­ yor. “Demokratik-özerk” üniversite ta­ lebi yerine “Halk Üniversitesi” savunul­ duğunda, henüz birinci talebin bile yı­ ğınca benimsenmediği söylenerek aşa­ malı gelişme teorisi öne sürülüyor. Öy­ le ya “sosyalist olmak için önce, ama önce demokrat olmak gerek”. İn s a n ­ lar demokrasiyi öğrenm eden sosyalist olunca demokrasiyi unutuveriyorlar” Ve bu bakış üniversite mücadelesine “önce özerk, önce demokrat” üniver­ site biçiminde yansıyor. Sanki verili ko­ şullarda gerçekten demokratik üniver­ site yaratılabilirmiş gibi. Geçelim. Bizim için sorun, yığınların öğrenci yığmlann bilincine “Halk Üniversiteleri” kavramını kazımak, bu talep etrafında yığını örgütlemektir. Dernekler müca­ delesi bu zemine yükseldiği oranda de­ ğerlenecek, güç kazanacaktır. Halk üniversitesi hedefini gölgelemek ufku daraltmaktır. Yığmlann kafasında oluş­ muş bir biçim yoksa onu oluşturmak daha kolaydır. Özerk-demokratik üni­ versite kavramı yaygınlaşmışsa^ bu ta­ lebin kofluğunu anlatmak için ayrı bir enerji sarfetmeye gerek yoktur. S a d e­ ce elde var olan malzemeyi şekillen­ dirmek gerekecektir. Nihai hedef bizi güncel taleplerde bulunmaktan alıkoymamalıdır ama, bugün yapılması ge­

rekenler diyerek “bir programa denk düşecek” biçimde istekler sıralamakta reformizmden başka bir anlam taşıma­ yacaktır. Unutmamak gerek reformlar mücadelenin yan ürünleridir. Halk üni­ versitesi kavramını açmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Derneklerin çoğunun tüzel kişilik ka­ zanmadığını ve bu çabanın açmazlar yarattığını tesbit etmiştik. Yasal sınırla­ malar diye diye bir bakıma “bu yasa­ larla grev yapılmaz” diyen sendika ağa­ larına döndük. Elin gözündeki çöp şöyle dursun önce gözümüzdeki mer­ teği görelim. Derneklerin yasallaşma­ sı, kurumlaşması için gösterilen çaba “bu yasalarla dernek kurulamaza” var-1 dı neredeyse. Evet bu yönde gösteri­ len çabanın ciddiyeti şüphe götürür. Dernekler hareketi içinde yakalamaya çalıştığımız “haklılık” temelindeki eylem çizgisi bizi yasallaşma uğraşından alıkoymamalıdır. Derneklerin kurumlaş­ ması için verilen uğraş yoğunlaştırılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Dernekler mücadelenin tek biçimi değildirler. Bizzat pratiğinde gösterdi­ ği gibi yasal sınırları genişletmek müm­ kün. Öyle ki dernekler tüzellik kazan­ masa bile okullarda dernekler çevre­ sinde oluşmuş birliktelikler var. G öre­ vi pratikte oluşanı bilince çıkartmak, bu birliktelikleri ÖĞRENCİ BİRLİKLERİ­ NE dönüştürmek. Yeni bir ilkeler tar­ tışması yaratmanın yeri yok. Kitle pra­ tiği içinde, kitleyi ilmik ilmik örmek g e­ rek. Böylesi birliklerin zemini, omurga­ sı pratik içinde oluşacak, oluşuyor. Ye­ tir ki esneklik gösterebilelim. Öğrenci birlikleri yıllardır öneriliyor, denebilir. Hatta bunun da ötesinde derneklere alternatif olarak öne çıkarıldıklarını da biliyoruz. Ama her zaman olduğu gibi hayat bildiğince kendi canlılığında ak­

tı. Ve dernekler mücadelesi öğrenci birliklerinin zemini doğurdu. Dün ile bugün arasındaki farkı görmek gereki­ yor. Aynca pratiğin kendisi, öğrenci bir­ liklerinin derneklerin alternatifi değil onun tamamlayıcısı olduğunu göster­ di. Şu ayrılığı bir daha vurgulamak g e­ rekiyor. 12 Mart sonrası öğrenci lider­ lerinin çoğu kısa sürede siyasi lider olu­ yor. Benzeri bir süreç mi yaşanıyor şimdi? Farlılık var ve önemli. Mart son­ rasının liderleri arkalarında kitleyi bu­ luyorlar. Eylül sonrasında ise korkunç bir tahribat var. Bu olgu, akışı, kitle açı­ sından değiştiriyor. Okullardan ayrıl­ mak zorunda kalan liderlerin okullara dönmesi, okullardaki liderlerin öğren­ ci kitlesiyle daha sağlam, kopmaz bağ­ lar kurması ve bunu sağlamak için h e­ saplı davranmaları zorunluluk. R eçe­ teler yazmak mümkün değil, ama aç­ mazı açm a yönünde atılması gereken bir adım bu. Dernekler pratiğinin öne çıkardığı bir başka biçim belli hedeflere yönelik ka­ mpanyalar. Ülke platformunun dağıl­ mış olması zaaf yaratıyor. Kampanya lar bölgesel uygulanıyor. Bu zaafın gi derilmesi gerek. Zaten bölgesel çab a­ lar daha sağlam temellere oturmuş bir platformu gündeme sokacağa benzi­ yor. Şu veya bu bölgede değişik ze­ minlerde ortaya çıkan platformlardan yola çıkacak birliği yaratmanın zemini yoklanmalı. Daha önce öne çıkardığı­ mız ve platformlarda savunduğumuz “birlik çizgisinin” akan zaman içinde kavranıldığını ve “anti-Yarıncı” vb. “tasfiyeci” yönelişlerin yanlışlığının an ­ laşıldığını sanıyoruz. Dönemin karak­ teri eğilimlerin birliğini gerektiriyor. Ç a­ balar bu yöne akmalı ve BİRLİKLE taçlanmalıdır.

Okullardan ayrılmak zorunda kalan liderlerin okullara dönmesit okullardaki liderlerin öğrenci kitlesiyle daha sağlam , kopmaz bağlar kurması ve bunu sağlamak için hesaplı davranmaları zorunluluk .

67


SENDİKAL ORTAM VE İŞÇİLERİN GÖREVLERİ Emir BAYHAN 12 Eyliil ... Yaşamın gerçekçiliğini kav­ rayamadan, onu değiştirmeye kalkanlara, yine yaşamın attığı ağır bir tokat... Hem öy­ le bir tokatki atılmasının üzerinden geçen 8 yıla karşın izleri sıcaklığını halen koruyor. Asıl önemlisi, tokadı atanların attıklarıyla yetinmek gibi bir niyetleri yok! Niyetleri yok diyoruz, çünkü onlar çok iyi biliyorlarki, to­ kat attıkları birgün tokat yemekten vazge­ çince yalnız tokat atan ellerini engellemekle kalmayacak, onları kırıp atacaktır. Bütün amaçları kendilerini olduklanndan çok güç­ lü, karşılarındakileride olduklarından çok güçsüz göstererek, tokat yemenin onların kaderleri olduğuna inandırmak, ve tokat yi­ yenlerin karşı çıkmak yerine diğer yanağı­ nı uzatacak şekilde düşünmesini sağlamak. Tüm dertleri de tokatladıklarının sırtına basarak sürdürdükleri yaşamlarını biraz da­ ha uzatabilmek. Fazla söze gerek yok!.. Tokadı yiyenlerin en başında gelen işçi sınıfı 12 Eylülün kendisi için ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Çünkü 12 Eylülü en iyi biçimde yaşayarak öğrendi" ve hergün biraz daha öğreniyor. Vatan, millet... nida lanyla gelip, ilk iş olarak DİSK’i kapatan ve ilerici-devrimci işçileri zindanlara doldurup, yüzlercesini katledenlerin, nasıl ekmekle­ rinden hergün biraz daha çaldıklarını, kii çüctik özgürlüklerini tümden nasıl yokettiklerini ve kendinden gaspedilenlerin kim lerce paylaşıldığını da çok iyi biliyor. Var olanı bilmek!.. Yaşamı değiştirmek isteyenler için olmazsa olmaz koşul, ama yeterli değil, nasıl değişeceğinin teorisi ve pratiğinin, yaşam içinde dövüştürülmesi ve sınanması gerekiyor.

Var olanı bilmek!.. Yaşamı değiştirmek isteyenler için olmazsa olmaz koşul, ama yeterli değil, nasıl değişeceğinin teorisi ve pratiğinin, yaşam içinde dövüştürülmesi ve sınanması gerekiyor.

Var olanı anlatmaktan başlayalım. Depolitizasyon: 12 Eylülün genel man tığı, geniş emekçi yığınları politika dışı tut mak ve onlann kendi yaşamlarına ilişkin söz haklarını gaspetmek. Bunun için ne qe rekiyorsa yapılacak, tüm demokratik kuru kışlar, partiler, sendikalar kapatılırken, sa dece ‘düzenle bütünleşmiş ona muhalefet

etmeyen örgütler açık tutulacak, böylece yırtık-pırtık da olsa hem demokrasi mas­ kesi takılacak, hem de yükselmesi kaçınıl­ maz olan yığınsal muhalefet düzen örgüt­ lerine akıtılacak. ...Kuruluşundan itibaren tekelci bir nite­ lik taşıyan 1 iiıkiye kapitalizmi, yukarıdan aşağıya gelişimini hızlandırdığı 1940 -50'li yıllarda, kendi yaygınlaşmasının zorunlu so­ nucu olarak işçi sınıfını da geliştiriyordu. Sı­ nıfların varolduğu her toplumsal biçimin, içinde taşıdığı sınıf çatışmasının kendi ge­ lişme dinamiğine bırakıldığında, kısa za­ manda sınıf ideolojisi ile kucaklaşacağını 1946 yılında kurulan ilk sendikalar prati­ ğinde yaşayan finans-kapital, kendi varlı­ ğının ve sömürü egemenliğinin can düşma­ nı olan işçi sınıfını Türk-İş’in kurulmasıyla kendi denetimine alıyordu Kendi oluşum biçimlerini toplumun tüm kesimleri için “tek yol" olarak gören ve işçi sınıfının sendikal birliğinin, yukarıdanaşağıya Türk- İş adı altında oluşturulması­ nı, açıktan destekleyen Finans-kapitaFin ya­ nıldığını anlaması için 15 yıl gerekti. 1 % 7 yılında kurulan DİSK’in anlattığı bir gerçeklik vardı. Ne şekilde olursa-olsun, kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğu yani burju­ vazi ve proleteryanın uzlaşmaz, çelişkileri olan, iki sınıf olarak yeraldığı bir toplum bi­ çiminde, iktidar kozunu elinde tutan bur­ juvazinin, proleteryayı sonuna kadar ken­ di güdümünde tutması olanaksızdır" Kuşatıldığı tek yanlı bilinç alma merkez­ lerinden (radyo, TV, okul, gazete vb.) ya­ şamı boyunca “itiaat" emri alan işçi sınıfı, sorunların egemenlerin kendisine söyledi­ ği yollarla çözülmediğinin farkında, nasıl çözüleceğinin ise bilincinde değildi. Önemli zaaflarıyla da olsa, düzen örgü­ tü I ürk İşe göre ileri devrimci bir özelliğe sahip olan DİSK, işçi sınıfının haklannın itaatle değil mücadele edilerek alınaca­ ğını kanıtlarken, bunun doğal sonucu ola­ rak da sınıf içinde hızla yaygınlaşıyordu. Hertürlü engellemeye karşın, kısa zaman­ da gelişip işçi sınıfı içinde yaygınlaşan DlSKin bu yükselişinde “kendi ölümlerinin doğumunu görenler" paniğe kapıldılar. Kendileri dışında gelişen bu harekete ta­ hammül edemeyenler, kolay olur zanne­ derek DİSKİ kapatma kararı alırken: 15-16 Haziran direnişi sonrasında geri adım atı­ yorlar ve ikinci kez yanılıyorlardı. Bir yanda icazet dışına çıkan ve hızla devrimcileşmeye aday işçi hareketi, diğer yanda üniversite gençliğinin sürüklediği devrimci yükselişten ürkenler, 12 Mart'la bu yolu tıkamaya çalıştılar Ama olmadı. 12 Mart sonrası kısa süren sessizlik eskisini aşan çok daha gelişmiş ve yaygın bir dev­ rimci potansiyelin oluşmasıyla sonuçlandı. |

Ve 12 Eylül... geçici önlemlerle devrim­ ci yükselişi önleyemeyenler, bu süreçte Demirel’in “bu anayasayla memleket idare edilmez" sözüyle anlattığı gibi, son çare ola­ rak sistemin yeniden düzenlenmesi yolu­ na gittiler. Finans-kapital ve yandaşlan sar­ sılan egemenliklerini eski biçimiyle sürdüremediği, 12 Eylül öncesi dönemden son kozu 12 Eylüle çıkarken, egemenliğini sür­ dürmesi için gerekli olan herşeyi en ince ay­ rıntısına kadar gerçekleştirmek konusunda kararlıydı. Eylül öncesi hızla devrimcileşen geniş halk yığınlarının yolunu 12 Eylülle kesen­ ler. bu geniş yığının etkisizleştirilmesi ama­ cıyla hazırladıkları “depolitizasyon" progra­ mında, en önemli yeri işçi sınıfına vermekte tereddüt etmediler. Üretim sürecindeki do­ ğal örgütlülüğü sömürünün direkt muha­ tabı olması özelliği ile bütünleşince, devrim­ ci muhalefetin en örgütlü ve en etkin kesi­ mini oluşturmaya aday işçi sınıfının etkisiz­ leştirilmesi, devrimci muhalefetin etkisizleş­ tirilmesi ile aynı anlama geliyordu. Bu temel tespitle yola çıkan egemenle­ rin, yaptığı ilk iş, İlerici-devrimci işçilerin ör­ gütü olan DİSK’i kapatmak oldu. Baskı ve zorun tek egemenlik biçimi olduğu bu dö­ nemde. devrimcileşen işçi sınıfının sendi­ kal örgütü DİSK’i kapatanlar, sendikasız ka­ lan işçiye “tek yol Türk-lş" komutunu ve­ riyordu. Egemenlerin neden böyle davrandıkla­ rını anlamak kolay; onlar zamanlan dolma­ sına karşın, yaşamak konusunda ısrar edi­ yorlar ve sonu yakın ömürlerini, birazcık daha uzatabilmek için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Peki egemenleri bu yaptıklanna karşı sos­ yalistler ne yaptılar, ne yapıyorlar? 12 Eylülle birlikte mücadele tarihinih en büyük yenilgisini alan devrimci hareket. F.y lül öncesi süreçte yaşadığı çok çeşitliliğini bugün çok daha berrak ve ayırdedilebilir şe­ kilde yaşamaya devam ediyor. ileri demokrasi" tezini savunan burjuva sosyalistleri, eylül öncesi işçi sınıfının ileri­ ci sendikal birliği DİSK içindeki, etkin ko­ numlarını sürdürebilmenin tek yolunu, di­ ğer sosyalist akımları tasfiye etmekte görü­ yordu. Reformist-uzlaşmacı politik anlayış­ larını. işçi sınıfına tek sosyalist anlayış ola­ rak benimsetmeye çalışanlar, kendi dışla­ rında yeralan diğer devrimci düşüncelerin sınıf içinde tanınmaması için her yola baş­ vuruyorlardı. işçi sınıfının sendikal birliği, örgütsel ba­ ğımsızlık demagojileri ile DİSK içinde sos­ yalist siyasetlerin yer almasını “sosyalizm" adına engelleyen burjuva sosyalizmi, ken­ disi dışındaki devrimci eğilimleri “maoculuk", “geşizm" ve “bozgunculuk’la suçluyor­ du


1978’de CHF'li sendikacılar tarafından tasfiye edilen burjuva sosyalistlerinin, bir­ lik konusunda ne kadar samimi oldukları, kurdukları yeni sendikalarla (Keramik-lşe, karşı betoniş; A SIS’e karşı, Ağaç-lş) anla­ şılıyordu. Onların birlikten anladıkları kendi egemenliklerinin birliğiydi. Yenilgi dönemlerinin en olumlu yanı, ki­ min gerçek devrimci, kiminde sahte dev­ rimci olduğunun açık bir şekilde ortaya çık­ masını sağlamasıdır. 12 Eylüi’ü alkışlama kervanına katılan lar yalnızca finans-kapital ve yandaşlan de­ ğildi; birileri daha vardı bu kervana katılan ve adına “sosyalist" diyen. 12 Eylül’ü ‘her ne kadar genel sosyalist hareket zarar görsede, asıl olarak “maoculara* ve “goşistlere" karşı yapılmış olan bir hareket olarak gö­ rüp, utangaçça destekleyen bu baylar, bi­ zim burjuva sosyalistlerimizden başkası değil. Burjuva sosyalistlerinin 12 Eylülden son­ ra tek hedefleri var. Egemenlere kendile­ rinin ne kadar zararsız olduğunu ka­ nıtlamak. 12 Eylül’ün ilk dönemlerinden başlaya­ rak düzene destek veren ve bu desteğin öl­ çüsünü giderek arttıran bu baylar bugün için hedeflerine ulaşamadılarsa da, vazgeç­ mek niyetinde değiller. Genel seçimlerde demokratlık kıstasını “ANAPa hayır" çerçe­ vesinde oluşturulan, bugünlerde ANAP’a değil, bazı kötü uygulamalanna karşı olduk­ larını söyleyerek, biraz daha şirin gözükme­ ye çalışıyor. Varlık nedenleri egemenlerin icazeti üze­ rine kurulan ve egemenlerle hiçbir zaman devrimci bir çatışma zeminine girmeyen, bu baylann, bugünkü, işçi sınıfının sendikal ör­ gütlenme taktikleri, finans-kapital’in emret­ tiği “tek yol Türk-lş’ten” başka birşey değil. Burjuva sosyalizminin, uzlaşmacı teori­ sinin bugünkü adı “Türk-lş’te birlik” olarak belirlendi. 12 EylüPe DİSK’in Genel Başkanı olarak giren A. Baştürk ve temsil ettiği akımın, 12 Eylül karşısında ve sonraki süreçte aldıklan tavırın değerlendirilmesi, halen DİSK’e özgürlük sloganının başını çeken bu kesi­ min, işçi sınıfının bugünkü sendikal müca­ delesinde nasıl bir yerde konumlandırılması sorusuna ışık tutacaktır. 12 Eylül öncesinde sosyalizm lafını ağ­ zından hiç düşürmeyen ve her koşulda “demokrasinin” en önde gelen savunucu­ larından olduğunu iddia eden A. Baştürk ve arkadaşları 12 EylüPün hemen arkasın­ dan ellerinde bavullarıyla uslu-uslu teslim oldular. 12 Eylül öncesinde, sınıf sendika­ cılığı temelinde yürüttükleri muhalefeti, ak­ tif CHP destekçisi bir çizgiyle siyasi müca­ deleye yansıtan A. Baştürk ve arkadaşla­ rının, 12 Eylül’deki teslimiyetçi tavırları, uzun soluklıl sınıf mücadelesinde, işçi ha­ reketinin yaşadığı bir konağın gerici konuk­ ları olduğunu kanıtladı. A. Baştürk’ün DtSK davası süresince, DİSK’i ve çalışmalannı kararlı bir şekilde sa­ vunması 12 Eylül sonrasındaki en olumlu tavrı. Buna karşın işçi sınıfına “DtSK’e özgürlük" sloganından başka hiçyol göster­ meyen Baştürk; DİSK’e özgürlük talebinin, ancak ve ancak örgütlü güçlerin mücade­ lesiyle gerçekleşeceğine inanarak, sınıf sen­ dikacılığı temelinde oluşturulan bağımsız sendikalar karşısındaki suskun tavrıyla, olumlu tek yanın bile pratik mücadele an­ lamında olumsuz sonuçlanmasına yol açıyor. ★ 12 Eyülu devrimci bir zeminde tahlil eden, ama 12 Eylül sonrasında en önemli darbeyi alan hareketlerin başında gelen kü­

çük burjuva sosyalizmi, sınıf mücadelesin­ de “ideolojik önderlikle konumlandırdığı iş­ çi sınıfı içinde ağırlıklı bir örgütlüğe sahip değildi. Sosyalizm mücadelesinin ön adı­ mı olarak görülen “demokratik halk devrimi” mücadelesinde, temel gücü köy­ lülük, olarak saptayan, somut pratik için­ de ise ağırlıklı anlamda gençlik örgütlen­ mesi niteliğini taşıyan bu kesiminin, işçi sı­ nıfının içinde önemli bir örgütlüğe sahip ol­ mayışı, 12 Eylül öncesi ve sonrasında sını­ fın sendikal / politik örgütlenmesi bazında net program ve taktiklerinin olmaması so­ nucunu getirdi. Böyle bir programları ol­ saydı bile, 12 Eylül sonrasında içine düş­ tükleri panik ve çözülme koşullarında, bu­ nu uygulayamayacakları açıktı. ★ 12 Eylülün öncesi ve sonrası, her sos­ yalist eğilimin kendi mücadele anlayışları çizgisinde aldıkları tavırların, doğal mantık sonuçlarına vardıklarını kanıtlıyor. İşçi sınıfının bugünkü sendikal örgütlen­ mesine ilişkin önermeler, “Türk-lş’te birlik" ve “Türk-lş içinde muhalefet + bağımsız sınıf sendikaları” olmak üzere iki ana baş­ lıkta toplanıyor. A. Baştürk un temsilciliği­ ni yaptığı ve “DİSK’e özgürlük" ile somut­ lanan akımın ise pratik mücadele için, so­ mut bir önermeden çok, soyut bir “nostalji” olduğunu görüyoruz

Bu sorulara “sosyalistlik" adına olumlu yanıt verenlerin sınıf mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturan sendikal mücadele­ de, sendika içi mücadelenin karşıt tarafla­ rının eşit koşullarda olduğu varsaymaları gerekiyordu. Daha açık anlatımıyla, bugün­ lerde oldukça gözde olan sivil-toplum me­ kanizmasının varolduğuna inanmak, yani devletin “tarafsız olduğuna* dolayısıyla top­ lumu oluşturan kesimlerin, kendi örgütle­ rindeki mücadelelerinde koşulların eşit ol­ duğunu kabul etmek gerekiyordu. Oysa gerçek bu değil; devlet çatısı altın­ da örgütlenmiş sınıflı toplumlarda, sınıflar arasında sürekli bir çatışma vardır ve dev­ let mekanizması da bu çatışmanın o anda­ ki egemeni olan sınıfın elindedir. Devletin temel işlevi de, toplumsal ilişkilerin ana yö­ nünü oluşturan sınıflar çatışmasında (bur­ juvazi ile proleterya), çatışmanın düzen sı­ nırları içinde kalmasını sağlamaktır.

Sendikasız kalan işçiler için Türk-İş’te örgütlenmek , bir devrimci seçenek değil, 12 Eylül egemenlerinin bir dayatması bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyordu.

Türk-İş’te Birlik Burjuva sosyalizminin öncülüğünü yap tığı ve işçi sınıfına bugünün taktiği olarak sunulan bu anlayıştan, 12 Eylül’ün depolitizasyon programında ne denli başarılı ol­ duğu sonucu çıkmaktadır. Finans-kapital ve yandaşları sömürü egemenliklerini tehdit eden halk muhale­ fetini, 12 Eylül müdahalesi ile zor yoluyla dağıtırken birşeyi çok iyi biliyordu. Kendi­ sinin varlık nedeni, geniş halk yığınlarının sömürülmesine bağlıydı ve her koşulda bu yığınlarla birlikte yaşamak zorundaydı. Ama karşısındaki halk yığınının içinde yer alan işçi sınıfının varlık nedeni, toplumsal üretimin temel koşulu olan “emeğin” sahi­ bi olmasından kaynaklanıyordu. Yani işçi sınıfının olmadığı bir toplum biçimi olanaklı değil iken, burjuvazinin olmadığı isçi sınıfı­ na özgü bir toplum biçimi vardı. İşte tüm bunların bilincinde olan egemenlerin, ge­ riye bir tek yolları kalıyordu. Birlikte yaşa­ mak zorunda olduğu halkın muhalefetini, özellikle işçi sınıfı muhalefetini denetim al­ tına almak. DİSK’i kapatıp ilerici-devrimci işçileri açık tutulan Türk-lş’te örgütlenmek zorunda bı­ rakılan bu mantık bütünlüğüydü. Özetlendiğinde, sendikasız kalan işçiler için Türk-lş’te örgütlenmek, bir devrimci se­ çenek değil, 12 Eylül egemenlerinin bir da­ yatması bir zorunluluk olarak ortaya çıkı­ yordu. Burjuva sosyalistlerinin her zamanki tes­ limiyetçi tavırları bu konuda da açığa çıktı. Sanki bir seçenekmiş ve işçi sınıfının baş­ ka gidecek bir yeri varmış gibi! Türk-lş’te bir­ lik, hedefini ortaya koyan bu baylar, sınıf mücadelesini yalnızca egemenlerin buyur­ duğu bir zeminde yürütebileceklerini kanıt­ ladılar. “Teslim olmanın” teorisini Türk-lş’i içten fethedip dönüştürmek ve “işçi sınıfı­ nın kalesi yapmak” olarak ilan edenler işçi sınıfının temsilcisi olarak da Cevdet SelvP yi görüyordu. Acaba bu olanaklı mıydı? Egemenler kendi örgütleri olarak görüp, açık bıraktık­ ları Türk-lş’i, kendi oyunlarına gelerek işçi sınıfının gerçek anlayışına kaptıracaklar mıydı?

Kurulduğu günden bu yana devlet sen­ dikacılığı ilkelerini benimseyen ve temel iş­ levi işçi sınıfı muhalefetini düzen sınırları içinde eritmek olan Türk-lş’in, egemenle­ rin açık desteğiyle süren yapısını, egemen­ lerin en güçlü olduğu bu dönemde ele ge­ çirmeye inanmak, sosyalizmin “burjuva yorumundan” başka birşey değil. Bağımsız sınıf sendikaları ve Türk-lş içi muhalefet. 12 Eylül sonrasında teslimiyetin adını Türk-lş’te birlik diye koyan burjuva sosya­ listlerinin yanı sıra, sınıf mücadelesinin uz­ laşma ile değil, devrimci bir zeminde ger­ çekleşeceğine inanan ve kapatılan DİSKin olumlu geleneğinin, sınıf sendikacılığı il­ kesinde örgütlenecek bağımsız sendikalar­ da yaşatılacağını gören “proleterya sosyalistleri” de vardı. 12 EylüPün hemen ardından, baskı ve zorun tek hükümetme biçimi olduğu karan­ lık dönemlerde başlatılan ve teslimiyeti ka­ bul eden bazı sosyalist çevrelerin “polis çalışmasfdiyecek denli, provake etmelerine karşın, kararlı bir şekilde sürdürülen bu ça­ lışmalar, sendikalar yasasının yürürlüğe gir­ mesinden hemen sonra bağımsız sendika­ ların örgütlenmesiyle ilk ürünlerini verdi. Finans-kapital ve yandaşları tarafından Türk-lş’te örgütlenmeye mahkûm edilen iş­ çi sınıfının, her türlü baskıya karşın yok edi­ lemeyecek devrimci bir geleneği vardı. Bu geleneği Türk-lş içinde yok etmeyi planla­ yan egemen sınıfın bu politikası karşısındaki tek devrimci tavır, başlangıç aşamasında za­ yıf da olsa, sınıf sendikalannın yaratılma­ sını gerektiriyordu. Devrimcilerin kendi ter­ cihleri olmayan ama yenilgi sonrasında Türk-lş içinde örgütlenmek zorunda kalan önemli kesimin muhalefet çalışması ancak böyle bir perspektifle bağımsız sınıf muha­ lefetini yaratabilirdi. Özetlendiğinde kendi içinde yer alan, işçi sınıfı zeminindeki her çıkışı işverenlerle bir­ likte yoketmeyi ilke edinen Türk-lş’te olu­ şacak muhalefet, ancak bu temelde ayak­ ta tutabilirdi.

69


Bağımsız sınıf sendikacılığı anlayışını sa­ vunan proleterya Sosyalistleri, Türk-İş içi muhalefet çalışmasının başarıya ulaşması­ nın temel koşulunu, sağlıklı taban örgütlen­ mesinin yaratılmasında görüyordu. Genel olarak tüm sınıfın sorunu olan ama özellik­ le, düzen yanlısı ve gerici sendikalarda da­ ha acil bir gereksinme olan, sınıfın müca­ dele sürecine aktif katılımının sağlanması ancak “işyeri komiteleri" ile olanaklıydı. 12 Eylülden sonraki süreçte, başta TürkIş olmak üzere hemen herkesin bu yasa­ larla grev yapılmaz düşüncesini çüreten Netaş, Derby ve Pirelli grevleri bağımsız sen­ dikaların devrimci bir örgütlenme anlayışı olduğunu kanıtladı.

Türk-İş’te Mevcut Durum Proleterya sosyalizminin, kuruluşundan itibaren düzen yanlısı ve gerici bir nitelikte gördüğü Türk-[ş in bugünkü konumunun ne olduğunu anlamak için, 12 Eylül son­ rasında nasıl bir gelişim süreci izlediğini tes­ pit etmek gerekiyor. En radikal dönemini yaşadığı bugün bi—> Partilerüstü sendikacılık” ve “siyasette tarafsızlık" ilkelerine sımsıkı sanlan Türk-tş’in 12 Eylülü onaylayan anlayışı. 1982 refe­ randumunda Anayasaya evet” tavrıyla so­ mutlandı. Türk-Iş işçi haklannın kuşa çev­ rildiği ve tamamen finans-kapital ve yan­ daşlarının çıkarlarına göre düzenlenen 1982 Anayasası na evet derken, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmada, kendi ku­ ruluş amacına uygun olarak, dolaysız bir bi­ çimde burjuvazinin yanında yer aldı. 12 Eylül egemenlerinin açık baskısı ve Eylül öncesi dönemi kötüleyen yoğun demogojik propaganda, en büyük işçi örgü­ tü olan Rirk-Iş’in de onaylaması ile bütün­ leşince, toplumun büyük kesimi ile birlikte işçi sınıfının çoğunluğu da 1982 Anayasası’nı onayladı. Böylece 1980-82 arasında generallerin emirleri olan uygulamalar, 82 Anayasası ile yasallaşmış oldu. 1982 referandumu öncesi koşullarında, anayasanın ne olduğunu tartışamadan “evet" diyen işçi sınıfının, anayasanın ne an­ lama geldiğini ve kimin çıkarlanna göre dü­ zenlendiğini anlaması uzun sürmedi.

“yavuz hırsız" örneği” bu yasalarla grev yapılmaz” diyordu. Yaşamak için kalıcı çözümler üretme ye­ teneğini kaybetmiş burjuvazinin, kendi gü­ dümündeki işçi örgütü Türk-İş’te aynı özel­ likleri taşıyordu. Yaşanan her yeni durum­ da, birbirinden farklı olduğu görüntüsünü veren, ama sonuç olarak işçi sınıfının bur­ juvaziye “koşulsuz boyun eğişini” sağlayan bu tavırlar Türk İş’in gerçek karakterini yan­ sıtıyordu. 1 ürk işin yalan ve demagoji üzerine ku­ rulu politikasını “bu yasalarla grev yapılmaz" diye ifade ettiği bu dönemde, önce bağım­ sız sendikaların, hemen ardından Türk-Iş içindeki ilerici özelliklere sahip sendikala­ rın yaptığı ve başanlı olan grevler, Türk-Iş’in nasıl düzen yardakçısı bir örgüt olduğunu tüm topluma kanıtlıyordu. İşçi tabanında yaşanan her hareketlilikte, işçilere hükü­ metle diyalog halinde olduklarını ve yeni düzenlemeler yapılacağına inandıklarını söyleyen Türk-İş, işçi tabanının artık bu oyalamalarla da dizginlenemeyeceğinin bi­ lincine varmıştı. Yaşanan her olayın, ken­ di söylediklerini yalanladığını gören Türkİş. işçi tabanının gözünde iyice teşhir oldu­ ğunu ve insiyatifi elinden kaçıracağını his­ settiği bu dönemde, insiyatifi yeniden ele almak için bir dizi eylem kararı aldı. Eylem kararları, Türk-İşin iradesi değil, dayanılmaz sömürü koşullannm, kendiliğin­ den de olsa harekete geçirdiği işçi tabanı­ nın zorlamasıdır. Yemek boykotuyla başlayan ilk eylem­ de yüksek bir katılımın sağlanması, işçi ta­ banının tepkisinin ne denli yüksek olduğu­ nu kanıtlıyor. Türk-lş’in bugünkü taktiği, yer yer dene­ timinden çıkmaya başlayan ve kendine başKa çıkış yolları arayan işçi hareketini, yeni­ den kontrol altına almak, bugün bunun için yarım ağızla da olsa, düne kadar nefretle andıkları genel grev sözünü bile kullanıyor­ lar. Türk-Iş’in geleneksel pasif politikası gözönüne alındığında, fazlaca aktif gibi görü­ nen, bugünkü muhalefetin, öz olarak ne ol­ duğunu, daha açık anlatımıyla, işçi sınıfı­ nın gerçek muhalefetiyle bir yakınlaşma olup olmadığını tespit etmek gerekiyor.

Türk-lş’in geleneksel pasif politikası göz önüne alındığında, fazlaca aktif gibi görünen, bugünkü muhalefetin, öz olarak ne olduğunu, daha açık anlatımıyla, işçi sınıfının gerçek muhalefetiyle bir yakınlaşma olup olmadığını tespit etmek gerekiyor.

70

24 ocak kararları adı verilen emperya lizm güdümlü ekonomik uygulamalar, işç sınıfının sömürülmesine katbekat arttırır ken, işçi sınıfı içindeki kendiliğinden hoş nutsuzluklarda giderek artmaya başladı Ağır sömürü koşulları altında ezilen işçi sı nıfı, kendisine bir çıkış yolu ararken, karşı smda bulduğu ilk engel, yine kendi örgütü olan Türk-İşin bu yasalarla grev yapılmaz" tavrı oldu. İşçi sınıfının susturulduğu dö­ nemde “Anayasaya evet" diyen Türk-İş yö­ netimi, aynı anayasanın kendisine yansıyan sonuçlarından rahatsız olan işçi sınıfına,

Hangi hükümet olursa olsun, tümü' diyalog zemininde bir işçi muhalefeti s düren Tiirk-lş, bugün hükümete karşı a bir muhalefet sürdürüyor. Türk İşte birlik tezinin yaşam içinde dc rulanması gibi görünen bu durumun, g çek içeriğinin anlaşılması için ülkeye geı bir bakış yeterli. En başta 12 Eylül sonrası “demokr havarisi" kesilen Demirel; tekel dışı bur; valann yer aldığı ticaret odalan, sanayi oc lan; toplumun tüm kesimleri ve en öneı lisi finans-kapital zümresinin en büyük <

gütü TÜSİAD” bile hükünu 5 karşı tavır alıyor. Ve Türk-lş’in muhaleh bu genel muhalefetten bir adım bile öndt leğil. “Sı­ nıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir khjpyiz" sö­ zünü onaylarcasına, toplumu cfuşturan tüm sınıf ve katmanlarla el-ele, kol'-cola “işçi muhalefeti” yürütüyor. İşçi tabanının zorlaması sonucu Idığı ey­ lem kararlarını böyle bir zeminde ritmeyi planlayan Türk-Iş; geleneksel “hi imetle diyalog” politikasını yine de elden t Takmı­ yor ve her fırsatta “kötü" bir niyetleri olma­ dığını sadece biraz daha hak istediklerini belirtiyor. Öz olarak Türk-lş’in teslimiyet çizgisinde gelişen “eylemlilik sürecfnln, olumlu yan­ lan da var. En önemlisi işçi sınıfının hep bir­ likte. işçiler, yeniden yalnızca kendi güçle­ rine inanmalan gerektiğini görüyorlar. Ada­ na mitinginde, bölge işverenlerinin zorun­ lu mesai vb. türlü engellemelerine karşı 4 0 bin kişinin toplanması ve Türk-Iş yönetici­ lerinin mitingi planlanandan kısa sürede bi­ tirmelerine yol açan gerçek sınıf tavn, işçi sınıfı hareketindeki doğru gelişmenin ha­ bercisi. Bu olumluluğun işçi sınıfının geneli için, sınıf çizgisinde bir bakışa dönüşemediği ne kadar açıksa, dönüşebilmesinin de, ancak proleterya sosyalizmine inanan dev­ rimcilerin kararlı ve kahırlı çabalarıyla ola­ cağını biliyoruz.

İşyeri komiteleri

Oluşum ve mücadele tarihi fazla uzun ol­ mayan, ama buna karşın biçok deneyimi kısa sürede yaşayan işçi hareketinin en önemli eksikliği taban örgütlenmesinin ya­ ratılamamış olmasıdır. O çok büyük! Çok güçlü! gibi görünen işçi örgütlerinin, ege­ menlerin her saldınsında kâğıttan şatolar gi­ bi kolayca dağılmasının temel nedeni olan bu zaafın, işçi sınıfına nelere malolduğunu, sömürüyü nasıl azgınlaştırdığını, yeterince yaşayan yine işçi sınıfı... örgüt içinde örgütsüzlüğü yaşayan ve bunun bedelini çok pahalıya ödeyen, işçi sınıfının, en acil görevi işyeri komiteleri ze­ mininde taban örgütlenmesinin yaratıl­ masıdır. Gerçek anlamda iktidar perspektifli sınıf muhalefetinin örgütlenmesinin olmazsaolmaz bir koşul olan işyeri komiteleri, işçi sınıfının muhalefette olduğu bugün, sınıfın mücadeleye aktif katılımını sağlarken, işçi sınıfının iktidar olduğu günlerde de taba­ nın yönetime aktif katılımını sağlayacaktır. işyeri komitelerinin işlevli olabilmesinin temel koşulu, işçi sınıfının komiteleri özörgütlenme biçimi olarak benimsemesiyle olanaklı. Sımsıkı kuşatıldığı düzen tarafın­ dan edilgenliğe mahkûm edilen, yaşadığı sorunlann çözümünü “büyüklerinden” yani egemen sınıftan beklemeye şartlandırılmış işçi sınıfı, geçen hergünün kendisini iyiye değil, kötüye götürdüğünü “en iyi" ama “en pahalı" biçimde yaşayarak öğrendi. Çare­ sizlik içinde kıvranan ve kendiliğinden ge­ liştirdiği ama sınıf perspektifi olmayan her tepkisini egemenlerin duvarına çarpan iş­ çi sınıfının, kendisi için “alternatif bir örgüt­ lenme biçimi olan işyeri komitelerini benim­ semesi. komiteyi oluşturan öncü işçilerin, kararlı, atak ve direnişçi bir mücadele yü­ rütmeleri ile olanaklı. Bu herşeyi yaşayarak öğrenmek zorun­ da bıraktmlmış işçi sınıfının komiteleri de ya­ şam içinde sınayacağı ve gördüklerine gö­ re, benimseyeceği" ya da “benimsemeye­ ceği" gerçeğinden kaynaklanıyor. Sosyalizme ve devrimci mücadeleye ina­ nan öncü işçiler, bunu başardıkları ölçüde, işçi sınıfına yalnız ve yalnız kendi özgücüne inanması gerektiğini kavratacaklar ve işçi sınıfı hareketinin sağlam temellerini atacak­ lardır.


r Genel anlamda en basit işyeri sorunun­ dan, en genel sınıf sorununa kadar, geniş bir tartışma ve mücadele zeminine oturması gereken işyeri komiteleri, sınıfın çıkarları­ na uygun sendikal/politik taktikler ürete­ bildiği ve yaşama geçirebildiği ölçüde, işçi sınıfı tarafından sahiplenilecektir. Bunun yalnızca bir tek yolu var, direniş çizgisinde oluşturulacak aktif mücadele”, aksi takdir­ de bu komiteler, sohbet toplantılarından başka hiçbir işlevi olmayan ve sınıfın habe­ rinin bile olmadığı yapılar haline dönüşe­ cek ve kısa zamanda da yok olup gide­ cektir. Ülkemizin somut durumna bakıldığında, işçi sınıfının, çoğunluğu Türk-İş’te olmak üzere, Hak İş, bağımsız sendikalar ve sen­ dikasız işçilerden oluşan, dağınık bir zemin de toplandığını görüyoruz. Sınıfın böylesi ne dağınık olması, genel bir örgütlenme bi­ çimi olan işyeri komitelerinin önüne, için­ de yeralckkları konuma göre, farklı görev­ ler ve hedefler koymasını gerektiriyor. Bu farklılığı Türk-iş ve Hak-iş’in oluştur duğu düzen yanlısı ve gerici sendikalar; sı­ nıf ve kitle sendikacılığını benimseyen ba­ ğımsız sendikalar ve sendikasız işçiler ola­ rak üzere üç başlıkta değerlendirmeliyiz.

Türk-İş ve Hak-İş’te oluşacak işyeri komitelerinin görev ve hedefleri Yukarıda belirttiğimiz, komitelerin sınıf­ ça benimsenme koşulunu sınıfın geneline önerdiğimiz için, Türk-lş ve Hak-İş için ay­ rıca anlatmaya gerek yok. Ama üzeri örtülmemesi gereken önem ­ li bir farkhlığrda var! Bu özellikle, Türk-lş ve nüansı Hak-iş içinde yer alan işçilerin, egemenlerin gele­ neksel “itaat” politikasından en fâzla etki­ lenen sendikalı işçiler olmasından kaynak­ lanıyor. Her tepkisinin karşısında, egemen sınıftan önce kendi yöneticisini görmeye alışmış bu işçi kesiminin, işyeri komiteleri­ ni benimsemesi bağımsız sendikalara göre daha uzun ve zorlu bir süreci gerektiriyor. Bu sendikalarda oluşacak her işyeri ko­ mitesi, yalnız işverenlerle ve egemen sını­ fın baskılarıyla değil, sendika yöneticileri­ nin de, diğerleriyle yan-yana olan baskısı­ nı da görecektir. İşyeri komitelerinin bura­ da yaşayacağı mücadele sürecinin olum­ suz yanını oluşturan bu durumun, en olum­ lu yanı ise, yıllarca işveren ve sendika iş­ birliğini görerek çaresizlik içinde kıvranan ve kendine çıkış arayan büyük bir işçi kesi­ minin içinde çalışacak olması Kendini işçi sınıfının bu kesimine kabul ettirme sürecini belirttiğimiz koşullarda ya­ şayacak olan işyeri komitelerinin birincil gö­ revi... Türk-lşl (Hak-Iş) bugünkü muhale­ fet noktasına iten bu tabanın, Türk-lş’in her zaman yaptığı gibi, bugünde fırsatını bul­ duğu anda yine egemen sınıfın önünde diz çöktüreceği gerçeği konusunda bilinçlendir­ mektir. Bu temel görev gerçekleştiği oranda, bu büyük potansiyel daha kalıcı olacak ve Türk-lş’in geriye dönüş manevralarının önü önemli bir şekilde kesilecektir. Yazımızın ana mantığını oluşturan nokta burada da karşımıza çıkıyor. Türk-lş’in geriye manev­ ralarını belli ölçülerde engelliyecek bu olu­ şum, Türk-lş’i, tümden dönüştüremez mi? Bizce hayır, düzen varlığını sürdürdük­ çe, Türk-lş’te varolacaktır. Türk-lş’in sınıf muhalefetini düzen içinde eritme amacının, ne oranda gerçekleşeceği ve gücünün ne düzeyde olacağını belirleyecek tek şey ise sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesinin temel örgütlenmesi

olan işyeri komitelerinin, Türk-lş içinde ör­ gütledikleri muhalefetin önüne nasıl bir he­ def koyacaklarını, yani bağımsız sendika­ lar ile Türk-lş ikileminden hangisini tercih edeceklerini belirleyecek tek şey, sınıf mü­ cadelesinin o andaki konumudur. Daha açık anlatılırsa, işyeri komiteleri ile güçlendirilmiş işçi sınıfı muhalefeti bağım­ sız sendikalara akıtılabileceği gibi, Türk-İş içinde de kalabilir.

Bağımsız sendikalarda işyeri komiteleri Temel aldıklaıı sınıf sendikacılığı anlayı­ şının doğruluğunu, 12 Eylül sonrasında, hiçbir şey yapılamaz dendiği dönemde, yaptıkları başanlı grevlerle kanıtlayan bu ya pıiarda, işyeri komitelerinin oturturulması Türk-lş ve Hak-İşe göre daha kolay bir sü­ reç izleyecektir. Olumlu yanlarının ağır basmasına karşın, içinde yaşadığımız dönemde işverenlerin açık hedefi haline gelen bu sendikaların, özellikle Otomobil-lş’in güç kaybına uğra­ ması, taban örgütlenmesi olan işyeri komi­ telerinin yaratılamamasından kaynak­ lanıyor. İşçi sınıfının yalnız ve yalnız kendi özgücüne güvenmek zorunda olduğunu ve ne denli işçi sınıfı yararına düşündüğünü ilan etse de, herşeyin sendika yöneticilerine bı­ rakılmaması gerektiğini, bağımsız sendika işçileri yaşayarak öğreniyorlar Bağımsız sendikalarda oluşacak işyeri komitelerinin unutmaması gereken, çok genel bir doğru var. “Son tahlilde insanın bilincini belirleyen, içinde yaşadığı toplum­ sal ilişkidir.” Daha açık anlatırsak, sendika yöneticiliği ile üretim sürecinin direkt iliş­ kisinden kopan işçinin, bilinci ne denli yük­ sek olursa olsun, yaşadığı yeni ilişki süre­ cinden olumsuz anlamda etkilenmemesi olanaksızdır. Küçük de olsa oluşması ka­ çınılmaz olan bu olumsuzluğun, işçi hare­ ketinin bütününe zarar vermesini ve uç noktalara varmasını engellemek ancak iş­ çi tabanının çok sıkı ve aktif denetimiyle olanaklıdır. işyeri komitelerinin bağımsız sendikalar­ da iki ana görevi var. I. Bağımsız sendika­ ların bugün karşı-karşıya oldukları işveren saldırısının giderek artacağını ve bununla sınırla kalmayıp düzenin diğer güçlerinin de bu saldırıya katılacağını görmek kehanet değil. Bu saldınlann püskürtülmesi ve bun­ dan işçi sınıfının kazançlı çıkması için bir tek yol var, “direniş”, işyeri komitelerinin acil gö­ revi, işçileri bu konuda direniş sürecine ha zırlamak ve saldırılar gündeme geldiğinde programlı bir şekilde “direnmektir. Ve iş­ yeri komiteleri, özellikle tek-tek işyerleri dü­ zeyinde geliştirilen bu işveren saldırıları kar­ şısında, önerenler sendika yöneticileri de olsa “direnmekten” başka hiçbir çözümün olmadığını bilmelidir. İşverenlerin örgütlü ve düzen güçleri ile desteklenen bu saldınlarının püskürtülmesi için, tek-tek işyeri di­ renişlerinin çözüm olmadığını ve ne denli güçlü olursa olsun, tek bir işyerinde sıkışan direnişin kırılacağım görmeleri gerekiyor. Öyleyse yapılacak birtek şey var, olası saldınlann hazırlığını bugünden yapmak ve saldırı gündeme geldiği anda yalnızca sal­ dırıya uğrayan birimde değil, genel olarak direnişe geçmek! 11- Belirli bir düzeyi olan işçi kesiminin gö­ rüş ufkunu genişletmek. Sadece kendisiy­ le ilgili sorunlarda değil, işçi sınıfının tüm sorunlarına duyarlı olmasını sağlayan, bu temelde ülkede ve dünyada yaşanacak tüm olayları doğru yorumlayabilmesi için, ge­ rekli olan işçi sınıfı bilinciyle donatmak. Sosyalizmi öğrendikleri ölçüde, işçi sınıfı ik­ tidarı gerçeğini tam anlamıyla kavrayacak

olan bu kesim, kalıcı ve sağlıklı işçi örgüt­ lerinin temelini oluşturacaktır. Bağımsız sendikalarda oluşacak işyeri komitelerinin, sendikalarının ve dolayısıy­ la kendilerinin üstlenmesi gereken bir gö­ rev daha var. Bu 12 Eylül sonrası ilk grev­ lerle başlayan ve toplumun diğer kesimle­ rinin devrimci-demokrat akışlarına verdik­ leri aktif desteklerle süren olumluluğu, art­ tırarak sürdürmek zorunda olmalarıdır. Bu anlamda kendi işçileriyle ilgili sorun­ larda örnek devrimci bir mücadele sürdü­ rürken, işçi sınıfının tabandaki genel birleş­ mesinin sağlanması için de yoğun bir çaba göstermeleri gerekiyor.

Proleterye sosyalizmine inananların , işçi sınıfını devrimci bir zeminde sosyalizm mücadelesine çekmeleri için , İşçi sınıfına direnişten başka hiçbir yolları olmadığını kanıtlamaları gerekiyor: Bunun da bir tek yolu var! “Direniş” hattının örülmesi mücadelesinde en ön saflarda yer almak!

Somut olarak, geçtiğimiz dönemde farklı sendikaların, şubeler ve temsilciler düzeyin de biraraya gelmesi ve ortak tavırlar üret­ mesi amacıyla oluşturulan geçici birliğin, kalıcı olması ve genişlemesi için önderliği üstlenmek durumundadır.

Sendikasız işyerleri İşyeri komitelerinin işçilerce benimsen­ mesinin en zor olduğu bu kesimin özelliği, kötü de olsa bir sendikal örgütlülüğün ol­ mayışıdır. İşverenin, karşısındaki işçinin örgütsüzlüğünden aldığı rahatlıkla pervasız­ ca sömürdüğü bu kesimin en önemli so­ runu, işçilerin birbirlerine olan güvensizli­ ğinin, birçok işçide kendi durumu iyileştir­ mek amacıyla patron yardakçısı olma özel­ liğini yaratmasıdır. İşverenin doğal karşıtlığı, işçilerin zaaftı yanlarıyla bütünleşince, sendikasız işyerle­ rinde oluşacak işyeri komitelerinin gelişim süreci oldukça zor koşullarda yaşanacaktır. Burada oluşacak işyeri komitelerinin te­ mel hedefi “sendikalaşma” olmalıdır. İşçi ke­ simini bu anlayışla yönlendirmesi gereken, işyeri komiteleri, sendikalaşmanın ölçüle­ rini, işçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisine göre oluşturacaktır. Yani seçme şansının oldu­ ğu yerde tercihini sınıf ve kitle sendikacılı­ ğını benimseyen sendikalar lehine kullan­ malıdır. ★ Ara çözümler üretme yeteneğini kaybet­ miş finans-kapital’in, sürekli artan ekono­ mik krizi, işçi sınıfına baskı ve sömürüden başka verecek hiçbir şeyinin kalmadığını gösteriyor. Düzenin kendisine sefalet ve ezi­ yet dışında, birşey veremeyeceğinin bilin­ cinde olan işçi sınıfının giderek artan tep­ kileri önünde-sonunda kendine bir çıkış yo­ lu bulacak. Bu çıkış yolu işçi sınıfının ger­ çek kurtuluşu olan sosyalizm olabileceği gi­ bi çok daha gerici bir yolda olabilir. Rroleterya sosyalizmine inananların, iş­ çi sınıfını devrimci bir zeminde sosyalizm mücadelesine çekmeleri için, işçi sınıfına direnişten başka hiçbir yolları olmadığını ka­ nıtlamaları gerekiyor. Bunun da bir tek yolu var! “Direniş” hat­ tının örülmesi mücadelesinde en ön saflar­ da yer almak!

71


i

JOSE CLEMENTE OROZCO,,> Emre ZEYTİNOĞLU “ B ugün kendim izi ye n ile m e liyiz. Artık sanatta yaşam ayan h içbir şey olm am alı. Eski görevleri bir an önce tam am layıp, korkm adan yenilerine s a ld ır m a lı y ız / J . C . Orozco. Orozco. bu sözüne yaşamı boyunca bağlı sek, onun yaşamı üzerine bir ipucu vermiş kaldı ve görevleriyle sanatı arasındaki iliş­ sayılabiliriz. kiyi, bıçak sırtında kurduğu duyarlı bir den­ O yıl; sanatçı açısından iki olay saptan­ ge ile korudu. makta: O bir sanatçıydı. Ama sanatçının yüklen 1 İki yıldır, öğrenim gördüğü Gü­ mesi gereken bir “yaşam" olduğunun bilin zel Sanatlar Akademisinde açılan cindeydi. Bu yüzden resim yapmasını en ­ bir öğrenci sergisi. (... Ki orada, re­ gelleyecek tüm uğraşıların dışında yer al­ simleri ilgi ile karşılanıyor ve “Gece dı. Bölümü" yerine. Akademinin ger­ Oysa; görevleri vardı. Yaşadığı dönem, çek, “Kayıtlı" öğrencisi olmağa hak salt sanat sorunları ile ilgilenmesini ertele­ kazanıyor. Bu olanak, Orozcöya dü­ yen, gözü sokağa çeken bir dinamizm ta­ şün yapısını biçime dönüştürmede, şıyordu. {Onu, kendi deyimiyle; “fildişi ku­ köklü bir bilinç sağlaması açısından lelerde soluklanırken, özgünlük adına alı­ önemli...) şılmışın dışına çıkmağa çabalarken, ya da 2 — Meksikada o sıra, Ispanyol’la­ bir sanat akımını ayakta tutmak için “yazıpra karşı girişilen bağımsızlık savaşı­ çizerken” kimse görmedi.) nın 100. yılı kutlanıyor. (Bu olay, sa­ İdeolojik etkinliğini, sanatına koşut tuta­ natçının düşün yapısı ile, doğrudan rak ve yaşamını yalnızca bu görüşe adaya­ ilgili. Orozco; 12 yıl sonra yaptığı bir rak, korkunç bir hızla yaşadı. konuşmada, Çağdaş Meksika Res“1910 yılı, Orozco’nun REBELLEN’leşmi’nin ancak Meksika Devrimi’nin me,?l sürecinin başlangıç noktasıdır" der­ ardından gündeme geldiğini söyler. Daha ayrıntılı bir bakış ile; Meksika Bağımsızlık Savaşının, Toplumsal Devrime kadar uzandığı ayrımsandığında, “Orozcönun sanatını oluş­ turan düşünsel altyapı. Bağımsızlık Savaşı ile doğar” denilebilir.) 1910 yılı, Orozco için bir “köşe taşfdır... Evet. İki olayın rastlantısal olarak bir araya gel meşindeki güzelliktir. . Ona da evet. Ama. önem sıralamasında aldığı yer; “yukarılar" değildir elbet. Meksika Resmi ile birlikte. Orozco’nun da gerçek kişiliğini bulması, duvar resimciliğinin13’ bir ürünüdür. Gerçi; Çağdaş Meksi­ ka Resmini, yalnızca Kolomb öncesi kül­ türle eşdeğer tutan görüşler de yok değil­ dir. Oysa; 1921 yılında yayınladığı bildiri ile “Meksika Duvar Resimciliğfni haşlatan Siqueiros'un(" bu konudaki sözleri, böyle görüşlere “karşı çıkış” niteliği taşır:

gidebilir... Çalışanlar değil. Halk bi­ zim resimlerimizi görmeğe gelemez­ se, resimlerimiz sokaklara, işçilerin toplandıkları yerlere gidecek. S o ­ kakları ve toplanma yerlerini müze­ ye çevireceğiz" / D.A. Siqueiros. Orozcönun yanı sıra bu manifestoya im­ za atan birçok sanatçı, aynı zamanda Mek­ sika Resminin altın çağını yaratan bir de­ vinimi başlatıyordu. Sanatçıların. Peon’lar Ordusu'6' ile yanyana savaşırken yaşadık­ ları, duyumsadıkları her şey, sanat yolu ile halka aktarılmaktaydı. Bakanlıklar, okullar, başıboş duvarlar... Herbir yapı, Meksika Devrimi'ni anlatan büyük bir kitabın sayfa­ ları gibi gözler önünde uçuşuyordu. Orozco; “devinim"! şöyle özetler: “Yanlışlıklarımız bile yararlıydı. S a ­ natımızın basmakahplığı giderildi. Ön yargılar silindi. Toplumsal sorun­ lara yeni açılardan bakıldı. Fildişi ku­ lelerde yararsız bir ömür süren ve el­ lerinde gitarlanyla, soyut bir ülkücü­ lük taslayan gözbağcılar dışlandı. Şimdi; ressamlar, heykelciler... Tüm sanatçılar etkin kişiler olacaklar. On­ lar; çalışkan bir işçi gibi, günde sekizon saat çalışmağa, herşeyi bilip an­ lamağa ve yeni bir yaşam yaratma­ ğa hazırlar. Ve onlar; yerlerini, atelyelerde, fabrikalarda, üniversiteler­ de bulacaklar.” / J.C. Orozco. 1921 manifestosu, Meksika’da geniş bir sanatçı kitlesini kapsamakla birlikte; bilgi, yetenek, yorum ve dinamizm ayrıcalığı ne­ deniyle, içlerinden kimi sanatçıların sivril­ mesini de sağladı. Böyle bir amaç güdülmediği, (dahası) hiç akıldan geçirilmediği, en eleştirel bir tavırca bile onaylanmıştır. Bu onayda en büyük neden; söz konusu de­ vinimin İçeriğindeki güçtür şüphesiz. An­ cak; geniş kapsamlı bir sanat deviniminde, sivrilmelerin önlenmesi de olanaksızdır.

“Çağdaş Meksika Resim Sanatı, Meksika Devrimi’nin anlatımıdır. Bu resmin İspanyol öncesi ve sömürge döneminin kültürel uzantısı olduğu­ nu düşünmek yanlıştır. Aynı kültür temelinin Guetamala, Ekvator, B o­ livya, Honduras ve Peru’da da var olduğunu düşünürsek, bu ülkelerde: Çağdaş Meksika Resmi’ne paralel özellikler bulmamız gerekir. Devrim olmasaydı. Çağdaş Meksika Resim Sanatı da olmayacaktı" / D.A. Si­ queiros. Siqueiros'un bildirisi, gittikçe gelişecek ve Meksika Devrimi ile Çağdaş Meksika Resmi’nin ilişkisini saptayan bir manifestoya'51 dönüşecektir. “Biz yapıtlarımızı müzelere kapatma­ yacağız. Oralara zamanı bol olanlar

Bu bağlamda; Çağdaş Meksika Duvar Resmi, üç ressamla imgelenmekte. Manifestoyu kaleme alan: David Alfaro Siqueiros.

1

Taşıdığı ideolojik etkinliğin yanı sıra, ken­ dini politikanın dışında tutmayı yeğleyen; Jo se Clemente Orozco. Ve Marx’çılıktan esinlenen, akılcı çözümler öneren: Diego Rivera.(7) Daha sonraları, “Üç Büyükler" diye isim­ lendirilecek olan bu ressamlar, değişik gö­ rüntülerle karşımıza çıkmalarının ötesinde, “işlev” bakımından birleşiyorlar. (Özellikle; politika dışı kalması nedeniyle Orozco, di­ ğer iki ressamdan daha net çizgilerle ayrı­ labilir.) Örneğin; Rivera, 20’li yılların başın­ da yaptığı bir saptamada: “Burjuva için resim yapmak beni


üzüyor. Benden yalnızca portrelerini ' yapmam isteniyor. Benim onları gördüğüm gibi resmetmeme ne izin ne de para veriyorlar.” / D. Rivera. Diyordu ki; sözlerinde yatan “düşünsel kısıtlanma* kaygısı, Orozco açısından hiç de yadsınacak bir sorun değildi. Orozco; her zaman “birey” olabilme gü­ cünü diri tuttu. Bu güç, onun iş yapabilme potansiyelinin tek nedeni olmuştur. Birey­ sel bakış, güncel ve tarihsel olayların yo rumunda, Orozco'ya bir “dil” ayrıcalığı ge­ tirir. Siqueiros ve Rivera ile yola çıkışta ay­ nı düşünsel altyapıyı taşımalarıyla birlikte, Orozco’nun çözümleri ilginç değişiklikler içerir, örneğin; Siqueiros ve Rivera’nın ko­ münist ideolojilerle beslenen ve bu ideo­ lojilerin ışığı ile kesin ve soğukkanlı çözüm­ lere ulaşan resimleri karşısında, Orozco; sal­ dırgan, vurucu ve kötümserdir. Nedeni şu­ dur: Ona göre, her tür toplumsal iktidar ve örgütlenme, insanın ezilmesiyle eşdeğerdir. İnşanın, var olan örgütler ne olursa ol sun, sonuçta göğsünü kadere çarpması, Orozco’ya “başkaldırması gereken” bir do­ ğa anlayışı getirmiştir. Orozco son resim­ lerinde, bu anlayış biçimini somut olarak yansıtır. Üç ressamın da kullandığı makine ve teknoloji ile ilgili “Semborier, Onda “tekniksanat’ karşıtlığını yansıtan araçlar durumun­ dadır. Orozcönun bireyselliği, hiçbir zaman ki­ şiyi kendi içinde tutsaklaştıran, dışardaki ya­ şamla bağlarını kestiren, üretimini düşüren, ütopyalarda dolaştıran bir bireysellik değil­ dir. Karşı çıktığı kavramlara yeni öneriler ge­ yor ya da özeleştiride bulunmuyordu. tirici, dinamik bir bireyselliktir. Ortak üre­ “Duvar resini, aslında izleyicisinden timleri yadsımaz. (Onun sanatı, yalnızca or­ çok şey istiyor. Bunu ancak, uzun tak üretimler çerçevesinde bir düşün taşı­ zaman sürecinde de olsa, halka maktaydı.) Ama; ortak üretimler içinde, bi­ onaylatmalıyız. BİR RESİM, AN­ reyin yok olmasına da karşı çıkar. Orozco LATTIĞI ŞE Y NE OLURSA OL­ nun bireyselliğini en doğru açıklayan söz­ SUN, BİR RESİMDİR." / J . C ler, yine kendi sözleridir. Orozco. “Hepimiz, kendi kişiliğimiz ile yoğu-

M

(O rosco) D uvarönüne konuldular. Resim halk tarafından sevilen bir valinin kurşuna dizilisini sergiliyor.

rulmuş bir üretim gerçekleştirmeliyiz. Ve dahası; bu üretim, “ortak üretim” içinde özel yerini almalı” / J.C. Orozco. Orozcönun Çağdaş Meksika Sanatı üze­ rine düşünceleri de, “bireysel tavır”dan ödün vermez. Ona göre; ortak üretim iliş­ kilerine kayıtsızca bağlı kalmak, yine ortak üretim ilişkilerinin içinde barındırdığı “yeni yaratflan engeller. Orozco, şu sözlerle şim­ diye kadar yaptığı işlerle bir çelişki yaşamı­

Ve o resmi yapan bir sanatçı, bir birey dir. Yeni bir bakış, yeni bir yorumdur. Yeni çözümlerdir. Eğer Yeni Dünya’da yeni top­ lumlar oluştuysa, bu toplumların “Yeni Bir Sanat” oluşturmak gibi önemli bir görevi vardır. Orozco; bunun salt kültür kalıntılarıyla gerçekleşmeyeceğinin de savunucusudur: “Avrupa’yı gezmek, yıkıntılara bak­ mak, onları kopya etmek ya da bu. raya taşımak, kendi yıkıntılarımızla

(O rosco) A ristokratların dansı

avunmakla eşdeğerdir. İkisi de son derece yararsız çabalardır. Ne kadar güzel ve ilginç olurlarsa olsunlar, ye­ ni bir yaratının kaynağı olamazlar. Bize düşen iş, aklımızı ve duygula­ rımızı kullanarak yeni yaratılar ara­ maktır.” / J . C. Orozco. Orozco için “son söz", onun yola çıktığı an söylediği “ilk söz”e kadar uzanır. “Bugün kendimizi yenilemeliyiz. Ar­ tık sanatta yaşamayan hiçbir şey ol­ mamalı”

(1) J C. Orozco: 23 11 1883 te doğdu. 1890 — Mexico City'de, bir basımevinde çalışırken, ilk kaıalanıalarını yaptı 1904 — Ziraat Mühendisliği Eğitimini tamamladı. 1908 — Güzel Sanatlar Ak. “Gece Bolümü" eğitimine başladı. 1910 Akademinin “Kayıtlı” öğrenci­ si oldu 1910 — Mexico-City / İlk kişisel Seryr yi açtı. 1917 — Amerika’ya gitti. Resimleri ora­ da ahlak dışı bulundu. 1918 — Meksika’ya döndü. 1922 İlk duvar resimlerini yaptı. 1923 — Manifestoyu imzaladı. 1925 — Paris’te Kişisel Sergi açtı. 1929 — Paris ve New York'ta Kişisel Sergi açtı. 1930 — Venedik’te " ve Los Angeles " * 1931 — New York’ta " Boston’da ” ” 1934 — Chicago'da ’ " " Mexico City'de " " ” 1945 — Amerika'ya gitti. 1946 — Meksika Ulusal Sanat ödülü aldı. 1949 — Meksika'da öldü. 1958 — 1. Enternasyonal Bienali kap­ samında, adına bir sergi düzenlen­ di. (Mexico City.) (2) Rebellen-Meksika’da Orozco, Siqueiros ve Rivera: ya takılan isimdir, “öncü” anlamındadır. (3) Duvar resimciliği - MURAL.İSMO (Meksika’daki is midir.) (4) Siqueiros - 1896/1974 (5) TEKNİSYENLER, RESSAMLAR. HEYKELCİLER SENDİKASI MANİFESTOSU (6) Peon - Köylüler (7) Rivera 1886/1957

73


O BLO M O V ve O BLO M O VLU Ğ U M U Z Kemal SARUHAN Burada, kişisel ve bu yüzden sınırlı bir gözleme dayanarak da olsa, dünya edebi­ yat klasikleri içinde, genç insanlarımızın en çok ilgisini çeken eserlerden birinin de, Gonçarov’un ünlü romanı olduğunu söy­ lemek istiyoruz. Eskiden dünya edebiyatı­ na özel ilgi duyanların ve dikkatli Lenin okuyucularının bilebildiği Oblomov ve Oblomovluk kavramları, bugün çok sayıda gencin dilinde dolaşıyor. Kaba genelleme­ ler ve kişisel yakıştırmalar içinde Oblomovun asıl tipik özellikleri çoğu kez güme gö­ türülüyor, Lenin’in dilinde büyük bir top­ lumsal ifade gücü kazanan Oblomovluk de­ yimi, harcıalem bir lâf haline getiriliyor ola­ bilir. Önemli olan bu değildir. Asıl önemli­ si, bu ilginin ya da etkinin yaşanan hangi pratik durumdan kaynaklandığını ortaya koymaktır. Gençliğimiz. 12 Eylül’den bu yana itildi­ ği boşlukta, yıpratıcı bir ataletin sancılarını yaşıyordu. Bugün, -ataletin kabuklarını kı­ rıp eyleme doğru yönelirken, içinden çık­ tığı gerçekliği zihninde sorgulamakta; Gonçarov’un romanında, Eylülist dönemin kaba yılgınlık ve eylemsizlik psikolojisine azçok denk düşen gerçek bir tipolojiyi bul­ maktadır. Oblomov’a ilgi Oblomovluktan kopuşun bir göstergesidir. Onun Rusya’daki doğuşuysa, gözler önünde serili duran ger­ çek bir durumun toplumsal bilince aktarılışıyla olmuştur. * ★ ★ Gonçarov eserini, Avrupa ülkelerinin he­ men tümüyle kapitalizme geçtiği, 1848 devrimlerinin yaşlı kıtayı yangın yerine dö­ nüştürdüğü bir dönemin ardından yazdı. Rus çarlığı, yükselen proletarya hareketi karşısında Avrupa gericiliğinin Kutsal ittifak’ı içindeki yerini almakta gecikmemiş olsa da, kendi ülkesini bu büyük sarsıntının dışın­ da tutmayı başarabilmişti Fakat, 1789’dan beri burjuva devrimlerinin yarattığı düşün­ ce birikimini özümleyerek, büyük ütopyacıların etkileri altında sosyalizme yönelen Rus aydınlarının önde gelenleri, yüzyıllar­ dır süregelen toplumsal geriliğin ardındaki Oblomov’a ilgi Oblomovluktan kopuşun bir feodal egemenliği görmüş ve ezilen Rus göstergesidir. Onun Rusya'daki doğuşuysa köylüsünün kurtuluşu uğruna çoktandır mücadeleye girişmiş bulunuyordu. gözler önünde serili duran gerçek bir Puşkin’in de katıldığı. 1825 yılındaki ünlü durumun toplumsal bilince aktarılışıyla Dekabrist ayaklanması, kendileri de soylu sınıf içinde yetiştikleri halde, gördükleri eği­ olmuştur. tim sonucu, toprak soyluluğunun olanca asalaklığını ve toplumsal gereksizliğini için­ den kavramış olan Rus aydınlarının ilk sar­ sıcı girişimi oldu. Dekabristlerin yaktığı bu kaydıyla, geçmiş ve günümüz dünyasıyla kıvılcım, Rus devrimci-demokratlannın yaz­ kurulan bu entellektüel yakınlık, devrimci dıkları eserlerin yönlendiriciliğinde, yüzyı­ davranış gücüyle birleştirildiğinde, gelece­ lın son çeyreğinde devrimci eyleme dam­ ğe daha güvenli yürümenin olanaklarını da gasını vuran Narodnik hareketini yarattı. yaratacaktır. Devrimci hareketin aydınları Rusya'da kapitalizme yönelik ilk girişim­ olarak, Balzacları ve Tolstoy’ları daha ya­ ler, aşağı yukarı, OsmanlI’nın “Batılılaşma" kından tanıyoruz: Mozart’lara. Beethovetv çabaları ve Tanzimat dönemi reformlarına 74 lere daha yakınız artık: bu az şey değildir denk düşer. Fakat. Büyük Petro’nun baş­ Eylül darbesi, caddelere, meydanlara dö külen kalabalıklan dağıttı. İnsanları evleri­ ne. işyerlerine, okullara kapatmaya; yalnız taştırılmış, atomize edilmiş bireylerin tali­ matlarla yanyana eklendiği ıssızlaştınlmış bir toplumsal hayat yaratmaya çalıştı Amaç lananın ne ölçüde ve nereye kadar başa­ rıldığı ayrı bir konu. Ancak, yığınlarla bağ ları uzunca bir dönem boyunca zayıflatıl mış devrimcilerin, içe dönük bir okuma ve kültürel gelişme faaliyeti için hatırı sayılır bir “boş vakit" kazandıklarını da söylemeden edemeyeceğiz. Emekçi yığınlar yaşamak için daha çok çalışmak zorunda bırakılırlarken, onların azçok aydınlaşmış kesimleri ve doğal olarak, öğrencilerin önemli bir bölümü, her ne ka­ dar yılgınlık izlerini taşıyarak da olsa, sana­ tın ve edebiyatın güçlü insanı doğasına sı­ ğınarak, günlük yaşamın amaçsızlığını yırt­ maya; büyük toplumsal ideallerle beslenen insanlık özünü diri tutmaya çalıştılar. Kuşkusuz, toplumsal enerjinin baskı al­ tında tutulduğu, yığınları saran devrimci ruh halinin yok edildiği bir ortamda, bu do­ ğal İnsanî çabalar, gözle görülebilir ölçüde açık ve ciddi bir ideolojik bulanıklığı, en uç noktalara varabilen soysuzlaşma eğilimle­ rini de kendi içinde taşımaktadır. Ancak, olağanüstü daraltılan ve etkinliği kısıtlanan toplumsal muhalefeti daha geniş alanlara yayarak, halk hareketinin geneline male dilebildiği taktirde, mücadeleyi zenginleş tirebilecek olumlu bir birikimi de sağlamak tadır. Son yıllardaki canlanma eğilimlerine rağ­ men, az çok durgun geçen sekiz yıl boyun­ ca. aydın gençliğimizin -özellikle aydın gençliğimizin- en diri kesimleri, başka bir­ çok şeyin yanında, dünya edebiyat klasik Icriyle de daha yakın bir tanışıklık içine gir­ miştir Görece sınırlar içinde düşünülmek

,

lattığı reformlar, bizdekinden daha geniş ve kapsamlı yapısı itibariyle, nisbeten yaygın sonuçlar doğurabilmiş, büyük kentlerde burjuva ilişkilerin hızla yoğunlaşmaya baş­ ladığı bir sürecin ilk adımlarını oluşturmuş­ tur. Bunun sonucu olarak, kent yaşamının gittikçe artan canlılığı, yüzlerce yıllık feodal geleneğin kabuğu içinde kendi kendine çü­ rüyen taşra aristokrasisini kentlere doğru çekiyor; satınalma ve rekabet sarhoşluğu karşısında iyice güçsüz düşen büyük feodal çiftliklerin gelirleri, yüksek sosyete yaşamı­ nın lüks harcamalarını karşılayamaz hale geliyordu. Gelişen yeni yaşamın köklerin­ den kopartarak kentlere fırlattığı aristok­ rasi. kaçınılmaz çözülmenin baş dönmesi içinde denetimsiz bir tüketim çılgınlığına ka­ pılıyor; bu çılgınlık, çözülmenin toplumsal sonuçlarını daha da yoğunlaştırarak daya­ nılmaz kılıyordu. Büyük feodal mülklerin sancılı parçala­ nışı, geleneklere bağlı Rus mujiğini ezdik­ çe eziyor, bilgisizlik ve sefalete batmış köy­ lü yaşantısını içler acısı bir yıkılışa sürüklüyordu. Ezilen ve kurtuluşu efendisinden kaçmakta arayan mujiğin karşısında, üre­ tim temelinden tümüyle kopmuş, hesabı­ nı çoktan unuttuğu çiftlik gelirleriyle yaşa­ yan asalak Rus rantiyeri, her türlü çalışmayı bayağılık sayan feodal zihniyetle, Rus top­ raklarında yeterince kökleşme olanağı bu­ lamayan burjuva girişimciliğine veryansın ediyor: ama öbür yandan, kendi toplum­ sal yazgısını paranın sinsi egemenliği saye­ sinde ellerine geçirmiş bulunan bu yeni gü­ ce tutunmadan edemiyordu. İşte bu durum, toplumsal gelişmeyi san­ cılı bir düğümlenişe uğratmış, günlük ya­ şamı tepeden tırnağa çürümüşlüğe itmişti. Kent yaşamı ve eğitimin gelişimi sayesin­ de Batı kültürüyle rezonans kuran Rus ay­ dınları. ezilen köylü halkla ve onun gele­ neksel kültüründe canlılığını sürdüren insancıl demokratik öğelere duydukları de­ rin sempatiyle, bu çürümüşlüğü güçlü bir eleştiriden geçirerek, dünyanın en büyük edebiyat eserlerini yarattılar. Gonçarov’un Oblomov’u, Rus toplumunu çok canlı renk­ lerle yansıtan usta gerçekçiliğiyle, bu dev eserlerin önde gelenlerinden biri olmuştur. ★ ★ ★ Bütün törensel gösterişçiliği, budalaca ki barlığı, tek yanlı duygusallığı ve amaçsızca koşuşturmacılığı içinde, sonsuz bir tembel­ liği ve ataleti gizleyen aristokrasi. 19. yüz­ yılın ortalarında, olanca düşkünlüğü, asa­ laklığı ve toplumsal gereksizliğiyle gözler önüne serilmeye başlamıştır. Bu durum, çoğunluğu soylu sınıf içinden gelmiş Rus aydınlarının bilincinde şiddetli çatışmaların doğmasına yol açar. İyi eğitim görmüş, incelmiş duygulara ve Avrupa bur­ juvazisinin esinlendirdiği reformcu düşün­ celere sahip soylu gençler, kendi toplum-

(


sal çevrelerinin bayalığı ve amaçsızlığı kar­ şısında dehşete düşmüştür. Şatafatlı bir zenginliğe bürünmüş banal gösterişçiliğin, kibar davranışların ardındaki ikiyüzlü ben­ cilliğin, hararetli salon tartışmalarının giz­ lediği düşünce yoksulluğunun farkına var mışlardır. Maddi zenginlikle bir arada yü­ rüyen manevi tatminsizlik, her türlü insancıl değerin parayla ölçüldüğü bir ortamda, bi­ rey olarak kendini gerçekleştirmenin ola­ naksızlığı, şiddetli bir nefret ve küçümseme duygusuyla dolan bu gençleri, gündelik aristokrat yaşamın dışına doğru iter. Ancak, aynı eğitim ve yetişme tarzından dolayı, her türlü maddi çalışmayı küçüm­ seyen feodal görüşün bilinçlerinde yarattı­ ğı sınırlılık, bütün maddi değerlerin gerçek yaratıcısı olan köylü yığınlanna da yaban­ cı kalmalarına yol açmıştır. Mujiğin içinde bulunduğu yaşama koşullan, romantik düşgücünün soluk renklerinden ne kadar da uzaktır.

verdiği bu toplumsal bilinç bunalımının ço­ cuğu olmuştur. Fakat, 19. yüzyıl Rus edebiyatının son derece çarpıcı üsluplarla tipleştirdiği, olgun­ laşmamış sınıf mücadelesinin ürünleri olan, gerçekte hep güdük kalmış, gelişememiş bu “kahramanlar”, trajik yokoluşları içinde tü­ müyle hiçliğe karışıp gitmediler. Tek tek bi­ reyler olarak, ne ölçüde bir boşluğa ve gerçeksizliğe yuvarlanıp gitmiş olsalar da, top­ lumsal olarak üzerlerine düşen rol itibariy­ le, aslında ucu Bolşevizme varan mücadele toprağını kendi kısır yaşamlarıyla besleyip verimli hale getirdiler. Bu bakımdan , on­ ları, gelecekteki proletarya devriminin, ken­ di rollerinin farkında olmayan müjdecileri sayarsak, yanılmış olmayız. Gerçekten, aynı toplumsal karakterin farklı görünümlerini yansıtan Onegin, Peçorin, Oblomov gibi tiplerin yaratılışı, Rus toplumsal bilincinin Bolşevizme varan evriminde birer sıçrama noktasını oluşturmuşlardır.

Fakat, 19. yüzyıl Rus edebiyatının son derece çarpıcı üsluplarla tipleştirdiği, olgunlaşmamış sınıf mücadelesinin ürünleri olan, gerçekte hep güdük kalmış, gelişememiş bu “kahramanlar” trajik yokoluşları içinde tümüyle hiçliğe karışıp gitmediler.

Güneşli seralarda yeşermiş narin çiçek lere benzeyen bu soylu hayaller, bilgisizlik ve sefaletin, gelenek ve hurafelere körü kö­ rüne bağlılığın inmelendirdiği kır hayatının katı gerçekliği karşısında kınlıp dökülür. Ro­ mantik hayallerle beslenmiş hassas iç dün­ yaları, kaçınılmaz düş kırıklıklarıyla çarpı­ lır. Kira gelirlerinin sağladığı maddi olanak, dehşetli bir manevi olanaksızlığa dönüşür. Gerçekliğe değmeyen, soyut ve bu nedenle de dayanıksız insan sevgisi, derin bir öfke ve küçümseme krizi içinde boğulup gider. Bütün insanlara yönelen bu şiddetli kü­ çümseme krizleri, romantik kahramanı top­ lum dışına düşmüş, asalak ve yararsız biri haline getirir. Sevgi ve toplumsal uyum düşleri, bu koşullar altında, uyumsuz, g e­ çimsiz, hırçın bireyler yaratır. Yaşama iste¡inin yerini, ölüme tutkunca bağlılık alır, deal ve gerçeklik arasındaki çatışmadan doğan sınırsız eylem gücü, kararsız ve den­ gesiz bireysel yaşamın uçurumlarında par­ çalanır; ruhun başıbozukluğunda soysuzla­ şarak eylemsizliğe dönüşür. Romantik kahraman, şeytanın arkada­ şıdır. iki yüzlülüğe ve bencilliğe karşı duy­ duğu tepki, ikiyüzlülük ve bencillik doğu­ rur. “Kendini yakabilme” cesareti, korkak­ ça bir böbürlenmeyle kaynaşır. Kendini bü­ tün toplumun üzerinde bir konuma yerleş­ tiren, insanlara tepeden bakan, kahrama nımız, insanlık için kılını bile kıpırdatmaz. Büyük işler peşinde koşturur, ama küçük ve yararsız işlerin kalabalığı içinde kendi kendini yitirir. Tembellik ve ataletten kaç­ mıştır; sonu gelmez bir uyuşukluğun bata* ğında trajik bir yokoluşla hiçliğe karışır. Ger­ çek bir kahramandır o, alnında hiçliğin ve gereksizliğin damgasını taşır. Puşkin’in Onegin’i, Lermontov’un Peçorin'i ve Rus edebiyatının aynı dönemlerde yarattığı başka birçok “lüzumsuz kahraman” gerçekliğin bu acımasız görünümünden türemişlerdir Rus gençliğini bir dönem için sonuçsuz başkaldırılara iten nihilist akımın köklerinde de hep bu aynı gerçeklik yatar. Turgenyev'in ünlü “oğul” Bazarov’u da, an­ cak 20. yüzyıl başında proleter dirilişin son

Î

Ancak, bu evrim, hiç de bir ırmağın dümdüz ve sakin akışı içinde gerçekleşme­ di. Tam tersine, coşkun kabarışlar ve geri çekilişlerle, sancılı çelişmeler ve hesaplaş­ malarla gelişip gürbüzleşti. Onegin’ler, Peçorin’ler ve Oblomov’lar, Rus aydınının ya­ şadığı toplum içindeki kendi gerçekliğini ta­ nıma, kendi kendisiyle hesaplaşma çaba­ larının ürünleridirler. Rus aydını, bu ölüm­ süz tiplerin kimliğinde, kendi toplumsal hastalıklarını kavramış ve Oblomovluk adı verilen bu hastalıktan kurtulmadan, özle­ nen, güçlü bireyler yaratılamayacağını gör­ müştür. Gonçarov, bütün İnsanî duygu ve sezi­ şiyle, Oblomov’u kulağından tutup toplum­ sal bilincin aydınlığına çıkarmış, bu hasta­ lığın gerçek köklerini gözler önüne sermiş­ tir. Devrimci demokratların, Gonçarov’un eseri karşısında kapıldıkları büyük coşku, bu anlamda, rastlantı değildir. Oblomovluğa karşı savaş, Rus aydınının bu kendi ken­ disiyle hesaplaşması, toplumsal düzene karşı yürütülen mücadeleye bağımlı olarak gelişti ve o gün için asıl temellerini devrimci demokratların ezilen köylü yığınlarının kur­ tuluşu yolundaki militan çabalarında buldu. Büyük Puşkin ve Levmontov. bu zinci­ rin belki ilk halkalarını oluşturdular. Puşkin, Dekabrist ayaklanmasına fiilen katıldı. Lermantov’un Dekabristlere duyduğu yakınlık­ sa, şiirlerinin coşkun lirizminde yankılanıp durur. Fakat, Çarlık düzeninden kopuşun bu ilk ve erken habercileri, sınıf mücade­ lesinin çok ilkel koşulları içersinde, belirli bir sistemliliğe ulaşmış devrimci demokrat dü­ şünce ve eylem programından yoksunlu­ ğun sancılarıyla yoğruldular Coşku ve umutsuzluğun birbiriyle kaynaştığı şiirlerin­ deki yoğun trajik kuruluş, gerçekçiliğin güç­ lü belirtilerini ve kaynaklarını taşımasına rağmen, eserlerine hâkim olan romantik yapı, esas olarak bu nedenden kaynakla­ nır. Onegin de, Peçorin de, bu büyük sa natçıların kendilerinden izler taşırlar. Mujiğin ezilişini daha derinden kavrayan ve bu kavrayışı düşünce planında somut taştıran sonraki dönemin devrimci deınok

ratlarında, Nekrassov’da, Çernişevski’de ve benzerlerinde ise, yoğun ve kararlı bir ide­ olojik vurguyu, daha kapsamlı ve derin bir gerçekçi kuruluşu buluruz. Peçorin’in küllerinden Rahmetov doğ-, muştur artık. Ve Rahmetov, bilinçli ve ödünsüz eylemciliğiyle, anarşik yönler ta şısa da devrimci olan görüşü ve mücade­ leyi yücelten tutumuyla, Oblomovluğun karşısında yer alır. İşçi hareketinin doğum sancıları arasında yükselmiştir. Bütün gü düklüğüne, azgelişmişliğine rağmen, B ol­ şevik aydının prototipini oluşturur. Bolşe­ vik aydın, Oblomovluğun anti-tezidir. ★ ★ ★ İlya İlyiç Oblomov, kentlerde gelişen ye­ ni ve hareketli yaşamın cazibesine kapıla­ rak, köklerinden kopan taşra aristokratla­ rından biridir. Yüksek sosyetenin merkezi Petersburg’ta, doğup büyüdüğü, babadan kalma çiftliği Oblomovka’dan kilometrelerce uzakta yaşar. Çoc ukluğundan beri yanından ayrılma yan uşağı Zahar’la, kasvetli bir dairede otur maktadır. Uzaktaki çiftliğinden, yüzünü bile görmediği kâhyasının gönderdiği, her ge­ çen yıl azalan toprak gelirleriyle geçinir. Çiftlikte, uşağı Zahar gibi, hallerini bilme­ diği üçyüz kölesi daha vardır. İlya İlyiç. baba toprağı Oblomovka’da, bütün zevk düşkünü aristokratların çocuk ları gibi, her istediğini karşılamaya hazır hiz­ metkârların çevresinde dönüp durduğu, nazlı ve şımartılmış bir asilzade olarak ye­ tişmiştir. Dinlerine ve geleneklerine aşırıca bağlı, modern dünyanın bütün yenilikleri­ ne kendilerini kapatmış; çalışmaya karşı kö­ türüm bir ilgisizlikle, hergün bir öncekinin aynısı olan sakin ve uyuşuk bir hayat sür düren yaşlı büyüklerinin koruyucu kanat lan altında geçmiş, rahat ve tasasız bir ço ­ cukluktur bu. Büyüyüp yetişkin bir adam olduğunda bile, onu hâlâ kendisinden birkaç yaş bü yük olan uşağı Zahar giydirir. Çocukluğun­ dan beri birgün olsun kendi işini kendisi görmemiş, babadan kalma zenginliğine ve hizmetkârlarının bağlılıklarına güvenmiştir. Bu yüzden* son derece inisiyatifsiz, gün­ lük yaşamın en küçük zorlukları karşısın­ da korku ve paniğe kapılan, kararsız, be­ ceriksiz birisi olup çıkmıştır. Babasından devraldığı, babasına da babalarının baba­ larından kalan zenginliğe bir tek tuble bile eklememiştir. Kölelerinin emeği üzerinde sürdürdüğü bu asalak ve bağımlı yaşama öylesine alış­ mış. bu şekilde yaşamayı öylesine doğal ve kaçınılmaz bir üstünlük olarak benimsemiş tir ki, bir kez olsun, kendi toplumsal konu munu sorgulamayı aklından geçirmez. Bu­ na karşılık, ne kendisini soyup soğana çe ­ viren kâhyasının dürüstlüğünden, ne de üç­ yüz baş kölesinin sadakatinden kuşku du­ yar. Başkalarının uyarılarıyla gerçekliği gör­ meye zorlandığı anlarda bile, kendi kendi sini aldatmaktan kaçınamaz. Hoş, gerçek durumunu bütün çıplaklı ğıyia hissettiğinde de, ne işlerini düzeltip yo­ luna koyabilecek gücü bulur kendinde, ne de güveni Bunların düşüncesi bile, Oblo mov’u yormaya yeter. Ne diye bu sakin ve rahat yaşamı bozup, sonu gelmez küçük iş­ ler peşinde koşturup dursun. O, bütün in­ sanlardan doğuştan farklı, üstün niteliklere sahip, soylu bir kişidir. Günlük yaşamın sa yısız küçük aynntıları içinde boğulup gitmek istemez. Hayır, o soylu duygularını ve dü­ şüncelerini korumak zorundadır. Büyük ideallerin adamıdır o; ufak tefek işlerle uğ raşmayı kendisine yakıştıramaz. Para ka­ zanmak, her gün birilerine dert anlatmak, bilileriyle birşeyler uğruna sürekli uğraşıp didinmek... Nasıl olsa, kendisi adına bun­ ları yapacak birileri bulunur.

floş, gerçek durumunu bütün çıplaklığıyla hissettiğinde de, ne işlerini düzeltip yoluna koyabilecek gücü bulur kendinde, ne de güveni. Bunların düşüncesi bile, Oblomov’u yormaya yeter.

75


Sekiz yıldır oturduğu daireden taşınmak zorunda mı kaldı; of, ne sıkıcı bir iş! Böyle anlamsız sorunlar için kafa yormaya değer mi canım, nasıl olsa, üç kâğıtçı Tarantiyev yeni bir ev bulur ona. Bu yıl havalar kurak gitmiş, ürünler yok pahasına satılmış, köylüler çoluk çocukla­ rını alıp çiftlikten kaçıyormuş. Ne nankör şeyler şu insanlar! Adamı bir an bile rahat bırakmazlar. Oysa efendileri, onlar için yıl­ lardır düşünmekte, kafa patlatmakta, ge çeleri uykusuz kalmaktadır. O olmasa na­ sıl yaşarlardı kinıbilir? Bilseler ki, Oblomov, yıllardır kapanıp kaldığı dairesinde, çiftlik­ te yeni düzenlemeler yapmak, yollar, köp­ rüler, hastane ve okul inşa ettirmek, köy­ lüleri okutmak, yaşamlarını iyileştirmek için ne yorucu çabalara katlanarak, ince ince planlar kurmaktadır. Bütün gün yatağında, çalışma yatışına geçerek düşünmekte, düşünmekten yorul­ duğunda da dinlenme vaziyeti alıp, kafa­ sını yumuşak yastıklara gömerek, hayaller kurmaktadır. Tam da planlarını tamamla­ yıp harekete geçeceği bir sırada kâhyadan gelen mektup, nasıl da birdenbire herşeyi alt üst edivermiştir. Neden bütün belâlar Oblomov’u bulur sanki? Şimdi, daha zama nı gelmeden apar topar yola koyulmak, bu kış kıyamet ortasında günlerce süren yol­ culuğun yorgunluğuyla çiftlik işleriyle uğ raşmak zorundadır. Of, of! Ne berbat bir durum! Hem, Oblomov, çiftlik işlerinden de hiç anlamaz ki! İyisi mi, işten anlayan biri lerini buldurup, çiftliğe göndermeli! Oblomov, bu iflâh olmaz tembelliği ve beceriksizliği yüzünden, sürekli olarak, çev­ resindeki çıkarcılar takımının istismarına uğ­ rar. Uşağı, Zahar bile, efendisinin kendisi­ ne olan bağımlılığından yararlanıp, ufak te­ fek hırsızlıklara girişmiştir. Bu nedenle, il ya îlyiç, gün geçtikçe daha berbat bir du ruma düşer, insanlardan giderek daha da soğur. Ama. ne diye bu değersiz, aşağılık kimselerle uğraşıp dursun ki! Böyle aptal­ ca bir işe kalkışıp bayağılaşmaya değer mi hiç? Hem, nasıl olsa arkadaşı, tek güven­ diği dostu Ştoltz, onu bu kötü durumdan kurtaracaktır. Ştoltz, akıllı, becerikli bir adamdır. Ah, bir Ştoltz gelse!

Oblomov, Oblomovculuğun bilincindedir. Ama, bu durumu o kadar doğal bir biçimde benimsemiştir ki, başka türlü olabileceği pek aklına gelmez.

76

Oblomov, okuma çağına geldiğinde, ai­ lesi onu sırf zamanın bilgilerine yabancı kal­ masın diye -istemeye istemeye- komşu çift likte ders veren Alman öğretmenin yanı­ na gönderir. Burada, öğretmenin oğlu Ştoltz’la derin bir arkadaşlık kurarlar. Oblomov’un tek arkadaşı, Ştoltz’dıır. An cak, birbirlerini çok sevdikleri halde, hiçbir zaman birbirlerini tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Oblomov, daha baştan, uyuşuk, hareketsiz, kararsız bir kişidir. Ştoltz ise. ba­ basından aldığı Alman işadamlığı özellik­ leriyle yapkm bir karakter kazanmış, ken­ dine güveni tam, cesaretli ve girişken biri olarak yetişmiştir. Ortak öğrenim yıllan kısa sürer. Oblomov. okulda öğrendiği bilgilerin hayatta ne işe yarayacağını bir türlü anlayamadığından.

derslerinden gittikçe soğur. Zeki ve ince ruhlu bir genç olduğu halde “bir şey yap­ maya alışmamıştır, dolayısıyla neyi yapa­ bileceğini, neyi yapamıyacağını tam olarak belirleyemez, bu yüzden de birşeyi ciddi bir biçimde ve var kuvvetiyle isteyemez... is­ tekleri biçimseldir ve istek olarak kalır" (Dobrolyubov, Oblomovluk Nedir, S. 35) Duygulu ve romantik ruh hali, onu ede­ biyata ve şiire İter “..şairler bütün gençler gibi onu da sarmıştı. O da bütün gençler gibi şairlerle coşmuş iyi bir insan olmak, çalış­ mak. dünyada bir iz bırakmak isteğini duy­ muş kalbinin hızlı attığı günlerde o da coş­ kun sözler söylemiş, mutlu gözyaşları dök­ müştü. Zekâsıyla duygularının birleştiği za­ manlar olmuş, uyuşukluktan kurtulup vargücüyle yaşamak sevdasına kapılmıştı. Ştoltz, Oblomov’un bu hayat hamlelerini el­ den geldiği kadar sürdürmeye çalışırdı." Ancak, iradesiz, maymun iştahlı biri ola­ rak yetiştiğinden, hiçbir işte karar kılamaz. Bir kitabı sonuna kadar okuduğu pek gö­ rülmemiştir. Okusa bile, edindiği bilgilerin birbirleriyle ve hayatla bağını kurabilme ye­ teneğinden yoksundur. Çünkü, “kafasında hayat ayrı şey, bilgi ayrı şey"dir; “onca, ha yatla bilgi arasında bir uçurum" bulunmak­ tadır. “Kafası bir kitaplıktı; ama ayrı ayrı ve hiçbiri tamam olmayan ciltlerle dolu bir ki­ taplık." Birlikte oldukları süre boyunca “Ştoltzun taşkınlığı Oblomov’a da geçmiş, ona ça­ lışmak, pek uzak bir ülkü uğrunda didin­ mek isteğini aşılamıştı. Ne yazık ki, bu ha­ yat çiçeği açılıp döküldü ve meyve verme­ di.” Hayat, bu iki zıt karakterli arkadaşı ge­ leceklerini ayrı yönlerde kurmaya sevkeder. Ştoltz, kısa sürede başarılı bir işadamı olarak sivrilir. Oblomöv’sa, kendine daha uygun gördüğü bir işi, memurluğu tercih etmiştir. Ama, Petersburg’ta bir devlet dai­ resinde edindiği işinde de ancak altı ay da­ yanabilir. Birgün “önemli bir yazıyı Astrahan’a gönderecek yerde Arhangelske* gön­ derir. Yaptığı hatayı anladığındaysa, büyük bir paniğe kapılır ve amirlerinden işiteceği azarların korkusuyla hemen ertesi gün işin­ den istifa eder. Bundan sonra, insanlarla kurduğu sey­ rek ve zayıf ilişkileri gitgide körelir. Kirada oturduğu dairesine çekilerek, tümüyle ken­ di içine kapanır. İçindeki solgun hayat ale­ vi, birkaç titrek canlanıştan sonra tamamen sönüp gider Zayıf yaşama enerjisi, daha ilk hamlelerinde tükenmiş; Oblomov, genç yaşta canlı bir cesede dönüşmüştür. Oblomov’un “felâketini" Dobrolyubov şöyle dile getirir; “...hayatın kendisi için olan anlamını anlıyamıyor. hayattan kendisi için bir anlam çıkaramıyordu." (age.., s.41) ilya ilyiç, ilyinski’lerin kızı Olga’ya karşı duyduğu aşkla, son bir kez. daha yaşamın çekiciliğine kapılır. İçinde uykuya yatmış gizli yetenekleri, kısa bir süre için, belli be­ lirsiz bir canlılık kazanırlar. Hayata son de­ rece bağlı canlı ve neşeli bir kız olan Olga, birdenbire bütün coşkunluğuyla Oblomov; un güçsüz ruhunu kuşatıvermiştir. Fakat, İl­ ya flyiç’in toplumsal yaşamın akışı dışında kurduğu içsel denge, iki insan arasındaki aşkın güçlü tutkularına uzun süre dayana mayacak kadar zayıf ve kararsızdır. Olga, Oblomov’un ruhunun derinlikle rinde gizli kalmış, harekete geçirilemediği için kimsenin görüp anlayamadığı yetenek­ leri daha ilk tanıştıkları gün farkeder. O n­ ları günışığına çıkartmaya, türlü küçük kur­ nazlıklarla Oblomov’u yatağından kopartıp hayata bağlamaya çalışır. Ancak, Oblo­ mov’u yatağına çivileyen kuvvet öylesine büyüktür, yaşamaya duyduğu güvensizlik öylesine derindir ki, Olga’yla ilişkilerinin kendisinde yaratmaya başladığı değişimi

kavrar kavramaz, binbir sahte mazeretle on­ dan kopar, içinde yeşeren duyguları inat­ la bastırır, ipe sapa gelmez bahanelerle bu ilişkinin yürümeyeceğine kendini inandır­ maya çalışır. Bu noktada, Oblomov, olanca açıklığıyla kendi rurumunun bilincinde olduğunu gösterir bize. Oblomov olarak kaldığı süre­ ce, Olga’yla birlikte olmasının olanaksızlı­ ğını görmektedir. Olga’mn yaşama bakışı, yaşamdan beklentileri, kendisinin besledi­ ği hayallerden çok farklıdır. Olga, yaşama tutkuyla bağlıdır, aşkı, kişiliğini devindiren, manevi güçlerini besleyip dışa vuran bir itici güç olarak algılar. Oysa, Oblomov’un bü­ tün beklentisi, Olga’yla doğduğu köye yer­ leşip, tıpkı atalarının ve onların da ataları­ nın yaşadığı gibi, hareketsiz durgun ve mut­ lak huzurlu bir münzevîlik geleneğini sür­ dürmektedir. Onun dünyasında hareket ve değişime, alışkanlıklan zorlayan tutku ve is­ tek patlamalanna, beklenmedik olaylara ve sürprizlere yer yoktur. En küçük sürprizler ya da alışkanlıklarını değiştirmeye zorlayan olaylar karşısında, paniğe kapılır, şiddetli bir güvensizlik ve boşlukta kalma kriziyle sarsılır. Onun gözünde aşk. yalnızlığın iki­ ye çarpılışıdır. Aşk, onu dışa açmaz; tersi­ ne, mutlu bir içe kapanışı özler. Olga'yı da kendi hapishanesine girmeye zorla­ maktadır. ★ ★ ★

Oblomov’un gerçek hastalığı Oblomovluktur. Bu illet, ona, içine doğduğu toplum­ sal konumunun armağanı olmuş, yetiştiği ai­ le ortamının kendine özgü biçimlendirme­ leri içinde bireysel renkler kazanmıştır. An­ cak Oblomov, yetişkin biri haline geldiğin­ de de, çocukluk çağlarında edindiği köklü alışkanlıkları terkedemez. Toplumsal duru­ munun asalak niteliği, kendisini sürekli bir edilgenliğe iten yetişme tarzıyla bütünleşin­ ce, İlya îlyiç, kendine özgü bir kişilik edi­ nebilme fırsatını bulamamış; eline geçen ender fırsatlanysa, nasıl ve neden değer­ lendirmesi gerektiğini bir türlü kavrayama­ mıştır. O, hep başkalarının yönlendirmeleri al­ tında büyümüş, hayatı boyunca başkaları­ nın yönlendirmelerinden kurtulamamış, bunun için de hiçbir çaba sarfetmemiştir. Olga’ya duyduğu sevgi bile, bu edilgen ruh halinin ürünü olarak doğmuştur. Araların­ daki ilişkiyi yürüten, bu ilişkiyi başlatan ve sürdüren, hep Olga’dır. Oblomov. bu iliş­ kinin gelişmesi için gerçek anlamda bir gay­ ret göstermemiştir. Zaten iş ona kalsaydı, Olga’nın farkına bile varmayacağı kesindir. İşte, o noktada. Oblomov, Oblomouluğunun bilincindedir. Ama, bu durumu o kadar doğal bir biçimde benimsemiştir ki, başka türlü olabileceği pek aklına gelmez. Başkalarına benzetilmekten hiç hoşlanmaz­ sa da (başkaları onun gözünde sıradan ve önemsiz kişilerdir), ara sıra kendi durumu­ nu başkalanyla kıyasladığı, ilk gençlik çağ­ larının gerçekleşmemiş özlemlerini hatırla­ dığı zaman, kendi edilgen halini pek acıklı bularak, pişmanlık nöbetleri ve vicdan azapları içinde kıvranır. Ne var ki, bu nö­ betlere pek sık yakalanmaz ve düşünmek­ ten yorulup ruhundaki fırtınalar yatıştığın­ da, gene eski haline döner. Gerçekte, o her zamanki halinden hiç ayrılmamıştır. Ştoltz’la her görüşmelerinde, Oblomov: un içinde, birlikte geçirdikleri çocukluk gün­ lerinin anıları debreşir. Bir an için, yatağın­ dan çıkıp insanlar arasına karışmak, gezip eğlenmek, hayatın tadını çıkarmak isteğiyle yanar. Ama, sırtüstü yattığı yerden bile, dı­ şarıda, insanlar arasındaki ilişkilerin boşlu­ ğunu ve anlamsızlığını görmektedir. Kapi­ talist ilişkilerin gittikçe genişlemeye başla­ yan egemenliği altında bozulan, giderek çü­ rüyen, dağılan toplumsal hayat. Oblomov


için çekici değildir. Onu yatağına çivileyen güç, her değdiği şeyi değiştiren, o güne dek ataerkil geleneklerin ve değişmez kutsal inançların gizlediği her türlü gayri-insanî eğilimi çırılçıplak ortaya seren, ama Rus­ ya’da hiçbir zaman gerçek toplumsal derin­ liğine ulaşamayan kapitalizmin yüzeyselli­ ğinden daha büyük ve inatçıdır. Elbette ki, Oblomov, kapitalizm sözünü ağzına almamıştır; ama, Ştoltz’un karşısın­ da döktürdüğü şu zekice felsefi nutuk, tek başına ele alındığında, kapitalizmin insan hayatında yarattığı sonuçların şaşırtıcı bir betimlemesi olarak karşımıza çıkar. “Toplum! Senin beni bu adamların içine götürmen onlardan iyice nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat, ha. Ne bulabilir insan orada? Fikir meseleleri mi var? Duygu meseleleri mi var? Bu hayatın bir ekseni yok; derin hayati hiçbir yanı yok. Bütün bu salon adamları benden çok da­ ha uyuşuk, çok daha olü. Hayattaki gaye­ leri ne? Benim gibi yatakta uzanmıyorlar, ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. Ne çıkıyor bunlardan?" “Ne biçim hayat bu? istemem eksik ol sun. Benim oradan alacağım birşey yok” Oblomov devam eder. ‘Her duyduklan şey üzerinde inceden in­ ceye fikir yürütürler ama, aslında hiçbir şey­ le candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler, kiralanmış elbise ler gibi, kendi malları değildir. Yapacak iş­ leri olmadığı için güçlerini öteye beriye har­ carlar. Herşeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapsa­ yan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seç­ mek ve orada derin bir iz bırakarak yürü­ mek; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.” “Hayır, bu yaşamak değil, tabiatın önü­ müze koyduğu yasaya, ideale ihanet et­ mek.”

dirir. Oysa, bu mektubun Olga'yı nasıl bir sarsıntıya iteceğini çok iyi görmektedir ve aslında Olga’da yol açacağı bu acılı durum dan gizli bir tat bile alır. Oblomov, bir Oblomov’dur. Yatağıyla sınırlı mutlak zihinsel yaşantısında ahlâklı olabilir ancak; gerçek durumlar karşısında ise, ikiyüzlü, korkak bir egoist olmaktan kaçınamaz. “Oblomov istekleri, hevesleri, gönül akış­ ları olmayan, duygusuz, küt bir tembel de­ ğildir; onun da hayatta aradığı, düşündü­ ğü birşeyler vardır. Ama isteklerini, arzu­

Hiçbir somut yaşama problemi karşısında gösteremediği kararlılığı eylemsizliğinde direnmekle gösterir. Ama , bir irade gücünün sonucu olarak değil, doğal ruh halinin kendiliğinden uzantısı olarak.

Oblomov’un bu konuşması, romanın belki en dokunaklı bölümlerinden birisidir. Bu yaşamın kendisine manevi hiçbir şey kazandırmayacağını düşünmekte, ahlâksal olarak kendini ondan üstün görmektedir. Ancak, bu ahlâksal üstünlük bilinci, kalıtım­ sal güçsüzlüğüyle öylesine birleşmiş ve sinikleşmiştir ki, gerçek yaşamında hiçbir pra­ tik sonuç doğurmaz. Bilinciyle iradesi ara­ sında derin bir uçurum söz konusudur. Hiç­ bir somut yaşama problemi karşısında gös­ teremediği kararlılığı eylemsizliğinde diren­ mekle gösterir. Ama, bir irade gücünün so­ nucu olarak değil, doğal ruh halinin ken­ diliğinden uzantısı olarak. Ahlâksal üstünlük, onda salt zihinsel bir tasarım olarak bulunur, eyleme dönüşmez. Olga’yla ilişkilerinin yarattığı son yaşama umudunu da inatla reddeder. Olga’ya gön­ derdiği mektupta, gerçekte onun kendisi­ ni sevemeyeceğini, bu yüzden ona acı çek­ tirmemek için ilik lerine son verdiğini bil

larını kendi çabasıyla değil de başkalarının çabasıyla yerine getirme alışkanlığt-bu re­ zil iğrenç altşkanlık-ondaki gevşekliği, du­ yumsamazlığı, hareketsizliği geliştirmiş ve onu ahlâki bakırnd^frı zavallı bir köle duru­ muna dönüştürmüştür. Bu kölelik, Oblomov’daki efendilikle öylesine içiçe geçmiş ve bunlar birbirlerini öylesine belirler duru­ ma gelmişlerdir ki, aralarına bunları birbi­ rinden ayırabilecek küçücük de olsa bir sı­ nır çizgisi çekebilme olanağı kalmamış gi bidir.” (a.g.e., s.38) Gene Dobrolyubov’un belirttiği gibi, “o her kadının, karşısına çıkan herkesin, onu dolandırmak isteyen her üçkâğıtçının kö­ lesidir. O, kölesi Zahar’ın bile kölesidir ve bu ikisinden hangisinin ötekine söz geçirdiği­ ni kestirebilmek kolay değildir.” (a.g.e., s. 39) Gerçekte, Oblomov’un mutlak zihinsel tasarım olarak ahlâksal üstünlük bilinci ile gerçek durumdaki ahlâksal köleliği belirgin

bir uyum içinde bulunur. Diğer yandan, alı Uiksal üstünlük duygusu, kendinde doğal bir lıak olarak gördüğü çalışmadan yaşa mak fikriyle (ömrü boyunca çoraplarını bir kez bile kendi giymemiş olmakla övü­ nür), yani hiçbir kez sorgulamak gereklili­ ğini duymadığı soylu görüş açısıyla bütün­ lük halindedir. Oblomov neden erdemli görünür? Ya­ tağından çıkmaz da ondan. “Uyuşuk kişi­ liği içinde yalana ve sahteliğe” yer yoktur. Ama eğer Oblomov, tanrı vergisi olarak gördüğü efendilik “haklarını korumak ve geliştirmek için eyleme geçmiş olsaydı, ken­ dini belki de hiç ummadığı boyutlarda ah­ lâksızlığın ve erdemsizliğin içinde bulacak­ tı. Oblomov’un ahlâk görüşü, işte o zaman somut bir gerçeklik kazanabilirdi. Böyle bir durumda, köleleriyle arasındaki çıplak iliş­ kinin sonuçlarıyla yüzyüze gelecek; ya “efendilik haklarfnda direnerek açıkça ma nevi soysuzlaşmanın bataklığına yuvarlana­ cak, ya da ruhsal temizliğini korumak için kendi toplumsal konumunu bilinçlice terketmeye zorlanacaktı. Somut ve pratik ahlâk, toplumsal yaşa­ mın çatışmak yapısı içinde, ancak böyle zor lu bir sınavdan geçerek kurulabilir. Rusya1 nın o günkü koşullarında, toplumsal ahlâk kavgası, gerçek neferlerini ezilen köylü yı­ ğınları arasında bulabilirdi. 19. yüzyıl aydın­ ları, bu devasa yığına yöneldikçe, toplum­ sal ahlâk kavgasının gerçek öncüleri ola­ bildiler. Klasik Rus edebiyatını temelinden kavrayan bu kavga, gerçekçi seziş güçleriyle dünya görüşlerinin gerici niteliği arasında­ ki çelişkiden ötürü, Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy gibi büyük yazarlarda Hıristiyan de­ ğerleri üzerine oturmaya yönelirken, dev­ rimci demokratlarda, dünyasal maddi kur­ tuluşun araçlarıyla bütünleşmiştir. O yüz den, gerçek ahlâklı bireyler yaratma mü­ cadelesinin asıl şerefi, o günkü koşullarda, devrimci demokratlara aittir. Oblomov, yu­ karıda sözünü ettiğimiz ikinci yolu tutmuş olsaydı, eninde sonunda kendisini devrimci demokratlar arasında bulabilirdi. Olabilir miydi? Pek mümkün gözükmü yor. Buna herşeyden önce uyuşuk kişiliği engeldir. Ancak, bir kez harekete geçtiğini varsayalım; sonunda ne olurdu bilemeyiz ama, yukarıda andığımız ve birazdan yeni ayrıntılar ekleyeceğimiz görüşlerden, ilk

Onun gözünde aşk, yalnızlığın ikiye çarpılışıdır. Aşk, onu dışa açmaz; tersine, mutlu bir içe kapanışı özler. Olga’yı da kendi hapishanesine girmeye zorlamaktadır.


planda, olsa olsa parlak edebi niteliğiyle bir tür “feodal sosyalizmi" çıkardı. ★ ★ ★

Ştoltzla aralannda geçen tartışmada Oblomov, burjuva yaşam tarzını “tabiatın önü­ müze koyduğu yasaya, ideale ihanet" ola­ rak değerlendirir. Ştoltz’a göre, hayatın amacı çalışmadır. Ne için yaşanz?" İşin ken­ disi için; başka birşey için değil. Çalışmak hiç değilse benim hayatımın gayesi, içi, dı­ şı, herşeyidir." Ştoltza duyduğu bütün sevgi ve hayran­ lığa rağmen, Oblomov onunla uzlaşmaz. Yaşama ideali, burjuva anlayışın tam karşısındadır. “Peki insan ne zaman yaşar öy­ leyse?” diye sorar arkadaşına. Ona göre ha­ yat, çalışmanın dışında kurulabilir. Çalışma­ yı “hayatımızı berbat eden’ birşey olarak gö­ rür Oblomov. Gerçek aristokratlara yara­ şır bir görüştür bu. Oblomov’un zihnindeki ideal hayat tasanmı, parlak bir pastoral şiiri andırır. Kırda, şehrin karmaşa ve gürültüsünden uzakta geçen, dingin ve tasasız bir yaşama özle­ midir onun duyduğu. Orada herşey alışıl­ mış sınırlar içinde akar. Sürprizlere kapalı, düzenli ve güvenli bir hayattır bu. Herkes huzurlu, bütün konuşmalar, candan ve sa­ mimidir. “Bir tek solgun, üzgün çehre" gö­ rünmez orada. Insanlann kendilerini üzen “hiçbir dert’ leri olmaz. “Ne Danıştay dava­

Gerçek bir kır şiiri. Yalnız, bu şiirin eksik olan bir yönü vardır. Hareket ve lirik coş­ ku. Ama Oblomov, bunu da bir eksiklik olarak görmez. Çünkü ona göre hareket, kalbi yoran bir tehlikedir. O yüzden, biz bu ideal hayat tasarımını tek bir deyimle özet­ leyebiliriz: Mutlu bir seyredalma ya da Mut­ lak içe yönelik bakış. Ancak, bu kadarla kalsaydı, belki o denli önemli sayılmayabilirdi. Fakat Oblomov, herşeyi düşünmüş, inceden inceye planla­ mıştır. Onun köylüleri çalışkan ve efendi­ lerinin çıkarlanna bağlı insanlardır; mutlu­ luklarını bu iki şeyde bulurlar. “Hiçbir güç­ lü tutku, hiçbir korkusuz girişim”, bu insan­ ları bir yana çekip götüremez. Orada her­ kes “haddini bilir", efendi efendiliğini, köle de köleliğini. Öyle iyi insanlardır ki bunlar, “kendi iş­ lerinden başka tasalan yoktur; çıkarlan baş­ kalarının çıkarlarıyta çatışmaz” Hiçbir yere gitmezler, hiç kimseyi görmezler. “Yaşayış­ larını karşılaştıracak başka insanlar olma­ dığı için iyi mi kötü mü yaşadıklarını, zen­ gin mi, fakir mi olduklarını bilmezler; ken­ dilerinde olmayıp da başkalantıda olan şey­ lerde gözleri yoktur.” “Bu mutlu insanların inancına göre ha­ yat olduğundan başka türlü olamaz, olma­ malıdır. Zaten herkes de onlar gibi yaşıyor­ dun başka biçimde yaşamak günahtır"

Gelenek dergisi, bütün kötürüm eylemsizliğiyle, Oblomov'un eylemsizliğini önemsizleştiriverip, ondaki soyut ahlaksal nitelikleri öne çıkararak, ‘1917 ruhu”nu da anlamsız bir ahlak yazıcılığına dönüştürmüştür.

ları. ne borsa, ne şirket, ne rapor, ne ba kan, ne rütbe, ne terfi..." Oblomovcu doğa anlayışı, bu ideal ha­ yat tasarımıyla tam bir uyum gösterir. Ob­ lomov, herşeyi çok ince ayrıntılarla tasar­ lamıştır. Onun hayalindeki doğada “ne de­ niz var (dır), ne yüksek dağlar, ne kayalar, ne derin uçurumlar, ne kapkara ormanlar... Heybetli, vahşi, kasvetli hiç bir şey yoktur" orada. “Herşey tabiatın çizdiği yolda düzenli düzenli yürür gider." Kavurucu güneş, ya da dondurucu soğuk uzaktır ondan, “ani fır­ tınalar olmaz, kar tarlaları kaplayıp ağaç­ ları kırmız” Oblomov’un hayalindeki do­ ğada vahşi hayvanlar da yoktur. “Geviş ge­ tiren inekler”, “meleyen koyunlar”, “gıdık­ layan tavuklar" bulunur yalnızca.

78

Bu sakin doğa ortasında Oblomov, ka­ rısı ve çocuklarıyla mutlu bir içe kapanışı yaşar. Ağaçlann altında uzanıp dinlenir, ki­ tap okur, müzik dinler, gezintiye çıkar, kırlânn güzelliğini seyreder, çocuklannın mut­ lu gülüşleriyle ruhunu şenlendirir, örgü ören kansının tombul bileklerine dalıp ken­ dinden geçer. Oblomov’a göre, “hayat bir şiirdir”, onu insanlar berbat eder. Onun hayatında ya­ bancı yüzlere yer yoktur. İnsansız bir şiir­ dir onunkisi. Gerçi tarlalarda, hep efendi­ leri için uğraşıp didinen köylüleri görmek ister, ama bu mutlu insanlar, çalışkan birer kannea gibidirler, onun başını hiçbir zaman derde sokmazlar.

Gelin, bunun nasıl bir erdem olduğunu sormayın artık. Oblomov, her zaman Oblomov’dur. Hayatını kısırlaştıran felâketin sorumluluğunu köylülerinde bulur. Bir şe­ ye mi öfkelendi, hırsını zavallı uşağından çı­ karır. Zaharcığtn burnuna indirdiği tekme­ ler de cabası. Hayalindeki çiftlikte genç kız­ lar, efendilerinin tatlı kaçamaklarına gözyuman birer şehvet aracıdırlar. ★ ★ ★

Oblomov’da burjuva yaşam anlayışına karşı bir tepki varsa, bunun bütün somut içeriği, aristokrat tasarımlara dayanmakta­ dır. İnsanî görünümü, bu tasarımların ey­ leme dökülemeyişinden gelir. Bu noktada, Gelenek dergisi yazarları­ nın baştanberi söylediklerimize karşı çıka­ caklarını biliyoruz. Gelenek in Aralık 86 ta­ rihli 2. sayısında Cemal Hekimloğlu, Ob­ lomov’un “geleneksel aristokrat ideolojfye sahip olmadığı görüşünü savunur. (Bir G e­ lenek Nasıl Doğar- Oblomov'a Şükran Bor­ cumuz başlıklı yazıda) Bu görüşün nereden çıkartıldığı pek açık değil. Ancak, Oblomov'daki tembelliğin “otodidaktik bilinç" yönünü ön plana çıkar­ tarak, burjuvalaşma sürecini tek başına “tembelliği nedeni ile değil, tembelliğine bir alternatif olmadığı için iteliyor" sonucuna vanlır ve üstelik bunu tam bir “bilinçle” yap­ tığı savunulursa, bu görüşün asıl kaynak­ ları da ortaya serilmiş olur. Oblomov’un sıradan bir aristokrat olma­

dığı (bu, belirli ölçülerde doğrudur), onun çiftliğinde yapmayı tasarladığı düzenleme­ lerin kaba aristokrat görüşün ötesine geç­ tiği mi ileri sürülecek! Bunun pek de böyle olmadığını hemen belirtebiliriz. Birincisi, daha 1812 Fransız-Rus savaşın­ dan önce. Savaş ve Banş’ın ünlü kahrama­ nı Piyer Bezuhov gibi genç soylulann ka­ falarında, bu tür reform taşanlarının yay­ gınlaşmaya başladığını biliriz. İkincisi, Oblomov’un tasanlan, salt birey­ sel taşanlardır. Kendisi onlara toplumsal bir genellik atfetmez. Üstelik, sadece zihin­ de ve olgunlaşmamış bir halde bulunduk­ tan için de somut bir gerçeklik taşımazlar. Üçüncüsü, Oblomov romanının yayınlantşından üç yıl sonra Rusya’da kölelik kaldınlmış ve kırda burjuva ilişkilerin gelişim süreci, önemli ölçüde açıklık kazanmıştır. Oblomov’un hayati tasanlan, Rusya’yı sa­ ran bu genel isteğin çok gerisindedir. Dördüncüsü ve konumuz açısından en önemlisi, Oblomov'un zihinsel tasanmlannın temelinde, ataerkil-aristokrat ahlâk ide­ ali yatar. Soylu, kişi, kendi köylülerinin yaşamlanndan da sorumludur. Köylülerin ra­ hatı, efendilerine bağlılıklannın ve üretim­ deki bolluğun da garantisidir. Oblomov, bu­ nu bir hak olarak değil, köylülere bahşedi­ len bir lütuf olarak algılar. Her ne kadar, üstünlük belirtisi soyut bir ideal olarak dile gelmiş olsalar da, bu tasanlar, çiftlik gelir­ lerindeki azalışı önlemek için pratik bir du­ rumdan yola çıkmaktadırlar ve köleliğin kaldırılmasının zorunlu hale geldiği bir an­ da, gerçeklik halini alsalar bile, çiftlik gelir­ lerini uzun süre güvence altına almaktan çok uzakta kalacaklardır. Gelenek yazarı, Oblomov’un gerçek ko­ numundan yola çıkmaz. Onun Ştoltz’a çek­ tiği parlak retorik değer taşıyan söylevi abartıp, iç bağlantılanndan soyarak, bir tür “antikapitalist bildiri” haline sokar. Artık, bu­ radan, ne yana çeksen oraya uzayan so­ yut bir erdem türetip geleneğe devretmek, o kadar zor olmasa gerek. Hekimoğlu, Oblomov ve Feçorin’i acıklı bir felâkete sürükleyen, iflâh olmaz ataleti hiç de önemli görmüyor. Oblomov’da er­ demden, Peçorin’d e kendini yakma cesa­ retinden başka birşey bulamamak ve üste­ lik bunu devrimci geleneğe zorla yamama­ ya çalışmak, en hafif deyimiyle, Rusya’da devrimci kavganın gelişimini anlayamamak demektir. Rus aydını, bütün toplum katlannı saran Oblomovluk hastalığından kurtulamasaydı, 1917’ye doğru kesinlikle ilerleyemezdi. Eğer, soyut ahlâksal değerlerle yetinip bunlardan bir miras çıkarmaya çalışsaydık, her dönemde, toplumun her kesiminden alacak çok şeyler bulabilirdik. Gelenek’in yapmaya çalıştığı, böyle bir seçmeciliktir. Bu eklektik mantık, devrimci mücadelenin ge­ lişimini gerçek bağlanndan soyduğu gibi, “1917 ruhu"nu da soyut ahlâksal ve teorik kategorilere indirgemiş olur. Gerçekte olan da budur. Gelenek dergisi, bütün kötürüm eylemsizliğiyle, Oblomov’un eylemsizliğini önemsizleştiriverip, ondaki soyut ahlâksal nitelikleri öne çıkararak, “1917 ruhu’nu da anlamsız bir ahlâk yazıcılığına dönüştür­ müştür. Hekimoğlu, Dobrolyubov’un çözümle­ mesini bugün açısından yetersiz görerek yo­ la çıkmış,ama 130 yıl sonra bir sosyalist ola­ rak Oblomov’dan çıkardığı “derslerle onun çok daha gerisinde kalmıştır. Hekimoğlu karşısında biz, geleneğe eklenen bir halka­ dan söz etmek durumundaysak, bu halkayı Oblomov’un kendisinde değil. Oblomovluğu gün ışığına çıkartan Gonçarov’da yaka­ layabiliriz. Öyleyse, bir kez daha soralım: Oblomov­ luk nedir? (Sürecek)


Musul-Kerkük senaryolarına karşı çıkmak her İlericinin, devrimcinin ve yurtseverin görevidir. Baştam fı sayfa 43‘d e

mesi ya da bitmesinde oynadığı rolle taraf­ tır. Bölgede gelişen mücadelelerin yarata­ cağı değişimlerin sömürü alanlarını etkile­ mesine karşı kendi politikalarını çeşitli dü­ zeylerde yürütmekle taraftır. Kürt halkının mücadelesinin yaratacağı siyasal sonuçlann TC. sınırlan içindeki Kürtleri etkileme­ sine ve bunun sonuçlanna karşı statükonun bölge düzeyinde emperyalizm lehine tesi­ sinin çıkarlanna uygunluğuyla taraftır. Bü­ tün bu nedenlerden dolayı aylardan beri propaganda ve kamuoyunu hazırlama dü­ zeyinde sürdürülen Musul-Kerkük işgali çerçevesinde TC’nin savaşa doğrudan mü­ dahale hazırlıklan anlaşılır bir şey olduğun­ dan üzerinde kanıtlayıcı çabaya hiç de ge­ rek yoktur. Olsa olsa, bugüne kadar sürdüregeldiği dolaylı ve diplomatik görünüm­ lü müdahalesini, emperyalizmin de teşvi­ kiyle açık, askeri bir harekât şekline dönüş­ türmesi ve halklann katledilmesi sorumlu­ luğunun ortaklığını doğrudan üstlenmesi söz konusudur. Esasen ...(Türkiye egemen güçlerinin)... son dönemlerde savaşa yönelik olarak ge­ liştirdiği tavırlar, C1A kaynaklı ABD senar­ yo lannı uygulamada ciddi hazırlıklar için­ de olduğunu göstermektedir. Şehirler sa­ vaşına müdahale ve İran’ın ilerlemesi kar­ şısında Irak gezisiyle, gelişmelerin kendi de­ netimleri dışına taşmasını istemediklerini göstermişlerdir. Savaşın son günlerde gir­ diği aşamaya paralel olarak müdahale ze­ minini içerde ve dışarda diplomasi ve pro­ paganda alanlarında hazırlayan TC, sınıra yığınaklar yaparak ve hava sahasını yabancı uçaklara kapatarak tavnnı tırmandırmıştır.

Müdahale amaçlı yığınaklann bir yanı da­ ha var ki, o, savaş havası içinde gözden uzak tutulmakta ve o oranda da Türk ve Kürt halkı için çok daha tehlikeli olmakta­ dır. Bu, ...(Türkiye’nin güney-doğusunda yaratılan özel durum, sürekli sıkıyönetim, operasyonlar ve göçe zorlamadır. Böylece bölge halkı ilerici güçlerden uzaklaştınlmak isteniyor)... Türkiye devriminin dinamikle­ rinin boy göstermesinde ciddi olanaklann hazırlayıcısı olan devrimimize yönelen her tahribatı, aynı zamanda Türkiye halkına ve devrimcilerine de yönelmiş sayılmalıdır. Şu­ rası açık ki, Türkiye’nin ...(Irak’ın ku­ zeyini)... işgal etmesi, yeni bir savaşın baş­ langıcı olsa da İran-Irak savaşının fiilen bi­ tirilmesine yöneliktir. İşgal hazırlığı ...(Tür­ kiye egemen güçlerinin) taraf olarak çıkar­ larıyla ABD jandarmalıklı emperyalist sis­ temin çıkarlarının çakıştığı bir zemine ve dö­ neme denk düşmektedir. Bunun Kürt hal­ kına yönelik yanı, bir kez daha kırıma uğ­ ratmak ve susturmaktır. Bunun için de, hal­ kımızın önderi durumundaki örgütleri tas­ fiye etm ek zorundadır. G eleneksel önderlikli örgütlerin çeşitli yollarla, emper­ yalizmin sınırlarını çizeceği statüko içinde konumlandırılması olanaklı olabilir. Ama, Kürdistan bağımsızlığı ve özgürlüğünü as­ gari hedefi görenlerin siyasal ve askeri plan­ da tasfiyesi TC’nin bölgedeki...(...)... emel­ lerini gerçekleştirmesinde hayati öneme sa­ hiptir. Bütün bunlara paralel olarak ortada ib­ retle bakılması gereken bir gelişme daha vardır. Basın-yayın organlarında şpvenizmin körüklenmesi çabalan açıkça sürüyorken, “savaşa karşı” durumdaki kesim, en

fazla işgalin getireceği “zorluklan” gerekçe göstererek karşı çıkmaktadır. Hatta böylesi bir işgalin kâr zarar hesabı yapılarak ve göstermelik olarak zararın çokluğundan dem vurularak akıl hocalığı yapılmaktadır. Halk adına ve onun yanında görünerek (!) yurtseverliğin gereği yapılacağı yerde, ge­ mi azıya alan savaş çığırtkanlanna işgal gi­ bi diğer halklann kanına ve canına mal ola­ cak emperyalist nitelikli bir girişimin eko­ nomik bilançolannm yapılması aydın olma adına utanç vericidir. ...(...)... Yirmili yıllar­ daki paylaşımda “yapılan tarihi haksızlıklar­ dan dem vurularak, Musul-Kerkük petrol­ lerinin getireceği kârlardan alınacak kmntının düşleri görülüyor. İşgal girişimine en çok karşı çıkanlar böylesi bir maceranın be­ delinin ağır olacağını gerekçe göstermek­ tedirler. Yükseltilen şovenizm körükleyiciliği ortamında proleter yurtseverliğin gerek­ lerini yapmaya çalışan sesler boğulmaya ça­ lışılmaktadır. Bu durumda bizler, kendi ülkemize olan bağlılığımızı ve sevgimizi başta Türk halkı olmak üzere bir halkın kendi ülkesine olan sevgisine saygının gerekçesi görüyoruz. Biz ülkemizin yabancı ve emperyalist talancılar tarafından çiğnenmesine karşı olduğu­ muz kadar, diğer halklann kendi yurtlanna sahip çıkmalarının yalnız bir hak değil kendi sömürücülerine karşı olmak bakımın­ dan bir görev de olduğu inancındayız. Bü­ tün yurtseverleri görevlerini yapmaya ve halkların emperyalist cenderede köleliğe mahkûm edilmesine karşı mücadele etme­ ye çağırıyoruz. Gaziantep Özel Tip Cezaevi’nden Bir Grup PKK Sanıklan

Baştarafı sayfa 57’d e

SBKP 19. Parti Konferansına hazırlık.. önemli ama kişisel niteliklerde daha az önemli değil. Bireyin saygınlığı ve kişisel nitelikle­ ri sorunu seçkin Parti organları kurma­ da önemli. Lenfin demokrasi ve politik özgürlüğün olduğu koşullarda “tüm politik ortam kamuya, tiyatro sahnesi seyirciye açık olduğu kadar açıktır” ve eğer böyleyse “herhangi bir politik ki­ şinin işe şu şu şekilde başladığı, şu şu evrimleri geçirdiği zor zamanlarda şu şu şekilde davrandığı, şu şu niteliklere sahip olduğu; sonuçta bütün Parti üye­ leri bütün gerçekleri bilerek, bu veya şu kişiyi Parti bürosuna seçerler ya da seçmezler” demiş. Ama bizde Bölge Parti Konferans­ larında delegeler aday üye listelerinde “kimi, hangi gerçeği bilerek seçiyor ve seçmiyorlar”? Lenin zamanında Parti bürosu ada­ ya karşı “Parti onu tanımıyor” demek kabul edilir bir eleştiriymiş. Ama par­

tinin “onu tanıması” için Parti yaşantı­ sında glasnost çok daha geniş boyut­ larda kullanılmalı. Şimdiye dek SB K P Kongrelerini kelimesi kelimesine, MK Plenan toplantıları arada sırada yayın­ landı ama Politbüronunkini hiç bir za­ man görmedik. SB K P MK Politbürosu şimdi düzenli raporlar yayınlıyor, ile­ ri bir adım ama, bence daha başlan­ gıç. Söylem eye gerek yok Politbüro toplantılarında gizli konular, örneğin savunma yeteneğimiz konuşulur. Bun­ ları kastetmiyorum. Benim sözünü et­ tiğim ne Parti ne de devlet sırrı olm a­ yan konular. Bir MK ya da Politbüro üyesi herhangi bir tartışmada nasıl ta­ vır alıyor, ne tür eleştiriler ileri sürüyor. Bu yapılmadan sıradan Parti üyesi ve tüm parti, MK şu veya diğer üyesi hak­ kında “bütün gerçekleri bilmesi” ola­ naksız. Her düzeydeki parti komiteleri içinde aynı şey söylenebilir. Geçmişte bu dur çok kötü sonuçlar

doğurdu. Çok eskilere gitmeyeceğim. Yirmi yıldan uzun bir süre Grişin Par­ tinin Moskova Kent Komite Birinci Sekreterliği yaptı. Ama Moskova ko­ münistleri seçim kampanyalarında ya­ yınlanan kısa biyografi dışında hakkın­ da ne bilirdi ki? Parti liderleri ve eko­ nomiden sorumlu olanlar korkarlardıgerçekten korkarlardı. Lenin’in Partisin­ de ilişkiler korku üzerine kuirulabilir mi? Korku Stalin’in mirası. Bu satırlan yazarken aklıma ikide bir “takım başkanı Sukhanov senin neyi­ ne bütün bunlar?” sorusu takılıyor. Bir komünist, Sukhanov ne işin var bütün bunlarla? cevap ver. Evet bunlar benim işim. Tüm Partinin işi, sorunu. Öyley­ se benimde sorunum. Eğer sosyalist bir ülkede çarkın küçük dişlileri olmazsa, Lenin’in partisinde hiç olmaz. “Küçük dişler” olsaydılar hiç en büyük devri­ mi gerçekleştirebilirler miydi? Toplu­ mun devrimci yeniden yapılanması gö­ revini üstlenebilirler miydi?

AÇIKLAMA TEORİK ARAŞTIRMA VE PRATİK DAVRANIŞA AĞIRLIK VEREREK POLİTİK ŞEKİLLENMEYİ BÖYLESİ BİR SÜRECE BIRAKMANIN DOĞRU OLACAĞI KARARIYLA 1977 YILINDA YAYIN HAYATINDAN ÇEKİLDİK. BU, MADDİ HAYATTAN KOPMAMIZI GETİRMEDİĞİ GİBİ, GEÇMİŞTEN DEVRALDIĞIMIZ MÜCADELECİ RUHLA, EYLÜLİST ESİNTİLERDE BİLE TOPLUMSAL MUHALEFETİN ÖRGÜTLENMESİ VE MEVZİ KAZANMA­ SINDA PRATİK DAVRANIŞTAN GERİ DURMADIK. YENİ VE UYGUN KOŞULLARIN YAYIN DÜNYASINI ZENGİNLEŞTİRDİĞİ BU GÜNLERDE, DÜŞÜNSEL VE PRATİK DAVRANIŞ BAKIMINDAN ÇAKIŞTIĞIMIZ “ÇAĞDAŞ YOL" DERGİSİNİN İÇERİĞİNDE, ERİŞTİĞİMİZ MANTIKSAL SONUCUN İFADESİNİ BULDUĞUMUZDAN BU SÜREÇTE YENİDEN ÇIKMA HAZIRLIĞIMIZIN AN­ LAMI KALMADIĞI İÇİN BU AÇIKLAMAYI “ÇAĞDAŞ YOLDA YAPMA GEREĞİ DUYDUK. YÜRÜDÜĞÜMÜZ "YOLDA SONUCA ULAŞMANIN İSTEĞİ VE İNANCIYLA BAŞARILAR. DEVRİM YOLU AYLIK SİYASİ DERGİ


Jose Clemente Orosco “Zapatistas


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.