Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5

Page 1

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

Pravda M uhabiri Stephanov'la Perestroika ve Glasnost üzerine röportaj

Kırk H aram iler'in Yazarı M . Sönmez: 'Saptam aların kökten değişmesi gerekir"

Stalin'den Brejnev'e Sovyetler üzerine düşünceler

Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşmalı?

Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri

Toplumun gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemi

Oblom ov ve Oblomovluğumuz İdeolojik-Fiili Öncülük tezinin eleştirisi

L Sendikalara Genel Bakış

9

Geçmişi tekrar etme 'çözüm' mü


Çağdaş Yol

İçindekiler:

SİYASİ DERGİ Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: Süleyman Kılıç YAZIŞMA ADRESİ: Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26 Laleli/İSTANBUL DİZGİ: Alfa Ajans BASKI: Dünya Süper Veb Ofset A.Ş. Fİ ATI: 1500 TL. YURTDIŞI FİATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım ÖNKAPAK RESİM: H idalgo, M orales ve Zapata M eksika ’daki ilç büyük ayaklanmanın ön d erleriy d i. K ö v lü d e v rin u n i yansıtan ta blo bıı üç ön d eri

mumtMÜk

Başyazı ..................................................................................................... 3 Stalin üzerine d ü şü n celer................................................................... 6 Pravda Muh. Stephanov’la Perestroiyka ve Glasnost üzerine röpor­ taj ....... 12 Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihikökleri .22 İdeolojik-fiili öncülük tezinin eleştirisi .......................................... 26 Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşm alı............................ 30 Kırk Haremilerin yazarı M. Sönmez’le rö p o rta j...........................36 Geçmişi tekrar etmek “Çözüm” m ü ................................................42 Toplumun gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemi ........... 46 Oblomov ve O blom ovluğum uz................................................. ;.50 Sendikalara genel b a k ış ................................................................... 56

■X


<

BAŞYAZI

Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştir. Bugün hem ekonomik, hem de politik arenada girilen kriz sarmalının bo­ ğumları birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bugün, düne göre farklı koşullarda oluşan krizi kökleriyle kavramak gerekiyor. Konunun serimini öncelikle Cumhuriyet tarihinin başlıca ekonomik göstergeleriyle yapıp, bunu siyasi olgu ve gelişmelerle tamam­ lamaya çalışacağız. Krizin boyutu ve karmaşıklığı bizi böylesi bir irdelemeye yöneltiyor. * 1 — Ekonomik serim-Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bir yaklaşımda bulunduğumuz­ da, burada anahtar göstergelerden biri ekonominin büyüme hızı ve bunun sektörler arası dağılımıdır. İstatistik­ ler 1924-29 yıllarında Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYİH) ortalama olarak yıllık yüzde 11,1950-59 yıllarında yüzde 7,1 arttığını gösteriyor. Hasılanın artış hızı daha sonraki 10 yıllık süreçlerde yavaşlıyor; 1960-79’da yüzde 5,6 ve 1980-87 yıllarında yüzde 4,7. Sanayideki büyüme temposu da buna paralellik gösteriyor. 1960-74 döneminde ortalama yüzde 8-9 büyüyen imalat-sanayi-sektörü 1974-79 yıllarında yüzde 4,7’lik bir büyüme kaydetti. 1980-84 yıllarında ise esasen 1980’lerde sıfırlanan büyümenin arkasından gelindiği için yüzde 5,5’e ancak çıkabildi. Tarım sektörüne gelince; bu sektördeki büyüme grafiğinin daha çarpıcı olarak başaşağı olduğunu gözlüyo­ ruz. 1924-29 yıllarında yüzde 16,1930-59 yıllarında ortalama yıllık yüzde 6,6 olan büyüme hı?ı sonraki yıllarda yarı yarıya düşüş kaybetti. 1970-79 yıllarında ortalama yüzde 3,8 ve 1980-87 yıllarında yüzde 3’lük büyüme. Bu üç parametre-gösterge Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin 200-400 yıllık geçmişi bulunan diğer kapitalist ekonomilere göre zamanından önce yaşlanmaya ve tükenmeye başladığını gösteriyor. Tükenişi daha yakından görebilmek için biraz sabır göstererek diğer verilere de bakmamız gerekecek: Enflasyon - Günümüzde Türkiye ekonomisinin, sınıf dengelerini sarsıcı etki yaratan bu olgunun karşısında hızla eriyip yok olmaya başladığını söyleyebiliriz. Enflasyonun geçmişi, tohumun topraktan ilk filiz vermesine benziyor. Sonraki yıllar ise büyüyüp vahşileşen ve giderek sistemi kemirip yok etmeye başlayan bir ‘sistemobur’a. 1950-60 yıllarında enflasyon ortalama yıllık olarak yüzde 10’u geçmedi. 1961-1970 arasında yüzde 5’e kadar geriledi. 1971-80 döneminde ise ani bir sıçramayla ortalama yıllık yüzde 30’a çıktığını görüyoruz. 1981-87 yılları ise enflasyonun artık önlenemez kronik bir hastalık haline geldiğinin yıllarıdır. Bu dönemde enflasyon ortalama yüzde 38’e fırlamıştır. Ara dönemler incelendiğinde 1973-76’da yüzde 19 olan enflasyonun 1977-79’da ortalama yüzde 50’ye çıktığını, yine aynı paralellikte 1981-83’te ortalama yüzde 33’lük enflasyonun 1984-87 yıllarında yüzde 42’ye yükseldiğini anlıyoruz. İşsizlik -1973-79 dönemlerinde yüzde 13’lik işsizlik oranı 1980’e gelindiğinde yaşanan bunalımın doruk nok­ tasında yüzde 15’e fırladı. 1981-87’de ise yüzde 16’ya tırmandı. Bu yıl yüzde 18-20’lere çıkması bekleniyor. İhracat - Özal hükümetinin bu kadar övüne övüne bitiremediği ihracat ise iki rakamla özetlenebilir. 1975’te Türkiye’nin dünya toplam ihracatı içindeki payı yüzde 0,18 iken, 13 yıl sonra bu ancak yüzde 0,50’lere çıkabil­ miştir. Ne mucize! Ne çağ atlama!..

Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950Terde gösteren kanserin, sonraki yıllarda hızla vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını sergiliyor

:

Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950’lerde gösteren kanserin, sonraki yıllar­ da hızla vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını sergiliyor. Olanaksız­ lıkları anlamamız gerekiyor; Finans - Kapital 1950’lere kadar içeride yoğun ekonomik-politik baskılar ve ‘bastırmalarla’ sermaye birikimini hatırı sayılır bir düzeye çıkarmış sonraki yıllarda ise bunu iç pazarın yoğun sömürüsüne dayalı, tekellerin ege­ menliğinin hüküm sürdüğü, banka-sanayi ilişkisinin daha da katmerleştiği bir ‘ekonomik rayın’ üstüne oturt­ muştur. Genişlemeci eğilimlerle 1970’lerin ortalarına kadar gelinmiştir. Finans-kapitalin hızla tüm sektörlere ve Anadolu’nun en ücra köşesine bile nüfuz ettiği bu yıllar esasen tatlı kârların elde edildiği ve bugünlerde “ geç­ miş zaman olur ki” gibisinden maziyi miad ettiren yıllardır. Sermayedarlar çaplarını 1970’lerin ortalarına kadar genişletirken, bu, sonraki yıllarda duraklama eğilimine girmiştir. İşte burada, sorunun ana halkasını yakalayabiliriz. Her kapitalist ekonomide olduğu gibi bizde de ser­ maye için esas kural daha fazla artı-değer üretecek mekanizmaları sağlamaktır. Ama özellikle 1980’lerde ve günümüzde finans-kapitali çılgına çeviren olay da budur: Bu mekanizmalar iyice yıpranmış ve giderek ayakbağı haline gelmiştir. Çünkü sermaye daha fazla sömürü için daha fazla yoğunlaşmak ve daha büyük sermayeyle yola çıkmak zorundadır. Bugün ise bu en az 5 yıllık ufukta bile görünmüyor. Bunu açalım. Sermayenin yeni yatırımlarla teknik yenilemeye gitmesi iki nedenden dolayı olanaksızdır: Birincisi, bugün istatistikler sanayinin yılın ikinci üç ayında yüzde 1,6 büyüdüğünü, stokların yüzde 6’lara çıktığını ve son 10-15 yılın geçen yıl ulaşılan en yüksek kapasitesinde de geriye saymanın başladığını gösteri-

3


yor. Böylece 4 şubat kararları sermayenin kalesinde ilk gedikleri açmaya başlamıştır. Şimdi bu gedikler öylesi­ ne büyümeye başlamıştır ki, işçi sınıfının örgütlü ve devrimci gücü de işin içine girdiğinde kalenin düşme tehli­ kesi belirtmektedir. İkincisi, böylesi bir teknik yenilenme trilyonlarca liralık bir operasyon demektir. Bugün, finans-kapital yatırım yapmaktan ölümden korkar gibi korkmaktadır. Yapılan hesaplamalar finans-kapitalin gelişen krizle bir ayağını da her an hazır tetikte dışarıda tuttuğunu gösteriyor ki yine dört ayağı üstüne düşebilsin! 1976-1987 yıllarında yurt dışına çeşitli para oyunlarıyla —hayali ihracat, ithalat vb.^- yaklaşık 15 milyar dolar (Bugünkü değeriyle 24 trilyon lira) sermaye ihraç edildi. Özellikle 1979-80’li yıllar ve 1987’lerde kaçışın hızlandığı ifade ediliyor. De­ mek ki, kâr rotasında ilerleyen finans-kapital gemisinin pusulası bu kez Avrupa para denizini gösteriyor!.. Spe­ külatif oyunlarla havadan trilyonları vurmak varken, bizim asalak parababalarımızın ‘taş atıp kollarını yormaları’ beklenir mil.. Finans-Kapitalin SANAYNDEKİ AÇMAZI budur!.. Tarım sektöründe de 1950-60’lı yıllarda başlatılan makineleşme atılımıyla kırsal alandaki potansiyel kaynak­ lar harekete geçirilerek talan edilirken, bu konuda da 70’lerin ortalarından itibaren damarlar tıkanmaya başlamıştır. Finans-kapital burada meşhur GAP projesiyle "makus talihini yenmeye” çalışmaktadır. Oysa nafile! Çünkü daha şimdiden bu proje ‘devletin kasası tam takır olduğundan’ beş yıl kadar rötar yapmıştır. Yıllar önce bitirilmesi düşünülen, GAP’ın bir parçası olan Urfa Tüneli bir kaç beş yıl daha tüketecektir. GAP’ın sınıf hareketinde yaratacağı ‘katalizör-hızlandırıcı’ etkisi de işin çabasıdır. Kırsal alanda yeni bir tala­ nın sayfası açılmaya çalışılıyor. Ama bugün ne Türkiye 1950’lerin Türkiyesi, ne de Dünya!.. Finans-Kapitalin TARIMDAKİ AÇMAZI budur!.. İhracatta da umutlar ‘hayal olup da ihraç edilmiştir’. Bu yolla milyarlarca dolar elde edildiği ‘bahis konusu’ ediliyorsa da bunun da sonuna yaklaşılmıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri sermayenin geri teknikle çalış­ ması ve bu yüzden tüm teşviklere rağmen diğer kurlarla sofrada güçlü bir şekilde hırlaşıp pay alamamasıdır. İkincisi, Uluslararası Finans-Kapitalin IMF, Dünya Bankası kanallarıyla empoze etmeye çalıştığı modelle çeliş­ mesidir:

,

O halde DYP ve SHP’nin, ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında ve verdikleri fetvalar da değerlendirildiğinde bir alternatif değil 12 Eylül ve 24 Ocak’ın “devamcıları” oldukları anlaşılmaktadır

,

;

Uluslararası finans-kapital bir yandan bizim gibi ülkelerin, borçlarını sadık bir şekilde günü gününe ödeme­ sini istemektedir, öte yandan gümrük duvarlarını yükselterek, kotalar koyarak bu istemine yine kendi çelişkisiy­ le en büyük darbeyi vurmaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’nin dünya toplam ihracatından aldığı payın 1975’de yüzde 0,18 iken, bunun 1987’de yüzde 0,50’yi ancak yakalayabildiğim belirtmiştik.Yani 13 yılda ancak 0,32 puanlık bir artış. Bir de öteki ülkelere bakalım: Güney Kore’nin dünya ihracatından aldığı pay yüzde 2,5’ları geçiyor, küçücük Hong Kong’un payı yüzde 2’ye varıyor, Singapur gibi bir ülkenin bile payı yüzde 1,2’ye çıkıyor. Oysa Türkiye daha sıfırı yarılayabilmiştir. Öyleyse içeride ‘ihracat beş kat arttı’ iddialarını dünya pazarı yalanlamaktadır. Bir de, doların değerinde her gün yapılan mini devalüasyonlarla esasen sürekli kan kaybetti­ ğimiz göz önüne alındığında ihracatın da ‘ucan halı’ misali çare olamadığını görüyoruz. Öyle ki, yılbaşından bu yana doların değerindeki artış yüzde 50’lere yaklaşmasına karşılık ihracat teklemeye başlamıştır. Çünkü içeride enflasyon sarmalına giren parababaları tüm para oyunları ve teşviklere rağmen diğer pazarlardaki şans­ larının birer birer kaybetmekte, kapılar birer birer yüzlerine kapanmaktadır. Finans-Kapital’in İHRACATTÂKİ AÇMAZI budur! Tüm bu parametreler bir araya getirildiğini artık ekonominin uzun dönemli bir resmini çekebileceğimizi söy­ leyebiliriz. Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye ekonomisinin devresel olarak krize girme nöbetleri saptanmıştır. Bu araş­ tırmaya göre Türkiye ekonomisinin dip —bunalımın had safhaya vardığı dönem— ve zirve —gönenç anlamın­ daki dönem— yılları ve dönemleri belirlenmiştir. Burada yapılan en önemli saptama ‘dip noktalar arasındaki’ aralığın giderek kapandığıdır. 1950-60 yıllarının kapsandığı dönemde dip noktalar arasındaki yıl aralığı 4’tür. 1960-70 yıllarında bu 3,9 yıla gerilemiştir. 1970-80’lerde ise dip dalgaların arka arkaya yükseldiğini görüyoruz: Aralık 3 yıla kadar gerilemiştir. Demek ki, kriz nöbetleri daha sık olarak finans-kapitali ‘ziyaret etmeye’ başlamıştır. Hayra alamet değil!.. Siyasi serim - Bu konuda ilk söylenebilecek şey 1960’lı yılların ortalarına kadar büyük ölçüde ‘kedersiz geçen’ yılların bundan sonra tersine döndüğüdür. 60’lı yılların sonları ile 70’li yıllar ortalarından itibaren kabaran sınıf mücadelesi dalgası binlerce deneyimi biriktirmiştir. 80’li yıllar sonrası öne çıkacak olan ve mücadele hattını örebilecek birikimler açığa çıkmıştır. 8 yıldır politik alanda gidilen kurumlaşmalar da deforme olmaya başlamıştır. 1980 öncesinden çok iyi ders alan parababaları bu kez her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunun bilinciyle tek partinin hüküm sürdüğü bir süreç yaratmaya çalıştı. Ama yine evdeki hesap çarşıya uymadı. 1970-80 yıllarında Türkiye’de tam 11 hükümet değişikliği yaşandı. Özellikle 70’lerin ortalarından itibaren sis­ tem iyice aşınmaya başlarken, koalisyonlar siyasetin vazgeçilmez ara çözümleri oldu. 80’de Cumhuriyet tarihi­ nin en ağır krizi bu konuda da köklü bir tavır değişikliğine gidilmesini ‘emrediyordu’. Vehbi Koç, ‘uzun yıllardır ABD’de uygulanagelen iki partili bir sistemin oturtulması’ hayali içindeydi. Hayali gerçek kılmak için anayasa­ nın dışında diğer yasalarla da bu yeni sistem tahkim ettirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen, 80 öncesinin ‘hastalıkları’ yine başka biçimlerde ortaya çıkmakta ve yine parababalann keyfini kaçırmaktadır. Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündem­ de parababalarımızın yeni icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Ecevit’i ‘hürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti, şimdi de yerel seçimlerin erkene alınması için. 1983'den beri 5’in üstünde seçim atmosferi yaşanmış ve bu sonunda ekonomik hesapları da alt-ust etmiştir.

Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştin Bugün ekonomik hem de politik arenada girilen kriz sarmalının boğumları birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin [ önüne geçmeye çalışmaktadırlar.

,

,


Referandum, koalisyonlar gibi istikrarsızlığın artık bir başka adı olmuştur. Finans-Kapital’in azgın babası Sa­ bancı ‘Hastalıklar tünelinden geçiyoruz, kantarın topunu iyi ayarlamak lazım, yoksa bunun bedelini 50 milyon ağır “öder” derken kendisini bunun dışında tutmaktadır. Bunalım derinleştikçe bankalar kubbesinde domuz topu haline gelen finans-kapitalizm de sular altında kaldığında şaşılmasın!.. Siyasi gelişmeler Türkiye’de ‘bir teknoloji devrimi hızıyla’ başdöndürmektedir. Dünün Özalcı parababaları buğun Demirel’e methiyeler dizmekten geri kalmamakta ona iyiden iyiye göz kırpmaktadır. Finas-Kapitalin ocağı TÜSİAD’da yapılan dirsek temasları, kapalı toplantılar Demirel’in de aldığı icazetin ardından iyiden iyiye düşünülmeye başladığını düşündürüyor. Değneğin diğer ucunda sosyal-demokratlarımız vardır. Her iki ucun ‘ne yapabileceklerini önce kendi ağızlarından dinleyelim. Bay Demirel’in esasen FinansKapitalin yedek atı olması yüzünden ekonomik-politika konusunda gündeme getireceği yeni bir şey yoktur. Za­ ten kendisi Özal ile arasındaki farkı şu cümleyle açıklanmaktadır: “ Beethoven’in 7. senfonisini —Yani 24 Ocak bestesini kastediyor— Wew York Flarmoni Orkestrası ayrı, Dinar Belediye Bando Takımı çalar. “ Burada, Demirel’in faşizmin daha estetik bir yüzle uygulanması yönündeki ısrarını anlıyoruz. Oysa bugünkü ortamın sertliği estetik de olsa bütün kanı, işkencesi, zulmü ile 12 Eylül’ün arkadaki yüzünü gizleyemez. Bay Demirel, burada bir başka demagojiye kaçıp ‘devletten’ dem vurmaktadır. Çünkü finans-kapitalin stratejik hattı için önerebilece­ ği başka bir ‘reçete yoktur’. Finans - Kapital’in DEMİREL AÇMAZI budur! Değneğin diğer ucundaki bayların da pek fazla şanslarının olmadığını yine kendi ifadelerinden anlıyoruz. Referandum öncesi yaptıkları söyleşilerde Bay İnönü ve onun yeni silahşörü Deniz Baykal Özal’ın halen izledi­ ği ‘her gün yapılan mini devalüasyonlar, ihracata öncelik’ gibi ekonomik politikalarına aynı yaklaşım içinde ol­ duklarını açıklamaktadır. Bir diğer açıklamalarında, CHP’nin yıllardır savunduğu ‘bağımsızlık’ ilkesini de FinansKapitalin yüzü suyu hürmetine terk eylemişlerdir. O halde, DYP ve SHP’nin ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında ve verdikleri fetva­ larda değerlendirildiğinde bir alternatif değil, 12 Eylül ve 24 Ocak’ın ‘devamcıları’ oldukları anlaşılmaktadır.

Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündemde parababalarının yeni icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Bay Ecevit’i h ürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti şimdi de yerel seçimlerin erkene alınması için.

i ,

Finans-Kapitalin her iki devamcıya da daha sıcak bir gözle bakmaya başlamasının işaretleri giderek ‘kabak haline gelen lastiğe’ yedek bulundurma ihtiyacındandır. Ne olursa olsun, sonuçta 24 Ocak senfonisi onların yaşayabilmeleri için kimi zaman yavaşlayan, kimi zaman da hızlanan bir tempoda çalınacaktır. Orkestra şefinin görevi itaat, besteye sadık kalmak ve onu seslendirmektir. Siyasi arenada yaşanan olayların bir başka tarafı da esasen bestenin devamlı çalınmasını zorunlu kılmakta­ dır. 1970’lerin ortalarına kadar baş ağrıtmayan Doğu sorunu da artık tüm canlılığıyla gündemdedir. Daha şimdi­ den ekonomik mekanizmanın ve sistemin kanının önemli bir miktarını bu sorun emmeye başlamaktadır. Eko­ nominin başlayan militarizasyonu da kocaman bir açmazdır. Çünkü, bu da finans-kapital için uzun bir soluk alınabilmesine bağlıdır. Bu ise bugün olanaksız görünmektedir. Somut koşullar bu ufku da açmamaktadır. Sermaye kalesinin hem ekonomi hem de siyaset arenasında bozguna uğramasına yol açacak gelecekteki beklenen gelişmeleri de sıraladığımızda tabloyu yavaş yavaş tamamlayabiliriz: 4 Şubat kararlarının 1991’lere kadar yürürlükte olacağının belirtildiği bir dönemde, uluslararası finans-kapitalden art arda uyarılar gelmeye başlamıştır. Başta IMF ve OECD dünyaya örnek gösterilen Türkiye ekonomisinin kır­ mızı alarm verdiğini raporlarıyla sergilemektedirler. Sermaye çevrelerinde ‘daha önceki kararlara fatiha okuttu­ racak yeni kararların ve paketlerin açılacağına’ ilişkin başlayan söylentilerle bu uyarılar bir araya getirildiğinde referandum sonrasında finans-kapitalin hem ekonomik, hem de siyasi cephede yani bir saldırıya hazırlandığı izlenimi doğurmaktadır. Ülke içinde başlayan krizi hızlandırıcı iki çok önemli etken daha mevcuttur: Bunları sıralamak gereklidir. Bi­ rincisi, bugün artık 50 milyar doları aşan dış borçların finans-kapitalin önüne dayanacağı ‘borç erteletme ope­ rasyonudur’. Borç erteletme parababalarının kaderidir. Ama bunu şimdi, uluslararası finans-kapital nezdinde itibarlarını yitirmemek ve değirmenin aşırma suyla; borçlarla dönmesini sağlamak için ağızlarına bile almak­ tan korkmaktadırlar. Bunun yapılması, bu kez bugün 50 milyar doları aşan yarın hızla 60 milyar dolara doğru tırmanan dış borçların bugün olmasa, en geç bir-iki yıl içinde bu kez çok daha kronikleşerek kapıyı çalması gündeme getirecektir. Ya bugün, ya yarın veya ertesi gün. Ecelden kaçmanın faydası yoktur!.. Her iki durumda da borç erteletme damarlardaki tıkanıklıkları arttıracak, bu kez kalpten beyne kanın pompalanamama tehlikesi apaçık belirecektir. İkinci etken ise sonbaharda başlayacak yaprak dökümüdür. 1982-83’lerde başlayan ve bu yılın başlarında hafifçe başını doğrultan iflas dalgası ortalığa toz attıracaktır. Faizlerle artık nefes alamayan özellikle küçükten de çıkın, orta ölçekli sanayiler, firmalar finans-kapitalin avucunun içine düşmeye başlayacaktır. Bunun yanın­ da, tampon sınırdaki orta kitlelerin de enflasyon, işsizlik, parasızlık üçgeninde giderek mülksüzleşmeye başla­ maları da söz konusudur. Bir bankerlik faciası gibi, bir konutzede faciasının ortaya çıkması için tüm şartlar hızla olgunlaşmaktadır. Her iki olay da kitlelerdeki ekonomik ve politik kopuşmaları ve tepkilemeleri gündeme getirecektir. Örgütlü proieterya sosyalistleri işte bu momentte, politik istikrarsızlık ortamının giderek nesnel bir olgun meyve haline gelmeye başladığı momentte, geçmişten bu kez farklı koşullarda, farklı ve yüksek dövüş gücüyle günde­ mi belirleme, geiişmeteri kendi kanallanndan yürütmeye başlamak göreviyle karşı karşıyadır. Artık finans-kapital için geri dönülmez bir yolda ilerlendiğinin her geçen gün kesinleştiği bir dönemde bu görev on binlerce proleterya sosyalistinin omuzlarındadır.

5


STALIN'DEN GORBACOV'A MEHMET YILMAZER Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılan­ debise iki farklı dönem den söz etmek müm­ ma süreci ilerliyor. Gerek dünyada, gerekse kün. Ve gerçekte Stalin dönem inden bu­ Sovyetler’de pek çok tartışmaya yol açan güne dek gelen hastalıklar 1934 Sonrası­ bu gelişim aynı zamanda kendinden önceki nın yapılanmasında yatar. Bu birbirinin ka­ dönem lerin kritiğini de gündem e getirm e­ çınılmazca devamı olan fakat birbirinden ol­ den edem edi. Bu ise özellikle Stalin d ön e­ dukça farklı özellikler gösteren 1934 öncesi minin tartışılması demekti. S ovyet insanı, ve sonrasının temel karakterlerini irdeleme­ bugüne kadar yakalayamadığı fırsatı el­ ye çalışalım. de edince yılların birikimi, bazen çekimser Lenin’in kısa ömrü sosyalizmin kurulu­ olarak da olsa, ortaya saçılmaya başladı. şunda “savaş kom ünizm fnden N E P e d ö ­ Bugün Sovyetler’de yeniden yapılanmanın nüşe yetebildi. 28 Şubat 1921 Kronştat hergün aldığı yeni biçim kadar Stalin d ö ­ ayaklanması, ‘savaş komünizmine bir tepki nem i de tartışma konusu. Yeni düşünce­ oldu. Ve N E P e dönüş başladı. N E P en baş­ ler elli yıl öncesinin olaylarını yargılayarak ta kıra “ticaret özgürlüğü” demekti. Geçici ürüyor. Türkiye devrimcileri için olayın an­ bir geri çekilmeydi. lamı, tarihte kalan olaylann yeniden değer­ lendirilmesi olurken, Sovyet insanı için ken­ Y ine aynı yıllarda uluslararası planda çok di tarihi, yeni bir atılış için sıçrama tahtası önemli bir değişim, Avrupa’da bir proleter anlamına geliyor. Onun, bütün örtülü yan­ devrimi olasılığının gittikçe tükenmesiyle lan açılmalı, bütün “tabular kınlmalıdır. yaşandı. Böylece S B K P n in gündemine Glasnost insanları böyle düşünüyor. “tek ülkede sosyalizm” sorunu bütün şid­ Yeniden yapılanma neden, kendinden detiyle geldi. Bugünden olaya bakıldığın­ önceki dönem leri gündem e getirdi? Ç ün­ da, her şey otağanüstü basit görünüyor. kü, perestıoyka genel karakteri bakımından Ancak o günlerin cehennem cil ortamında öncesinin zıttı özellikleri taşıyor. Ve bugü­ sorun hiç de apaçık değildi. “Tek ülkede ne kadar katılaşmış pek çok kalıbı kırarak sosyalizm” sorunu Lenin’in 1915 Yılında gelişiyor. Eğer olaya skolastik bir mantıkla “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine’ bakılırsa artık değiştirilen ve inkâr edilen dü­ makalesinde ele aldığı gibi teorik bir so­ run olmaktan çıkmış, tamamıyla pratik bir nün değerleri top yekûn “yanlış” olarak ilan edilebilir. H ele yaşanan değişim oldukça var olm a savaşına dönüşmüştür. derin birikimlerden sonra patlak verince Leniriin ölümünden sonra bu konuda en böyle bir tehlike daha da artmaktadır. az Stalin yalpaladı. Başta Troçki, ardından “Stalin ve S S C B tarihi üzerine tutku k ö­ Zinovyev tek ülkede sosyalizmin “zaferini” pürüyor ve daha uzun süre köpürmeye d e­ imkânsız gördüler. Bu paniğin politikaya vam edecek. Tartışmada daima iki taraf - yansıması ise kendini Troçkistlerin “aşın olacak: Stalin’d en nefret edenler ve bütün sanayileşme” parolasında ortaya koydu. yürekleriyle ona dürüstlükle “hizmet eden1923-27 yıllan arasında Parti saflanndaki ler” ( l ) en yaygın ideolojik m ücadele konusu “tek Bir kimya mühendisi, Sovyetler’de bir ga­ ülkede sosyalizm sorunu” ve N E P idi. “Troçzeteye yolladığı mektupta böyle diyor. Ve kist muhalefet” 1923’lerde Avrupa’da bir bugün akıp giden tartışmada gerçekten bu devrim ihtimalinin o dönem için sona er­ iki zıt kutup çoktan şekillenmiştir. Uçlardan mesi gerçekliğinden hareketle, Sovyetlerbirisi Stalin döneminin topyekün inkânna de sosyalizmin kuruluşunda geçici bir adım olarak uygulanan N E P ’e şiddetle karşv çık­ vanrken, diğeri ise bütünüyle benimsenme­ si gerektiğini savunuyor. Bu savruk düşün­ maya başladılar. celer, yıllann birikiminden sonra hiç de şa­ Ekonomi konularında Troçkistlerin söz­ şırtıcı olmasa gerek. Bunlar, glasnost seli­ cüsü durumunda olan E. Preobrazhensky nin deli akıntılarıdır. Zaman, ama hepsin­ 1925’lerde şöyle diyordu: den önemlisi Parti’nin doğru yol gösterici­ “Başlangıçta N E P kelimesi türetildi ve ay­ liği, savrulan akıntılan esas nehir yatağın­ nı anda üç anlamda kullanıldı: a) Yeni eko­ da toplayabilir. nomi politika, b) Karma meta sosyalist sis­ temimiz, c) Ekonomim izde burjuva pren­ Stalin dönem iyle ilgili, böylesine birbiri­ ne zıt düşüncelerin şekillenmesinin altında sibi. Şimdi “yeni ekonom i politika” yerine hiç şüphesiz ki objektif bir tem el olmalıdır. sosyalist birikim politikası, sosyalist birikim Hatta bu maadi tem el bugüne kadar sark­ dönem i demek daha doğru ve uygun olur­ du.” (2) mamış olsa, tepkiler belki de böylesine ayn noktalara sıçramayabilirdi. O nedenle GorE. Preobrazhensky, “sosyalizmde ilkel baçov’la başlayan yeniden yapılanma ha­ birikim” tezinin savunucusudur. Geri ülke­ reketi, geçmişe göz atmadan yeterince açık­ de sosyalizmin kurulması sorunu böyle bir lanamaz. problemi sosyalist devletin önüne getirmiş­ S T A LİN D Ö N EM İ tir. Peki bu nasıl yapılacaktır? Stalin 29 yıl S ovyet iktidannın birinci is­ “Küçük burjuva ekonomisinin (köylülük mi olarak kaldı. Ancak “Stalin dönemi” ola­ dahil) kaynaklarına dokunmaksızın, sosya­ rak top ateşine tutulan d ön em ise list ekonominin kendi başına ilerleyebileceği 1934lerle başlar. 1934 öncesinde gen el­ düşüncesi hiç şüphesiz her durumda karşı likle Stalin’den “olumlu” olarak söz edilir. devrimci bir ütopyadır. Sosyalist devletin bu Sonrasında ise “kişi tapıncı”yla aşırılaşan noktadaki görevi, kapitalistlerden aldığın­ “kötülüklerinden... dan daha azını küçük burjuva üreticilerden Bu yargının gerçeklik payını irdelemelialmak değil, fakat ülkenin sanayileşmesi ve yiz. Sovyetler’de dönemler lider isimlerine tarımın yoğunlaştırılması temelinde, bütün aşınca bağlı görünüyor. StaKn’in liderliğin- ] ekonominin (küçük üretim dahil) rasyonel-

leştirilmesiyle küçük üreticiye sağlanacak, halen d ah a geniş olan gelirlerinden da­ ha fazla almayı içerir (3). Bu tez, 1921’lerde başlatılan N E P ’i bü­ tünüyle dışlamaktadır. NEP, geri üretim te­ melinde kaçınılmaz bir şekilde, köylülerden “daha fazla almayı” değil, köylüye verilebi­ len sanayi ürünü oranında almayı temel politika edinmişti. “Savaş Komünizmi” uy­ gulamasından bu noktada aynlıyordu. O y ­ sa Troçkistlerin tezleri bu yönüyle “savaş komünizmi”nin sürdürülmesi anlamına geli­ yordu. Yazar, aynı “ilkel sosyalist birikim tezi1 ’nde, “sosyalist formlar tarafından sosyalizm öncesi formlann söm ürülm esfnden söz eder. Ancak bu teze Buharin’in haklı itirazlan karşısında kendini şöyle savunmadan edem ez: “Makalemde sosyalist formlarla sosyalizm öncesi formlann sömürülmesinden söz et­ tim, fakat hiçbir yerde ve hiçbir zaman pro­ letaryanın köylülüğü sömürmesinden söz etmedim. Bundan bilinçli olarak kaçındım, çünkü sosyalizm tarafından küçük üretimin sömürülmesi hiç de zorunlu olarak prole­ tarya tarafından küçük üreticilerin söm ü­ rülmesi anlamına gelmez.” (4) Bilindiği gibi geri tanm ilişkilerinde kü­ çük üreticinin artı-değeri sermaye birikimi­ ne yol açamayacak denli azdır. 1925 Rus­ ya’sı koşullarında Troçkistlerin bu tezleri köylülüğe henüz gerekli tanm aletlerini ver­ m eden onlan yıkıma uğratmak anlamına geliyordu. Bu, proletarya iktidannın çök­ mesi olurdu. Bu tezler X IV Kongrede (1925) reddedildi. Kongre sonrası gizli ya­ yınla propagandayı sürdürmeye çalışan Troçkist muhalefet 1927 sonunda partiden ihraç edildiler. XV. Kongre (1927) öncesi Parti’de yürütülen açık tartışmada 724.000 üye M K tezlerini, 4000 üye Troçkist mu­ halefetin tezlerini destekledi. Yukanda açıklandığı gibi Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşunda ilk önem li dönüş noktası N E P ’in ilanıyla başlamıştır. Sana­ yii elinde tutan proletarya devletinin henüz geniş köylü yığmlannı yeni tanm tekniği ve gerekli tüketim maddeleriyle besleyemediği bir dönem de, tanm ürünlerine belli ölçü­ lerde serbest ticaret hakkı veren NEP, böy­ lece proletarya iktidanna sanayii hızla kur­ mak için bir nefes alma imkânı veriyordu. Ancak böyle bir geçici geriye çekiliş, yani kırda ve iç ticarette kapitalizmin gelişmesi­ ne belli ölçülerde özgürlük tanınması, tek ülkede sosyalizmin kurulma imkânını g ö ­ re m e y e n le r i p a n iğ e uğrattı. “Aşırı sanayileşme” ve “köylüden daha fazla alınması” çığlıklannı attılar. Oysa 1921 Kronştand ayaklanması geri köylü yığınlanndaki hoşnutsuzluğu açığa vuran en ke­ sin kanıttı. XIV. Parti Kongresi bu görüşle­ ri resmen yenilgiye uğrattı. Sosyalizmin kuruluşunda diğer önemli dönüş 1929 yıllannda başlar. NEPin ilk d ö­ nemi kapanmak üzeredir. Kırda kulaklara karşı m ücadele başlar. Tam bu momentte, Parti’den B uharin liderliğinde “sağ muhalefet" patlak verir. Her dönüm nok-


tası Partide kaçınılmaz biçimde savrulma­ lara yol açmıştır. Bu dönüşün özü ve nedenleri neler­ di? Buharin’e verdiği cevapta Stalin şöyle di­ yor: “Oysa şimdi yeni bir gelişme evresi, eski dönemden, yeniden onanm döneminden, farklı bir dönem e geçiyoruz. Yeni bir kuru­ luş döneminden, tüm ulusal ekonominin sosyalizm temeli üzerinde “ yeni baştan kurulması döneminden geçiyoruz.” (5) Bu ne demektir? Kapitalizmden devralman üretim araçlannm “yeniden onanm fndan, sanayiin “yeni baştan kurulması”na geçiş­ tir. Böylece kapitalizmin halen var olan arüklannm hayat alanlan iyice daraltılmış olu­ yordu. Öte yandan, N E F in ilk dönem inde kır­ da kulak güçlenmiştir. Malını pazara sürmeyip, spekülasyon yapabilecek kadar pa­ lazlanmıştır. Stalin bir örnek aktarır: “Örneğin, Kazakistan’da meydana gelen olay gibi olayları biliyor mu? Ajitasyonculanmızdan biri, ülkenin azığının sağlanma­ sı uğruna, buğday ekicilerini buğdaylarını teslim etm eye ikna etm ek için iki saat b o­ yunca konuşmuştu; bir kulak, piposu ağ­ zında öne çıktı, ilerledi ve yanıt verdi ona: ‘Hele şöyle biraz danset bakalım delikan­ lım, belki de o zaman iki pud buğday veri­ rim sana’... Gidinde ikna edin bakalım bu adamlan!” (6) Şehirde, sosyalist sanayiin temellerinin güçlenmesi, kırda buna bağlı olarak k oo­ peratif hareketinin hızlanması, artık palaz­ lanan kulaklann tasfiyesi m omentine vanldığına işaret ediyordu. Oysa aynı dön em de Buharin’in tezlerin­ de yükselen mücadelenin karakteri farklı bir şekilde tespit edilir: “Kendi ‘iş’lerine izin verm ekle şehir bur­ juvazisiyle (Nepman) sınıf mücadelesini terketmediğimiz gibi, aynı şekilde, kırdaki ben­ zer politika ile de sınıf mücadelesinin terkedildiği anlamı çıkmaz. Yalnızca onun bi­ çimini değiştiriyoruz. Kır tüccarlarının dük­ kânlarına doğrudan zor ve güçle karşı çık­ mamalı, fakat kendi iyi kooperatif dükkânlanmızla karşı çıkmalıyız. K öy tefecilerine karşı... kendi kredi sistemimizle karşı koy­ malıyız... Bunlar kırlardaki sömürücü un­ surlarla m ücadelede ön e çıkartmamız g e ­ reken silahlardır.” (7) 1927-28’de patlak veren kulaklann “buğ­ day grevi”ne rağmen Buharin sınıf müca­ delesinde karakter değişimini görem em iş­ tir. Buharin, daima “adım adım” bir d eği­ şimle Nepm anlann ve Kulaklann elen m e­ sini, güçsüzleştirilmesini savunmuştur. O y ­ sa, emperyalizm denizinin ortasında bir adacık konumunda olan Sovyetler için za­ man kaybı en öldürücü etkendi. Aynca, Kulaklann direnişi, yani spekülasyonu ar­ tık yeni bir momentin gelip çattığını açıkça ilan ediyordu. “Biz, 1921’de N E P i kurduğumuz zaman, onun sivri ucunu savaş komünizmine, her ne olursa olsun, tüm ticaret özgürlüğünü dıştalayan bir rejime ve bir eşya düzenine karşı yöneltmiştik. N E P in belli bir ticaret özgürlüğü anlamına geldiğini düşünüyor­ duk ve düşünüyoruz. Buharin, sorunun bu yönünü aldı. Ç ok iyi. A m a Buharin, soru­ nun bu yönünün N E P ’in tümü olduğunu varsaymakla yanılıyor. N E P in bir de öteki yönü olduğunu unutuyor. Gerçekten de, N EP eksiksiz tüm bir ticaret özgürlüğü, pa­ zar üzerinde ö zgü r bir fiyat oyunu dem ek değildir. NEP, bazı belli sınırlar içinde, b a ­ zı belli çerçeveler içinde, p azar üzerinde­ ki düzenleyici rolü devletin elinde ol­ m ak üzere, ticaret özgü rlüğü demektir. Bu da N E P ’in ikinci yönüdür.” (8) N E P ’in ilk 6-7 yılından sonra kulakların

başlattığı “pazar üzerinde özgür bir fiyat oyunu* Buharimn tezleri ile aşılamazdı. Bu­ harin, N E P le birlikte, henüz sosyalizmin en kritik kuruluş günlerinde, sınıf mücadelesi araçlannı neredeyse bütünüyle ekonom ik bir yanşa indirgemiştir. Oysa, o günlerde siyasi zordan vazgeçm ek, genç S ovyet iktidan için mümkün değildi. “Sağ muhafelet”, yani Buharin, Rykov ve Tomsky’de somutlaşan bu politika XV. Kongre sonrası 1929’da Partiden tasfiye edilmiştir Ardından gelen X V I. Kongre (1930) “tüm cepheler boyunca sosyalizmin top yekûn saldırı kongresi olarak” (9) tari­ he geçmiştir. Bu saldırının düzenli tüm en­ leri 1928-1932 yıllannı kapsayan ilk beş yıl­ lık plan uygulamasıdır. 1934’te X VII. Kongre raporunda Stalin gelişmeleri değerlendirirken şu tesbitleri ya­ par: “Bundan, kapitalist ekonominin artık S S C B ’de tasfiye edilmiş olduğu ve kırsal alanda bireysel köylüler kesiminin ikincil plandaki mevzilere çekilmiş bulunduğu so­ nucu çıkıyor.” (10) 1934’ler Sovyetler’de kapitalizmin geri dönülm ezce yenildiği, sosyalizmin maddi temelinin sağlamlaştığı yıllardır. İlk Beş Yıllık Planla büyük bir coşku ve halk insiyatifiyle, şehir ve kırlann çehresi çok büyük öl­ çülerde değiştirilmiştir. X VII. Kongre’den “zafer kongresi” diye söz edilir. Bu zaferin anlamı açıktır, sosyalizm, yürütülen ekono­ mi politikayla geniş halk yığınlarının görül­ memiş girişimiyle artık perçinlen m iştir. Öte yandan, bu kongrede Kamanev, Zinovyev ve Buharin’de Partiye dönmüş, Kongre’de yürütülen politikayı destekleyen konuşma­ lar yapmışlardır. Maddi gelişim, Parti saf­ larında daha önce yaşanan ideolojik mü­ cadelenin sola ve sağa yalpalayan yönle­ rini imkânsız hale getirmiştir. Ortada sos­ yalizmin kuruluşunun tartışılmaz kanıtları durmaktadır. B öylece 1934 Şubat’mda X V II. Kongre ile Stalin döneminin ilk bölümü kapanmış olur. SERG Eİ K İR O V ’U N K A T L İY L E B A Ş L A Y A N “B Ü Y Ü K T A S F İY E ” D Ö N EM İ 1934’teki X VII. “Zafer” Kongresi’nden sonra, aynı yılın sonunda, Partide Stalin1 den sonra gelen, M K Sekreteri Sergei Kirov, “partinin sevgili çocuğu”, Leningrad1 daki Parti odasında, yine Parti üyesi bir provakatör tarafından vurulur. Olaya ilk ken­ diliğinden tepki, Sovyetler’in her bölgesinde yapılan “intikam” mitingleridir. Bütün ülke­ de politik hava birden değişir. Kirov olayının karakterini belirleyebilmek için, önceki gelişmelere bakmak gerekli. En belirgin olanları sıralarsak olayın nasıl ka­ rakter değiştirdiği ortaya çıkacaktır. 1928’in başlarında Şahti ve Donets kö­ mür madenleri bölgesinde eski burjuva uz­ manlardan oluşan büyük bir sabotaj gru­ bu ortaya çıkartılır. Bunlara bağlı olarak da­ ha yaygın bir örgütlenm e “Sanayi Partisi” 2 bin civannda üyesiyle kendini ele verir. Üyeler genellikle kalifiye teknik uzmanlar­ dır. Bu olay, sosyalizmin teknik geriliğine karşı burjuva artıkların kendi teknik silah­ larıyla sosyalizmin kuruluşuna karşı bir di­ renişti. Sosyalizm hızlı adım attıkça ve g e ­ niş teknik kadro yarattıkça bu silah geçer­ liliğini yitirdi. Y in e 1930’larda Sosyalist Devrimcilerin tabanına dayanan bir yeraltı örgütlenmesi “Emekçi Köylü Partisi” deşif­ re edilir. Hızla çözülen bu örgütlenme önem li politik sonuçlar doğurmaz. Bu d ö ­ nem de ortaya çıkartılan diğer bir örgütlü yapı “Birleşik M enşevik Bürosu”dur. Bu sabotaj salgınları bazı ölüm cezaları ve iki bin kişinin Partiden ihracıyla durgun­ laşmış görünür. (11) Ç ok açık ki bu yıllar, bizzat Sovyetler’de

kapitalizmin güçlü kahntılanna karşı savaş yıllandır. Ve budönem 1934 X VII. K on g­ resi ile noktalanmış görünür. Kapitalizmin artıklannın ve Parti içindeki muhalif akımlann umutlannın tükendiği dönem yine bu dönemdir. Bu iki açıdan böyledir. Yürütü­ len Beş Yıllık Plan seferberliği ile sosyaliz­ min maddi temelleri geri dönülm ez bir şe­ kilde sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda, Parti içinde yürütülen ideolojik m ücadele ile sapkın eğilimler kesin bir yenilgiye uğ­ ratılmıştır. Bu yenilgi, sanayii atılımı ve ta­ nındaki kolektifleştirme ile taçlandırılınca, sosyalizme karşıt eğilimlerin umutlannın tü­ kenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Sergei Kirov’un oldukça iyi korunması­ na rağmen bizzat Parti binasında katledil­ mesi ve provakatörün parti üyesi olması bü­ tün Sovyetler’de ve özellikle Parti safların­ da şok etkisi yaratmıştır. En kaba bakışla ilk tespit edilebilen gerçeklik, sosyalizm düşmanlannın Partiyi bizzat Parti içinden vur­ mayı denemeleridir. Kirov olayı ne o gün ne de bugün yeterince aydmlanmamıştır. Kirov’un ismi Leningrad Parti örgütünde, Troçki’yle aynı safta yer alan ve Kirov’dan önce Leningrad Parti örgütünde sorumlu durumundaki Zinovyev ve taraftarlarına karşı yürüttüğü güçlü ve tutarlı m ücadele­ de öne çıkmıştır. Bu parti bölgesindeki “sol sapma”, Kirov’un öncülüğünde yenilmiştir. Fakat Kirov bunun bedelini parti için çok büyük önem taşıyan yaşamı ile ödemiştir. Suikast olayına Leningrad Çeka’smdan* ba­ zı isimler de karışmış fakat olay yeterince aydınlanamamıştır. Bu dönemin, yani 1934’te başlayan 1937’de durulmaya başlayan “büyük tasfiye” döneminin siyasi değerlendirmesine geçm eden, o yıllarda yaşanan olaylan ana hatlanyla özetlem ek gerekli. Kirov olayından hem en sonra, Politbüro’nun ilk aldığı karar, sonraki gelişimlerin kaderini belirlemiştir. “ (1) Soruşturma yapmakla görevli ku­ rumlar, terörist eylemleri hazırlamak ya da yürütmekle suçlananların durumları hakkındaki çalışmalarına hız verecektir. “ (2) Yargı organları, bu kategoriye giren suçlularca yapılan pişmanlık başvurulan ne­ deniyle ölüm cezası kararlannın uygulan­ masını geciktirmeyecektir, çünkü S S C B M erkez Yürütm e Komitesi Presidyumu böyle başvurularının dikkate alınmasını mümkün görmemektedir. “(3) N K V D (Ç eka bn.) görevlileri, yuka­ rıda sözü edilen tipteki suçlular hakkındaki ölüm cezası kararlarını, karar alındıktan sonra derhal uygulayacaktır.” (12) Böylece, olayların soruşturulması ve cezalann infazı yetkisi, Çeka’ya verilmiştir. Üs­ telik kararların büyük bir süratle uygulan­ ması kaydıyla. Bu karar, lik bakışta son d e­ rece doğal ve yerinde görünür. Proletarya iktidannda her türlü yıkıcı girişime karşı ör­ gütlenmiş olan Olağanüstü Komite: Çeka, şimdi de benzer bir görevi yürütecektir. A n ­ cak tam bu noktada, önceki faaliyetlerin karakterinden bambaşka karakterde bir ol­ guyla yüzyüze gelinir. Kirov’u vuran da par­ tilidir. B öylece soruşturmanın mızrak ucu kaçınılmaz bir şekilde parti içine yönelmiş­ tir. Olayların süratli akışı içinde, S ovyet iktidannm e g temel direği Parti, yalnızca dev­ let organlarından birisi olan Ç eka’nın g ö z­ etimi altına girer. Bu olgu Sovyet yaşamın­ da ve özellikle parti yaşamında olağanüs­ tü alt üstlüklere neden olur. Olayların akışını basamak basamak izle­ yelim. Kirov olayından hem en bir yıl önce 1933’de X VII. Kongre öncesi, periyodik “partiyi arındırma” çalışmalarından birisi başlatıldı. Bu, devrim sonrası koşullarından birisiydi. Daha önceleri 1920, 192İ, 1924,


1925 ve en son 1929-1930’da uygulanmış­ tı. 1933’teki uygulama ise, parti üyeliğin­ de aşın şişme üzerine karara bağlandı. 1930-1933 arası Partiye 600.000 yeni üye katılmıştı. “Parti, 1930-33 yılları arasında­ ki koşullarda böylesine büyük bir katılma akımının, üye sayısının anormal ve isten­ m ez bir artışı olduğunu sezmemezlik e d e ­ mezdi. Parti saflanna sadece dürüst ve esir­ genm ez kimselerin değil, ama rastlantı so­ nucu gelm em iş üyelerin de parti bayrağını kişisel bir erekle kullanmak isteyen ikbal avcılannın da girdiklerini biliyordu.” (13) (*) Ç eka kuruluşundan sonra birkaç isim değiştirmiştir. Önce N K V D sonra K G B o l­ muştur. Biz yazımızda ondan en bilinen is­ miyle, Çeka olarak söz edeceğiz. 1933’te başlatılan Parti’d e tasfiye çalışma­ sı, Kirov’un vurulmasından sonra, kaçınıl­ maz bir şekilde yepyeni özellikler kazanamıştır. Üstelik “temizlik” çalışmasının içine kaçınılmaz bir şekilde Çeka’da aşınca gir­ miştir. 1935’te üye kaydı durdurulmuş, 1936’da Partililerin “silah taşıma hakkı” kaldınlmıştır. V e 1936 Temmuz’unda Parti örgütleri­ ne yollanan “gizli mektup”la 1934’ten beri sürdürülen Kirov soruşturmasının ilk so­ nuçlan bildirilmiştir, Mektup sanıkların “itiraflannda alıntılarla doludur. Sonuç ise şu­ dur: Troçki’yle bağlantılı olarak, 1932’den beri Kam anev ve Zinovyev’in öncülüğün­ den parti liderini hedef olan suikast eylem ­ lerinin planlamasını yapan bir yeraltı ör­ gütlenmesinin varlığı ortaya çıkanlmıştır. (14) Bu mektubun muhtevasının parti moral yaşamında korkunç bir güvensizlik yarata­ cağı açıktır. 1934 Kongresi’nde Parti’ye bağlılıklannı vurgulayan isimler, şimdi partinin gözünde parti liderliğinin yok edilmesini he­ defleyen bir yeraltı çetesinin üyeleri duru­ mundadır. 1936-7 yılı ünlü “M oskova Mahkem eleri” ile geçer. Partiden başlayıp, Ordu’da bazı üst rütbeli görevlileri de içine alan mahkemeler, ölüm cezalan ile sonuç­ lanır. 1937 Mart Genişletilmiş M K toplantısın­ da Stalin olayları en genel hatlanyla şöyle değerlendirir. “Kendini beğenmişlik, kayıtsızlık ve p o ­ litik uyanıklığın körleşmesi biçiminde ken­ dini açığa vuran, ekonomik başanlann yan­ sıması, yalnızca, partiyi inşa etm e ve Parti­ mizin bütünüyle genişletilmiş politik çalış­ masıyla ekonomik başanlar birleştirildiğin­ de, ancak o zaman, ortadan k ald ıra bile­ ceği, açıklığa kavuşturulmalıdır. “Günümüz Troçkistlerine karşı m ücade­ lede artık eski metodlann, tartışma metodlannm değil, tersine yeni metodlann, kök­ lerinin kazınması ve ezm e yönteminin g e ­ rekli olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. “Partili yoldaşların günümüz bozgunculan ve Şahti döneminin bozgunculan ara­ sındaki farkı açıkça kavramaları, Şahti d ö ­ nemi bozgunculuğunun, insanlanmızın tek­ nik bilgisizliğinden yararlanarak, onlan tek­ nik alanda aldatırken, parti üye kartı taşı­ yan bugünkü bozguncuların, insanlarımı­ zın politik kayıtsızlığından yararlanarak, par­ ti üyeleri olarak görünmelerinin sağladığı güveni kötüye kullanarak bizleri aldattıkla­ rının açıkça kavranması gereklidir.” (15) Burada değinilmesi gereken en önemli nokta, 1934’ten sonraki yaşanan “tasfiye” günlerinde artık parti üye kartının üzerine de kuvvetli şüphe gölgesinin düşmesidir. Ve soruşturma öyle gelişmiştir ki Parti için­ de Troçki, Kamanev, Zinovyev ve Buharin1 in görüşleri ve konumları tek ve aynı kav­ rama: “halk düşmanı” kavramına indirgen­ miştir. Ve elbette bu yargı, dönem dönem bu görüşlere yakınlık duyan pek çok Parti­ liyi de içine alır hale gelmiştir. Partideki tasfiyenin ortaya çıkarttığı diğer

gerçeklere değinelim. Ştalin’in yukanda sö­ zünü ettiğimiz değerlendirm eyi yaptığı M K toplantısından sonra yayınlanan 21 Nisan 1937 tarihli Pravda’da şunlar yer alır. “MK, Troçkistlerin saptırma eylemlerinin açık hale gelm esinden sonra, bunlann d e ­ şifre edilmesi ve maskelerinin düşürülme­ si işinde sanayi ve ulaşımdaki organlann bir kısmının pasif kalması olgusunu kabul edi­ lem ez görmektedir. Troçkistlerin maskele­ ri, genellikle N K V D (Çeka) organlan ve tek tek parti üyeleri gönüllüler tarafından dü­ şürülmektedir.” (16) Pasif kalan organlara yapılan bu uyan­ dan bir yıl sonra M K tam aksi yönde bir uyarı yapmak zorunda kalır. Ocak 1938 M K Karan Partideki tasfiyenin nasıl bir nok­ taya geldiğini gözler önüne seren en önemli belgedir. Biraz uzunda olsa bazı bölüm le­ rini aktaralım: “Kubyişev bölgesinin pek çok biriminde Komünistlerin büyük bir kısmı halk düşma­ nı olarak partiden ihraç edildi. Fakat N K V D (Çeka) organlan ihraç edilen kişilerin tutuk­ lanması için bir neden bulamadı... Bunlar­ dan 43’ü Kubyişev M K Kontrol Komitesi Yürütme Kurulu’na gelerek ya tutuklanma­ larını ya da üstlerindeki utanç verici leke­ nin kaldınlmasını talep ettiler. “Pek çok Parti organı ihraç edilen kişilerle ilgili olarak hoşgörülemez bir keyfilikle dav­ randılar. S ovyet iktidarına ve partiye karşı düşmanca eylem leri nedeniyle değil sos­ yal kökenlerini gizleme ve pasif tutumlanndan dolayı otomatik olarak işlerinden k o­ vuldular. evlerinden atıldılar. “Böylece, bu parti organlannm liderleri, partinin Bolşevik uyanıklık konusundaki sı­ rasında ihraç edilenlerin başvurulannın in­ celenm esine biçimcil bürokratik yaklaşımlanyla, parti düşmanlannm elinde oyuncak oldular... “Bunlar Parti üyelerinin kaderiyle ilgili suç derecesinde bir dikkatsizlikle açıklanabilir... “Rostov bölgesinde 2500’den fazla itiraz başvurusu incelenm edi; Krasnodar’da 2000; Sm olensk’te 2300; Voron ez’de

1200...” Partideki tasfiye sırasında “halk düşmanı” suçlaması artık pekçok dürüst partiliye de sıçrayabilen çamur lekesi haline gelmiş, partiyi arındırmak için yapılan uygulama partinin temellerini sarsmaya başlamıştır. “Halk düşmanı” kavramı belirsizleşmiş, Parti saflannda samimi unsurlan da vuran bir si­ laha dönüşmüştür. Bu gerçekliği gören Par­ ti, M K Kararının son bölümünde Partide yeni tip bir “düşman”a karşı uyan yapmayı gerekli görmüştür. Karar şöyle devam eder: “Bu kılık değiştirmiş düşman -en azılı hain- genellikle uyanıklık konusunda her­ kesten daha çok bağırır, mümkün olan en fazla sayıda insanı deşifre etm ek için acele eder ve böylece Parti önünde kendi suçlannı örter, gerçek halk düşmanlannm mas­ kesini indirmede parti organlannm dikka­ tini saptınr. “Bu kılık değiştirmiş düşman -iğrenç iki yüzlü- her yolla Parti organlannda aşın şüp­ heci bir atmosfer yaratmak için didinip du­ rur, bu yaratılan hava içinde, birisi tarafın­ dan haksızca suçlanmış bir komünisti sa­ vunmak için konuşan her Parti üyesini der­ hal uyanıklık eksikliği ile ve halk düşmanlanyla bağlan olmakla suçlar” (17) Bu karardan çıkartılabilecek en kaba so­ nuçları şöyle sıralayabiliriz: Partiden ihraçlar, suç derecesinde biçim­ cil bürokratik keyfilikle yapılmıştır. Partiden atılanlar “halk düşmanı” d am ­ gasını yedikleri için, ya Çeka tarafından tu­ tuklanmak ya da almlanndaki şerefsiz bir lekeyle yaşamak zorunda kaldılar. Atılmalara karşı yapılan pek çok itiraz ay­ nı bürokratik keyfilikle incelenm eden oy a­ landı.

Hepsinden önemlisi, Partiden tasfiye ko­ nusunda, “kılık değiştirmiş düşmanlar, her­ kesten daha aktif davranıp, Parti organla­ nnda korkunç bir şüphe ortamı yaratabil­ diler. Bütün bunlar bir Parti yaşamında tamir edilmesi oldukça güç moral bozulmalara yol açar. Olaylann anlatımını noktalamadan, tas­ fiyelerin iki önemli sonucuna değinelim. 1934’teki Zafer Kongresi’nden (X V II) 1939’daki X V II Kongre’ye kadar geçen tas­ fiye dönem inde, X V II. Kongre’ye katılan 1966 delegenin 1108’i yine XV II. K on gre­ de seçilen 139 M K ve yedek üyesinin 98’i ölümle cezalandırmıştır. Bu rakamlar Parti tabanı bir yana tasfiyelerin Parti tepesinde de hangi boyutlara vardığını açıklamaya yeterlidir. Yine, aynı dön em de bütün bu tasfiye­ lerde zirvede rol oynayan Ç eka başkanlan Yagoda, Yezhov ve en son Beria, aynı halk düşmanı suçlamasından kurtulama­ mışlardır. İlk ikisi Stalin dönem inde tasfiye edilmiş, Beria ise Stalin’in ölümünden he­ m en sonra kurşuna dizilmiştir. Bütün bu sonuçlan değenlendiren XVIII. Kongre (1939), “periodik yığınsal temizlik” uygulamışının, terkedilmesi konusunda tü­ zük değişikliği kabul etmiştir. Tüzük deği­ şikliğinin gerekçesi şöyle formüle edilmiş­ tir. “Parti tüzüğü, M K kararlaştırdığında p e ­ riodik parti temizliğine imkân sağlar. D e­ ney, aşağıdaki nedenlerden dolayı, bundan böyle yığınsal parti temizliğinden kaçınmak gerektiğini göstermiştir: “a. Kapitalist unsurlann canlandığı, N E P in demoralize ettiği kişilerin parti saflanna sızmasını engellem ek için, N E P başlangı­ cında uygulanmaya konulan yığınsal parti temizliği metodu, kapitalist unsurlann tas­ fiye edildiği bugünkü koşullarda geçerlili­ ğini yitirmiştir. Daha da ötesi, topyekün te­ mizlik uygulamasının parti üyelerine tek tek yaklaşım -tek doğru yaklaşım- imkânını dış­ ladığı ve bunun yerine, “tek bir standart uy­ gulamayı” üyelere aynmsız tekdüze yakla­ şımı geçirmektedir. Bu nedenle, kendi tarzlannı partiye aktaran düşman unsurlar, te­ mizliği dürüst parti çahşanlannı tahrik et­ m ek ve hırpalamak için kullandığından, topyekün annma, partiden pek çok tem el­ siz ihraca sebep oldu... “b. Topyekün annma uygulaması, ken­ di yöntemlerini partiye sızdırabilen, iki yüz­ lülük ve sahtekârlıkla düşman çehrelerini gizleyen bu unsurlara karşı kısmen etkisiz oldu. Bu konuda amacına ulaşamadı... Bu nedenlerle dönem sel topyekün ann­ ma terkedilmelidir...” (18) Bu kongre karanyla, 1934’te başlatılan, özellikle Parti içindeki “halk düşmanlan”na karşı m ücadelede kullanılan, “topyekün annma” uygulamasının, bizzat Partiyi yara­ ladığı belli ölçülerde de olsa kabul edilmek­ tedir. “Büyük tasfiye” döneminin olaylannın en gen el özetinden sonra, konunun politik ir­ delenm esine geçelim . N eden olaylar bu boyutlara vardı, Parti’de “aşırı şüphe atmosferi” nasıl doğdu? B öyle bir dönem i yaşamak, Sovyetler’in kaçınılmaz kaderi miydi? V e Stalin özellikle böyle bir d ön e­ min yaşanmış olmasından hareketle, S o v ­ yet insanının “nefretini” kazanmayı hak et­ miş midir? S T A L lN D Ö N E M İN İN ELEŞTİRİSİ Stalin kendi dönem inde eleştirilemedi. Ölümünden ancak üç yıl sonra hedef tah­ tasına getirebildi. V e hâlâ desteksiz atışlar­ la hırpalanıyor. Stalin’e ilk önemli eleştiri Kruşçev’in X X . Kongre’de (1956) yaptığı “gizli” konuşma ile başladı. Kongre sonrası M K ’nın aldığı “Kişi


iç savaşta yitirilmiştir. Devrimi yürüten Pet“kötülükler” Stalin’in kişiliğine indirgenmiş rograd proletaryası devrim e kan vere v e ­ oluyor. Ancak yine de şu soru kafalara ta­ re, devrim sonrası mücadele için zayıf düş­ kılmadan edemiyor. Parti d e ve ülkede du­ müştür. (Petrograd örgütünün uzun zaman, rumun bu kadar iyi olduğu m om entte Sta­ Troçkiye yalpalayan Zinovyev’in liderliğin­ lin böyle bir uygulamaya neden gerek gör­ de kalması tesadüf olmasa gerek) Ve ilk beş dü ve bütün bu uygulamalan nasıl yapa­ yıllık plan dönem inde proletaryanın sayısı bildi? Ülkede durum gerçekten, Kruşçev1 11 milyondan 22 m ilyona çıkmış, yani 11 in tespit ettiği gibidir. 1934’lerde Sovyetler, milyon mujik, proletaryanın saflanna katıl­ sosyalizmin kuruluşu yolunda başanlı bir mıştır. Bu, köylü ruh halinin biraz da parti­ dönem i tamamlamıştır. Fakat bu tespit so­ ye taşınması demektir. Bu nedenle, Stalin runu çözm ek yerine karmaşıklaştmyor. kendini yüceltm eden önce X VII. “Zafer Çünkü 1934’ler sonrasının olaylan ön ce­ “Uzun bir dönem , Parti Merkez K om ite­ Kongresi” Stalin’i yüceltmiştir. Stalin bir ya­ sinin başanlan üzerine kabus gibi çökm üş­ si Genel Sekreterliği görevinde bulunan na yaşıyan her M K üyesinin ismi bir fabri­ tür. Stalin, diğer liderlerle birlikte Lenin’in emir­ kaya, bir kolhoza ad olarak verilir. Hatta her lerini gerçekleştirmek için aktif olarak mü­ Kruşçev, Kirov’un vurulmasının Partide bölge komitesi liderlerinin ismi, bölge radcadele etti. Kendini Marksizm, Leninizme yarattığı etkiyi yeterince dikkate olmaz. Evet yolanndan, fabrikalara kadar pek çok ku­ adadı, bir teorisyen ve iyi bir örgütçü ola­ olay ardından gelen uygulamalarla kendi ruluşa isim babalığı yapar. Bu yüceltme o rak Troçkistlere sağ-kanat oportünistlerine, boyutlarından öteye vardırılmıştır. Ancak günlerde göz ebatmaz. Ancak 1934’te ko­ burjuva milliyetçilerine ve kapitalist kuşat­ bütün bunlann bile “bir kişiye” indirgenmesi, pan “tasfiye” fırtınasıyla, liderlerle birlikte manın entrikalarına karşı parti m ücadele­ olaya sınıf bakışını karartmaktan başka bir fabrikalann adlan da değişmek zorunda ka­ sine öncülük etti. Bu politik ve ideolojik sonuç doğuramazdı. Bu nedenle olsa g e ­ lınca anormallik ilk olarak göze çarpar. D e­ mücadele Stalin’e büyük bir otorite p op ü ­ rek, Kongre’den sonra M K karannda soru­ ğişmez olarak Stalinkalır. O da ölümünden lerlik kazandırdı. Bununla birlikte, bütün na daha teorik bir yaklaşım getirilmiştir: sonra aynı akıbete uğramadan edem ez. büyük zaferler hatalı olarak onun ismine Lenin, Partide ve devletteki en küçük “Sovyetler Birliği’nin sosyalizme doğru gi­ bağlanmaya başlandı. Parti ve S ovyet ül­ keyfiliğe karşı yorulmaz bir m ücadele ver­ dişiyle sınıf mücadelesinin gittikçe artan bir kesinin başarıları ve ona yapılan övgüler miştir. 1918 M artında maaşının birden keskinlik kazanacağını iddia eden Stalin’in Stalin’in başını döndürdü. Böyle bir atmos­ 500 rubleden 800 rubleye çakanldığını ö ğ ­ hatalı formülasyonu, sosyalizmin kuruluş ferde Stalin’e kişi tapıncı kerte kerte şekil­ renince, bunun açıklamasını istemiş, 1917 amacına, Parti ve devlet içinde dem okra­ lenmeye başladı.” (19) Kasımında çıkartılan ücretlerle ilgili yasanın sinin gelişmesine büyük zarar verdi. “Kim 1. Stalin’e yöneltilen önemli eleştirilerdenbu keyfi ihlalini, kanunsuz ücret artışını pro­ kimi yenecek” sorununun çözülmekte o l­ testo ederek, Halk Komiserleri Büro M ü­ ilki “ kişi ta p ın a ” yla ilgilidir. Kararda, Sta­ duğu, sosyalizmin, temellerinin inşası için lin’in böyle bir konuma gelerek, eleştirile­ dürü Buryeviç’i sert bir şekilde uyarmıştır. ısrarlı bir sınıf mücadelesinin verildiği d ö ­ rin üstüne çıktı, Parti yaşamının kurallarını (21) 1918’in mahşer ortamında böylesine nemde, yalnızca sürecin belli bir aşamasın­ “keyfi” olarak çiğnediği belirtilir. Buna ör­ bir detaya karşı bile tepkisini göstermekten da doğru olan bu formülasyon, sömürücü geri durmayan Lenin’in öğrencileri, sonra­ nek olarak 1934-39 arası “büyük tasfiye” sınıfların ve onların ekonom ik temelinin ki yıllarda aynı titizlikte davranamadılar. dönemi ve ondan sonrası gösterilir. tasfiye edildiği, ülkemizde sosyalizmin za­ 1939’dan sonra 13 yıl Parti Kongresi to p ­ Stalin yalnızca “bir kişi” olarak Partinin fer kazandığı bir momentte, 1937’de öne lanmamıştır. Gerçi bunun beş yılı savaşla ve S ovyet iktidarının böylesine üstüne çı­ sürüldü. Pratikte, bu hatalı teorik formülas­ geçmiştir. Ancak savaş 1945’te bitmesine kamazdı. 1934’lere kadar partiyi saran yon, sosyalist kanunlann en kaba ihlali ve rağmen X IX . Kongre 195Zde toplanabil­ “başan sarhoşluğu”, yansı henüz köylülük­ yığınlara baskı için tem el oldu.” (23) miştir. Y in e bu yıllarda Geniş M K toplanten kopmuş S ovyet proletaryasının bu or­ tılan da yapılmamış, Parti, Pblitborü ya da tamında kendine sosyal bir temel bulmuş Stalin, bu teorik formülasyonu ilk olarak bazen Politbüronun daha dar kom isyonla­ ve hem en hem en bütün parti içinde yay­ 1937’de öne sürmemiştir. Özellikle Buharı tarafından yöneltilmiştir. gın bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu nok­ rin’in, N epm an ve Kulaklann ekonom ik bir Akla ilk gelen soru, Stalin’in bu konumu­ tada liderlere, sıradan yığınlardan çok da­ yanşla eritilebileceği tezine karşı 1928’de ile­ na neden daha önce doğru zem inde bir ha fazla sorumluluk düştüğü açıktır. Ancak ri sürmüştür. Ancak, aynı tezi Stalin bir tepkinin ortaya çıkamadığı olur. Buna bağlı olayı Stalin’le ve onun en dar “çevresiyle” kere daha 1937’de M K toplantısında vur­ olarak, “bir kişi” nasıl Parti ve D evlet yaşa­ sınırlamak, Partideki genel ruh halini göz gulamıştır. (24). mının tümüne egem en olabilmiştir? ardı etm ek oluyordu. SBKP, M K Kararı Kirov olayının ortaya koyduğu en önemli Kararda şöyle denir? 1956’d a bu hataya düşmüş görünüyor. Sta­ gerçeklik nedir? O güne kadar parti dışın­ “Neden, bu insanlann o zaman Stalin’e lin’in “kişi tapıncı” öne çıkartılarak, hedef ha­ daki eski siyasi kalıntilann sabotajlanna karşı karşı açık bir konum almadıklan ve onu li­ line getirildi. Ancak sorun çözüm lenem e­ m ücadele etm ek bir ölçüde kolaydı. Hiç derlikten uzaklaştırmadıklan sorulabilir? di. Nitekim, Kruşçefin yerini Brejnev’un değilse “düşmanın” siyasi zemini apaynyDönem in koşullannda bu yapılamadı... almasıyla bu sosyal gerçekliğin köklerinin dı. Ancak Kirov olayıyla, yaşam şansı da­ Ona karşı herhangi bir eylem , o koşullar­ hiç de yabana atılır olmadığı ortaya çıkmış­ raltılan, yok olmakta olan diğer sınıflann da halk tarafından anlaşılm ayacaktı. Ki­ tır. ıtepkinin parti içinden bir saldırıyla yeni bir şisel cesaret eksikliği konu değildir... Daha Kirov’un ölümüyle tam bir kargaşaya d ö­ biçime girdiği gün ışığına çıkıyordu. Y in e da ötesi, böyle bir konum o günkü koşul­ nüşen partiden tasfiyeler yalnızca Stalin’in aynı saldınyla artık parti içindeki Stalin’in larda sosyalist kuruluş amacına karşı bir tu­ “kişiliğiyle” açıklanamaz. Tasfiyelerin key­ deyim iyle “eski m ücadele metodlannın” tum olarak, kapitalist kuşatma altında ola­ filiğe dönüşmesi, namuslu pek çok partili­ “tartışma metodunun” bittiği ilan edilmiş ğanüstü derecede tehlikeli olacak olan bü­ yi ve S ovyet insanını yaralaması, “başan oluyordu. Ancak sorun, gerçekten hangi tün devletin ve Partinin birliğine karşı bir sal­ sarhoşluğuyla” inmelenmiş, bu anlamda, unsurların “eski” m ücadele metodunu” dın olarak kabul edilecektir (20) yalnızca bu anlamda, yığınlardan ayırtlan* terkettiğinin soğukkanlı tesbitine gelip da­ Demek 1940’lara gelindiğinde “Partinin, mış, geniş Parti önder kadrosunun kollek' yanıyordu. Devletin birliği ve sosyalizmin kuruluş ama­ tif bir hatasıdır. Stalin, 1956 M K kararında belirtildiği gi­ cı”, “Stalin’in kişiliğiyle etle tırnakmışçasına Özetle, eğer Sovyet insanı kendi tarihin­ bi, “sosyalizmin kuruluşu ileri adım attıkça bütünleşmiştir. Parti bu olguyu sonralan “ki­ deki bu dönem in eleştirisini Stalin’in kişili­ sınıf mücadelesinin gittikçe keskinleşeceği” şi tapmcı” olarak lanetledi. SB K P bu konu­ ğinde sınırlarsa, hastalığın yalnızca en sivri biçimindeki formülasyonunu 1937’de y e ­ da yeterince haklı mıdır? ucunu hedeflemiş, onun sosyal köklerini niden ileri sürmekle hata mı yapmıştır? Ya Stalin’in, Lenin ölçüsünde mütevazi, sı­ gözardı etmiş olur. radan olamadığı tartışmayı gerektirm eye­ II. Stalin’e yöneltilen ik in d önem li eleş­da aynı formülasyonu tüm liderliği boyun­ ca savunmuş mudur? cek ölçüde açıktır. Ancak “bir kişfnin, yal­ tiri konusu onun aşınya kaçan baskıclıığı ve ö n c e ikinci soruyu ceaplandıralım. XVIII nızca kendi “keyfiliğiyle”, üstelik Bolşevik bunun teorik kökleri üzerinedir. Kruşçev Kongre (1939) ile Partide o güne kadar uy­ Partisi’nde böyle bir konuma gelmesi ko­ X X . Kongre’deki “gizli” konuşmasında ko­ gulana gelen “topyekün arınma” yöntem i laylıkla kabul edilebilecek bir tez gibi görün­ nuyu şöyle sunar: “kapitalist unsurlann tasfiye edildiği” gerek­ müyor. “ö t e yandan, Stalin, devrimin muzaffer çesiyle terkedilmiştir. Dolayısıyla, Stalin Parti ve elbetteki Stalin, gerek sağ ve olduğu, S ovyet devletinin güçlendiği, sö­ 1928’lerde Buharin’e karşı ileri sürdüğü te ­ sol sapkınlara karşı ideolojik mücadeleyle mürücü sınıflann tasfiye edildiği ve ulusal zinin, 1939*da ömrünü doldurduğunu bili­ ve gerekse bu mücadeleyi, sosyalizmin ilk, ekonominin bütün alanlardan sosyalist iliş­ yordu. sağlam maddi temellerinin atılmasıyla taç­ kilerin sağlamca kökleştiği, partinin politik Tapmcı ve Sonuçlarının G id erilm esi Üzerine” başlıklı kararla resmileşti. Bu ka­ rar Stalin döneminin oldukça iyi bir değer­ lendirilmesini içerir. Kapitalist kuşatmanın ve ülke içinde yürütülen kuruluş çalışmalannın “çelik bir disiplini, devamlı artan bir uyanıklığı ve liderliğin en keskin merkezi­ leşmesini talep ettiğini” fakat bunun “d e ­ mokratik yapının gelişimine” kaçınılmaz olumsuz etkileri olduğunu tespit eden ka­ rar, şöyle devam eder:

landırarak Sovyet insanının gözünde haklı olarak yücelmiştir. Ancak bu noktada geri bir ülkede sosyalizmin kuruluşunun ödene­ cek bedellerine gelinir. Parti ve Sovyet pro­ letaryasının en iyi kadrolannın bir bölümü

olarak sağlamlaştığı, nicelik ve ideolojik ola­ rak kendini gösterdiğini bir mom entte yay­ gın sindirme ve aşırı m etodlar uyguladı.” (22) Sorun böyle konulduğunda “aşınlıklar” ve

1937’lerde, daha doğru söylem ek iste­ nirse, 1934’te Kirov olayıyla başlayan ve resmen 1939 Kongresi ile kapanan dönem ­ de Stalin’in sınıf mücadelesi tezi geçerlili­


ğini koruyor muydu? Yani olaylara uyuyor muydu? Buna evet dem ek durumundayız. Kirov’un katli bunun en önem li kanıtı o l­ muştur. Bu olaya parti en keskin tepkiyi gösterm eden edem ezdi. Ancak bu tepki öyle noktalara varmıştır ki, Partinin kendi­ ni savun m a çabası, bizzat Parti yaşamın­ da etkisini uzun yıllar gösterecek olan ya­ ralar açmıştır. Konumuz açısından, yani Stalin’e yöneltilen onun “hatalı” sınıf m ü­ cadelesi tezi bakımından, bu yıllarda yapı­ lan yanlış nedir? Stalin, Kirov olayıyla birlikte Troçkistlere ve bütün eski parti içi sapmalara karşı eski m ücadele biçimlerinin ömrünün d ol­ duğunu ilan eder. Bu bir ölçüde doğrudur. Ancak bu noktadan kalkarak ve yalnızca sağlıksız Çeka soruşturmalarına dayanarak, bütün eski sapmalar bir potada toplanmış, hatta onların “Alm an ve Japon casus şebekeleri” ile bağlantılı olduklan iddia edi­ lerek “halk düşmanı” kavramı yaratılmıştır. Ve parti yaşamındaki her nüans, her farklı tepki bu kavramın içine dahil edilmiştir. Par­ ti merkezinden Parti tabanına doğru güçlü bir şekilde yayılan bu m ücadele tarzı, parti saflarında m ücadele ufkunu aşırı ölçüde daraltm ışür. Bir d önem Zinovyev’in, Buharin’in hatta Troçki’nin görüşlerine yalpa­ lamış Parti saflarındaki sıradan insanlara karşı tavrın dozuyla, “M oskova M ahkem e­ lerinin” dozu arasında pek fark yoktur. Hat­ ta bu sapmalardan hiçbirisiyle bağlantılı ol­ mayan ancak Parti yaşamının günlük gidi­ şindeki aksamalara karşı tepkilerde hep ay­ nı “halk düşmanı” suçlamasından kurtula­ mamıştır. Elimizde olayların tüm boyutla­ rıyla ilgili rakamlar yok. Ancak X V II Zafer Kongresi’nin 1966 delegesinden 1108’inin ve yine o kongrede seçilen 139 M K ve y e ­ dek üyesinin 98’inin “halk düşmanı” olarak ilan edilmesi bu dönem deki Parti içi temiz­ liğin nasıl tehlikeli bir muhtevaya büründü­ ğünü gösterm eye yeter. Sınıf mücadelesi teorisi açısından d ön e­ min olaylarını değerlendirirsek, bu dönem teorinin, pratiğin zoruyla, b a s it k alıp lara indirgendiği bir dönemdir. Parti içi açık mü­ cadele günleri zengin teorik deneyler bırak­ mıştır. 1934’lere gelindiğinde bu m ücade­ le durulmuş görünür. Bunun en açık gös­ tergesini Stalin’in teorik çalışmalarında g ö ­ rebiliriz. 1934-39 arası beş yılda Parti içi olaylarla ilgili Stalin’in yalnızca 40 sayfa hac­ minde 1937 M K toplantısında yaptığı ko­ nuşma vardır. Bu dönem de çeşitli konular­ daki tüm yazıları ise toplam 175 sayfadır. Yıl başına yalnızca 35 Sayfa eder. Dem ek bu yıllarda kargaşalı pratik, teorik beslen­ m eyi iyice zayıflatmıştır. Eğer; 1934 öncesi parti içi m ücadelede sapmalann teorik analizi yeterince yapılmış­ tır, Kirov olayı ise yeni bir analiz yapmayı gerektirmeyecek denli açık bir ihanettir, d e ­ nirse, olaylar aşınca basitleştirilmiş olur. 1934’te doruğa çıkan “zafer sarhoşluğu”, ka­ zanılan ideolojik ve pratik zaferlerin hem parti tabanında sindirilmesini, hem de g i­ rilen yeni dönem de Parti lider kadrosunun ideolojik titizliğini körleştirmiştir. Bunun en büyük bedeli ise her hoşnutsuz S ovyet in­ sanının “halk düşmanı” suçlamasına uğra­ ması olmuştur. Bu noktada emperyalist kuşatmanın et­ kilerinden söz etmek gerekli. Avrupa’da fa­ şizm 1925’lerden sonra adım adım yükse­ lir. 1935’te Afrika’nın kuzeyinin İtalya ve A l­ manya tarafından işgaliyle savaşın ilk kıvıl­ cımları parlamış olup. Bu durum gerek Parti’de gerekse Sovyet insanında izi hâlâ si­ linmemiş olan savun m a psikolojisi yarat­ mıştır. Bunun hangi noktalara vardığını M a­ reşal Jikov’un bir mektubundan aktaralım: “Savaştan önce Savunma Halk Komiser­ liği ve G enel Kurmay defalarca Stalin, mo-

lotov ve Voroşilov’dan Yüksek Kom utan­ lığın örgütlenmesiyle ilgili plan taslaklannın ve Yüksek Komutanlık G enel Karargahı için kumanda noktalarının kurulması soru­ nunun; Cephe ve iç bölgeler için komutan­ lıklar örgütlenmesi sorununun yeniden gözden geçirilmesini istedi, fakat bize her seferinde ‘bekleyin’ dendi. Voroşilov düş­ man gizli servislerinin öğrenebileceği kor­ kusuyla savaş için herhangi bir plan yapıl­ masına genelde karşıydı, bu saçmalıktan onu vazgeçirm ek imkansızdı.” (26)

Yagoca ve Beria’nın her üçünün de “halk düşmanı” olarak cezalandırılmaları; yalnız­ ca bu olay Parti annmasmda yapılan hata­ nın pratikteki en somut kanıtıdır. V e ünlü M oskova Mahkemelerinde, pek çok “eski bolşeviği” “halk düşmanı” olarak, “eski bir Menşevik” olan Vişinski’nin yargılaması ta­ rihin istihzası (alayı) olsa gerek! K R U Ş Ç E V D Ö N EM İ

Kruşçev dönem i, Stalin dönem inden sonra ekonomi ve siyasette çok hızlı bir d ö ­ nüş çabası oldu. O güne kadar şekillenmiş normların hem en her alanda hızla değişti­ O korkunç zor günleri bugün yargılamak rilmesine başlandı. V e zaten bu dönemin kolay, biliyoruz. Ancak bizlerde benzeri zor ömrünün kısalığı onun sistemsiz hızından günlere hazırlandığımız için, tarihin acı olaygelir. 1956’da hızlanan girişimler 1964’te lanndan ders çıkartmak zorundayız. Savun­ sönüşe geçer. Kruşçef sessiz sedasız görev­ ma mekanizmalan, savunulacak yapıyı atıl den alınır. Ve bu dönem kananır. hale getirirse bu kabul edilem ez. Partide Onun kısa ömrünün nedenlerini ve g e ­ 1934’ten itibaren yükselerek, böyle bir m e­ nel özelliğini irdelem eye çalışalım. kanizma şekillenmiştir. Bu ise hem teorik K onum u z açısın d an , “ S ta lin ’den hassaslığı azaltmış, hem de taktik esnekli­ G orbaçev’e ” S ovyet siyasi ve ideolojik sis­ ği dondurmuştur. Bugün S ovyet basının­ temindeki evrimleşme önde duruyor. O da eleştirilen “ideolojik dogmatizm” bu k o­ nedenle ekonom i temeline yalnızca ana şullarda şekillenmiştir. V e neredeyse, Pohatlarıyla değinm ek durumundayız. litbüronun tutumuna karşı her nüans, ay­ Kruşçef döneminin en önemli siyasi e y ­ nı güçte tepkiyle karşılık görmüştür. III. Stalin dönem ine yöneltilen üçüncü lemi “destalinizasyon”dur. Yukanda bazı bö­ lümlerini aktardığımız Stalin’in “kişi tapıneleştiri Çeka’nın o günlerdeki konumuyla cı”yla ilgili M K Kararı, aslında Kruşçefin ilgilidir. 1956 M K kararında şöyle denir: X X . Kongredeki “gizli” konuşmasından da­ “D evlet güvenlik organlan için ayrıcalık­ ha gerçekçidir. Kruşçef, Stalin dönem ine lı bir pozisyon yaratılması, özellikle bu k o­ tam zıddı yönden bir tepki oldu. Ancak bu şullarda oldu. Devrimin kazançlannmsavutepki yeterince sağlam temeller bulamayın­ nulmasmda ülke ve halka tartışılmaz hat­ ca neredeyse kendiliğinden çözüldü. Da­ mederinden dolayı bu organlarda büyük ha doğrusu sık sık tekrarladığı keskin d ö ­ birkendine güven yerleşmişti... Partinin ve nüşlerle tutarsızlaştı, itibar yitirdi. hükümetin onlar üzerindeki kontrolü d e ­ Tarihin paradoksu:Nasıl, Stalin’in kaba­ rece derece Stalin’in kişisel kontroluyla yer lığından dolayı M K genel sekreterliğinden değiştirdikçe ve yargının normal işleyişi y e ­ alınmasıyla ilgili Lenin’in ünlü “Kongre’ye rini sık sık onun tek yanlı kişisel kararları­ Mektup”u, ölümünden sonra XIII. K on g­ na terkedince durum değişti.” (27) rede yalnızca delegelerin bir kısmına oku­ Çeka’ya verilen soruşturma ve derhal in­ nup, açık olarak yaymlanmadıysa, Kruşçef faz yetkisi, Kirov olayının sınırlan içinde kal­ de Stalin’i X X. Kongre salonunda kalan madı, daha önce başlamış olan Partiyi ann“gizli” bir konuşmayla eleştirmiştir. Dem ek dırma çalışmasını da kapsadı. Parti tarihin­ Partinin sıkıntılarını aşmada henüz yöntem de ilk kez ortaya çıkan bu durum Parti ya­ bakımından bir fark yoktur. Parti safların­ şamının kendi iç legalitesini olağanüstü öl­ da açık ve yoğun bir tartışmayla çözümlen­ çülerde bozmuştur. O güne kadar Parti dömesi gereken bir sorun-geçmiş dönem , netiminde olan bu organ, Partiyi denetler Stalin döneminin değerlendirilmesi K on g­ hale gelmiştir. Bu koşullarda, Parti m erke­ re delegelerince yapılan bir konuşma ve zinin yaptığı “bolşevik uyanıklık” çağnlan ise M K kararıyla sınırlı kalır. Oysa söz konusu fayda vermemiştir. Bu dönem de Parti için­ dönemi her Partili şu ya da bu ölçüde kendi de doğan “aşırı şüphe atmosferi”, Partideki pratiğiyle yaşamıştır. Partinin tümünü ak­ zararlı unsurlara karşı yürütülen siyasi mü­ tif olarak böyle bir değerlendirme tartışma­ cadelenin polisiye sorgulamalarla olağa­ sına çekm ek için ortada bir engel yoktur. nüstü iç iç e girmesinden doğmuştur. Bü­ Ancak bu görünüşte böyledir. 1934’lerden tün bu gelişmelerin sonucu, Parti içi d e ­ itibaren şekillenen Partideki her tepkinin mokrasinin inmelenmesi olmuştur. “şüpheyle” karşılanmasının yarattığı, Parti Çeka’nm hazırladığı “şüpheli” listelerinin yaşamındaki donukluk Stalin’in ölümüyle Partiden atılması ve Partiden atılanlann Çe­ ka’nm soruşturmasına uğraması, beş yıl sü­ buharlaşıp yok olamazdı. Ve bu objektif “engel” Kruşçefin yöntemiyle aşılmış olm a­ ren ve kendini hızlandıran bu karşılıklı-akım, yıp tersine beslenmiş oluyordu. Parti için yaşamın normlarını aşırı d erece­ Bu konuda Kruşçefin hatası, Stalin eleş­ de hırpalamıştır. Bolşevik Partisi, hangi g e ­ tirisine Lenin’in ünlü “ K on greye Mektup’rekçeyle olursa olsun kendi içinde ayrı bir ’u ile başlamasıdır. Konuşmanın başında bu gizli yapı tanımaz. Ancak Çeka, yürüttüğü faaliyette, Parti içinde böyle bir konuma gel­ mektup metni yer alır ve böylece Stalin’e di. Bu, parti yaşamının Leninist prensiple­ vuruş Lenin’in icazetiyle yapılmış olur. rinin en büyük ihlali oldu. Sözde, parti arın­ Önem siz görülebilecek bu gerçeklik, tam tersine siyasette zaaf belirtisidir. Stalin en dırılacaktı. Ancak Partinin yaşamına “aşırı şüphe” kabus gibi çöktü. Parti içinde düş­ başta kendi pratiğiyle eleştirilmeliydi. “ Kutşallaşan” Stalin’e “ daha kutsal” olan man unsurlar sinikleştikçe, buna bağlı ola­ Lenin’e sığınarak vurmak, özünde eleştiri rak Parti içi demokrasi de silikleşti. Böyle bir gelişim o günün koşullannda hiç de ka­ silahını cesurca kullanamamak anlamına geliyordu. çınılmaz değildi. Kruşçefin üçüncü ve esas önem li hata­ Bu gelişim hiç şüphesiz ki sosyalist bir ül­ kede iktidar partisi olmanın yarattığı bir so­ sı olayı neredeyse Stalin’in kişiliğiyle sınır­ lamasıdır. Parti yönetiminin kişileşmesi, ta­ nuçtur. Parti, hükümet Sovyet organlan ve Çeka’nm görev alanlarının iç içeliği, Parti banın insiyatifinin giderek zayıflaması ger­ önderliğindeki en küçük yanılgı ve kayıt­ çekliği Stalin’in kişiliği ile yeterince açıklanamazdı. Kruşçef konuşmasında “ Stalin’ ­ sızlığının sonuçlarını birkaç kat arttıran kompleks durumlar yaratabiliyor. Çeka’nın in aşın şüpheci” kişiliğini vurgular. “ Kişi taparti işlerinin içine girmesi ise, Sovyet parti pıncı” nın olumsuz sonuçlannı açıklar. A n ­ cak olayın, bütün Partiyi saran objektif te­ tarihinde en affedilmez hata olmuştur. Partiye sürekli şüpheli listesi veren Sta­ melleri yeterince ön e çıkartılmaz. Kruşçef döneminde uygulanmaya çalışan bütün relin döneminin bütün Çeka şefleri Yezhov,


formlara karşı direnen Malenkov, Kagonoviç ve M olo tof un Partiden tasfiyesi de ola­ ya çözüm getirmez. Hatta “ kişi tapıncının” zararlarıyla mücadele adına Mareşal Jukov ordudaki görevinden alınır. G erekçe: or­ dudaki “ aşın otoritesi” ve “ tartışılmaz kişiÜğfdir. Daha önce açıkladığımız gibi Stalin ola­ yı “bir kişi” sorunu gibi görünse de gerçek­ te öyle olmaktan çok uzaktı. Cılız S ovyet iktidannm dışanda emperyalizmin kuşat­ masına, içeride burjuva arüklanna karşı yü­ rüttüğü korkunç m ücadelede ister istemez bir avuç lider kadrosu “tartışılmaz” bir o to ­ rite kazanmıştır. Bu bütün yapılan hatala­ ra rağmen bileğinin hakkına kazanılmış bir otoriteydi. Ancak “ otorite” geniş yığın insiyatifini inmelendtrdikçe bizzat kendine karşı tepki biriktirmeden edemez. O neden­ le, Stalin döneminin hatalarını düzeltmek, Stalin’in kişiliği ile uğraşmakla olamazdı. Hatta, yanlış yargılamalardan doğan so­ nuçlan kaldırmak, kişilere yeniden “ itibar” iade etmek, hatayı düzeltme anlamında son tahlilde bir hiçtir. İn m elenen, Parti saflanndaki ve geniş yığınlardaki insiyatifi us­ talıkla yeniden canlandırmak tek gerçek ç ö ­ züm olabilirdi. Kruşçef döneminde bu adım atılamamıştır. Stalin döneminin günahlan, K ru şçef in hırçın çıkışlannda kendi zıttını yaratmadan edemedi. Partinin ve S o vyet insanının bir otuz yılda edindiği yapılanma tarzı bu çıkı­ şa uyum göstermedi. Nitekim ardından “ durgunluk dönem i” olarak isimlendirilen Brejnev yıllan yaşandı. Durgun yıllann ger­ çek kökleri 1935-50 arasında şekillenen, yetkilerin aşın merkezileşmesinde yatsa da, Kruşçef döneminin, bu yapılanmayı sistem­ siz bir şekilde değiştirme çabası da konak atlamayı geciktiren diğer önemli bir neden olmuştur. “Yönetim kurumlannm sürekli sistemsiz­ ce yeniden örgütlenmesi (bakanlıklar, ulu­ sal ekenom i konseyi, devlet planlama k o­ mitesi, çeşitli komite ve komisyonlar, Par­ ti aparatının gereksiz bölünmesini kaldırıp sanayi ve tanm komitelerinin kurulması) esas reform düşüncesini gözden düşürdü. Ulusal ekonom i konseylerinin uygulama­ ya konulması, Lenin dönem inde varolan ekonom ik örgütlenm eye bir dönüş olarak ilan edildi. Gerçekte bunlar, yaygın (ekstansiv) ekonomik büyümenin son kaynaklannı tüketmenin eşiğine dayanan eski, yu­ kardan buyurucu sistemin sektörel plandan bölgesel planda yeniden inşasına bir geçiş­ ten başka bir şey değildi. “ Ekonomiyi zorlamayla organize etm e g iriş ir in i aeri tepti. Üç dört yıl içinde tüketim m aiilrin d ; hoüut ysraL^cağı, daha sonra bir ölçüde vergilerin kaldiriıâCağl V. hizmetlerin ücretsiz olacağı vadedildi. O y ­ sa, yeniden yiyecek sıkıntısı vardı. 1962’de et ve süt ürünleri fiyatları yükseldi ve son­ rada tahıl ithali başladı.” (28) II. Dünya Savaşının bitimiyle değiştiril­ m eye başlanması gereken politik ve e k o ­ nomik yürütümdeki aşın merkeziyetçilik ancak, Kruşçef le başlayabildi. Fakat uygu­ lamada bu oirisim yalnızca yukarıdan yeni yeni “komisyonlar ve komiteler” yarat­ maktan öteye gidem edi. Merkezi planla­ madan bölgelere daha fazla insiyatif veril­ mesi yoluna girilirken bütün bunlar eski ruhla ve mantıkla yapıldı. Aynı yazar Kruşçef dönem inden şu te­ mel dersi çıkartır: “ En basmakalıp kanılar­ dan birisi: politik bilinç eksikliğinden dola­ yı halkın değişime hazır olmadığı şeklinde­ dir. Bu doğrudur, fakat gerçekliğin bütü­ nü böyle değildir, çünkü tıpkı suya girmek­ sizin yüzme öğrenilemeyeceği gibi, dem ok­ ratik süreçlerin dışında kalarak demokrasi için hazırlık okulundan geçm ek imkânsız­ dır. Açıklık, özgürce konuşma v e bilgilen­

m e gibi demokratik yaşamın böyle tem el unsurları pratikte yoktu. Bir kera daha dü­ şüncelerin yeknesaklığı genel düşüncesiz­ liğe dönüştü.” (29) B öylece şu gerçeklik açıkça ortaya çıkı­ yor. Kruşçef dönemindeki “ reformlar” d oğ­ ru noktalara dokunsaaa eski mantık ve yöntemlerle pratiğe geçirilince işlemez hale gelmiş, düzensiz uygulamalara dönüşmüş­ tür. Tüm partinin ve geniş yığınların yara­ tıcı insiyatifi harekete geçirilmeyip, zirvede yeni “ komisyonlarla” yetinince değişim ça­ bası kendi kendini inkâra varmıştır. Oysa, öte yandan değişim uğruna en uç paralolar atılabilmiştir. Bunlann en tipiği X X II. K ongrede (1961) kabul edilen III. Parti Programıdır. Ş ö yle denir: “G elecek on yılda (1961-70) Sovyetler Birliği Komünizmin teknik ve maddi temelini yaratacak, en zengin kapitalist ülke A B D 1 yi kişi başına üretimde geçecek, halkın yaşama, kültür ve teknik standartları sürekli gelişe­ cek; herkes daha iyi koşullarda yaşayacak; Bütün kollektifler ve devlet çiftlikleri yük­ sek seviyede üretken ve kârlı girişimler haline gelecek; Sovyet halkının kaliteli ev talebi esasda karşılanacak; güç fizikse! çalışma or­ tadan kalkacak; SSCB en kısa çalışma gününe sahip olacaktır. “Tüm halkın m addi ve kültürel d eğerle­ rinde bolluk sağlanacak, komünizmin tek­ nik ve maddi tem eli ikinci on yılda (1971-80) tamamlanmış olacak; Sovyet halkı ihtiyaçlara göre dağıtım prensibinin uygulanabileceği aşamaya çok yaklaşacak ve halk mülkiyeti biçimi-mülkiyetin diğer bi­ çimi derece derece gerçekleşecektir. B öy­ lece, komünist toplum S S C B ’de esasta in­ şa edilecektir. Komünist toplumun kurulu­ şu, ardışık dön em d e tümüyle tamamlana­ caktır. (30) Bunlann gerçekleşemediğini söylem eye gerek yok. ö n em li olan 1961’de hangi ne­ denlerle böyle bir noktaya sıçranmıştır, onu tesbit edebilmeliyiz. Kruşçev dönem i ilk ola­ rak, emperyalizmin gücünü küçümsemiştir. Dünya kapitalizminin sosyalizmin iler­ leyişini önüne çıkartabileceği engelleri ha­ fife almıştır, ikinci olarak, savaş sonrası S o v­ yetler Birliği’nin prestijinin yarattığı sarhoş­ luk, talepleri uç noktalara sıçratmıştır. Üçüncü ve en önemlisi 1934 sonrası yılla­ rın S ovyet ülkesinin öncüsü, Parti’de yarat­ tığı bozulmaların kökleri yeteri derinlikte kavranamamıştır. Stalin’in bazı hatalannın eleştirisi yeterli görülmüş, inm elenen parti içi legalite yeteri titizlikle onarılamamıştır. Sonuçta bütün bu parolalar gerçeklik o l­ mak yerine parlak vaatlere dönüşmüştür. Öte yandan, programdaki teorik bir hada değinm ek zorundayız. Komünist toplumun SaS iS gs ^ “ ekl en. bî? a m ad‘ di ve kültürel bolluğa dayanır. A ylii an" da bu bollukla birlikte devlette sönüşe g e ­ çer. Oysa dünyada güçlü bir şekilde kapi­ talizm var oldukça sosyalist ülkelerde d ev­ let sönümlenem ez. Çünkü, ulusal planda sınıf savaşının bitişi, uluslararası planda sı­ nıf savaşının bittiği anlamına gelem ez. Ve bu savaş bitmedikçe ya da dünyamızdaki alanı bir daha geri dön em eyecek şekilde daraltılmadıkça devlet bir m ücadeie silâhı olarak var olacaktır. Bu ise bir ülkede k o­ münist toplumun bütünüyle hayata geçm e­ sinin önünde önemli bir engeldir. Program­ da 1980’lerde komünist topluma ulaşılaca­ ğının varsayılması aslında aynı yıllarda ka­ pitalizmin dünyada artık hiçbir belirleyici gücünün kalmayacağının da zımmen ka­ bulü demektir. Gerçi o günlerde Kruşçev kapitalist dünyaya “sizi göm eceğiz” diye haykırmıştı, ancak bunun hayata geçm esi söylendiği ölçüde kolay olamıyor. Başka bir açıdan bakılınca, programda en güçlü kapitalist ülkeyi maddi, teknik öl­

çülerde geçerek, komünizme gidişin yolu çizilir. Evet sosyalizm, kapitalizmi bütün alanlarda geçebilmelidir. En yüksek teknik yaratıcılığı çağımızda sosyalizm temsil e d e ­ bilmelidir. Ve bu hedefe varılması aslında zor da değildir. Gelecek on yıllar bunun sı­ nanması olacak. Ancak yalnızca bu yolla yine komünist topluma vanlamaz. kapita­ lizmin elindeki en güçlü silahının alınma­ sıyla, onun topyekün çöküşü hiç de eş za­ manlı olmayabilir. Dünya seviyesinde üre­ tim araçlanndaki özel mülkiyet iyice daral­ tılmadıkça, komünizme geçişin önü açıla­ maz. Bu ise ancak kapitalist ülke devrimleriyle mümkündür. Özetle, sosyalizme bir tek ülkede geçiş mümkün olmuştur. A n ­ cak komünist toplumun yaratılması, dün­ ya ölçüsünde güçler dengesinin kesin bir şekilde sosyalizmin lehine dönüşüyle müm­ kündür. „ Bu teorik ufkun yitirilmesinin en tehlikeli sonucu, hiç şüphesizki sosyalist ülkelerin dünyadaki devrimci m ücadele sürecinden kopuşmalan olabilir. Kom intem ’in dağıtıl­ masıyla aslında böyle bir sürece girilmiştir. Ardından “kapitalist olmayan yol” tezleri ve özellikle kapitalist anayurtlarda “banşçıl g e ­ çiş imkânı” üzerine bayağı teoriler bu kopuşmanın teorik sinyallleridir. En son Gorbaçov’la başlayan “yeni düşünce” ve Sovı>et Bilim Akademesi’nin “uygarlık krizi” tez­ leri gidişin olumlu yönde olmadığını gös­ teriyor. B R E JN E V D O N EM İ Brejnev dönem i şimdiki Sovyet basının­ da “durgunluk” dönem i olarak değerlendi­ riliyor. Gerçekten, Brejnev, Kruşçev’i “iradesi” ve “sübjektif olarak eleştirirken, kendisi Stalin dönem inin bir karikatürü­ nü yaratmaktan öteye gidememiştir. Hangi anlamda? Stalin dönem inde özellikle, emperyalist kuşatmanın yeni saldırıya tırmandığı 1935’lerden sonra, ekonom ik yönetim ve politikada yetki ve yürütüm, kaçınılmaz bir şekilde Sovyet tarihindeki en merkezi nok­ tasına çıkmıştır. Bu koşulların zorunlu bir sonucuydu. Elbetteki böyle bir yapılanma­ nın olumsuz birikimleri de olacaktı. Fakat 1948’den sonraki yıllarda emperyalist ku­ şatma geri çekilmiş, içeride burjuva artık­ lan etkilerini yitirmiş durumdadır. Bu ob ­ jektif değişim parti politikasına yansımadan edem ezdi. Yeni girilen dönem e uygun p o ­ litikalar üretmede Kruşçev dönemi bir adım atmış olsa da bu adım eski dönemin ve ye­ ni koşulların yeterince kavranmayışmdan dolayı karşı uca sıçrayan tutarsızlıklardan öteye gidememiştir. Brejnev dönem i ise, değişen koşullara yeterince hızlı ayak uy­ duramamış, Stalin dönem inin politikalannı yeni koşullarda biraz daha reform e e d e ­ rek uygulamakla yetinmiştir. Ekonomide, bölgesel insiyatifleri dikkate ’ •m «"**1 merkezi yürütüm, büyüyen bü-v~’ it i l m i ş ; üretimin kalitesi rokrası y u m a ğ ıy ıa ^ * ^ - -.ısrılmış; yerine üretimin niceliği ön piaHi y***yaygın (ekstansif) üretim metodu uygulandıgi için yeni yatırımlara rağmen üretkenlik ar­ tışı çok yavaş olmuş, daha sonra gerilemeye başlamıştır. S iy a s e tte , geçmiş dönem in kritiği uyu­ tulmuş, doğmatizm teoride baş köşeye oturmuştur. Bu d ön elT yayınlanan teorik literatürün ne yazık ki büyük bit* böiüuîl! klasiklerin bayağılaştırılan tekrarlanmasın­ dan öteye gidememiştir. Teoride doğm atizmin esas kökleri, 1934’de başlayan “bü­ yük temizlik” günlerinde yatar. H er türlü nü ansın “ halk dü şm an ı TroçkistZinovyevist-Buharinist bloka” bağlanması, Parti içi teorik zenginleşmeyi kısırlaştırmış­ tır. O günlerin mirasını, Brejnev dönem i sessiz sedasız devralmıştır. Bu noktada ne iradi bir tercih, ne de keyfi bir istek söz ko­ nusudur. Kruşçev dönem i bu yapılanma-


dan yeni tarzlara geçişin hiç de kolay bir­ kaç yılık sıçramayla olamayacağını göster­ di. Dem ek ki, sorunun kökleri toprağın o l­ dukça derinlerine uzanmıştır. “Yoldaşlar... Bolşevik Komünist Partisi ve rusya işçi sınıfı geçmişte, legalite ve parlemantarizm tarafından şımartılmadı.” (31) Bütün Rusya Yürütm e Komitesi Başkanı Kalinin’in Komünist Fn+5rnaSy0nai II. Kongresindeki bu sözleri bir gerçekliğin en şap ıa ifadesidir. Rusya Proletaryasının devrim öncesi “özgür” günleri hem en hemen bir­ kaç yılla sınırlıdır. Bu koşullar Rusya P ro ­ letaryasına Avrupa proletaryasıyla kıyaslan­ mayacak ölçülerde disiplin, fedakarlık, kararlılık, koşulların değişimine hızla uyum yeteneği kazandırmıştır. Burjuva demokrasisinin iki yüzlülüğüyle zehirlenen, parlamenter oyunlarla ^şımaran” Avrupa proletaryasının önemli bir ■bölümü, gevşeklik, kararsızlık, koşullann çarpıa değişimi karşısında demoralize olma gibi zaaflarla inmelenmiştir. Burjuva iktidannı yıkarken Rusya prole­ taryasının tartışılmaz üstünlükleri, sosyaliz­ min kuruluşunda ve gerçek sosyalist d e ­ mokrasinin hayata geçirilmesinde zaaflar yaratmadan edem edi. Burjuna dem okra­ sisi okulunun eğitiminden geçm eden, sos­ yalizmi inşa ile yüz yüze gelen S ovyet pro­ letaryası, o günlerden kalan eksiklerini de sosyalizmin kuruluş koşullannda tamamla­ mak gibi zorlu bir görevle yüz yüze geldi. Öte yandan, ilk sosyalist ülkenin ayakta ka­ labilme mücadelesinin, olağanüstü zor ko­ şullarında bu eğitimin de imkân ve alanla­ rı önem li ölçüde sınırlanmıştı. Bu objektif koşullara, partinin önem li hataları da ek­ lenince, gelişimin sancıları iyice artmıştır. İşte Brejnev dönem i artık aşılması gereken köklü geleneklere pasif bir durgunlukla tabi olmaktan öteye gitmemiştir. Bu nok­ tada Partinin öncülüğü değil, olaylann ken­ diliğinden, alışılmış tarzda akışına tabi o l­ ması, yani ardçılığı söz konusudur. Bu ardçılık yıllarının bir yirmi yıl sürmesi ola­ yın köklerinin ne ölçüde derinlerde oldu­ ğunu gösterm eye yetenidir. Gerçi partide kıpırdanma 1975’lerde başlamış olsa bile, kıpırdanmaların sıçramaya varışı bile bir on yıl almıştır. G orbaçov’la başlayan “açıklık” ortamın­ da, sıradan Glasnostçular durgunluğu kır­ ma adına kılıcın ucunu hemen Stalin dc nem ine Stalin’in kişiliğine yöneltmişlerdir. Yılların suskunluğundan bu önem li çıkış akımının böyle körlükleri herhalde daha sağlam bakış açılarına varacaktır. Stalin döneminin bugün Sovyetler’deki m od a deyim iyle “yukardan buyurma yöntem i” objektif zorunluluklar açısından önemli ölçüde haklılıklar taşımaktaydı. Oysa Stalin sonrası dönemde koşullar çarpıa bir şekilde değiştiğinden dolayı aynı u y gu l*rv'~ lar için ortada hakL bir denle hı>~" . ..euen yoktur. O ne^^a un savaş açılan bürokratizmin yaygın temeli, natta bürokrasi ürününün yarattığı çürümeler Brejnev döneminin mi­ rasıdır. V e kılcın sivri ucu bu dön em e batırılmazsa enerjiler boşa harcanabilir. G O R B A Ç O V D Ö N E M İ V E Y E N İD E N Y A P IL A N M A A n drop ov başkanlığında sıçrama nokta­ sına dayanan ekonom ide ve politikadaki değişim sancısı, G orbaçov’la birlikte artık yaşayan canlı bir süreç olmuştur. Eğer parti içinde sancılann yükselme noktasının başlangıcına gitmek istenirse 1975lere vaniır. Ö dönem şanolar özellikle ekonomik temelde kendini dayatmıştır. Ekonomideki durgunluk artık itiraz edile­ mez bir şekilde bilimsel teknik devlimin tüm üretim alanlarına çok daha radikal bir hız­ la yayılmasını gü n dem e getirmişti. 1975’lerden özellikle 1980’den sonra S o v ­ yet basınında bu konuda tartışmalar yoğun­

laşmıştır. Ancak doyurucu pratik adım atılamamıştır. Çünkü “yeni çalışma yöntemleri büro kö­ şelerinden yönetilmiştir.” (32) Ancak G orbaçov’la reformlar X X V II. Kongre’de ilk defa ekonomik sorunlann ya­ nında parti yaşamı, ideolojik sorunlar, g e ­ nel politik sistem alanına yayılmış, yani so­ run bütün yönleriyle öne çıkartılmıştır. Y a­ şanan üç yılda ortaya çıkan, ekonomik san­ cılarla başlayan değişimde, politik yeniden y ap ılanm a hızla bütün sorunlann önüne geçmesidir. Hiç şüphesiz ki olaylardaki bu hiyerarşi -sıralanma-tesadüf değildir. Yeni­ den yapılanmanın tek garantisi tüm S o v ­ yet insanının yaratıcı insiyatifinin köklü bir Şekilde canlanmasında yatıyor. Bu konu­ da her türlü “korku”dan uzak durulmalıdır. Ve sonuç olarak “glasnost-açıklık” yeniden yapılanmanın sürükleyici halkası olmuştur. Elbette bu Glasnost rüzgârında pek çok birikim ortaya saçılacaktı. Yazının başında belirttiğimiz gibi en uç düşünceler tartışma platformuna çıkacaktı. Fakat bütün bu olan­ larda sağlıksız bir tem el yoktur. Örneğin bir S ovyet yazan Perestroyka1 yı ‘üçüncü NEP” olarak değerlendiriyor. Lenin dönem inde başlatılan N E P ’i ise şöyle tarifliyor: “Lenin’in Perestroyka programına gelince, onun sosyo-ekonom ik muhtevası (kooperatif planı, Partinin ve devletin d e ­ mokratikleştirilmesi ulusal sorun, “politik sistemimizde değişiklikler") önce bayağılaş­ tırıldı ve sonra da Stalin ve yandaşlan ta­ rafından ortadan kaldırıldı.” (33) Yazar, N E P dönem ine bugünün koşul­ larından bakınca böyle çarpık sonuçlar çı­ karmadan edem iyor. Bu, Partinin genel tesbitleriyle ve en son Gorbaçov’un 70. Yıl konuşmasındaki görüşlerle çelişmektedir. NEP, yalnızca “savaş komünizminin sıkı uy­ gulamalardan, az çok normal uygulama­ lara bir dönüş değil, aynı zamanda hız al­ mak içn bir geri çekilmeydi. Bunun m an­ tık sonucu N E P ’in kendi içinde sosyalist güçlerin ileri bir atağını da barındırmasıdır. Yazar bunu N E P ’in kabalaştırılması ve or­ tadan kaldınlması olarak görüyor. Bugünün yeniden yapılanmasında bir geri çekilme yoktur. Tam tersine uzun yıllar kireçlenen yapının kırılıp, devrimci bir yolla ileri sıçra­ masıdır gündem de olan. Ö te yandan daha da beteri “Stalinizm, Maoizm, Pol Potizm ve benzerlerini sos­ yalizme dış düşmanların topundan daha fazla zarar verdiği” teshiridir. (34) Pol Pot ile Stalin ve Mao’nun aynı kefeye konm a­ sı, hatta Stalin ile Mao’nun aynılaştırılması tam bir ahmaklıktır. Ancak Glasnost yazar­ ları iplerinden boşalınca böyle aptalca tesbitlere varabiliyorlar. Bü'Un h m İM d a " uç|an çlkar.

bunda sosyalizm açısından bir “tehlike” yok­ tur. Yeter ki bütün sağlıksız birikimler orta­ ya çıkabilsin, Partinin ve S ovyet insanının canlı teorik, pratik mücadelesiyle sağlam kanallarda gür bir akıntıya dönüştürebilsin. İkinci olarak, eğer bugün S ovyet bası­ nında eski hatalarla ilgili pervasız çığlıklar duyulabiliyorsa, bu sosyalizmin dünya öl­ çüsündeki savunm a konumundan ve onun yarattığı sınırlılıklardan yeni bir d ö ­ nem e girişinin işaretleridir. “Bizim tarafımızdan gönderilen öğrenci­ lerin de katıldığı bir Parti okulunda. Beş Yıl­ lık Plan dönemindeki kazanımlar için Rusya işçileri tarafından yapılmış “fedakarlıklar^ övenlere karşı, aylar süren keskin bir tar­ tışma oldu. Fedekarlıklardan söz edilmesi­ nin doğru olmadığı kabul.edildi; aksi tak- I dirde Batı’daki işçiler ne düşünecekti? Oy- ; sa ki ilk Beş Yıllık Plan boyunca yaşam ko- ( şulları aşırı ölçüde kötü olduğu için fed a­ karlıklar yapılmıştı ve sosyalizmin inşası için aşırı çaba ve fedakarlık gerektiği anlatıldı­ ğında işçi sınıfı korkmaz; tam tersine, bu ön­ cünün sınıf ruhunu canlandırır ve yüksel- l tir. Bu küçük bir örnektir fakat prensipte ha­ talı bir yönelimi gösteriyor...” (35) Sovyetler’de, 1950’lerde bir Parti okulun- | daki bu tartışma “küçük” bir olaydır. Ancak yaşanan deneyler, sorunun boyutlannm ne ölçüde derin ve büyük olduğunu göster­ miştir. Rusya proletaryası bütün geriliklerine rağm en yeni bir çağ açtı. Dolayısıyla, özel­ likle yaşam koşulları vb. konularda çok da­ ha ileride olan Batı proletaryasının da dün­ ya ölçüsünde öncüsü konumuna yüksel­ di. Rusya’da sosyalizmin maddi tem elleri­ nin var olmadığını savunan Kautsky’ler aris­ tokrat işçi kesiminin sözcüleriydiler. Batı işçi sınıfına sömürge talanlanndan düşen pay­ dan -ya da batı finans-kapıtalinin sofra ar­ tıklarından - vazgeçem edikleri için burju­ va kuyrukçuluğunu teorikleştirdiler. Bu ■ proletaryaya açık bir ihanetti. Batı’da d ev­ rim, geniş sömürge talanı imkânlarının, proletarya tarafından cesaretle bir kenara itilmesi demekti. Bu ise, çok geçici ve sı­ nırlı da olsa, Batı işçi sınıfının yaşam ko­ şullannda bir düşüş demekti. Aristokrat iş­ çilerin bilinci bu “korku”yla körleşmişti. Sovyet dostlar, yukanda sözü edilen tar­ tışmayla, Batı işçi sınıfını “korkutmadan” devrim e hazırlayacaklarını umsalar da, bu tavırlarıyla Kautsky’lerin korkularını canlı tutmaktan öteye bir şey yapmış olm uyor­ lardı. Bu “küçük” tartışmadaki öz, Sovyet ya| şamına hatta sosyalist ülkeler ya şa m ^ l

tabı ir- oOVyetler’de hâlâ böyle tezlerin ileri sürülebilmesi, sosyalizm açısından bir teh­ like işareti midir? İlk o larak görüşlerdeki bütün bu dalla­ nıp budaklanma 1934’lerde filizlenen son­ ra da sistemleşen teorik dogmatizmin kırı­ lışının en d o ğ al sonucudur. Sosyalizmin sağlam temellerinin atıldığı, gelişme yolun­

aoartılması: Sosyalist ülke sınır­ ları dışına başarılı istatistiklerin, birlik söy­ levlerinin çıkması, ama sıkmtılann sınır duvarlannm içine hapsedilmesi akıp giden yıl­ larda Partilerin tem el davranış tarzı haline geldi. Böylece, sosyalizm dünya ölüçüsünde kolay yoldan çekim merkezi olacaktı. Gerçekçiliğin insafsızlığından ürkmeyelim. Bu davranış tarzının küçük burjuvazinin parlaklığa tutkusundan başka bir şey olm a­

j

da en belirgin teorik SSpkîuIikiann yenildi­ ği bir dön em de (1934’de) düşman unsur­ ların parti içinden başlattıkları kanlı saldırı (Kirov’un katli), uluslararası planda em per­ yalizmin sosyalizme karşı topyekün bir taaruza hazırlanma koşullarıyla birleşince, partideki teorik m ücadele ufku olağanüs­ tü daralmış, bir tek noktada “emperyalizm ve onun ajanları” parolasında odaklaşmış­ tır. Bu mantık savaş sonrası yıllara da güç­ lü t e şekilde miras kalmıştır, özellikle Brej­ nev yıllan teorik dogmatizmi dayanılmaz noktalara vardırmıştır. Bu duvarların şim­ di yıkılması kaçınılmaz bir şekilde, yıllardır 1 biriken ve tortulaşan «uyun çamuru ve çö• püyle akışını gündeme getirmiştir. Ancak

dığını görm ek zor olmaz. Sovyet ülkesi ve diğer sosyalist ülkeler devrim günlerinde küçük burjuva deniziydiler. Saflara, özel­ likle devrim sonrası işçi sınıfı saflanna mil­ yonlarca köylü ve esnaf davranışı taşındı. Dem ek onlann muazzam etkisini, bilinçli bir azınlık konumunda olan Parti kadroları ye­ terince göğüsleyemediler. Sosyalizmin artık bu tarz savunulmasına ne gerek vardır ne de imkân... Macaristan, Çekoslovakya, polonya olayları, Sovyetler! deki üretici güçlerdeki gerilik ve halk msiyatifinin inmelenmesi, bütün bunlar çuvalı delen mızrak ucu oldular, örtülemez bo­ yutlara vardılar. Fakat öte yandan, sosya­ lizmin dünyadaki gücü artık tartışılamaz bir

hangi kılıklarda yerleş«.

örtülmesi


gerçeklik olmuştur. Sosyalizmin kaba, ya­ iyi işlemediği ortaya çıkar. “Son yirmi yıl” ni en temel alanlarda savunulması dön e­ 1960-80 arasıdır. Bu yıllarda Sovyetler’de minden artık onun bütün iç bağlantılarıyla işlerin iyi gitmediği bugün artık yeterince cesaretle daha yükseltilmesi dönem ine g e ­ açığa çıkmıştır. Bürokratik urlaşmanm en çilmektedir. tem el haklan nasıl kâğıtlarda ölü bir formüÜçüncü olarak, Sovyetler’de artık bir­ lasyona dönüştürdüğünün en çarpıcı örne­ birine karşıt sınıflar çoktan beri yoktur. Çıği, “geri çağırma hakkı”nın yoka çevrilm e­ karlan belli ölçülerde uyumlandınlmış, iş­ sidir. çiler, köylüler ve aydınlar vardır. Gelişim sü­ P a T devlet ilişkilerinde en önemli sorun, reçlerinden farklı şekillerde etkilenen bu ke­ devlet organlarının P a T y e pasif uyumunun simlerden farklı tepkilerin ortaya çıkmaması aşılmasıdır. D evlet kurumlannda ve her mümkün değildir. Bu tepkilerin bürokratik alandaki parti birimleri, kararları bu alan­ tembellik yıllannda örtülmesi en genel g e ­ larda yaymak ve geniş yığınlan bu yönde çer yaşam tarzı olmuştur. Karşıt sınıflann or­ kazanmak için canlı bir mücadele yürüttadan kalkması, karşıt ve çelişkili düşünce­ melidir. Uzun yıllann pratiğinde parti bü­ lerin ortadan kalkmasını getirmez. Sosyaliz­ min gelişimi, yeni basamaklan tırmanışı na­ tün bu organlann üstünde “haksız bir vasilik” yapmıştır. Bu anlayış, bürokratizme sıl etki ve tepkisiz, kendiliğinden olabilir? Bu karşı mücadelede en önemli halkadır. B öy­ tepkilerin özgür döğüşü sosyalizme güç lece, devlet organlan ve diğer halk örgüt­ kaybettirmez, tersine onu sağlamlaştım. lenmeleri arasında bir siyasi kopuşma teh­ Netice olarak, bugüne kadar ki hatalalikesi ortaya çıkamaz mı? Bu yolda ilk te­ nn sonucu dumura uğrayan halk insiyatifi minat Sovyet Anayasasıdır. H er yöneliş, o ve girişkenliği, Perestroyka’yla bir bakıma anayasanın sınırlannda kalmak zorundadır. yeniden doğuş sancısı içinde. Bu yeniden Diğer teminat, partinin öncülük yeteneği ve doğuşun şimdilerde yaşanan dağınık tep ­ halkın in siyatifidir. Bu k on u larda ki kileri, hatalann kaçınılmaz bedelidir. Teh­ “korkulann” bürokratik buyuruculukla aşıl­ like bu tepkilerin, sapkın uçlarda yığılıp, ke­ ması ise mümkün değildir. mikleşmesinden doğar. Eğer parti, Brejnev Parti yaşamının demokratikleştiril­ dönemindeki aracılığım, şimdi yeniden ön­ mesine gelince, bu konuda da tüzükcül en­ cülüğe sıçratabilirse tehlikelerde yükselme­ gellerden çok fiili alışkanlıkların kınlması den sönümlenebilir. . O nedenle yazımızı sonuçlandırmadan,sorunuyla yüz yüze gelinir. Konferans, Parti kademelerindeki en fazla görev süresini on Gorbaçov’la başlayan değişimin bugün ya­ yılla (iki kongre dönem i) sınırlandırmıştır. yıldığı yeni alanları değerlendirmeliyiz. Oysa Parti kademelerindeki, görevini yürü­ Bunlar başlıca iki noktada toplanıyor: temeyenlerin alaşağı edilmesini engelleyen Parti devlet ilişkisi ve parti yaşamının d e ­ bir tüzük maddesi yoktur. Fakat Parti ya­ mokratikleştirilmesi. Parti-devlet ilişkisinde Gorbaçov, Kon­ şamındaki canlılık inm elenince böyle yeni kurallara başvurulması dem ek ki kaçınılmaz ferans konuşmasında şu ana prensibi vur­ oluyor. gular: “Esas prensip aşağıdaki gibi form ü­ Özetle, G orbaçov reformlanndaki her le edilebilir: Ekonomi, devlet ve sosyal ya­ şey, yığın insiyatifinin canlandırm asından şamla ilgili bir tek sorun bile, Sovyetler’den geçiyor. O nedenle, kararlann tek tek irde­ geçmeksizin karara bağlanamaz. Partinin lenmesi yazımızın smırlannı aşar, ancak her ekonomik, sosyal ve etnik politikası her kararda sorun gelip yığın insiyatifine daya­ şeyden önce halk yönetiminin organlan nıyor. Artık Ferestroyka’nın “ikinci dönem i” olarak Halk Vekilleri Sovyetler’i eliyle uy­ (G orbaçov) başlamıştır. Yani değişimlerin gulanmalıdır.” (36) teorik çerçevesinin çizilmesinden, pratik uy­ Sovyet kanunlannda bunun tersine bir gulama dönem ine geçilmiştir. Bu pratik gi­ bağlayıcılık yoktur. Ancak akan günlük pra­ dişi her devrimci titizlikle izlemeli ve irdetikte parti organlan Sovyetler’in üstünde bi­ lemelidir. rer vasi durumuna gelmiştir. Parti kararla­ rı bu organlarda döğüştürülerek yaygınlaş­ tırm a k yerine kararlann daha alınmasıyla birlikte, Sovyetler’in bu kararlan kabulü bü­ rokratik bir formaliteye dönüşmüştür. “Lenin, her komünistin halkın politik ön ­ deri olduğunu söylerdi. Emekli Parti üye­ lerinin hikâyelerinden biliyorum, devrim ­ den sonraki ilk yıllarda durum gerçekten böyleydi. “Bolşevik” kelimesi asla resmi bir konumu belirtmezdi... Bizim, herhangi res­ mi bir konumu olmaksızın prestij kazanmış insanlara ihtiyacımız var.” (37) Bir partili iş­ çisinin bu tesbiti, hem Sovyetler’de Parti üyelerinin mevcut konumlarını, hem de ol­ ması gerekeni iyi anlatıyor. Sovyetler’in etkinliğinin arttmlması yolun­ da diğer nokta, seçimlerde aday sınırlan­ dırılmağının kaldırılması konusundadır. “Sovyetler’in teşkil4edilmesi sırasında sı­ nırsız aday gösterm e hakkı ve geniş, ser­ best tartışma hakkı garanti edilmelidir.” (38) Bugüne kadar seçimlerde aday gösterm e hakkı kom som ol, kooperatifler, iş kollektifleri gibi çeşitli halk örgütlenm eleriyle sı­ nırlıydı. Şimdi bütün sınırlar kald ırm ak ta­ dır. B öylece kişisel girişimin önü açıl­ maktadır. Diğer önem li nokta, S o vyet Vekillerini “geri çağırma hakkının” G orbaçov’un ko­ nuşmasında vurgulanmaadnr. Bu hak, dev­ rimin ilk gününden beri yürüdüktedir. A n ­ cak “son yirmi yılda 8000 vekil geri ç a ğ ır ­ mıştır.” (39) 51000 Sovyet’in bulunduğu ve bunlara 2.2 milyon üyenin seçildiği düşü­ nülürse, geri çağırma hakkmın pratikte hiç

SONUÇ Perestroyka’yla sosyalizm bir dönem e gi­ riyor. Bu “d önem ” sosyalizmin kuramsal aşamalanndan birisi değil, tamamiyle S o v ­ yetler’de sosyalizmin gelişinin özel bir aşa­ masıdır. Herhangi bir ülkede tekrarlanma­ sı ne bir kader ne de bir kaçınılmazlıktır. A n ­ cak bu büyük d eney her devrimci örgüt­ lenm e için zengin bir yol göstericidir. Çalışan yığmlann topyekün insiyatifi te ­ meline dayanan sosyalizm, bürokratik yoz­ laşmalarla kendi canlı özüne yabancılaşa­ bilm iş^. Şim dilerde bu çem ber kınlıyor. Böyle bir adım atılırken neden Stalin d ö ­ neminin tartışma gündem ine geldiği çok açıktır. S ovyet insanına Stalin dönem inin bütünüyle savunulması, bürokratik urlaşmanm ebedileştirilmesi olarak görünüyor. Zorunlu olarak şekillenen aşın merkezileş­ menin ardından gelen dönem lerde aşıla­ maması, tersine bürokratik yozlaşmaya d ö­ nüşmesi ister istemez Stalin dönemini otop­ si masasına yatmyor. fakat öte yandan Sta­ lin döneminin topyekün inkan, sosyalizm için açık bir tehlikedir. Sovyetler’de yaşa­ nan günleri “üçüncü N EP* olarak görmek, 1929larda Stalin’in kararlı tavnyla kulak­ lara karşı açılan mücadeleyi “N E P ı bozmak” olarak değerlendirmek hatta Buharinln kulaklann adım adım, “ekonom ik bir savaşla” aşılması tezlerinin daha doğru olduğunu sa­ vunmak, sosyalizmden liberal yozlaşma­ ya yelken açmak demektir. 1929larda S o vyet iktidannm önünde, burjuva artık­ larının yumuşak bir gidişte tasfiyesi için fazla

zaman yoktu. Bu günün nesli, “Glasnost” ortamında eğer eskiyi yeterince titiz değer­ lendirmeden, böyle ahmakça görüşlere re saparsa, bu S o vyet sosyalizmi için ger­ çek tehlike olur. O günlerde, gerek ülke içinde kapitalizmin kahntılanna ve gerekse emperyalist kuşatmaya karşı var olm ak ya da yok olmak mücadelesi verildi. Oysa bu­ gün “uygarlık krizi” adına daha uzun yıllar kapitalizmle birlikte yaşamanın teorileri ya­ pılıyor. “Uluslararası yumuşama”, dünyada­ ki keskin sınıf karşıtlıklarını kimi kafalarda bulanıklaştınyor. Tam bu noktada, Stalin döneminin bütün kazanımlannın açıkça tes­ lim edilmesi büyük ön em taşır. “Büyük Tasfiye” dönem inin hatalannı, bütün Sta­ lin dönem ine yaymak, buradan hareketle özellikle Stalin’in kişiliği ile uğraşmak, bu­ günün rahat ortamında Glasnost aydınlannın liberal gevezelikleri olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Sosyalizmin, 1934’lerden itibaren biraz da dogmatikçe savunulma te­ laşı, bizzat sosyalizmin bazı namuslu, dü­ rüst savaşçılannm “tasfiye” edilmesine ne­ den olduğu artık tarihi bir gerçekliktir. A n ­ cak bu acı gerçeklikten hareketle, liberalce diz d övm eler işimiz olmamalı. Yazımızı “yeni düşünce”yle ilgili bir notla sonuçlandıralım. Sovyetlerideki uygulama­ lar, gen el özüyle olumlu özellikler taşıyor. Yıllardır geciken adımlar atılıyor. Ancak bunlann, uluslararasıa m ücadeleye yansı­ ması ve uluslararası sınıf mücadelesine ba­ kışlar aynı seviyede olumluklar taşımıyor. Tam tersine oldukça önemli sapmalar “yeni” kılıklarda derinleşiyor. V e bu sapmalann kaynağı Kruşçev ve Brejnev dönem in­ den mirastır. O günlerin iç politikada olum ­ suz yanlan onarılmaya çalışılırken, ulusla­ rarası planda aynı adımlar neden atılamıyor? Bu konuyu da gelecek sayımızda ir­ deleyeceğiz.

KAYNAKLAR 1. M o sco w N ew s, N o 18. 1988 2. E.Preobrazhensky, T h e N e w Econom ics, s. 129 3. ’ ” ay. s. 89 4. * ” ay. s. 22 9 5. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 28 3 6. Stalin, ay. s. 327 7. N.I.Bukharin, S e lected Writings, s. 25 4 8. Stalin, Leninizm in Sorunları, s. 296 9. B .N . Ponom aryov, History o f T h e C o m m u ­ nist Party o f the S ov iet U nion 10. Stalin, leninizmin Sorunlan, s. 54 2 11. A . M ed ved ev, L et H istory Ju dge 12. " ” ay. 13. Stalin, Leninizm in Sorunlan s. 718 14. H. McNeal, Resolutions and Decisions o f the C om m unist Party o f the S oviet U nion, Cilt

ni 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34.

Stalin, W erke, Band 14 H . M cN ea l. ay. ay. ay. T. H . Rigby, Khruschevs “Secret Speech’ and oth er D ocum ents ay. Lenin, Cilt 3 5 T.H . R igby ay. ” Stalin, W erke, B and 14 T.H . R igby ay. M o sco w N ew s, N o : 19 1988 T.H . Rigby, ay. Y .L eva d a , W h y R e form Didn’t W o rk T h en , M o sco w N ew s, N o : 18 1988 Y .L e va d a ay. H .M cN ea l, Cilt ( T h e S e co n d C on gress o f T h e C om m unist International, Minutes, Cilt 1 G orbaçov, X IX . Konferans konuşm ası Y.Karyakin, M o sco w N ew s, N o 23, 1988

35. Palm ira Toiiatti, Interview with N u o vi A rg o m eti, 1956 36. G orbaçov, X IX . Konferans konuşmasından ‘ 37. A Sukhanov, M o sco w N ew s, N o 12, 1988 38. G orb a ço v X IX . Konferans Konuşm ası.

39. STP, 1982


SON ŞANSIMIZ! Çağdaş Yol bu sayısında Pravda’nın Türkiye muhabiri Andrey Stephanov’un Sovyetler Birliği'nde uygulanmaya başlanan Glasnost ve Perestroyka politikaları ve en son parti konferansına ilişkin görüşlerine yer veriyor. Kendisi bir Doğubilimci ve Arap-İslam tarihi konusunda uzman. Stephanov’un görüşleri kendisinin de belirttiği gibi, “ Şu anda SBKP içinde yer alan son derece canlı tartışma ortamı içindeki -ki bu dönemi Lenin’in dönemine benzetiyor-görüşlerden biridir. Kendisi ile bir çok konuda anlaşamadığımız röportajın seyrinden anlaşılacaktır. Bu­ rada her gün burjuva basından Sovyetler’e ilişkin tekyanlı bilgilenme içindeyken bunun etkisini olabildiğince azal­ tabilmek için karşı tarafın da görüşlerine yer vermek oldukça gerekli. Çağımızda bir kaç dev basın tekelinin gözüy­ le olayları izlediğimizi hatırladığımızda ve röportajı sabırlı bir şekilde okuduğumuzda; esasen Sovyetler’de olup bitenler konusunda Türkiye’de tekyanlı, önyargılı, yanlış bir bilgilenme içinde olunduğu ortaya çıkıyor.

ha bahsetm ekte yarar görüyorum . Rusya im paratorluğu işgücü ve serm aye ba­ kım ından son derece geri bir ülkeydi. Bazı e n ­ düstriyel m erkezler tıpkı A m erika Birleşik D evletleri’nde olduğu gibi başı çekebiliyordu. A ncak bu endüstriyel m erkezler çoğunluğu köylü olan ya da köylülüğün hâkim olduğu geri bir ülkede adacıklar gibiydi. Ç.Y. — Yemi kapitalist, ilk kapitalist biçim len­ m eler ve 1. Dünya Savaşı’nın bir bileşimiydi söz konusu? — Evet bu bileşenler 1917’deki Şubat devriminin patlak verm esine neden oldu. Ç.Y. — Bu hareketin boyutlarına bakıldığın­ da sosyalist bir devrim olam ayacağı söyleniyor­ du. — B öylesine geri bir ülkede sosyalizmi gerçekleştirem ezsiniz deniyordu. Ç.Y. — Kültürel düzeyden mi?.. — Kültürel düzeyin yanı sıra proleteryanın v e ­ rimliliğinin toplum içinde çok büyük bir yere sa­ hip olmaması...

Bugünkü tartışma Lenin’in dönemindeki tartışma ortamına benziyor. Daha önceki yıllar bir ‘mezarlığa’ benziyordu. Bugünlerde bir türlü çoğulculuk var. Bu sosyalist özgürlüğün temelidir.

Ç.Y. — G örü şm em ize şöyle bir soru ile baş­ lamak istiyoruz. S ovyetler Birliği’nde yeni yeni ortaya çıkm aya başlayan sorunlar 1970’ten iti­ baren hızla birikm eye başladı. Bunun karşılığın­ da bizim görebildiğim iz kadan ile 1975’lerde de birtakım çözü m arayışian parti içinde tartışma­ lar ve sancılar doğurdu. Birtakım ö n lem ler alın­ m aya çalışıldı. Fakat G orb a ço v’un da değindiği gibi genellikle bu ön lem ler başansız oldu. A n ­ cak A n d rop ov’Ia birlikte bir reform çabasına rast­ lıyoruz. A n d ro p o v d önem indeki reform çabalan da daha çok ekonom i alanındaki düzenlemelerle sınırlı olarak görünüyor. N e yazık ki A n d rop ov’un öm rü pek yetm edi ve onun başlatmaya çalıştığı reform ları çok daha kapsamlı bir biçim de G orb a çov başlatmak durum unda kaldı. Bu nokta­ da G orb a ço v ek onom ik konulardaki köklü dü ­ zenlemelerin yanında siyasal alanda ve toplumun politik örgütlenm esi alanında da yeni yönelişler ortaya koym aya başladı. V e ek onom ik anlam ­ daki önlem lerle bunlar bütünleştirilerek reform çalışmaları bugün daha da derinleştirilm eye yönelindi. Bu noktada ilk olarak sorm ak istediği­ miz şey, 1975’lerde bunlar parti içinde tartışıl­ m aya, sorunlara çözü m üretilm eye çalışılması­ na rağm en, neden ön lem ler alınmakta gecikil­ di. A ra d a şöyle böjyie 15-20 yıla yakın bir g e ­ cikme söz konusu. Ö nce bunun nedenlerini açık­ layabilir misiniz? — B öyle bir soruyu son d erece basit bir şekil­ d e veya bir iki açıklam aya dayandırarak ce va p ­ lamak kolay değil. S ö z e başlamak gerekirse, di­ yebilirim ki, perestroika (yeniden yapılanm a), glasnost (açıklık) v e toplum um uzun dem okra­ tikleştirilmesi, tüm bunlar şans eseri olm adı. Par­ timiz, ülkemiz, devletim iz ve sosylalizm için bu, kaçınılmaz bir süreçtir. S a d e ce bir kişinin kafa­ sında oluşmamış, pratikte son derece donatılmış ve geliştirilmiştir. Aslında perestroika Lenin ta­ rafından inşa edilen sosyalist yapılanmanın esas yoluna geri dönüş anlamına gelir. Sorunuzu belli bir sıra içinde cevaplam ak gerekirse, Stalinizm ve Stalin sonrası d ö n em d e n d e bahsetm em g e ­ rekiyor. A ncak size, S ovy et yayınlannda yer alan tarafınızdan da iyi bilinen konulardan bir kez da-

Ç.Y. — Köylülük oranının yüksekliği. — Evet köylülük ve diğer nedenler... Ç.Y. — Bu noktada Marks’ın teorisine d aya­ nılarak kapitalist üretim biçiminin hâkim olm a ­ dığı bir ülkede sosyalist devrim gerçekleştirilemez deniyor. — Kapitalizmin gelişiminin kaçınılmaz sonu ­ cu, kapitalizmin ileriye doğru attığı adım lar sos­ yalist devrimdir. Ç.Y. — Bunun Troçki’nin teorisi ile aynı teori olduğundan bahsedebilir m iyiz? — Hayır, hayır... Parti iktidan ele geçirdi. Bolşevikler iktidarı e le geçirdilerv e bu iktidarı ken­ di ellerinde m uhafaza ettiler. D iyelim ki devrim tesadüfen oldu ve Marksizm e tam am en uygun değildi. Burjuva propagandacılan bu bakış açı­ sıyla menşeviklerin tezlerini tekrarlıyorlar. Ancak bolşevikler olarak bilenen bir grup devrim ci b öy­ lesine büyük bir ülkede iktidarı nasıl e ld e ed eb i­ liyorlar, karşı devrim cileri nasıl yeniyorlar? K e n ­ di ordulan ile kapitalizmin yıkımına uğramış Rus­ ya’yı yeniden kurmak için devrim e karşı verilen m ücadeleyi ülke geneline yaydılar. Bolşeviklerin tüm bunlan yaparken ellerindeki gizli anah­ tar Rusya’d aki halkın çoğunluğunun isteklerine ceva p veren tem el şeyleri hedeflem eleriydi. T e­ m el amaçlar iki ana başlıkta toplanıyordu. P a y­ laşımcı emperyalist savaşın sona erdirilmesi, banşın sağlanması v e tüm topraklann ulusallaştınlıp devletin mülkiyetine geçirildiğinin ilanı. S o ­ nuçta topraklar köylüler arasında dağıtıldı. K ö y ­ lüler bolşeviklerin iktidannı destekliyorlardı. Proleteryanm desteğinden bahsetm iyorum , çünkü proleteryanın partisi iktidardaydı v e proleterya, partisini son derece güçlü bir şekilde destekliyor­ du. Ç.Y. — Peki diğer sınıf ve katmanlann durumlan ne yönd eydi? — Rusya’daki sınıflar nelerdi?.. Rusya kapita­ listleri son d erece zayıftılar ve devrim e karşı sa­ vaştılar. Hükümet mekanizması devrim e karşıydı. Ordu ve ordu içinde özellikle rütbeli askerler d ev­ rim e karşı savaştılar. Kilise karşı devrim ciydi ve Türkistan, Orta A sya ve Kafkasya’da yaşayanMüslümanlar devrim e karşıydılar, yani din ku­ rumlan karşı devrim ci olarak hareket ettiler.

Ç.Y. — D evrim d en önce?.. — Hayır her iki sınıf da -proletarya ve köylülerdevrim i destekledi, devrim den ön ce ya da sonra da nitelem ek doğru olm az. İç savaş devrim süresince bu iki sınıfın desteğiyle kazanıldı. Devrim im izi dış kaynaklı karşı d e v ­ rimcilere karşı savunduk. A n ca k devrim den sonra böylesine geri kalmış bir ülkede sosyalist toplum u gerçekten inşa ed ebilm e ve yaratma sorunu ile yüzyüzeydik. İşte tam bu sıra­ da çok önem li tartışmalar başladı. D evrim e katılanlardan bazılan; Troçki gibi. Batı Avrupa’da sos­ yalist devrim i gerçekleştirm ek için Batı kapita­ lizmine karşı kutsal devrimci savaşın sürdürülmesi gerektiğini önerdiler. D evrim im iz evrensel birli­ ği, evrensel ateşi tutuşturan bir kıvılcımdı ve e v ­ rensel ateş evrensel sosyalist devrim anlamına geliyordu. G elişm iş Batı ülkelerindeki proleteryanın zaferinden sonra bu ülkelerin devrimci proleteryası bize yardım edecek, her iki yerde de sos­ yalizmi gerçekleştirm em izi sağlayacaktı. Çünkü Batı A vrupa ülkelerinde iktidar güçleri proleteryanm ve onun partisinin eline geçerse tüm B a t A vrupa’da sosyalizm güvence altına alınmış ola­ caktı. İç savaşta sağlanan haşandan (zaferden) sonra Lenin sosyalizmin iki yansı iki bileşeni ol­ duğuna işaret etti. Sosyalizm in ilk yansını yük­ sek gelişmişlik düzeyine sahip üretim güçleri ve gösterm elik bir aygıt olm aktan çıkanlmış hükü­ m et m ekanizm asından oluşan m addi tem eldi. H üküm et m ekanizm ası ülkedeki üretimin geli­ şimini düzenleyici bir aygıt olmak durumundaydı. Üretimin gelişim inden kastettiğim şey bankacı­ lık sisteminin, son d erece gelişmiş bir sanayinin v e tanmın yapılandınlması. Tü m bunlar sosya­ lizmin ilk yansını oluşturuyordu. Lenin’e göre sos­ yalizmin m addi koşulan A lm anya’da mevcuttu. Fakat m aalesef A lm anya’da proleteryanın elin­ de sosyalist iktidar m evcut değildi. Lenin’in Sovyet Rusya’da g öz önünde bulundurduğu ikin­ ci güç, sosyalizmin ikinci yansı proleteryanın e l­ lerinde bulunan politik güçlerdi. A n ca k biz sos­ yalizmin m addi koşullanna sahip değildik. S o ­ nuç olarak bir grup g en eld e kapitalizme karşı bir devrim ci savaşımı öneriyordu. Troçki’nin bakış açısıyla hareket ed en diğer bir grup m enşevik, devrim ci savaşıma devam etm enin belki gerek­ siz olduğunu ancak aynı n eden lerden S ov y et Rusya’da sosyalizmin kurulmasının imkânsız o l­ duğunu söylediler. Lenin bu gruplarla tartışma­ larını sürdürdü v e onlara Marksizmi kaba bir şe­ kilde kavrayamayacaklannı ve kavramamalan g e ­ rektiğini söyledi. Devrimin gerçekleştiğini şu anda da politik gücün ellerimizde olduğunu belirtti. İk­ tidan geri bir ülkede ele almıştık. Bu iktidarla ne yapacaktık? N ed en kurban edecektik! Kültürel düzey, üretici güçlerin yeterli seviyeye yükselmesi için bunun gelişimini sağlam ak gibi sosyalist yapılanmanın ön şartlarını inşaa etm eye çalış­ m ak bizim için daha iyi olm az m ıydı? Kapitaliz­ min Rusya’da yapm adığını biz gerçekleştirem ez miydik? Politik güç bizim ellerim izdeydi. Lenin, sorduğu bu sorulan olum lu bir şekilde cevapla­ yarak yapabileceğim izi söyledi. Bu d ö n em d en sonra; savaş kom ünizm i ve iç savaş zaferi diye adlandınlan bu d ö n em d en sonra Lenin sosya­ lizm üzerindeki görüşlerimizi destekleyen önem li değişiklikler gerçekleştirdi. Aslında ekim devri-

I

t

I 1 ı

*

)

t

^ ı


minden ön ce sosyalizm kavram ında bazı deformasyonlar mevcuttu ve sosyalist devrim ülkede doğrudan bir zafer kazandıktan v e bütün d e v ­ rim ülkede yürürlüğe girdikten sonra komünizm vakit geçirm eden halka anlatılmalıydı. Kolayca anlaşılabilecekti ve çünkü milyonlarca insan sos- . yalizme inanıyorlardı. Sosyalizm onlar için bir ç e ­ şit yan dinsel inançla sosyalizme bağlıydılar. Zu­ lüm ve terörle geçen yıllar onlan bir an önce sos­ yalizme varmak konusunda son derece istekli ya­ pıyordu. Bu şartlar onlann mümkün olan en'kısa sürede sosyalizme varmalannı sağlıyordu. Leniri in yeni ekonom ik politika doğrultusunda ö n g ö ­ rülen ve donatılması gereken değişiklikler neler­ di? Sloganlar yerine sosyalizmi tanıtarak kapi­ talizmle savaşmak ve acilen bütün problem leri çözm ek için idari yöntem ler kullanmak. Bütün karar verm e süreçlerinin, halkın ve ekonom inin yönetimi için son derece merkezileşmiş güçlü bir Kademenin oluşturulması gerekiyordu. Lenin, esa­ sı denetimli pazar ekonom isi olan sosyalist e k o ­ nomi düşüncesini tanıttı. Lenin geri koşullara sa­ hip köylülüğün hâkim olduğu bir ülkede sosya­ lizmi inşaa etm e görevinin oldukça güç olduğu ­ nu ileri sürdü. Fakat yapılabilen, eld e edilebilen bir görev. Sosyalizm e barışçıl v e d o ğa l yollardan geçiş, tam bir sosyalizm e geçiş yalnızca politik iktidan eld e tutmakla m ümkün değildir. S osya ­ lizm ekonom ik yapıya dayanmaktadır. Proleterya ve köylülük arasındaki ilişkileri norm al bir d ü ­ zende tutmak ve desteklem ek, aynı zam anda aralannda sağlıklı bir iktisadi ilişki kurmak g e re ­ kiyordu. Bu ilişkileri düzenlemenin d e en iyi yolu denetimli (kontrollü) bir sosyalist pazardan g e ­ çiyordu. Bunun anlamı köylülerin ürettiği ürün­ lerden eld e edilen artı d e ğ er onlardan savaş d ö ­ neminde olduğu gibi zorla alınmayacaktı. D e v ­ lete bir bölüm ü vergi yolu yla verilecekti. Fazla ürünün geri kalanını köylüler isteklerine göre kul­ lanacaklardı. Onlar da pazara sundular. Yeni ekonomik politika aynı zam anda ek onom id e uy­ gulanan yönetim v e idari mekanizmalarının da değişmesi anlamını taşıyordu. Bu politika ger­ çekten mucizeler yarattı. Lenin ekonom inin yük­ selişini ayakta tutanın v e kontrol ed enin proleteryanm kendi elleri olduğunu ö n e sürdü. K ü ­ çük burjuvalara v e pazar elem anlarına ülkem iz­ de büyük bir pay verilmişti. A ğ ır sanayinin, bü­ yüyen sanayinin, büyük yatırımların, bankacılık sisteminin, kredi ve güm rük sisteminin ve d e v ­ let aygıtlannın yani tüm ek onom ik sistemin d e ­ netimi ve desteği proleteryanın ellerindeydi. D e­ min de belirttiğim gibi bu yeni ek onom i, tahrip edilmiş ülkede m ucizeler yarattı. Ülke, em p er­ yalist savaştan, d evrim de ve iç savaştan sonra son derece hızlı bir şekilde yenilendi. Tem el ta­ rımsal ürünler 1940 yılından ön ce em peryalistsavaştan önceki dü zeyine erişti. İlerlem e başanlmış, ülkedeki herkes için geçerli olan ekm ek ve yiyecek kıtlığı g erid e kalmıştı. Tarımsal ürün­ ler ihraç ed ilm eye başlandı. Elde edilen gelirle m akina ve sanayi için gerekli ithalat gereksini­ mi karşılanmaktaydı. Ü lkede sosyalist sanayinin tem eli yaratılmaya başlandı. Lenin’e g öre (N E P (N e w E con om ic Polticy - Yeni Ekonom ik Politi­ ka) politikası küçüküreticilerin ustalar ve belli başlı köylüler gibi, kooperatiflerinin gelişimini de ku­ caklamaktaydı. Çünkü d evlete vergilerini ö d e ­ dikten sonra üretimlerinin geri kalanını pazarda satışa çıkarıyorlardı. N E P politikası kooperatif­ lerin gelişimi için gözden geçirildi. Çünkü Lenin’in tanımına göre sosyalizm oldukça yüksek kültürlü kooperatifleşm e sistemidir. Ç.Y. — Burada Leniriin sosyalizmi yüksek kül­ türlü bir kooperatifleşm e sistemi olarak tanım ­ laması var. Burada kooperatifçilerden kastetti­ ğiniz şey bu sürece katılan kişiler herhalde... — Evet kooperatifçiler bir çeşit kooperatife ka­ tılan kişiler anlam ına geliyor. Lenin’in isteği k o ­ operatifler sayesinde çalışan sınıfın bir bölüm ü­ nü oluşturan köylüleri kooperatif sistemine, kül­ türel çalışmalara çekm ekti. K ooperatifler saye­ sinde her gün daha fazla köylü sosyalizmin ru­ huyla eğitilerek yavaş yavaş birer küçük burju­ va olm aktan çıkanlıp sosyalizmin inşaasma bi­ linçli bir şekilde katılan kişiler haline getirilecek­ tir. Evet Lenin’in sosyalizmin inşaası için gerekli gördüğü planlardan bahsedebiliyoruz. Fakat L e­ nin, olası tüm şeyleri birden öngörem ezd i ve y a ­ pılacaktan tıpkı alfabede olduğu gibi A d a n Z ye plantayamazdı. Lenin bize izlememiz greeken ana yolu gösterdi ve Lenin’e göre izlem em iz gereken y ol sanayileşm eydi. Çünkü bir köylü ülkesinde sosyalizm başantacaksa bunun yolu sanayi te­ m elini kurmaktan geçiyordu. Sanayileşm e bü­

yük sanayilere gereksinim duyuyordu ve bun-

lann oluşturulması için yapılacak yatırımlar için para gerekiyordu. Bazılan gerekli paranın köy­ lülerden elde edilmesi gerektiği düşüncesini des­ tekledi. Bu düşünce Troçki’nin bakış açısını yan­ sıtıyordu ve aynı düşünce daha sonra Stalin ta­ rafından da paylaşıldı. Ç.Y. — Bir kez daha tekrarlayabilir misiniz, çünkü bu saptam a bizim için çok önem li. — Sanayinin gelişimi için para gerekiyordu ve bu para köylüler sıkıştırılarak alınacak, para e l­ d e edilirken ek onom ik yöntem ler değil despotik yollardan, yani güç kullanılarak zorla alına­ caktı. Bu Troçki’nin bakış açısıydı. Stalin Troç­ ki’nin bakış açısına karşı olm asına rağm en 1920-1929 d ön em in d en sonra 1930’larda bu yöntem i köylüler üzerinde uyguladı. Stalin bu d ö n em d e Troçki’nin önerilerini benim sedi. Ç.Y. — Burada çok önem li bir nokta var. Siz birikimden bahsettiniz. Sanayileşme için para g e ­ rekiyordu. Troçki bir d ö n em bu paranın köyüllerden sağlanmasını önermiş, ancak o zam an­ lar kabul edilmemişti. Fakat Stalin’in 1930’lardaki uygulam asıyla bu öneriler kabul edildi dediniz. — Evet söylem ek istediğim buydu. Lenin sos­ yalist birikimin son derece dikkatidir şekilde ger­ çekleştirilmesi gerektiğini, kent ve kır, sanayi ve tanm arasındaki norm al ticari ilişkiler yoluyla ger­ çekleştirilmesini önermişti. Akıllıca yürütülen bir iç ek on om ik politika ve dış ticarette D evlet te­ keli ve hükümet mekanizmasının idareli kulla­ nımı ile ekonom inin son derece ekonom ik v e et­ kili bir hale getirilebileceğini belirtiyordu. Ç.Y. — Hüküm et mekanizmasının idareli kul­ lanımı ile bürokrasiden bahsediyorsunuz herhal­ de. — Bürokrasiyi önleyebilm e ve çahşır hale g e ­ tirme, son derece ucuz v e etkili bir hükümet m e­ kanizması; bu yolla büyük miktarlrda para tasar­ ruf edilebilecekti. Bürokrasi tem izlenip değişiklik yapılacak bu sayede devlet mekanizması ve d e v­ let organlan gelişecekti. Lenin’in ikinci düşüncesi kollektivizasyonu sağlamaktır. Bu, gerçekte k o ­ operatifleşm e anlamını taşımakta. A ncak bura­ da vurgulanan kollektivizasyon değil k o op e ra ­ tifleşmedir. Var otan kooperatiflerin gelişimini ta­ nıtmak, devletin kooperatifleşmeye sağladığı kat­ kı ya da kooperatifleşm ede oynadığı rolle m üm ­ kündür. D evlet kooperatiflere ucuz kredi verir. Onları tohum , gübre ve basit m akinelerle des­ teklem ektedir. Basit m akineler diyorum , çünkü o zam an traktörlere bile sahip değildik. K o o p e ­ ratifleşme konuşunda yapılan planlar çok ö n e m ­ liydi. Çünkü küçük üreticileri sosyalizmin bilinçli bir şekilde inşaa etm sürecine katılan insanlar ha­ line çevirm ek bilinçli organizasyonlar, yani g e ­ nelde kooperatifleşm e sürecine katmakta m üm ­ kün olacaktı. A ncak bu plan hiçbir güç kullanı­ mı v e zorlam a olmaksızın ancak kesinlikle güce başvurmaksızın uygulanm alı ve insanlar kesin­ likle m evcut örnekler v e ek onom ik anlam daki kararlılıkla ikna edilm eliydiler. Ç.Y. — Burada da gücün sadece tek bir fak­ tör olm am ası gerektiğini söylüyorsunuz. Ş öyle bir parantez açabilir miyiz, hem zorlam anın hem de kooperasyon yolunun kullanılması mı g e re ­ kiyordu? — K ooperatiflere katılmanın kârlılığı son d e ­ rece açık ve ortada olan bir durumdu. Çünkü sıradan bir köylü kendi kendisine ürününü şeh­ re nasıl götürecekti. Bu, kooperatif sayesinde ger­ çekleşecek bir olaydı. Ucuz kredi sağlamanın en kolay yolu neydi? Kooperatifler. K öylü için ba­ sit anlam daki makinalan örneğin sulama siste­ mi, kürek, bel ve diğer tarım aletleri gibi, elde etm ek hangi kanalla, daha tasarrufçu olacaktı? K o op era tif sistemiyle. Bu yüzden herhangi bir zorlam a m evcut değildi. Zor yoluyla kooperatif­ leşme gerçekleştirilebilirdi, ama o d ön em de buna başvurulmadı. Ekonomik anlamdaki kârlılık oranı köylüyü M oskova’dan em ir almaksızın ister iste­ m ez kooperatiflere katılmaya yöneltiyordu. “K o ­ operatiflere katılabilirsiniz ve öyle de yapacaksı­ nız zaten. Bu bir ekonom ik zorunluluk”. L en iri in sosyalizmin inşaası planında kalıcı otan üçüncü düşüncesi de kültürel devrim di. Kültürel devrim tüm nüfusun eğitimi anlamına gelmiyor, yani on­ lara yalnızca okum ası ve. yazmasını öğretm ekle sınırlanmıyordu. S o v y et halkına çağdaş makinalan kullanmasını öğretm eyi kapsıyordu. Ç ağdaş muhasebeciliği örneğin işlemlerin nasıl yapılaca­ ğını, kaç para öd enip kaç para kazanılacağını ö ğ ­ retm ek anlamına geliyordu. M uhasebe öğren i­ m i insanların tasarrufçu bir zihniyet kazanm ası­

na neden oluyordu. Kesinlikle insanların genel

kültür seviyesini yükseltiyordu. Eğitimsizliğin tav­ siyesi, çeşitli kültür biçimlerinin tanıtımı insanlann kültürel yaşantıdan daha fazla pay almatannı sağlıyordu. Lenin tarafından önüm üze sunu­ lanı ehber, izlem em iz gereken yol bunlardan olu­ şuyordu. Lenin’in isteği, son arzusu önümüzde-, ki yolda yer atan bu yöntem leri pratikte som ut­ laştırmaktı. Lenin’in planını uygulamak için önü ­ m üzde pek çok atan mevcuttu ve Lenin N E P d ö ­ neminin 30-40 yıl içinde tam am lanacağını dü­ şünüyordu.

Ligaçev ve Yelisin eski sistemle hareket etmek istemiyorlar: Yeltsin ve aynı zamanda Ligaçev şid d etli b ir değişim den yana Gorbaçov’un yaklaşımı Lenin gibi Eğer bu tartışm a S talin ’in yönetim i altında yapılsaydı b elki de biri ölebilirdi.

.

,

Önümüzdeki tem el kılavuz yeni ekonom ik p o ­ litikaydı ve bu rehberle bazı somut katkılar ve d e ­ ğişiklikler yapm ak olasıydı. Fakat dediğim gibi bu dön em in 40 yıl sonra sona ereceğini düşünü­ yordu. Lenin’in ölüm ünden sonra planlarda g e ­ nel politikada bazı değişiklikler m eydan a geldi. Ç ünkü bir yanda yeni S o v y et devletinin bürok­ ratikleşmesi kendiliğinden önlenem ez bir gelişim kaydediyordu. Çünkü ek on om ik etkenler y e te ­ rince güçlü değildi. B öylesine büyük bir ülkeyi yön etm ek için elinizde son derece güçlü devlet aygıtlan ve devlet mekanizm ası olm ası gereki­ yordu. Savaş kom ünizm i d ö n em in e benzer bir­ takım yollarla bazı kişiler em retm e adeti edindi­ ler. “B en em irleri veririm ve diğerleri bunları ç e ­ şitli alanlarda uygularlar” Emir verm e alışkanlı­ ğını edindiler ve insanların bu em irlere hiç dü ­ şü nm eden bağımlı olm asını sağladılar. B öylece bürakratikleşmenin gelişimi kaçınılmaz oldu. G üçlü bir devlet aygıtı yaratmak için bütün güçün bir yerde toplanm ası gerektiğine karar v e ­ rildi. Bürokratikleşmenin kaçınılmazlığı ve d e v ­ let mekanizmasının durumu gerekli gücün ve y o ­ ğun politik gücün Stalin’in elinde toplanm asına yol açtı. 1929’a kadar Leniriin rehberliğine sa­ dık kaldı. Çünkü Lenin, planlı sosyalist inşaya geçişte N E P durum unda bunun; devrim ve iç savaştan geçmiş, halkı sosyalist inşanın, devrimin neden lerine adam ış Bolşeviklerin ince bir taba­ kasında yattığını söylemişti. Ö yleyse, onun ana garantisi bu Bolşeviklerdi. D aha sonraları Stalin tarafından uzaklaştınlan Buharin, Troçki, Rikov, K am anev, Zinovyev, Ritakov sosyalizmin düş­ m anları oldular. A m a 1929’lara kadar Leniriin planı yürüdü. A n a değişiklikler 1929’dan sonra başladı; Lenin’in planından ana sapmalar. Çünkü Stalin kollekti­ vizasyon program ına yüklendi. Lenin dem okra­ tikleşm eyi sosyalizmin doğa l bir gele ceğ i olarak görüyordu. S a dece savaş komünizmi d ö n em in ­ d e dem okrasinin sınırlandırılmasından söz e d e ­ biliriz. Bundan sonra, sınırlandırmalar kaldınlmalıydı ve gen e ld e tüm insanlar için garanti ed il­ meliydi. B öylece tüm olumsuz çizgiler toplumun demokratikleşmesiyle kaldırılmalıydı. Leninist ö l­ çüler olm adan, diyalektik olm ayan kişiliği ile Sta­ lin kooperatifleşm e planını kollektivizasyon planı yapmaya çalıştı ve ülkeve sosyal ilişkileri sokmaya da çalıştı. Tarım sektörünü baskı altına aldı; en kısa sürede sosyalizm e geçilm esi için. Bu yüz­ den N E P politikasını sona erdirdi, zorla kollek­ tivizasyonu em p o ze etm ey e başladı. Bu süreç­ te, Stalin Lenin’in doğrultusunu terketti. L en iri in planı bir kenara bırakıldı. Ç.Y. — Stalin neden böylesi bir dönüşüm e g e ­ reksinim duydu, koşulları nelerdi? 1929’a kadar plan uygulanıyor, am a daha sonra size g öre bir sapm a var. Acaba bu dönüşüm objektif koşul­ lardan mı kaynaklanıyordu? Yoksa partiden mi, yoksa bürokratikleşm eden mi? — Bir yandan büyüyen bürokratikleşme var­ dı. V e bürokratik m ekanizm a çoğunlukta e k o ­ nom ik yöntem ler yerine, idari yöntem leri seçi­ yordu. D iğer tarafta Staliriin kişiliğinin nitelikle­ ri ve güce dayanması, ve Marksizme sosyalist in­ şa teorilerine diyalektik olm ayan vulgar yakla­ şımı vardı. Parti içindeki m ücadeleyi gerginleş­ tirdi, çünkü Leniriin yolundakiler Staliriden kur­ tulm ak istiyorlardı; onu g en e l sekreterlikten al­

mak istiyorlardı.

.


Ç.Y. — Lenin mi istemişti bunu? — Evet. Lenin’in son isteğiydi. O, Stalin’in, ar­ kasından uzaklaştırılmasını tavsiye etmişti. Ç.Y. — Siz, Stalin’in kişiliğinde diyalektik o l­ m ayan bir şeyler buluyorsunuz? Kişiliği sizce ç e ­ lişkili miydi, yoksa diyalektik olm ayan mıydı? — Diyalektik olm ayan yaklaşımından bahse­ debiliriz. Çünkü Lenin N E P program ıyla yürü­ yen uygulam anın devlet m ekanizm asını maksimalize ettiğini, bunun en ucuz ve yeterli hale g e ­ tirm ek gerektiğini anlatmıştı. Stalin’in görüşüne göreyse devlet mekanizması sosyalist inşanın te­ m el gücüydü. Ç.Y. — 1929a kadar n ed en bö yle bir u ygu ­ lam aya gitm edi. Sizin yaklaşımınız acaba, o d ö ­ n e m e kadar gücü eline alam adığı için mi şek­ linde? — Tabii ki. Çünkü Lenin’in etkisi çok güçlüydü. Lenin İ9 2 4 ’te öldü. Sonraki 5 yılda Lenin1 in etkisi çok güçlüydü. Ç o k açık olarak m uha­ lefet yapam adı. A m a 5 yıl sonra Lenin’in sosya­ list inşa konusundaki görüşlerinden sapm aya başladı.

Ana mesele Perestroykayı kişisel bir meseie haline getirmek her Sovyet vatandaşını yakın kişiselliğe getirebilmektir.

,

Ç.Y. — S on zamanlarda Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli basın - yayın kuruluşlannda Stalin’e ilişkin yazılar çıkıyor, yeri gelm işken bunu soralım? — S ovy etler Birliği’ndeki bazı gazetelerde onun kişiliğinde biraz dengesizlik olduğu yazıl­ dı. Bunu söyleyem eyeceğim , am a 1940 ve ç o ­ ğunlukla 50’lerde biraz paranoyak olduğunu söy­ leyebilirim. Basınımızda günlerdir b ö yle bir tar­ tışma var. Bazı durum larda mentalite (zihinsel) olarak rahatsız olduğu yönünde... N e ön em liy­ di? Biliyorsunuz nüfusun büyük bölüm ü geriy­ di. A m a sosyalizm e uyanmıştı ve eğitim , kültür verm ek yerine, Stalin sosyalizmin kavramlarını rad yo konuşm alarında basit, vulgar bir şekilde tanıtıyordu. Vulgarize etmişti, am a köylüler ve işçiler tarafından anlaşılıyordu, çünkü çok vul­ gar, basit bir şekilde anlatıyordu. Tarımın kollektivizasyonuna yüklendi ve bu zorla yapılıyordu. Bunun sonucunda köylüler ürünlerini d evlete satmamaya başladılar ve sosyalizmin düşmanı ol­ dular. ‘Düşman oldukları için bunların sınıf ola ­ rak ortadan kaldınlması gerekiyordu.’ Stalin’in p o ­ litikası kollektivizasyonu ve kulakların tasfiyesi­ ni uygulam aya koydu. Bu, sosyalist gücün ku­ laklar üzerindeki yakıcı, sıcak bir problem i d e ­ ğildi. E konom ik politikada bir değişim di. Ç ü n ­ kü Stalin, köylülere yüksek vergiler getirerek da­ ha fazla para alm aya, bunları sanayiye yatırm a­ ya v e sanayi ürünleri fiyatlarını yükseltm eye ça­ lıştı. Bunun için köylülere devlete ürün fazlala­ rını satmak artık kârlı gelm iyordu , çünkü daha az para alıyorlardı ve ürünlerini satmayı red det­ tiler. Serm a ye birikimini oluşturabilmek için di­ ğ er yön tem ler yerine, g en el bir kollektivizasyona gidelim karannı verdi. S ovy et ekonom isi için bir katostrofi, felaket oldu. Çünkü 1929dan sonra tarımsal üretim hissedilir şekilde düştü. Binler­ ce kulak öldürüldü, zulme uğradı, Sibirya’ya sür­ gün gönderildi. Stalin’in kollektivizasyon ka­ m panyası bütün olarak felaketti. Buharin, Troçki, Tomsky, Kam anyev, Z in ovyev Stalin’e m uha­ lefet ettiler. V e bu durum da o, onları tasfiye e t­ m ey e karar verdi. H ep si halkın düşm anı olarak suçlandılar. Stalin bu sırada Lenin’in parti için­ deki savunucularının yerine, kendisine bağlı ki­ lit adamları geçirdi; Parti politikasının ilkelerini parçaladı; Partiyi Lenin’iri Komünist Partisi’nden, kendi kişisel ilgisinin partisi haline dönüştürdü. Bu bir karşı-devrimci darbe yönelim iydi. Anlaşmayanlar, parti dışına atıldılar, Sibirya’ya sürgün edildiler... Ç.Y. — Stalin’in . yerde Troçki’nin aslında bir y ed e savunduğunu... — Tabii, Stalin Troçki’ye m uhalefet ediyordu ve Troçki’nin karşısında Lenin’in ilkelerini savun­ du. Bir süre savundu. B öylece Troçki politik ola­ rak yenilgiye uğradı, ülkeden uzaklaştın İdi. A m a sonradan Troçki’nin politikasını benim sedi, uy­ guladı. Ç.Y. — Bireysel isteklerinden mi? — Hayır, bunu endüstrileşm enin biricik yolu olarak gördüğü için. Bu sosyalizmin, sosyalizmin inşasının zaferi olarak propaganda edildi. V e ola­

ğan insanlar zorla katılımda bulundu. Bunlar Leninist olm ayan yoldan yapıldı. Ç.Y. — Stalin’in yolu mu? — Evet, Stalin’in endüstrileşm e yolu. Çünkü yanlış bir yoldu. Çünkü ordu, tarımdan, kırsal kesim den gelenlerden oluşuyordu. Çünkü sa­ nayi karşısında tarım sektörünü soym ak politi­ kası Stalin tarafından götürüldü, uygulandı. Ç.Y. — Çeşitli yaklaşımlarda bulundunuz; en ­ düstrileşme yöntem i Leninist değildi. 1930-401 lara kadarki olayları Stalin’in kişiliğine bağlamak yanlış değil mi? Bu diyalektik olarak da yanlış görünüyor. Çünkü olayları sadece Stalin’in kişi­ liğinde ele almak biraz burjuva ideolojisine ben ­ ziyor. Çünkü bu ideoloji olaylan h ep kişilere bağ­ lıyor, yargılıyor. Yani Stalin’in kişiliğinde değil ola­ yın tümü? — Bir taraftan dedik... Bir tarafta devlet m e ­ kanizmasının kaçınılmaz bürokratikleşmesi var­ dı. D iğer tarafta yeni gelişen devrim ciler, prob­ lem lerle karşılaşınca hâlâ savaş komünizminin yöntem lerini tercih ediyorlardı. Ö te yanda köy­ lüler, işçiler Marksizm - Leninizm le aşina olm a ­ mıştı ve sosyalist inşanın katılımı için uyandırılmamıştı. O nlar daha çok Stalin’in Marks’ı, Lenin’i çevirm e yolunu, onun vulgarize form unu kabullenmişlerdi. Çünkü bu kültür eksikliği yüzündendi. Leniriin sosyalizmin inşasındaki ba­ şarıda en büyük garantimizin ince bir gup olan B olşeviklerin olduğu düşüncesi vardı. Çünkü sübjektif faktör bu durum da büyük bir rol o y n a ­ dı. Sübjektif faktör bu durum da özel bir ön em kazandı, am a Stalin bunu tasfiye etti. Bu ince tabaka-grup olan Bolşevikleri tasfiye etti. S o s­ yalist inşadaki başarının garantisi olan bolşevik­ leri. Ç.Y. — 1929’larda 1950’ii dönem i alırken, bu dö n em içinde yapılan hatalan, yanlışlığı kime ne ölçü d e m al ediyorsunuz? Belirleyici olan nedir? Stalin’in kişiliği mi, geri bir ü lkede yapılan devri­ min getirdikleri mi? — Sorunlan karıştırmamalıyız. Endüstrileşme­ ye büyük bir ihtiyaç vardı. A m a kimin pahası­ na, kim bunun fiyatını ödeyecekti, endüstrileş­ m e için gereken para nereden alınacaktı? E k o­ nom ik yöntem lerle mi, idari yöntem lerle mi? V e ­ ya Stalin’in kollektivizasyonda yaptığı gibi kaba güçle mi? Kimse bugün bile endüstrileşmenin g e ­ rekliliği için kuşku duym uyor. Stalin bu hızlı en ­ düstrileşmeyi düşmanlar tarafından kuşatıldık, fa ­ şizm yükseliyorduyla haklı çıkardı. H er şey d o ğ ­ ruydu, am a kollektivizasyonda kullanılan kaba gücü faşizmin varlığıyla haklı çıkarmak yeterli d e­ ğildi. Tabii, objektif koşullar hızlı bir endüstrileş­ m e isteğini, gerekliliğini doğuruyordu. H iç kim ­ se hızlılığına karşı çıkmıyor. A m a nasıl yapılacak­ tı? Fiyatı kim öd eyecekti? Stalin sadece bu o b ­ jektif gereksinm eden yola çıktı. Endüstrileşmeliyiz, o halde her şey iyidir dedi. Ç.Y. — O dönem yapılan hatalar, objektif k o­ şullar ve diğerlerinin sentezleşm iş bir hali değil midir? Sessiz hoşgörülülüğü kaldınyorsunuz. Siz­ ce Stalin a ffedilem ez mi? — A ffeden leyiz. Çünkü, Stalin’in politikasına gerçek bir alternatif vardı. Endüstrileşmenin ken­ disine değil! Bu bir gereklilikti. Bunu uygulamada birçok farklılıklar olm alıydı. Bu bakış açısı Bu­ harin tarafından savunuluyordu. S erm aye biri­ kimi yöntem ine m uhalefet ediyordu. O farklı bir yoldan bunu destekliyordu... Ç.Y. — G orb a ço v Stalin’i değerlendirdiğinde kollektivizasyonun gerekli olduğunu söylüyor ve bunun sürecinde ortaya çıkan hatalara rağm en Stalin’in Leninizmin ideolojik özünü korduğu değerlendirmesini yapıyor. Biz iyimser olarak ba­ kıyoruz ve bu değerlendirm eyi düzgün bir eleştiri olarak görüyoruz... — Biliyorsunuz bunlar S o v y et basınında yer alıyor. B en daha ço k A fa n es ye v’e yakınım. Biz Stalin dönem ini nasıl değerlendireceğiz? Bu kü­ çük bir sapm a mıydı? Bir yoldan girersiniz, bir yan yola girersiniz, yeniden ana yola dönersiniz... Küçük bir sapma mıydı?.. Bir hata olarak adlan­ dırabilir miyiz, yoksa bir çeşit karşı-devrimci darbe m iydi? Ç.Y. — Stalin’in tutumunu karşı-devrimci ola ­ rak mı görüyorsunuz? — Eğer, küçük bir sapm a olsaydı, bunu k o­ laylıkla telafi edebilirdik ve hoşgörebilirdik! Sta­ lin yanlıştı am a Lenin’in ilkelerine döndü k’ der­ dik. A m a 35 yıl geçti Stalin’in ölüm ünden son­ ra ve biz hâlâ Staliriin devlet mekanizmasıyla Stalinci düşünm e tarzıyla karşılaşıyoruz. O zaman küçük bir sapm a değildir. Eğer bir sapm a ola ­ rak değerlendireceksek, çok büyük bir sapm a­ dır bu Lenin’in yolundan. Bir karşı-devrimci darbe

diyem eyeceğim . Çünkü, M a o gibileri Sovyetler’i sosyalist olmadıklanna dair suçluyorlar... Afanesy ev m akalesinde yazıyor: N eyi vurguluyor? L e ­ nin’in istediği gibi bir sosyalizm değildir. Ç.Y. — A m a kışla sosyalizmi diyor. — Bir çeşit kışla sosyalizmi. Bu konuda onunla aynı görüşteyim. M aoculann S ovyetler’d e sos­ yalizm olup olm adığı görüşlerine gelince: Ben her zam an onlara, eğ e r bir sosyalizm olm asaydı Alm an faşizmine karşı savaşta galip gelemezdik. Eğer bu bir sosyalizm değilse, perestroykayı na­ sıl açıklayacaksınız derim . Stalin sosyalist siste­ min tüm şeklini bozmuştur. Bu bozulm a birçok alanda olmuştur: E konom ik politikada, köylü­ lükle ilişkiler, demokratik hak ve özgürlükler, sos­ yalist dem okrasi... Parti Stalin’in çizgisine göre yenid en yapılandırılmıştı. Bu Lenin’in parti p o li­ tikasındaki ilkelerinin bozulmasıydı. Ö rneğin en ­ telektüellere karşı olan politikayı ele alınız. B öy­ lece Stalin’d e hata olarak, sapm a olarak adlandınlan bunlar tüm sistemi, S ovyet sistemini kap­ sadı, sadece bazı nokta ve alanları değil. Ç.Y. — Büyük bir sapm a var dediniz... — Büyük sapmanın yanında, her zam an sağ­ lıklı bir eğilim olmuştur. V e bu eğilim ... Ç.Y. — Bunu nasıl açıklıyorsunuz? — Çünkü Lenin’in çalışmaları yayınlanmıştı. Marksizm - Leninizm Stalin tarafından bozulmuş­ tu, am a yaşıyordu. Çünkü insanlar o büyük sa­ vaşta anavatanlan ve sosyalizm için savaştılar. İn­ sanların akıllannda yaşadı. Ç.Y. — V e bu sağlıklı eğilim le perestroikaya gelindi?.. Perestroika ve Glasnost’un çözm eye ça­ lıştığı problem ler Stalin dönem inin mirası mı? İkincisi siz Lenin’in istediği gibi bir sosyalizm o l­ m adığını, yine d e sosyalizm olduğunu söyledi­ niz. T ü m bunlarla Stalin’i nereye koyacağız? D i­ yeceğiz ki Stalin Leninizmin ideolojik özünü k o­ rumuştur. Burada G orba çov’la çelişiyorsunuz... — Sovyet basınında ateşli bir tartışma var. Ben kişisel olarak çok Anti-Stalinistim. Kişisel olarak. Tam am en Anti-Stalinistim. A lm anya ile olan sa­ vaşta ço k fazla kurban verm em izi Stalin’e borç­ luyuz. Stalin’e olası alternatif vardı v e sadece bir değildi. Buharin Staliriin parlak bir alternatifi ola­ bilirdi. Kirov; Staliriin adam ı tarafından öldürül­ dü. Stalin’e parlak, akıllı bir alternatif olabilirdi. O ikinci alternatifti. Ç.Y. — Parti içinde mi? — Daha çok demokratik, daha çok Leninist... Ç.Y. — Stalirii bir karşı-devrimci olarak niteleyibilir misiniz? — Karşı devrimcilik, devrim öncesi koşullan restore etmektir. Bu açıdan karşı devrim cidir di­ yem eyeceğim . Ç.Y. — Peki, neydi? — A n ti Leninistti. Ç.Y. — A n ti Leninist miydi? — Hatta anti Marksistti. Milyonlarca insana zu­ lüm edildi. S o v y et en telektü elleri, partinin bi­ lim adam lan tasfiye edildi. Çünkü Stalin’le aynı görüşte değillerdi. Anlaşamıyorlardı. Stalin’le an­ laşamıyorsanız, halkın düşm anı durum una g e ­ lirdiniz. Prob lem buydu... Ç.Y. G orbaçov’un Stalirie yaklaşımı ise eleşti­ rilecek yanlann eleştirilmesi, esas anlam da yaptıklannı ise doğru bulması... Siz farklı yaklaşıyor­ sunuz.. — Bu soru tartışmalıdır. Bu S o v y et basının­ da tartışılıyor. Siz G orbaçov’un çalışmasının Sta­ lin’in çalışmasına benzediğini mi söylem ek istiyor­ sunuz?.. Stalin (bu yanlış, bu doğrudur demiştir ve onlar yanlış ve doğru olmuştur, herkes için her zaman için. Ç.Y. — Sizin görüşleriniz G orbaçov’unkiyle çe­ lişiyor... Şunu öğren m ek istiyoruz Partide çok canlı bir tartışma ortam ı mı var?.. — Biliyorsunuz Perestroika çok hızlı gelişiyor. İki yıl ö n ce söyleyem ediğim iz şeyleri şimdi söy­ leyebiliyoruz. Ç.Y. — N ed ir bu söyleyebildikleriniz şeyler? — İki - üç yıl ö n c e bazı tavizler vardı, çünkü Staliriin mekanizmasının durumu çok güçlüydü. Y an kapım da bir em ekli vardı. O n a g öre siz bir şey yapm ıyordunuz, ona g öre Stalin bir tannydı: Bütünsel bilinçde bozulma vardı. İki-üç yıl ö n ­ ce Buharirii bile, Buharirii savunmak bile bir c e ­ saret işiydi. Bu bir g ö k gürültüsünün şim şeğiy­ di. S a d e ce üç yıl ö n c e Buharin halkın düşm a­ nıydı, şimdi ise bir Bolşevik. O gerçekten u ygu ­ lam ada Staliriin bir alternatifiydi ve çalışmaları Sovyetler Birilği’nde yayımlanmaya başladı. B öy­ lece Parti’nin 70. yıldön üm ü yle ilgili şunu söy­ leyebiliriz: Bizim tarihimizi değerlendirmem izdeki son sözler, final sözleri değildir bunlar. Ç.Y. — D ediğinizden Sovyetler’d e büyük bir tartışma olduğunu çıkanyoruz.


— Evet... Ç.Y. — Bu tartışmalarda bir yandan L igaçev ve bazı parti görevlilerinin -Partide güçlü old u ­ ğu da söyleniyor- oluslararası politikaya sınıf uz­ laşmaz, çatışmalannı taşımak yönünde. Stalin d ö ­ nemine yaklaşımlarda farklı yaklaşımlar, kanat­ lar mı var?.. — Parti içinde farklı görüşler var! Ç .Y — Bu tartışma ortam ı Lenin dön em in e benziyor galiba... — işte nokta budur. Daha önceki yıllar bir ‘mezarlığa’ benziyordu. B rejnev d ö n em i d e d a ­ hil olmak üzere... Bugünlerde bir çeşit çoğu lcu ­ luk var. Bu sosyalist özgürlüğün temelidir. H er­ kes kendi kişisel görüşlerini açıklayabilmektedir. Ç.Y. — Ç o k güzel... Perestroika yaklaşım ın­ da, diğer konulara yaklaşımda, partide sanki bir kanatlaşmaya, bir bloklaşm aya gidiliyor gibi g ö ­ rünüyor?.. — Bir yanda sağlıklı bir olay, fenom en var. Kü­ çük burjuva ülkelerde, burjuva ülkelerde görüş­ ler savaşırlar. Politik kültürde yüksek dereceye varmış bir toplum da görüşlerin aynlması, çoğu l­ culuğun olması sonucunda bunlar birbirlerini vurmazlar, atmazlar... Bu olağan, norm al bir fe ­ nomendir. Diğer sorulan alınız... Ben size Lenin’in kararlan benim sem e yolunu hatırlatmak isterim. Lenin’in bir deha olarak kararlan kendi başına aldığı ve her zaman doğru olduğu yön ü n de bir vulgarizasyon var. Problem Lenin’in kararlan b e­ nim sem e yolundadır. Lenin her zam an görüş­ lerin çoğulculuğunu selamlamıştır. Farklı bakış açılanna dikkatlice bakardı. Kaışısmdakilerin, m u­ haliflerinin görüşlerini görürdü. Ç.Y. — Karşıdakilerin görüşlerini alıp, onlan daha sonra sentezleştirir miydi?.. — Evet, sentezleştirirdi, sentez yapardı. Ö r­ neğin tanm programını oluştururken! Lenin topraklann ulusallaştınlmasını önermişti.' V e bugün­ kü kollektif çiftliklerin bir an ö n ce kurulmasını istemişti. Sosyalist - Devrimcilerin - köylünün gü­ cünü savunuyordu- bunlann görüşüne göre top ­ rakların ulusallaştırmasının ardından bu toprak­ lar köylünün ihtiyacına g öre dağıtılmalıydı. L e ­ nin Sosyalist - Devrim cilerin bu yaklaşımını b e ­ nimsedi, çünkü onlann kendi temsil ettikleri sı­ nıfın sorunlannı daha iyi yansıttığına inanıyor­ du... Ç.Y. — Lenin, burada acaba sınıflann güçler dengesini gözön ü n e alarak mı bu karara vardı veya Lenin karşıdakilerin görüşlerini alırdı, bu­ nu sentezleştirdi? — Hayır, m ekanik bir sentezle değil. Yaklaşı­ mında; birincisi son d erece diyalektikti. İkincisi her zam an sınıf çizgisindeydi... Ç.Y. — Sınıf çizgisindeyi biraz açar mısınız?.. — Sınıf çizgisinde, konum unda olm ak dem ek ne anlam a geliyor? S o l kanat partilerde sık o la ­ rak çarpışmalar olur v e her biri ‘B en sınıf çizgisindeyim , ben sınıfın konum undayım ” der. N e d e m ek bu? H e r görüşün, sosyal olaylann çıkarlann v e sosyal sınıflann, determ ine ettiği kültür fen om en , olaylann arkasını görm ek, bazı sosyal sınıflann çıkarlannı görm ektir. Kişisel bir karan benim sediğinde v e ‘Artık bu doğrudur’ dediğin ­ d e bunu hiçbir zam an zorla e m p o ze etm eye kal­ kışmadı, hiçbir zam an, bir d efa bile. Bunun y e ­ rine iknayla, Rus tarihinden bilirsiniz, Kam anev v e Z in ovyev silahlı ayaklanm a karannı benim ­ semediler. Lenin M erkez Kom ite’nin çoğunluğu­ nu bu karar için ikna etti. Şunu yapın dem edi! Çünkü ben Leninlm , ben b öyle istiyorum’ diye... Brest Litovsk’da, barış anlaşmasında M erkez K o ­ mitesi üç kez Lenin’e muhalif olarak o y attı. A m a otoritesi büyüktü, hiçbir zam an bunu zorla uy­ gulam adı. Bu dem ektir ki biz şimdi Lenin’in dü ­ şünceleri benim seme yöntem ine dönüyoruz... V e pratikte uygulam a yöntem lerinde demokratik ve ikna yöntem lerine. K ruşçev’in 20. Parti K ongresi’n d e Stalin dön em in d e işlenen suçlan açığa çıkaran konuşması var. Ekonomik v e politik alan­ d a reform a gitm e girişimleri var. V e her önceki girişim başansızlığa uğruyor. Stalin’in dönem i eğ e r küçük bir sapma olsaydı, neden bu reform ­ lar başansızlığa uğruyordu? ön em lidir, çünkü Stalin sadece kendisini miras bırakmadı, devlet v e parti mekanizmasını da miras olarak bıraktı. Bu parti ve devlet mekanizması Lenin’in değil; Le­ nin’e g ö re değil Stalin’e g ö re işliyordu. Ş im diye kadar da çalıştı... Ç.Y. — G en el olarak konu Stalin üzerinde y o ­ ğunlaştı. Sizin söylediklerinizin bir bölüm üne ka­ tılırken tekrar G orbaçov’a dönm ek istiyoruz. G or­ baço v’un yaklaşımı tutarlı v e gerçekçi gelmişti, ileri sürdüğünüz görüşler, A fa n es y e v’in görüş­ leriyle paralellik gösteriyor. Bu Stalin’e yapılan

eleştirilerin daha uç noktaya götürülmesi oluyor... — Ö yle söyleyebiliriz. Ç.Y. — ö ğ r e n m e k istediğimiz, bu yaklaşım parti içinde ne derece yaygın v e etkilidir... izle­ diğim iz kadanyla partide ve S o v y et toplum una yayılm ış durum da bir anti-Stalinist kam panya varm ış gibi görünüyor.. Stalin ne derece hatalı, aşırılıklara kaçmış olursa olsun, biz prob lem le­ rin özellikle B rejnev d ön em in d e yoğunluk ka­ zandığını, on d an g elen mekanizmaların değişti­ rilmediğini ve esas olarak dolayısıyla sonraki d ö ­ nem için en büyük sorumluluğun B rejnev d ö ­ nem indeki parti yön etim in d e olduğunu sö yle­ y em ez miyiz? Buradan yola çıkarsak bürokratlaşma B rejnev d ö n em in d e bir çürüm e noktası­ na ulaşmış, bütün p roblem ler birikmiş, üretimin esas aksaması, gerilem esi bu d ö n em d e olm aya başlamıştır. — B rejnev Stalin’in bir parçası oldu. Ç.Y. — Mafyalaşma olduğu, yer yer bazı top ­ rak ağalannın bazı bölgelerde olduğunu du yu ­ yoruz. D olayısıyla B rejnev Stalin dönem in d eki aşın uygulamalannı daha da ileriye vardınp, o n ­ lan koruyarak, daha kaba bir uygulam aya d ö ­ nüştürmüş, yaygınlaştırmıştır, iyice. Bu noktada eleştirinin hedefini n ed en Stalin’e değil d e Brej­ n ev dö n em in e yöneltm edik? — Çünkü problemlerimizin, bozulmalann, bü­ rokratik sistemin, -G orb a ço v’un m akine olarak nitelediği- kökleri Stalin dönem indedir. Çünkü Kruşçev tarafından girişilen reform lar Stalin m e­ kanizmasının bir parçasıydı. Toplu zulümlerin sorumlusuydu, onun elleri kan içindeydi. Çünkü eğ e r yapm asaydı kendisi cezalandırılacaktı. A m a onun büyük bağışı sistemin parçası olmasına rağ­ m en, onun ilk kez d ö n e m e ilişkin soruyu yükseltmesiydi. tik reform girişimleri K ruşçev tara­ fından yapıldı. En büyük girişimi buydu. Biz onu kişiliğe karşı birinci olarak, STalin dönem ine karşı çarpışan ilk insan olarak görüyoruz. A m a reform ­ larda v e Stalinizmle savaşımında, ek on om ik reform lan uygulam aya koym a girişimlerinde, o bunlan Stalin d ön em in d en miras kalan parti ve devlet m ekanizm alanna havale etti. V e bu yüz­ den, bu devlet ve parti m ekanizm asıyla başansız oldu. Çünkü m ekanizm a eskiydi, m ekaniz­ m a Stalin’den kalmaydı. Staünsiz bir Stalinist m e­ kanizm a vardı. Bu yüzden başansız oldu. B un­ dan sonra bürokraside bir bir patlama oldu. Kruş­ ç e v uzaklaştmldı. Çünkü o Stalin’e benzer birçok hata yaptı. Çünkü Stalin bu sistemin bir parça­ sıydı. Daha sonra B rejnev dönem inin ilk yılla­ rında bir reform girişim inde daha bulunuldu... Ç.Y. — Kosigin reform lan... — A m a aynı devlet mekanizmasıyla, aynı m e­ kanizmayla v e başansız olundu. V e şimdi d iy o ­ ruz ki Gorbaçov’un yönetimi altında bu birim sonşansımızdtr. O, ek on om ik yapılanm a d em okra­ tikleşme olm adan yapılamaz, aynı devlet v e parti mekanizm alanyla yapılam az diyor. Dem okratik­ leşm e olm adan reformlar başarısız olur eliyor. D e ­ mokratikleşme; Perestroika ve Glasnost’un ta­ m am layıcı bir parçası. Dem okratikleşm enin baş­ langıç noktası açıklıktır. Sam im i olarak tüm sorunlannızı konuşmazsanız, dem okratik olam az­ sınız. Şim di biz ek onom ide, parti yaşam ında d e ­ m okratik yaşam da Leniriin d ö n em in e d ö n m e ­ y e çalışıyoruz. Ç.Y. — K ruşçev v e B rejnev’i d e vlet v e parti m ekanizm alanyla reform a girm ekle suçladınız... — Bir durgunluk dö n em i vardı. O bjektif o la ­ rak geriliğimiz için yüksek bir fatura ödedik. S os­ yalizm in tecrit edildiği, geri bir ülkede sosyaliz­ mi kurmanın zorluklarıydı. Objektif olarak... A m a daha çok pozitif daha ço k anlaşılabilecek M ark­ sist - Leninist alternatifler olabilirdi. Ç.Y. — Objektif olarak sosyalizmin kuruldu­ ğunu ve bunun doğru olduğunu söyleyebiliyor musunuz?.. — B en A fa n es ye v’in mantığını tercih e d iy o ­ rum. Sosyalist olduğum uzun kanıtı Sovyetler* d e perestroikanın geçerliliğidir. E ğer yine başansız olunursa, kim ümit verici bir durum dan söz edebilir. Eğer bir 5-10 yılda dem okraside, y iy e­ cek - giyeckte, dem okratik bilinçte politik ola y­ larda, nüfusun çoğunluğunun katılımının old u ­ ğu bir ülke durumunda olursak o zam an tamam. E ğer olamazsak... Ç.Y. — Sosyalizm başarısızlığa m ı uğrar?..

— Göreceğiz. Bu bizim son şansımız. Şöyle bir resim çekmek istiyorum. Sovyetler her şey pürüzsüz gitmiyor. Çok yoğun bir mücadele var. Eski sistemle, eski yöntemlerle, Brejnev ve Sta­ lin dönemine benzer şekilde davrananlarla Le­ nin’e dönmek isteyenler arasında... Ç.Y. — Kim bunlar...

—■ iki kutup var. Bir tarafta L ig a ç ev ve Y ek ­ sin var. G örüşleri en iyi şekilde açıklayanlar... Ç.Y. — Ligaçev v e Yeksin eski sistemle mi ha­ reket etm ek istiyorlar? — H ayır tam tersi. Yeksin şiddetli bir değişim ­ den yana ve Ligaçev. G orbaçov’un yaklaşımı L e­ nin gibi. Eğer bu tartışma Stalin’in yönetimi akın­ da yapılsaydı, belki d e biri ölebilirdi. Şimdi her­ kes ulusal çapta görüşlerini açıkça tartışma duru­ munda. Çünkü insanlann hepsi televizyondan, gazetelerden onlann görüşlerini okuyorlar.

18 milyon bürokrat işini kaybedecektir. Bazdan emekliye ayrılacak, bazıları da diğer sektörlere yerleştirilecek. Emir verme —şunu yap, bunu yap stilinden yeni yönteme, yani demokratik tartışma, ikna yöntemi ve kollektif düşünceye doğru.

Ç.Y. — Bu partide bir kanatlaşmaya y ol aç­ m az mı? — Hayır, hayır düşüncelerin aynlması her za­ m an vardır. Farklı düşünceler olacaktır. A m a bunlar demokratik yollardan sürdürülmeli ve tar­ tışılmalı. Tasfiyeyle, öldürm eyle değil dem okra­ tik yollarla. A fanesyev Pravda’da görüşünü açık­ lıyor. G erçek tartışmada kim kazanacak, kim da­ ha çok iyi tartışma üretecek, kim ikna edecek... Ç.Y. — D em okratik yollardan bir çatışma... — Kesinlikle. Hatta Yeltsin bir yazısında ‘L i­ g a ç ev ile perestroikanın stratejik hedeflerinde farklı görüşüm üz yok’ dedi. Bir politik karşıtı ol­ duğundan değil, am a farklı taktiklerle ilgili. S o ­ m ut problem lerle ilgili olur. Ç.Y. — O zam an parti içinde taktik v e strate­ jik tutumlara ilişkin farklı görüşler mi var? Biz g e ­ nellikle burjuva basından olaylan izlediğimiz için tek taraflı oarak bilgileniyoruz. Burjuva basının yansıtmalanndan öy le bir tablo ortaya çıkıyor ki: Bir tarafta G orba çov perestroyka v e diğer u ygu­ lam alar içinde, diğer taraftan L ig a ç ev ve Yeltsin ayrı ayn yerlerden bunu çekiştiriyorlar... — D oğru olduğunu söyleyem eyiz. Bu basit­ leştirmektir. Burjuva basını tabii ki durum L ig a ­ ç e v sağda, Yeltsin solda ve G orb a ço v d a ortada d iye gösterecek. Prob lem bu değil. Prob lem şu: Bürokratizasyondan bahsettimiz zam an, bürok­ rasi perestroykanm ön ü n d e en büyük engeldir. Niçin? Yeni ekonom ik sistem ekonom ik reform ­ lar altında ve partideki reform la 18 m ilyon bü­ rokrat işini kaybedecektir. Ç.Y. — N erey e yerleştirilecek bunlar?.. — Bu bir problemdir. 18 milyon insan bir güç­ tür... Tabii ki bunlar direnecek Kesinlikle bunlar dem okratik yollardan yapılacak. Bazılan em e k ­ liye ayrılacak, bazılan diğer alanlara, sektörlere aktanlacak. Tabii, biz bir sosyalist ülkeyiz. Onlan işsiz bırakmayacağız. A m a bu kolay değil. Emir verm e - şunu yap, bunu yap- sitilinden yeni yön ­ tem e geçm e, yeni ikna yöntem i, demokratik tar­ tışma, kollektif düşünceyi oluşturmaya... Bu o n ­ lar için kolay olm uyor. D eğişik bir olay. Bir y an ­ dan birçok insan devlet görevlisi olarak idari iş­ ler yapıyor. B ü birinci düşmanımız. Karşı taraf­ ta, toplum un pasifliği var. Bu bürokratik siste­ min karşı tarafında, insanlar kaygısız, ne olaca­ ğı konusunda sorumluluk duym uyorlar, kaygılı değiller. Yabancılığa düşüyorlar, ‘B en sürecin bir parçasıyım, gördüğüm ve düşündüğüm şey o to ­ rite için hiçbir ön em taşımıyor, benim görüşü­ m ü her zam an görm ezlikten gelmişlerdir. Eİen kaderimin sahibi değilim , bu çok kom plike m a­ kinenin bin parçasayım, ben hiçbir şeyi değiştirem em ; öyleyse birçok parti liderinin, yüzünü es­ kittim, Stalin, Kruşçev, B rejnev hepsi yanlıştı, hepsi suçluydu, o zam an ben hiçbir şeye inanm am ” işte bu d a karşı taraftaki görüşür. Siz kötü bürokratlan değiştirebilirsiniz. A m a birkaç yıl sonra onun kötü olam ayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? Ç.Y. — Garanti toplum un kesindedir... — Evet, garanti toplum un aktif dem okratik, katılımıdır. Parti yöntem leri üzerindeki kontrol­ dür. Açıklık, basınımızdaki açıklık, S o v y e t toplumunu uyandırm ak ilgilendirmek, harekete g e ­ çirm ekte büyük bir role sahiptir! Bu sizin kişisel bedeliniz. E ğer siz daha iyi yapm azsınız hiçbir kim se yapmayacaktır’ deniliyor. Partinin v e d e v ­ letin kararlarına katılmasının, bu sizin kişisel m e-


dağıtım dan ne kadar p a y alınmalıdır. Bunların tümü üretim karşısında aynı durumdadırlar. Şu anda sosyal gruplar ile g en el anlamdaki toplum arasında bir çatışma var. A m a bu çatışma d e ­ mokratik yollardan çözülecektir. Bürokratlara ‘Çekilin işimize bakalım’ diyoruz, am a çekilm i­ yorlar, direniyorlar. Ç ünkü çekilm ek istem iyor­ lar. Bunda bir çatışma var. Politik bir çatışma var. Perestroykaya en gel olanlar, önüne geçenler git­ melidirler... Ç.Y. — A m a bu dem okratik yollardan oluşa­ caktır?... — D em okratik bir toplu m da bakış açılannın ayrı olması, görüşlerin aynlması doğladır. A m a bu geçiş sürecinde Perestroykaya büyük direniş olduğu bu süreçte insanları em ekliye sevketm ek gibi sonuç alıcı bazı tedbirlere başvurmak olanak­ lıdır. Bu dem okratik bir yoldur. A m a , tam am en haklı kılıcak, haklı çıkancı bir yoldur. Ç.Y. — D irenenler dem okratik yollardan ç e ­ kilecektir?..

selenizdir deniliyor. A m a m esele Perestroykayı kişisel bir m esele haline getirm ek, her ‘S o v y et vatandaşına yakın kişiselliğe getirebilmektir.’ Ç.Y. — S ovyet toplum u uyanıyor diyebilir m i­ yiz v e reform lann ne gibi sonuçlar verdiğini ö ğ ­ renebilir miyiz?.. — G ü zel bir soru. 3 yıllık d ö n em d e ana so­ nuç insanlann zihinleri, m entaliteleridir. İnsan­ ların zihinleri değişti. Ö yleyse bu perestroykanm insanlann bilinçlerini uyandırmadaki esas ilk k o­ şullandır. Ç.Y. — Yani insanlann bilinçlerinden bir-dö­ nüşüm var, peki ek on om i ve diğer alanlarda... — H er şey özgürce tartışılıyor. Bazı zorluklar var. A m a basındaki açıklıktan bir adım geri atıl­ m ayacak. Çünkü e ğ e r siz tekel oluşturursanız, bu her zam an durgunluğa yol açar, o eğilim i ta­ şır. Eğer siz tartışmayı kesmişseniz her şey bu ka­ dardır. Bırakın görüşler çarpışsın, bırakın insan­ lar görsünler, bırakalım insanlar yargılansınlar, bırakalım insanlar, düşünceleri üzerinde bir şekle girsinler... Gelişm e çok büyük. Şim diye kadar bir şeyi tartışmayan insanlar, şimdi her şeyi tartışı­ yorlar. İşçiler ve tüm insanlar. Reform lara entellektüeller tarafından çok büyük bir destek var. Parti görevlileri var ki bunlar perestroykayı d es­ tekliyorlar: Parti’nin yüksek organlanndan ken­ dilerine öyle olm ası gerektiği anlatıldığı için de-

Brejnev Stalin’in bir parçası oldu. Kruşçev, reformları Stalin döneminden miras kalan devlet ve parti mekanizmasına havale etti. Bu yüzden başarısız oldu. Çünkü mekanizma eskiydi. Bir Stalinist mekanizma vardı.

§ilÇ.Y. — Emirlerle değil, daha çok kendi katılım lanyla tartışıyorlar... — Yalnızca tartışma değil, katlim da var. Ç ün­ kü duyarlı hale geldiler, sorumluluk duyuyorlar. Ekonom ik alanda: problem çok büyük ve reform daha yeni başladı. Büyük ek onom ik reform ; Lenin’in ilkelerine düşüncede dönülüyor, ama farklı koşullarda. G en e başka tarafa çekilebilir. Oyalayıcı, metotlardan ekonom ik metotlara d o ğ ­ ru değişim , tabii fiyatlar üzerine dayanan, kendi kendini finanse etme, kendisinin karar verm e ö z ­ gürlüğü. Sosyalist piyasa ekonom isinin tüm kolaylıklanndan yararlanmak. Çünkü bazılan bu­ nun kapitalizme dönüş olduğunu söylüyor. Hayır değil, hayır değil! Üretilenler devletin malıdır, top­ raklar devletin malıdır, mülkiyetindedir. Tüm e n ­ düstriyel girişimler devlet mülkiyetindedir.Bunlar koüektiflere ve kooperatiflere kiralanıyor. Ban­ ka sistemi devletin elindedir... D evlet ek on om i­ yi dağıtım emirleriyle, idare etm ez, hükmetmez, am a fiyatlarla, kredilerle, vergilerle, güm rükler­ le... Ç.Y. — Emir-komutadan giderek nereye, han­ gi düzene gidiyoruz? — Emir sisteminden sosyalist piyasa ekonomisene geçiş var. Bu kendi içinde çok zor. Çünkü ek onom ik yaşam daki her şeyi değiştirm ek z o ­ rundayız. Ö yleyse kendi içinde ço k zor. Büyük bir direniş var. Kim lerden? Bakanlardan, bürok­ ratlardan, ‘Hatta işçilerden, neden? Çünkü bu yola alışmışlar. Fabrika olarak bir şey yap m ıyor­ lar, ayda 200 ruble alıyorlar örneğin, şimdi ça ­ lışmakla 5 0 0-6 00 700 ruble alabilir. A m a bili­ yorsunuz, bunun için zihinde bir şeylerin değiş­ mesi gerekiyor. Bu anlam a geliyor. Hiçbir şey yapmamak ve 200 ruble almak veya çalışmak ve 500-600 veya 700 ruble almak. Sovyetlerde, uz­ laşmaz sınıf çatışması, sınıf çelişkisi yok. Sosyal gruplar var. Bir kısmı parti görevlileri, bir kısmı işletme yöneticileri... Bunlar bir sosyal grup olu ­ yorlar. Lenin’in sınıflara bakışı: Birincisi üretime karşı durum, dağıtım dan alınan p a y v e roller ve

— Başka bir bakış açısından... Bu perestroykanın sonuç alıcı bir noktasıdır. Çünkü açıklıkla, halkın bilincinde bir uyanma, toplumun bilincin­ de A m a bazı elle tutulur somut sonuçlar da o l­ malı. E konom ik sonuçlar... V e işte problem de bu. Radikal olanlar yaşam tarzını yükseltmek için şiddetli tedbirlerde ısrar ediyor, bu engelleri or­ tadan kaldırmak için daha sonuç abcı olm akta ısrar ed en ler var... Ç.Y. — Yehsin’i mi kastediyorsunuz?... — Diyebiliriz. Bu en gelleri daha sonuç alıcı yollarla uzaklaştırmak. Şim di 19. Parti Konferan­ sına geliyoruz. Eşsiz bir olaydı. Hatta, burada G orbaçov ‘Nisanda iyi, olumlu kararlar almamıza rağm en, bunlan uygulam ada başarısız olundu’ dedi. Şubatta da iyi kararlar alındı. A m a bunla­ rın uygulanması... Bu G o rb a ço v’un söyledikleri şeyler... Bu karârlar güzeldi... Politik liderliğin g ö ­ rüşü çok olum luydu, iyiydi. A m a bu kararların uygulanabilmesini en gelleyen bazı şeyler vardı. Lenin’den bu yana ilk kez böyle bir parti k o n fe­ ransı oldu. Herkes görüşlerini söyledi. D e le g e ­ lerin seçiminin perestroykaya tam uygun olarak yapıldığını söyleyem em , çünkü bu daha çok g e ­ leneksel yollardan yapıldı, B rejnev dön em in d e yapıldığı gibi. A m a dem okratikleşm e dalgasının içindekiler d e mevcuttu. Konferans tüm toplu ­ m a televize edildi. Tüm görüşler gazetelerde ya­ yımlandı. B öylece insanlar: Kim neyi istiyor, n e­ yin üzerinde duruyoruz öğrenebilm e fırsatını, olanığını eld e ettiler. S am im i konuşm ak gerekirse, konferanstaki görüşlerin başından sonuna kadar izlediyseniz, buradan iki ayrı çizginin bakış açısı­ nın olduğunu görürsünüz. Biri çoğunlukla parti görevlilerince temsil edildi... Ç.Y. — Kim bunlar, isim verebiliyor muyuz?.. — Bu bakış açısından en iyi konuşmacı Ligaç e v ’di. Perestroyka konusunda ‘Politik sistemin reform u dışında her şey iyi gidiyor... Parti d o ­ kunulmazdır.’ Bu, birinci bakış açısıydı, ikinci ba­ kış açısında politik reform için daha radikal re­ form , hızlı hareketli destekleyenler... Ç.Y. — Yeltsin mi?.. — Yaklaşık olarak. Bir organizasyon, bir ö r­ güt olduğunu söyleyem eyiz. Bir eğilim vardiyebiliriz. G orb a ço v tarafından hiç beklenm eyen öneriler yapıldı. Politik sistemin yeniden yapılan­ d ırm a s ın a ilişkin olarak. Bu önerilerdeki esas şey: Partinin demokratikleştirilmesi, 2’şer 5 yıl­ lık çalışma süresinin getirilmesi., karan da var­ dı. A m a o ‘Bütün iktidar Sovyetlerle olayına dön­ m em izi vurguladı. S o v y et sistemi, insanlann is­ teklerinin, uygulamalarının, açıklamalannm en ideal sistemi olarak görüldüğü için. A m a bu restora edilmeli. B öylece Sovyetler toplumun güçlü temsilcileridirler. V e tüm problem lerin hakkında karar verecekler v e bundan da sorumlu olacak­ lardır. Bu, partinin rolünün değişm esi d e m ek ­ tir, çünkü ön ced en parti her şeyden sorum luy­ du. Ekonom iden, politikaya, eğit-mden yaşamın her alanına. Şimdi bir e k o n o r r k reform var. Bureform un kuralları, ek on om ik kurallan var ki bunlar işleyecek ve yeni bir ek onom ik m ekaniz­ m a olacak. Ö yleyse, partinin ju yeni ekonom ik mekanizmaya onun fonksi> jnuna müdahale et­ mesi için bir ihtiyaç yoktur. Sonra Parti güçlüydü, iktidardı. Şim di iktidar Sovyetler’e! diyoruz. Parti hangi rolü v e nasıl oynayacak? Ç.Y. — Burda iktidar partiden sovyetlere mi veriliyor d em ek istiyorsunuz?.. — Kesinlikle. Partinin bu durumda rolü ne ola­ cak? Partinin görevi esas olarak insanlara halka dem okrasiyi öğretm ek, olacak. İnsanlan perest­ royka için harekete geçirm ek olacak, çok adaylı seçim lerde parti aday gösterebilecek, sendika­

lar ve diğerleri kendi adaylannı seçecekler. B öy ­ lece parti siyaset vekilliğinde, bakanlıklarda, kol­ ektiflerde, işletmelerde komünist çalışmasını bu yolla yapacak, direkt bir yolla değil. Parti tem el ideolojik güç olacak. Ulusal poli­ tikanın esas rehberi olarak değişik yöntem lerle çalışacak. Parti seçimlerde adaylar gösterecek ve bu kesinlikle parti aygıtının sınırlandınlması an­ lamına gelecek. Ç.Y. — Parti m ekanizm ası kmlacak, bitecek mi d em ek istiyorsunuz? — H ayır azaltılacak. Parti aygıtı profesyon el parti çalışanları yaratm a konusunda eşit davra­ nacak. Partinin rolü, y ol gösterici, harekete g e ­ çirici bir rolü olursa çok büyük bir toplum yara­ tabilir. Çünkü bu oldukça uzun bir yol ve parti­ nin inisiyatifinde. Liderlik, perestroyka, yapılan­ ma ve glasnost partinin insiyatifinde, parti bu ko­ nularda her zaman başı çekecektir. Bu olay G o r­ b a ço v v e partinin inisiyatifinde başlamış bulun­ maktadır. G orbaçov, bölgeleri ve cumhuriyetler için ilginç bir ön eride bulundu. B ölged ek i parti sekreteri ile bölgenin liderini birleştirme ve aynı anda seçm e önerisi. İlk bakışta G orb a ço v’un bu önerisinde bir eksiklik var gibi görünüyordu. Sovyetler’deki parti organlannın ayrılacak bölünecek şeklinde bir yanlış anlaşılma söz konusuydu. Bu öneri ilk bakışta geri dönüş gibi algılanıyordu. G orb a ço v’un önerisi birleşme anlamına geliyor­ du. Bölgedeki birinci parti sekreteri aynı zamanda Sovyet başkanı olacaktı. Bunun kesinlikle bir çe­ lişki olduğunu söyleyelim. Büyük bir olasılıkla g e­ lecekte başka bir sistem olacak ve bu uygulama ya daöneri o sisteme geçiş sürecinde kabul edilecek bir uygulamadır. Bu şu anlam a gelecek; G orb a ­ ç o v hem genel sekreter hem de S ovyetler’in baş­ kanı olabilecektir. Y an i Sovyetler BirÜği’ndeki her B ölged e genel sekreter, yerel sovyetlerin de baş­ kanı olarak seçilecektir. Bu uygulam ada gerçek güç, iktidar parti komitelerinin elinde olacak. Ö y ­ leyse iktidar nasıl lokal sovyetlere verilebilir? B e ­ lirlenen şey sadece S ovyetler’in başkanmın ay­ nı zam anda genel sekreter olabilmesidir. Som ut durum da, somut şartlarda iktidarı nasıl verebili­ riz, yani somut koşullarda bu nasıl yapılabilir. Bu­ rada belirleyici olan şey, g en el sekreterin yerel so vyet başkanlığına adaylığını koymasıdır. Ç.Y. — O zam an şöyle bir şey gerçekleşm e­ yecek mi? Parti sekreteri Sovyetler üzerinde e g e ­ m en bir rol oynayacak, yönetken ve inisiyatif sa­ hibi olacaktır, ö y ley s e Sovyetler’e iktidar nasıl v e ­ rilecek. Bu biraz çelişkili görünm ü yor mu? — Bu adam ın ön em i şurada, öncelikle ikti­ darın bir kısmı S ovyete verilecek, yani gerçek an­ lam da bir yetki burada söz konusu olan. Birinci parti sekreteri bir bölgede, bir parti sekreteri ola­ rak parti üyeleri, yani devlet tarafından seçilmek yerine, sovyetin başkanı olarak halk tarafından seçilecek. Bu oldukça önem li bir konu. N ed en , çünkü parti üyeleri değil de halkın çoğunluğu aday olan kişinin yerel sovyetin başkanı olm ası­ na karşı ise bu kişi otom atik olarak yerel parti kom itesindeki üyeliği yani birinci sekreter olm a durumu düşecektir. Bu partinin halkın büyük bir çoğunluğunun denetim i altına sokulması anla­ mına gelm ektedir. Perestroikaya karşı olan kişi­ ler halkın mem nuniyetsizliği de söz konusu o l­ duğunda kitleler tarafından yani dem okratik bir yoldan görevd en alınacaktır. B öylece partinin kendini yenilemesi güvence altına alınacaktır. Bir iki cüm le daha ek lem ek istiyorum. Parti k o n fe­ ransı sonucu kararlaştırılan çözüm ler G orbaçov1 un kişiliği v e perestroyka sayesinde uygulanmış­ tır. Yani parti konferansında alınan kararlar as­ lında G orb a ço v dönem inin, sonuçlandır. Ç.Y. — Bu konferans kararlannın bugünden yanna hem en uygulanm aya konulması söz k o­ nuş umu? Kitleler, S o v y e t halkı buna ne kadar hazır? Yani S o v y et halkının çoğunluğu bu durumu' nasıl karşılıyor. Aynca, şu aşam ada parti ve yönetim mekanizm alannm birbirinden aynlması, altını çiziyorum ‘şu aşam ada’ bu m ekaniz­ m alar arasında bir uyumsuzluk ya da çatlaklık­ lar yaratabilir mi? — B enim kanımca, birinci sekreter ile yerel sovyet başkanınm birleştirilmesi sürekli bir u ygu­ lama olmayacaktır. Sonsuza kadar sürmesi bek­ lenm iyor. G eçiş sürecinde alınan geçici yani kı­ sa vadeli önlem ler diyebiliriz. Ç.Y. — Bu geçiş süreci ne kadar sürebilir? — B eş yıl ya da daha fazla diyebilirim. Bunu şim diden kesin birşekilde belirlem ek mümkün değil çünkü Sovyetler Birliği için bu dönem e, bir süreç yani statik şartlara sahip olm ayan, sürekli gelişen bir gelişim zincirini takip ed en bir süreç olarak bakm ak gerekir.


Ç.Y. — Yani siz parti sekreterliği ile başkanlık arasında bir çelişkinin olacağını öngörü yor v e bu çelişkinin geçici bir süre için mümkün olacağını söylüyorsunuz. Peki bu geçiş sürecinde çatlak­ lıklar olm ayacak m? Bu çatlaklık partiyi yarala­ maz mı ve bu karar erken bir karar değil midir? — Hayır, bunun son d erece olum lu olacağı­ nı düşünüyorum. Ç.Y. — Biraz açabilir misiniz? — Lenin der ki, parti, liderlik parti üyeleri ta­ rafından kontrol edilm elidir ve partinin kendisi de parti üyesi olm ayan kitleler tarafından denetlenmelidir. Bu, uygulam ada var olan bir ilkedir. Böylece yerel parti sekreteri kendi bölgesinde se­ çim yoluyla kitleler tarafından denetlenecektir. Ç.Y. — Yani m em nun olanlar d a olm ayanlar da orada ortaya çıkacak. — S öz konusu kişi, tek aday olm ayacak, re­ kabet ed eceği diğer adaylar olacaktır karşısında. Eğer çoğunluğu eld e etm ekte başan sağlayamıyorsa, seçim kampanyası düzenleyecek ve “Bunu yapacağım, şunu yapacağım vs. diyecek” şek­ linde dem okratik yollarla propagandasını yürü­ tecektir. E ğer çoğunluğun oylannı kaybederse otomatik olarak halen bulunduğu partisekreterliği görevini kaybedecektir. Kitlelerin denetimi altında parti reformunu sağlam anın en kısa yolu bu şe­ kilde mümkün olacaktır. Birisini yerinden alarak bir diğerini bu yere getirmiyoruz. Yukandan aşağı değil, aşağıdan yukanya çıkma şansını tanıya­ rak gerçekleştiriyoruz. Ç.Y. — Tepeden gelen em irlerle değil yani. O zaman bu uygulamayla kitlelerin inisiyatifi aıtbnlmaya çalışılıyor diyebiliriz. Kom pozisyonu kur­ duğumuz kadan ile demokratik yollardan bir d e ­ ğişim gerekiyor. Bu dem okratik yollardan d e ğ i­ şimi sağlamak için parti yukandan kendi inisi­ yatifini koym ak, yani bürokratlan yukandan d e ­ ğiştirmek yerine kitlelerin inisiyatifini ö n e çıkarı­ yor. Ç o k adaylı seçim lerde kitleler parti sekre­ terinin uygulamalanndan m em nun değilse, parti sekreterinin inisiyatifi otom atik olarak düşüyor ve böylelikle bürokratlar en kısa yoldan d e vre­ den çıkarılmış oluyor. — Bundan sonraki seçimler martta olacak ve seçimler bu yeni uygulam alar tem elind e yapıla­ cak. Bu olacak ve yürürlüğe girecektir. Parti sek­ reterlerine yönelik yeniden seçim dönem inin kampanyaları bu sonbaharda başlıyor. Değişik­ likler şim diden uygulanm aya başlandı. S on d e ­ rece demokratik yollardan olacak bu seçim, gizli oy esasına dayanılarak yapılacak. Ç.Y. — Tekrar geriye dönerek size iki soru y ö ­ neltmek istiyorum B ay Stefanov. Birincisi d ed i­ niz ki “Ben bir anti-Stalinistim” Parti içinde StaIin’i tutanlar da var mı? İkincisi bunlar dediğiniz gibi politik düşüncelerin çatışmaları. Bunun h e­ nüz bir Kanatlaşm aya y ol açm ayacağını söylü ­ yorsunuz. Çünkü ikna yoluyla dem okratik y o l­ lardan halledilecek. İkinci olarak dediniz ki sos­ yalist piyasa ekonom isi uygulanacak, Lenin d ö ­ nem inde olduğu gibi. Bunu biraz açar mısınız? Çünkü şu çok önem li, siz dediniz ki, Lenin 1920’lerde, 30’larda şunu yapm aya çalışıyordu! Esas politik güç ve bütün ana sektörler p role­ taryanın elindeydi. O nun altındaki şeyleri y ö n ­ lendirerek sosyalizm e tam anlamıyla g eçm ek is­ tiyordu. Lenin’in dön em in d e yapılan olay ya da Lenin’in talebi. Şim di sosyalist piyasa ek o n o m i­ sini nasıl oturtacağız, bu çok önem li çünkü sizin de dediğiniz gibi kapitalizme kayılıyor diye bir e n ­ dişe var. — Sosyalist pazar ekonom isi size d e sö yled i­ ğim gibi temeldir. Biz neden pazar diyoruz. Ç ün­ kü girişimler pazarda satmak için m al üretiyor­ lar. Ç.Y. — Fakat kapitalist bir pazar değil. — Hayır, hayır, neden kapitalist birpazar d e ­ ğil açıklayayım. Çünkü bütün üretim araçlan d ev­ lete aittir. Bunlara sahip olm ak ekonom iyi kontrol ed en araçlara yani finansal sisteme de sahip o l­ m ayı beraberinde getirir. Ekonom iyi kontrol e t­ m ek için gerekli olan en önem li şey finansal sis­ temdir. Bu da d evlet bankasının elindedir. Ö r­ nek verm ek gerekirse, bir kooperatifiniz olduğu ­ nu düşünün. Sosyalist mülkiyet kullanılıyor, top ­ rak, ev, vs. gibi. Bazı basit aletler üretim birim le­ ri satın alıyorlar ve pazara üretim yapm ak için ilk adım ı atıyorlar, ilk bakışta özel bir girişim gibi görünüyor. Fakat sahiplik ve kullanma hakkı ara­ sındaki farkı koym ak gerekiyor. Mülkiyet d e v ­ lete aittir ve siz bunu kollektif olarak kullanmak­ tasınız. B öy lece siz bir çeşit girişimci olm aktası­ nız. Fakat devlet sizin hakkınızdaki yaptıklannıza dair tüm bilgilere sahiptir, çünkü kredinizi ban­ ka yoluyla elde ediyorsunuz. Banka devletin h e­

sap organı olarak çalışmakta. Banka ülkenin fi­ nansal durumu hakkındaki tüm bilgilere d e sa­ hiptir. Ç.Y. — Onlan vergilendiriyor musunuz? — Kesinlikle, kârlarına g öre vergilendiriliyor­ lar. Ç.Y. — Sanınm , yüzde 60-70 oranında bir vergilendirm e söz konusu. — Elde edilen kâra g öre değişir. Ç o k kâr el­ d e ed en d en çok vergi alınır. Ö rneğin, kredi isti­ yorlar çünkü hiçbir girişimci kredisiz çalışamaz. Banka rezerv kayıtlanna bakarak kazançlannın ne kadannı öd eyeceklerini saptar. “Size iyi k o ­ şullarda kredi vereceğiz” der. Faaliyetlerinin tü­ m ünün kontrolü devletin elindedir. K ooperatif­ leri d en etlem ek için vergilendirm e, kredi siste­ mi v e güm rük politikalan gibi araçlar devletin kontrolündedir. Hatta kooperatifler iyi bir üre­ tim gerçekleştirdiklerinde ihracat bile yapabilir­ ler. Fakat ihracatı da devlet bankası kanalıyla ya­ pabilirler. Eğer bu kooperatifin genel görünümü hakkında bilgi alm ak istersek, banka biigisayanndaki ekrandan görebileceğiz. B öy lece girişim­ leri kodladığınızda finansal durumlannı görebiliriz. Evet, şuraıs kesin, bazı insanlar daha fazla para kazanacaklardır. Fakat bu parayı kanu­ ni yollardan eld e edeceklerdir. Banka soym a­ yacak, parayı bazı kanun dışı hizm etler karşılığı elde etmeyeceklerdir. Son derece kanuni ve açık yollardan gelir elde edecekler. H izm et verecek veya ürettikleri malları satacaklar. Ç.Y. — Yani siz, karaborsacılığın ve yasa dışı işlerin hepsinin yasallığa çıkacağını ve devletin herşeyden haberdar olacağını söylüyorsunuz. — Kesinlikle öyle, kara ek on om i ya da ikinci bir piyasada olmayacaktır. Ç.Y. — Peki işçi çalıştırabilecekler mi? — Tabii ki; yalnızca sosyalizm tarafından g e ­ tirilen kurallara bağlı olarak. Eğer üretici güçleri kiralıyor yani yanınızda işçi çalıştınyorsanız, bel­ li miktarda ücret v e saptanmış çalışma saatleri­ ni garanti etm ek zorundasınız ve bunlar da za­ ten devletin kontrolü altındadır. Ç.Y. — Peki, kapitalist sistem de olduğu gibi, em e k piyasasının piyasaya çıkması sonucu işçi­ lerin işlerinden çıkıp diğer bir işyerine gitm eleri bir m obilizasyona y ol açm ayacak mı, bu biraz tehlikeli değil mi? — ö r n e ğ in bu reformların uygulandığı sıra­ da bir işletmenin beş yüz işçi ve yüz kadar da idari işlerde çalışan toplam altı yüz işçisi var. iş­ letm e idari işçilerden seksenini v e üretim de ça ­ lışan işçilerden ise iki yüzünü işten çıkanyor. Ç ün­ kü onlara daha fazla ihtiyacı yok. Ü retim de v e ­ rimli olam ıyorlar. Bu kişiler sosyalist bir ülkedeler ve d evlet bu kişilere eski işlerinden daha az ücret almaksızın yeni iş bulmak ya da hiç bir ö d e­ m e şartı koym adan devletin d e ihtiyacı olan iş kollarında seçimi kişilere bırakarak m esleki e ğ i­ tim verm e sorumluluğunu üzerine almıştır. Eği­ tim süresi boyunca tüm masraflar d evlet tarafın­ dan karşılanır. Şim dilerde Yugoslavya’da, Çin Halk Cum huriyetinde olduğu gibi, biz işsizliği ö n ­ lem eye çalışacağız. Bu sosyalizmi inkânn ya da tahribin en tem el yollarından biridir. — D ediniz ki örneğin devlet sektöründe 800 işçi çalışıyor ve gereksinim 60 0 kişi ise bunun 200’ü çıkanlacak. Bu 200 işçi yeniden eğitilecek ve hizmet sektörüne aktanlacak. Ü ç dört yıl için­ d e bu şekilde 15 m ilyon insanın bu tür bir akışı sağlanmış olacak deniliyor. Siz hizmet sektörün­ d e şöyle bir uygulam a başlattınız, ö z e l işletm e­ lerde sadece aile üyeleri çalışabiliyorlardı. Ş im ­ di yeni sisteme göre bir kişi yanında 10 ya da 20 kişi çalıştırabilecek. Uygulam a bu mu olacak? — Evet. Ç.Y. — Hangi sektörlerde? — K ooperatif sektörlerde, tarım sektöründe. Kooperatifler aile üyelerinden oluşuyor. Bazı top­ raklar bunlara kiralanıyor. Açıkladığım gibi bu ikinci bir devrim olacak. Size neden ikinci bir dev­ rim e eşit bir gelişm e ve yükseliş olduğunu açık­ ladım. Toplumum uzun gelişimi açısından bu sü­ reç kaçınılmazdır. Lenin tarafından belirlenen, L e­ nin tarafından çizilen sosyalizmin esas yoluna geri dönüştür, anlamına gelmektedir. Lenin’in sosya­ lizm hakkında söylediklerini hatırlayalım. “S o s ­ yalizm son derece yüksek kültür düzeyine sahip kooperatifler sistemidir.” Lenin’in sosyalizm hak­ kında söyledikleriyle uygulamalar arasında bir ça. tışma yoktur. Ç.Y. — K ooperatifler işçi çalıştıracaklar?.. L e ­ nin zam anında işçi çalıştırabiliyorlar mıydı? — N ed en olm asın? Ç.Y. — Yani kooperatif işçiye ücret ödüyor ö y ­ le mi?

— Evet, çünkü bu bir devlet sistemidir ve d e v­ letin kontrolü altındadır. H iç kimseyi söm ürm ek üzere yanınızda çalıştıramazsınız. O n a belirli bir miktarda para vereceksiniz, işçi çalıştırma konu­ sunda devletin koyduğu kurallara uymak zorun­ dasınız, bizim için çalışıyorsunuz. Ç.Y. — D evletin fabrikasında ya da k o op era ­ tiflerde çalışıyorsanız, arada bir fark olm ayacak. S a d e ce bir transform asyon olacak. — S osyal güvenlik açısından ve refah açısın­ dan hiçbir değişiklik olm ayacak. Hastalık bakı­ mı ve tatil ücretsiz olacak. Çalışanlar hastalanıp işten aynldıklannda paralan öd en ecek . H erkes için aynı uygulam alar geçerli olacak; arada bir farklılık olm ayacak. A n ca k kooperatiflerde bazı belirgin farklılıklar olabilir. Belki kooperatiflerde çalışanlar devlet işletmelerinde çalışanlardan da­ ha fazla kazanacaklar.

,

Sovyetlerle uzlaşmaz sınıf çatışması sınıf çelişkisi yok. Şu anda sosyal gruplar ile genel anlamda toplum arasında bir çatışma vardır. Bu, demokratik yollardan çözülecektir. Ç.Y. — Ücret olarak daha fazla alabilecekler diyorsunuz. — Belki d e geçiş süreci boyunca bu farklılık­ lar olacak. A m a sonuçta ücretler yükseltilip eşit­ lenecek. Ç.Y. — O zaman bu kapitalist anlam da işçi ça­ lıştırma da olm ayacak değil mi? İşçi, sosyalist an­ lamda A işletmesinden çıkmış B işletmesine git­ miş mi olacak? — Hayır, hayır. Ç.Y. — K ooperatifte bir iki kişinin değil, bir­ kaç ailenin denetim inde olacak. — Kooperatifler belli bir tem ele göre çalışa­ caklar. Öncelikle devlet, banka v e sendika kont­ rolüne tabi olacaklar ve tabii ki yerel sovyetin de kontrolü söz konusu olacak. Ç.Y. — Bütün bunlara rağm en bu uygulam a­ lar acaba girişimciler arasında birtakım gerici kı­ pırdanmalara y ol açm az mı? Y ol açarsa da nasıl engellenebilir? Ya da diğer bir deyişle partiye kafa tutm aya başlayabilirler mi? — Düşünün, çok para kazanan biri var, bu p a ­ rayla ne yapacak? Arazi, kendisine ait bir apart­ m an dairesi ya da büyük bir toprak parçası ala­ bilir mi? Üretim aletlerini satın alabilir mi? H a ­ yır, sadece sınırlandınlmış bir şekilde üretim aracı satın alabilir. Ö rneğin bazı basit aletler hızar vs. gibi. Fakat işletme binalan, arazi, üretim kapasi­ tesi alam ayacak. Ç.Y. — Traktör alabilecek mi? — Belki alabilecek. Ç.Y. — Fakat bu gerici eğilimler doğurm az mı? — Başka, bu kişi parasıyla neler yapabilir? Harcayabilir, ne için, seyahat eder. Türkiye’ye g e ­ lebilir ve Antalya’da bir ay kalabilir. N e yapabi­ lir, araba alabilir. Ev alabilir ancak başkasına kiralayam az. Piyan o alabilir. Yani ne istiyorsa ala­ bilir. Ç.Y. — Ellerinde ideolojik bir güç olm ayacak, servet olacak. — Serm a ye olm ayacak. Serm a ye olarak ya ­ tırıldığında bu başkalarını söm ürm ek için kulla­ nılır. Buradaki ana nokta, yüksek ücret olacak, çok para kazanabilecek ancak serm aye olarak kullanamayacak. Ç.Y. — Artı d e ğ er olm ayacak. — Söm ürü aracı olarak kullanılmayacak. Ç. Y. — Yani serm aye olm ayacak servet o la ­ cak diyorsunuz. — Para evet sadece para; işletilm eyen ve ça ­ lışmayan. Ç.Y. — İşçi söm ürülm eyecek, artı d e ğ er ol­ m ayacak diyorsunuz. — O lm ayacak. Ç.Y. — D iyelim ki, bu para sahipleri partiye ya da devlete ya da yerli S o v y ete kafa tutmaya başladılar. Bu bir gerici eğilim doğurdu. S ovy et o zam an ne yapacak, bunu siyasi anlam da na­ sıl kontrol ed ecek? — Bu korkulacak bir şey değil. Çünkü açık bir şekilde hareket edecekler. Kârlan banka ta­ rafından bilinecek. Bunu gizleyem eyecek . B u ­ nun aksi olabilir. B ugünlerde M afya Sovyetleri de bazı devlet görevlilerini satın alabilir. Ö rn ek­ lerini bakılsın, ya da Özbekistan’da görebili­ yoruz. Çünkü gizli bir şekilde yapılıyor, kimse bil-

Lenin’in planını uygulamak için önüm üzde p e k çok alan mevcuttu ve Lenin NEP döneminin 30-40 yıl içinde tamamlanacağını düşünüyordu.

r


miyor. Perestroyka ve yeni ekonom ik sistem al­ lam ında devlete ait fakat üretim araçlarını satın tında tamamıyla açık olacak. alabilirler. Çünkü banka kredi imkânı sağlıyor. Ç.Y. — Hareket ederse bile bu politik ekono­ — Büyük bir olasılıkla bazı küçük traktörleri mik tedbirlerle kesilir diyorsunuz. Örneğin ban­ satın alabilirler. Büyük araç alacaklannı sanmı­ ka kredileri verilmeyebilir. j yorum, çünkü bu onlar için de ekonomik bir olay — Böyle bir olayda bu kişi ihanet etmiş sayıdeğil. Onlar için en iyisi araçları belli bir dönem lir ve devletin yasaları uygulanır. için kullanmaktır. Satn almak son derece pahalı Ç.Y. — Kiraladığı toprak elinden alınabilir. olacaktır. Traktöre belki her zaman ihtiyaç du­ yulacak. A m a büyük traktörü yalnızca toprağı — Kesinlikle. Ç.Y. — Kontrol tam am en üstünde olduğu için hiçbir şey yapam az. — Kesinlikle. Ç.Y. — Bu olaya d eryada dam la diyebilir m i­ yiz. Bir d e bunu yanı sıra bunun tarım içerisin­ deki payı ne olacak? S ovyetler’d e K oopera tifle­ rin tanm içindeki rolü yü zde kaç olacak, tahm i­ niniz nedir?

Partinin görevi esas olarak insanlara demokrasiyi öğretmek olacak. İnsanları Perestroyka için harekete geçirmek olacak. Toplumda esas ideolojik güç olacak.

— Bilmiyorum çünkü kollektif çiftliklerimiz var v e bunlar yeni ek on om ik tem el doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmeye deva m edecekler. Ç.Y. — O zam an üçüncü bir şey olarak kolh oz v e sovhozun yanı sıra bir de kollektif çiftlik. — Hayır, bunlar kalacak, fakat kooperatifler tanm sektöründe d eğil hizmet sektörlerinde ola ­ cak. Fakat tanm da, kolhoz üretici güçler tarafın­ dan kiralama sistemine uyularak kullanılacak. Bazı çiftlikler ve üretim alanlan üretici güçlere ki­ ralanacak. Bu kollektif çiftlik v e kooperatiflerin çalışması için geçerli olacak. A n ca k kooperatif­ ler kollektif çiftliklerin yerini almayacak. Ç.Y. — Diyelim ki, 100 m etre karelik bir ala­ nı işleyen bir kolhoz var. Bu kolhozun içinde 10 aile yer alıyor. Bu on aileden üç aile başka bir şey ek m ek isterse ne olacak? — Çiftlik belli bir toprak parçası üzerinde ku­ rulu olacak. Bölüm ü gönüllüce yapılacak. Eğer isterlerse kendi topraklanymışçasına üzerinde ça­ lışabilirler. Yaklaşımlar oldukça farklı. S adece üre­ tim alanı olduğunu düşünecek. Ç.Y. — Ü retim artacak mı? — Kesinlikle, çünkü kendi istekleri doğrultu­ sunda yapılıyor. Yazabileceğiniz bir diğer konu da şu. Y ön etim im iz bütün üretimi kollektif çift­ liklerde bu bahsi geçen grupların yapm ası dü ­ şüncelerini pratikte som utlam aya çalışıyor. İste­ ğ e bağlı geçişleri bilem iyorum . Eğer istiyorsanız, diliyorsanız, iyi bir ekibiniz varsa ya da birbiri ile iyi anlaşan bir grup arkadaşsanız burada tam bir karşılıklı anlayış söz konusudur v e bir elin par­ maklan gibi çalışabilirsiniz. Eğer böyleyse, trak­ tör hatta iki traktör, bazı girdileri, tohum vs. gibi satın alabilir, yaklaşık olarak 10 hektarlık bir alan­ da ürün alm aya başlarsınız. Kollektif çiftlikte o l­ duğu gibi. Ç.Y. — Yemi herşey kollektif çiftliğin içinde olu­ y o r dışında olm uyor. — Evet. Ç.Y. — Bu çok önem li. — Fakat isteğe bağlı olarak, yani gönüllü bir zem in de yapılması gerekir. Bazı parti organ lan kollektif çiftliklerin yüzde 701nin yeni sistemle çalıştıklannı bazılan da yüzde 80’nin yeni sistemle çalıştıklann' söylüyorlar. B öylece bütün yönetim sistemi kesin sonuçlar elde edebiliyor. Miktar yani nicelik önem li değil. Çünkü gönüllülük temelinde gerçekleştirilmesi gerekir. Parti organlan tüm kol­ lektif çiftliklerde zorlayıcı tedbirler alabilirler. Üre­ tici grupları destekleyerek tüm kollektif çiftlikle­ rin çalışmasını üretici gruplann çalışma zem ini­ ne yani yeni ekonom ik zem ine oturtabilirler. Bu insanlann istekli olup olmayışına v e böyle bir uy­ gulam a altında çalışmaya hazır olu p olm am alanna bağlıdır. Eğer gerçekleşeceğine inanmıyor­ larsa pilot alanlarda çalışma yolunu da d e n ey e­ bilirler. Ç.Y. — Bu o zam an kollektif çiftliklerde üre­ tim gruplannın inisiyatiflerinin d e ö n e çıkması olu yor değil mi? — Kesinlikle doğru. Ç.Y. — Bu inisiyatifli ö n e çıkma, toparlarsak kollektif çiftlik içinde istenildiği zam an toprak kiralayabilm e olarak somutlanıyor. Diyelim ki ai­ leler anlaşıyorlar v e bu anlaşma içinde d e belli bir ürünü üretiyorlar. Toprak yine kiralama an­

sürm ek için kullanacaksa ve daha sonra ihtiya­ cı olmayacaksa neden satın alsın. Satın alma y e­ rine bu tür aletleri kiralayabilir. Ç.Y. — Bu bir anlam da kollektif çiftliklerindeki işçilerin toprağı kendi inisiyatifleri doğrultusun­ da üretim de kullanmalan oluyor. Bu ö zel sek­ törde olm u yor o zam an değil mi? — Hayır, kollektif çiftlik. Ç.Y. — Peki hizm et sektöründe aile üyesi d ı­ şında işçi çalıştırabilecekler mi? — S a d e ce aile üzerinde tem ellenen lokanta­ lar olmayabilir, kollektif yani kooperatif şeklin­ d e çalışan lokantalarda olabilir. Ç.Y. — K ooperatif lokantalar olabilir ve bun­ lar işçi çalıştırabilirler. — Evet evet. Bina kiralarlar, kredi alıp üreti­ m e ya da üretimin organizasyonuna başlarlar. Fakat söz konusu bir lokanta ise çoklu bir devlet kontrolü altındadır. Çünkü, sağbk servisi, yerel sovyet, banka v e sendika tarafından kontrol ed i­ lecektir. Ç.Y. — Dış politikaya g eç m e d e n ö n ce iki kı­ sa sorum uz var. Partide d evlet kadem elerinde yöneticilerin görevleri, yetkileri beşer yıllık d ö ­ n em le yani on yılla sınırlandınlıyor. Bu karann ne gibi bir düşünceyle alındığı açık. Bürokrasi­ nin kınlmasını amaçlıyor. Ancak bu şöyle bir sonç yaratmaz mı? Yetişmiş çok yetenekli liderlerin bu olumluluklanndan yeterince faydalanam ama gibi bir sonuç yaratmaz mı? Ö rneğin keşke Lenin gibi liderler yetişse d e ülkeyi 10 yıl değil 50 yıl y ö ­ netse. B öyle düşünmemiz d e mümkün değil mi? — Söylediklerinizde doğruluk payı var. A n ­ cak bizim için bugünkü durum çok önem li. H ü ­ küm et görevlilerinin g ö rev sürelerini 10 yılla sı­ nırlamak son d erece dem okratik bir uygulam a. H izm et süresi bittikten sonra bu kişiler yüksek mevkilerinden alınmalı. G orbaçov diyelim ki son d erece başanlı ve çalışmasını, m ücadelesini ve savaşımını sürdürüyor. Peki perestroyka ne için gerçekleştiriliyor? E ğer G orb a ço v 10 yıllık süre­ si boyunca başarılı olam azsa kim düzeltecek ya da uygulam aya çalıştığı politikayı kim kabul e d e ­ cek. Bu durumu nasıl kolaylaştıracağız. Biz m a­ den, orm an bakımından olduğu kadar insan ba­ kım ından da oldukça zengin bir ülkeyiz. Ç.Y. — Yani insanlara olanak tanınmalı diyor­ sunuz. — E ğer ö y le olm azsa yeniden bir kişinin ö z e ­ linde insana körü körüne tapmaya gidebiliriz. Bü­ yük bir olasılıkla G orb a ço v’u ilk beş yılında son derece dem okrat ve perestroykanm hazırlayıcısı bir insan olarak görürüz. İkinci beş yıllık d ö n e ­ m inde G orbaçov bizim için neredeyse büyük bir insandır. Üçüncü beş yılında G orb a ço v’u gökyüzündeki güneş gibi g örm ey e başlarız. Ç.Y. — ikinci sorum a geliyorum . Şim di alı­ nan bir karara göre S S C B ’nin bilimsel teknik d ev­ rim de geri kaldığı alanlarda yüzde 51 hissesinin d e vle te ait olm ası kaydıyla yabancı serm aye ile ortak yatınmlara gitm esi düşünülüyor. Bu neyi am açlıyor? İkincisi som ut olarak hangi alanlar­ da ortaklığa gidilebilecek. Ondan sonra işletmeler kendi bağımsız girişimleri ile ortaklıklara girebi-

yük bir tekel gibi hareket etmektedir. Bildiğiniz gibi bilimsel potansiyel açısından Batı’nın o ka­ dar gerisinde değiliz. Bizim istediğimiz ekonomik temeli gerçekleştirmektir. Son derece parlak dü­ şüncelerimiz var fakat ekonomik kapasite, düşün­ celeri pratiği uygulama bakımından teknolojik açıdan Bab’nın biraz gerisindeyiz. Bu yüzden ön­ celikle yeni ekonom ik sistemimizi oturtmalıyız. Üretmi geliştirm ek için kârlı işletm eler gerçekleştirmeliyiz. En yeni ve en m o d e m bilgileri bi­ lim enstitülerinden eld e ed ip onlan üretm eye başlamalıyız. Bu ekonom inin daha verimli olm a­ sını sağlayacaktır. Ç.Y. — Yani bu bir yerde Batı’dan teknoloji transferi olm ayacak mı? — H ayır ben S o v y e t sistem inden bahsediyo­ rum. Bu olağanüstü bir teşvik anlamına gelm ek­ te. Ülkemizdeki bilimsel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız v e kendi gücüm üzle kendi kapasite­ m izle gerçekleşecek v e bu gelişm eler süreci hız­ landıracaktır. Çünkü son d erece gelişmiş bilim­ sel enstitülere sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulam ak için «ırada g eç en süre uzun. Yakın bir gelecek te bu kısalacaktır. B öyle ikinci olarak söylenebilecek şey, ihtiyacımız olanı Batidan satın almamızdır. Bütün plan v e süreç için bu gerek­ lidir. Bu yüzden ortak yatırımlara gidiyoruz. O r­ tak girişimlere. Ç.Y. — Bunu yapm aktaki asıl am aç nedir? — M o d em teknolojiyi eld e etmek. Bütün üre­ tim sahalarını yabancılara açabiliriz. A n ca k as­ keri v e savunm a sektörü bu alanlann tam am en dışındadır ve bu alanlann yabancılara açılması yasaklanmıştır. H izm et sektöründe turizm, bazı sanayiler ya da ulaşım sektöründe işbirliği yapı­ labilir. Ç.Y. — Yani savunm a dışı alanlarda işbirliği yapılabilir diyorsunuz. — Evet, rekabete açık sanayi girişimleri tem e­ linde. D evlet kontrolü devlet bankası tarafından yapılacak. Bir yerde sanki ayn işletmeler gibi dav­ ranacaklar. Yaban a yatınmiar. firmalar ya da şir­ ketlerle rekabet edecekler. Ö rneğin ulaşıtrma sektöründe Türkiye ile ortak bir yatınm a gidile­ bilir. G em i inşaası konusunda ortak bir yahnm gerçekleştirilebilir. Bazı yatırımlann turizm sek­ töründe olm ası norm al bir şeydir. Ç.Y. — Fakat S o v y e t işçisi bu ortaklık altında söm ü rülm eyecek mi? Bu, şuna benziyor, B a tf dan kredi alıyorsunuz am a on a faiz ö d e m e k z o ­ rundasınız. — Hayır. Kapitalistler iyiliksever değildirler, karşılıksız bir işbirliğine girmezler, istedikleri kârdır v e biz d e kâr istiyoruz. B öy lece bu bir yerde kânn paylaşılması anlam ına gelir. Sizin ilgilendiği­ niz bir diğer konu üçüncü dünya ülkelerinin sö­ mürülmesi olasılığıydı. Evet sömürü olacak am a bir teknoloji transferi d e gerçekleşecek. Ç.Y. — D ediniz ki, yabancı serm ayeli kuru­ luşlarla iş yaptığım ız zam an bir ölçü d e sömürü olacaktır. — N e sömürüsü, eğ e r biz kân paylaşıyorsak buna nasıl sömürü deriz. Teorik olarak doğru. Batılı işçiler son d erece acımasız bir şekilde ser­ m aye tarafından sömürülüyor, devlet tarafından hiç söm ürülm eyen S o v y et işçisine göre beş kat daha fazla kazanıyorlar. Bu nasıl açıklanabilir? Ç.Y. — Çin’d e şöyle bir uygulam a var. Çin’de serbest bölgeler var. Bu serbest b ölgeler aracılı­ ğıyla Ç in teknoloji transfer etm ek istiyor. Bu ser­ best bölgelerde Ç inli işçiler çalışıyor. Fakat ya-

Siz kötü bürokratları değiştirebilirsiniz. A m a birkaç yıl sonra onun kötü olamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? lecekler mi? Eğer gideceklerse m erkezi planla­ m a ile bunun bağı nasıl kurulacak? Ortaklıklar kaçar yıllık süreyle gerçekleşecek, ücretler v e kâr oranlan nasıl belirlenecek? V e burada özellikle bütün bunların yanında bu aynı yabancı serm a­ y e şirketleri ile üçüncü dünya ülkelerinde ortak yatınm a gidilmesinin am acı ne? Bunu özellikle soruyorum. Bu konu Türkiye’de özellikle kafa bulandıncı bir m alzem e olarak kullanılıyor. — A slında Lenin derki, “Biz dünya ek on om i arenasında büyük bir tekel gibi davranıyoruz” Sovyetler Birliği dünya ek on om i arenasında bü-

bancı serm aye norm al olarak Çinli işçiyi söm ü ­ rüyor, kâr ediyor, artı d e ğ er eld e ediyor. Şim di S ovy etlerd e bu mu olacak? — Büyük bir olasılıkla bizde d e serbest böl­ g ele r açılacak. N ed en olm asın? Çinli işçiler için üzülm eyin çünkü d e vle t işletm elerinde serbest b ö lge d e aldıktan ücretin en az üç dört katı daha azını alıyorlar. Örneğin Alm anya’da çalışan Türk işçilerini ele alalım. Batı Almanya’da sömürülmü­ yorlar mı? Kesinlikle evet. A ncak Türkiye’d e ka­ zanabileceği paranın 10 katını orada kazanıyor. Ç.Y. — Belki orada çalışan S ov y et işçisi içeri-


de çalışan S o v y et işçisine g öre daha fazla ücret alacak am a burada yine bir sömürü olacak d e ­ ğil mi? — Kanım ca söm ürüyü yanlış anlıyorsunuz. Ç.Y. — Artı d e ğ er üretiliyor. Bunun yüzde 51’ini siz alıyorsunuz. Y ü z d e 4 9 u ise diyelim ki bir Batılı kapitalist ülkeye veriliyor. — G erçekte burada tartışılması gereken sö­ mürünün olup olm adığı değil elde edilen kânn oranıdır. Eğer kânn bir bölüm ü çalışanlara geri dönüyorsa, kânn bir kısmı harcanıyor diğer kıs­ mı ise üretimin büyütülmesi için kullanılıyorsa, kârın bir kısmı d evlete gidiyorsa v e bununla y e ­ ni stadyumlar, evler ve yollalr yapılıyorsa; bu kânn nasıl dağıtılacağı sorunudur. Batık ek on om iler­ de çalışanlann kesin bir sömürüsü vardır. Ü re­ tim yapm alanna rağm en üretime sahip değildir­ ler. Kapitalist tek başına paralannı tüketime har­ cayamazlar. Paralannı sanayi merkezlerine yatır­ mak zorundadırlar. Fakat gelecekte çıkarsız işlet­ meleri düşünebilir miyiz? Hatta Sovyet Ekonomisi için bile. Olabilir ama çok uzun bir süre sonra. Bu sosyalizmin rüyası ya da sosyalizmin yann h e­ men gerçekleştireceği bir rüya olarak düşünül­ memeli. Bu komünizm le gerçekleşebilir. Bugün değil am a yanndan sonrası için mümkün. Ç.Y. — Teorik olarak artı değer, ya da söm ü ­ rü gibi görün üyor fakat burada üretilen d eğ er­ ler yeni yatınmlara stadyum yapım ına vs. dön ü ­ şüyor. Burada yine sanki bir fabrikada olduğu gibi üretilen değerin bir kısmı onlara veriliyor. — Gerçekte böyle. Eğer sosyalist ülkedeki bü­ yük bir işletm eyle kapitalist bir ülkedeki büyük bir işletmeyi karşılaştırırsanız teknolojik olarak he­ m en hem en aynı olduğunu görürsünüz. Bura­ da olan ki asıl konu em irleri kimin verdiği, ki­ min yatırımcı olduğu. Ç.Y. — Emirleri kim veriyor, çıkarlar kimin. Y ü zd e SITik oranda S ovyetlerd e olacak diyor­ sunuz. — Bir noktada bir araya gelebilmenin olası be­ lirtileri var mıdır? Sanınm bir noktada bir arada bulunma teorisi konusunda bilginiz vardır. K a ­ pitalizm ve sosyalizmin bir araya gelm esi yeni bir sistemde bir araya gelm ek. Diyorlar ki S ovyetler Birliğinde olanlar kapitalizmin restorasyonu­ dur. B öylece S ovyetler Birliği bir arada bulun­ manın bir aşamasındadır. Bazı noktalarda sos­ yalizm kapitalizmle bir ¿ırada bulunabilir. G e le ­ cekte kapitalizm ile belli noktalarda karşılaşabi­ liriz. Diyoruz ki, uluslararası bir bağımlılık için-

öneriler var. Ş ö y le söyleyelim Toplum sal Bilim ­ ler A kadem isi’nin dünya politikası ve S B K P ’nin Uluslararası Faaliyetler Kürsüsü’nce hazırlanan günüm üz politikasında toplum sal ilerlem e adlı tezler. Siz d e okumuşsunuzdur. Şim di burada şu savunuluyor Bay Stefanov... — D ediniz ki, sınıf m ücadelesi olmayacaktır. A yn ı düşüncede değilim . Bu oldukça ilginç bir soru. Çünkü biliyorsunuz, Stalin ve Brejnev d ö ­ nem inde uluslararası sınıf mücadelesi içindeki sı­ nıf mücadelesinden bahsedildiği zaman sınıf mü­ cadelesi gerekçesiyle p ek çok hoş olm ayan giri­ şim haklı çıkanldı. Ö rneğin Ç ekoslovakya v e di­ ğ er örnekler. Hatta Afganistan için d e aynı şeyi söyleyebiliriz. Biz dünya em peryalizm ine karşı sı­ nıf mücadelesi bakımından kendimizi haklı çıkar­ dık. Bu slogan altında pek çok hata yaptık. Ç.Y. — M a o Z ed u ng’un sloganı. — Hayır, M a o Zedung’un sloganı değil biz Sovyetler Birliği’nden bahsediyoruz. Dış ilişkiler­ d e farklılıklar gösterdik. B azen biz anlayış süre­ cini zorla kabul ettirdik. Bu herkes tarafından bi­ linen ve gen e ld e kabul edilen bir şey. Yeni d ö ­ n em d e Lenin’in ded iği gibi, insanlığın g en e l an­ lamdaki çıkar lan kimi zam an sınıf çıkarlannın üs­ tüne çıkmıştır. Bazı uzak ihtimallerden bahsedi­ yoruz. Ö rneğin nükleer savaşın çıkmasının im ­ kânsız olacağını biliyoruz. Bu global bir bakış açı­ sının sonucudur. Çünkü orada kazananlann ya da kaybedenlerin olmayacağını, insanlığın tam a­ m en zarar göreceğinin farkındayız. Bu yüzden banş içinde bir yaşayıştan bahsediyoruz. Bu L e ­ nin’in düşüncesi. Biz birlikte yaşayacağız ama hangi biçim de? H a n gi şekillerde, provakasyonla mı, propaganda savaşıyla mı, gizli servis çalışmalanyla mı, neyle? V eya bu m ücad ele ala­ nını gizli operasyonlardan yerel savaşlardan d e ­ mokrasi ve ek on om ik rekabet alanına mı trans­ fer etm eye çalışmalıyız? V eya biz bu m ü cad ele­ de — savaş sonucu— değil de am a insan haklan için demokrasi için mi savaşmabyız. Artık dün­ ya arenasında sınıf m ücadelesi savaşının olm a ­ dığını söyleyenler dış politikamızdaki hatalardan v e ideolojik yanlışlardan da sorumlu olanlardır. Aynı kişilerdir. A yn ı insanlar bilirsiniz; bir sarkaç gibidir. Bir aşın uçtan öteki uca gidiyorlar. Aynı insanlar şimdi dünya arenasında ‘sınıf m ü cad e­ lesi yoktur’ diyorlar. Bu bir objektif şey midir: A ca ba isterlerse kabul edebiürler mi vey a e d e ­ m ezler mi? Bu var, bu sübjektif am a sınıf çatış­ masının biçimi tam am en farklı olacaktır.

Amerikan em peryalizm inin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını kim garanti edebilir? Amerikan emperyalizmin saldırgan gücü kamuoyu tarafından felce uğratılacaktır. Ama bu, yardıma ihtiyacı olanlara —her türlü yardım— yardım etmeyeceğiz anlamına gelmiyor. deyiz. Aram ızdaki bağlar biz geliştikçe güçleni­ yor. ö n em b olan bir arada bulunmak olabilir ama kimin koşullannda? Kim finans kapitalin d e n e ­ timi altında olacak. Serm ayenin hakim olduğu yerde dem okratik yollardan seçilmiş kişiler d e ­ ğil; tıpkı krallar gibi yöneticiler yani efendiler var­ dır. Önları kimse seçm ez ya da dem okratik yolLardan gelmemişlerdir. Ya da bizim perestroyka ile birbkte düşlediğimiz insanlann demokratik ka­ tılımı ile son d erece sıkı bir şekilde kontrol ed i­ len bir sistem. G elecekte kapitalizm ile sosyalizm a-asındaki esas savaşım dem okrasi konusunda olacak. Dünya çapında dem okrasi problem leri ve halkın kontrolü tem el alan olacak. V e e k o ­ nom ik olarak da sosyalizmin kapitalizmden d a ­ ha etkin olduğunu ispat etmebyiz. Askeri anlam­ da B atıyla aynı d ü zeydeyiz ve sosyalizmin ken­ di başına yaşayabileceğini gösterdik. Şim di ise sosyalizmin daha dem okratik bir sistem olduğu­ nu ispatlamalıyız. D aha etkili şeyler yapabilir ve insanlara kapitalist ülkelerden daha fazla şey v e ­ rebiliriz. Ç.Y. — Şim di burada, ‘sosyalizmin tek başı­ na yaşayabileceğini gösterdik. Artık daha dem ok­ ratik v e daha etkin olduğunu ve daha çok şey verebileceğini ispatlayacağız1diyoruz. Şim di ise şöyle bir konuya g eç m e k istiyorum. 1988’in 7 N o ’lu Komünist dergisinde S ovyet Bilimler A k a ­ demisi’nin bazı tezleri yayınlandı. Bu tezlerde bazı

Ç.Y. — N ele r olacaktır? — İdeolojik m ücadele; kendi demokrasimizin Am erikan dem okrasisinden daha iyi olduğunu kanıtlayacağız. Ekonom ik sistemimizin; sosyalist ek on om ik sistemimizin kapitalizm den daha iyi çalışacağını, işleyeceğini, onlara daha çok eşit­ lik sağlayabileceğimizi söylüyoruz. Öyleyse bu sınıf m ücadelesinin bir biçimi midir? Evet, n eden o l­ masın? Biz insanlann kafalarını değiştirm ek için m ü cadele ed eceğiz. Bu bir m ücadele biçimidir. A m a ö n c ed en kullanıldığı gibi vulgar bir şekilde anlaşılmamak. Çünkü Bab’da S ovyet nüfusunun hızlı büyüm esinden korkuyorlar, S o v y e t milita­ rist büyümesinden “Sovyetler geliyorlar, S ovy et­ ler bize komünizmi em p o ze etm eye çalışıyorlar”. Stalin ve B rejnev dönem indeki suçlan, ölümleri göstererek “Bu tür bir sosyalizmi istiyor musu­ nuz?” diye bu tür bir komünizm i m i istiyorsunuz diye soruyorlar. Hayır, hayır biliyorsunuz kom ü ­ nist hareket geçm iş 10 yılda kayıplannın kurba­ nı oldu. Hatta dünya komünist hareketinde bir krizden söz edebiliriz. Ç.Y. - N e gibi? — Çünkü komünist partiler üyelerini kaybet­ tiler. Konum larını kaybettiler. Ç ağd aş dünyanın sorunlanna bir yanıt bulamadılar. Bu dünya are­ nasındaki sınıf m ücadelesinin eski fikirleri, kavramlannın bir yansıması değil mi? Evet öyle. Çünkü bir çok kimse Stalin’in tapınm a sistemin-

den sonra Ç ekoslovakya’dan sonra hatta A fg a ­ nistan’dan sonra komünist partilerini terk etm iş­ tir. A m a eğer biz bu eğilimi değiştirmeliyiz diyor­ sak, sosyalizm e ikinci bir yaşam verm eliyiz di­ yorsak sosyalist düşünceye genişletilmiş ikinci bir yaşam verm eliyiz diyorsak ve bunu eski yollarla değil yeni yollarla: Açıklığımızda, demokrasimiz­ de, insan haklan için savaşmamızda, yaşam stan­ dartlınızı yükselterek, Peki bu sınıf m ücadelesi­ nin bir biçimi, bir türü değil mi? A m a yine de sınıf mücadelesi. D iğer bir nokta ise, sınıf m ü­ cadelesi yanlış anlaşıldı. Karşıtlar ¿ırasındaki m ü­ ca d e led e karşıtlar birbirini yok etmiyorlar. K e n ­ disine karşı m ücadele sürdürülen taraf süreç için­ d e varlığını sürdürüyor ve gelişim süreci içinde ortadan kaldırılıyor. Eğer biz karşı devrim e kar­ şıysak, karşı devrim in ihracına karşıysak devrim ihraç etm eye çalışmayacağız. Am erikan em p er­ yalizminin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını kim garanti edebilir? Fakat bizim politikamıza göre, yeni düşünce p o ­ litikamıza göre, dünya sorunlannın çözüm üne y e­ ni yaklaşımlar getirm e politikasına göre, A m e ri­ kan em peryalizm inin saldırgan gücü kam uoyu tarafından felce uğratılacak, engellenecektir. El­ leri bağlanacaktır. Fakat bu, yardıma ihtiyacı olan­ lara yardım — her türlü yardım !— etm eyeceğiz anlam ına gelm ez. G elecek te her ülke ya A m e ­ rikan em peryalizm inin girişimlerinin dışında ka­ lacak, ya da dünya ilişkilerinin inşaasına, yeni düşünceye ve perestroyka’ya karşı olacak. Eğer kendi isteklerinin karşısında bir güç görürlerse bu gü ce karşı çıkm ayı deneyecekler. Y ön etim ler üzerine hayal kurmuyoruz. Ç.Y. — Dediniz ki, biz sınıf savaşımını reddet­ m iyoruz fakat sınıf savaşından yeni biçim ler al­ m ak zorundadır. Bu dem okrasi anlam ında ola ­ bilir. D aha çok dem okrasiyi verebildiğimizi, d a ­ ha çok mutlu edebildiğim izi gösterm ek, insan­ lara daha çok olanaklar sağladığımızı gösterm ek gerekir... — B enim için bundan 5 ya da 7 yıl öncesine kadar S ovy etler Birliği’nde istismar edilen insan haklarını savunm ak güçtü. Bugün bunu rahat­ lıkla yapabiliyorum çünkü ülkemin kayıtlanndan utanm ıyorum . Ç.Y. — Biz biraz şüpheliyiz yani kafam ızda bazı çelişkiler var. Komünist dergisinde şöyle d e ­ niyor. ‘A rtık sınıf savaşlan ya da kurtuluş savaş­ ları dünyanın g en e l dengesi ya da g en e l sava­ şım içerisinde özel bir ö n e m e sahip olmuştur.’ İkincisi ‘em peryalizm bir yüksek aşam aya g e ç ­ m e olanağına daha sahiptir, bilimsel teknik d e v­ rim ile.’ Üç, ‘ne emperyalizm ne de sosyalizm ken­ di bilimsel dünya görüşünü uluslararası ilişkile­ re, diyelim ki ülkelerde devrim oluyorsa, bunla­ ra taşırmamalı’ Dört, ‘bunun yanı sıra biz artık üçüncü dünya ülkelerine savaşım yerine kendi ülkelerinde ulusal uzlaşma yolunu izlem elerini öneriyoruz”, şunu öğrenm ek istiyoruz. Sovyetier Birliği örneğin bir taktik düzeyde, banşı dünya­ da belki kendisine n efes alma olanağı tanıması için ö n e sürerken. — H ayır taktiksel değil, tam am en stratejiktir. V e biz bu politikanın ulusal savaşından v e d e v ­ rim savaşımlarını yürüten ülkelere verilecek as­ keri yardımdan daha etkili olacağına inanıyoruz. Ç.Y. — Diyorsunuz ki, silahla yardım etm ek yerine b ö yle bir stratejik dilde barışı savunm ak onlara daha çok yardım eder. — Bizim düşüncem ize göre, banş v e dem ok-

1929lara kadar L eninln plânı yürüdü. Ama değişiklikler bu yıldan sonra başladı: L eninln planından ana sapmalar; çünkü Stalin kollektivizasyon programına yüklendi.


rasi için savaşmak sonuç olarak sosyalizm için savaşm aya dönüşür. Sosyalizm e ulaşmanın en kısa ve kolay yolu banş ve demokrasidir. Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde örneğin Türkiye’de ya da başka bir ülkede bir devrim sü­ reci yaşanıyor ya da bir ulusal kurtuluş süreci ya­ şanıyor ya da dem okratik halk devrim i oluyor. Bu demokratik halk devrim i süreci içerisinde, di-

ed em ez. Bu o ülkelerdeki som ut şartlara bağlı bir olaydır. Bizim uluslararası banş için m üadelemiz, em peryalizm i, onun militarist, faşist gü ­ cünü felce uğratacaktır. Bu ülkelerdeki kam u o­ y u v e Sovyetlerin konum u çok güçlü bir durum yaratıyor. Bu araçlar emperyalist saldırganlığa felç vurabilir. Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkeleri için özellikle

,

Eğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak gerçekleştiğinde komünizme bir parça daha yaklaşmış olacağız. yelim silahlı m ücadele veriliyor çünkü çatışması o noktaya gelm iş, artık bir iç savaş başlamış, si­ lahlı m ücadele veriliyor; S ovyetler Birliği şunu mu diyecek “Bu sizin kendi iç probleminizdir. K en di kendinize halledin, biz size yardım e d e ­ m eyiz. Ö rneğin silahlı yardım, parasal ya da in­ san yardımı verem eyiz.” A caba S ovy etler Birliği dünya devrim sürecinden kendisini kopanyor mu? — Lenin, S ovyet Rusya’nın değişik ülkelerdeki devrimci partilere veya komünist partilere vereceği destek konusunda son d erece titiz davranıyor­ du. M oral desteği, politik destek, entellektüel destek ve m addi destek konusunda olağanüstü dikkatli davranıyordu. Bu soru oldukça kendi­ ne özgü çünkü devrim şartlarını yaşam ış bir ül­ kedeki süreci silip atabilir. Eğer devrim yeterin­ ce doğruysa devrim in tem el noktası, kendisini dıştan gelecek karşı devrim ci saldırılara karşı k o­ rumaktır. Dünya politikası içerisinde Am erikan em peryalizm i buraya karışma hakkını kendinde görm ektedir. Çünkü yapılan d evrim de M o sk o­ va’nın parm ağı vardır. Afganistan, Salvador belki d e Türkiye’de... Amerikan emperyalizminin gay­ reti engellenecektir! Eğer devrim in karşı devrim tehditi ya da içişlerine karışma ya da bir p ro v o ­ kasyon tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu anlarsak, desteğe ihtiyaç varsa desteğim izi veri­ riz! Ö rneğin Nikaragua’ya destek oluyoruz. S a ­ vaşın devam ı konusunda da ısrar ediyoruz. B u ­ nun yanı sıra Orta A m erika’da barışçıl bir çözü ­ mün bulunması konusunda da Nikaragua soru­ nu etrafında uğraşıyoruz. Ö rneğin G ü n ey A fri­ ka’ya karşı savaşanlara her anlam da politik, as­ keri, parasal tüm desteğim izi vermiş durum da­ yız. Ç.Y. — D evam ed ec ek mi? — Evet, sürdürülecek. A n g ola için G ü ney A f ­ rika, Am erika, A n gola v e Küba arasında akla ya­ kın çözü m ler söz konusu. Aynı zam anda da A f­ ganistan için. Siz bizim devrim ci hareketlere yar­ dım etm ekten ve desteklem ekten va zgeçebile­ ceğim iz korkusunu taşıyorsunuz. M addi, politik ve askeri destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlana­ caktır. Afganistan’da bu gerekm iyordu, A fgan is­

20

tan’ın iç sorunuydu v e kendi sorunlarını çö zeb i­ leceklerdi. Ç.Y. — Siz üçüncü dünya ülkelerinde m ey­ dana gelebilecek devrim ci yükselişlerde gerek ­ tiği zam an silahlı ya da diğer anlamlarda yardım yapılabileceğini, em peryalizm in bazı ataklan o l­ duğu zam an örneğin üçüncü dünya ülkelerin­ deki devrim ci gelişm eye her türlü desteğin veri­ leceğinden bahsediyorsunuz. Dergideki yazıla­ ra muhalif olduğunuzu, yani Komünist’te çıkan görüşleri benimsemediğinizi, dünya çapında sos­ yalist sistem ile emperyalist sistem arasındaki ç e ­ lişkinin hâlâ ana çelişki olduğunu fakat, bu ana çelişkinin belki biçiminin değiştiğini belirttiniz... — Lenin insanlık çıkarlannm üstün olduğu g ö ­ rüşünü savaş konusundaki yanlış anlamalan ö n ­ lem ek için söylemişti. A m a sadece termo-nükleer bir savaşı önlem ek için bunu ön e sürüyorlar. Bu devletlerüstü bir şey. Bu konuda onlarla aynı şeyi düşünmüyorum. Ç.Y. — Bir de şu gerçeklik var. ‘Çeşitli ülke­ lerde m eydana g elen savaşımlarda çeşitli silahlı m ücad ele yöntem leri kullanılabilir mi’ diye sor­ duk kullanılabilir dediniz. O ülkenin sorunudur, şimdi d e insanlar istiyorlarsa öyle savaşırlar. Bu o ülkenin koşullarına bağlıdır... — Çelişkinin keskinliğine bağlı bir olay. Batı A vrupa ülkeleri için dem okrasi ve banş için m ü­ cadelenin sosyalizm e daha kısa yoldan bir gidiş olacağını söyleyebiliyoruz. Fakat üçüncü dünya ülkeleri için bunu söyleyem eyiz. Çünkü çelişki­ ler çok eskin. Uzlaşmaz çelişkiler olduğu için banşçı m ücadele bu ülkelerde sosyalizm e hizmet

banş mücadelesi ikinci planda, birinci planda ise uzlaşmaz karşıtlann sonucunda doğa n keskin sı­ nıf çatışmalarıdır. Sizin dediğinizden bu mu çı­ kıyor? Yani banş için de m ücadele olacaktır ama bu... — Sınıf mücadelesinin bir parçası olacaktır. A m a sınıf m ücadelesi Stalin ve B rejnev d ö n e ­ mi için belirgindir, açıktır. Sınıf savaşımı, d em ok ­ rasi için, insan hakları için, ekonom inin etkinliği için, ek on om ik alanlarda rekabet ed ebilm ek için... Burada bir çelişki görem iyorum ... Ç.Y. — Banş için m ücadele ön plana çıkabi­ liyor. Bu tam am . Bizim gibi geri ülke devrim ci­ lerinin dünya barışına yapabileceği katkı kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirm ek değil midir? B öyle özetleyem ez miyiz görüşünüzü? — N e d e n olmasın? Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinin devrim ci­ leri olarak bizim çelişkilerimiz son derece keskin­ dir. Ö rneğin halkın finans-kapitalle olan çelişki­ si devrim cilerin silahlı m ücadelesiyle giderilebi­ lir, faşizm ancak b öyle ezip geçilebilir denilebilir mi? Banş için m ücadele biim gibi ülkelerde ikinci veya daha geri plandadır. Yani, silahlı m ü cad e­ le ve sınıf savaşımları üçüncü dünya ülkelerinin önündeki birincil biçim de değil midir? Ö rneğin A n g ola , Filistin... — Bunları somut durumlarla yargılayabiliriz. Ç.Y. — Tü m veriler em peryalizm in bunalımı­ nın daha da m üzm inleşeceğini, gösteriyor. Bu noktada emperyalizmin bunalımı özellikle geri ül­ kelerde devrim ci kabanşların zeminini hazırlıyor. O rtaya yeni m ücadele biçimleri ve araçlarını çıkanyor. Bu noktada, sosyalist ülkeler ve S ovy et­ ler Birliği bir taraftan em peryalist ülkelere barış doğrultusunda baskı yaptıktan gibi öbür tarafta bu em peryalistler arası çelişkileri emperyalizm in bunalımını derinleştirici yön d e adım lar atıp geri ülkelerdeki bu kabarışı hızlandırma bu kabarışın hızla devrim e varması için ülkelerin devrimci par­ tilerini desteklemek, bu ülkelerin sosyalizme hızla ilerleyebilm esi için elinden gelen herşeyi sefer­ ber etm esi gerek m iyor mu? — Ö rneğin, Afganistan devrim ini ele alalım. Bir iç darbeydi. D evrim olabilirdi am a bazı k o ­ şullardan başansız olundu. N ed en ? Çünkü t o p ­ lumsal bir destekten yoksunluk vardı. Problem , siz toplum sal destek olm adan bir devrim yap a­ mazsınız. Eğer siz toplum sal desteği bu şekilde harekete geçirebiliyorsanız, parlamenter d em ok­ rasi aracılığıyla geçirebiliyorsanız veya başka se­ kilerde, bu size bağlıdır. A m a tüm ü toplumsal bir desteğe sahip olmalı, yoksa başarısız olunur. Silahlı mücadele veya diğer yollar. Bu çok ön em ­

— Bu tam am en som ut koşullara bağlıdır. — Şim di uluslararası problemler yoğunlaşıyor. Bunun karşılığında sosyalist ülkelerin kendileri­ ni yenilem eleri konusunda yeni yeni prob lem ­ lerle karşı karşıya dünya sosyalist hareketi. Şimdi bütün bunlar karşısında acaba dünya komünist hareketinin partilerinin ortak hareket p rogram ı­ nı oluşturmak gibi bir g ö rev sosyalist ülkelerin önünde bulunmuyor mu? Bu konuda Sovyet yet­ kililerinden herhangi bir görüş gelm iyor pek. D a­ ha çok kardeş parti ve içişlerine kanşm am a gibi ilkesel bir yaklaşım söz konusu şimdi bunu an­ lamakla beraber ve az çok katılmakla beraber şöyle düşünüyoruz: Bugün sosyalist ülkelerde geçm işte ve bugün biriken problem ler belli ö l­ çü lerde komünist partilerin öncü partilerin y e ­ terince işbirliği yapm am ası, birbirlerine yeterin­ ce den ey tecrübe aktaramamasv gelişen süreçte yeterince ortak m ücadelelerin g t liştirilememesi gibi p roblem ler var. M eselenin bir yanı da bura­ dan kaynaklanıyor. G eçm iş olaylan araştırdığı­ mızda. Bu noktada salt kardeş parti içişlerine ka­ rışm am a gibi bir yaklaşımla problem leri ne ö l­ çü de çözebilir yani gerek üçüncü dünya ülkele­ rinde m ücadelelerin koordine edilip yönlendirebilmesi gerekse sosyalist ülkelerin ortak da v­ ranışının sağlanabilmesi ve topyekün bir anti em peryalist banş cephesinin oluşturulması açı­ sından bile olsa yeni tip Enternasyonelist örgüt­ lenm eler ihtiyaç _yok mu? S ovyetler Birliği K o ­ münist Partisi ne düşünüyor bu konuda? — Öncelikle, biz diğer ülkelerin partilerinin içiş­ lerine kanşmıyoruz. ikinci şey, sosyalistlerle, k o ­ münistlerle, sosyal demokratlarla, Hıristiyan d e ­ mokratlar, muhafazakârlarla, herkesle diyalog oluşturmayı ümit ediyoruz. Şu anda liderliğim i­ zin yaptığı budur. Açıklık politikası, bugün G orbaçov’a A B D ’de Reagan’m üstünde bir popülerlik sağlamıştır. Bu çok d aha gerçek oldu. Serm aye bugün uluslararası bir güçtür. M arx’m zamanmkinden d e öte. Çünkü biz uluslararası finanskapitalden söz ediyoruz. Tabii, biz buna karşı g e ­ lebilm ek için dünya çapında uluslararası ilerici güçlerin bir koordinasyonuna gitmeliyiz. Bu bir ihtiyaçtır. Bu nasıl yapılacaktır? Partilerin veya hareketlerin kontaklarıyla mı? İlişkileriyle mi? Y e­ ni bir tür Enternasyoneli yeniden kurabilmek için bir ihtiyaç olduğunu sanm ıyorum . A m a , bunu karşılıklı ilişkiler, yazışmalar tem elind e yapabili­ riz. Ö rneğin Batı Avrupa komünist partileri kendi güçlerini koordine ediyorlar, A vrupa Parlam entosu’nda aktiviteleriyîe ilgileniyorlar. Bölgesel so­ runlarda daha çok anlaşabiliyorlar. Dünya ça ­ pında, bir dünya konferansının olabileceği ola­ sılığını çıkaramıyorum ama esas şey komünist ha­ reketteki yeni dönem dir. Perestroika sosya­ lizmin uluslararası imajını değiştirerek uluslara­ rası alanda komünist ve sosyalist, işçi hareket­ lerine bir yardımımızdır. Örneğin, çağdaş kapi­ talizmin çok derin bilimsel bir analizi sorunu var. Bunlar değişik komünist partilerin güçleri, yar­ dımlaşmaları olm adan çözülem ez. Çünkü bu analizin dışında, çağdaş gerçekliklere doğru ya ­ nıt verem eyiz. Bir organizasyona gereksinim yok am a partilerin deneyim lerini birbirlerine aktar­ maları, görüşm eleri olmalıdır. Ç.Y. — Dünya devrim ci sürecini yönlendirici bir m ekanizm aya bir gereksinim yok? D ediğiniz­ den bu çıkıyor? — Evet. Sosyalizmin yeni imajı, komünist par­ tilerin yeni m ü cadele yolları bunlar bir gerekli­ liktir. Partilerin işbirlikleri gerekliliktir.

Ülkem izdeki bilim sel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız ve kendi gücüm üzle kendi kapasitem izle gerçekleşecek ve bu gelişm eler süreci hızlandıracaktır. Çünkü son derece gelişm iş bilim sel enstitülere sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulam ak için arada geçen süre uzun. Yakın b ir g elecekte bu kısalacaktır. li değil. M ü cadele bir çok yoldan verilebilir. Ö r­ neğin Avrupa’da silahsızlanma konusunda belli şeyler yapılabilir. Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde?

Ç.Y. — Bunun biçimi nasıl olacaktır? — Parti ilişkileriyle, çeşitli düzeylerde teorik ba­ zı konferanslara katılabiliriz, sosyalist ülkelerin aralannda işbirliği oluşturabiliriz. A m a bu gelecekte,


konferanslar vb. olm ayacaktır anlam ına gelm i-. yor. A m a bu hareketin kendi ihtiyacından d o ­ ğacak olan şeyler olacaktır. Eğer sosyalist, kom ü­ nist partiler arasında esaslı bir işbirliği gereksini­ mi olduğunda bu dem okratik yollardan, k o n fe­ ranslar, çeşitli işbirfikleriylebu oluşturabilecek. Bu bizim em p oze ed eceğim iz bir şey olm amak. Ç.Y. — Sosyalist ülkelerin birtakım prob lem ­ leri var. Kalkınma çeşitli seviyelerde. Ş ö y le bir genellendirm e yapam az mıyız? — Burada Dem okratik Alm anya, Macaristan1 da, Çekoslovakya daha gelişkin. Kişi başına d ü ­ şen milli gelirleri daha fazla. Bizde askeri konu­ lardaki üretim daha fazla. Çünkü sosyalist birli­ ğin geneli için sorumluyuz. Ç.Y. — Sosyalist ülkelerdeki problem lerin ç ö ­ zülmesi ve sistem içinde dengeli kalkınma için, tek tek ülkelerin merkezi planlanmalarına işlerlik ka­ zan d ırab ileceği gibi, sistem bazında planlam a­ lara gidilmesi düşünülebilir mi veya düşünülmesi gerekm ez mi? Enternasyonal ölçü d e hareket edecek liderlerin komünistlerin, işçilerin sistem bazında harekete geçirilm esi gerek m ez mi? — Şu anda sosyalist ülkelerin en tegrasyo­ nundan m em nun olduğum uzu söyleyem em . Böylece yeni işbirliği biçimleri geliştirmeliyiz. A m a bu gönüllülük tem elinde olmalı. Şu ülke bunu yapsın, bu ülke bu olsun şeklinde olm am alı. Bu karşılıklı yarar çerçevesinde olmalı. Reform , sos­ yalist ülkeler arasında ekonom ik bir işbirliğini de kuracaktır. Ç.Y. — Parti ve ideolojik alanda işbirliğine de gidilmeli değil mi? — Kesinlikle, tüm alanlarda. Bizim reform lan em poze etm em iz gibi bir şey olamaz ama. Çünkü herkesin d ön em i farklı. Bu aramızdaki ilişkileri­ mizi de bozm az. Hatta onlar bizi dışandan daha iyi gözlem leyebilirler. Ç.Y. — Avrupa komünist partileri IT Ü 'le rd e n sonra bir çöküntüye girdi. Ispanya Komünist Par­ tisi tam am en çöktü, İtalya eski desteğini yitirdi. Bu gelişim varken, S B K F n in tavnnı bilem iyo­ ruz. En son konferans da bir kaç cü m leyle ilke­ sel bir açıklama yapıldı... — Brejnev d ön em in d e biz A vrupa kom üniz­ mini eleştirdik. A m a bugün onlarla aynı görüşte değilim. A vrupa kom ünizm inden ne anlaşılma-

m ünizm e bir adım atm ış olunacak mı? — E ğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak; Gerçekleştiğinde komünizm e bir parça daha yak­ laşacağız. A m a spekülatif projeler içinde d eği­ liz. A m a bir aşama olabilir. Ç.Y. — Ulusal hareketler konusunda... — Ulusal problem ler Stalin v e B rejnev d ö n e ­ m inden devraldığım ız problem lerdir. T ü m ulus­ lara daha çok self-determinasyon verm eli miyiz? Ç ünkü bir federal devletim iz var, am a bazı g e ­ lişm eler var. Ulusal bir g ö ç var, paradoksal du ­ rumlar var. Karadağ olayı örneğin. Problem ; bu­ rada 1920lerden ö n ce S ovy etler iktidan alm a­ dan önce karşılıklı geleneksel bir düşmanlık var. A m a -S o v y etlerin iktidara gelm esiyle, Erm eni Cum huriyeti ve A zerb eyca n Cum huriyeti oluş­ tu. Karabağ hiçbir zam an Ermenistan’ın bir par­ çası olm adı. A zerbaycan v e Ermenistan’da bazı politik hatalar vardı. Karabağ’da insanların y a ­ şam düzeyleri değil, yönetim düzeyleri yeterince yüksek değildi, otonom i olarak. Bizde üç tür o to ­ nom i var. Biz o tonom inin düzeyini yükseltm eli­ yiz. A m a iki ulusun, “bu toprak parçası benimdir’ diğerinin ‘benim dir’ ded iği bir durum da işte bu ço k duyarlı bir konudur. Azerbaycan, Karabağ için bizimdir, Ermenistan bizimdir diyor. Kara­ bağ Azerbaycan’da kalacak ve hükümetin kendi­ si, buranın oton om i yapısını yükseltecek. B ö l­ g e d e 4 0 0 m ilyon rublelik (yaklaşık 80 0 milyar liralık) bir yatınma gidilecek. Bu basit bir sorun değildir. Bir çok S o v y e t Cum huriyeti’n de diğer uluslardan insanlar yaşıyor. Ö rnek verecek olur­ sak, Letvia’nm başkenti Riga’da nüfusun yüzde 60 ’ı Rus’tur. Bu Ermenilerin görüşüne, mantı­ ğına göre buradaki insanlar, Riga, Rusya Cum huriyeti’ne dahil edilmelidir dem eleri gerekir. A p ­ talca bir mantık. A zerb aycan v e Ermenistan’d a ­ ki yerel yöneticiler Perestroikadan korkuyorlar. Konum lannı, ulusal sorunlann arkasına gizleye­ rek korum aya çalışıyorlar. Bazı ulusal prob lem ­ ler var. Ç.Y. — Bu olayın arkasında A B D ’nin, kışkırt­ manın olduğu söyleniyor. Ö rneğin g eçen lerd e Ermenistan’da olaylann başını çektiği belirtilen biri sınır dışı edildi. D ışandan m üdahale var mı? — Bir gerçek var. Ermenilerin büyük bölümü dünyanın diğer bölgelerin d e yaşıyor.

Stalin’in kişiliğine ilişkin b ir kampanya yok Sovyetler’de. Partinin yaptığı hatalara ilişkin b ir kampanya. Biz, n ed en bunlar oldu? Bunları tartışm ak istiyoruz, bunların b ir daha olm am ası için, bunların olm asını önlem ek için. Şu anda M erkez Komitesi’nin görevlendirdiği b ir komisyon var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak. lı? Bunların kendi gelecek leri var. Çünkü sos­ yalizm farklı yollardan gelişecektir, S ovyetler’de olduğu gibi değil. Ç.Y. — A m a Avrupa komünizm iyle d e değil? — A m a neden değil? O nlar S ovy etler Birliği’nden, Çekoslovakya’dan farkh bir şekilde sos­ yalizm e geçebilecekler, kendi yollanndan. Ö y ­ leyse, bu doğal bir şey, karşılannda değilim. Baş­ ka bir şey: Avrupalı komünistler bizim yolu m u ­ zu, S o ,,yetler’deki sosyalizmi eleştirdiler. B ugün­ lerde, biz bu eleştirileri kabul edebiliriz çünkü o n ­ lardan daha çok kendim izi eleştiriyoruz. Ç.Y. — Banş içinde geçiş tezi ve halkın m ül­ kiyeti tezi var. Bu tezlerin durum nedir? — Siz istediğiniz gibi adlandırabilirsiniz. Ç.Y. — Barışçıl geçiş genelleştirilm iyor sanı­ rız? — Y in e tekrar diyorum , bunlar ülkelerin so­ mut koşullanna bağlıdır. B rejnev d ön em in d e söylenenleri hatırlayınız. Bunlar *kötü zevklerdi’. Teorik mirası yenid en ele alıyoruz. Bir çok tezi­ mizi yeniden ele alıyoruz, gözd en geçiriyoruz... Ç.Y. — Halkın mülkiyeti tezi de geçiriliyor mu? — Şim di kimse bunu hatırlamıyor. A m a , bu kadar yıldan sonra halkın devletidir. S ovyetler çalıştıktan sonra, Jd Çalışacaklar halkın devleti­ dir. Bu artık teorik bir m esele değildir. Ç.Y. — Perestroika gerçekleştikten sonra, ko-

Ç.Y. — Burada bir kışkırtma var mı? — Erm eniler için öğelerd en biri am a ana ö ğ e değil. A n a faktör değil. Burada üç prob lem var. Birincisi Erm eni kültürünün geliştirilmediği, te­ levizyon programlarını yeterince izleyem edikle­ ri şeklinde, bu ulusal haklan. İkincisi dışandan propaganda var. Üçüncüsü ise ana faktördür. Bir çeşit Perestroikaya karşı direniş. Bu cum huriyet­ lerde parti sekreterliklerinde büyük değişiklikler oldu, Perestroika buralarda uygulam aya girdi. Am erikalılann bu ola yda beklentileri var. “S ovyetler çözülüyor” gibi sözleri var, bu kesinlikle doğru değil, 120 ulus yaşıyor bizde. A m a ulusal sorunlara daha ço k saygı gösterm e­ liyiz, partinin bir bölüm ü kendini bu ulusal sorunlara adayacak, bazı anayasal garantiler zorunlu kılınacak... Perestroika süreci içinde tüm sorunlar daha çok dem okratik yollardan çözü m ­ lenecek. Ç.Y. — Kom ünist dergisinde yer alan tezleri parti içinde savunanlar kimler? — Bu prob lem e ilişkin bir tartışma var. Bazılan bu görüşü paylaşıyor, bazıları paylaşm ıyor. Ç.Y. — G orbaçov bu görüşü benim siyor mu? — Kişisel görüşünü bilm iyorum. Ç.Y. — L ig a ç ev v e diğerleri? — Ligaçev’in bunun karşısında olduğunu duy­ dum .

Ç.Y. — Y a k o ve v ve Şevardnadze bu görüşü benim siyor mu? — Evet benimsiyorlar. A m a enstitülerde çalı­ şanlar buranın kategorilerinden hareket ed iyor­ lar, düşünüyorlar. Şevard nadze uluslararası arenada Sovyetlerin imajını değiştirmeyi, bir dip­ lom atik servisin başı olduğu için daha çok vur­ guluyor. Bundan sonra bütün komünist partiler, iç v e dış m eseleleri özgürce tartışmalılar. B un­ dan sonra her şey özgürce tartışılacak. Çünkü bunun dışında duyarlı bir karara vanlam az.

Siz bizim devrim ci hareketlere yardım etm ekten ve desteklem ekten vazgeçebileceğim iz korkusunu taşıyorsunuz. M addi, p o litik ve askeri destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlanacaktır.

Ç.Y. — Y in e Stalin olayına dönsek, partinin içinde Stalinciler var mı? Yelisin, L igaçev? — Bunu söylem ek çok zor. Ben saf bir Stalinistim diyen birini bulmak çok zor. Stalin’i eleş­ tirebilirsiniz a m a bir yandan da devlet m ekaniz­ ması, parti m ekanizm ası iyiydi dersiniz. Ç.Y. — Kişiliğine yaklaşırken, tam destekliyo­ rum denilem iyor mu? — Tabii, hiç kim se Stalin bir m elekti diyem i­ yor. Zalimliği olağanüstüydü. D evrim öncesin­ de beraber olduğu bir çok yoldaşını emirlerle vur­ durdu. Bunu psikolojik olarak açıklayamam, bu­ nu anlam ıyorum . Ç.Y. — Soljenitsin G lasnosfta aştnya kaçmak değil mi? Pastemak’ı anladık. O bir olguydu. S o v ­ yetler Birliği’nde yerini alıyor. Soljenitsin için ne dem eli? — Uzun bir süre S akharov’u m ahkûm ettik. O n a C IA ajanı denildi. A m a şimdi görüyoruz, o perestroikayı, perestroikadan ön ce savunuyormuş. Bizimle aynı düşünüyor. Soljenitsin’in yaz­ dıkları doğruydu. Bazı çalışmalan bu yıl d eğil de gele cek yıllarda yayınlanabilir. Ç.Y. — Stalin olayı bitiyor mu? — Stalin’in kişiliğine ilişkin bir kam panya yok S ovy etler’de. Partinin yaptığı hatalara ilişkin bir kam panya. Biz, n ed en bunlar oldu? 'ounlan tar­ tışmak istiyoruz, bunlann bir daha olmaması için, bunlann olm asını ö n lem ek için. Şu anda M er­ kez Komitesi’nin görevlendirdiği bir komisyon var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak. Ç.Y. — Bu arada bazı ara sorulara geçm ek is­ tiyoruz son olarak, işletmelerin kendi kendini fi­ nanse etm e sistemi ne kadar yürürlükte? İkinci­ si bazı tem el gıda m addeleri v e hizm etlerde sübvansiyonlann kaldınlacağı söyleniyor. Bu konu­ daki gelişm eler nelerdir ve çalışanlann durumu nasıl ayarlanacak? — Kendi kendini finanse etm e gelecek yıl tüm işletmelerde uygulanacak. Sübvansiyon olayı ise ya referandum , ya da bir konferans ile tartışıla­ cak ve karara bağlanacak am a çalışanlann du ­ rumu da mutlaka iyileştirme yapılacak. Çin ve Y u goslavya’da olduğu gibi bir enflasyon olm a ­ yacak. Bu iki ülkede yeterli devlet kontrolü o l­ m adığı için enflasyon ortaya çıktı. Çin’in bugün yaptıklan N E P ’e benziyor. Ç.Y. — Y u goslavya v e P o lon ya konusunda söyleyebileceklerim iz. — H e r iki ülke d e sının aştılar. Yani borçlan­ m ada. Bir çok problem le karşı karşıyalar am a sanınm üstesinden gelecekler... Ç.Y. — S ovyetler ile Çin arasındaki ilişkiler... — Bizim ilişkileri yenid en kurmak konusun­ da bir engelim iz yok. Belki G orb a ço v gelecek yıl Ç in’e gidebilir. Ç.Y. — Sosyalist ülkeler arasındaki en tegras­ y on d an söz edebilir miyiz... — Bu ülkelerdeki sorunlan önlem enin yolla ­ rından biri d e hatta tek yolu da sosyalist en te g ­ rasyondur. Bunun için adım lar atılmalıdır. S o s ­ yalist ülkelerin kalkınmasını sosyalist bir en te g ­ rasyon sağlar. Ç.Y. — S o n olarak, Arnavutluk konusunda sözleriniz.

— Sadece kendilerinin sosyalist olduğunu söy­ lüyorlar. Olabilir., ne diyebilirim.

Sermaye birikimini oluşturabilmek için diğer yöntemler yerine genel bir kollektivizasyon gidelim kararını verdi Sovyet ekonomisi için bir felaket oldu

,

.

.


REDDETTİĞİMİZ MİRAS VE SOSYALİST HAREKETİMİZİN TARİHİ KÖKLERİ HÜSEYİN KORKMAZ Giriş ya da önsöz Sosyalist hareketimiz, 12 Eylül dön em i­ nin ilk şokunu bir süredir üzerinden atma­ ya çalışarak yeniden şekilleniyor. Eylülizmin ilk yıllan gericileşen sosyalistlerimizin, adeta inkâr fırtınası estirdiği yıllar olmuştu. Onlar demem iş miydi; şöyle şöyle yapm a­ yın diye? İşte onlann sözünü dinlem eyen­ lerin içine düştüğü durum meydandaydı. Ardından, vurun abalıya misali, 12 Eylül öncesinin soi siyasetlerine kesinlikle id e o ­ lojik temeli olmayan bir suçlama kam pan­ yası yürütüldü. İş bu noktada da durduru­ lamazdı. 12 Eylül öncesinin sosyalist hare­ ketlerinin kökleri 196CHı yıllann sonuna ka­ dar uzanıyordu. Bu dönem in önderleri de çarmıha gerilerek üzerlerine olm adık ça­ murlar atıldı. Nasılsa atlan çamurlan temiz­ leyecek kimseler de ortalıkta görünm üyor­ du. O halde meydan boştu. Zaten atlan ça­ murlar bir gün temizlense de izi kalırdı. V e ­ ya yeni kuşakların kafası bulandmlıp, eski­ nin siyaset ve önderliklerine ön yargılı ha­ le gelm eleri sağlanabilirdi. Gerici sosyalist­ lerin eleşttrileri, 12 Eylül yönetiminin mah­ kemelerinde, basının da kullanılan suçla­ ma edebiyatyla çakışıyormuş, olsun ne çı­ kardı. Bir yandan Eylülizmin fiili ve id e o­ lojik saldınları, bir yandan da gerici solculann iftira ve inkârcılığı sosyalist orta­ mı bir kaosa çevirdi ya. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi eskinin Aydmlıkçıları, Birikimci vb.leri en çok da, zaten böylesi havalan severlerdi. B oy boy dergilerle, sos­ yalist parti kurma vb. toplantilanyla, yılgın­ laşan sosyalist ortama ve yeni kuşak d ev­ rimcilere tuzaklar döşendi. Tuzağa düşen­ lere herkesin kötü olduğu, yanlışlan yüzün­ den bu duruma düşüldüğü söyleniyor ve sen kaç ben kurtarayım dem ek isteniyor­ du. Sosyalist ve devrimci mücadeleden bu­ ralara kaçanlar, kurtuldu mu? Yoksa id e o ­ lojik çürümenin ve yozlaşmanın içine mi sürüklendiler? Şüphesiz bu sorulann yanı­ tım, zerrece devrimci yanlan kalmamışsa, bu durumu yaşayanlann vermesi gerekiyor. Sosyalist saflarda başından bu yana solcu­ luk adına, oportünizm ve tasfiyecilikten başka rol icra etm eyen gerici sosyalist ç ev­ relerin, 12 Eylülle birlikte yüzlerine gülen talih, ne yazık ki son birkaç yıldır kendile­ rine yüz çevirmiş bulunuyor, işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin 1983’lerden sonra ey ­ leminin sağlam ve emin adımlar atarak yükselm eye başlaması, biraz ağız değiştir­ m eye çalışsalar da onları çiğneyip geçiyor ve yine bir kenara, sosyalist hareketin çöp sepetine kaldınp atıyor. Geçmişin C IA sos­ yalizmi, 12 Eylül öncesinin ihbarcılığı, gü­ nümüzün 12 Eylül solculuğu yeni bir iflası kaçınılmaz olarak yaşıyor.

İçine girdiğimiz dönem de aşılmakta olan bu “sosyalizmin” tarihine de, kesinlikle kendi belgelerine dayanarak çahşmalanmızm ileriki aşamaiannda bir açıklık getirm eye ça­ lışıyoruz. Onlar sosyalist hareketinin tarihini karmakanşık hale getirip, bir inkâr fırtına­ sıyla yok etm ek istiyorlarsa, bizim onlann kendi tarihleri de dahil, bu inkâr ve iftira fırtınasına göğüs gerip tarihimizi aydınlık ve berrak bir hale getirm eye çalışmak boynu­ muzun borcu oluyor. Sosyalist hareketimizin tarihine bir diğer yalnız yaklaşma da geçiş döneminin, söz­ de veya eylem de radikal solculuğundan g e ­ liyor. Sözde radikal solculuğu, Y. Küçük ve çevresi temsil ediyor. Tarihin birinci yılını kendisiyle başlatma — yeni milatçılık— bu çevrenin tem el özelliği. Güya radikal güç­ lere olumlu bir yaklaşım içinde olunduğu izlenimi veriliyor. A m a biraz “T ezlerin i in­ celeyince “Balkanlarda eşsiz örneksiz” ve her şeyi “kendisinde menkul” görm e tutu­ muna girdikleri görülüyor. Bu eğilim de ta­ rihi karmakanşık ediyor ve “tezlerini de ça­ rpıtıyor. Y. Küçük ve çevresinin tipik özel­ liği muazzam boyutta kendisine sevdalan­ mış aydınlar olmalandır. Fek de o kadar sev­ dalanacak yanlannın olmadığının kendile­ rine gösterilmesi lazım. Bu işe de, dergimi­ zin geçen sayılannda başlandı. Devam ed e­ ceğini umuyoruz ve biz bu çevrenin sosya­ list hareketimizin geçmişinde kalıcı sayıla­ bilecek bir izini bulamadığımızdan sosyalist hareketin tarihine yönelik araştırmamız için­ de kendilerini ele almıyoruz. Sosyalist hareketimizin, geçiş döneminin, asıl radikalizmi T H K P-C ’nin günümüzdü sürdürücülüğünü yapm aya çalışan eğilim ­ ler oluyor. Son 20 yılın sosyalist politik or­ tamına belli ölçülerde damgasını vuran bu eğilimleri sadece, direnişçilik ve radikalizm açısından ele almak ve bu anlamda bu eği­ lime olmadık misyonlar yüklemek bize d oğ­ ru gelmiyor. Birincisi, sosyafist hareketimiz salt, direnişçilik ve radikalizm açısından bi­ le son 20 yıla sığdınlamaz. İkincisi, THKP-C eğilimleri sadece radikalizm ve direnişçiliği değil, bir sosyal sınıf veya bu sınıf içindeki, zümrelerin sosyalist eğilimini temsil ediyor­ lar. Sosyalist hareketimizin yakın tarihini ya­ zarken TH K P-C ve sürdürücüsü eğilim le­ rin doğuş, şekilleniş koşullan kadar, sosyal sınıf tem ellerinîdiTörtaya koymaya çalış­ mak zorunlu. Sosyalistipıycadele de bizler için kesinlikle gerekli olan sınır çizgilerinin bulanıklaştırılması değil, alabildiğine netleştirilmesidir. Çalışmamızın sosyalist hareke­ timizin yakın tarihini ele aldığımız bölüm ­ lerinde bunu yapmaya çalışacağız. Duygu­ lara seslenerek bir yerlere varmaya çalış­ mak, proletarya sosyalizmi iddiasında oian-

lann içine düşebilecekleri durum olmasa gerektir. Güçlü devrimci duygular, ancak proletarya sosyalizmi zemininde uyandmlabilirse bizi devrimci gelişmelerin yoluna sokabilir. Sosyalist hareketin tarihinin 70-80 yıl­ lık “tasfiyecflik veya “oportünizm” olarak nitelenmesini de doğru bulmuyoruz. Proleteryanın var olduğu bir ülkede onun öz eğilimi proletarya sosyalizminin, başlangıçta zayıfta olsa var olduğuna ve günümüze binbir zorlukla da olsa taşmabildiğine inanıyo­ ruz. Elbette sosyalist hareketimizin tarihini böyle görm ek isteyenlere de bir şey diye­ meyiz. Onlar bu günkü “T K P ”nin pratiği­ ne bakıp, geçmişi de pratiğin tarihi kök­ leri olarak görüyorlarsa, ancak durumun sanıldığı gibi olmadığını söyleyebiliriz ken­ dilerine. Biz bugünkü “T K P ” ve onun tas­ fiye, çözülme ve mültecilikten ibaret olan tarihini reddedilmesi gereken miras olarak görüyoruz. A m a 80 yıllık sosyalist müca­ dele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist eğilimimizin mu­ azzam teorik mirasına ve günümüze taşı­ nıp politik bir güç haline getirilişine olum ­ lu ve geleceği temsil eden bir gelişme ola­ rak bakıyoruz. Hatta bugünkü pratik gücü­ müz, teorik mirasımızın çok gerisindedir dersek ancak gerçeği itiraf etmiş oluruz. Mi­ rasa bütünüyle sahip çıkmak ve yaşama g e ­ çirmek işte günün görevi ve boynumuzun borcu bu oluyor. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi kök­ leri 1900’lü yılların başlanna kadar uzanı­ yor. Yani yaklaşık olarak 80 yıllık bir mü­ cadele tarihimiz var. Bu tarihin henüz tüm dönem leri aydınlığa kavuşmamış da olsa, çeşitli dönem leriyle ilgili yayınlanan belge­ ler, inceleme ve araştırmalar önemli bir bilgi birikimi sağlamış durumda. Bu bilgi biriki­ minin sosyalistlerce etüt edilmesi, böylece kendi tarihi köklerinin ortaya konulması g e ­ rekiyor. Belki bu çabalar sonucu tarihimiz yine tamamıyla aydınlığa kavuşmaktan uzak kalacak. A m a sosyalist hareketimizin tarihinde belli dersler çıkarabilmesine, bun­ lardan hız ve kuvvet alabilmesine yardım­ cı olabilmek de mümkün. Köksüz ağaç mi­ sali, her patlayan fırtınada yıkılıp sağa, so­ la savrulmak kimseye bir yarar sağlamıyor. Sosyalist hareketin iki de bir katastrofa d e ­ ğil, sağlam tarihi köklere dayalı istikrarlı g e ­ lişme ve bu gelişmenin ortaya çıkan her ye­ ni dönem e rağmen sürekliliğinin sağlanma­ sına ihtiyacı var. Bizce, aksi tutuma giren her sosyalist objektif olarak oportünizmi ve tasfiyeciliği yaşıyor demektir. Yaşanan geçmişi olumlu ve olumsuz yönleriyle atlamak bizim harcımız değil... Proleterya sosyalistleri bu konuda uyanık

l

i

J


j

I

olmak zorunda... Küçük burjuvazinin tem ­ silciliğini yapmaya çalışan sosyalistlerin, ta­ rihinin birinci yılını kendileriyle başlatma­ ya kalkması, son 20-25 yılın trajedik bir ço­ cukluk hastalığı. M ücadele bizimle başlamadı. Bizden önce de vardı. Bizden son­ rada olacak. Proleterya var olduğu sürece onun sosyalist mücadelesini sürdürecek sözcüleri güneşin altındaki yerini alacaklar­ dır. Tabii bu m ücadelede bir yığın yanılgı ve hatalarda olabilir. A m a yanılgılı ve ha­ talı sürdürülmüş de olsa o mücadelenin ürünleri olduğumuzu, düşünüyorum o hal­ de varım diyorsak bunu izinde yürüdükle­ rimize borçlu olduğumuzu hiçbir zaman unutmayacağız. H er şeyden önce riyakâr olmamak gerekiyor. Tarihimizde her türlü olumsuzluğa rağmen, sabırlı, kahırlı, pro­ leter sosyalist bir yaşam ve m ücadeleyi ve bu mücadelenin en zorlu sınavlarından al­ nının akıyla çıkmış sürdürücülerini... K en­ dini devrim e adamış kişilikleri... Y ü z bin­ lerce sayfayı bulan, tarih ekonomi, politi­ ka, strateji, taktik, ulusal ve uluslararası du­ rumla ilgili bilimsel çalışmalan yok saymak­ tan da bugüne kadar bir yarar sağlanmış değil. Tek sözle tarihe adaletli yaklaşmak. Veya tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmak gerekiyor. İşte bu çalışma­ mızda, elden geldiğince, sosyalizmdeki, bü­ tün amatörlük, gençlik ve yenilgimize rağ­ men tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmaktan başka bir iddia söz ko­ nusu değildir.

OsmanlI toplumunda burjuva devrimciliği, ilk işçi hareketleri ve sosyalist hareketin durumu

,

\

*

Türkiye’de sosyalist hareketinin başlan­ gıç döneminin, tarihini incelerken hiç şüp­ hesiz onu sosyalizmin uluslararası boyuttaki bu dönem tarihinden kopuk ele almamak gerekir. Çünkü başlangıcının Osmanlı imparatorluğu, günümüzün Türkiye Cum ­ huriyeti yer küremiz üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan ülkeleridir. Ve yine bu ül­ kelerde de dünyanın öteki ülkelerinde ol­ duğu gibi, sınıflar ayrışması, sınıf mücadeleleri, sosyalist örgütlenmeler yaşanmıştır. Yalnız Osmanlı dönem i ve ardından gelen, cumhuriyet dönemlerinin şüphesiz dünya­ nın öteki ülkelerine benzer yanları olduğu kadar, kendine özgü orijinal yanlan da var­ dır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihini ele alırken, onun uluslararası sosyalist hareke­ tin doğrudan etkisi altında kalarak şekillendiğini görüyoruz. Türkiye’nin, Osmanlı dönem inde batıda kapitalizmin toplumları geliştiren, aydınla­ tan etkilerine oldukça kapalı bir konumu yaşaması elbetteki uluslararası sosyalizmin doğuşundaki etkilerinin halkımız üzerinde sınırlı olmasını getirmiştir. Batıda kapitalizm doğup, kimi ülkeler de sosyal devrimleri gerçekleştirerek toplumlann yaşamında köklü alt üstlükler m eydana getirirken, yi­ ne bu ülkelerde ilk sosyalist ideolojiler d o ­ ğarken Osmanlı toplumu, sınırlarının o l­ dukça ötesinde meydana gelen bu gelişme­ lerin, öz dinamiklerinden ve etkilerinden uzak, feodalizmin ortaçağının kış uykusun­ da uyur vaziyettedir. Osmanlı toplum dü­ zeninin dayandığı, toprak ekonomisi, top ­ raklar üzerinde tefeci-bezirgân hakimiyeti­ nin gelişmesiyle, kangrenleşmiştir. Derebeyleşen üst sınıflar ve tefeci bezirgânlık, değil kapitalizmi geliştirmek, kalp para ba­ sarak, ordu ve memurlann maaşını, onlann ikide bir kazan kaldınp kelle almalan ko­ şullarında, güçbela ödeyebilm enin ötesin­ de bir ekonom ik girişkenlik gösterebilecek

müne karşı Osmanlı aydınlarının (asker ve durumda değildir. Osmanlı toplum yapısın­ sivil) bir başkaldın hareketi olmuştur. Sivil dan bu haliyle, proletaryanın uluslararası aydmlann düşüncede başkaldınsını Resneli sosyalist ideolojinin, doğuş dönem inin et­ Niyazi önderliğinde dağa çıkıp meşrutiye­ kilerine, güçlü karşılık vermesini beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzem ekte­ tin ilanını dayatan askerlerin eylemi tamam­ lamıştır. İçinde gerçekleştiği ülkenin alabil­ dir. diğine geri ve çağ dışı koşullarına göre bur­ Osmanlı aydınlannın, batak durgunluğu­ juva anlamda tam bir devrim olmasa da na rağmen, sosyalizmin doğuş döneminin 1908’in bu yolda atılmış bir adım ve daha etkilerini sınırlı bir biçimde de olsa Osmanlı sonra atılacak adımlann da başlangıcı say­ toplumunun bünyesine taşıdığını, henüz mak gerekmektedir. Geçmişte önemli bir çok cılız bir durumda olan işçi hareketine kesiminin, Osmanlı egemenliğinde yaşadığı bu etkileri egem en kılmaya çalıştığını g ö ­ Ortadoğu toplumlannda da, günümüze ka­ rüyoruz. Y in e kapitalizmin Batı’da gelişimi dar uzanan burjuva devrimi süreçlerinde, karşısında imparatorluğun güneşin karşısın­ benzer adımların birbirini takip etmesi dik­ daki kar misali eridiğini gören aristokrat kö­ kati çekmektedir. Ortadoğu sahasındaki fe ­ kenli ve burjuva eğilimli aydınların, Batı ka­ odal karanlığın yırtılması ve burjuva toplupitalizmini hedefleyen Jön Türkler akımı­ munu kurmaya yönelik adımlar, Batı ka­ nı oluşturduklannı ve hürriyet çığlıkları atpitalizminin ilk doğduğu ve geliştiği yerler­ tıklannı biliyoruz. Jön Türklük, sosyal d ev­ deki gibi olmamaktadır. Doğu toplumlarırim yapacak güçte olmayan, pısınk, korkak nın hem en tamamında ve özellikle de O r­ ve cılız Osmanlı burjuvalarının, sosyal d ev­ tadoğu’nun, sınıflı kent toplumlanna tarihte rimci misyonunun bir kesim aydınca yük­ ilk geçilen yer olması 7000 yıldır tefecilenilmeye çalışılmasından başka bir şey d e­ bezirgân ilişkilerin ve sermayenin aşırı iri­ ğildir. Jön Türklüğün ilericiliği veya gerici­ leşmesi, buraları, kapitalist sosyal devrimi liğini şüphesiz sözcülüğünü yapmaya çalış­ başarabilecek öz dinamiklerinden yoksun tığı Osmanlı burjuvazisinin eğilimleri deterhale getirmiştir. Hiçbir biçimde kollektif üre­ mine etmektedir. Jön Türklük, Osmanlı tim yapılmasına olanak tanımayan tefecidespotizmine tepki, Batı kapitalizminin ül­ bezirgân sermaye, üretmenlerin birbirinden keye taşınması özlem iyle ilerici gibi görü­ kopuk ve kendi başına üretim yapmaları nüyor. A m a dayandığı sosyal sınıfın, Oskoşullarından faydalanarak, iki arada, kâr manlı burjuvazisinin, kom prodor burjuva­ ve faiz vurgunuyla alabildiğine irileşmekte zi olması nedeniyle gerici bir karakteride ve toplumu tüm nefes borulanna kadar ele vardır. Jön Türklerin dayandıkları bu sınıf tarafından belirlenen ideolojik ufku, Batı geçirip kontrol altına alabilecek bir güce bu kapitalizminin üst yapı kurumlarmın ülke­ sayede ulaşmaktadır. Tefeci bezirgân ser­ mayenin bu kadar gelişmediği Batı toplumye taşınmasını istemekten öteye gid em e­ larında, kapitalizmin gelişmesinde Ve m o­ miştir. Onlar Batı kapitalizminin ana yurtdern burjuva sınıfının ve proleteryanm d o ­ lannda sürgündeyken bile, bu ülkelerde g e ­ ğuşunda, ön sermaye olarak olumlu bir rol lişen proletarya ideolojisine oldukça yaban-

Biz bug ün kü “TKP” ve onun tasfiye, çözülm e ve m ü ltecilikten ibaret olan tarihini red d ed ilm esi gereken m iras olarak görüyoruz. A m a 80 yıllık sosyalist m ü ca d ele tarihim izi ve b u tarihin içind e d o ğ u p gelişen p ro leter sosyalist eğ ilim im izin m uazzam teorik m irasına ve günüm üze taşınıp p o litik b ir güç haline g etirilişine olum lu ve g e le c e ğ i tem sil ed en b ir g elişm e olarak bakıyoruz. cı kalmışlardır. Gericileşen (emperyalizmin aşamasına girmiş) kapitalizmder ötesine geçememişlerdir. Veya geçebilenleri çok az olmuştur. Jön Türk akımının, kapitalist m etropol lerden ülkeye taşıdığı değerler, düzenin d e ­ ğişebileceğine dair düşünce ve yeni anla­ yışlar, başlangıçta sivil aydınlarla sınırlıyken giderek askerler arasında da yayılmaya baş­ lamıştır. Kapitalizmin kendi öz dinamikle­ riyle gelişimine kapalı ve Osmanlı burjuva devrim ine önderlik edebilecek Osmanlı burjuvazisinin zayıf ve pısınk konumu, Jön Türkleri toplumu, kapitalist anlamda da ol­ sa yenilemeye çalışan önemli bir güç ve et­ kinlik haline getirmiştir. Bu nedenle II. Abdülhamit 1876 ve 1908’de iki defa meşru­ tiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı toplumunda gerçekleşen bu değişiklikler­ de, sivil aydınlar daha çok düşünce planın­ da düzeni eleştirirken, askerlerin bu düşün­ celerle bütünleşmiş, gen ç ve dinamik ke­ simi davranışa geçerek düzen üzerinde fiili baskı uygulamak suretiyle meşrutiyetin ila­ nına^ yol açan olayları geliştirmişlerdir. 1908’de II. meşrutiyetin ilanı, Çarlık Rusyası’ndaki 1905-1907 halk ayaklanmaları­ nın dolaylı etkisi altında II. Abdülhamit zul-

oynayan tefeci-bezirgân sermeye, Osmanlı ve Ortadoğu toplumlannda yukarıda d e ­ ğindiğimiz aşın gelişmesi nedeniyle, alabil­ diğine statükocu ve gerici bir rol oynayıp, girişimci kapitalizmin ve devrimci bir bur­ juva sınıfının doğuşu üzerinde boğucu bir etkide bulunmuştur. İşte bu nedenle O s­ manlılıkta ve Ortadoğu toplumlannda bur­ juva devrimleri, bir burjuva sınıfı önderli­ ğinde, halkın diğer sınıf ve tabakalannın ka­ tılımıyla değil, daha çok Bati kapitalizmin­ den ve çağdaş düşüncelerden etkilenmiş si­ vil ve asker aydmlann yukandan ordu dar­ beleri biçiminde gerçekleşmektedir. Elbet­ teki böylesi burjuva devrimlerinin, halklar üzerinde, toplumu tümüyle tem ellerinden sarsan, köklü dönüşümler sağlayan ve halk hareketi biçiminde gerçekleşen burjuva devrimleri gibi etkileri olmamaktadır. Üst­ ten darbe veya etki özlenen düzenin sos­ yal temeli zayıf olduğundan dolayı, ekono­ mi temelini elinde tutan, çağ dışı egem en sınıflarca kısa sürede nötralize edilebilmek­ tedir. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp bu hareketlerin, kısa sürede yozlaşıp, halk üze­ rinde en acımasız diktatörlükler uygulayan, kendi dayandığı burjuva sınıfının zayıflığı veya kom prodor karakterinden dolayı da,

23


hızla bir emperyalist kliğin uydusu haline gelm esi kaçınılmaz olmaktadır. Jön Türk hareketinin de, I. Dünya Savaşı öncesin­ de Mahmut Şevket Paşa’nm öldürülmesiyle birlikte, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne, ar­ dından da Alman emperyalizminin uydu ve ajanlığına doğru soysuzlaşması bu tespiti­ mizi doğrulayan iyi bir örnek olmaktadır. İşte Osmanlı toplumunda Jön Türklük veya burjuva devrimciliğinden söz edince, çağdaşlaşma isteyen, ama çağ açısından, tüm ilerici barutunu yitirmiş burjuvazinin yapamadığı devrimini onun adına ve onun için yapmaya çalışan, aristokrat kökenli Osmanlı asker-sivil-aydınlannm ideoloji ve ey­ lemi akla gelmelidir. Osmanlı sivil-aydını, Batı’nın burjuva devrimcisi aydınlan gibi hem düşüncede, hem de eylem de devrim­ ciliği birleştiren bir tutuma girmeyip, istiptadı sadece düşünce planında eleştirmek­ tedir. Osmanlı asker (aydın) gençliği ise Ba­ tıdaki orduların ve subayların, çoğunlukla her türlü devrimin karşısında, eski rejimi sa­ vunma konumunun tersine, sivil-aydınların düzene karşı oluşturduğu fikir ve ideoloji­ lerden etkilenip istipdadı, gerektiğinde dağa çıkıp meşrutiyeti ilana zorlayabilmektedir. Batıda burjuvazinin devrimciliği, em perya­ list soygunculuk ve haydutluğa soysuzlaşır­ ken, bizdeki Jön Türkler (burjuva devrim ­ ciliği) kapitalizmin gelişimi karşısında yaya kaldığından, emperyalist çapul macerala­ rından bir parça da yağlı kemik bize düşe­ bilir umuduyla halkı emperyalizmin savaş mezbahasına süren bir işbirlikçiliğe ve ajan­ lığa soysuzlaşabilmektedir. Osmanlı toplumunda burjuva devrimcisi aydının tem el karakteri ve özellikleri bu olurken kısa ve öz bir biçimde de olsa Osmanlı işçi ve sosyalist hareketinin durumu­ nu ele almaya çalışalım. Daha 1845 yılında kabul edilen polis ni­ zamnamesinde “işini gücünü terk eden iş­ çi ve işçi cemiyetlerine” karşı sert tedbirle­ rin uygulanacağının yazıyor olması bu ta­ rihten önceki yıllarda ilk işçi eylemlerinin ve örgütlenmesinin, Osmanlı toplumunda — kesin biçimlerinin ne olduğunu bilmememi­ ze rağm en— varlığını ortaya koymaktadır. Keza 1863 tarihli m aden işletmelerinde de işçilerin işyerini terk etmelerini yasaklayan yönetmenliklerin bulunuşu, buralann da iş­ çi eylem lerine sahne olduğunu kanaatini doğurmaktadır. 1871 yılında kurulan “A m ele Perver C em iyeti’nin” Osmanlı Imparatorluğu’nda kurulan ilk işçi örgütü olduğu araştırmacılarca kabul edilmektedir. Bir yıl sonra Osmanlı işçi hareketi tarihinde belgelerle sap­ tanan ilk grev gerçekleşir. 500 kadar ter­ sane işçisi sadrazama dilekçe vererek üc­ retlerinin arttınlmasını isterler. Türk olan ve olm ayan tüm işçiler bu eylem de sınıf d a­ yanışma ve kardeşliğinin iyi bir örneğini ser­ gileyip, birliklerini koruyarak grevin başa­ rıyla sonuçlanmasını sağlarlar. İstanbul’da silah fabrikasında çalışan bir grup işçi, 1895 yılında “Osmanlı Am ele C e ­ miyetimi kurarlar Komünist M anifestoda­ ki düşünceleri savunan bu dernek bir yıl sonra kapatılır ve yöneticileri 7-8 yıl hapis ve sürgün cezalarına çarptırılır. 11. Abdülhamid’in oluşturduğu istibdat (baskı) rejimi, işçilerin bu ilk mücadele ve örgütlenmelerini daha başından, şiddetle, karşı önlemler geliştirerek ezmiştir. Osmanlı A m ele Cemiyeti’nin, kapatılmasından son­ ra 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanına kadar, Osmanlı İmparatorluğu içinde bir­ takım “işçi komiteleri” biçimindeki örgütlen­ meler dışında hiçbir işçi örgütlenmesi kal­ mamıştır. Şüphesiz Osmanlı İmparatorluğumda işçi sınıfının varlığının, mücadele ve örgütlen­ melerinin tarihini, eski Osmanlı arşivlerini

araştıranlar daha geri tarihlere kadar götü­ rebileceklerdir. İmparatorluk topraklannda cami, köprü, hamam, muazzam büyüklük­ te surların yapımı ve onanmı, liman inşa­ atları, gem i yapımcılığı vb. çalışma sahalannm varlığı düşünülürse buralarda epeyce kalabalık bir işçi kitlesinin çalıştığını ve ça­ lışma koşullannın kölelikten beter olduğu bu alanlarda da işçilerin tepkilerini dile g e ­ tirmemiş, ortaçağa has lonca tipi örgütlen­ meler düzeyinde de olsa örgütlenmemiş olduklannı düşünmemiz söz konusu değildir. N e var ki Osmanlı işçi hareketleri tarihi üze­ rine araştırma yapanlann ikinci meşrutiye­ tin ilanına kadar belirttikleri, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenmeleri “A m ele Perver Cem iyeti” 1872 tersane işçilerinin grevi, 1895 “Osmanlı A m e le C em iyetfn in kuru­ luşu olmaktadır. İkinci meşrutiyetin ilanından hemen son­ raki yıllarda, Rumeli’den, İstanbul’a kadar yayılan alanlar üzerinde yaygın grevler m eydana gelmiştir. Bu grevler ağır çalışma koşullanna; ücretlerin düşüklüğüne, yaban­ cı serm ayeye duyulan tepkilerden dolayı patlamıştır. 1908’den sonraki ilk grev Osmanlı İmpa­ rator luğu’nun, Avrupa kesminde, Bulgaris­ tan, Yunanistan ve Sırbistan’a yakın b ölge­ lerdeki demiryolu işçileri arasında patlâk verir. Daha sonra bazı maden ocaklannda, İstanbul ve Ankara’daki tütün işletmelerin­ de grevler m eydana gelir. V e bütün bu grevlerdeki ortak talep ücretlerin arttmlması, çok kötü çalışma koşullannın düzeltilmesiydi. Grevlerin amacı, hükümete ve ya­ bancı şirketlere bu taleplerin kabul ettirilmesiydi. Yalnızca 30 gün içinde 30 grev gerçekleştirilmiştir. Rumeli demiryollanndaki grevler, bir sü­ re sonra Anadolu’daki demir yollarına da yayıldı. 18 Ağustos 1908’de Aydın demiryolundaki işçiler ve düşük maaşlı m emur­ lar da greve gittiler. Y in e o dön em de Zon­ guldak Kömür Havzası’ndaki, maden ocak­ larında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu grevdeydi. Liman işçilerinin grevi nedeniyle gemiler limanlarda boş duruyordu. Kömür taşmamıyordu. Kömür taşıma işlerinin dur­ durulması için işçiler 15 lokomotifi bozar­ lar. Zonguldak Köm ür Havzası’nda, Ereğli kömür ocaklarını işleten Fransız şirketi ve öteki yabancı şirketler Osmanlı hükümeti­ ne başvurarak, grevleri bastırması için as­ ker göndermesini isterler. Hükümet işçi sı­ nıfının eylemlerini kırmak ve yabancı şir­ ketlerin çıkarlarını korumak için askerleri iş­ çilerin üstüne gönderir. Aydın demiryolu hattmdaki grevciler de bir lokomotifi durdurup raydan çıkarlar. İz­ mir Alsancak istasyonundaki depolar ya­ kılır. Jandarmalarla işçiler arasında çatışma­ lar olur. 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bir çığ gibi büyüyen ve militanlaşan bu grevlerin büyük çoğunluğu ne yazık ki başarılı sonuçlara ulaşamaz. Başarısızlıkta, yönetimin en sert yöntem lere başvurma­ sının yanı sıra, işçilerin örgütsüz ve kendi­ liğinden bir m ücadeleye atılmalarının bü­ yük rolü vardır. Grevlere önderlik edip, y ö ­ netebilecek bir sosyalist harekette Osmanlı İmparatorluğu içinde mevcut değildir. Tüm bu faktörlerin etkisiyle Osmanlı yönetimi, emperyalist şirketlerin çıkarlarını korumak için şiddet yoluyla grevleri ezmiş ve başanya ulaşmalarını engellemiştir. Osmanlı İmparatorluğu içine ilk sosya­ list fikirlerin girişinde ise 1864 yılında K. Marks ve F. Engelsin çabalanyla kurulan I. EntemasyonaTin ve 1871 yılında gerçek­ leştirilen Paris komününün büyük rolü var­ dır. Bu olaylar dönem in Osmanlı basının­ da yer almıştır. Avrupa’da burjuva devrimi

sonrası gelişen işçi sınıfının ideolojisi ve pra­ tik mücadelesi yurtdışmdaki Osmanlı aydınlannm bazılarını etkilemiş onlar da bu mücadeleleri gerek basın yoluyla, gerekse farklı yollardan topluma aktarmaya çalış­ mışlardır. Osmanlı A m ele Cem iyeti’nin, 1895’te komünist manifestodaki düşünce­ leri savunan bir dernek olarak kurulması, gücü ve yaşama süresi ne olursa olsun, sos­ yalist hareketin başlangıç adımı olarak ol­ dukça önem e haiz kabul edilmesi gereken bir gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğumun siyasal düzeni, ülkenin geri ve feodal ya­ pısı, ağır dini faktör ve proleteryanın bü­ yük sanayi merkezlerinde değil, küçük iş­ letm elerde az sayıda dağınık ve örgütsüz oluşu şüphesiz o sosyalist hareketinin hızlı bir biçimde gelişmesini olumsuz yönde et­ kileyen faktörler olsa gerekir. 1905-1907 Rus devrimi, yenilgiye uğra­ mış da olsa, Çarlık Rusyası’ndaki halklar üzerinde olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklan içinde yaşayan uluslar ve ezilen halklar üzerinde de büyük uyan­ dırıcı etkiye sahip olmuştur. Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin, Bulgar işçi hareketinin, Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin yaydığı düşünceler Osmanlı toplumundaki işçi hareketinde ve sosyalist hareketinde bir canlanma yaratmıştır. O d ö­ nem de Türk olmayan halkın çoğunlukta ol­ duğu bazı şehirlerde işçi komiteleri kurul­ muştur. Örneğin tütün işleme merkezi İskeçe’de ayrı ayrı Bulgar, Yunan, Türk işçi komiteleri kurulur. İşverenler işçi sını­ fının bu tarz örgütlenmesinin zaaflarını kul­ lanarak işçilerin birliğini sürekli baltalaya­ rak birbirlerine kışkırtırlar. Fakat işverenle­ rin bu oyunları işçilerce boşa çıkarılır. İşçi komiteleri birleşerek, bir yıl sonra, ücretle­ rin artınlması, çalışma sürelerinin azaltılması için greve başvururlar ve grevi başanyla sonuçlandınrlar. 1908 II. Meşrutiyetin ilanın­ dan sonra ise pek çok şehirde ve kasaba­ da yerden mantar bitercesine sayısız işçi ko­ mitesi kurulur. Dört dilde işçi gazetesi çı­ karılır. Selanik işçileri farklı siyasi eğilimleri bün­ yesinde toplanan Selanik İşçi Kulübü’nü kurarlar. İşçi kulübü Balkan Savaşı’na ka­ dar faaliyetlerini sürdürür. İşçi kulübünün örgütlenmesiyle 1909 yılında 1 M A Y IS iş­ çi bayramı, Selanik’te büyük bir coşku ve kitle gücüyle kutlanır. Bu işçi örgütünün ge­ lişmesini Bulgaristan geniş sosyalist partisi sağlar. Örgüt, reformist düşünceleri savun­ maktadır. Bünyesi içinde anarşistlerden burjuva reformistlere kadar çeşitli eğilimler bulunmaktadır. Sosyalist kulüp ve derneklerin, işçi sını­ fının sendikal hareketinin gelişmesine bü­ yük katkıları olmuştur. Bu örgütlenmelerin çabasıyla İstanbul'da faaliyet yürüten 16 sendika tek bir sendika çatısı altında birleş­ miştir. 1908 hareketinden hemen sonra işçi ve sosyalist hareketin yöneticileri ikinci en­ ternasyonalle ilişkiye geçerler. II. Enternas­ yonalin yürütme organı olan Uluslararası Sosyalist Büronun 1908 yılında Brüksel1 de düzenlediği toplantıya katılırlar. II. Meşrutiyetin ilanının ardından yaşanan bu süreçler Osmanlı toplumunda küçük de olsa bir sosyalist aydın çevrenin doğm ası­ nı sağlamıştır. 1910 yılının eylül ayında Osmanlı toplumunda ilk sosyalist parti, bu sosyalistlerce Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulur. Osmanlı Sosyalist Fırkası, sosya­ list hareketimizin parti anlamında başlan­ gıç adımıdır. Bu nedenle üzerinde de du­ rulmaya değer bir önem taşır. Ancak Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı oluşturan yöneti­ ciler bilimsel sosyalizmden oldukça uzak bir durumdadırlar. V e parti II. EnternasyoneF de ortaya çıkan opotünizmin Osmanlı top­ lumunda temsilcisi durumundadır. Parti yö-

. |

,


ileticileri, milliyetçi görüşlerin etkisi altında­ dırlar ve parti yayınlannda din ile sosyalizm ve oportünistler çoğunluktadır. Bizzat parti başkanı Hüseyin Hilmi’nin kendisi iflah ol­ maz bir küçük burjuva sosyalistidir. Hüse­ yin Hilmi sosyalist hareketin tarihi içinde ilk sosyalist partiyi kuran ve sosyalizmin Os­ manlI toplumunda yayılmasına hizm eteden bir kişilik olarak önemli bir yer tutar­ ken, oportünist görüşlerinden dolayı da, iş­ çi sınıfının ve sosyalist hareketin, bilimsel sosyalizm ilkeleri tem elinde birleşmesinin ve bu temelde gelişmesinin önünde büyük bir engel de olmuştur. H. Hilmi ve yandaş­ lan, Osmanlı işçi sınıfının ve sosyalistleri­ nin, gerçek devrimci bir sınıf partisinde bir­ leşmesine de karşı çıkmışlardır.

i

Osmanlı Sosyalist Fırkası, “İştirak”, “Sos­ yalist”, “Serbest İzmir” isimli gazeteler çıkar­ mıştır. Gazetelerde, sosyalizmin propagandası yapılır. Osmanlı toplumunun sosyo­ ekonomik sorunlarıyla, Jön Türk hareke­ tinin özü ve II. Meşrutiyet’in niteliğiyle ilgili oldukça doğru tespit ve değerlendirm eler yapılır. Tramvay ve demiryolu işçilerine bir­ leşmeleri çağnsı yapılır. Osmanlı Sosyalist Fırkası İttihat ve Terakki diktatörlüğüne şid­ detle karşı çıkar ve bu politik hattıyla işçi sınıfının bilinçlenmesinde de olumlu bir rol oynar. Partinin yurtdışı bürosu Paris’te açılmış­ tır. Osmanlı Sosyalist Fırkası, uluslararası sosyalist hareket ve ikinci enternasyonalle bağlantı içinde çalışmaktadır. Bizzat H. Hil­ mi’nin kendisi Fransız sosyalist partisiyle ya­ kın ilişki içindedir. Hatta parti programı Fransız sosyalist partisinin programının fay­ dalanılarak hazırlanmıştır, parti takındığı politik tutumuyla ve programıyla kendisi­ ne bir hayli işçiler ve aydınlardan taraftar­ lar da toplamıştır. Partinin örgütlü olduğu şehirlerdeki yerel yöneticiler hükümete baş­ vurarak partinin kapatılmasını isterler. H ü­ kümet partiyi, tüm şubeleriyle, kulüpleriy­ le birlikte kapatır. Partinin yöneticileri sür­ güne gönderilir. Sürgüne gönderilenler arasında H. Hilmi ve Mustafa Suphi de var­ dır. Bu dönem de Mustafa Suphi henüz bi­ limsel sosyalist dünya görüşünden olduk­ ça uzak bir durumda bulunmaktadır. H. Hilmi ve bazı parti yöneticileri sürgün d ö ­ nüşü, ittihat terakki partisinin diktatörlüğü­ ne karşı bağımsız sosyalist tutumu sürdü­ recekleri yerde İngiliz emperyalizmi yanlısı İtilaf ve Hürriyet Fırkası’na' giderek onlarla birlikte ittihat Terakki Partisi’ni yönetimden düşürmeye çalışırlar. Partinin yurtdışı bürosunun kurucusu ve başkanı Dr. Refik Nevzat’tır. Dr. Refik N ev­ zat yurtdışı bürosu için ayn bir program ha­ zırlar. Bu program, ikinci enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin programlannın aynısıdır. İçerdeki parti programından belediyeler sorunu ele alı­ şıyla ayrılır. II. Enternasyonal parti p rog­ ramlarından ise sömürgeler sorunuyla il­ gili yaklaşımı açısından bir ayrılık taşır. Fa­ kat bu tutumu alabilen Dr. Refik Nevzat’ı tam bir enternasyonalist olarak görebilm e­ miz de mümkün değildir. O, Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarlan söz konusu olduğun­ da azgın bir şoven tutuma girmekten çe ­ kinmez. Birinci Dünya Savaşı yıllarında O sm an­ lI toplumundaki işçi sınıfı hareketi ve sos­ yalist hareket acımasız bir biçimde bastınlmıştır. Savaşın sonlarına doğru, mütareke yıllannda, siyasal iktidann devrilmiş ve yeni bir hükümetin kurulmuş olması, Meclisi Mebusan’ın feshi gibi olaylar yeni bir siyasi hava doğurmuştur. Kısmi özgürlüklerinde tanındığı bu ortamda, sürgündeki aydınla­ rın dönmesiyle yeni işçi ve sosyalist parti­ ler kurulur. Ancak bu partilerin işçi ve sos­ yalizm, sadece adlannda vardır. Özce bu

partiler, sosyalizmden çok uzak bir konum­ da bulunurlar. Bu partilerden 20 Ş U B A T 1919 tarihinde kurulan Türkiye Sosyalist Fırkası yine Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulmuştur. Parti programı Osmanlı sos­ yalist fırkası programının biraz değişikliğe uğramış şeklidir. Parti üçü İstanbul’da biri de Eskişehir’de dört şube açar. İstanbul ör­ gütlerindeki üyelerin çoğunu tramvay ve demiryolu işçileri oluşturur. Parti, “İdrak” isimli bir gazete yayınlar. Hüseyin Hilmi, parti kongrelerinden bi­ rinde bir tüzük hükmüyle kendini daimi parti başkanı haline getirir. Bundan sonraki pratiği ise dağınık işçi ve sosyalist hareke­ tin tüm birleşme çabalarını baltalamaktır. Onun bu bozguncu ve oportünist politika­ sına tabandan bir grup üye tepki duyarak partiden ayrılırlar. 1920 yılında kurulmuş olan “A m ele Ftrkası”na girerler. Ancak A m ele Fırkası’nın da işçi sınıfının çıkarları ve politikasıyla, sınıfın bizzat kendisiyle de hiçbir bağı yoktur. Parti yöneticilerinin bü­ yük çoğunluğu eski subay ve yüksek d e v ­ let memurlarından oluşmaktadır. Sınıf iş­ birliği teorisini savunan bu partide işçi sı­ nıfı içinde hiçbir yer edinem eden siyaset sahnesinden silinip gitmiştir. Aynı dön em de bir de Türkiye SosyalDemokrat Partisi kurulur. Partinin progra­ mı, Belçika Sosyal-Demokrat Partisi’nin programı esas alınarak Dr. Haşan Rıza ta­ rafından hazırlanmıştır. Sağcı bir sosyaldemokrat partidir. Parti ikinci enternasyo­ nale de üye olur ne var ki işçi sınıfı içinde hiçbir gelişme gösterem ez ve 1920 yılında dağılır. Sosyalist hareketimizin tarihinde buraya kadar ele alınıp incelem eye çalıştığımız “Sosyalist” parti ve dernekler pek bir mi­ ras bırakmadan tarih sahnesinden silinmiş­ lerdir. Daha doğrusu bu partilerden kalan teorik-ideolojik miras ve örgütsel pratikle­ rinin deneyleri, oportünüst ve sosyal şoven politikaları nedeniyle J. Dünya Savaşı sı­ rasında çöken II. Entemasyonel oportüniz­ minin, Osmanlı toplum yapısına aktanlmasmdan başka birşey değildir. Bu partilerin sosyalist düşünceyi bulanık bir biçimde de olsa toplumda yaymak, özellikle Osmanlı Sosyalist Fırkası’nm, ittihat Terakki dikta­ törlüğüne karşı mücadelesiyle işçi sınıfın­ da demokrasi bilincinin uyanmasına hizmet etm ek gibi bir olumluluktan varken, d ev­ rimci bir işçi ve sosyalist partinin örgütle­ nebilmesinin önünü tıkamak ve bu faaliyet­ leri sabote etmek gibi olumsuz bir rolleri de olmuştur. Sosyalist hareketimizin teorikideolojik ve pratik deney anlamında bu partilerden alabileceği tarihi miras bulun­ mamaktadır. Ve bu partiler tarihimizin red­ dedilmesi asla tem el alınmaması gereken mirası olm ak durumdadırlar. Türkiye Sosyalist Fırkası’nın örgütlenme­ diği tarihlerde İkanbuFda 20 Eylül 1919 gü­ nü “Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası” ku­ rulmuştur. Partinin genel sekreteri Dr. Ş e ­ fik Hüsnü’dür. Ayrıca partinin Alm anya’da kuruluşunu destekleyen bir grup aydın, bir sayı “Kurtuluş” isimli bir dergi çıkanrlar. Par­ ti, İstanbul proleteryası içinde örgütlenm e­ sini bir ara durdurarak, üyelerini yeni baş­ layan ulusal kurtuluş mücadelesine katıl­ mak üzere Anadolu’ya gönderir. Parti İs­ tanbul’da yeniden beş sayı Kurtuluş ismin­ deki dergiyi çıkarmıştır. Türkiye işçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın İs­ tanbul’da kalan, Anadolu’ya gitmeyen üye­ leri; 16 Mart 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine faaliyetlerine son ver­ mek zorunda kalmıştır. Partinin en önem li faaliyetlerinden biri İstanbul’daki solcu kuruluşlarda bir cephe kurmaya çalışmak olmuş ama bunda ba­ şarılı olamamıştır.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın mücadele pratiğinden çok kısa sürmesi ne­ deniyle alınabilecek fazlaca miras olm a­ makla birlikte esasta, üyelerinin bir bölü­ münü Anadolu’da halkın başlattığı gerilla savaşına göndermesi ve aynca da IstanbuF daki üyelerinin anti-emperyalist ikinci bir cephe açma girişimleri başarısızlığa uğra­ mış olsa da olumlu girişimlerdir. Elbette Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın ve onun G enel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’nün eleştirilebilecek görüşleri çok fazladır. Özellikle Kemalizme bakış açısıy­ la ve ulusal sorunda daha sonraları takın­ dığı tavırlanyla Dr. Şefik Hüsnü burjuvazi­ nin kuyruğuna takılmıştır. Tüm bu hatalar uzun süre “Resmi” anlamda Türkiye sos­ yalist hareketinin önderi olarak bilinen bir insan için affedilm ez hatalardır. Ve kesin reddettiğim iz görüşlerdir. N e var ki. T.İ.Ç.S.Fnm aşağıdaki biçimde {daha son­ raları Dr. H. KıvılcımIı’nm bölümlendirdiği) sıralanan 15 maddelik programı bir işçi sınıfı partisi açısından “Asgari programının” temel yapı taşlannı daha 1920’!i yıllarda or­ taya koymaktadır. Bu anlamda Osmanlı dönem inden sosyalist hareketimize olum ­ lu bir miras olarak kaldığına inandığımız bu program belgesini okurlarımıza aktararak yazımızın bu bölümünü tamamlıyoruz. “Şimdiden, heyetimiz, İşçi-Çiftçi Partisi nin şimdiki durum (hali hazır) için A S G A ­ Rİ P R O G R A M olarak kabul ettiği esasları ve parolalan (şiarlan) özetle perçinleyip sîz­ lere sunmayı uygun bulmuştur.”

A. Döğüş Parolaları: 1 — Milli Egemenlik ve Temsil: Resmi m üdahaleden ve her türlü etkilerden hür Orantılı Seçim (Temsil Nispi) ile olacak. 2 — Seçim de yaşı 18 olan kadın er­ kek gizli oy kullanır. 3 — “Aşar” ve “Temettü” vergileri yeri­ ne: Varlıkla orantılı gelir vergisi alınır. Yıl­ da 500 lira (o günkü) kazanç, vergiden ba­ ğışık tutulacak. 4 — Yabancı sermayenin Reji ve Te­ keli yerine: Millileştirme yapılır. 5 — Günde 8 saat çalışmayı sınırlan­ dıran iş kanunu. 6 — G ece işine iki saat gündelik. 7 — Kadın ve çocuk işçilere özel ko­ rumalar. 8 — 14 yaşından küçük işçilere, yarı iş ve yan öğrenimi gündelik ödenerek sağ­ lanacak. 9 — İşçilere hür grev hakkı. 10 — Halka serbest gösteriler yapma hakkı. 11 — Memurlara: Siyasi hak ve memur azil ve tayinlerinin otonom luğu (muhtıralığı) 12 — Yetim, dul ve sakat maaşları as­ gari geçim endeksi ile orantılı olur.

B. Örgüt Biçimleri: 1 — Dış ticaret devletleştirilecek (d ev­ let örgütüne girecek). 2 — Sanayi, ticaret ve ulaştırma da Ekonomi Bakanlığı’nın kontroluna alına­ cak. 3 — Tarım ticaret ve sanayi koopera­ tifleri örgütlenecek. 4 — işçilerin sendika ve kooperatif bir­ likleri kurulacak. 5 — Köylülerin sendikallan ve k o o p e ­ ratif birlikleri kurulacak. 6 — Memurların sendikalan ve birlik­ leri kurulacak. 7 — ‘Askerlik: Kısa süreli bir işçi-köyiü okulu olacak. (Dr. H. Kıvılcımlı-Halk Savaşının Plan­ ları. Sayfa 233-234) (D E V A M EDECEK)


İŞÇİ ÇALIŞMASINA YAKLAŞfM

İDEOLOJİK Ö N C Ü LÜ K FİİLİ Ö N CÜLÜK TEZİNİN ELEŞTİRİSİ Konuk Yazar: OSMAN DEVREZ Eğer Doğudaki gelişmeleri bir yana bı­ rakırsak, bugün emperyalizmi ve Türkiye1 deki egem en sınıfları düşündüren iki hare­ ket öne çıkmıştır. İşçi sınıfı ve öğrenci genç­ lik hareketi. Diğer tabaka ve sınıflar elbet­ te bugünkü gibi kalmayacaklardır. Am a sü­ recin gelişimi, özellikle işçi sınıfının toplum­ sal muhalefetteki ağırlığının ve öneminin daha da artacağını gösteriyor. Fakat toplumsal muhalefet örgütsüzdür ve kendiliğindendir. Toplumsal m uhalefe­ tin zayıflıklarının özünde, işçi sınıfı partisi­ nin yokluğu yatmaktadır. İşçi sınıfı çağımı­ zın en bilimsel ve en devrimci teorisiyle bü­ tünleştirilememiştir. Henüz ortada işçi sınıfı temeline oturmuş, işçi sınıfı hareketiyle ö ğ ­ renci gençlik, köylülük, küçük burjuva ta­ bakalar ve Doğu’daki m ücadele arasında eşgüdüm kurabilecek bir devrimci örgüt yoktur. Tüm yaşanılalar, işçi sınıfı hareketine da­ yanmadan, bu temele oturmadan Türkiye1 de kalıcı ve ciddi bir örgütlenme yapılama­ yacağını göstermektedir. Ve bugün Türki­ ye solunda (reformisti, halkçısı, sosyalisti dahil) bu gerçeği görm eyen hiç kimse kal­ mamıştır. Artık en köylücü örgütler, bile, şanlı işçi sınıfından ve onun içinde çalışma yapmanın zorunluluğundan dem vurma­ ya başladılar. Palas pandıras halleriyle yük­ selen işçi sınıfı hareketine yetişmeye çalışı­ yorlar.

Toprak işleyen ailelerin yaklaşık % 90 'inin kendi toprağına sahip olduğu sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu işletmelerin mülksüzleşmesi doğrultusunda işlediği paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği ücretli emek kullanımının hemen her bölgede bir kural haline geldiği bu ülkede; köylü hareketinin genellikle taban fiyatlarına, zamlara, faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ülkemize 1985 verilerine göre nüfusun yarısından çoğunun şehirlerde yaşadığı Türkiye’de; tarımda feodal ilişkiler yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği (!)ni kanıtlayın!

Diğer yanda ise reformist siyaset kibar­ ları, bir yandan seviyeli (!) siyaset yapmayı sürdürürken, öte yandan işçiler arasında sahip olduklan yarı-siyasal düzen ilişkileri­ ni korumaya ve geliştirmeye çalışıyorlar. Devrimci örgütlerin ağır darbeler y em ele­ rini, ideolojik zaaflarını ve işçi sınıfı hare­ ketinin yükselmesini fırsat bilerek konum ­ larını güçlendirmeye uğraşıyorlar. Şimdi sorun şudur: İşçi sınıfına nasıl ve

hangi siyasi görüşlerle gidilmelidir, geçmiş deneyim lerden çıkarmamız gereken ders­ ler nelerdir? Şimdi kısaca reformizmin ve halkçı siya­ setlerin işçi çalışmaları üzerinde kısaca duralım.

Reformizmin işçi çalışması Reformizm işçi sınıfı hakkında halkçı önyargılan taşımamakla ayırt edilir. Reformiz­ min belli başb çalışma alanının işçi sınıfı için­ de burjuvaziden sonra en etkin güç olagel­ miştir. Bugün de bu durum geçerlidir. Reformizmin işçi çalışması bugüne kadar, ekonomik çerçeveyi, sendikal sınırlan aşa­ mamıştır. Reform izm teorisinde kendini ekonomik mücadele ile sınırlamaz. Bu mücadelinm siyasi m ücadeleye bağımlı olm a­ sı gerektiğini, işçilere sosyalist bilinci götür­ menin zorunluluğunu bilir. Bunlann teori­ sini de yapar. Fakat işçi çalışmasından el­ de ettiği sonuç, bir kaç sendika ya da fab­ rikada, ekonomik mücadele temelinde ör­ gütlenmiş, siyasi alana bir türlü sıçrayamayan belli işçi çevreleridir. Bu neden böyle olmuştur? Bunun esas nedeni, reformizmin top ­ lumsal süreci, sınıflar mücadelesinin genel gelişimini anlamadaki yanlışlıklarıdır. Kısa­ cası siyasi körlüktür. Reform izm devrim ci­ liğin tersine, mevcut sorunlann çözümünün bir devrimi zorunlu kıldığını, bu nedenle kitlenin en küçük kıpırdanışmı dahi devrim için örgütlemek ve bu yola kanalize etm e­ ye çalışmak gerektiğini anlamaz.

Reform izm işçi sınıfının mücadelesi­ ne devrim açısından bakmaz. Reformiz­ min genel çizgisi, işçi sınıfını devrimin ön ­ cüsü bir güç olarak örgütlemek yerine, bu sınıf içinde özellikle sendikal mevziler ka­ zanarak burjuvaziyle daha uygun pazarlık yapabilecek bir konuma erişmektir. Gerçi devrime açıktan açığa karşı çıkmazlar. Am a onlara göre devrim “bu günden yanna” ola­ cak bir iş değildir. Epey uzaktadır. Bu ne­ denle güncel sorunların çözümü için d ev­ rim istemini, devrimci sloganları ön plana çıkarmaya, hareketin örgütlenmesinde bu­ nu başa almaya gerek yoktur. Üstelik ona göre böyle bir şey demokratik m ücadele­ ye zarar verir, egem en sınıfların oyununa gelm ek olur. Reformistlerin bir çoğu programlarına hem en hemen tüm devrimci istemleri k o­ yarlar. Bunları isterler. Am a bu istemlerin devrimle gerçekleşebileceğini ve şimdiden öne çıkarılmaları gerektiğini anlamazlar. Sonuçta da bu istemler programlannm süsü olarak kalırlar.

Reformizmin bu deneyiminden çıkan so­ nuç şudur: Asgari devrimci demokratik istemler y e­ rine, burjuvazi eliyle yapalıbilecek aldatma­ ca reformlara razı olan, güncel m ücadele­ yi devrim istemini ön plana çıkararak, dev­ rim içi örgütlemeyen bir anlayışın işçi sınıfı çalışması, sendikalizmden başka sonuç ver­ mez.

Halkçı siyasetlerin işçi çalışması Özellikle 1970’li yılların sonlannda d ev­ rimci örgütlerde işçi sınıfı hareketine d o ğ ­ ru bir eğilim gözlenir. A m a bu eğilim, bu örgütlerin işçi sınıfı hakkmdaki düşüncele­ rini değiştirmiş olmalarının, yapılan yeni te­ orik tespitlerin ürün değildir. İşçi sınıfı hak­ kında önyargılan ve yanlış görüşler hâlâ de­ vam etmektedir. Değişiklik pratiğin gelişimindedir. Bu yıllarda öğrenci gençlik, g e ­ cekondular, şehir ve kırlardaki küçük bur­ juvalar yılgınlık ve bıkkınlık emareleri gös­ termeye ve yavaş yavaş geri çekilmeye baş­ lamışlardır. Buna karşılık işçi sınıfının ken­ diliğinden eylemleri sürekli yükselmeye d e­ vam etmektedir. Bu gelişim karşısında, kendiliğinden hareketin önüne geçm e y e ­ teneğinden yoksun, hareket nereye çekerse oraya sürüklenen devrimci örgütler, işçi ler zayıftır, fiili önder olamazlar, önce gidip kırlardaki köylülüğü örgütlemek gerekir” vs. türünden teorileriyle birlikte kendilerini iş­ çi sınıfı hareketinin göbeğinde buluverdiler. Cunta devrimci örgütleri böylesi bir garip durumda yakaladı. Teorilerinde avaz avaz işçilere söylemedikleri lafı bırakmayan halk­ çılar, cuntanın bastırdığı bir anda, işçi sını­ fına doğru koştururken yakalandılar. Bu çe­ lişkili durumlarından dolayı işçilere, “kalkın direnelim!” diyecek bir yüzü kendilerinde bulamadılar. Tıpkı reformist sendikaalar gibi davrandılar. Etkin olduklan işyerlerindeki ve sendikalardaki işçilere bir tek direniş çağnsı bile yapamadılar. Yani devrimciler işçi sınıfına, işçi hareke­ tiyle bütünleşmiş bir parti oluşturmak, bu hareketle diğer devrimci kesimler arasında koordinasyon ve ittifakı sağlamak, devrimci demokratik hareketi teorik ve pratik olarak bu sınıfsal tem ele oturtmak gibi kaygılarla gitmemişlerdi. Bu sınıfı diğerlerinin yanın­ da sıradan demokrat ve anti-faşist bir kitle olarak görüyorlardı. Sonuçta bunların işçi çalışması da öz olarak reformizminkinden farklı bir sonuç vermedi. Devrimci örgütlerin sivil faşistlerle mü­ cadele içinde boğulduklan, teoride esas alı­ nan devrimci bir hedeflerin tali plana düş­ tükleri ve mücadelenin kitlelerin gözünde


bir sağ sol çatışması biçimini aldığı, bugün ciddi olan herkes tarafından kabul edilmek­ tedir. Bunun böyle olması kaçınılmaz d e ­ ğildi. Devrimci demokratik m ücadelede baş­ langıçta işçiler ön planda değildiler. Öğrencier ve küçük burjuvalar ön plandaydılar. Nitelikleri gereği işçi sınıfı önderliği olm a­ dan bu kesimler, devrimci istemler için tu­ tarlı ve kararlı bir mücadele yürütemezler. Sırf bu nedenden dolayı sivil faşist saldırıIann artması ve yaygınlaşmasıyla birlikte bu kesimler, esas hedefleri bir yana bırakıp kendi can güvenliklerinin, sokakta serbest­ çe dolaşma ve rahatça çalışma hürriyetle­ rinin sağlanmasına razı olur duruma düş­ tüler. Karşılarına'doğrudan doğruya d ev­ letin yerine sivil faşistlerin çıkması, devlete karşı mücadelenin kolayca ikinci plana atıl­ masına neden oldu. Devrimci örgütler de hemen kendilerini buna uydurdular. Tüm çalışmalar faşist saldırılara karşı direnm e­ ye, halkın direnme eğilimlerini örgütlem e­ ye, sivil faşistlerin etkinliğini kırmaya indir­ gendi. Bunlar elbette yapılmalıydı. A m a sadece bunlarla yetinilmemek, esas hedef ve mücadele eden kitleler içindeki sınıfsal farklılıklar bir kenara bırakılmamalıydı. Devrimci demokratik m ücadele içinde yer alan sınıflar arasında sadece işçi sınıfı, bu tür körlüklere düşmeyecek nesnel ko­ şullara sahiptir. Fabrikadaki işçilerin, ken­ diliğinden ve doğal olarak doğrudan hedef­ leri burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi tara­ fından doğrudan sömürülür. Durumunda en küçük bir düzelmeyi onunla mücadele e d e ­ rek sağlayabilir. Üstelik en küçük işçi kıpırdanışı karşısında, sadece o fabrikanın p a t­ ronunu değil, işveren sendikalan ve TÛSlA D gibi kuruluşları, hukukuyla, hüküme­ tiyle, polisiyle birlikte tüm bir devleti, bu­ lur. Hiçbir başka göstermelik hedef bunlan onun gözünden gizleyemez. Örneğin si­ vil faşist saldmlar bir işçiye, bir küçük bur­ juvaziye göründüğü gibi, düzenden burju­ vazi ve devletten bağımsız çapulcu katliam­ ları olarak görünmez. Bir işçi bunlann emperyalizmin ve burjuvalann masaları o l­ duklarını, devrimi oyalamakla görevlendi­ rildiklerini görm eden edem ez. Bu sınıfsal konumu nedeniyle, güncel mücadeleye kendini kaptırıp gitmeyecek, siyasi hedef­ leri hep gözünde tutarak davranabilecek tek sınıf işçi sınıfdır. Onun bu nesnel duru­ mundan kaynaklanan özellikleri, bir de bi­ lincine yansıdığında, burjuva ve küçük bur­ juva yansımaları söküp attığında, hareketi sosyalistlerin bilimsel ve örgütsel çabalanyla, ajitasyon ve propaganda faaliyetleriyle birleştiğinde, hiçbir ikincil güç (sivil faşist ca­ niler gibi) devrim mücadelesini oyalaya­ maz, geciktirmez. Aynca, sivil faşistlerle kördöğüşüne tutuşan ve sadece can güvenliğinin sağlanmasına razı olmaya eğilimli devrimci kesimleri bu aymazlıktan kurtarabilecek tek güç de işçi sınıfıdır. Böylesi durumlarda, bu sınıfın si­ yasi hedefler ve genel devrimci istemler için ileri atılışı, tüm devrimci kitleleri sarsar, akıl­ larını başlarına getirir, onları devrim için •mücadeleye isteklendirir, cesaretlendirir, bi­ linçlendirir. Reformizmin işçi çalışmasını eleştirirken, mevcut sürecin bilimsel-devrimci bir kavranılışı olmadan doğru bir işçi çalışmasının yapılamayacağını söyledik. Bunun tersinin de doğru olduğunu halkçı anlayış göster­ di. Yani, işçi sınıfı hareketini, burjuva­

ziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siya­ si örgütü bu sınıf temeline dayandırma­ yan bir anlayış, duruma müdahalede ne kadar devrimci olursa olsun, sınıflar körlüğe, olayların peşinden sürüklen­ meye mahkûmdur.

Halkçılığın işçi çalışmasının muhtemel geleceği hakkında da genel olarak şunları söylenebilir: Türkiye’deki toplumsal-ekonomik sistem ve sınıflar, proleter devrimci hareketimizin geçmişi, Doğu’daki m ücadele hakkında mevcut görüşleriyle, 70’li yılların devrimci örgütlerinin yapacağı işçi çalışması, sami­ miyetsizlik olmadan, dürüstçe yürüyemez. Çalışmaya bu küçük (’) kusur, ikiyüzlülük eşlik etmek zorundadır. Bu kusur yüzün­ den bu siyasetlerin işçi sınıfı içinde mevzi kazanmak için atacaklar her adım, aynı za­ manda, örgüt içi yeni ayrılıkların da adımı olacaktır. Çünkü, bir yanda işçi sınıfı, köy­ lülük ve bizdeki sistem hakkında savunu­ lan görüşle yapılmaya çalışılan işler arasın­ daki çelişkinin farkına varan her kişi bir ay­ rılığın başını çekm eye çalışacaktır. S ö yle­ m eye gerek yok ki, tabanı küçük burjuva yığınlardan oluşan ve varlığını teorik sağ­ lamlığından çok günlük pratik başarılara bağlamış bir örgütlenm ede bu tür Unsur­ lar bol bol ortaya çıkacaktır. Yani en küçük sorunlardan ayrılıklar yaratmak bu tür yapılanmalann kaçınılmaz doğal eğilimidir. Çelişik durumdaki gelişme bu eğilimi da­ ha da canlandıracaktır. işçi sınıf hareketine ve bilimsel sosyaliz­ m e karşı vaziyeti kurtarma, durumu idare etm e tavrı, bu yarı-gönüllü tavır, bu yapı­ lan m aları son u n d a hem M arksizm Leninizmden hem de işçi sınıfından kopu­ şa götürecektir. Doğru çizgide tutunamayanların “Yeşilci” mi, T B K F li, mi, “Ero Komünist” mi olanacaklarını süreç gös­ terecek.

İdeolojik öncülük-fiili öncülük Özellikle 1980’e kadar, devrimci örgüt­ ler, genel toplumsal muhalefetin devrimci tem elde örgütlenmesinde olumlu rol oyna­ dılar. Hareketin militanlaşmasında, düzen sınırlannın dışına taşırılmasında, tek kurtu­ luşu yolunun zora dayalı devrim olduğu­ nu gösterilmesinde küçümsenmeyecek ba­ şarılar elde ettiler. Fakat 1980 yenilgisi ve daha sonra yaşanılan yıllar, sadece devrim ve silahlı m ücadele demenin bu istemleri gerçekleştirmeye yetmediğini göstermiş bu­ lunuyor. Toplumsal muhalefet işçi sınıfı ha­ reketi temeline oturtulamadığı, sosyalist ha­ reket anti-marksist önyargılardan temizlenem ediği sürece devrim yolunda ileri adım ­ lar atmak mümkün değildir. Dün ve bugün Türkiye sosyalist hareke­ tinin devrimci kanadının en büyük eksik­ liklerinden biri, işçi sınıfına gitme ve onu sosyalist bir güç olarak (demokratik müca­ delede yer alması gereken sıradan antifaşist bir sınıf olarak değil) örgütlenm e ko­ nusundaki yarıgönüllük ve boşvermedir. Hareketimizin kadroları,bugün de işçi sını­ fına gitme, onun hareketiyle bağ kurma, bu sınıfı sendikacılıktan, reformizmden kurtar­ ma, konularında çok zorlanmaktadırlar. Burada sorun sadece, tecrübesizlik, d en e­ yim eksikliği vs. gibi pratik şeyler değildir. En başta şimdiye kadar taşınılan halkçı ö n ­ yargılar hakkında tam bir görüş netliği sağ­ lanmalıdır. Böylece ne için ve ne istediğini bilerek işçi sınıfına gidebilmenin sübjektif şartlan oluşturulmalıdır. Yazının geri kalan kısmında, şu sıralar işçi sınıfına koşturmaya çalışan halkçılığın, işçi sınıfı hakkındaki temil tezi üzerinde dura­ cağız. Bu tez bizim gibi ülkelerde işçi sınıfı­ nın devrim e önderliğinin fiili değil, id eolo­ jik önderlik olduğu tezidir. Ve bu görüş iş­ çi sınıfı hareketinin ve devrimci toplumsal muhalefetin gelişimi üzerinde büyük tah­ ribatlara neden olmuştur. ★ ★ ★ Bildiğimiz kadarıyla bu tez Türkiye so­

lunda ilk defa M. Çayan tarafından ifade edilmiştir. M. Çayan görüşünü şöyle açık­ lıyordu; “Bundan dolayı (kırlar tem el savaş alanı ve köylülük temel güç olduğu için. Bn.) bu tip ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şe­ hirlerin tem el alındığı, Sovyetik ayaklan­ mayla devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partilerindeki gibi aynı zam an­ da proletaryanın fiziki öncü müfrezesi d e ­ ğildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi kitle partileri, ideolojik ve politik kuruluşlardır. Bu ülkelerdeki halk savaşını proleter siyasi kitle partisi, (savaş örgütü) proletaryanın ideolojik ve politik bir kuruluşu olarak yön­ lendirilirse, devrim zafere erişebilir, işte bizim kastettiğimiz ideolojik öncülük budur. İdeolojik öncülük proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi ola­ rak halk savaşını yönlendirmesidir." (Bütün Yazılar, s. 223-224) Sadece “bu ülkelerdeki” işçi sınıfı parti­ leri değil, bütün ülkelerdeki proletarya par­ tileri politik kuruluşlardır. Başka türlü ola­ maz. İkincisi, gene her ülkede devrimci mu­ halefeti “proletaryanın id eob jik ve politik, kuruluşu, yönlendirirse, devrim zafere eri­ şebilir. “bunlarda bilinen genel doğrulara göre hiçbir yenilik yoktur. Yenilikler şunlar: - M. Çayaria göre gelişmiş kapitalist ülke­ lerdeki devrimlerde proletaryanın önderli­ ği ile, emperyalizmin sömürgesi olan ülke­ lerdeki proletaryanın devrimlere önderliği arasında, nitelik olarak fark vardır. îlkinde hem fiili hem de ideolojik olarak önderdir. İkincisinde ise fiili değil, ideolojik önderdir. Yani ilkinde proletarya sınıf olarak ileri atı­ lır, ayrı bir sınıf olarak siyasi örgütlenmesi­ ni yapar. İkincisinde ise yerinde oturur, saf­ larını köylülerle doldurmuş olan partisi, onun adına, deyim yerindeyse işçi sınıfı­ na vekaleten harekete önderlik eder. Buna gerekçe olarak da şunlar söylenir:

“A çık tır ki, sınıfların güdümü ve ön­ derliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirler veya kırlan temel alma düşüncesinden g e lm e k te d ir (Aç. M. Çayan, age. s. 202) Bu ülkelerde (bizde de) işçi sınıfı nicelik ve nitelik olarak zayıftır. Emperyalizmin ve egem en sınıflann şehirlerdeki denetimi çok güçlüdür. Kırlarda ise bu denetim zayıftır. Ayrıca geniş bir devrimci köylü kesimi var­ dır. Bu nedenlerden dolayı tem el çarpış­ ma alanı kırlar, tem el güç köylülük olduğu için, işçiler devrime, köylülerin doluştuğu partileri aracılığıyla ideolojik ve politik ö n ­ derlik sağlamalıdırlar. j Bu tezler epeydir açıktan açığa savunulamıyordu. A m a unutulmamışlardı da. N i­ tekim yığın hareketindeki canlanmayla bir­ likte yeniden “Yeni Çözüm” yazarlannca pi­ yasaya sürülmeye başlanmışlardır. H em de daha geri bir düzeyde savunularak. M. Ç a­ yan bu tezini, sömürge, yan-sömürge, yenisömürge ülkelerin ayırt edici bir özelliği ola­ rak ileri sürüyordu. “Yeni Çözüm ” yazarla­ rı ise, bunu tüm ülkeler ve devrimler İçin geçerli, “değiştirilemez evrensel ilke” olarak sunuyorlar. B öylece Marks’ın ve Lenin’in kendi dönem leri için, işçi sınıfı ve bunun devrimdeki rolü hakkında söylediklerini de düzeltmiş, şimdiye kadar farkına varılma­ mış bu hatayı ortadan kaldırarak marksizmi derinleştirmiş (!) oluyorlar. “Yeni Çözüm”de şunlar var: “Üç devrimin (Rus, Çin, Küba devrimleri kastediliyor, bm.) değiştirilemez evrensel ilkeleri nelerdir?” diye soruyor ve yanıtın­ da şunları da yazıyor: “Proletaryanın ön ­ cülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Proletaryanın Ü ç Büyük Zaferi

İşçi sınıfı hareketini, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siyasi örgütü bu sınıf temeline dayandırmayan bir anlayış, duruma müdahale ne kadar devrimci olursa olsun, sınıfsal körlüğe, olayların peşinden sürüklenmeye mahkûmdur.


ve Emesto Che* “Yeni Çözüm* sayısı 8 EkimKasım 1987) Bu tezler, ilk ifade edildikleri dön em de marksist çevreler tarafından, örneğin M DD önderleri tarafından paylaşılmıyordu. D a­ ha o dönem de eleştirilmişlerdi. Fakat eleştiri sahiplerinin 1971 cuntasına karşı gereken tavrı koyamamaları, 70’li yılların m ücade­ lesine eleştirenlerin değil de, eleştirilenle­ rin yolunda yürüyünlerin damgalarını vur­ muş olmalan, sonuçta, bu tezlerinin günü­ müze kadar yaşabilmelerine neden olmuş­ tur. Tezlerin eleştirisine geçm eden, bu tezle­ rin öngörülerinin pratikte nasıl gerçekleş­ tirdiklerini ana hatlarıyla bir çizelim. ¿Devrimci, mücadele kırlardan şehirlere doğru değil de, şehirlerden kırlara doğru gelişmiştir. Kırlık bölge (!) Doğu kesimin­ deki mücadele, Türkiye solundan bağım ­ sız bir çizgi tutturmuştur. Yoksul köylülerin çoğunluğu oluşturdu­ ğu bir proletarya partisi kurulamamıştır. Te­

m el gücü köylülerden oluşan halk sa­ vaşma, çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan proletarya partisinin ideolojik önderliği tezi, pratikte, sivil faşistlere karşı temelini öğrenci ve gençlik kesi­ minin oluşturduğu, günlük mücadele­ nin peşinden sürüklenen, ne işçi sınıfı hareketiyle, ne köylülükle, ne de Doğu1 daki hareketle sıhhatli bağlar kurma yeteneğinden yoksun, ilkel ve sekter ö r­ gütlenmeler olarak gerçekleşmiştir. — Bu arada işçi sınıfı, hareketinin kendiliğindenliğine, siyasi örgütsüzlüğüne rağmen, sınıflar mücadelesinde ön plana çıkmış ve zaman zaman demokratik mücadeleye damgasını vurmaya başlamıştır. Öyle ki, işçi sınıfının zayıflığını, fiili m ücadele yeteneği­ nin köylülüğe göre geri olduğunu, temel te­ orik tespitleri haline getirmiş olan halkçı ör­ gütler bile bu sınıfa koşturmak zorunda kal­ mışlardır. Temel mücadele alanı olarak gör­ dükleri kırlarda değil de, merkezi otorite­ nin çok güçlü, denetimin çok sıkı olduğu (bunlar kendi tespitleridir) şehirlerde serpi­ lip gelişebilmişlerdir. Am a hiçbiri de tüm bu tersliklerin muhasebesini yapma cesareti­ ni gösterememiştir. Kısmi pratik başarıların ardına sığınılarak, teorideki zaaflar gizlenil­ meyi çalışılmıştır. Şimdi tekrar yukarıdaki tezlere d ön e­ biliriz.

Soruna yaklaşımdaki yöntem yanlışlığı Ülkemizin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğu tespitinden, Çin ve Küba ile ben­ zerliklerinden hareketle, Türkiye’nin ekono­ mik ve sınıfsal yapısının, sınıflar m ücade­ lesinin gerçekte nasıl geliştiğinin bilimsel bir bilgilenmesine sahip olmadan, devrim stratejisi çizm eye kalkışmak, m adem ki Çin’de Küba’da böyle olmuş, bizde de böyle olmalı yargısına varmak idealizmdir. Tarihin kaydçttiği hiçbir marksist ve hiç­ bir devrim cide böylesi bir anlayış yoktur. Türkiye’nin üretim ilişkileri temelinde bir tahliline sahip olmadan, devrimci deneyim ­ lere dayanarak strateji çizmeye uğraşmak düpedüz şablonculuktur. Toplumbilimden, toplumbilimi bir bilim haline getiren mater­ yalist yöntem den sapmadır. . Sosyalistler, yaşadıkları ülkenin somut koşullarının somut tahlilinden yola çıkarlar. Bu tahlil üretim ilişkileri temel ve protetarya burjuvazi karşıtlığı kalkış noktası alına­ rak yapılabilir. (j$) Örneğin, bizdeki sınıfları mücadelesine ve sınıfların devrimdeki yerlerinin ne ola­ cağına ilişkin soruna, “bizim gibi ülkelerde şehirler mi temel kırlar mı?” diye sorarak başlanmaz. Sorun bizdeki sınıfların, onla­ rın bu sistem içindeki yerlerinin ve sürecin

genel gelişim doğrusunun tahliliyle çözü­ lebilir. Yani Marks’ın, Lenin’in kullandığı yöntem kullanılarak buna doğru cevap v e ­ rilebilir.

İşçi sınıfı neden öncü sınıftır? İşçi sınıfının ideolojik önderliği tezini, da­ ha açık olarak şöyle ifade edebiliriz: İşçi sı­ nıfı önderdir, ama bizdeki işçi sınıfının d ev­ rime önderliği, Marks ve Lenin’in öne sür­ dükleri türden bir önderlik değildir. Marks ve Lenin’in öne sürdükleri önderlik tezleri, o dönem ler için geçerlidir, bize uymazlar. İddia özünde budur.: Öyleyse şunlar üzerinde durmalıyız: Marks ve Lenin, işçi sınıfının devrim e ö n ­ derliğinin zorunluluğunu, bu sınıfın önder­ liği olm adan demokratik devrimin sonuna kadar götürülem eyeceği sosyalizmin kuru­ lamayacağı tezlerini ileri sürerlerken hangi olgulardan, işçi sınıfının hangi özelliklerin­ den hareket etmişlerdir? Bu hareket nok­ taları, bu özellikler bugün bizdeki toplum ­ sal ekonom ik sistemde ve bizdeki işçi sını­ fında da var mıdır? Yoksa ustaların hare­ ket ettiği nesnel öncüllerin hiçbiri bizde yok mudur? Önce şunlan belirtelim: “Sınıfların güdü­ mü ve önderliğin niteliği, tayin edici m ü­ cadele alanı olarak, şehirleri veya kırları te­ mel alma düşüncesinden” (M. Çayan) kay­ naklanmaz. Marksizmin kurucuları, işçi sı­ nıfının devrim e siyasi önderliğinin nesnel zorunluluklarını gösterirken, hiçbir şekilde tezlerini, şehirlerin mi yoksa kırların mı te­ mel olduğunu düşüncesine dayandırmamışlardır. Aynı şekilde onlar, işçi sınıfının öncülüğü ve bu öncülüğün niteliği üzerine görüşlerini, bu sınıfın sayısal (niceliğine) bakarak ileri sürmemişlerdir. .____ _ İşçi sınıfının önderliği düşüncesinin kay­ nakları şöyle özetlenebilir: Bu özellikle baş­ ka hiçbir yerden değil, kapitalizmin d oğ a ­ sından ileri gelir. Kapitalizm, işgücünün debir meta haline geldiği, meta üretiminin en gelişmiş biçimine verilen isimdir. Kapitalizm girdiği her yerde nüfusu bir yanda prole­ tarya öte yanda burjuvazi oluşacak şekil­ de parçalar, işçi sınıfının sayısı sürekli ar­ tar. Aynı zamanda da belli sanayi m erkez­ lerinde birikir, yoğunlaşır. Tüm bunlar ka­ pitalizmin em eği toplumsallaştırması süre­ cinin doğal ve kaçınılmaz ürünleridir. S a ­ nayi merkezlerindeki işçi sınıfının mülkiyetle tüm bağlan kopar. Ekonomik olarak sadece ücretle bu düzene bağlıdır. Ücret ise ken­ disi için yarı aç yarı tok yaşamasını sağla­ yan (tabi işsiz değilse ve ücretlerin artması için m ücadele ediyorsa), esasta ise kendi­ ni ezen siyasi, kültürel, ideolojik ve ek on o­ mik tüm baskı koşullarının devamını sağ­ layan bir araçtır. Devlet memurlarının, cun­ tacı generallerin, milletvekillerinin, işkenceci polislerin, patronların değişik konulardaki akıl hocaları profesörlerin vs. paraları hep işçilerin sırtından vergi ve kâr diye yapılan talandan karşılanır. Yani işçi aldığı ücretle sadece kendi açlığını bastırmaz, ayrıca, bu ücret karşılığı yarattığının tümüne patronlann el koyduğu değerle sırtındaki tüm bir baskı mekanizmasını da yaşatır. Aldığı ücretle kendi işgücünü yeniden üretmeye çalışır­ ken, diğer yandan patronla girdiği alım sa­ tım ilişkisini ve bunun sonuçlarını da üret­ miş dur. Kısacası bu düzenden hiçbir çı­ karı olmayan, onunla uzlaşamayacak olan tek sınıf işçi sınıfıdır. Kapitalizmin gelişimi kaçınılmaz olarak iş­ çi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımını d o ­ ğurur. Bu savaşın içinde işçiler, örgütlen­ me ve birlikte mücadele etme bilincini ken­ diliğinden kazanırlar. Toplumun en uyanık, en bilinçli sınıfı haline gelirler. Bu nesnel gelişmeler aydınların düşün­

cesine yansımadan edem ez. Ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin farkına va­ ran, bunu iktisadi tem elde açıklayarak va­ racağı yeri önceden görebilen aydılar, tari­ hi sorumluluklarını yerine getirmek için iş­ çi sınıfı saflarında yerlerini alırlar. Bilimsel sosyalizmi bu sınıfa götürmekle, bu sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyini yükseltmekle yükümlenirler. Bu sistemden çıkış yolunu onlara gösterir ve birlikte mücadele eder­ ler. işte bu tür nesnel ve öznel koşullara sa­ hip tek sınıf işçi sınıfı olduğu için, toplum­ sal muhalefetin, devrimci mücadelenin ba­ şına bu sınıf geçtiğinde, bu mücadelenin ka­ rarlılığından, güvenilir bir önder güce sa­ hip olduğundan söz edilebilir, işçi sınıfının önderliği düşüncesi bu nesnel ve öznel özelliklerden kaynaklanır. Söylem eye gerek yok ki, bu özellikler sadece emperyalizm öncesine özgü şeyler değildirler. Sadece Avrupa'ya özgü şeyler de değildirler.Bun­ lar kapitalizmin geiştiği her yerde, bu sistem tarafından yaratılan kaçınılmaz özel­ liklerdir.

Nicelik ve nitelik zayıflık sorunu Bizim ülkemizde işçi sınıfının devrimde sınıf hareketi olarak önder olamayacağı te­ zine getirilen en önemli kanıtlardan biri, bu sınıfın nicelik ve nitelik olarak zayıf oldu­ ğudur. Gerçi görüş sahipleri bu tezi de diğer bir­ çoklan gibi sadece iddia ederler. Sadece id­ dia etmenin kanıtlamak için yeterli olduğu­ nu düşünürler. Bizdeki işçi sınıfının işçi sı­ nıfından nitelik olarak daha güçlü olduğu­ nu kanıtlamaya, nesnel verilerden hareketle girişmemişlerdir. Am a burada konumuz so­ runun pratik yanı değil. Teorik olarak bu görüşün anti-marksistliği. İşçi sınıfı, gelişen, bizzat kapitalizm tara­ fından örgütlendirilip, bilinçlendirilen tek sı­ nıf olarak, sosyalizm için, sömürünün tü­ müyle kaldırılması için mücadele edebile­ cek biricik güç olarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilir. Bu nedenle dev­ rimci demokratik mücadelenin en tutarlı, geri döndürülem ez savaşçısı odur. Bu sı­ nıfın siyasi önderliğindeki devrimci dem ok­ ratik mücadelenin kararlılığından söz ed i­ lebilir. işçi sınıfı sayısının azlığına ya da çoklu­ ğuna dayanarak değil, kapitalizm ve bizdeki sistem içindeki iksitadi konuma, diğer sı­ nıflardan bu bakımlardan farklılıklarına da­ yanarak öncü güç olabilir, işçi sınıfının top­ lumsal muhalefet üzerindeki etkisi onun sa­ yısal gücünün kat kat üstündedir Bu etki sayıyla ölçülemez.

İşçi sınıfı demokratik devrime siya­ si öncülüğü nasıl sağlar? M evcut devrimci demokratik istem­ leri, yani ancak devrimle gerçekleştiri­ lebilecek demokratik istemleri asgari programı haline getirerek, bunlar uğru­ na savaşımı başa alarak ve sınıf olarak sadece kendi ekonomik-demokratik is­ temleri i Cin çieğil, siyasi alanda bu is­ temler için bizzat savaşarak. Şurası açıktır ki, işçi sınıfı hareketi ekonomik-demokratik bir hareket olarak kendi dar çerçevesinde kalmaya devam et­ tiği, devrim ve sosyalizm doğrultusunda bir siyasi hareket olarak partileşemediği, örgütlenem ediği sürece, bu siyasi görevini yeri­ ne getiremez. Böylesi bir dönüşümü sağ­ layamadığı müddetçe, tüm toplumsal mu­ halefet üzerindeki, sayısının kat kat üzerin­ de olan etkisini gösteremez. Ve de prole­ taryanın partisini, sınıf hareketinden ayn sa­ dece ideolojik bir yapılanma olarak gören, işçi sınıfı hareketini yukandaki tarzda örgüt­ lem eye karşı çıkan bir anlayış, bu hareketi

i


ömür boyunca ekonomik-demokratik bir hareket olmaya bilerek mahkûm ediyor demektir. Bu hareketi bilerek burjuvazinin ve reformizmin etkinliğine terk ediyor d e ­ mektir. Son olarak işçi sınıfının siyasi öncülüğü­ nün onun niceliği ile ilgisi konusunda ta­ rihten bir örnek verelim. Komünist Mani­ festo 1848 devriminden hemen önce ya­ zılmıştı. Hiç kimse bu belgede, işçi sınıfının tarihi rolünü fiili değil ideolojik önderlikle yerine getirebileceğinin iddia edildiğini ak­ lından geçirmez. Am a o dönem de Alm an­ ya’da işçi sınıfı sayı olarak çok zayıftı. N ü­ fusun büyük bir kesimi kırlarda yaşıyordu. Feodalizm alt ve üst yapıda tasfiye edilm e­ mişti. (Bırakalım 1848’leri, 1875’te bile Marks “Almanya’daki çalışan halkın çoğun­ luğu proleterlerden değil köylülerden olu­ şur.” -Gotha ve Erfurt programı- diye yazı­ yordu). 1848 devriminde Alm anya’da kü­ çük burjuvalar daha öndeydiler. İnşallah “Yeni Çözüm ” Komünist Manifestodaki yaklaşım yönetiminin, getirilen ilkelerin sa­ dece Avrupa ülkeleri için geçerli olduğu­ nu, bizim gibi kapitalist ülkeler için geçerli olmadığını iddia etmez. _

Sosyalistlerle sınıf arasındaki ilişki, parti sorunu “Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart d e ­ ğildir. Proletarya partisi aracılığı ile id eolo­ jik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Y e­ ni Çözüm , ags. s. 36) -Bu anlayış neresinden bakılırsa bakılsın, proletaryasız proletarya partisi (!) anlayışı­ dır. Bu anlayışa göre proletarya partisi kur­ mak yani sosyalist bir hareket oluşturmak için, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşmiş o l­ mak gerekmez. Profesyonel devrimcileri bir araya getirirsin, yapılan eylemlere de; protetaryanın iradesi bunlar, dersin olur biter. Nitekim proletarya partisi Yeni Çözüm tarafından şöyle tanımlıyor: “Proletarya par­ tisi sınıflar mücadelesinin üç cephesinde de mücadeleyi yürüten, diyalektik materyaliz­ min temelleri üzerine kurulan bir partidir.” (agd. s. 36) Bu tanımda küçük (!) bir nok­ ta unutulmuş! Proletarya partisinin bilim-

sel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin -birleşmesi olduğu. Yazar bu kadarla da kalmıyor, bir de bu tanımının marksizmin “değiştirilemez ve evresel ilkelerinden (Y. Çözüm ) biri olduğunu iddia ediyor. N e ya­ zık ki böyle bir evrensel saçmalık marksizmde yoktur. Parti konusunda evrensel ilke­ ler elbette vardır, ama bunlann ne oldukla­ rını Y. Çözüm yazannm kırık dökük bilgi­ lerinden değil, de, ustaların kendilerinden öğrenm ek daha akıllıcı bir yoldur. Lenin şunları yazmıştı:

“ Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor, bn) işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin bir bileşimidir. Görevi, işçi sınıfı hareke­ tine ayrı ayrı aşamalarında pasif bir şekil­ de hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlannı temsil etmek, bu harekete en tem el hedefini ve politik g ö ­ revlerini göstermek ve onun politik ve ide­ olojik bağımsızlığını korumaktadır. İşçi sı­ nıfı hareketi, Sosyal-Demokrasi’den tecrit edildiği takdirde küçülerek ve kaçınılmaz bir şekilde burjuvalaşacaktır. Sadece ek ono­ mik mücadeleyi yürütürse, işçi sınıfı poli­ tik bağımsızlığını yitirecek diğer partilerin kuyruğu haline gelir ve büyük ilkeye iha­ net eder; işçi sınıflarının kurtuluşu işçi sı­ nıflarının kendileri tarafından kazanılmalıdır. “ (Marks)” (Çeviriyi imla bozuklukları­ na dokunmadan aynen aktardık. Abç. “H a­ reketimizin Acil Görevleri-1902, “Kitle İçin­

de Parti Çalışması” kitabı, “Ser Yayınlan” s.

10, 11) Şim d i Y. Ç ö zü m yazarına kendi “değiştirilemez” ilkesi ile Lenin’in Marks’tan aktardığı “büyük ilkeye ihanet” arasındaki bağ üzerinde düşünmesini öneriyoruz. Marksizmin kurucularına göre, işçi sınıfının kurtuluşu ancak bu sınıfın kendi eseri olabi­ lir. Onun vekaletini almış birilerinin değil, işçi sınıfı bunu başarabilmek için ekonomik mücadeleyle yetinmemeli, bilimsel sosyazlimle bütünleşmelidir. Ve bu büyük ilkeyi öne sürürlerken onlar, bunun sadee Avru­ pa’daki işçi sınıfı için geçerli olduğunu id­ dia etmeyi (çünkü o dön em de de işçi sını­ fı sadece Avrupa’da değil, dünyanın her ya­ nında bulunmaktaydı) akıllarından geçir-' memişlerdir. Şimdi Y. Çözüm yazarı ken­ di “değiştirilmez evrensel” ilkesinin (prole­ taryanın fiili olarak siyasi bir güç haline ör­ gütlenm eden de, kendisini parti ilan etmiş bir örgüt aracılığıyla kurtulabileceği ilkesi­ nin), nasıl olup da ustalar tarafından d e ­ ğiştirildiği, hatta bu iddia için “ihanet” keli­ mesinin neden seçildiği üzerinde biraz dü­ şünsün. Proletarya partisi, işçi sınıfı hareketiyle bi­ limsel sosyalizmin birliğidir. Lenin’in bütün eserlerinde bu böyle tanımlanır. Kapitaliz­ min, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin var olduğu her koşul için de evrensel bir ilkedir. Emperyalizm çağında da hiçbir marksist, artık partinin bu tanımının yeter­ siz ve geçersiz olduğunu iddia etmemiştir. Partinin böyle tanımlanması, partinin di­ ğer devrimci sınıf ve katmanlarla ilişki kur­ masına, bunlann hareketleriyle işçi sınıfı ha­ reketi arasında koordinasyon sağlamasına engel değildir. Tersine sadece böylesi bir parti, kendini öğrenci gençliğin, küçük bur­ juva tabakaların halkçı eğilimlerinden ve sekterliklerinden koruyabilir. Devrim e çe ­ kilen milyonlarca insanın enerjisini çar çur edilmekten, cuntalı saldırılar karşısında ça­ resiz ve eli kolu bağlı kalmaktan ancak böy­ le bir parti kurtarabilir. Sosyalistlerin görevi, proletaryanın tari­ hi görevlerine vekalet etmek, bu sınıfın ta­ rihi rolünü onun adına oynamaya çalışmak değildir. İşçi sınıfı ekonomik mücadelesine devam etsin, ama siyasi mücadeleyi bize bıraksın, bu işe fiili olarak karışmasın tezi­ nin saçmalığını görm ek için şöyle bir örnek üzerinde düşünelim: Sendikalar işçi sınıfının ekonom ik - d e­ mokratik mücadele örgütleridir. Bu müca­ deleye önderlik ederler, onu yönetirler. Şimdi buradan hareketle bir sendika lideri kalksa ve işçilere şunları söylese: -İşçiler, ekonomik-demokratik mücadeleyi sadece biz sendikacılar yürüteceğiz. Sîzlerin bu mü­ cadele içinde fiili olarak yer almamız, bu haklara sahip çıkıp bunlar uğruna savaşma­ nız gerekmez. Profesyonel sendikacılardan oluşan örgütünüz “aracılığıyla” (Y. Çözüm ) bu işleri halletmek dururken bir de siz ka­ rışmayın. Acaba Y. Ç özüm yazarı böyle bir sendi­ ka lideri hakkında ne düşünürdü? Elbette Şevket Yılmaz hakkında ne düşünüyorsa onu. Peki ekonom ik m ücadele hakkında böyle düşünen bir sendikacıyla, siyasi mü­ cadele ve sınıfsal önderlik konusunda işçi­ lere ;siz zayıfsınız bu işin altından kalkamaz­ sınız, bu nedenle siyasi önderliği bizim gibi proleter devrimcilere bırakın diyen bir siyasi önderin tavrı arasında söz olarak ne fark var? ★ ★ ★ Eleştirdiğimiz tezlerin savunuuları, Çin, Küba ve Vietnam devrimlerini ve komünist yartilerin em peryalizm e ve yerli gericiliğe karşı halkın savaşının başını çekmelerini re­ formistlere karşı savunurken, son derece haklı olarak, onların somut koşulları göz önünde bulundurmadıklannı, madem Rus­

ya’da böyle oldu bizde de böyle olmalı di­ ye düşündüklerini ve marksizmin yönetim en değil de lafızlarına sanldıklanm söy­ lerken Ve devrimi başanya götüren komü­ nist partilerin somut koşulları bu tür sözd emarksistlerden daha iyi değerlendirdikle­ rini ileri sürerler. Tüm bunlar çok doğru şeylerdir. Yeni Çözüm yazannm şu yazdık­ larına da hiçbir itiraz yapılamaz: “Marksist-Leninistler lafızlar yerine, Mark­ sizmin özünü alarak içinde yaşadıkları ta­ rihsel sürecin nesnel koşullarını diyalektikmateryalist bir bakış açısı ile analiz ederler.” (abd. s. 29) Madem ki öyle, biz de Yeni Çözüm’ü, ile­ ri sürdüğü tezleri “yaşadı (ğımız) tarihsel sü­ recin nesnel koşullarıyla kanıtlamaya ça­ ğırıyoruz. Çünkü şimdiye kadar bunu yap­ mamışlardır. Türkiye’nin söz konusu koşullanna ilişkin olarak Y. Çözüm’ün elinde bu­ lunan bütün malzeme, emperyalizmin üçüncü bunalım dönem ine ait en genel be­ lirlemelerden ibarettir. Öyleyse: Bize Türkiye’de çalışan nüfus içinde, şe­ hir ve kırdaki saptadığınız işçi sayısını v e ­ rin. Bu sayısının nicelik olarak zayıf oldu­ ğunu, önderlik için yetersiz olduğunu ka­ nıtlayın.

Lenin şunları yazmıştır: Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor bn.) İşçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birleşimidir. Görevi, işçi sınıfını hareketine ayrı ayı Hiç değilse son on yıllık sınıflar müca- • aşamalarında pasif bir delesinin bir dökümünü yapın. Bunlar için­ şekilde hizmet etmek de Türkiye çapında etkili olan işçi, köylü, gençlik vs. eylemlerini sayın. Şehirlerdeki- değil, aksine bir bütün lerle kırlardakini karşılaştırın. Şehirlerin ve olarak hareketin çıkarlarır buralarda da işçi ve öğrenci gençlik eylem ­ temsil etmek, bu hareketi lerinin ağır bastığını göreceksiniz. Öğrenci gençlik hakkında fiili öncülük, ideolojik ön­ en temel hedefini ve cülük türünden teoriler olmadığına göre, politik görevlerini geriye işçiler kalıyor. İşçi sınıfı hareketinin göstermek ve onun politi kendiliğinden bir hareket olmaktan kurtu­ lamadığı da bir gerçek olduğuna göre; işçi ve ideolojik bağımsızlığın sınıfının siyasi olarak örütlenememesinin ve korumaktır. İşçi sınıflarını toplumsal muhalefetin başına geçem em e­ kurtuluşu, işçi sınıflarının sinin, sonuçta da tüm devrimci hareketin cunta karşısında zayıf ve bitkin düşmesinin, kendileri tarafından nedeninin, bunun suçunun, sosyalistlere, kazanılmalıdır. yukarıdaki türden tezleri hadis bilenlere d e­ ğil de, işçi sınıfının nitelik olarak zayıflığına ait olduğunu kanıtlayın. Bizlere devrimin temel gücü olacağını id­ dia ettiğiniz köylülüğün sınıfsal bir sunumu­ nu verin. Çünkü artık devrimci hareket, bi­ zim köylülüğümüzün Çin ve Küba’dakiyle benzer ve ortak yanlarının bulunduğu te­ spitiyle yetinecek durumda değil. Teorik düzey olarak böylesi bir seviyeyi çok aşmış bulunuyor. Toprak işleyen ailelerin yakla­ şık yüzde 90’ının kendi toprağına sahip o l­ duğu, sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu işletmelerin mülksüzleşmesi d o ğ ­ rultusunda işlediği, paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği, ücretli em ek kulla­ nımının hemen her bölgede bir kural hali­ ne geldiği bu ülkede, köylü hareketinin g e ­ nellikle taban fiyatlarına, zamlara, faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ül­ kemizde, 1985 verierine göre nüfusun ya­ nsından çoğunun şehirlerde yaşadığı Türkiye’de; “tanmda feodal ilişkiler yanın­ da kapitalist ilişkilerinuç verdiği (!)”ni (M. Çayan ages. s. 97) kanıtlayın! Tarımdaki kapitalizmin Çin’den hatta 1900’lerin Rus­ y a ’sından geri ya da aynı düzeyde olduğu­ nu kanıtlamayı bir deneyin. H e le bunları bir deneyin, bizdeki toplumsal-ekonomik sistemi diyalektikmateryalist yöntem le yani üretim ilişkileri tem elinde ve proletarya burjuvazi karşıtlı­ ğını kalkış noktası alarak bir açıklamaya ça­ lışın. Tezlerinizin ne derece “değiştirilemez” ve “evrensel” olduklarını o zaman görelim. (X ) B u konu üzerinde, “Sosyalist Hareket ve HalkçılıkO. Devrez, isimli çalışmada aynntıyla durulmuştur. Çalışm a yakında yayımlanacaktır.


SOSYALİSTLER SAVAS KO N USUN A NASIL ' YAKLAŞMALI? *

Ahmet AYDEMİk

Türkiye sosyalistleri, 12 EylüFün ardından aç­ tıkları yeni d ö n em de, geçmişin yasak veya tabu sayılan pek çok sorununu ilerici kam uoyunda sürdürülen tartışmalann gündem ine sokabiliyor. Bizler de, bir grup Ç ağd aş Y ol dergisi okuru ve çizgisini benim seyeni olarak, böyle bir sorunu, halkımızın mücadelesinde tartışılmasının, ele alın­ masının adeta yasak tabu sayıldığı savaş, stratejitaktik, halk savaşı gibi konuları başta dergim izin okurlan olmak üzere, ilerici-devrimci kamuoyuyla tartışmak istiyoruz. Hiç şüphesiz sosyalistler, geçm işte ve günü­ müzde de çeşitli uluslarası deneyimlerin incelen­ mesi tem elinde konuya yaklaşmakta görüşler ileri sürmektedirler. Yalnız baştan belirtm ekte yarar var. Bizim bu konuya yaklaşımımız, yukanda b e­ lirtilen bir biçimde olmayacaktır. Öncelikle savaş, strateji-taktik, halk savaşı gibi kavramların genel özelliklerini ve yasalannı ele alıp, ardından da ül­ kem iz özgülünde bu g en el özellik ve yasaların işlerlik derecesini in celem eye çalışacağız. Elbet«te bizlerde düşüncelerimizi, kendi hayal dünya­ m ızda üreterek, konuyu tartışmaya açm ıyoruz. Uluslararası deneyim lere dayanıyoruz. Yalnız so­ runu işleme yöntem im iz farklı olacak. Bir tek v e ­ ya bir kaç ülkenin deneyim lerini ele alıp in cele­ m ekten çok tüm deneyim leri insanlığın tarihsel süreçleri içinde inceleyip bunlardan dersler çı­ karan, biraz da yeni düşünceler ileri sürebilen bir çalışma ortaya çıkarmak amacındayız.

,

Köleci, feodal topluluklarla barbar ilkel kom ürıal topluluklar g irdikleri savaşları neden kazanabiliyorlar? B ilindiği g ib i kapitalizm ö ncesi üretici güçlerin başta da tekniğin gelişim i çok yavaştır. Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içind e yaşadıkları sosyal düzenin şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılm asındaki rolü tayin e d ic i olmaktadır.

,

Bu araştırma v e incelem eyi, herhangi bir sos­ yalist çevreyi eleştirmek için değil, konuyla ilgili kendi özgül görüşlerimizi ortaya koym ak için ya­ pıyoruz. Yani kimilerinin yaptığı gibi oportünist, revizyonist olarak nitelenen çevrenin ailevileri­ ni kışkırtıp bundan da kendimizin devrim ci o l­ duğuna dair bir paye çıkarr.v k am acında d e ğ i­ liz. Elbetteki sübjektif, önyaıgıiı v e basitliğe düş­ m eyen her eleştiriyi dikkate almak bu eleştiriler, hangi sosyalist çevreden gelirse gelsin tartışmak bir sosyalistin boynunun borcudur.

Savaş en baştan belirtm em izde yarar var, sı­ nıflı toplum larla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplum larda, sınıf çatışmalannın ve özellikle de bu çatışmaların çözüm süz hale geldiği kriz anlannda savaşlar gü n dem e gelmiştir. Bu açıdan sa­ vaşı, sınıf çıkar ve çatışmalarının banşçıl biçim ­ d e çözümlenmesinin imkânsız olduğu durumlar­ da, çelişkileri zor yoluyla çözmenin bir aracı, yön ­ tem i olarak tanımlayabiliriz. Buradan hareketle de, sınıf çıkarlannın yoğunlaşmış ifadesi politi­ ka olduğuna göre, savaşı; politikanın başka araç­ larla (Şiddet araçlanyla) sürdürülmesi olarak da tanım lam ak mümkündür, kaldı ki en fazla kul­ lanılan tanım da budur. “Kadim tarihte sınıf kavgalan çetinleşti mi o n ­ lar için savaşlar açıldı. Bu savaşlar, sosyal iç kav­ galara'çözü m getirm ek şöyle dursun, ardlanndan bildiğimiz T A R İH C İL D E V R İM L E R İ getir­ diler. Yani savaşlarla zayıflayan m edeniyetleri barbarlar gelip kolayca yıktılar. “M odern tarihte aynı şey görüldü. 1914-1918 savaşı Avrupa kapitalizminin içinde biriken ve bü­ yüyen sınıf mücadelelerini geriye atmak için ya­ pıldı. H er em peryalist devlet kendi anavatanın­ da dizginleyem ediği sosyal ihtilaflann getirebile­ ceği sosyal devrim i ön lem ek için, gözüne kes­ tirdiği devletlere savaş açtı. Birinci cihan harbin­ den sonra çarlığın devrilm esiyle dünyanın beş­ te biri sosyalist devrim e kavuştu. A lm an İm paratorlu’ğunun savaş sonucu yıkılması, Orta A v ­ rupa’d a isyanlara ihtilallere kapı açtı. (Devrim ne­ dir. S. 19 Dr. H. K.) Burada kadim tarih olarak nitelenen, kapita­ lizmden önceki, ilkel sosyalizm e kadar uzanan yaklaşık 7000 yıllık dönem dir. Bu dönem in üre­ tim, ekonom i tem eli esas itibariyle basit yeniden üretim olm akla beraber, pek çok toplum biçim ­ leri yaşanmıştır. Ç o k mekanik ele almam ak kaydıyla bu toplum biçimlerinin belli başlıları, kö le­ cilik ve feodalizmdir. G en e ilkel sosyalist, kalan, kabile, aşiret ve topluluklar hem yukanda değin-, diğim iz toplum biçim leriyle yan yana hem de bunlarla çatışma halinde bin bir değişikliğe uğ­ rayarak ve çeşitli şekillerde bu toplum biçimleri­ ne doğru dönüşüm ler yaşayarak var olmuştur. Bu toplum biçimerini, M organ, F. Engels ve Dr. H. Kıvılcımlı barbar toplum lar olarak niteliyor­ lar. Tarihte, barbar toplumların, köleci veya fe ­ odal olarak nitelenen kapitalizm öncesi sınıflı top­ lum biçimleriyle yürüttüğü binlerce savaş bulun­ maktadır. Bu savaşların analizinden ön ce ilkel sosyalizmin ortaya çıkmadığı 7000 yıl öncesinin çatışmalarına da değinm ekte yarar var. İnsan, basit, taş, sopa, labut vb. gibi ilk üre­ tim araçlarını kullanarak, doğadaki hazır nesne­ leri devşirm eye yöneldikten sonra, m aym unun en gelişmiş örneklerinden insanlaşmaya doğru bir evrim yaşamıştır. İnsanların bu ilk ataları, iki ayak üzerinde dikilm eye ve ön ayaklarını, çeşit­ li araçlarda alarak kullanmaya başladıktan son­ ra, beyin üzerinde baskı yapan om u z ve boyun kaslannın, beyinin gelişimi üzerinde olumsuz etki yapan basıncından kurtulmuşlardır. B öylece bir yandan beynin gelişimi diğer yandan, ön bacak-

lannda taş, sopa vb. araçların kullanımıyla g e ­ lişmesi söz konusu olmuştur. Y in e iki bacak üze­ rinde d en ge sağlam a v e süratli hareket etm e zorunluğu arkabacaklann gelişimini sağlan nş ve günüm üzJeki insan m odeli ortaya çıkmıştır. Tabii bu maym undan, insana nitel dönüşm eye varan insanlaşma binlerce yıl sürmüştür. Bu süreç, maymunun insanlaşmasında, belli türlerinde yok olm asıyla sonuçlanan, sıçramak, uzun bir nicel birikimin nitelik sıçramasına varması biçim inde yaşanmıştır. İşte insankğın bu ilk dönem ine vah ­ şet çağı adı verilmektedir. İnsanlığın bu çağın sonlanna doğru ilk büyük keşfi; ateşin keşfiyle, ısınma ve yiyeceklerin pişirilmesi, yine fazla ürün­ lerin depolanabilmesi için toprağın pişirilerek ça­ nak, çöm lek yapabilmesidir. Vahşet çağında da insan toplulukları arasın­ da bazı çatışmalar bulunmaktadır. Yalnız bu ça ­ tışmaları savaş olarak nitelem ek mümkün değil­ dir. Bu çatışmalara doğadaki zorunlu tüketim nesnelerinin yanı sıra insanın da bir tüketim nes­ nesi olarak ele alınması ve on a yönelm esi kay­ naklık etm ektedir. Vahşet çağının çatışmalanna bu anlam da savaş değil yam yam lık denilm ek­ tedir. İlkel sosyalizm (Barbarlık) dönem indeki çatışmalan da savaş tanımlaması içinde ele alam ıyo­ ruz. H en üz para, yazı, devlet ve sınıfların orta­ ya çıkm adığı bu toplum larda yaşanan çatışma­ lar, tüketim nesneleri, av, otlak, tanm vb. alan­ ların dengeli olm ayan doğal, kendiliğinden d a ­ ğılımı yüzünden olmaktadır. H er ne kadar bu an­ lam da çatışmaların bir ek on om i tem eli varsa da ister ezen ve ezilen sınıfların çatışması anlam ın­ da, isterse eg em en sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden kaynaklanan bir çatışması anlamında bir savaştan bahsetmek mümkün d e­ ğildir. A v alanları, otlak ve meralar, evcil hay­ van sürülerinin bazı klan veya kabileler elinde çokluğu, bazı kabilelerde az ve o kabilelerin kıt­ lık içinde olması, tarihte barbar toplum lar ara­ sında çok kanlı çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Fakat burada savaştan çok bir grup in­ sanın yaşayabilmek için tüketim nesnelerine y ö ­ nelimi vardır. Barbar toplumlarda, ö zel mülki­ yet, sınıflar ve sınıfların çıkarlarının ifadesi anla­ m ında siyasetten bahsetm ek mümkün değildir. O rada kabile, klan ve aşiretler içinde belli bir iş­ bölüm ü bulunsa da, hatta bu işbölümleri daha sonraları sınıflaşmada rol d e oynasa bir ilkel kom ünal toplum un özgün yapısı sınıfsızlıktır. Ezen v e ezilen sınıflar söz konusu değildir. E gem en sınıfların baskı aygıtı anlam ında bir devlet ve bu devletin, ordu ve cezaevleri sistemi yoktur. T o p ­ luluğun her ferdi silahlı ve tüm üyeler eşit hak­ lara sahiptir. Kabile, klan veya aşiret başkanı, hiç­ bir özel mülke ve imtiyaza sahip olm adığı gibi, pek çok toplulukta, ilkel biçimde yapılsa da, an­ cak seçim le işbaşına gelebilm ektedir. Karar al­ ma, yaşama ve doğayla m ücadelede tam bir kollektivizim söz konusudur. İşte bu nitelik taşıyan topluluklarda, çeşitli zorunlu neden lerle (açlıkkıtlık-yok olm am a) birbiriyle çatışmanın ne bir sı­ nıfsal tem eli, ne d e sınıf çıkarlarının ifadesi poli-


tikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesi anlamında savaştan bahsedebiliriz. Bu toplum lar arası ça ­ tışmalara Zaruri çatışmalar d em ek belki d e en d obru tanımlama olmaktadır. İlkel komünal topluluklarda, yalnız pek bir ek o­ nomi tem ele veya zaruri nedenlere dayanm ıyor gibi görünen farklı nedenlerden kaynaklanan ça­ tışmalar da vardır. Bu çatışma türü günüm üzde kan davası ismini alan bir çatışma neden i veya çeşitidir. Hatta günüm üzden aşiret veya aileler arası sürdürülen kan davalannı binlerce yıl ö n ­ cesinin bu ilkel komünal topluluklannın gelenek­ lerinin günüm üze kadar taşınması olarak nite­ lenmek de mümkündür. İlkel komünal (Barbar) bir topluluğun bir veya bir kaç üyesi benzeri başka bir topluluk tarafından öldürüldüğünde, o to p ­ luluk klan-kan bağlanyla kendilerine bağlı bu üyelerinin öldürülmesi karşısında sessiz kalm a­ makta, mutlaka bu eylem i gerçekleştiren karşıt klan, kabile veya aşirete yönelik aynı türde m i­ sillemede bulunmaktadır. Bu durum iki ilkel sos­ yalist topluluğun görülmemiş boyutlarda kanlı bir boğuşm a içine girmesine neden olmaktadır. Bu çatışma rakiplerden birisinin diğerini imha etm e­ sine kadar sürmektedir. Yenik düşen barbar to p ­ luluğun arta kalan çocuk, kadın, yaralı vb. di­ ğer üyeleri ise, galip gelen topluluğun bünyesinde eritilmekte, aynı ilkel toplum un eşit üyeleri hali­ ne getirilmektedir. Dikkat edilirse ilkel kom ünal toplumun bu türde ve boyuttaki çatışması da bir savaş nitelemesi veya kavramı içine girmiyor. O r­ tada bir kan davası vardır. V e bu kan davasının getirdiği dehşetli bir çatışma söz konusudur. Sınıflı toplum lar ortaya çıktıktan sonra bu sı­ nıfların çıkarlarını korum ak için, e g e m e n sınıfiann, devlet ve ordulannın çıkarttığı savaşlar; her ne kadar o devletlerin geçm iş yenilgilerinin inti­ kamını almak, sınır sorunları, şan, şeref, dinin korunması vb. görüngülere büründürülürse de gerçek nedenleri bunlar değildir. Egem en sınıflar, kitleleri savaş m ezbahasına sürebilmek ve sava­ şın gerçek nedenlerini kavramalarını en gelleye bilmek için, böylesi, kitlelerin ilk ve ilkel duygulanna hitap etmektedirler. Aslında savaşlarla amaçladıklan, ya ticaret yollannı ele geçirm ek, tıkalı olan ticaret yollannı açmak, ya ilk ve ham ­ m adde kaynaklannı zaptetm ek, kendilerinden zayıf gördükleri başka toplumların zenginlikleri­ ni talan etm ek, ya da v e daha çokta kendi e g e ­ m en olduklan ülkelerdeki pek çok nedenin bir­ leşmesiyle ortaya çıkan krizlerin d evrim e dönüş­ mesini engellem ektedir. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlann başlangı­ cından günümüze kadar 15.000’i aşkın savaş ya ­ pılmıştır. Bu savaşlara katılanlar çoğunlukla sı­ nıflı ve özel mülkiyet düzenine geçm iş toplu m ­ lar olm akla birlikte tarihte, barbar diye nitelenen ilkel sosyalist topluluklann da bu sınıflı toplum larla savaşa girdiğini, hatta çoğunlukla bu savaş­ lardan galip çıktıklarını görm ekteyiz. Bu duru­ mun nedeni ayn bir araştırma konusu olm akla birlikte, kısaca da olsa izahını yapm ak gerekiyor. Köleci, feodal topluluklarla, barbar ilkel kom ü­ nal topluluklar girdikleri savaşları n ed en kaza­ nabiliyorlar? Bilindiği gibi kapitalizm öncesi üretici güçlerin, başta da tekniğin gelişimi ç o k yavaştır. Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içinde yaşadıklan sosyal düzenin şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılmasındaki rolü tayin edici olmaktadır. Bu aşamanın sınıflı to p ­ lumlann da savaş tekniği ok, yay, kılıç-kalkan, gürz, mancınık vb. dir. En gelişkin sınıflı toplumlarda dahi henüz bunu aşabilen bir teknikten bah­ setm ek mümkün değildir. Bu d ö n em d e Çin’de barut icat edilmiş olsa da, henüz savaş tekniğinrnd e kullanılacak kadar geliştirilmemiş veya savaş tekniği içine katılmamıştır. Sınıflı toplumların bu teknik düzeyini, barbar toplumlann öğrenebilm e­ si o toplumlarla çeşitli değişim ilişkileri içinde o l­ duklarından veya sınıflı toplumlann, barbar to p ­ lumlar içinde kurduklan kolonilerden temin e d e ­ bilmeleri pek zor olmamıştır. B öylece barbar to p ­ lumlar gerek m übadele, gerek kendi üretm ele­ riyle en girişkin sınıflı toplum un savaş tekniğine sahip olmuşlardır. A n ca k bu tekniği geliştirm e­ leri de söz konusu olmamıştır. Burada ancak savaş tekniğinin eşitliğinden bahsedilebilir. Savaş tekniği eşit olduğuna göre, barbarların sınıflı toplum larla giriştikleri savaşla­ rı kazanm alanna neden olan başka bir etkenin bulunması gerekiyor. Bu etken, barbar insanı içinde yaşayıp şekillendiren sosyal düzendir d e ­ sek pek yanılmış olm ayız. Sınıflı toplumlar, ala­ bildiğine ezen ve ezilenler tem elinde parçalan­ mış v e iç çatışmalarla birbirine düşmüş, entrika­ ların v e zulmün pen çelerinde debelenir bir d u ­

rumu yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplum lar ilkel de olsa sosyalizmin, eşitlik, kan tem elinde d e olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar. Böyıesi d j zem inde insan unsuru savaşta olumlu roller oynayabilecek, yiğitlik, dürüstlük, kardeş­ lik, kollektif aksiyon gibi özellikleri temsil etmekte, topyekün bir halk olarak, sınıflı t o p lu m u n düzenli ordulanna saldırmakta, tarihsel açıdan ileriyi tem ­ sil ed en bu toplum un ordularını yenm ekte, ç o ­ ğunlukla o toplum un ve ülkenin ezilen halkının içten desteğiyle zafere ulaşmaktadırlar. Barbar toplumlar, böyle bir sonuca ulaştıktan sonra fet­ hettikleri ülkenin gelenekleriyle kendi gelenek ve göreneklerini kaynaştırmakta, fakat daha sonralan, zaptettikleri bu ülke ve toplum un g e le n e ­ ğini, dinini, hatta kültürünü, sınıflara ayrışma, pa­ ra; yazı, d evlet kurma gibi sınıflı toplum un tüm özelliklerini almaktadırlar. Bunun nedeni kendi­ lerinin temsil ettiği toplum sal düzenden, feth et­ tikleri sınıflı toplum düzeninin tarihsel açıdan da­ ha ileriyi temsil etmesidir. B öylece tarihte en çok sözü edilen galiplerin mağlubiyeti durumu ortaya çıkmakta, tarihin ileriye doğru akışı durm adığı gibi, barbarlann da tarihin bu yörüngesi içine ç e ­ kilişi söz konusu olmaktadır. Savaş anlam ında zafer kazanan barbarlar, böylece yendikleri sınıflı m edeniyet toplumunun din, ideoloji, kültür, dev­ let vb. kurumlan karşısında yenik düşmekte, o n ­ ların din ve ideolojisyle, devlet aygıtıyla y e ­ niden örgütlenm ekte, yıktıklan d evlet ve dü ze­ ni rönesansa uğratıp, barbar aşısı yapsalar da sü­ reç içinde yeniden o d evlet ve düzeni diriltmek­ tedirler. Bu savaş ve sonuçlan ayni zam anda il­ kel kom ünal toplum lann bu şekliyle sınıflı to p ­ luma geçişlerinin bir biçim de olmaktadır. İlkel sosyalist (barbar) toplum dan sınıflı toplum a bu biçimde geçenler daha çok ortabarbarhk aşama­ sındaki ilkel sosyalist (barbar) topluımardır. Bu toplum lann üretim tem eli Ç oban ekonom isi dü­ zeyinde olup, henüz yerleşiklik aşamasına g e ç e ­ memişlerdir. Yani g öçe r toplumlardır. Tarihte Osmanlılar diye anılan toplum un ç e ­ kirdeğini, orta barbarlık aşamasındaki kayı b o ­ yu (aşireti) oluşturmaktadır. O sm an B e y ’in baş­ kanlığında 4 0 0 atlı g ö çe r kabile biçim inde H o ­ rasan’dan A n ad olu ’ya geçen Osm anlı Kayı b o ­ yu yukarıda özet bir biçim de anlatm aya çalıştı­ ğım ız etkenlerin rolüyle ve daha çok da, Selçuk­ lu, Bizans derebey (Feodalite) parçalanmışlığı ve her derebeyliğin iç çelişkilerle alabildiğine zayıf­ ladığı koşullarda süratle Anadulu’yu fethedilmiş­ tir. Bu arada, A n ad olu ’da gelişen fetihler zinci­ rine İstanbul’un fethi bir anlam da eklenen son halka olmuştur. Osmanlılar buradan batıya ve d o ğu ya yeni fetih savaşları geliştirmiş d e olsalar fethettikleri, Bizans’ın kendilerini fethetm esiyle bir dönüşüm e uğramışlardır. Esas itibariyle Osmanlı toplum unun yerleşik devlet düzeninin, m erkezi fe o d a l bir karakter kazanmasının İstan­ bul'un fethiyle kesinlik kazandığını söyleyebiliriz. İstanbul'un fethi aynı zam anda buradaki kültür hâzinelerinin batıya aktanlmasına neden olm uş­ tur. V e batıda rönesans (yenileşm e) çağını baş­ latmıştır. Batı A vrupa, bundan sonraki süreçte m uaz­ zam bir ilerlem e ve kapitalizmin doğm asıyla bir­ likte görülm em iş bir boyutta gelişm e içine girer­ ken, Osmanlı toplum düzeni, tefeci-bezirgân iliş­ kileri ve m erkezi fe o d a l yapıyı güçlendirerek bu gelişim e kendini kapamış, süreç içinde d e ön ce duraklama ardından da çöküş dönem ine girmiş­ tir. Dış görünüşte Bizans’ı feth eden Osmanlılar, özünde ise o gün için kendilerinden tarihsel o la­ rak daha ileriyi temsil ed en Bizans’a ruhları ve beyinleriyle teslim olm ak zorunda kalmışlardır. Onlar Bizans’ın çöküşüne son bir kılıç darbesi vu­ rurken aynı zam anda kendilerinin d e çöküş ve dağılış sürecini başlatmış oldular. Osmanlılar b öy­ lece fedolitenin zirvesine ulaşırken, batı ise ka­ pitalist toplum düzenine geçişin, bu anlamda g e ­ lişmenin öngünlerinde bulunuyordu. Kapitalizm d o ğu p geliştikten sonra ise feodalizm in kapita­ lizm karşısındaki durumu, güneşin yakıcı ısısı kar­ şısında kar ve buz tepeciklerinin durumundan farksızdı. Antika tarihte, savaşlar, sınıflar toplum dan sı­ nıflı toplum a geçiş sadece yukarıda anlatmaya çalıştığımız biçimde gerçekleşm em ekte binbir ç e ­ şitlilik taşımaktadır. Orta barbarlık aşam asında­ ki toplumların, sınıflı m ed en iyet toplum larıyla yaptıkları savaşlar yoluyla sınıflı toplum a geçiş­ leri bunların sadece bir çeşidi olmaktadır. Savaş anlamında, köleci ve feodal devletlerin kendi ara­ larında, e g e m e n sınıflar arası çelişkilerden kay­ naklanan, daha çok köle ve a rt ürüne sahip o l­ mayı hedefleyen binlerce savaşı yaşanmıştır. Y in e

ek on om ik tem eli ziraat olan, yerleşik kent y a ­ şam ına geçm iş, am a henüz sınıf, para, yazı ve devletin doğm adığı, ö zel mülkiyetin ortaya çık­ m adığı barbarlığın üst aşamasındaki toplum lar­ la, öteki sınıflı toplumlar arasında yapılan savaş­ larda, çoğunlukla yukarı barbarlık aşam asında­ ki toplum lar kazanmaktadır. Yalnız bu savaşla­ rın sonucunda, yukan barbar toplumların g eli­ şim düzeyi, sınıflı kent toplum larında pek yeri olm adığından, burada fethedilen m edeniyetin rönesansa uğratılması söz konusu olm am akta, yukan barbar toplum , yeni bir m edeniyet-sınıflı toplum kurabilmektedir. İslam, Hint, Çin, Mısır vb. m edeniyetler böylesi toplumlar arasında çık­ mış savaşlann sonucunda kurulmuş orijinal m e ­ deniyetlerdir.

Sınıflı toplumlar, alabildiğin e ezen ve ezilen ler tem elind e parçalanm ış ve iç çatışm alarla birbirine düşm üş, entrikaların ve zulm ün p en çe le rin d e d e b e le n ir b ir durum u yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplum lar ilkel d e olsa sosyalizmin, eşitlik, kan tem elind e de olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar.

Kapitalizmin ön ce İngiltere, ardından tüm kı­ ta A vrupa’sında yayılması anlam ına gelen d e v ­ rimci savaşlar 16-17 yy.’dan itibaren insanlığın gündem ine girmiştir. 1789 Fransa’sında, Büyük ya da Ulu devrim olarak nitelenen iç savaş ve N apoleoriun kıta Avrupa’sına kapitalizmi yaymak için giriştiği savaşlar d ö n em i itibariyle feod a liz­ m i ta s v iy e y e y ö n e le n ilerici savaşlardır. 1830-1848 yıllarında emekçilerin Batı Avrupa1 da geliştirdiği savaşlar devrim ci-ilerici bir ö z ta­ şımaktadır. Proletaryanın büyük öğretm eni F. Engels eld e silah bu savaşlara katılmıştır. Y in e A m erika’da, kuzey-güney savaşı ismini alan A m erikan iç savaşı, dönem in, feodalizm i, k ö le­ lik, kalıntılannı tasfiyeyi hedefleyen ilerici sava­ şıdır. Savaş sonucu toprak reformu yapılmış k ö­ lecilik kalıntıları ve feodalizm tasfiye edilmiştir. Proletaryanın devrim ci iktidannın ilk örneği o l­ ması itibariyle 1871 Paris komünü ve Fransız bur­ juvazisiyle - proletarya arasında bu tarihte süren savaş, bu dönem in, ezilen sınıflann, devrimci sa­ vaşı ve iktidarı olm ası açısından büyük tarihsel ö n e m e sahiptir. Osmanlı despotizmine karşı, işgal edilmiş alan­ lardaki, başta Balkanlardaki halklarca, 19. yüz­ yıl boyunca gerçekleştirilen ayaklanm alar bu halkların ulusal kimliklerini kazanmalarını sağ­ layan haklı ve ilerici başkaldın savaşlarıdır. G e ­ ne Çarlık Rusya’sındaki halklarca aynı tarihsel sü­ reçte Ç ar despotizm ine karşı haklı ve meşru pek ço k savaş geliştirilmiştir. 19. y y ’İm sonlarından itibaren, kapitalizmin, em peryalizm aşamasına vardığı d ö n em d ek i sa­ vaşlar; emperyalist paylaşım savaşlan ismiyle ta­ rihe geçmiştir. Çoğunlukla em peryalist d e vle t­ ler arasında ideoloji ve politikada pek bir aynlık olm asa da aynı sosyal sınıf tem eline dayanan egem en sınıf veya zümreler arası savaşlar yaşan­ mıştır. Y in e bu d ö n e m d e kapitalist-emperyalist devletler, dünyamızın geniş bir alanını kaplayan gelişm e düzeyi düşük A sya, A frika ve Latin A m erika halklanna yönelik söm ü rge savaşları­ nı geliştirmişlerdir. Bu savaşlarda halklar kapi­ talist söm ürgeciliğe karşı direnmişler, am a to p ­ lumsal yapının çok geri ve eldeki olanaklann çok kıt olm ası neden iyle ülkelerinin kapitalizmin sö ­ m ürgeleri haline gelm esini en gelleyem em işler­ dir. Sonuçta yeraltı, yerüstü, insan vb. tüm d e ­ ğerleri em peryalizm in sömürü ve talanına m a­ ruz kalmıştır. Emperyalist-kapitalist devletler bu savaşlan, geri hatta vahşi diye niteledikleri halk­ lara m edeniyeti götürm e adı altında sürdürdü­ ler. Elbetteki gerçek neden bu değildir. Kapita­ lizmin bu savaşlardaki gerçek am acı halkları sö­ mürmek ve bu sömürüye karşı başkaldınlannı ez­ mektir. B öylece m etropollerdeki sanayii daha kârlı bir biçimde işletmektir. Ucuz ham m adde ve iş gücü ise söm ü rgelerde fazlasiyle mevcuttur. Ö zetle söm ürge savaşlan, kapitalizmin daha çok


kâr hırsının geri halklara silahta, savaşla dayatıl­ mağıdır. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve özellikle Batı A v ­ rupa’da, Alm an emperyalizminin başlangıçta ka­ pitalizme geç geçm esi yüzünden daha sonralarda ulaştığı gelişkinlik düzeyine uygun olm ayan sö­ m ürge azlığı, yani söm ürgeleri yenid en paylaş­ mak isteği içine düştüğü ekonom ik krizler, aynı sosyal düzen, rejim içinde olan öteki kapitalistcm peryalist ülkelerle A lm an ya’yı savaşa g irm e­ ye zorlamıştır. Emperyalist kapitalizmin insanlı­ ğı sürüklediği, o gün e kadarki insanlık tarihi.bo­ yunca karşılaşılmayan boyuttaki en kanlı boğuş­ ması olan I. Emperyalist Evren savaşı bu n eden ­ lerle ortaya çıkmıştır. “M esela Ingiltere ve Alm anya aynı rejime bağ-

Savaşta en m uazzam fedakârlıklar cepheye sürüklenen alt tabaka halka düşer. O nlar dövüşürler, o nlar ölürler, sakatlanırlar. G eride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarlalarını dükkânlarını yok pahasına üst sınıflara kaptırırlar. A lt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıflar birden bire m eşhur HARP ZE N G İN İ kesilirler." Iıdırlar. H er iki tarafta da aynı F İN A N S K A P İT A L İZ M herşeye üstündür. İki tarafın ağız­ larına bakılsa, onlar birtakım sosyal idealler u ğ­ runa savaştıklannı ilan ederler. 1914-1918 Birinci C ih a n Savaşı da İngilizler v e Fransızlar “dem okrasi" adına müstebit A lm an militarizmi­ ni yıkm ak için dövüştükleini söylediler. Oysa, Hürriyetçi geçinen bu istibdat düşmanı em p er­ yalistlerin en büyük ayrılıklı asker kuvvetleri Çar idi hepsi de Çar ordularıyla kendi azgın milita­ rizmlerini kaynaştırarak boğuştular. Alm anlar ise, hakarete uğrayan Avusturya İm paratorluğunu İngiliz, Fransız em peryalizm inin kışkırtmalarına karşı korumaktan söz açtılar. Esas dava, her iki taraf emperyalistlerinin zamanla, kuvvet d e n g e­ leri değiştiği için dünyayı yeniden söm ürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşm ak istem elerin­ den ileri geldi." (A y) Egem en sınıflann, savaşın içine sürüklediği kit­ lelere, savaşın gerçek nedenini açıklam ayacağı­ nı daha ön ce söylemiştik. I. Dünya Savaşı’nm da nedeni emperyalistlerin “dünyayı yeniden sö­ m ürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşmak, is te m e le r i” o lm a s ın a r a ğ m e n kapitalistem peryalist devletler kitleleri savaş m ezbahası­ na sürebilmek için sahte nedenler, ortaya atmış­ lardır, hatta bu dönem in sosyalistlerinin önem li bir bölümünü, kendi demogojilerinin savunucusu haline getirebilmişlerdir. II. Enternasyonal par­ tileri “Anayurdun savunulması” adı altında bur­ juva parlam entolarında savaş kredileri lehinde o y kullanarak sosyal-şöven bir tutuma girmişler ve uluslararası proletarya davasına ihanet etm iş­ lerdir. Halbuki aynı d ö n em d e bolşeviklerin ve onların önderi Lenin’in bu savaş karşısındaki du­ rumu açık ve nettir. Bolşevikler bu savaşta, sa­ vaşa katılan ülkelerin işçi ve emekçilerinin, taraf olamayacağını, bu savaşın emperyalistlerarası çı­ kar çelişkilerinden kaynaklanan haksız bir savaş olduğunu vurgulamışlardır. Ardından savaşa ka­ tılan tüm ülkelerin işçi ve em ekçilerinin silahlannı kendi sömürücü burjuvalanna çevirmeleri g e ­ rektiğini, kitlelere açlık, yokluk ve ölüm getire­ cek bu savaştan, buna neden olan em peryalist burjuvazinin iktidarına son verilerek kurtulunabileceğini açıklamışlardır. Bolşeviklerin haksız emperyalist savaşa bu biçimde yaklaşmaları, sa­ vaş karşıtı propagandaları, ardından da devrimci iç savaşı geliştirebilmeleri, insanlık için adeta yeni bir çağın, sosyalizm çağının açılmasını getirm iş­ tir. Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın devrim den kur­ tulmak için kendini savaşın kollarına atmasını, öteki ikinci Enternasyonal partilerden farklı o la ­ rak devrim ci savaşın geliştirebileceği bir olan a­ ğa dönüştürebilmıştir. II. Enternasyonal parti­ leri, başta da Alm an Sosyal Dem okrat Partisi, nicel güç ve deneyim olarak, Bolşeviklerden o l­ dukça gelişkin bir partiyken savaş karşısında d e v­ rimci bir tutum takmam adığı için, savaşın kızgın

ortam ında adeta erimiştir. Savaşın sonlannda Spartakistler Alm anya'da bir ayaklanm a gerçek­ leşirse d e bu ayaklanm a başarıya ulaşamamış­ tır. Bu başansızlıkta, A lm a n sosyalistlerinin baş­ langıçta, A lm a n em ekçi halkının savaş m ezba­ hasına sürülmesine neden olan sosyal-şöven tu­ tumlarının rolü büyüktür “Savaş onu icat eden ve yaptıranlardan pek az fedakârlık ve kurban ister. D aha doğrusu savaş onu yaptıranların fe ­ dakârlığını ve kurban gitm elerini ön lem ek için yapılır. Savaş yaptıranlar, olsa olsa daha kârlı bulduklan bir işe sermaye yatırdıkları gibi, zafere ka­ dar savaş masraflarını, savaş rizikolannı g öze alır­ lar. H er zam an ve her yerde savaşa sebep olan­ lar, savaşı kazançlı buldukları için savaş isteyen sınıflardır” “M esela m odern savaşlar cihan pazarlarını ve servet kaynaklarım çeşitli kapitalist ülkeler ara­ sında yeniden paylaşm ak için yapılır. Bununla birlikte, savaş, sırasında fedakârlığı yapanlar as­ lında kapitalistler değildirler. Tam tersine, kapi­ talistler savaşın getirdiği kıtlık yüzünden stok mal­ larını bol bol sürümlerler. Büyük kitlelere ve her­ kes can kaygusuna düştüğü için, müthiş yükse­ len hayat pahalılığı ön ü n d e boyun eğer. K api­ talistler o sayede eskisine nazaran beş on misli fazla kâr toplarlar. Ayrıca hatır gönül, rüşvet ilti­ masla kendilerini ve oğullarını kayırtırlar, savaş ateşine atılmaktan tatlı canlarını kurtarmanın y o ­ lunu bulurlar. Savaşta en m uazzam fedakârlık­ lar cep h ey e sürüklenen alt tabaka halka düşer. Onlar dövüşürler, onlar ölürler, sakatlanırlar. G e ­ ride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarlalannı dükkânlannı yok pahasına üst sınıflara kap­ tırırlar. A lt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıf­ lar birden bire m eşhur H A R P Z E N G İN İ kesilir­ ler.” (ay. s. 15) Savaş ile kitleler arasındaki ilişki bu kadar net­ ken, sosyalistler nasıl olu yor da bu denli büyük tarihsel hatalar işleyebiliyorlar? H bette bu hata veya proletaryaya ihanetin derin tarihsel, sosyo ekonom ik nedenleri vardır. En baştan da sömür­ g e çapullarından sağlanan muazzam kârlardan, pay ayrılarak işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir züm ­ re, işçi aristokrasisinin yaratılması ve bu züm re­ nin sosyalist geçinerek proletarya hareketinin ön ­ derliğini ele geçirm esi, proletarya davasına kar­ şı işlenen bu tarihsel ihanetin tem elini oluştur­ maktadır. Tarihte, eg e m e n sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden dolayı çıkardıktan tüm haksız savaşların diğer bir yüzü de içteki krizi dışa ak­ tarmaktır. B öyle olm akla birlikte, savaşa karşı ta­ kınılacak devrim ci bir tutum, savaşın Bolşevik Devrim örneğinde görüldüğü gibi, devrimin obejektif koşulu olarak işlemesini de m üm kün kılı­ yor. Kapitalizm öncesi ve sonrası eg e m e n sınıf­ ların çıkardığı tüm haksız savaşlarda kitle alt bi­ lincinde, kendiliğinden, savaşa neden olan y ö ­ neticilere ve egem en sınıflara karşı muazzam nef-

H iç şüphesiz ki savaşlar tarihi içinde, sonuç­ lan bakım ından insanlık acısından en yıkıcı o la ­ nı II. D ünya Savaşı’dır. I. Dünya Savaşı’nın ar­ dından yaşanan ve çok kısa süren barış ve re­ fah dönem inden sonra emperyalizm 1930’lu yıl­ ların başından itibaren büyük bir krize girdi. Bu yıllarda, S ovyetlerde, Sosyalizm eski rejim ka­ lıntılarına son bir darbe d e indirerek gelişip, sağ­ lamlaşırken, kapitalist em peryalist dünyada iş­ letm eler kapanıyor, iflaslar birbirini kovalıyor ve işsizlik-yoksulluk görülm em iş boyutlara varıyor­ du. Emperyalist dünya bu krizden ve gelişen sos­ yalizm den kurtulabilmenin tek yolunu yeni bir dünya savaşı çıkarmakta görüyordu. V e bu sa­ vaş çılgınlığına insanlığı sürükleyebilecek Alm an Finans-Kapitali, öz ideolojisi nazizmi ve önderi Hitler’i bulunmakta gecikm edi. A lm a n ya ’nın I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış olması ve I. Dünya S avaşından A lm an em peryalizm inin is­ tediğini eld e ed em em iş olması, onu, öteki em peryalist ülkelerle ve sosyalizm le bir hesap­ laşma içine girm eye zorluyordu. “1939 İkinci Cihan H arbinde İngilizler Alm an faşizmini, Almanlar iki yüzlü demokrasilerin dün­ yayı söm üren plütokratlarını yeryüzünden kal­ dırmak için dövüştüklerine yemin ettiler. Gerçek­ te işler bambaşka idi. A lm an faşizmini altan alta besleyip büyüten finans kapitali; A m erikan kellog planları A lm an ya’da yetiştirdi. A lm a n faşiz­ mini ilk defa silahlandıran İngiliz kapitalizmi ve siyaseti oldu. Faşizm yeryüzüne A lm a n Plütokrasisinin en berbat tekelci soygununu yaym ak ve dünyayı zaptedip insanlığı binyıl Nazi kölesi ha­ line getirm ek planıyla saldırıya geçti. Esas dava I. Cihan Savaşı’yla paylaşılmamış kozları II. C i­ han Savaşı ile yeniden paylaşmaktı.” (ay. s. 13) II. Dünya Savaşı başlangıçta güya dem okrat geçinen İngiltere, Am erika gibi em peryalist d e v­ letlerle, faşist Alm anya arasında patlamıştır. A m a savaşın süresi uzadıkça esas hedefin sosyalizm olduğu d * ortaya çıkmıştır. Hitler faşizmi, baş­ ta, Fransız finans kapitaliyle açık öteki em p er­ yalist ülkelerle ise dolaylı ve gizli pek ç ok anlaş­ m ayla esas savaş gücünü S ovyetler Birliği üze­ rine sevketmiştir. Bu yüzden savaşın nihai so­ nucu S ovyetler’deki ce p h e d e alınmıştır. S o v y et halkının tarihte eşi görülm em iş boyuttaki kah­ ramanlık ve direnişi, savaş başlangıcında işlenen hataları telafi edebilm iş ve zaferi sosyalizm ka­ zanmıştır. Bu d ö n em d e sosyalizm içinde Troçkizm 1. Dünya Savaşı’nda II. Enternasyonal oportünistlerinin oynadığı role benzer bir rolü tersten oynam ak istemişse de bundan başarılı olamamıştır. Günüm üzde Sovyetlerde o dönem yaşananlarla ilgili yoğun bir tartışma sürdürülü­ yor. Hiç şüphesiz Lenin’inde belirtiği gibi Stalin’in “kaba ve hoyrat kimi uygulamalarının” bu d ö ­ nem de de yaşanmış olması mümkündür. N e var ki Stalin’in, işlenen hataların boyutu ne olursa olsun, sosyalist anavatanın savunulması, savaşı

N itekim 1. Dünya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin em ekçi halklarının b ilin cin d e böylesl tarihsel kopuşm alara zem in hazırlamıştır. K itleler b u savaşların, haksız b ir savaş olduğunu sezebilm işler ve sonuçlarının kendileri acısından ne büyük yıkım lar getirdiğini görmüşlerdir.

ret ve tepkiler birikir. E gem en sınıfların çıkartığı bu savaşlar, hatta denebilir ki, savaşın n ed en le­ ri iyi aydınlatılabilir, em ekçi kitlelerin bilinç altı tepkilerini bilince çıkartmaları sağlanabilirse, emekçi kitlelere egem en sınıflann devleti arasında tarihsel kopuşmalar yaratılabilir. Nitekim 1. Dün­ ya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin em ekçi halklarının bilincinde böylesi tarihsel kopuşm a­ lara zem in hazırlamıştır. Kitleler bu savaşların, haksız bir savaş olduğunu sezebilmişler ve so ­ nuçlarının kendileri acısından ne büyük yıkım ­ lar getirdiğini görmüşlerdir.

zafere ulaştırmak için gösterdiği kararlılık ve sağ­ lamlığın zaferin kazanılmasında payı büyüktür. Bu anlam da Sosyalizmle, faşizm arasında b oca ­ layan hatta İspanya iç savaşında, Halk C ephesi hükümetinin ön d e gelen önderlerini uçak sal­ dırıları sırasındaki karartmalardan faydalanarak öldüren Troçkistlerle, Stalinizmin tarihin o kesi­ tinde oynadıkları rolü mukayese bile etm ek m üm kün değildir. Sovyetler, Batı cephesinde Faşist Hitler ordu­ larını bozguna uğrattıktan sonra D oğu C e p h e ­ sinde Japon militarizmine ağır darbeler indire-


"YENİ C O Z U M "U DÜRÜST DAVRANMAYA DAVET EDİYORUZ Basın özgürlüğü sorunu, son ayla­ rın en önem li sorunu haline geldi. Bir çok bakımdan özgürlüklerin kısıtlandı­ ğı, insan haklarına saygı duyulm ayan işkencenin bir uygulam a haline getiril­ diği bir ortam da doğru bir m ücadele rotasını belirlem ek son d erece ön em arzediyor. Basının önem li bir görevinin gen el özgürlükler ve insan hakları m eselesi­ ne doğru bir yaklaşım getirmek ve top ­ lumu bu konuda aydınlatmak olduğu açık bir durumdur. A n cak basının bu görevini yerine getirm esi için, herşeyden ön ce özgürlüğünü kazanma m ü­ cadelesi verm esi gerektiği de bir o ka­ dar açık. Tabii ki, basının sadece ken­ disine yönelik uygulamalarla, kendisi­ ni sınırlaması gerektiği ve gen el özgür­ lükler sorununa da ciddi olarak yak­ laşması gerektiği önem li bir husustur. Bu durumda, gen el özgürlükler ve basın özgürlüğü için verilen m ü cade­ leyi biribirinden ayırmak mümkün d e ­ ğildir. Zaten birisini tek başına sağla­ mak da olanaklı değildir. Bu her iki hu­ sus etle tırnak gibi birbirine sıkısıkıya bağlı olan hususlardır. Bu açıdan biz sürekli olarak özgür­ lük ve insan haklarını, onurlu yaşamı korum a m ü cadelesinden yana olduk. Elimizden geldiği kadar da bunun sa­ vaşımını verdik, bundan sonra da v e ­ receğiz. Kısa da olsa pratik yaşamımız bu konuda bir kanıttır. S on aylar içerisinde yoğunlaşan “Sosyalist Basın Susturulamaz” kam ­ panyası çerçevesin deki gelişm eleri değerlendiren Yeni Ç özüm dergisi, es­ kiden çok bildiğimiz ve hiçbir zaman tasvip etm ediğim iz yaklaşımları yen i­ den canlandırm a hastalığına tutulma­ ya başlamıştır. Aslında, bu sorun sade­ ce Yeni Çözümle ait de olmayıp, gen el­ d e bir çok dergiyi d e içine alan hasta­ lık boyutuna ulaştı. Bugünkü m evcut koşullar içerisinde kendisini sosyalist olarak adlandıran bir ço k dergi yayın hayatında bulunuyor. V e bütün bu dergilerinde kendilerine ait şu veya bu görüşleri var. Kendisin­ ce doğru bulduğu konularda yazıyor ve bu konuda bir uğraş veriyorlar. B u­ raya kadar kimsenin kim seye d iy ece­ ği bir şey yok. Ancak, iş burada kal­ mayıp, daha farklı boyutlara dönüştü­ ğü n d e , ortalığı bulandırm ak isteyenler

çıktığında bunlara karşı sessiz kalınma­ yacağını da herkes biliyor. Bizce dü­ rüstlük her şeyden önemlidir. Bunu herkesten bekleyen bir tutumun sahi­ bi d e değiliz. A m a en azından dürüst davranmalannı beklediğimiz, um duğu­ muz bazılarından, bu konuda gerçek ­ leri hiçbir kariyerist tutuma girm eden yazmalannı isteme hakkını da kendimiz­ de görüyoruz. Bu husus sosyalist ba­ sının dayanışmasını geliştirmek ve bir­ liğini daha da ileri götürm ek için ön em arzediyor. Eğer bugün bizler ayrı dergiler o la ­ rak varlığımızı sürdürüyorsak, m evcut dergilerden farklı düşündüğümüz yö n ­ lerin olmasındandır. Biz inandığımız ve kanıtlanmış olan gerçekleri toplum a m aletm ek için uğraş veriyoruz. Bunun da en iyisini yapm aya çalışıyoruz. B u­ nu yaparken d e her türlü faydacı yak­ laşımdan arınmış, halkın çıkarlarını te­ m el alan ve doğruları savunan bir y a ­ pıda hareket ediyoruz. Bunun için de basit ve solun ezeli hastalığı olan “h o ­ roz dövüşü” misali karşılıklı olarak bir­ birini gagalam alardan ısrarla uzak dur­ duk ve bundan sonra da uzak duraca­ ğız. İşte Yeni Ç özü m ’ün yapm ak istedi­ ği de bizi bu noktaya çekmektir. Bir ha­ reketi, eylem i doğru bulm am ız için İl­ lâki bizim içinde oİm am ız gerekir, di­ ye bir sakat m antığım ız yoktur. Biz ya ­ pılanların tarihselliğine ve güncelde halkımızın çıkarına uyup uym adığına bakar ve öyle yargıda bulunuruz. D o ğ ­ ru tutumun kendisi de budur. M ark­ sizm Leninizm’d e bunu böyle öngörür. V e bu, bilimsel olarak da kanıtlanmış bir doğrudur. İşte, solun ezeli yarası bir kez daha burada kanam aya başlıyor. Kendisini pir-i pak, diğer herkesi ise o meşhur sıfatları ile sö ylersek “oportinist, revizyonist” görüyor. Belki bu yakıştırmalan en başta kendileri için doğrudur. Çünkü olguların özü n e inm em ek, g ö ­ rüntülerle uğraşmakla, oportünizm in daniskasını uyguladıklarını düşünmüş olm aları gerekir. Y e n i Ç ö z ü m , “ S o s y a lis t basın susturulamaz” kampanyası ile ilgili ola­ rak bir ö zel sayı çıkarmış ve bu sayıda Toplumsal Diriliş ve Ç ağdaş YoFu eleş­ tiri konusu yapmış. Bizim tavrımızın doğruluğu bilindiğinden bu konuda

fazlaca bir şey söylem eyeceğiz. Y in e de arzu ederdik ki özel sayı tüm sos­ yalist basın üzerindeki uygulamalara değinm iş olsaydı. Dikkat çekm ek istediğimiz bir husus var ki, bu çok önemlidir. Ö zel sayının büyük bölümü, Yeni Çözüm ’ü aklama­ ya, diğer dergileri karalamaya ayrılmış. A ynı şeyleri Em eğin Bayrağı ve Yeni Demokrasi dergileri de yaptı. Hepsi de kendilerini aklıyor, diğerlerini karalıyor, eylem sürecince aralannda geçen olay­ ları sıralıyorlar. Eleştiriler hep “Biz şu­ nu yaptık, onlar şunu yaptı” mantığı üzerine kurulmuş ve çok bildiğimiz so­ lun didişmeci, kariyerist, faydacı dili tam anlam ıyla sayfalara yerleşmiş du­ rumda. Bu tür eleştiriler 12 Eylül ö n ­ cesinde d e çok yapıldı ve sol bundan zarar gördü. Devrim ci m ücadelenin ideolojik, politik bakımdan çok önem li sorunları dururken, bu tür basitliklerle uğraşmak, ancak sahiplerine zarar v e ­ rir. H e le ısrar edip bu konuyu aşmak istem em e kabul edilm ez. Biz böylesi tehlikeli bir gidişi sezin­ lediğim iz için, bu horoz dövüşü misali birbirini gagalam alara son verilmesini ve gerçek anlamda dürüst bir tutumun takınılmasını istiyoruz. Bu tür yön tem ­ ler, eski yaraları depreştirecek ve bu kez kangrene çevirecektir. A m a , eleş­ tirilerin yapılmasına ve bu eleştirilerin gerçek olm asına karşı değiliz. Eleştiri­ ler yürütülen çabalara güç verir nite­ likte olmalı. Bugün sosyalist basının önünde bu tür basit kavgalardan daha önem li sorun­ lar mevcuttur. Eğer yazılacaksa bu k o­ nuda yazılmalıdır. Eleştirilerin m uhte­ vası ise kariyerist, dar örgüt çıkarlannı aşm ayan bir m uhtevadan çok id e o lo ­ jik, politik yönlerde olmalıdır. A n cak bu tem elde, devrim ci basın görevini gerçekleştirir. Biz, bu tür olum suz ortam a girm e­ yeceğim iz gibi, elim izden geldiği kadar dürüst davrananları da buradan çek ­ m eye çalışacağız. Bunun için tüm sos­ yalist basını basitliklerden uzaklaşma­ ya, esas görevlere sahip çıkm aya çağm yoruz.

ÇAĞDAŞ YOL TOPLUMSAL DİRİLİŞ


ım

■\ - ■ i m i

m

i

it t iv s i

ııı

j u i . u ı r O O Y III I O İ T -

SAPTAMALARIN KÖKTEN DEĞİŞTİRİLMESİ GEREKİYOR Dilerseniz önce kitabınızın ana öğeleri­ ni, bu konuda yakaladığınız ana noktaları irdeleyelim. M. S. — Benim çalışmam aşağı yukarı 4-5 yıllık bir araştırmanın ürünü. Bu tür ça­ lışmalarda yazarın veya araştırmacının en önemli sorunu veri toplamak. Özellikle hol­ dinglere ilişkin verileri derleyebilmek kolay değil. Yani bu konuda, yazılı kaynak kuru­ luşlarına açık bir durum söz konusu değil. Bütün veriler ağırlıklı olarak holdinglerin kendi kaynaklanndan, kendi kaynak rapor­ larından, birtakım görüşmelerden sağlan­ dı. Dolayısıyla, bu verilerin üzerine inşa edildi. Şimdi o kitap iki ana bölümden olu­ şuyor. Birincisi Türkiye’de büyük sermaye gruplarının ortaya çıkışları ve bir anlamda Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin kısa bir tarihçesi bunlar. Türkiye’de sermaye, özel sermaye birikimi nasıl oluşuyor, ondan sonra bunların bugün vardıkları boyutlar nelerdir, bunlann oluşumunda devletin rolü ne oldu, devlet sermaye birikimi sürecine ne tür katkılar, teşviklerde bulundu bunun yanı sıra, bu kuruluşların bugünkü Türki­ ye ekonomisi içerisindeki yerlerinin boyut­ ları, tek ve sektörel düzeydeki hakimiyet­ leri, artı son yıllarda görülen dışa açılma, dış bağlantılar kurma süreci gibi bölümler var.

36

Ayrıca kitapta Türkiye’deki sermaye gruplarının dış bağlantıları ve yabancı ser­ maye ile olan ilişkileri ele almıyor. Bu şe­ kilde bir anatomik çalışma kitabın birinci bö­ lümü. İkinci bölümde tek tek Türkiye e k o­ nomisindeki hakim gruplann anatomisini ortaya koymak, bunların tek tek oluşum­ lar kendi birikim süreçleri ele almıyor. Bir­

birlerinden farklılıktan mümkün olduğu ka­ darıyla ortaya konulmaya çalışılıyor. B öy­ le bir; ikinci bölüm de tek tek gruplar üze­ rinde anatomik çalışmayı içeriyor. Ç. Y. — Yani Koç’un, Sabancı’nın yaşam hikâyeleri biçiminde. M. S. — Evet yani burada özellikle bu tür gruplann analitik incelemesinin şöyle bir yararı var: Yani Türkiye’de sınıf m ücadele­ si sadece em ek ile sermaye arasında olm u­ yor. Serm aye arasında da ciddi çatışmalar oluyor. Bunlar neyin kavgasını yapıyorlar? Ve nelerle uğraşıyorlar, nerelerde aynşıyorlar, aynşma gerekçeleri neler? Bu konula­ ra ışık tutabilmek amacıyla bunların ana­ tomik çalışmalarını verm ek gerekiyor. Her grup hangi sektörde, nerelerde çıkarlan ça­ tışıyor, ne tür örgütleniyorlar, ondan son­ ra buradaki iktidar kavgası nasıl oluyor? Bu da kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Ç. Y. — Evet, şimdi ben burada İstan­ bul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Atilla Bağrıaçık’m Türkiye pazar hakimiyeti’ adlı bir çalışmasından bahsetmek istiyorum. Türk­ iye’de tekellerin, m onopollerin, bazı piya­ sada oligopollerin egem en olduğu, bu ça­ lışmada ortaya konuyor. Ö yle ki birçok üründe bir firma yüzde 100’Iük kapasitey­ le tek söz sahibi durumunda. Bu çalışma sizin çalışmanızla bir ölçüde bütünleşiyor. Şimdi burada siz Koç, Sabancı ve Çuku­ rova Grubunu analiz ederken şöyle bir vur­ gu var: Özellikle 1930’lu yıllarda sermaye birikimin gelişme stili, gelişme tarzında mü­ teahhitlik gibi, bankacılık gibi ticaret gibi; esas anlamda finans, üretken olmayan alanlarda öne çıktığını bu alanlarda biriki­ min elde edildiğini getiriyorsunuz. Hatta orada ‘Ç ok tatlı kârlı alanlar vardı, o alan­ lara kayıldı’ demişsiniz. Şimdi burada biz özellikle şu tespite gidebilir miyiz? Türkiye! de özellikle Kurtuluş Savaşı’nda sınıfların kendi iç kesimlerini incelediğimizde bura­ da vurguncu ve asalak karakterde bir ser­ m aye yapılanması olduğunu ve bunun da esasen Türkiye’nin taa bugününe kadar damgasını vuran bir süreç yarattığını söy­ leyebilir miyiz? M. S. — Şimdi tabii, olay biraz o dönem ­ deki sermayenin yapabilirliği ve gücüyle il­ gili bir hadise. Şimdi o dönemlerde, bugü­ nün Koç’u, Sabancı’sı, Çukurova’sı gen el­ likle oluşum safhasındadır ve yapabildikleri daha çok devletin açmış olduğu sahalar­ da boy göstermek. Yani, işte savaştan çık­ mış bir Türkiye’yi, yeni kurulan bir başkent, ondan sonra burada geçerli olan birtakım iş alanları var. Müteahhitlik gibi. M üteah­ hitlik başlangıçta fcızla sermaye istemeyen sadece biraz organizasyon gerektiriyor. Bu alanlan yaratıyorlar ve buradan ilk birikim­ lerini sağlıyorlar. Bir kısmı; Çukurova’da ol­ duğu gibi Cumhuriyet öncesi dönem de fa­

aliyet gösteren azınlıklann elindeki birtakım işletmeleri devralıyorlar. Yine, bu devlet hi­ mayesiyle oluyor. Buradan da birikime baş­ lıyorlar. Bir kısmı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda olduğu gibi kamu ticaretiyle uğraşmayan, müteah­ hitliğe devam eden yavaş yavaş sanayicili­ ğe kayan bir alan. Dolayısıyla başlangıçta genellikle sermaye gerektirmeyen alanları doğallıkla tercih ediyorlar. Zaten yapabile­ cekleri onlar. Ç- Y. — Bir de daha çok kârlı alanlar bu alanlar olduğu için... M. S. — Kârlılık açısını. Bence bir kârlı­ lık tercihi değli, yapabilirlik açısı. Çünkü her dön em de sanıyorum sanayiin kârlılık ora­ nı daha yüksek olmuştur, yani o d önem ­ de tabii yani sanayi yatırım yapılabilecek, yapabilecek durumları olsa herhalde bu kârları sağlarlardı. A m a biraz da kârlılıktan ziyade yapabilirlikleriyle ilgili bir hadise... Ç. Y. — Y in e burada bir parantez açar­ sak. 30‘lardan sonra gümrüklerin yüksel­ tilmesiyle, dünya koşullarının baskısından biraz daha kurtulabilmek, söz konusu. Bu­ nunla sanayi yatırımlarının 30’lardan son­ ra hızla büyümesine tanık oluyoruz. M. S. — Yalnız 30’larla 50’ler arasında bunlar hâlâ sanayiye girmiyorlar. Onu gör­ m ek lazım. O d ön em de iç piyasanın sağ­ ladığı olanak mümkün olduğu kadar dev­ let ta rafın d an k u llan ılıyo r. Yani 1930-50’lerde bugünün gruplannın dişe do­ kunur, hatta sanayi girişimleri yok. Ö d ö­ nem de henüz sanayiye girmiyorlar bir ke­ re sanayi o anlamda cazip değil, onların bi­ rikimleri de sanayiye girm eye müsait d e­ ğil. Tersine, o dönemde birikim devlette olduğu için, devletin buna gücü yettiği için Sümerbank Etibank aracılığıyla devlet sanayiye soyu­ nuyor. Aslında büyük teşvikler veriyor bunlann sanayiye girmeleri için. Am a elde birikim yok bir kere. Artı ülkenin altyapısı, diğer finansal organizasyonu falan bunların sanayiye gir­ melerine elverişli değil. Dolayısıyla daha mar­ jinal sektörleri tercih ediyorlar. Müteahhit­ liği olsun, tüccarlığı olsun; ithalatçılığı vs... olsun, bunları tercih edip birikimlerini bu­ radan sağlamaya başlıyorlar. Bu ne zaman dönüşüyordu? 1950’lerde... Ç. Y. — Evet, orada 1930’lardan itiba­ ren başlayan sermaye birikimin bir sıçraması var. M. S. — Evet artık, 1950’lerde tabii Tür­ kiye kendi konumu, itibariyle uluslararası konumu itibariyle bir değişim geçiriyor. Artı uluslararası sermayenin kendi içinde bir de­ ğişimi var. II. Dünya Savaşı sonrası gelişen sanayileşme politikalan, uluslararası iş politikalan. Bu, Türkiye gibi ülkelerde özel ke­ simin yönelebileceği bir sanayiin teşvikini gündeme getiriyor. Dünya Bankası, IMF gi­ bi kuruluşların özellikle Türkiye’de o güne


kadar tüccar mahiyetinde olan kesimleri sa­ nayileştirme gibi girişimleri söz konusu. Bu noktadan itibaren işte Türkiye Sınai Kalkın­ ma Bankası’nın kurulması ve bu bankanın Türkiye’de o dönem e kadar tüccarlık yap­ mış ve bir sermaye birikimine ulaşmış ke­ simlerin sanayiyi yapma, onlann ekonom i içimdeki alanlannı genişletme ve tabii mümkün olduğu kadanyla yabancı serma­ ye ile işbirliği yapmayı geliştirir. Yoksa, sa­ nayiye geçiş esas olarak 50’ler sonrası d e ­ nilebilir. Ç. Y. — Peki, 1930 ile 50 arası serma­ ye birikimini biz Türkiye’nin esas kapitalist gelişim çizgisinde, iç dinamiklerin burada belirleyici bir anlamında ele alınabileceğini söylüyoruz. Yani o dönemdeki sermaye bi­ rikiminin belli bir sonucundadır ki ileride sa­ nayiye sıçrama yapılabilmiştir. Aynca bu dönem lerde özel sektörün de dahil oldu­ ğu pek çok yeni işletme kuruluyor. İstatis­ tikler bunu gösteriyor. M. S. — Elbette, yeni muhakkak 1930’larla 1950’li yıllara kadar bir serma­ ye birikimi süreci var. Buna yalnız devlet kapitalizmi öncülük ediyor bu dönem de. Ç. Y. — Onun koltuk değneği altında. M. S. — Evet, lokomotifliğini devlet sek­ törünün yaptığı bir kapitalist sermaye biri­ kimi süreci, kapitalistleşme süreci var. Bu süreç sonrası 1950’li yıllardan sonra sana­ yiye geçen özel sektörün, bugünkü hol­ dinglerin de bu kapitalistleşme süreci için­ de belli bir birikime ulaştıklannı söylem ek mümkün. Ç. Y. — İlk birikim 1930-50’li yıllardan sonra ve 50’lerde. Akbank kuruluyor, Y a ­ pı ve Kredi Bankası kuruluyor. Bunlar hep bu sermaye birikimin aktığı kanallar. M. S. — Tabii, belli bir noktaya ulaştık­ tan sonra bir sıçrama teşkil ediliyor, ban­ kalar kuruluyor, sanayiye yavaş yavaş g e ­ çişler başlıyor. Ç. Y. — O dön em e ilişkin bir vurgu da­ ha yapabilir miyiz? Şimdi bugünden gör­ düğümüz kadanyla, bir anahtar olarak dü­ şünsek bile bugünü sanayi ile bankalar ara­ sında o dönem klasik olarak ne sanayi ne de bankalar fonksiyonlannı yerine getiriyor­ lar. Örneğin İş Bankası’nın 24’den itibaren giderek sanayii finanse eder duruma gel­ mesi ve direkt onunla organik ilişkiye g e ç ­ mesi olayı var. Bu ki, sizin dediğiniz gibi ka­ pitalist anonim bir yapı. Örneğin son d ö ­ nem de belirlenen rakamlar İş Bankası’nm sanayi kuruluşlanna ortaklık anlamında yak­ laşık 210 milyar lirayla Türk bankacılık sis­ temi içinde birinci sırada yer aldığını gös­ teriyor. Burada Etibank, Sümerbank’m yanı sıra, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası, Pamukbank gibi bankalann da sivrilerek sa­ nayi kuruluşlanyla ortak olmaya başladıklannı ve sadece bu bankalann tüm banka­ cılık sisteminin sanayi kuruluşlanna ortak­ lıkta yüzde 80 lere varan bir pay aldıklannı görüyoruz. Buradan, sanayi ile bankacılık arasındaki organik ilişkinin temelinin yine 1930’lu dönem lerde atıldığını söyleyebilir miyiz? Tabii, orad^ bilerek bir teşvik var. Özel­ likle Batılı ülkelerdeki gelişinşfçok iyi bilin­ diği için organik ilişki o dönem ler m üda­ hale sonucunda da direkt kurulabiliyor. M. S. — Tabii orada Iş Bankası, entere­ san bir kuruluş. İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda toplanan mevduatla sana­ yiye yönelmesidir, hatta İş Bankası’na çe­ şitli imtiyazlar, tekeller de verildi. Bir şişe cam sektöründe tamamen bu kuruluşun yatırım yapılmasına izin verildi. Zaman za­ man kömür işletmelerinin devredilmesi, şe­ ker sanayinin kurulması. İş Bankası’na d oğ­ rudan bir teşvik veriliyor, amaç orada hem bankacılık yapmak am a daha çok da to p ­ ladığı mevduatla bir sanayileşme gerçekleş­

tirmesi. orada bilinçli bir tercih var. 1950’lerden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu hiçbir zaman tıkanmı­ yor. Yani onda da bankalann çeşitli biçim­ lerde sanayiyle işbirliği yapmalan söz ko­ nusu. 1950lerden sonra Akbank olsun, Pamukbank olsun sanayiyle kontaklan, yahut bankaların sanayi alanına girmelerine her­ hangi bir engel konulmuyor. Yani bu biraz teşvik de etmiyor belki, ama açık bırakıyor. Burada asolan sermaye birikimi olayı. Y a­ ni burada herhangi, bir sakınca da görülmü­ yor. Daha sonra, 1970’lerden sonra ban­ ka ile sanayinin çok iç içe geçm esi belli şi­ kâyetlere neden oluyor. Çünkü neden? Bankalar genelde topladıktan mevduatı kendi şirketlerine kullandınnca, diğer bankasız gruplar bundan rahatsız olm aya baş­ lıyorlar. Bu tabii belli sorunlar yaratıyor. Ç. Y. — Özellikle Murtaza Çelikel gibi­ leri. M. S. — Evet, ama getirilen bazı uygu­ lamaları kolaylıkla aşabiliyorlar, çeşitli m e­ kanizmalar bularak, yani hâlâ topladıkları kaynaklann önemli bir kısmını kendi iştirak­ lerine, yavru kuruluşlarına kullandırmak imkânını bulmaktalar. Şimdi bu dünyada da aslında böyle. Bunun önünde de her­ hangi bir kısıtlama düşünülmüyor. Dünya­ da da sermaye birikimin gelişimine bu bi­ rikimin hızlanması için genellikle bu olmuş bir doğal gelişim içinde. Daha sonra belli sınırlamalar getirilmiş ama bu sınırlamalann da çok şey olduklannı sanmıyorum. Y a­ ni sanayi sermayesiyle mali sermayenin kaynaşmışlığı dünya çapında da söz konu­ su... Ç. Y. — Sizin yönetiminizdeki dergiyi iz­ liyoruz. Kitabınızda da var. Günümüze gel­ diğimizde bir Sabancı’nın bir Koç’un ve di­ ğerlerinin yurtdışında bile yatmmlara yönel­ diğini görüyoruz. En son çok önemli bir gi­ rişimle Çukurova Grubu Avrupa’nın en bü­ yük boru fabrikasını alma girişiminde bu­ lundu. Burada, birçok uluslararası kuruluşlan ekarte ederek tam fabrikayı alacaktı ki sendikal konulardaki yaklaşımı nedeniyle diye belirtiliyor, fabrikaya sahip olamadı. Bunu satın aldı diye sayabiliriz yine de. Der­ ginizin geçen sayısında 1976-1987 yılları arasında yaklaşık 15 milyar dolar (24 tril­ yon liralık) bir sermaye kaçışı olduğunu ser­ giliyorsunuz. Başka örnekler de var. Tür­ kiye örneğin Afrika ülkelerine borç para ve­ rirken, bunlara Türk müteahhitlerine ihale verm e şartı getiriyor, bunu baskı unsuru olarak kullanıyor. Ya da örneğin Irak’a 3,8 milyar dolarlık kredili ihracat yapıyor, kre­ di açıyor. Bir başka örnek de Brezilya’dan verilebilir. Geçenlerde 120 milyar dolarlık borcunun 60 milyar dolannı erteletirken, A n gola’nın kendisine olan 70 milyon d o ­ larlık borcunu erteledi, üstelik 400 milyon dolarlık bir baraj ihalesi için kredi açtı. Bu­ rada şöyle bir oluşum mu var. Bizim gibi ülkeler Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezil­ ya gibi ülkeler artık dünyada bir h om ojen­ liğin özellikle üçüncü dünya ülkelerinde ol­ madığını gösteriyor. Gelişmiş kapitalist ül­ keler olarak adlandınlan ülkeler ile bizim gi­ bi ülkeler arasında belli bir farklılığa karşın, bizimle Afrika’nın bir çok ülkesi ve hatta bir çok Asya ülkesiyle fark var, uçurum var. Bir kopuşma var. Bir de bir taraftar, bir ser­ maye ihracı var. Tabii burada bir de buz­ dağı var, Aysberg var. İyi belirtiyorsunuz ki istatistikleri iyi bilemiyoruz. Bu 15 milyar dolar da büyük olasılıkla çeşitli spekülatif alanlara, ya da sabit sermaye yatmmlanna, örneğin hisse senedi alımlanna gidiyor. Bu­ rada acaba bu sermaye ihracı olayı özellikle diğer ülkeler için de geçerli olduğunu g ö ­ rüyoruz; bizim gibi ülkelerin serm aye ihra­ cının bir biçimi midir? M. S. — Tabii, bunun resim adı serma­

ye ihracıdır. Resmi kayıtlarda da sermaye ihracı olarak geçiyor. Bir kısmı hükümet­ ten izin alarak adıyla sanıyla dışanda bir şir­ ket kuruyorlar, bir kısmı para kaçırarak dı­ şarıda şirket kuruyorlar. Yani adına serma­ ye ihracı denilebilir ama, buradan nereye varıldığı önemli, yani şimdi sermaye ihracı kavramını nereye oturttuğumuza bağlı. Bu­ rada sermaye ihracı yapan bir ülke midir Türkiye? Evet, peki boyutu nedir? Boyutu gelişmiş kapitalist bir ülkenin boyutuyla kı­ yaslanabilecek dikkate değer bir sermaye ihracımıdır? Hayır. Ç. Y. — Burada şöyle bir parantez aça­ bilir miyiz. Şimdi özellikle Lenin’in em p er­ yalizmi tahlilinde vurguladığı bir nokta var. Şimdi, bir kapitalizmin dünya çapında den­ gesiz bir gelişimi söz konusudur, eşitsiz g e ­ lişimi sektörler arasında da, bölgeler ara­ sında da. Bir de şöyle bir olgu var. Lenirh in bir vurgusu var belirtmek istiyorum “Mali oligarşiler mevcut sermayeleri ve güçleri oranında dünyayı sömürürler”. Yani üstü-

1930-50’lerd e lo kom otifliğ ini devlet sektörünün yaptığı b ir kapitalist serm aye, b irikim i, kapitalistleşm e sü reci var: Bu süreç sonrası 19501i yıllardan sonra sanayiye geçen özel sektörün, b u gü nkü holdin glerin de bu kapitalistleşm e sü reci iç in d e b e lli b ir b irikim e ulaştıklarını sö ylem ek m üm kün.

ne yine basıyorum: Mevcut sermayeleri ve güçlerin oranında. Yani burada dünya ça­ pında bir paylaşım söz konusu. Ve Lenin1 in emperyalizmi tahlilinde ele aldığı dört te­ m el kriter var. Biri tekellerdir, ki em perya­ lizmin maddi zeminidir. İkincisi sermayenin ihracı, üçüncüsü uluslararası kapitalist bir­ liklerin kurulması ve dördüncüsü dünyanın paylaşılması. Şimdi buradan hareket etti­ ğimizde öncelikle Türkiye’de tekellerin maddi olgu olduğunu, hatta şimdilerde d e­ ğil çok önceleri olduğu ortaya çıkıyor. Bir de burada sermaye ihracı var çeşitli yollar­ la... Dediğiniz gibi bu belki ABD, Fransa ile karşılaştırdığınızda bu küçük kalabilir. Sizin kitabınızın adı Kırk Haramiler. Bizim Kırk Haramilerimizle A B D ’nin, İngiltere’nin Kırk Haramileri arasında bir karşılaştırma yap­ mak yanlış bir karşılaştırma, bir analojiyanlış bir benzerlik kurmak olm uyor mu? M. S. — Elbette yanlış. Elbette yanlış. Zaten Lenin’in sözünü ettiğiniz alıntısı ve di­ ğer şeyleri bütün gelişmiş kapitalist ülkele­ rin yapısı incelenerek türetilmiş kavramlar ve bunlar üzerinde, emperyalizmi anlatıyor. Yani aynı kategoriye Türkiye’ye sokmak mümkün değil, benim görüşüme göre. Türkiye’de tekeller var, Fransa’da var, Tür­ kiye’de sermaye ihracı var, Fransa’d a da var. Buradan çıkarak Türkiye emperyalistleşti dem ek bence yanlış. Ç. Y. — Bu soruyu şöyle açabilir miyiz? Banka-sanayi sermayesinin direkt, organik ilişkisinden bahsettik. Bunun, siz bizzat teş­ vik edildiğini söylediniz 24’lerde, yine 50’lerde aynı sürece geçildi. Burada yine hatırı sayılır, kendi çapında, hani Türkçede bir deyim var “Eti neyse budu o” örneği bir sermaye ihracı var. Belki dediğiniz gibi Ingiltere’nin, A B D ’nin yaptığı kadar değil. Y in e sizin derginizde yer alan bir araştırma­ da, finans uzmanlanndan Tuncay Artun kendi deneyim lerine dayanarak — Ki ken­ disi banka genel müdürlüğü ve diğer bir

37


çok alanda çalışmıştır— bir iddiası var: Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin bü­ yük bölümünün esasen Türk kökenli oldu­ ğunu belirtiyor. Burada bir sermaye kaçışı var ve dolaşımı var. Kaçış belki istikrarsız­ lıktan var, — doğal karakteri gereği— belki başka açılardan. A m a sonuçta sermaye en itici gücü olan kârlılık açısından kaçıyor, di­ ğer ülkelerde kâr bulabilmek için kaçıyor. Yani yastık altına atılmıyor, değerlen­ diriliyor. Buradan baktığımızda, tabloyu ta­ mamlamak amacıyla söylüyorum Türkiye1 de var olan olgular, Lenin’in emperyalizm ­ de tahlil ettiği koşullarla bütünleşiyor, yani üst üste düşüyor. Bunu Lenin, finanskapital olarak, mali-sermaye olarak adlandınyor, daha sonra onu mali oligarşi deyi­ miyle tamamlıyor, ekliyor. Acaba biz, biz­ de ve bizim gibi ülkelerde böyle bir sapta­ maya gidebilir miyiz? Biz gidebiliriz diyoruz. Finans-kapital artık elle tutulur bir olgu Türkiye’de. Nasıl ki artık tekeller yok dem ­ lemiyorsa, inkâr edilemiyorsa, banka-sanayi sermayesinin iç içe geçmişliği inkâr edile­ miyorsa, o zaman bu da bir olgu değil mi­ dir? M. S. — Olgu olarak doğru da, yalnız olgular birbirine benziyor diye ülkeleri ay­ nı kategoriye sokmak bana doğru gelm i­ yor. Am a olay sadece nicel bir gelişmişlik sının değil. Lenin’in oradaki soyutlama dü­ zeyleri başka bir am aca dönük, orada bir emperyalizm tahlili yapıyor, dolayısıyla bir­ takım politik sonuçlara da vanyor. A m a bü­ tün ana malzemesi gelişmiş kapitalist ülke­ lerin o andaki konumları. Şimdi, benzer ol­ gular Türkiye’de olgu düzeyinde var diye bir kıyaslama yapmak bana doğru gelm i­ yor. Çünkü yani bunlar zaten, Türkiye gi­ bi ülkeler, elbetteki yerlerinde saymıyorlar, belli bir gelişme gösteriyorlar am a önemli olan gösterdikleri bu gelişme ile esas emperyalist ülkeler arasındaki açık ne ka­ dar daralıyor mu, kapanıyor mu nicel ve nitel bir değişim geçiriyor mu, geçirmiyor mu? Şimdi, nitel bir değişim bana göre yok. Yani Lenin’in dönem inde emperyalizm iliş­ kileri ne ölçüde geçerliydiyse, aradaki fark ve bağımlı ilişkisi ne ölçüde geçerliyse bu­ gün için de geçerlidir.

İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda toplanan mevduatla sanayiye yönelmesidir hatta İş Bankası’na çeşitli imtiyazlar tekeller de verildi.

;

38

Ç. Y. — O nu biraz açar mısınız? M. S. — Elbette. Türkiye gibi ülkeler o zaman hammadde kaynağı. Madenlerin ve tânm ürünlerinin satın alındığı, bunun kar­ şılığında mamul mallann satıldığı ülkeler daha sonra değişim geçiriyor. Bu ülkeler bir sanayileşme gerçekleştiriyorlar. Uluslararası işbölümü değişim geçiriyor. M etropollerde başka sektörler ana dinamik oluyor, şu aşa­ mada bilgisayar, daha ön ce demirçelikti. onlar için kârlı olmayan sanayiler Türkiye gibi ülkelere kaydınlıyor. Am a buradaki ba­ ğımlılık ilişkisi, aradaki az gelişmişlik açısı nitel bir değişiklik geçirmiyor. Esas olarak Türkiye gibi ülkeler bu ülkelerin hegem onyası altında, uluslararası işbölümünün na-ı

sil olacağına yine bu ülkeler karar veriyor­ lar hatta Türkiye gibi ülkelerde politik ya­ pının ne olacağına yine belli ölçülerde bu ülkeler karar veriyorlar, bu ülkelerin yön ­ lendirdikleri kuruluşlar karar veriyorlar. Bunları kaba olarak anlatıyorum. H er ül­ kenin kendine göre göreli bir bağımsızlığı var. A m a bunlara rağmen bağımlılık ilişki­ si ana ölçüde değişmiyor. Şimdi Türkiye gi­ bi ülkelerde sanayi sermayesiyle mali ser­ mayenin kaynaşmış olması, isterseniz adı­ na mali sermaye deyin, ama sonuçta n e­ reye vardığınız önemli, olgular birbirine benziyor diye...

de bir bağımlılık içindeyiz. Yani diyaliktik anlamda zenginlik içinde anlamaya çalış­ malıyız. 1940’lardan sonra dünya çapında kapitalistleşme anlamında bir yayılma var. 1 Buradan, bir çok ülkenin ‘kırk haramisinin’ doğduğunu görüyoruz. Bugün bir Saban cı’ya baktığımızda Sabancı sadece sanayi­ ci değil, aynı zam anda bankacı, ihracatçı, İthalatçı ve Türkiye’nin en büyük kapitalist çiftliğinin sahibidir de. Yani on parmağın- I da on hüner. Yani bunlar, Lenin’in em per­ yalizm adlı çalışmasında bahsettiği yapılan­ manın hem en hem en aynıdır ve aynı ka- ı nallardan beslenmektedir. Ö yle ki bunla-

Kavramlar üstünde anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligarşisi, diğeri bilmem ne... Ama olgular düzeyinde çok çatışan yanlar olduğunu görmüyorum. Bugün artık kimse milli burjuvaziden bahsetmiyor... B unlar komprador burjuvazi cinsindendir’ diyenler de pek kalmadı.

i

Ç. Y. — A m a mali-sermaye, finanskapital diyeceğiz. M. S. — Söyleyin, ama bu olgulara ba­ karak bir emperyalizm kategorisi içine sok­ mak Türkiye’yi veyahut çok nitel bir deği­ şime gittiğini söylem ek doğru gelmiyor. Ç. Y. — Türkiye’nin aslında siyasi anlam­ daki bazı gelişmelerle de bu olayı bütün­ leştirdiğini söylüyoruz. Örneğin Doğu, Kıb­ rıs, Musul olayı. Burada ekonomik yapıdaki bir gelişm eyle birlikte siyasi anlamdaki ya­ pılaşmanın iç içe geçmişliği söz konusu. Evet, soru şurada: Türkiye gibi ülkeler dün­ ya pazarından ne ölçüde pay alabilirler ve dünya pazanndaki yönlendiricilikleri ne ola­ bilir? Türkiye 1930’larda hammadde d epo­ su olarak görülürken, şu anda gelinen nok­ ta olarak demir-çelik, belki bir noktadan sonra otomobil, yıllardır tekstil, beyaz eş­ ya vb. gibi sektörlerde yoğunlaşma ve bir bakıma söz sahibi olmaya başlamış. Bu aynı zamanda, diğer kapitalist ekonomilerdeki bu sektörlerin çökmesi pahasına oluyor. Yani A B D ’nin, Avrupa’nın bu alandan çe ­ kip gitmesi, bizim bu alanlan doldurmamız söz konusu ki burada bu ülkelerdeki sek­ tör temsilcileri, tekeller oldukça direnmek­ tedir, yani öylesine bahşedilmiş bir şey söz konusu değildir. Nitelik denildiğinde geliş­ miş kapitalist ülkeler olarak adlandınlan ül­ keler arasında da zaman zaman önce g e ­ çen belli ülkeler oluyor, geride kalanlar o l­ duğu gibi. Örneğin, son zamanlarda yapı­ lan araştırmalar Japonlann teknolojik yatınm ve edinm ede A B D ’nin bir hayli ileri­ sine geçm eye başladıklaını gösteriyor. Ör­ neğin 1950’lerde Japonlar otom obili 240 saat, A B D 140 saatte üretirken, şimdi tam tersi olmaktadır. Bağımlılık olayına gelin­ ce, burada dünya çapında çarpıcı bir geliş­ m e var. Biliyorsunuz dünya ölçüsünde bilgisayann, yani bilimsel teknik devrimin ken­ disi olan bilgiyasann, kendisi olan chiplerin, ünitelerin üretimi bir, Silikon vadisi deni­ len A B D ’nin Kaliforniya eyaleti, diğeri ise Japonya’da olmak üzere iki yerde yapılıyor. Yani Avrupalılar bile bu konuda onlarca yıl geridedirler ve bu ülkelerin chiplerine muh­ taçtırlar. Burada bu ülkelerin bağımlılığını görüyoruz. Belki biz Avrupahlann Japonlar’a ve A B D ’ye olan bağımlılığının ötesin- '

nn da kendi aralannda elendiklerini- Örne­ ğin 1982lerde Transtürk Holding gibi birçok kuruluşun batma noktasına gelmesi buna örnektir-göstermektedir. Burada egem en­ likte bir daralma görüyoruz. Egemenler hem ekonom i hem de siyasette egem en­ dirler. Örneğin, Koç, Eczacıbaşı ve diğer bir kaç finans-kapital üyesinin toplanıp M eh­ met Yazar’m kurduğu partinin kapatılma­ sını kendileriyle konuşmalan ve onun bu­ gün A N A F lı bir bakan haline gelmesi si­ yasetteki zirve etkinliğinden biridir. Biz bu güçlere ne ad vereceğiz. Siz genel ve muğ­ lak: büyük sermaye, tekelci sermaye gibi ta­ nımlar kullanıyorsunuz. Bu siyasi bir sap­ tama anlamında önem taşıyor. Bizce Tür­ kiye’de artık finans-kapital tartışılmak ve so­ nuçta kabul edilmelidir. M. S. — Ben bir soru sorayım. Politik olarak bu saptamalardan nereye vanyorsunuz? Ç. Y. — 1980’lerden sonra finanskapitalde giderek bir daralma ve irileşme görüyoruz. Yani bunalım dönem i irilişmeye getirmiştir. Serm aye grup sözcülerinin açıklamalanna göre Türkiye milli gelirinin — ki 60 trilyon lira civarındadır— 15 grup tarafından kontrol edilen bölümü yüzde 60’a ulaşmaktadır. Yani Türkiye’de bir malioligarşi var. Yakalayacağımız halka finanskapitaldir. Dolayısıyla siyasi saptamalarda buradan yükseliyor. M. S. — İyi de böyle bir şey söylemek için niye illa da bir emperyalizm kalıbını... Ç. Y. — Yok bu kalıba girmiyoruz. M. S. — N iye mali-oligarşi var sermaye ihracı vara giriyorsunuz? Ç. Y. — Türkiye’nin uzun yıllardır kapi­ talistleşme süreci farklı algılandı ve tanım­ landı. Yan feodal, yarı kapitalist denmiş, kom prador burjuvazi denmiş vb... Oysa siz de belirtiyorsunuz esas yakalayacağımız halka 1930-50’lerdedir. Biz bu yıllara gitti­ ğimizde Türkiye’nin belirleyicilik anlamın­ da iç dinamikleriyle geliştiğini belirttiğimiz gibi bunu sonuçta finans-kapitale oturtuyo­ ruz. Bu söylenm ediğinde de taktik ve sınıf çizgilerinde belirsizlikler ortaya çıkacaktır. Örneğin, komprador burjuvazi dendiğinde otomatik olarak bir de milli burjuvazi" doğuyor...


M. S. — Anlıyorum. Ç. Y. — Bir de bilirsiniz Türkiye’de oli­ garşi tespiti vardır. Bir taraftan blok olarak tekelciler, öte yanda toprak sahipleri, öte yanda tefeci-bezirgânlar vardır. Oysa bize göre bunlar blok halinde değildir; sentezleşmişlerdir. M. S. — Fakat blok içindeki kesimlerin egemenliklerinin yok olduğu söylenemez. Ç. Y. — Olay şöyle: Bloktan çok bura­ da bir sentezleşme var. Banka-sanayi ser­ mayesinin organik ilişkisi, tekellerin e g e ­ menliği temelinde bir sentezleşme vardır. Tek tek sektörlerdeki tekellerden söz etm i­ yorum. Burada Iş Bankası, Koç, Sabancı yani finans-kapital var. Bunların kendi iç çatışmalar da yok değil. En azından faşizm konusunda bile görüş aynlıklan olabilir. Biri şu yöntemlerle devam edelim, ötekisi başka yöntemle devam edelim diyebiliyor. Bu ça­ tışmaların yanında, finans-kapitalde de bir eliminasyon olduğunu söylemeyi ihmal et­ miyoruz. M. S. — Anlıyorum, hayır ben Türkiye1 de bunun dışında çok farklı bir algılama, sonuç olduğunu sanmıyorum. Belki kav­ ramlar üzerinde birleşmiyor olabilirsiniz, Türkiye’de adına siz finans-oligarşisi diyor­ sunuz, kimisi tekelci sermaye der, kimisi bü­ yük patronlar der. Kavramlar da belki hiç önemli değil, önemli olan oradaki olgudur. Giderek bir kaç ailenin söz sahibi olduğu, Türkiye’de bırakın sosyalistleri, sosyaldemokratların bile üzerinde hem fikir olduklan bir olgu. Bunların yanı sıra kırsal kesim­ de büyük toprak sahiplerinin, tefeci tüccar kesimlerinin yine belli bir egemenliklerinin olduğu... Ç. Y. — Bunlar ama. M. S. — Öbür kesime göre daha az bir düzeyde egemenlikleri olduğu. Ç. Y. — Finans-kapitafin kırlardaki ayak­ ları olduğu. M. S. — Düzeyinde söylenebilir. Bu za­ ten Türkiye’de genel kabul gören bir şey. Benim anlayamadığım burada yeni olarak ne söylendi. Şimdi burada çok özgün, ori­ jinal bir şeyi yakalayamıyorum, tespiti yakalayamıyorum.

M. S. — Bilmiyorum yani, tabii oradan nereye varıyorsunuz da kavramlar üstün­ de anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligar­ şisi der, diğeri bilmem ne der. Am a olgu­ lar düzeyinde çok çatışan yanlar olduğu­ nu görmüyorum . Bugün artık kimse milli burjuvaziden bahsetmiyor, bir dönem ler vardı. Yahut kom prador burjuvazinin e g e ­ menliği, bunlar ‘komprador cinsindendirler’ diyenler de pek kalmadı, yok yani. Bir kav­ ram farklılığı dolayısıyla farklı teori ve onun siyasi uzantılannın düzeyinde bir tartışma ol­ duğunu sanmıyorum. Dolayısıyla bana çok yeni şeyler olarak gelmiyor Yalnız t . nim kişisel itirazım: ser­ maye ihracını abartmamak lazım, bunlar 1925’de de vardı. İş Bankası gidip Kahire1 de büro kuruyordu. Şimdi, gidip orada bü­ ro kurmakta Lenin’in dediği anlamda ser­ maye ihraç etmiyor. Ç. Y. — Am a bizzat siz yine Türkiye’nin sabit sermaye yatırımı olarak da sermaye ihraç ettiğini saptıyorsunuz. M. S. — Am a çok cüzi, onlar hiçbir za­ man kaale alınacak düzeyde değil. Sabancı’nın gidip İsviçre’d e fabrika satın alması vfeya diğer örneker: Bunlar Türkiye toplam yatırımının içinde acaba ne kadardır? D e­ vede k aile s ılmaz. Yani sırf bunlara bakarak rkiye b^rmaye ihraç ediyor d e ­ mek anic. ı gelm iyor bana. Yani burada bir eğili ’..elki va ama sırf bunlara baka­ rak Türk> ' serrr e ihraç eden bir ülke ol­ du den çok aoğru değil. Ç. Y — Türkive’de sermaye ihracında gelinen nokta nedir diyoruz? Saptamalar bizce hatırı sayılır bir sermaye ihracı oldu­ ğunu gösteriyor. Şimdi olgu şurada yat­ maktadır. Diyalektik anlamda gelinen nok­ ta, buraya doğru gidişin başladığını göste­ riyor. Bir Güney Kore örneğine bakarsak, çarpışacak düzeyde bir sermaye birikimine ulaştıklarını gözlüyoruz. Diğer ülkelere de bakabiliriz: Brezilya, Meksika, Arjantin. Bu ülkelerdeki kapitalizm bizde olduğu gibi sü­ rekli küçümsendi. Kapitalizm buralarda hiç­ bir zaman iç dinamikleriyle büyümedi, g e ­ lişm ed i d e n d i. Ö rn e ğ in T ü r k iy e ’ye 1950’lerden sonra emperyalizm girmiş ve

Ortada yaşanm ış b ir 10 yıl alt-üst olm uş bir Türkiye varken bu nu in cele m e d en ; biz n erede kalm ıştık anlam ında 1980Terde duruluyorsa — k i ben g e n e l e ğ ilim b u olduğu kanısındayım — yaşanm ış 10 yılı görem iyorlarsa o zam an yazık diyoruz.

Ç. Y. — Orijinal tespit bizce şu: Bilmi­ yorum. Doktor Hikmet Kıvılcımlıyı okudu­ nuz mu? Onun 193(yiarda saptamasıdır bu. Türkiye’de finans-kapital olayını o dönem ­ deki Türkiye’de kapitalizmin gelişimi’ çalış­ masında saptamıştı. Türkiye’de kapitalizmin gelişim çizgi ve karakterinin otortulması an­ lamında bir saptamadır. Finans-kapital kavramı belki orijinal değil çünkü çok doğal bu Hilferding’in kullandığı bir kavramdır! Türki­ ye’de finans-kapitalin kendisi bir oligarşiden, komprador burjuvazi analizinden son d e ­ rece ayrılmaktadır. Bu Türkiye için yeni bir olay değil, çünkü Doktor bunu 1930’larda gelişimin karakteri yönünde bunu sapta­ mıştır! Esas olarak bunu vurguluyorum.

kapitalizm bu yıllardan sonra inşa edilmiş­ tir denildi. Tezler bu olunca... M. S. — A m a bu pek yanlış değil. Tür­ kiye’deki kapitalizmin kendi iç dinamiğiy­ le, ana dinamik olarak iç dinamiğiyle g e ­ liştiğini söylem ek o kadar kolay değil. Y a ­ ni 1950’lerden sonraki gelişmedir aslolan. Ç. Y. — A m a biz 1930-50 dönem lerine bakıyoruz ve burada inşaatın temeli atılmış ve bina bunun üstüne yükselmiştir diyoruz. M. S. — Bunun üzerine değil. Türkiye1 de sanayiinin esas gelişimi 1950’ler sonra­ sıdır. Gelişim de esas dıştan kaynaklanan bir gelişmedir. Yani dış dinamiklerin belir­ leyiciliğinde bir gelişimdir. Ç. Y. — A m a o d önem kurulan Sınai

Kalkınma Bankası bile Sabancı, Koç, Eczacıbaşı tarafından kuruluyor. 1930-501 lerde biriktirilen sermayeyle bir çıkış yapıl­ ması söz konusudur. Aradaki nüans şu ola­ bilir. Türkiye 1950’lere kadar büyük çapta içine büzülü yaşadıktan sonra dışı açılmış­ tır. Burada belki kalkıp entegrasyondan bile bahsedilebilir ama burada bir başarı yok­ tur çünkü 55-56’lardan sonra yeniden bir içi­ ne kapanma vardır. Yani, sizin derginizde yer alan bir araştırmaya göre yurtdışından gelen yabancı sermayenin büyük bölümü esasen Türk sermayesi. Bunlar da şunu gösteriyor ki: Mali-oligarşimiz diğer mali-

Bir kısm ı; Ç ukurova'da olduğu g ib i C um huriyet öncesi d ön em de faaliyet gösteren azınlıkların elin d e ki birtakım işletm eleri devralıyorlar Yine bu devlet him ayesiyle oluyor Buradan da birikim e başlıyorlar. Bir kısm ı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda olduğu g ib i kam u ticaretiyle uğraşmayan m ü teahh itliğ e devam eden yavaş yavaş sanayiciliğe kayan b ir alan

.

.

,

,

oligarşiler; uluslararası finans-kapitalle iliş­ ki karakteri anlamında belki yönlendirici­ lik anlamında, dünya çapındaki esasen kre­ diler sisteminin oluşturulması ve borç ba­ tağına saplandırılması anlamında Türkiye o konum içinde olabilir. Am a öteki anlam­ da baktığımızda, 1950-60 ve hatta 1980’li yıllara kadar baktığımızda Türkiye’deki ya­ bancı sermayeli kuruluşların ekonom ideki payı yüzde 10-15’dir, ki bunun yüzde 55’i görünüşte Türk sermayesidir, sizin dergi­ deki (Ekonomi Panoroma) araştırmaya g ö ­ reyse büyük bölümü Türk sermayesidir. Bir taraftan da sermaye kaçışı var; Türkiye’den, Brezilya’dan vb.. Siz kalkıp Batalı ülkeler düzeyinde bir sermaye ihracı yoktur diyor­ sunuz ama burada ülkeleri aynı kefeye koy­ mak yanlış oluyor. Çünkü farklı gelişim çiz­ gileri sergiliyorlar. M. S. — Am a yine de bunun adını koy­ mak lazım yani. Doğru, şimdi kalkıp A fri­ ka’nın az gelişmiş, pey geri kalmış bir ülke­ siyle T\H:iye’yi aynı kategoriye sokmak ne kad? ■ "-¿ru değilse, Fransa veya A B D ’yle aynı kategoriye sokmak da doğru değil. A z gelişmişler kategorisi içinde de bir sıralama, kopuşma olduğu doğru. Bir G. Kore; Bre­ zilya, Türkiye, Suriye, Irak’tan farklıdır. Ç. Y. — Hatırı sayılır bir sanayileri var. M. S. — Var ama bu farklılığı görm ek lazım. N e öbürleriyle aynı kefeye koymak, ne de bunlarla o anlamda olgusal düzey­ de bir farklılaşma söz konusu. Ç. Y. — Am a biz Türkiye ve benzeri ül­ keleri ortaya koyarsak bunlan, çırada ve de­ rede bırakmış oluruz. Yani diyoruz ki Türk­ iye ne az gelişmiş bir ülkedir, ne de bir İn­ giltere’dir. Güçlük burada ortaya çıkıyor. Türkiye, eğrisi büğrüsüyle bir gelişme kay­ dediyor. Burada bir tanımlama güçlüğü var! Türkiye’yi oraya benzetmiyoruz, buraya benzetemiyoruz, o zaman Türkiye ortada kalıyor. Öncelikle böylesi benzerlikler kur­ mak çok sağlıklı değil ve İkincisi adını ko­ yamadığımız için bu kavram düzeyinden si­ yasi olaya çıkıyor. M. S. — Kavramlaştırmak tabii önemli de, esas olarak somut durumun somut tah­ lili diye bir anahtar var. Oradan çıkarak iliş­ kileri saptamak ve belli şablonlar içine oturt­ madan çok, somut durumun somut tahli­ lini yapıp, belli şeyleri söylemek daha doğ-

39


bilirsiniz de. Demeyince ne oluyor veya d e­ yince ne oluyor? Esas olarak somut duru­ mun somut tahlilini yapıp oradan bir şey­ lere varabiliyor musunuz? Aslolan odur. Yoksa orda kavramlar düzeyinde fetişleştirme, bir şablona oturtma çok yarar sağ­ lamaz. Ç. Y. — Burada Türkiye sınıflar yapısı­ nı, sınıflann analizini yaparken bu saptama­ ya gitmemiz gerekiyor. Yoksa her şey yine ortada kalacaktır. Türkiye’de gelişen kapi­ talizm bu noktaya ulaşmıştır. Türkiye ka­ pitalizminin gelişme çizgisine damgasını vu­ ran karakter budur.

1 9 5 0 ’terden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu h iç b ir zam an tıkanm ıyor. Yani onda da bankaların çe şitli b içim lerd e sanayiyle işbirliği yapm aları söz konusu. 1 9 5 0 ’terden sonra A kbank olsun, Pam ukbank olsun sanayiyle kontakları, yahut bankaların sanayi alanına girm elerine herhangi b ir en g e l konulm uyor.

M. S. — A m a yani şimdi Türkiye’deki, bu kıytınk diyeceğim sermaye ihracına ba­ karak, Türkiye artık sermaye ihraç eden ül­ ke oldu denilecek durumuna gelm edi. Ç. Y. — Ama, 15 milyar dolarlık serma­ ye ihracı kıytınk mıdır?! Sizce kıytınk olm a­ yan sermaye ihracı miktan ne kadardır? 100 milyar dolar mı?! Trilyon dolar mı?! M. S. — Sermaye ihracının tanımı baş­ ka. Lenin’de sermaye ihracı başka bir olay­ dır. Ç. Y. — Am a Lenin’in tahlilinde serma­ ye ihracı şöyle de olabiliyor: Esas anlam­ da karakter kredilerdir, asalak karakteri iti­ bariyle krediler aracılığı ile doğrudan ser­ m aye ihracı yapılmaktadır. M. S. — Am a yani, Türkiye’deki serma­ ye ihracını öyle krediler yapısı da yok ki, bu kaçan sadece servet düzeyinde, üstelik sermaye de değil... Ç. Y. — Am a bakın buradaki servet ke­ limesi çok önemli. Tekrar Marx’ın tanımla­ masına döneceğiz veya bunu değiştirme­ ye kalkacağız! Çünkü servet paradır. Eğer bir yerde para parayı emiyorsa, para para­ ya ekleniyorsa — ve tabii bu sonuçta artı de­ ğerden geliyordur— buna sermaye diyece­ ğiz. Bu tanımda da bir fetişleştirme yok! Biz şunu dersek o zaman: 15 milyar dolar gi­ diyor, eğer oradan 15 milyar dolar olarak geri dönüyorsa bu doğrudan şudur, bu pa­ ralar bir köşede saklanmıştır sadece. Oysa bu olmuyor. 15 milyar dolar çığ gibi büyü­ yor. Yani yurtüişına gidiyor, oradan geliyor, katlanarak geliyor. Tekrar çıkıyor. Biz bu­ rada — buz dağının altında nekadarlık b ö­ lümü var bilemiyoruz— bu paranın bir çok yatmmlarda, hisse senedi alımında veya gayri menkul alımında kullanıldığını söyle­ yebiliriz. Türkiye’de istatistiklerin öyle çok iyi bilinmediği düşünülürse, en iyimser ola­ rak bile baksak bu miktarın kıytınktan çok, hatırı sayılır önemli bir miktar ve olay ol-

M. S. — Yalnız, Lenin’deki sermaye ih­ racı, ya kredi olarak ya karşılığında faiz ola­ rak geri geliyor, ya da sabit sermaye ola­ rak gidiyor ve onun karşılığı sermaye ser­ vet olarak gidiyor, orada gayrimenkule d ö­ nüşüyor, bankalarda yatıyor, geliyor veya gelmiyor. 15 milyar dolar diye bir tahmin: Bunun, Lenin’deki sermaye ihracıyla o kar­ şılaştırmasını yapmak anlamlı gelmiyor. Lenin sermaye ihracından bahsederek o ül­ kedeki sermaye birikimin varmış olduğu düzeyden itibaren bu ülkeleri bağımlılaştırma, bu ülkeleri hegemonyası altına alma dolayı var. Şimdi Türkiye kime hükmedi­ yor acaba? Ç. Y. — Bizce siyasi ve ekonom ik ola­ rak belli yerlere hükmediyor. Doğu, Kıbrıs, Ortadoğu’da belli ülkelerde olan ilişkilerde. A m a yine üstüne basıyoruz: Kendi çapın­ da. M. S. — Zorlama bir benzetme gibi olu­ yor. Ç. Y. — Yok, yok zorlama olmuyor. Yani bizce bir ülkenin dünya çapındaki etki alı­ nım, geçerli alır isek, o zaman giderek bir dönem in güneş batmaz imparatorluğu İn­ giltere’nin etki alanının azaldığını söyleyip farklı bir noktaya geldiğini de söyleyebili­ riz! Yani burada sermaye kaçıyor diyoruz, servet değil! Burada itici güç, kapitalistin esas karakteri olan itici güç olan kârdır. Y i­ ne kâr, yine kâr, yine kâr. Dışanya gidiyor, kârla geliyor, yani artı-değerden bir pay alı­ yor. Belki, kâr, belki faiz veya belki de rant. A m a sonuçta artı-değerin üç parçasından birini alıyor. Am a şimdi biz cebimize 15 mil­ yar dolan Avrupa’da alışverişe çıksak ve ser­ maye kaçışı da bunun için olsa o zaman amenna. A m a burada 15 milyar dolar sü­ rekli katlanıyor. N eyle? Aksi durumda S a ­ bancı ve Koç’lar akılsız kapitalistler ve paralannı nerelere yatıracaklannı bilmiyorlar. Bize göre orada yatırım da var, — ne ka­ dar olduğunu bilemiyoruz— orada gayri­ menkul alımı, hisse senedi alımı da var. Ya­ ni sömürüden bir pay alınıyor. M. S. — Bu Türkiye kapitalizminin ne kadar belirleyici unsuru ki? N e kadar ha­ kim? Lenin’in tahlil ettiği ülkelerde serm a­ ye ihracı belirgin. Bu ülkelerin başat unsurlanndan biri...

vurgulamamızı gereKeri karaktefşü olmalı: Kapitalizmin gelişimi ve bunun doğal akışı içinde tekellerin egem enliği ve sanayibanka organik ilişkilerinin içi içine girm e­ siyle serm ayede bir fazlalık oluşuyor. Bu­ nun sonucunda sermaye kâr elde edebil­ m ek için bu kez diğer ülkelere göç ediyor. Yani kârla katlanamadığı zaman sermaye dışanya ihraç edilmek ihtiyacı duyuyor. Biz­ de de kâr bulamayan sermaye, dışarıya ka­ çarak oralarda değerlenerek, ya içeriye gi­ riyor, ya da orada kalıyor. Am a sonuçta itici güç yine kâr oluyor, her iki kesim için de. M. S. — İşte bu ne kadar belirleyici bir unsur Türkiye için? Ç. Y. — Şu anki rakamlar bunun hatırı sayılır düzeyde varolduğunu gösteriyor. Bir de bunun altını eşeleyebilsek. Acaba, Koç! un, Sabancı, Çukurova’nın dışandaki yatınmlannın ne kadannı biliyoruz. Gizli kalan binlerce, ‘kara delik’ var. Bunlan tek tek keş­ fetm em iz gerekiyor. A m a ipuçlan bize an­ lamlı geliyor. M. S. — İşte orada Türkiye’nin karakte­ ristiğini ne kadar değiştiren bir hadise ki? Ç. Y. — Bizce tabloyu tamamlamak la­ zım. Karakteristiği değiştirmek anlamında bunu söyleyebiliriz. M. S. — Anlıyorum, araştırmakta yarar var. Fakat kişisel kanım bunlann biraz abar­ tılmış olduğu düzeyinde. Ç. Y. — Sizin keşfettiğiniz rakamlar? M. S. — Yok yani ben o rakamlara ba­ karak Türkiye’de bu olgunun belirleyici, Türkiye kapitalizminin karakteristiğini d e­ ğiştirecek düzeyde olgular olduğuna inan­ mıyorum. Bu şuna benziyor. Türkiye’d e ba­ yağı proletarya var, ücretle çalışıyor, geri­ de feodalite bir başka adla kölecilik tarzı, egem en olan başat olan hangisi, önemli olan o. Ç. Y. — Baskın olan ne? Eğer şunu deseydik biz: Türkiye’d e tekellerin, tekelci ser­ mayenin, banka-sanayi sermayesinin sentezleşmesi üzerine, bankalar kubbesi altın­ da birleşmiş sermayelerin üzerinden, yani bu yapılanmanın bir sonucu olarak serma­ ye ihracı değil de, olağan bir şekilde bir ka­ pitalistin yurtdışma para kaçırdığını söyleseydik, belki dediğiniz gibi sadece bir ser­ maye ihracıydı bu. A m a sermaye ihracının gerekliliği vardır, bu bir sonuçtur. Altında esas anlamda mali sermayenin gelişimi var.

Daha sonra, 1 9 7 0 ’lerden sonra banka ile sanayinin ço k iç iç e g eçm esi b e lli şikâyetlere n ed en oluyor. Ç ünkü neden? Bankalar g en eld e topladıkları m evduatı ke n d i şirketlerine kullandırınca, d iğ er bankasız gruplar b undan rahatsız olm aya başlıyorlar. Bu tabii b e lli sorunlar yaratıyor.

Ç. Y. — Buna karşılık şu örneği verebi­ liriz. Gelişmiş kapitalist ekonomilerin çok iyi ihracatçı olmaları gerektiği sanılır. Oysa baktığımızda en gelişmiş ABD, F. Alm an ekonomileri bile içeride ürettiklerinin ancak yüzde 20-30’unu ihraç ediyorlar. Esa­ sen sermaye yurtdışından çok buradaki an­ lamıyla yurt içinde bir dönüşüm, dolaşım yapıyor. Yani sabit sermaye anlamında.

Burada bir neden ve sonuç ilişkisi var. Y a­ ni tekelci sermaye oluştuktan sonra, bankasanayi sermayesi sentezleştikten sonra ve finans-kapital gündem e gelirken sermaye' ihracı söz konusu oluyor. M. S. — Olgular benzemekle birlikte sa­ dece oraya bakarak. Ç. Y. — Üstüne basıyorum, onun üze­ rine, neden-sonuç ilişkisi olarak yükseliyor.


M. S. — Yine de ona sermaye ihracı d e­ mek doğru değil. Bildiğimiz anlamda ser­ maye ihracı. Belki o olay., başka yerlerde de şahit oldum: Bunlardan bir kısmını ih­ racatçı, irtibat bürosu olarak kuruyor. Üret­ ken sermaye düzeyinde tek tük. Buraya ba­ kıyorsunuz. Yatırımların ağırlıklı olarak Türkiye’d e yapıldığını görüyorsunuz. Siyasi düzeyde bağımlı, kararlan, kader çizgisi dı­ şarıda belirlenen bir ülke. Ç. Y. — Biz ona da katılmıyoruz. Daha

laşınz veya anlaşmayız. O başka şey. Aynı görüşleri paylaşmıyoruz. Ç. Y. — Kitabı okurken sizin ‘envanter çalışması yaptı’ cümlesini hatırlıyorum. Bir bilim adamı olarak bu kadar çok şey ara araştırdıktan sonra bir şeyleri de söylem e­ nin sorumluluğu da var gibi geldi? M. S. — Bir araştırmanın her şeyi ver­ me yükümlülüğü yoktur. Kimisi sadece en­ vanteri yapar. Politik boyut çok daha d e ­ ğişik, bir amaçtır. Bu çok da kolay değil­

Işçi h areketin i yeniden m ikroskop altına alm ak lazım . Bu 10 yıl onları nasıl etkiledi? Kırsal kesim serm aye kesim i nasıl etkilendi? Bunların h epsini m ikroskop altına alıp in celem ek lazım.

,

önce saydığımız meselelerde — Kıbns..— çı­ kışların bize özgü olduğu görülür. Doğu olayını ele alalım: Burada siyasi ve ekono­ mik bir yapılaşmaya gidilirken, A B D ve İn­ giltere’nin herhangi bir şekilde devrede o l­ madığını görüyoruz. Biz tabloyu bunlarla tamamlıyoruz. Yoksa sadece mali-oligarşi vardır deyip kalmıyoruz.. M. S. — Anlıyorum... Tabii, bu da bir g ö ­ rüştür, bir şey söyleyemem. Ben sadece or­ taya attığım birtakım bulguların biraz ben­ ce.. abartılıyor. Hak etmediği yere konulu­ yor. Türkiye açısından başat değil. Ç. Y. — A m a bakın, Lenin’i em perya­ lizmi tahlil ettiği d ön em de A B D ve İngilte­ re ve diğer ülkelerde sermaye ihracı ne ka­ dar başattı. Bir örneği günümüzden vere­ yim. Japonya’nın milli geliri 100 milyar d o ­ ların çok üzerindedir. Oysa Japonya’nın yurtdışındaki sabit sermaye yatmmları 1987 rakamlarında bile 10 milyar dolan ancak bulmuştur. Şimdi bu durumda bir başatlık var mı ve Japonya’ya ne diyece­ ğiz?! Burada önemli olan çıkış noktasıdır. Lenin o yıllardaki emperyalizm tahlilini ya­ parken esas anlamda emperyalizmin m ad­ di altyapısını, zeminini tekellerden oluştu­ ğunu söylemiştir. Bizce olgunun kendisi budur. Bu bir klişe de değildir. Çünkü Lenin emperyalizmi tekellerin, tekelci sermaye ve banka-sanayi iç içe geçmişliğinin üstünde yükseltiyor. Türkiye’ye bakıyoruz, tekeller vardır. Yapılan araştırmalar Türkiye’de te­ kelleşmenin boyutlarının A B D ’yi bile g e ç ­ tiği belirtiliyor. Örneğin Türkiye’de bir çok üründe bir firma pazann yüzde 70-80 hat­ ta yüzde lOO’ünü belirleyebiliyor, elinde bu­ lunduruyor. B öyle bir ülke için ne diyece­ ğiz. Bizce bu saydıklarımız tablonun birer parçası. Siz ise burada örneğin sermaye ih­ racını tek başına alıp diğerlerini geride, g ö ­ rünmeyen bir yerde bırakıyorsunuz. Oysa Lenin’in emperyalizm tahlili sadece bir fak­ törle sınırlı değildir. Burada dört faktör var­ dır ve bizce bizde dört faktör de ve bunun sonucunda oluşan tablo da vardır. Lenin orada başatlıktan çok, dört faktörün iç içe girmişliğinin sentezini sergiliyor. Yani diyaliktik bir bütünlük içinde alıyor. Oysa siz bu­ rada diyalektik dışı davranarak bir parçayı öne çıkanyorsunuz, bütünü bozuyorsunuz. M. S. — G enel bütünlük içinde de aynı kategori içinde de aynı kategori içinde al­ mak çok doğru gelmiyor. Am a burada an-

Ben ipuçlannı hissediyorum. İşçi hareketi­ ni yeniden mikroskop altına almak lazım. Bu 10 yıl onlan nasıl etkiledi? Kırsal kesim, sermaye kesimi nasıl etkilendi? Bunların hepsini mikroskop altına alıp incelemek la­ zım. Ç. Y. — Bunların eskiden yapılan ek o­ nomik siyasi saptamaları kökten değiştirici şeyler olup olmayacağını, öğrenm ek ister­ dim.. M. S. — Olması gerekir, 10 yılda hiçbir şey değişmemiş demektir bu. Değişmedi r. i acaba? Ç. Y. — Saptamalarda bir değişikliğe git­ mek lazım? M. S. — Yaşanmış bir 10 yılda önemli alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate al­ madan biz nasıl hiçbir şey değişmedi, bi­ zim 1980’lerde söylediğimiz şeyler doğruy­ du diyebiliriz. Değişimi anlamak, gayet ce­ saretlice yakalaşarak değişimleri anlamak belki bir senteze, perspektife sahip olmak gerekir. Ç. Y. — Saptamaları o anlamda değiş­ tirmek gerekiyor. M. S. — Reddetm ek anlamında değil. Son 10 yılda çok önemli bir m alzeme var. Ç ok çarpıcı, dinamik bir 10 yıl. Ç. Y. — Son 10 yıldan gereken dersi al­ malıyız yani? M. S. — Elbette. Ç. Y. — Son 10 yılda katedilen yolu gör­ m eden olmaz yani? M. S. — Olmaz, çünkü Türkiye 10 yıl önceki Türkiye değil.

dir. Benim açımdan Türkiye’de birçok şey tartışmalı. Türkiye özellikle 1980’lerden sonra çok önemli değişiklikler geçirdi: Hem ekonom ik hem de politik anlamda. Bun­ ların irdelenmeye ihtiyacı var. Türkiye’de politik şeyler için şablonlardan kaçınıp bi­ raz daha şüpheci biraz daha değişimi an­ lamaya çalışan, oradan hareketle birtakım önerm elere varan yaklaşım esas sorumlu­ luk isteyen bir hadisedir. Ç. Y. — Bir çok önem li şeyde değişik­ likler oldu? Nedir bunlar? M. S. — Siyasi anlamda Türkiye’de araş­ tırmaya çok ihtiyacı olan şeyler var. Türki­ ye bir alt-üst dönem i geçirdi. Ç. Y. — Kitabınızdaki büyük sermaye, tekelci sermaye gibi kavramlar insanlarda bir belirsizlik, kafalannda bir muğlaklık ya­ ratıyor. Genel olarak tüm aydınlar için kav­ ramlar önemlidir. Çünkü eğer Lenin finanskapital veya emperyalizm demeseydi, ne diyecekti? Bu anlamda kavramlar önem li­ dir. Ekonomik ve siyasi anlamda saptama­ lara gidilmesi gerektiğini söylüyorsunuz her­ halde. M. S. — İrdelemelerin yeterince yapıl­ Ç. Y. — Türkiye’de şehirleşme olayının dığına inanmıyorum. Bunu açıkça söylü­ çok ön e çıktığını ve şehirlerin de ön e çıktı­ yorum. Biz yine işin kolayına kaçıyoruz. ğını görüyoruz. Kendi bildiğimizi tekrar etmekte yarar g ö ­ M. S. — Şehirleşmeyi tutun, kırların bi­ rüyoruz. Biraz işin kolayına kaçıp biz eski­ le kendi içindeki farkılılığını görm ek gere­ den ne diyorduk, şimdi durum ne oldu d e­ kir. İşçi sınıfının kendi içindeki farklılığı göryip olgulan onun içine yerleştirmek gibi bir eğilim var. Halbuki yaşanan son 10 yılda ■m ek lazım. Öğrenci hareketini ha keza. Ç. Y. — Kapitalistleşme Türkiye’de işçi çok büyük bir alt-üstlük geçirildi. Bunu an­ lamak lazım. Buna göre politik stratejiyi çiz­ sınıfını önder konumuna yükseltmiyor mu? Bizce önder güç işçi sınıfıdır. m ek lazım. M. S. — İncelem ek lazım. Eskiden bel­ Ç. Y. — Size göre 10 yıl önce yapılan ki bir işçi aristokrasisi vardı. Şimdi belki bu saptamalar şüphe götürür mü? M. S. — Değil, onlar da birikimdir elbet­ yok, bunu inceledik mi? Ç. Y. — 10 yıllık büyük dönüşüm var te. Onun üzerine bu değişimi de göz önü­ dediniz. Bu bile artık Türkiye’de işçi sınıfıne almak gerekiyor. Ç. Y. — Yapılan ekonomik siyasi sapta- •nın önder konumunu açığa çıkarmıyor mu? M. S. — Şehirleşme yükseliyor, kırdan malann köklü bir değişikliğe mi ihtiyacı var? M. S. — Onu anlamak lazım. Yani orta­ kente göçüş bayağı yoğun. A m a işçi sını­ da yaşanmış bir 10 yıl alt üst olmuş bir fında nitel durumunda ne var, ona bakmak Türkiye varken bunun incelem eden, biz lazım, nicelik önem li elbette. Ç. Y. — Örgütlenmede son 10 yılda y e­ nerede kalmıştık anlamında 80’lerde duruluyorsa ki ben genel eğilimin bu olduğu ka­ niden darbeleri rezerv koyarak söylüyorum. Burada sübjektif konumun güçlülüğünden nısındayım, yaşanmış 10 yılı göremiyorlarsa o zaman yazık diyoruz. 1980lere kadar ula­ çok biz objektif olarak işçi sınıfının önder­ lik gücünden bahsediyoruz. şılan senteze bu 10 yılı eklem ek lazım. M. S. — Bunları araştırmak lazım. S ez­ Ç. Y. — Yapısal anlamda köklü bir değgisel düzeyde bir şey söylem ek pek doğru şiiklik oldu mu peki bu 10 yılda? M. S. — Anlamak lazım, bakmak lazım. gelmiyor.

Yaşanmış b ir 10 yılda ö n em li alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate alm adan b'ız nasıl h iç b ir şey değişm edi, bizim 1 9 8 0 ’lerd e söylediğim iz şeyler doğruydu diyebiliriz. D eğişim i anlam ak, gayet cesaretlice yakalaşarak değişim leri anlam ak b elki b ir senteze, perspektife sahip olm ak gerekir.

41


GEÇMİŞİ t e k r a r ETMEK 'ÇÖ ZÜM MÜ? *

Konuk Yazar: H. ARLIER 12 Eylül darbesi ve sonrası yaşananlar Türkiye devrimci hareketinde birçok ger­ çeği su yüzüne çıkarmıştır. Askeri darbe karşısında tüm örgütler dökülmüşlerdir. Apaçık bir gerçektir bu; tartışma götürecek tarafı kalmamıştır. Bir tek Kürt hareketi bu­ nun dışında tutulmalıdır. Bu hareket darbe sonrası toparlanmasını başarmış ve kendi eylem programını yürürlüğe koyarak kısa bir zamanda Türkiye’nin politik atmosferi­ ni belirleyen bir konuma yükselmiştir. 12 Eylül öncesi silahlı propaganda, ö n ­ cü savaşı, kırlardan şehirlere halk savaşı vb. iddialarla, türlü vaadlerle ortaya çıkan irili ufaklı devrimci hareketler vaadlerini tuta­ madılar. Birçoğu yakın geçmişi aynen tek­ rar etm e samimi çabasıyla onun ancak ka­ rikatürleri olabildiler. Kendi dönemlerindeki politik gelişmeler üzerinde son derece et­ kisiz polisiye olaylar yaratabildiler. Siyasi bir parti haline gelem eden, hatta siyasi bir ör­ güt dahi olamadan sansasyonel eylem p e ­ şinde polisiye olgular olarak donup, taşlaş­ tılar. Kimileri de düpedüz sahtekârlık yapıyor­ du. 1971 çıkışının önderlerinin özellikle Mahir Çayan’ın, ileri sürdüğü tezlere ger­ çekte inanmadıkları halde öyle görünm e­ ye, geçmişe kayıtsız-şartsız sadakatin şampi­ yonluğunu kimseye kaptırmamaya çalıştılar. O çıkışlann önderlerini ahir zaman peygam ­ berleri yaptılar. Kendi pratikleri ile savunu­ yor göründükleri teori arasındaki çelişki sınttıkça durumu kurtarmak için geçmişe da­ ha çok ibadet ettiler. Binbir yeminle “öncü savaşı” vereceklerini, er-geç silahlı propa­ gandayı temel alacaklarını, ama önce bir “partileşmek” gerektiğini ve bir de tüm le­ gal yolların tıkanmasını beklediklerini vb. söylüyorlardı.

Olup biten Aziz Nesinin ' Hazine” öyküsündeki gibiydi. Yani adamların aslında öncü savaşına hazırlandıkları, halk savaşı planları yaptıkları yoktu. Kendilerine çalışma alanı olarak şehirleri ve orada da yüksek öğrenim gençliğini seçmişler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı gerilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kırda askeri bir örgütlenmeleri yoktu.

42

Olup biten Aziz Nesin’in “Hazine” öykü­ sündeki gibiydi (1). Yani adamların aslın­ da öncü savaşına hazırlandıklan, halk sa­ vaşı planları filan yaptıkları yoktu. Kendilerine çalışma alanı olarak şehirleri ve ora­

da da yüksek öğrenim gençliğini seçmiş­ ler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı g e ­ rilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kır­ da askeri bir örgütlenmeleri yoktu. Bıraka­ lım askeri örgütlenmeyi, örgüt işinin ken­ disini bile ciddiye almıyorlardı. Yasal bir der­ gi, öğrenci gençlik dernekleri ve yasal de­ mokratik kilte örgütleri aracılığıyla siyaset yürütmeye çalışıyorlardı. Yakın geçmişi her türlü bilimsel eleştirinin dışında tutarak ona tapınmanın şampiyonluğunu yapmayı tek çözüm görüyorlardı. Çünkü, yerine koya­ cak bir şeyleri yoktu. Kendilerine güvenemedikleri için devrim şehitlerinin ardına giz­ leniyorlar. Onların devamcısı pozlarında parsa toplamaya çalışıyorlardı. Proleter devrimci hareketimizin Deniz’ler ve Mahir1 ler öncesi geçmişini ise tamamen karaya büyüyorlardı. Bu durum hem dar grupçu çıkarları açısından gerekliydi, hem de ta­ rih bilinci yoksunluklarına pek uygun dü­ şüyordu. “Vietnam ’da, Kam boçya’da, Laos’da..”, “50 yıllık revizyonist gelenek’ edebiyatı, g e ­ rilla romantizmi her türlü ciddi çabanın ye­ rine geçiyordu. Öğrenci gençlik nasıl olsa bu kadarıyla etkilenebiliyordu. Artık onla­ rın gürültüsüyle halkı da etkileyebilirlerdi, herhalde. Bu işin en utanmazcasını ve teslim e d e ­ lim ki, en ustacasını Devrimci Yol yapmış­ tır. Bu nedenle parsayı en çok o toplamış, en geniş kitleyi en başarılı bir şekilde o aldatabilmiştir. 12 Eylül darbesine doğru ve darbe son­ rası vaadlerin gerçekleştirilmesi gelip çattı­ ğında artık yapacak bir şey kalmamıştı, if­ las ortadaydı! yıllar boş övünmelerle, duy­ gusal ajitasyonla, incir çekirdiğini doldur­ mayan ideolojik tartışmalarla geçirilmişti. Tabii iflas bayrağı çekildi. Bir çoğu açıkça “biz örgüt değildik, ne yazık ki (!) örgütlenem edik” dediler. Halkın Kurtuluşu ve Kurtuluş sibi örgüt­ lenmeler teslimiyeti daha erken ilan ed en ­ lerdendi. Zaten öteden beri 12 Mart yılgın­ lığının izlerini taşıyorlardı. 12 Eylül darbesi karşısında, “T K P ”cilerin 12 Mart darbesine karşı tutumlannı örnek aldılar. Cunta her­ kesi tem izleyinceye kadar sinip kendilerini koruyacak ve rakiplerinden kurtulacak, her şey hallolup da askerler gidince ortaya çı­ kıp cesetlerle dolu “meydanlan zaptedecekLerdi.” Kurtuluş hareketi, bu teslim oluşunu “işçi sınıfı saflarına ricat” olarak adlandırdı. Kaçmamışlardı, sadece “ricat” etmişlerdi, hem de işçi sınıfı saflanna (!) Bu sınıfın saf­ ları öteden beri esas olarak reformistlerle dolu olduğu için, işçi sınıfı hareketi sendi­ kacılıkla bir tutulduğu için böyle işi kılıfına uydurdukları kanısmdaydılar. Halbuki o alan çoktan tutulmuştu. K en­

dileri de tuzla buz olup siyasi cesetler hali­ ne geldiler. 12 Eylül darbesine karşı direniş göster­ meyenler, teslimiyetlerini gizleyebilmek için türlü yollara başvurmuşlardır. Bunlardan bi­ ri “işçi sınıfı saflarına ricat” yutturmacasıydı. Bir diğer yol da reel sosyalizm tartış­ malarıdır. Faşizme karşı devrimci direnişi göze alamayıp, burjuvaziden demokrasi bekleyenler yılgın bakışlarını reel - sosya­ lizmin sorunlarına çevirip bu yoldan geç­ mişte zaten “şöyle-böyle” taşıdıkları sosya­ list inançlarını burjuva demokrat normlarla değiştirmeye başladılar. “DemireFin demok­ ratlığı” “sivil toplum”, “çok partili sosyalizm” vb. tartışmalan bu dönüşümün kılıflarıdır. Bir zamanların keskin Stalin’cileri bugün bi­ rer Trotskist, Kruşçefçi, Gorbaçovcu, Avru­ pa Komünist ve giderek de burjuva demok­ ratı oluyorlar. Bu konumlanyla hepsi de reformizmin saflarında buluşuyor ve oligar­ şinin demokrasi oyununa destek oluyorlar. Oyunu bozan tek ciddi faktör Kürt ha­ reketi olmuştur. Direniş bayrağını onlar yükselttiler. 1980 öncesinin keskin devrim­ cileri, her iki ulusun birden mücadelesini örgütlenme iddiasındakiler ve keskin geril­ lacılar, teslimiyetleri ve çaresizlikleri iyice or­ taya çıkacak korkusuyla, bu hareketin dev­ rimci çıkış yapmasına engel olmak için uğursuz bir kampanya başlattılar, her türlü yolu denediler. Hareket bir kez başladıktan sonra onu küçük düşürmek, tecrid etmek için ellerinden geleni artlanna koym adı­ lar. Bu çabada olanlar sadece sivil toplum­ cular, yönelimciler, ortodoks Dev-Yolcu’lar, Kurtuluşçularla sınırlı değildi. Partizan’ı, DevSol’u vb.’de şu veya bu şekilde bu tutum içindeydiler. Dolayısıyla 12 Eylül sonrası teslimiyetçiliğin bir yüzü de anti-PKK’cılık olmuştur. 12 Eylül ile birlikte devrimci hareket meydanlarda çarpışarak yenilmemiştir. Ciddi bir direniş ortaya koyamadan yenil­ dik. Bu acı bir gerçektir. Ve bu kolay başa­ rısından iyice umutlanan oligarşi işi sonu­ na vardırmaya karar vermiş; zindanlara dol­ durulmuş devrimcileri teslim almaya, töv­ be ettirmeye ve böylece “bu işin kökünü kazımaya” çalışmıştır. İşte zindan direnişleri oligarşinin bu da­ yatmasına karşı cevaptır. Dışarıda hareke­ tin bastırıldığı koşullarda devrimciler işken­ cede, idam sehpasında, zindanlarda kahramanlıklanyla insanlık onurlannı korudular ve hareketin şerefini kurtardılar. Zindanlarda, işkencelerde, idam sehpa­ sındaki hayranlık verici kahramanlıkların anlamı budur. Bu direnişler devrimci ha­ reketin ayakları üzerinde doğrulmasında, mücadeleyi yükseltmemizde manevi bir da­ yanak, bir esin kaynağıdır.


Sadece Diyarbakır zindanlarındaki dire­ niş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Di­ ğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarba­ kır direnişinin manevi gücü devrimci atılımıyla birleştirebilecek bir örgüt vardı dışa­ rıda. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezae­ vi direnişleri için durum böyle midir? Şüphesiz hayır! Türkiye’nin diğer alan­ larında zindanlardaki direnişi devrimci atılımıyla birleştirebilecek bir örgüt yoktu. Zin­ danların dışında yenilgi ve dağınıklık var­ dı. En iddialılan cezaevi direnişlerinin dışa­ rıda propagandasını yapan, dayanışma grupları şeklindeki güçlerdi. Faaliyetlerinin asıl ağırlığını, içeğirini cezaevlerindeki mü­ cadeleye dışandan destek, sempati kazan­ mak oluşturuyordu. Bugün her kim 1980 darbesi sonrası dışarıda politik iktidar mü­ cadelesini yürüttüğünü iddia ediyorsa o, ya siyasi mücadelenin içeriğini son derece dar anlayan bir kara cahildir, yoksa gözboyayıcıdır, sahtekârdır. Kürtlerden başka p o ­ litik iktidar mücadelesi yürüten bir güç yok­ tu, hâlâ da yoktur! Bugün kim zindan direnişçilerini, polis­ te onurunu koruyabilmiş örnekleri, “dönen dönsün ben dönm ezem yolumdan” diye­ rek devrimci inançlan uğruna kahraman­ ca ölüme giden yiğit örneklerimizi 12 Ey­ lül karşısında uğradığımız ağır yenilgiyi giz­ lemek, görevlerimizi yerine getirebildiğimiz şeklinde halkı aldatmak için kullanmaya kalkarsa onu bir gözboyayıcı, bir sahtekâr ilan etmek, teşhir etm ek görevimizdir. Daha açık söyleyelim: Necdet Adalı’yı ele alalım. 12 Eylül sonrası ilk asılan devrim ­ cidir. Ölümü yiğitçe karşılamıştır. Bir Kurtuluşçu olarak ölmüştür. Erdal Eren’den Halkın Kurtuluş’çusu olarak ölüme gitmiş­ tir. Yine onlar gibi coşku dolu devrimci kah­ raman Mustafa Özenç Dev-YoFcu olarak öl­ müş, Dev-Yol’u savunmuştu. Şimdi onlann kahramanlıklan Kurtuluş’un, H K ’nın Dev-Yolun yetersizliklerini, bu harekatin ön ­ derlerinin teslimiyetini gizleyebilir mi? Mustafa Hayrullahoğlu’na sahip olması revizyonist - reformist “T K P y i aklayabilir mi? M. Fatih Öktülmüş gibi örnek bir devrim­ ciyi yetiştirmiş olması TİİK B ’in yetersizlik­ lerini, etkisizliğini gizleyebilir mi? M L S P B önderlerinin Metris’in Metris ol­ masına ön ayak olduklan bilinir. Diğer bir­ çokları gibi bu hareket de bağnndan kah­ ramanlar çıkardı, şehitler verdi. Sadece bunlara dayanarak M L S P B ’nin sınıf müca­ delesinde görevlerini yerine getirebildiğini iddia etmek ilkellik olmaz mı? Yani bu mü­ cadelenin kapsamını son derece daraltmak olmaz mı? Kahramanlığa ve kahramanlara saygılı­ yız. Am a kahramanlara sahip olmak bir ba­ şına örgüt olmak, siyasi mücadeleyi yürüt­ m ek için yetmiyor. Örneğin 12 Eylül son­ rası Akyazı’daki çatışmada iki arkadaşını kaybettikten sonra yaralı olarak ele geçen devrimcilerden Ö m er Yazgan, Mehmet Kanbur, Erdoğan Yazgan ve Ramazan Yukangöz sorgudaki tavırları, zindandaki yaşantılan ile örnek devrimci idiler. Devrimci marşlar söyleyerek ölüme, gittiler. Ancak o dönem in kendiliğindenci gruplann biri­ nin üyeleri idiler ve bunu kendileri de böyle ifade ediyorlardı. Dem ek ki Türkiye halklan kendi kendi­ ne bile kahramanlar, çıkarabiliyorlar. Bıra­ kılım yukandaki örnekleri Evrenlerin, Ö zaf lann, NATO ’nun, AE T n in yağcılannın siya­ sal arkadaşlan arasında bile, hem de so­ rumlu düzeydekileri arasında, işkencede onurlarını koruyabilmiş örnekler bulmak mümkün. Bu neyi gösterir? Bu, ne kadar

verimli toprakta mücadele ettiğimizi göste­ rir. Bu devrimciliğinin hatta ilerici olmanın bile, başlı başına can bedeli olduğunu gös­ terir. Bu sosyalistlerin iktidar mücadelesi verm ede oligarşiye karşı olanlannın g e ­ nişliğini gösterir. Bugün soyut insan hak­ lan Batı’da burjuvanın işçileri ve halkı al­ datmada kullandıkları önemli bir antikomünizm silahı olarak istismar edilebiyor-

smıflandırmanın asıl önem i 1974 sonrası devrimci liderlerin gereklikleridir. Bunlar 1971 direnişlerine tapınmayı m o­ da yaptılar. O hareketlerin önderleri, her dedikleri doğru, allahm kelamını taşıyan peygam berler oluyordu. Yaşasalar akıllannm ucundan geçiremezlerdi bunu. A m a karşıdakilerin kendi söyleyecekleri bir şev yoktu. Kendi kendilerini de ileri süremedi-

Sadece Diyarbakır zindanlarındaki direniş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Diğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezaevi direnişleri için durum böyle midir? Şüphesiz hayır. ken, Türkiye’de burjuvaziye karşı m ücade­ le yürütmede önem li bir dayanaktır. Bu yüzden bizde kahraman yetiştirmek d evj rimci bir hareket olmanın bir ön koşulu­ dur ama kendisi değildir. Zindanlarda, işkencede idam sehpasın­ da onurunu koruyabilmiş olmak Türk Marksistlerinin siyasal mücadele yürütme­ de yetersizliklerini, utanç verici 12 Eylül y e­ nilgisini ve bugünkü dağınıklığımızı gizleye­ bilir mi? Duygusal ajitasyonrla, devrim şe­ hitlerini anma yolunda adını reklam etme ucuzluğuyla önder olunabilir mi? (2) Bu kanıda olanlar, ne yazık ki az değil. En heveslisi de Yeni Çözüm görünüyor. Bu dergi kendi hatalan, eksiklikleri karşısında samimiyetsizliğin, ilkelliğe tapınmanın, mi­ ras yediciliğin, dar grupçuluğun şampiyon­ luğunu yapıyor. Hangi sayısını alırsanız alın bu şmtır. Biz burada Metris ölüm orucu şehitleri­ nin kapak yapıldığı Temmuz’88 sayısındaki “...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmiş, sarimci hareketin tarihinden söz edilecekse, Türkiye solunda göz boyacılığının boyutlan üzerinde fikir edinm ek isteyenlere bu yazı­ yı şiddetle tavsiye ederiz. Artık kabak tadı verm eye başlamış duy­ gusal ajitasyon yüklü olan bu yazıda diğer yazılardaki olumsuz çizgilerin hem en hep­ si var. Adet olduğu üzere burada da Nika­ ragua, Küba edebiyatıyla cafcavlı bir giriş yapılıyor. Am aç 70 sonrası ilkel pratikleriyle muzaffer devrimler arasında paraleller kur­ mak. Artık harc-ı alem olmuş bu laflan g e ­ çip Türkiye’ye geliyoruz. Şöyle denmiş: “...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmi, sa­ ğındaki güçlerden kopmuş, özverili devremci hareketin tarihinden söz edilecekse, bu tarih son 20 yıllık tarihtir.” 80 öncesii devrimci hareketlerde görü­ len aynı darkafalılık, aynı tarih bilinci yok­ sunluğu! Hareketimizin THKP-C, T H K O öncesi ile sonrası birbirinden koparılıyor, TH K P, T H K O öncesi dönem saf bir burju­ va kuyrukçuluğu, “özveri noksanlığı” ola­ rak niteleniyor, sonrası pratik de allanıp pul­ lanıp “sahipleniliyor.” 1974 sonrası toplumsal muhalefetin hız­ la yükselişi içinde sosyalist hareketin taba­ nı, etki alanı genişlerken kadroların bilinç seviyesi düştü. Ö yle ki, teori 1970’lerin ba­ şındaki haliyle donduruldu, hatta daha da yüzeyselleştirilerek devrimci-demokratizme, anti-faşistliğe kadar geriletildi. Bu arada ta­ rih bilinci de silinmeye çalışıldı. 1971 d ev­ rimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandınlıyor. Burada kuş­ kusuz bu çıkışlann çok önemli tarihsel an­ lamanın, parlaklıklarının da rolü var. Am a

ler, çünkü kendilerine inançlan yoktu. A r­ tık bilimsel araştırmanın, bilimsel öğretinin yerini ezberlenmiş kalıplar, duygusal ajitas­ yon aldı. Devrimci önderler tabu ilan edil­ diler. Geçmişe eleştirel bakışın yerini onun son dönem lerine kölece tapınmaya, daha öncesinin ise körce karalanmasına bıraktı. Bu tavır belki dinden aktarma alışkanlıktı. Önderlerin cahilliğine ve teorik tembellik­ lerine çok uygun düşüyordu. Yeni Çözüm , hareketin T H K P öncesi geçmişini özveri noksanlığıyla suçlarken Mahir Çayan ile çelişki halinde olduğunun farkında mıdır, bilmiyoruz. Ş öyle yazıyor Mahir Çayan: “Türkiye’deki Marksist hareket şerefli bir mücadele tarihine sahiptir. C H P ve D P y ö ­ netimlerinin karanlık yıllarında, siyasi irticanm en azgın olduğu yıllarda, Türkiye’deki proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mücadeler vermişlerdir. Türkiye proleter devrimci hareketi içinde siyasi irticaya karşı baş eğm ez bir m ücadele içinde olan arkadaşlanmız, daima biz genç proleter devrim­ ciler için örnek olmuşlar ve büyük değer taşımışlardır. A m a bu geçmişteki m ücade­ lelerin hatalannı eleştirmeyeceğimiz anla­ mına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştirisinden çıkar. Biz, Türkiye’deki Marksist hareketin ta­ rihine sonuna kadar saygılıyız. Ve Onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz” (3). Görüldüğü gibi Mahir Çayan, Yeni Ç ö ­ züm yazarının aksine, kendinden önceki proleter devrimci harekete saygılıdır. Ondaki özveriden esinlendiklerini açıkça ifa­ de ediyor, ve Yeni Çözüm ’se geçm işe kör­ ce tapınır ya da onu hayasızca karalarken Mahir Çayan red-i mirasta bulunmadan ama eleştirel olmayı benimsiyor. Yeni Ç ö ­ züm hareketin geçmişi hakkında “keskin Mahirci” görünm eyi başaramıyor. “Kendi sağından kopma” meselesine g e ­ lince Türk marksistlerinin bunu hiçbir za­ man tam başarabildikleri söylenemez. Eğer “kendi sağındaki güçlerden kopm a”yla Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin, bur­ juva devlete karşı silahlı m ücadele yürüt­ müş olmaları gerektiği kastediliyorsa bu açıkça saçmalık olur. Devrimci şiddetin ko­ şulları 1960’lı yılların sonlanna doğru g e ­ lişmiştir. Daha öncesi bu koşullar yoktu. H er dönem in kendine ait sorunlan ve mü­ cadele biçimleri vardı. Kendi sağından kopm a ile Kemalizmden bağımsızlaşma kastediliyorsa bu konu­ da Deniz’ler, Mahir’ler, M. Suphiler’den ve Ş. Hüsnü’lerden daha ileri de değillerdir. Deniz’ler, Mahir’ler oligarşinin m ahkem e­ lerinde bir yandan da Mustafa Kem al’in o günlerde yaşasaydı sosyalist olacağını ve

43


kendilerinin yaptıklannı yapacağını savun­ muşlardı. Türk Marksistleri Kemalizmi doğ­ ru değerlendirememişlerdir. 1971 çıkışlannın hareketimizin devlet ve devrim konusundaki görüşlerine belirgin bir netleşme getirdikleri, m ücadelede ö n ­ cüllerine göre daha atak, daha kararlı bir tutum gösterdikleri doğrudur. Ancak bun­ lar yeterli değildir. Kemajizmden tam k o­ puş sağlanamamıştır. Üstelik harekette olumlu katkıları yanında olumsuzluklarda taşımışlardır. Proleter devrimci hareketimi­ zin sınıf özünü bulanıklaştıran, işçi sınıfının fiili hareketini ihmal eden, sözde “id eolo­ jik öncülük” tezi bir sapmadır ve 1971 dev­ rimci çıkışının önderleri bu sapma içine gir­ mişlerdir.

Ne yazık ki (!) Yeni Çözü m ’ün bütün bu göz boyamalarının inandırıcı bir tarafı yoktur. Televizyondaki “icratın içinden” programını çağrıştırıyor. Evet, '80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Ama onu ‘devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürüyor; bu biliniyor. Biliniyor da söylemesi bir çocuğunun işine gelmiyor.

Denizler, Mahir’ler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suhpi’lerin, Ş e ­ fik Hüsnü’lerin hareketinin devam ı olan M D D hareketinden çıktılar. H er dönem devrimcileri kendi' koşullan göz önünde bu­ lundurularak değerlendirilmelidirler. M. Suphi’lerin, S. Hüsnü’lerin hareketi bir çı­ rpıda karalanıp geçilem ez. Hareketin halkla bütünleşmişliği gerçek­ ten de 65 sonrasının ürünüdür. A m a bun­ dan kendine erdem ve 20 yıl öncesinin önderlerine” halktan kopuk” suçlaması çı­ karacak yolda laflar etmek için Yeni Çözüm kadar akıllı olmak gerekir. Buradan olsa o l­ sa, daha önceki devrimcilerin ne çetin k o­ şullarda ve ne fedakârlıklar pahasına mü­ cadele yürütmek zorunda kaldıktan çıka­ rılabilir. Bu, büyük yetenek ve özveriyi gösteren bir olayıdır. Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimizde önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, gibi devrimci­ ler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr ve oldukça nitelikli kişilerdir. Hareketin 1960 yılların sonlarına doğru geniş kitlelerle buluşması hem koşulların hem de geçmişin sosyalist birikiminin ürü­ nüdür. Burada Türkiye’ye Marksizmi geti­ renlerin, ömürlerini işçi sınıfı davasına ada­ mış devrimcilerin, Marksist klasikleri dilimi­ ze kazandırarak Türkiye’nin çağımızın dev­ rimci öğretisinin en çok okunduğu ülkeler­ den biri haline gelm esine ön ayak olanla­ rın, T lP reformizmine ve S B K P bürokratlı­ ğına karşı hareketimizin bağımsızlığını sa­ vunanların katkılarını geçem eyiz. 1971 devrimci çıkışları bu katkılar üzerinde gel­ miştir. Peki 1974 sonrası bizler ne yaptık? D ev­ rimci teoriyi bizden öncekilerden ileriye g ö ­ türdük mü? Devrimcilik m oda iken, yüzbinler sokaklarda yürüyorken, ortalığın kan-barut koktuğu koşullarda mücadeleye sağlam, sürekli bir örgüt kazandırabildik mi? Halk yığınlarının ülkemiz tarihinde eşi g ö ­ rülmedik boyutlarda kendiliğinden yükse­ len mücadelesini devrimci bir alt üst olu­ şa götürebildik mi? Kesinlikle hayır! Olan biten asıl olarak mi­ ras uğruna mücadeledir, miras yediciliktir. Eğer herkesi kendi koşullan içinde değer­ lendirecek olursak bizim 1974 sonrası çok kötü bir sınav verdiğimiz söylenmelidir. 19701i yıllarda THKP-C, THKO, T İK K O çı-

kışlanna övgüler düzen, onlann devamcısı olduklan iddiasındakilerden bugün han­ gisi o çıkışlarla boy ölçüşebilir? Yeni Çözüm dergisi bize son 20 yıldır sa­ ğındaki güçlerden kopmuş yığınlarla bütün­ leşmiş özverili devrimci hareketten söz edi­ yor. TH K P-C T H K O çok kısa ömürlü ol­ dukları için bu son 20 yılın asıl olgusu da kendisi oluyor elbette. Büyük bir utanmaz­ lık içinde olan biten her olumlu gelişmeyi üstleniyor. İşte size uzun ve “heyecanlı” bir alıntı. “1975’lere gelindiğinde, 1971’de toprağa ekilen direniş, mücadele tohumları sökül­ m eyecek biçimde kök salarak filiz vermiş ve bu filizler güçlenerek yayılmıştı. Türkiye devrim tarihi artık 30 Mart’ın 6 Mayıs’ın mücadele mesajlanyla yazılıyordu. Onbinlerce emekçi, işçi, köylü ve genç “O N L A R ”ın yolunda yürüyordu. Onbinler­ ce emekçi faşizmin halkı teslim alma, fa­ şist demogoji altına sokma politikasına karşı direniyor, kentlerin, mahalle, köy, kasaba, işyeri ve öğrenim kurumlannm faşistlerce işgal edilmesine karşı dişe diş bir savaş v e ­ rerek faşist işgalleri kırıyor ve iktidar yolu­ nun bu çatışmalardan geçeceği bilinciyle hareket ediyordu. R e fo rm is tle r ise “ p ro v o k a s y o n a gelm em e” adına m ücadele arenasını terk ederken, faşizme karşı savaşan devrimci­ leri suçluyordu.1 Grevler, yürüyüşler, boykotlar birbiri­ ni kovalıyor ve faşizmin tüm katliamlarına karşı, 30 Mart, 6 Mayıs mücadele manifestolannın yolunda yüzbinler T ek Yol Devrim’ diye haykırarak yürüyordu.” Yukarıda söylenenler genel olarak d o ğ ­ rudur. Am a bunlar sadece kendiliğinden yı­ ğın hareketinin dinamiğinin ne denli güç­ lü olduğunu gösterir. PDAsı, TÎP, TSİP, ‘T K P ’si dışında tüm devrcimler, irili ufaklı onlarca devrimci grup bu devrimci müca­ delenin içindeydiler. Yeni Çözüm ise utanmazca bu direniş­ leri tek başına üstleniyor. “75-80 devrimci mücadele tarihinin ma­ nifestosunu yazanlar [ne laflar] sınıf müca­ delesinin her alanında halkın örgütlü gü­ cüyle devrimci şiddeti birleştiriyordu. Artık 30 Mart’ta ekilen tohum 75’te filizlenmiş 79lara gelindiğinde bu filizler dal budak sal­ mıştır.”

örgüt (ki bu partiye denk düşer) kazandırabildiler mi? Harekete doğru taktikler ön e­ rip uygulayabildiler mi? Yığmlann anti-faşist mücadelesini işçi sınıfının sosyalizm uğru­ na mücadelesi ile birleştirerek hareketi sı­ nıf tem eline oturtabildiler mi? Nerede... N e örgüt kurmak, ne de ha­ reketi sınıf tem eline oturtma çabası vardır. Bu hareketler kendiliğindenci kabarmanın sarhoşluğu içindeydiler. Faşizme karşı mü­ cadelenin lafta devrim mücadelesi tem e­ linde sürdürülmesi gerektiği ifade ediliyor­ du. Pratikte ise tam bir kör döğüşü almış yürümüştü. Mücadelenin ne örgüt boyu­ tu, ne sınıfı boyutu ne de taktikleri ciddiye almıyordu. Böyle olunca kendiliğinden ha­ reket gitgide soyut bir sağ sol çatışması g ö ­ rünümünde yüzeyselleşti. Devrimciler de sosyalist siyasi bilinci taşımaktan uzak “emekçi halk” edebiyatıyla yetinen sıradan anti-faşistler haline geliyordu. Faşist cina­ yet ve katliamlar karşısında yığınlann talep­ leri soyut can güvenliğine kadar geriletil­ di. Olayın M H P ’lilerle solcular arasındaki çatışma görünümü alması ise, devletin asıl vurucu gücü ordu, hiçbir ciddi direnişle kar­ şılaşmaksam ve darbe yapacağını göstere göstere, hakem pozlannda geldi, iktidara yerleşti. Mevcut siyasi hareketler, geçmişin mirası uğruna, kalabalıktan adam kapma uğruna, eylem yanştırma uğruna 75-80 dö­ neminin o olanaklarını çar-çur etmişlerdi. “H er alanda halkın örgütlü gücü ile dev­ rimci şiddeti birleştirdik” iddiası utanmaz­ ca bir yalandır. Devrimci potansiyelin bü­ yük bir bölümü Dev-Yol’un etkisindeydi. Yığmlann büyük bir bölümü Dev-YoFun sloganlanyla, onun bayrağı altında yürüyor, mücadele ediyordu. “Devrimci Sol” güçle­ rin öyle abartılacak bir etkinlikleri olduğu söylenemez. 12 Eylül geldiğinde ise bu ha­ reketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu or­ taya çıkmıştır. Önderleri örgüt oluşturamadıklannı, dergiden ve kuru kalabalıktan iba­ ret olduklannı, oligarşinin mahkemeleri hu­ zurunda kendi ağızlanyla ifade ettiler. O ça­ tışmalar için aktif bir yer tutmuş H K ve Kur­ tuluş gibi hareketler D Y’dan daha iyi çık­ madılar. Yeni Çözüm g ö z boyam aya devam ed i­ yor: “12 Eylül’e geldiğinde devrim seli akma­ sına karşın henüz yatağına tam oturmamış,

Harıl harıl manifestolar yazıyorlar! 1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanıyor, “öncü savaşı”, i(halk savaşı” yapılacak. Sonuç SIFIR!..

“75-80 devrimci mücadele tarihinin ma­ nifestosunu yazanlar” herhalde tasfiyeci Dev-YoFcular olacak. Çünkü 1975’te D ev­ rimci Gençlik dergisi onların eliyle çıkarıl­ dı. 1977’de Devrimci Yol manifestosunu (yani bildirgeyi) onlar yazdı. Bu tarihte Yeni Çözüm dergisinin “Devrimci Sol güçleride D Y önderlerinin hık deyicisiydiler. Taa ki 1978’lere kadar. Devrimci Gençlik dergi­ sini 30 Martlarda ekilen tohumun filizi ola­ rak görmek, TH K P-C ile Devrimci Yol çiz­ gisini özdeşleştirmektir. Çünkü Devrimci Gençlik dergisi ile Dev-Yol dergileri birbir­ lerinin devamıdırlar. Halbuki D Y sözde TH K P-C ’ci, gerçekte ise tasfiyeci idi. 12 Ey­ lül darbesi sonrası gelişmelerle bu iyice or­ taya çıkmıştır. Yazıda sözü edilen 75’te kök salan filizlerin 79’lara gelindiğinde “dal bu­ dak salması” da o tarihlerde hareket için­ deki bölünmelerin artmasına uyar, başka şeye değil! Burada devrimciler ne derece kendiliğin­ den yükselen dev dalganın bilinçli unsurlan olabilmişlerdir? O na ciddi ve sürekli bir

önündeki tüm engelleri aşabilecek öznel ve nesnel koşullardan yoksundu. İşte bu ko­ şullarda devrimin kısa bir süre sonra yata­ ğına oturup engellenemez haline gelmesin­ den korkan karanlığın sahipleri, karanlık güçlerinin tümünü harekete geçirerek dev­ rim selinin önüne aşılmaz bir engel oluş­ turmak istediler.” N e laflar (!) Akıyor devrim seli ama “henüz yatağı­ na tam oturmamış” önündeki tüm engel­ leri henüz aşabilecek durumda değildi. A m a işleri iyi gidiyor. Biraz zaman! Biraz daha bekleselerdi ‘devrimci sol güçler’ onu yatağına oturtacaklardı. Neyleyelim ! A h o “karanlığın sahipleri!” Erken davranıyorlar. “12 EylüFü tezgâhladılar. Yüzlerce devrimci katledildi. Yüzbinler işkenceden geçirilip, tutsak edildi. “Batırdık, çökerttik, yok ettikler’ dediler. 60 yıllık pas­ lanmış daktilolan başında oturanlar yeniden ‘anarşizm, terörizm’ edbiyatını yazmaya koyuldular.” Peki nasıl oldu da “halkın örgütlü gücüyle


birleşmiş devrimci şiddet” 12 Eylül karşısın­ da fos çıktı? Yüzbinler tutsak edilmişlerdi. Tek bir direniş sesi çıkmadı. Bu neden ve nasıl oldu? Belki de çok şey yapıldı, ama biz duymadık. o “60 yıllık paslanmış daktiloları başındaki” zevksiz herifler kim? Eğer bu­ günkü ‘T K P kastediliyorsa onun ömrü 20 seneyi bulmaz. Burada M. Suphiler’in, Ş. Hüsnüler’in T K P ’siyle, bir grup döküntünün yurt dışında oluşturduklari ‘T K P özdeşleş­ tiriliyorsa açıkça iftira ediliyor. Örneğin Mihri Belli, M. Suphiler’in ve S. Hüsnüler’in ha­ reketini temsil etm e durumundadır ve o 1971 çıkışları için bakalım neler demiş: “Devrim şehitlerimizle aramızda bazı g ö ­ rüş ayrılıkları bizim bunların kahramanlık­ ları karşısında duymamız gereken derin hayranlık duygusuna engel olm am alıdır” “... Gencecik devrimcilerin göz kırpma­ dan ölüme görüş germ eleri nedendir? Bu, dedikleri gibi, iki devrimci kitap okuyup şart­ lanmış halkından kopuk aydının, yapabi­ leceği iş midir? Hayır! Halkından güç alma­ yan kitap kumkuması aydınlar ölüm e yü­ rümezler. G enç devrimcilerimizin fedakâr­ lığı Türkiye emekçilerinin başı dik, insan­ ca yaşantı özleminin dışa vuruşudur. O n ­ lar yanardağın göklere saçılan kıvılcımları­ dır” Yukandaki sözler 1972 söylenmiştir. Yani Kızıldere katliamının hemen ardından! Aynı Mihri Belli 1975-80 dönem inde fa­ şistlere karşı direnişi meşru gördüğünü açık­ ça ifade etmiştir. Ve 71 direnişinin savunu­ cusu pozlarında birçokları 1980 sonrası Kürt direnişine sövm ede birbirleriyle yarışırlerken M. Belli, hareketin 50 yıllık g eç ­ mişi adına, bu direnişi açıkça desteklemiş­ tir. (5) Yeni Çözüm DY, Kurtuluş, H K liderle­ rinden öteden beri çiğnedikleri, hatta bu­ gün Taner’in bile çiğnem eye devam ettiği aynı sakızı çiğniyor. Bilmeden konuşuyor; kara çalıyor.

Bildiri dağıtmak, yığınlar üzerindeki et­ kisi son derece cılız, sürekliliği olm ayan gi­ derek sönen ve her seferinde polisin ba­ şarılı operasyonlarıyla sonuçlanıp devrim ­ cilere prestij kaybettiren tek tük eylemler, açıkça, “sınıf mücadelesinin her alanda cun­ taya karşı savaşımın” yerine konuyor. “Bu m ücadelede en aktif haliyle belirli bir süre (...) sürdü” dendiğine göre, bu işin azami sınırı da belli.. Siyasal mücadelenin kapsa­ mının boyutlarının sınıflandırılması böyle olur! İlkellik budur işte! “Devrimci sol güçler sınıf mücadelesinin bütün alanlarında cuntaya karşı m ücade­ leyi en aktif bir şekilde sürdürüyorlar ama bu yine de 12 Eylül’ün karanlığını aydın­ latmaya yetmiyor.” “Karanlığın sahipleri ka­ ranlık gü çlerin in tüm ünü h a rek ete geçirdikleri” için bizler de bu yaman m ü­ cadeleyi öğrenmekten mahrum kalıyoruz. 12 Eylül sonrası yönetim e karşı mücadele eden tek güç olarak P K K ’yı duymuştuk, duymaktayız. Karanlık güçlere kızgınlığın­ dan olacak (!) Yeni Çözüm yazarı bu k o­ nuda tek laf etmemiş (!) Onlar gazetelerin­ de, radyo televizyonda “devrim ci sol güçlerin” şehirde ve kırda, hayatın her ala­ nında en aktif mücadelelerini mi karartıyor; öyleyse o da P K K ’nın kini karartacak: Hak­ kında tek bir laf bile yok! N e yazık ki (!) Yeni Çözüm ’ün bütün bu g ö z boyamalarının inandırıcı bir tarafı yok­ tur. Televizyondaki “İcraatın İçinden” prog­ ramını çağrıştırıyor. Evet, 80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Am a onu “devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürü­ yor; bu biliniyor. Biliniyor da söylemesi bir­ çoğunun işine gelmiyor. Şu her iki halkın mücadelesini birden yürütme iddiasının pa­ lavra olduğunu gizlemek için! Belki de Y e ­ ni Çözüm Türkiye’nin doğusunu sınıf mü­ cadelesinin bir alanı olarak görm üyor ar­ tık. Yoksa bahsederdi (!) Çünkü bunlar 1975’ten beri her alanda m ücadele ediyor (!)

Yığınların büyük bölümü Dev-Yol’ıın sloganlarıyla onun bayrağı altında yürüyor,; mücadele ediyordu. 12 Eylül geldiğinde ise bu hareketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu ortaya çıkmıştır. Önderleri, örgüt oluşturm adıklarını, dergiden ve kuru kalabalıktan ibaret olduklarını, oligarşinin mahkemeleri huzurunda kendi ağızlarıyla ifade ettiler. Şimdi Yeni Çözüm ’ün “Devrimci Sol Güçleri” 12 Eylül’e karşı ne yapmışlar, onu görelim: “Devrimciler 12 Eylül faşizmin vahşeti ve reformizmin salvolanna karşı [bu “salvo” lafıda çok askeri (!), bayağı da etkiliyor insa­ nı] ‘A M E R İK A N C I FAŞİST C U N T A 45 M İLYO N H A L K I Y E N E M E Y E C E K ’ diye­ rek sınıfı mücadelesinin her alanında cuntaya karşı savaştılar. İşkenceciler, halk düşmanlarını hedeflediler. Onlann mekan­ larına yönelip somut siyasi hedef gösterdi­ ler. Faşizmin gerçek yüzünü gösteren pro­ paganda ve teşhir faaliyetlerine giriştiler. Bu mücadele en aktif haliyle belirli bir süre (?) yurt içinde ve dışında sürdü. N e yazık ki Devrimci Sol güçlerin bu özverili çabası 12 Eylül karanlığını aydınlatmaya yetm e­ di. [ N e yazık (!)] Mücadelelerini kentte ve kırda inanç ve cesaretle sürdürmelerine karşı önemli darbeler yiyip güç kaybettiler. Ve mücadelelerini daha alt bir seviyede sür­ dürmek zorunda kaldılar” (altını ben çiz­ dim).

Harıl harıl manifestolar yazıyorlar! 1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanı­ yor, “önce savaş”, “halk savaşı” yapılacak. Sonuç, SIFIR! Artık sınıf mücadelesinin her alanında si­ yasal mücadele yürütebilmek için parti kur­ mak gerektiğine de inanılmaz olmuş. “Kes­ kin Mahirciler” burada da tökezliyor. Mahir, proleterya partisinin olmadığı koşullarda bi­ rinci görevin onu oluşturmak olduğunu sa­ vunur. O sene geçti, 20 seneye yaklaşılı­ yor, “Devrimci Sol güçler” partileşemedi. Gerekte yok artık buna (!) Nasıl olsa onlar böylece de hayatın bütün alanlarında mü­ cadele verebiliyorlar. H em adamların m a­ nifesto yazmaktan başlannı kaşıyacak vakitler yok, biz de gelmiş burada partileş­ m eden vs. bahsediyoruz (!) Yazı açlık direnişleriyle bitiyor. İsteyen okur. Metris Cezaevi’ndeki ölüm orucu üze­ rine bu abartılmış yaklaşımları dergide di­ ğer yazılan, çizilenle ve bu siyasi çevrenin tavırlarıyla birleştirdiğimizde, “Bu adamlar daha Haziran ölüm orucunun arifesindey-

ken de böyle istismarcı mı düşünüyorlar­ dı?” demekten kendimizi alamıyoruz. Konuya ilişkin son cümleleri aktarıyoruz. “30 Mart, 6 Mayıs, 75-80 mücadele m a­ nifestoları ve Haziran Ö O manifestosu (bu ‘manefesto’ lafını ne çok seviyor yazar. Der­ ginin başından sonuna kadar hep ‘manifes­ to’!) artık şu veya bu grubun değil, halkın Türkiye devriminin m ücadele ve direniş simgeleri ve mirasıdır.

1971 devrimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “Milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandırılıyor. ...Denizler, Mahirler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin hareketinin devamı olan MDD hareketinden çıktılar. ...Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimize önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi devrimciler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr, oldukça nitelikli kişilerdir.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! M ücadelem ize Işık Tutacak ve Direnç olarak Yaşayacaklar!” Evet. Am a eğer onları rekabetçi bir man­ tıkla abartarak sömürmezsek! Eğer onları kendi yetersizliğimizi, cüceliğimizi, 12 Ey­ lül rejimi karşısındaki çuvallayışımızı gizle­ m ek için kullanmazsak! Eğer hata ve ek­ siklerimizin üzerine cesurca gidersek, bu te­ m elde daha tutarlı ve daha kararlı bir d e v ­ rimci hareket yaratabilirsek! Yeni Çözüm ise devrimci güçlere geçmişi yeni baştan yaşatmak istiyor. Proleter devrimci hareketimizin geçm i­ şine karşı aynı tarih bilinci yoksunluğu, mi­ ras peşinde koşma, kendi hata ve eksiklik­ leri karşısında aynı samimiyetsizlik, işçi sı­ nıfına karşı sözde “ideolojik öncülüğü” b e­ nimseyen aynı halkçı tutum, gençlikten asıl olarak öğrenciyi an lama veçabalarınm m er­ kezine yüksek öğrenim gençliğini alma, Kürt meselesinde artık açıkça, şovenizm e kaçmaya başlayan aynı hatalı tutum ve yak­ laşımlar ister istemez akla “hakiki DevYolculuk mu?” sorusunu getiriyor. Son yıllardaki mücadele çizgilerine bak­ tığımızda sözde savundukları teorileriyle pratikleri arasındaki uçurumun iyice arttığını ve Dev-Yol’un, kendi evrimi sonucu, bırak­ tığı boşluğa yerleşm eye çalıştıklarını görü­ yoruz, Bunların öteden beri bütün çabası “hakiki Dev-Yol’culuk muydu yoksa? Aynı yolculuğa yeni baştan mı? Geçimişi tekrar etmek “Çözüm” müdür? Peki, bunun “Yeni”liği neresinde? (1) “Hazînedeki Paslı Teneke”, Aziz Nesin, “M em ­ leketin Birinde” İçinde. Adam Yayınları, 9. Basım. (2) 12 Evlül sonrası böyleleri de türedi. Devrimci al­ çak gönüllülük geleneği iyice aşındırıldı. Direniş şehitten için basın ilanlarının altına, hiç gereği yok­ ken, bazı siyasal hareketlerin liderleri adlarını yazı­ yor. isim yapmak için! Kendini hatırlatmak için! Hat­ ta duygu sömürücülüğünde daha da ileri giden bazı siyasal liderler annelerinin, ablalannın ölümleri üze­ rine kendi resimlerini yayınlatıyorlar. Devrimcilik böyle ucuzlatılıyor! (3) M. Çayan “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık M ek­ tup.” Bütün Yazılar içinde s. 198-199. (4) “Özeleştiri” Aktaran R. N. İleri, M. Belli Olayı, Cilt IH. s. 892 ve 1056. (5) Örgütlenelim A m a Sosyalizmin Adını Kirletme­ yelim”, M. Belli, Toplumsal Kurtuluş s. 5

45


TOPLUMLARIN GELİŞİMİNDE EĞİTİM VE KADROLAŞMANIN ÖNEMİ A H M E T A Y D E M İR

Sosyalist çalışmada eğitimin rolüne g e ­ çen yazımızda değinmiştik. Bu yazımızda eğitim ve kadrolaşmanın insanlığın gelişim süreçlerindeki yeri ve önemini ele alıp in­ celem eye çalışacağız. Bilindiği gibi tarihteki çeşitli toplum bi­ çimlerinden günümüzdeki kapitalist ve sos­ yalist toplumlara kadar uzanan tarihsel dönem lerde, toplumların yönetim kade­ melerini oluşturan, belli bir bilgi birikimine ulaşmış, deneyim sahibi, düşünce, tavır ve davranışlarıyla o toplum biçimlerini en iyi bir biçimde temsil edebilen insanların, in­ sanlığın yaşamı ve gelişimi üzerinde büyük etkileri vardır. Böylesi bir insan m addesi­ ne ulaşmak ise ancak o toplumun geçm iş­ ten o an içinde bulunduğu evreye kadar edindiği deneyimlerin, çağdaş deneyim ler ve bilgilerle bir bütünlük içinde belli ölçü­ ler dikkat^ alınarak toplumdan seçilmiş in­ sanlara aktarılması, bu aktarmadan istenen düşünce, davranış gücünün o kişilerde sağ­ lanıncaya kadar sürdürülmesiyle ancak

Daha ilk sınıflı toplum ların doğm ası ve gelişm esiyle, yönetim , tarih, d il, kültür, askerlik, g ü zel sanatlar, din, felsefe ve eğ itm en liğ in de b ir eğitim sürecine tabi tutularak ele alındığ ını görüyoruz. B öylece ilk sınıflı toplum lardan, g ü n ü m ü zdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist toplum a kadar değişm ez b ir durum ortaya çıkm ış oluyor; bu da için d e yaşanılan düzenin id eolo jisin e göre b e lli b ir b ö lü k insanın eğ itilm esi ve bu insanların ad eta toplum un çe kird e ğ in i teşkil e d e c e k şe kild e p a rti, devlet aygıtı ve üretim faaliyeti için d e örgütlendirilerek kadrolaştırılm asıdır.

46

mümkün olmaktadır. Çağdaş toplumlarda eğitim sadece teorik bir bilgilendirmeyle de sınırlı değildir. Artık yönetim

bilimlerinden üretim alanına kadar eğitim­ ler pratikle iç içe yapılmaktadır. Hatta böy­ lesi bir eğitimin dahi sonuçlannın ne olduğu çeşitli sınav ve testlerle ölçüldüğü gibi eği­ tim süresinin bitiminden sonra bir de staj adı verilen pratik uygulama dönem i yaşan­ maktadır. Hiç şüphesiz bu staj dönem leri belli bir eğitim almış kişinin, nasıl bir uygu­ lamaya yöneldiğini, içinde yaşadığı toplum biçiminin ihtiyaçlanna ideoloji, din, kültür, üretim vb. özelliklerine uygun davranıp davranmadığını açığa çıkarmaktadır. A n ­ cak bu staj dönem inde de iyi not alabilen­ ler ondan sonra, toplumsal yapı içindeki belli görevlerine ister üretim isterse y ön e ­ tim kademelerinde olsun getirilmektedir. İnsanlığın ilk çağlannda, toplumun o ana kadar edindiği deney ve bilgi birikimini en iyi temsil edebilen ve kendilerine “ ulu” d e­ nilen kişiler toplumları yönetirdi. İlkel sos­ yalizm dönem inde bu ulu kişilerin rolü toplumun ilkel sosyalizm anlamında da olsa geleneklerini sürdürmesini sağlamaktan ibaretti. İlkel insanın çok yönlü yetersizlik­ leri bu ulu denen kişilerce giderilm eye ça­ lışılır. Bu durumlan onlara ayrıca dinsel bir hüviyet te verirdi.Toplum çeşitli ayin ve tö­ renleri canlı ve cansız sembol veya putlara yönelik düzenlerken, esasta bu sem bolle­ rin mucidi ve koruyucusu ve toplumun ön­ deri durumundaki “ ulu” ya tapınmaktan başka birşey yapmış olm uyordu. “ Ulu” ki­ şiler öldüğünde dahi onlann ruhlannm top­ lum içinde yaşadığı, toplumu koruduğu ve yönettiği inancı çok köklüydü. Bu sayede toplumun birliği korunur, dağılması engel­ lenir, yeni bir ulu seçilerek buna süreklilik sağlanırdı. İlkel sosyalizmin (barbarlığın) üst aşama­ sında “ ulu” lann, toplum adına öteki toplum larla d eğişim i (m al m ü b ad elesi anlamında) organize eden tam kararlarla elbirliği halinde toplumda ortaya çıkan ar­ tı ürünün bir kısmını, yürüttükleri işlerin,' üretimden kopuk ve yozlaştıncı etkisinden dolayı kendilerinin özel mülkü haline g e ­ tirmeleriyle ilk sınıflı topluma geçişe uygun bir zemin ortaya çıkmış, rüşeym halinde ilk sınıfsal aynşma gerçekleşmiştir. Tapınağın ulu kişisi ve tamkara (bezirgan) yürüttük­ leri faaliyetlerde kendilerine yardıma olan­

lara da bu zenginlikten belli bir pay ayırarak, aynca toplumun idaresiyle ve ti­ caretle ilgili bilgileri de ilkel işaretler biçimin­ de yazarak, daha sonraları değişimde kolaylık sağlayan paranın da icadıyla, sı­ nıflı topluma geçişin tüm koşullarını olgun­ laştırmış oldular. Bu aşamada yapılması gereken son bir operasyon vardı. O da adeta doğal ve otomatik bir biçimde yapıl­ dı. Ulu kişi tamkara ve bu iki egem en züm­ reye bağlı işbirlikçiler haricindeki tüm toplum silahsızlandınldı. Buna karşı koyan­ lar öldürüldü. Bu insanlık tarihinin daha önceki dönüşümleriyle mukayese edilm e­ yecek yepyeni bir durum ve sosyal devrim­ dir. Bir avuç asalak zümre toplumun ekonom i tem elinde ortaya çıkan değişik­ liklere uygun, üst yapıda da değişiklikler gerçekleştiriyordu. Devletin doğması azın­ lığın elinde bir bir tahakküm aracı haline gelmesi de böylece mümkün oluyordu. Bu ilkel devletin; egem enlerini koruyacak, il­ kel bir ordusu (silahlı adamlar), cezaevle­ ri, silahsızlandırılan ve bu anlam da köleleştirilen eski kandaş toplum üyeleri­ nin yönetilmesini sağlayacak tüm kurum ve kuruluşlarıyla doğması söz konusuydu. Es­ kiden toplumun ortak mülkü olanlar şim­ di özel mülk olmuş ve bunlara el sürmek suç haline gelmiştir. İnsanlığın sınıflı toplum öncesi dönemi, günümüzde ne kadar arkeoloji, tarih vb. bi­ limlerde sağlanan gelişmelerle aydınlatılmış da olsa, hâlâ karanlık ve aydınlanmamış yönleri çok fazladır. Bu dönem de bilgi, d e ­ neyim edinmenin, yani eğitimin en önemli aracı dil- konuşmadır. Bu durum kuşaktan kuşağa belli bilgi ve deneyimlerin konuş­ ma, davranışlar ve taklit yoluyla aktarılma­ sını sağlamıştır. Sınıflı toplumlarla birlikte yazının ortaya çıkması, bu yazı ve yazma becerisinin bir evrim yaşaması, toplumların eğitiminde yeni ve çok önemli bir ola­ nağın doğması anlamına geliyordu. B öy­ lece ilkel topluluklarda konuşma ve taklit, gelenek - görenek biçiminde yaklaşılan eği­ tim, sınıflı toplumda egem en sınıflara ve onların düzenlerine hizmet edecek, zekâ­ ca ileri ve pek çok özellik bakımından se­ çilmiş insanlann, yazılı belge ve bilgileri te­ melinde eğrilebilmesini mümkün kılıyordu.


Daha ilk sınıflı toplumlann doğması ve gelişmesiyle birlikte, yönetim, tarih, dil, kül­ tür, askerlik, güzel sanatlar, din, felsefe ve eğitmenliğin de bir eğitim sürecine tabi tu­ tularak ele alındığını görüyoruz. Ancak bu eğitimlerden geçenlere egem en sınıflarca güvenildiği gibi, yine bu kişilere toplum nezdinde bir itibar sağlanabiliyordu. Böylece ilk sınıflı toplumlardan, günümüzdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist topluma kadar değişmez bir durum ortaya çıkmış oluyor; bu da içinde yaşanılan düzenin ideolojisi­ ne göre belli bir bölük insanın eğitilmesi ve bu insanların adeta toplumun çekirdeğini teşkil edecek şekilde, parti, devlet aygıtı ve üretim faaliyeti içinde örgütlendirilerek kadrolaştırılmasıdır. Elbetteki köleci toplumun egem en sınıflarının sağlayacağı eğitim ve kadrolaşma bu düzene en iyi hizmet e d e ­ bilecek toplumsal kesimden insan seçme ve köleciliğin ideolojisine uygun eğitim, ör­ gütlenme ve kadrolaşma olacaktır. Keza bu durum feodal toplumda, kapitalist toplum­ da, hatta sosyalist toplumda da bir bakıma böyledir. Tabii sosyalist toplumun eğitim ve kadrolaşma haréketi, geçmiş sınıflı toplumlarla şekilce benzerlik taşımakla beraber, öz­ ce, nitelikçe bir farklılık taşımaktadır. Gelmiş, geçmiş tüm toplumsal dönüşüm ve devrimler; toplumun ekonomi tem elin­ de ortaya çıkan değişikliklerin, insan b ey­ nine yansıyarak önce kendini fikirler düze­ yinde ifade ettirmesi, bu fikirler doğrultu­ sunda bir kadrolaşmanın sağlanması ve bu kadroların ortaya çıkan bu yeni fikir ve dü­ şünceleri, tarihin tek yapıcısı halk kitleleri­ ne götürerek maddi bir güce dönüştürme­ siyle mümkün olmuştur. Her toplumsal d ö ­ nüşüm ve devrim de görüngüler ne olursa olsun hem en hem en şu veya bu düzeyde ortak ve değişmez olan böylesi bir yan var­ dır. Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde de odukça değişik şekillerde ortaya çıkan tarihsel ve sosyal devrimlerde de böyle bir durum söz konusudur. Yani toplumun üre­ tici güçlerindeki gelişm eye bağlı yeni bir üretim biçimi öncelikle rüşeym halinde de olsa toplumun ekonom i temelinde d o ğ ­ makta, bu değişiklikle, eski üretim biçimi arasında bir çelişki ve çatışma gündem e gelmekte, eski toplumun savunucularıyla, eskiyi eleştiren çeşitli fikir akımları ortaya çıkmaktadır. Bu yeni düşünce veya akım önce bir şefler topluluğu, hizip vb. kendi kadrolaşmasını yaratmaktadır. Ya halk kit­ lelerinin doğal önderi olan, ya da daha son­ ralar içine girdiği davanın büyüklüğüne uy­ gun bir gelişme göstererek önderleşenler, yaşanan dönüşüm ve devrim de m otor iş­ levi görmektedir.

doğduğu Arap Yarımadası barbarlığın üst aşamasında ve bezirgan ekonominin o l­ dukça geliştiği bir toplumsal yapıya sahip­ tir. Hatta bizzat Hz. M uham m ed’in kendisi Hz. Hatice ile evlendikten sonra kervan sahibi olmuş ve bir dönem bezirganlık yap­ mıştır. İşte bu toplumsal yapı Hz. M uham ­ m ed’in düşüncelerini belirleyen sosyal çev­ redir. Toplumda, bezirganlar ve bunlann bir kısmının da aynı zam anda Kabe’deki “put’ları da korumakla görevli olan din uluları anlamında egem en sınıf haline yükselişle­ rinin yanı sıra, dağınık bireysel mülkiyet, kervanlarda çalışan yoksul birhalk, hatta köleciliğin ilk biçimleri ortaya çıkmıştır. B e­ zirgan ekonominin tem elinde arz ve talep kanunu büyük rol oynamakta, bu kanuna uygun yapılmayan bezirganlık (kervancılık) her an iflasla karşılaşmaktadır. Bezirganla­ rı böylesi bir duruma düşmekten, yani if­ laslardan Kâbe’deki binlerce put da koru­ yamamaktadır. Bu nedenle Arap toplumunda öncelikle barbarlım üst aşamasın­ dan sınıflı Müslüman topluma geçiş, put­ ların toplümun yeni durumunu izah etm e­ de bulundukları yetersizlikten dolayı, bu çok tanrılı (putlara) dine karşı tek tanrılı İs­ lamiyet dininin üretilmesi biçiminde geliş­ miştir. Hz. M uham m ed’i, toplumu derin ekonomi temelinden etkileyip yöneten göz­ le görülmez, elle tutulmaz arz ve talep ka­ nunu, onun bu konunu ne yerde ne gök ­ te, ama her yerde ve her şeye kaadir mut­ lak A L L A H düşüncesi biçiminde formüle etmesine neden olmuştur. Daha sonraları ayetler biçiminde oluşturulan çeşitli düşün­ celer, sınıflı kent toplumuna geçişin eşiğin­ de bulunan bir bayii bozulmuş barbarlığın üst aşamasındaki toplumsal yapıdaki çelişki ve kargaşaya bir çekidüzen verm ek iste­ menin yanı sıra ticaret için yeni kurallar g e ­ tirmektedir. Bu açıdan Islamiyete bezirgan (tüccar) ekonomi temelinin üst yapı kurum­ laşması dem ek de mümkündür. N e var ki İslamlığın ilk doğuş günlerinde, henüz Arap toplumlannda ilkel sosyalizm gelenekleri di­ ri olduğundan ve İslam dininin doğuş m o­ mentinde kurumlaşmış Mekke tefeci - b e­ zirganlarının bu akıma karşı çıkmaları ne­ deniyle, tüm yoksul halk kesimlerinin İsla­ miyet saflannda yer alması iyilik, doğruluk, adalet ve mutluluk getirici bir rol de oyn a­ dı. Bu durum Müslüman halkların zihnin­ de, gelenek göreneklerinde, yüz yıllardır si­ linmeyen neredeyse o günlere özlem e d ö ­ nüşen bir biçimde hâlâ yaşayabiliyor. N e var ki İslamiyet kısa bir süre sonra Mekke tefeci - bezirganlarının da Müslümanlaşmalarıyla, onların eline geçmiş, gerçek sosyal sınıf zeminine oturmuştur. Burada elbette İslamiyetin doğuş ve gelişimini tahlil etmek, pek çok yeni düşünce ve yorum ileri sür­ mek de mümkündür. Yalnız bunlar ayn çalışmalann konusu olup, ele aldığımız eği­ tim sorununa pek katkı sağlamaz, hatta ko­ nunun dağılmasına neden olabilir.

Barbarlık dönemiyle ilgili olduğu gibi, ka­ pitalizm öncesi toplumlar tarihinin de ka­ ranlık kalan pek çok yönü vardır. Özellikle sınıflı kent medeniyetlerinin barbar akınlarıyla yakılıp yıkılması bu toplumların geli­ şim ve sosyal devrim momentleriyle ilgili bilgilerin belgelerin çok sınırlı bir biçimde günümüze ulaşmasına neden olmuştur. Bir Özetle; Hz. M uham m et toplumun ek o­ de tarihin oldukça eski dönem lerine ait al­ nomi tem elinde ortaya çıkan değişiklikle­ tın değerindeki bu belgelerin çeşitli ülkeler­ re uygun bir düşünce sistemi geliştiriyor. Konumuz açısından bundan sonrası daha de dağınık bir biçimde bulunuşu, tarih k o­ fazla önem taşımaktadır. Bu geliştirdiği fi­ nusundaki pek çok araştırma ve incelem e­ kir ve düşünceyi öncelikle en yakın ve gü­ de insanlığın bu çağıyla ilgili verebileceği­ vendiği çevreden dışa doğru çeşitli eğitim miz bilgi ve örnekleri sınırlandırmaktadır. N e var ki tarihten verilecek birkaç örnekle toplantıları düzenleyerek yayıyor. Bu çalış­ de konu biraz aydınlatılabilir. İslamiyetin malar sonucu mümin adı verilen yeni dü­ Arap Yarım adasında doğuşu ve gelişimini şünce sistemini kişiliğine sindirmiş ve dav­ ranışlarıyla da bunu başarıyla uygulayan ilk bu çerçevede ele alıp incelemek sanınm kadrolarını oluşturuyor. Bu mümin ismini fazlaca sakıncalı olm az ve eğitimin kapita­ lizm öncesi toplumların gelişimi ve dönü­ 1 alan kadroların tem el özelliği kendilerini bü­ tünüyle İslamiyete adamış, bu yolda şehaşümünde oynadığı rol ile ilgili bizlere bir fi­ kir verebilir. Keza ortaçağda Hıristiyanlığın deti seve seve kucaklayacak niteliğine ulaş­

bu yönde oynadığı role de kısaca değinmek

mış kişiler olmalandır. Artık burada yapıl­

yararlı olabilir. Bilindiği gibi Hz. Muhammedln içinde

ması gereken yeni insan lann yoğun eğitim çalışmalar içine alınarak (ayet okuma - na­

maz kılma biçiminde) müminleştirilmesi ve kadrolaştınlması olurken, diğer bir yandan da eski toplum ve din biçimini muhafaza etm ek isteyenlerle küçük çaplı çatışmalar içine giriliyor. Bu aşamada eskinin sürme­ sinden yana olanlar, müminler üzerinde korkunç boyutlara varan sindirme, işken­ ce ve katliamlar gerçekleştiriyorlar. Fakat mühninler bu uygulamalara karşı direnerek yaşamaya hakları olduğunu ve geleceği temsil ettiklerini kanıtlamış oluyorlar. B öy­ lece îslamın doğuş yeri olan Mekke, artık sağlanabilecek gelişmelerin büyük oranda sağladığı, eğer orada kalmakta ısrar edilir­ se, başta Hz. M uhammed’in kendisi olmak üzere tüm müminlerin imha olm ayla karşı karşıya kalabilecekleri yer haline geliyor.

I. ve II. Enternasyonel p ratiğ i, dünyanın p e k ço k ülkesinde insanların eğ itilip ülkelerinde çalışm a yapacak düzeyde yetkinleştirilm esinin ö n em li b ir aracı oldu. B öylece proleterya sosyalizm i dünyanın çeşitli ülkelerin e yayılabildi.

OradanM edine’ye hicret ediliyor. M edine hem İslamm yayılması ve kadrolaşması hem de yeni İslam düşüncesi temelinde ya­ şamın organize edildiği bir yer haline geti­ riliyor. Ardından Bedir Savaşı, savaşı sür­ dürme ve İslamiyeti yayabilmek için g ere­ ken teknik olanak ve güce ulaşmak bakı­ mından. İslamiyetin ilk kamulaştırma eyle­ mi oluyor. İslamiyet daha sonraki yaşanan süreçte bilindiği gibi, güçlü bir hazırlık ve kadrolaşma (mümin) temeline dayandığı, içinde bulunduğu bölgenin ekonomik - sos­ yal gelişimine uygun fikirleri Kuran ve ha­ dislerde üretebildiği ve bu fikirlerin toplum içinde yayılmasını engelleyen eski toplum ve din biçimiminin sürmesi için şiddet uy­ gulayanlara karşı kutsal cihad anlamında savaşı geliştirebildiğinden, tüm Ortadoğu bölgesine, hatta Uzakdoğu’ya doğru bir ya­ yılma göstermiştir. H er fikir akımında olduğu gibi İslamiye­ tin gelişmesiyle birlikte davaya katılmayı öz­ de değil, sözde ve biçimsel yapan pek çok sahte Müslüman kadro tipi de ortaya çık­ mıştır. Bunlar Kuran ve hadisleri ezbere bil­ mekte fakat, yaşama geçirm e ve uygula­ m ada ise çarpık ve çıkarcı bir durum içine düşmektedirler. Hatta Müslümanlar içinde bugün dahi bu ayrımı yapabilmek m üm ­ kündür. Pek çok insan temiz duygularla İs­ lamiyete yaklaşırken, pek çok Müslüman geçinen kişi ise dini insanları kandırmada kolaylık sağlayan bir araç olarak görm ek­ tedir. Toplumdaki hâkim finans - kapital ve tefeci-bezirgan sömürücü sınıflan yaşamla­ rının Müslümanlıkla alakası yokken, sırf halkı kandırmak ve afyonlamak için din­ dar geçinmekte, onların saf ve temiz duygulannı da iş güçlerini sömürdükleri gibi sö­ mürmektedirler. Avrupa kıtasında ise feodalizmin ortaçağı denen d ön em de din eğitimi ve kadrolaş­ ması muazzam boyutlara varmıştır. Kilise din derebeylerinin elinde kendi feodal düzenlerini yaşatma ve ayakta tutmanın enbüyük okulu ve eğitim kurumlan ağı hali­ ne geliyor. Kilise toplumun yönetilm esin­ den, çeşitli, haksız savaşlara sürülmesine kadar, tarihin ileriye dönen çarkını geriye döndürm eye çalışmak tem elinde de olsa,

Avrupa kıtasında çok büyük etkinlik ve nü­ fuza sahip oluyor. Papazlar, rahip, rahibe ve keşişler feodal üretim tarzının ve hiye­ rarşisinin ideolojik kurumlaşması ve dev­ let kadrolaşmasının temelini ve yönlendi-

47


ricJBginı oluşturuyorlar B oylece başka ülkeler, dinsel topluluk ve halklar üzerine haçh seferleri biçiminde milyonluk ordular seferber edebiliyor. Y in e bu ortaçağ karan­ lığını yaşayan toplumlann bağnnda ortaya çıkan insanlığı geleceğin aydınlık günleri­ ne ulaştırmak isteyen büyük kişilik ve bi­ lim adamlannın dahi yaşamlanna son v e ­ rebiliyor. Tüm bunlarda, Avrupa’da orta­ çağda, kilisenin bir id eoloji’ ve eğitim ku­ rumu olarak toplumda sağladığı gerici kad­ rolaşmanın rolünü ortaya koyuyor. Bu d ö ­ nem çok acılı da olsa insanlık tarhinde g e ­ çici olm ak zorunda kalmıştır. Çünkü hiç­ bir din, eğitim, güç, kadrolar ve ideoloji in­ sanlığın gelişim yasalanna uygun değilse ta­ rihsel olarak aşılmaktan kendini kurtaraOsmanlı toplumunun merkezi feodal ya-

gulamaya başlamıştır. Çeşitli bilim, fikir, sa­ nat ve edebiyat adamlan başlangıçta kor­ kunç baskılara uğramak, hatta bazılan yaşamlannı yitirmek pahasına da olsa, fe o ­ dal ortaçağ karanlığına savaş açtılar. Kapi­ talist üretim biçimi henüz hâkim olmayan bir tarzda da olsa korperasyon, manifaktür ve fabrikaya doğru bir evrim yaşarken, başta bu işletmelerin sahipleri (burjuvalar) ve çalışanlar (ilk proleterler) olm ak üzere insanın doğanın kanunlarını keşfettiğinde ona hükmedebileceğini sezdiler. Ortaçağın köylü veya esnafının, tanrının insafına sı­ ğınan üretim biçimi ilk defa tanrının insa­ fından kurtulmuş ve makina denen aletle­ re hükm eden insanın becerisi ve ustalığı­ nın kontroluna geçm iş oluyordu. İşte fe o ­ dal dönem in sonlanndan itibaren başlayıp, burjuva devrimleriyle doruğuna çıkan in-

1917 EKİMDEVRİMİ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yaratıcımbir biçimde uygulanması oluşturulan LENİNİST ideoloji temelinde güçlü bir kadrolaşmanın (profesyonel devrimciler örgütü) sağlanmasının ürünüdür. Ekim Devrimi ve Ekim DevrimVnden sonra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kurtuluş ve devrimlerin, ortaya çıkardığı temel gerçek objektif şartlarda ortaya çıkan olgunlaşmayı devrimi geliştirme doğrultusunda işleyebilecek bir kadrolar örgütünü (Partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zorunlu ve vazgeçilmez ertelenmez bir görev olduğudur

,

,

,

,

pıya ulaşmasının ardından m edreselerde­ ki (din okullan) dini eğitim ve kadrolaşma, toplumun ileriye doğru gelişimi önünde bü­ yük bir engel haline geliyor. Hatta bu, Ba­ tı Avrupa’nın kapitalizm aşamasına varmış toplumlanndan esinlenerek, kurulan ilk ka­ pitalist işletmelerin yakılıp yıkılmasına ka­ dar varabiliyor. Avrupa’da yeşeren ve geli­ şen ilerici ve aydınlık pek çok fikir akımına sanat, edebiyat, kültür vb. değerleri toplu­ ma taşımak isteyen kişilere ise Osmanlı top­ lumunun bünyesi içinde yaşama olanağı verilmiyor. Onların kaderi sürgün ve ceza­ evinde yaşamak halinde dönüştürülüyor. Bunda, şeriat ve din eğitimi kurallan ve m edrese kültürü dışındaki herşeye gavur icadı olarak bakan Osmanlı toplumunun o karanlık ortaçağının kadrolaşması büyük oranda etken olmuştur. Osmanlı toplumu­ nun bu dönem inden günümüze kadar sü­ ren geri kalmış ülke alın yazımızda, Batıda kapitalizmin gelişiminin zıddına, ekonom i tem elinde tefeci - bezirgan ve kom prodorluğun egemenliğinin geliştirilmesi olduğu kadar, üst yapıda da merkezi feod al d e v ­ let ve kurumlaşmasının güçlendirilmesinin rolü çok büyüktür. Elbetteki burada olay­ lar, toplumun ekonom i temelindeki, geri­ ci asalak tefeci - bezirgan, kom prador ser­ mayenin hakimiyetinin, kişilerin hatta sul­ tanların istemlerinden bağımsızcasına üst yapıda, devlet, ideoloji, din, eğitim, kültür vb.’de ifadesini bulmasından başka bir şey değildir. Ekonomi temeli asalak ve gerici - çağdışı sermayenin tekelinde olunca dev­ let ve sultanlar kendi varhklannı sürdüre­ bilmek için din afyonuyla kitleleri uyuştu­ rup, alıklaştırmak ve bu işi yapabilecek m edrese (okul) sistemine ve buralardan çıkmış kadrolara dayanmak zorundadırlar. Kapitalist üretim biçiminin, feodalizmin bağnnda doğmaya başlamasıyladır ki in­ sanlık ortaçağ gericiliğini ve karanlığın! sor­

san lık tarihinin o güne kadar şahit olm adı­ ğı en büyük aydınlanma hareketi bu ek o­ nomik ve sosyal zeminden kaynağını almış­ tır. Bu d ön em de yeni felsefe, kültür, id eo­ loji ve sanat akımlan adeta feodalizmin tüm kurum ve kuruluşlanna her koldan saldmya geçmiştir. Kapitalizmin sağladığı aydınlanma orta­ mında insanlık adeta bir bakıma unutulmuş eski kültür hazinelenne yönelmiş, başta eski Yunan felsefesi olm ak üzere, antik çağda­ ki toplumlann geçiş ve gelişme mom entlmerinde ürettiği felsefe, kültür ve id eolo­ jiler, yeni üretilen fikirlerle birlikte ortaçağ karanlığını yırtmada bir silah haline getiril­ miştir. Yeni felsefe, ideoloji, kültür ve sa­ nat akımlan, genç ve devrimci burjuva sı­ nıfının önderliğinde çeşitli akım, grup, hi­ zip ve partiler biçiminde örgütlenmeye baş­ lamıştır. Bu aşamada burjuvazi özellikle y e ­ rel yönetim ve belediyelerde örgütlenerek buraları feodalizm e karşı direnişin merkez­ leri haline getirmiştir. Oluşturduğu akım ve partiler içine başta proletarya olm ak üzere din ve dünya derebeğliğinin topraksız bı­ raktığı ve sertliğin kıskacı ve zulmü altında yaşayan köylülüğü de çekebilmiştir. Bu emekçi kesimler, burjuvazi tarafından, topraklann, feodallerin elinden alınıp kendi­ lerine dağıtılacağı, daha iyi çalışma koşul­ lan, hürriyet, adalet, eşitlik sağlanacağı va­ atleriyle örgütlendirilip, burjuva devrimlerinin vurucu gücü haline getirilmişlerdir. Burjuvazi kendi ideolojisi doğrultusunda sağladığı bu bilinçlendirme, eğitme, kadrolaştınp örgütleme çalışmalannm yanı sıra eski feodal toplumun egem en sınıflan ara­ sındaki çelişkileri de ustaca kullanmıştır. Başlangıçta feodal parçalanmışlığa karşı ulusal birliği sağlamak için krallıkla uzlaş­ mış yine din ve dünya derebeğlerinin ve asillerin arakamdaki çelişkileri derinleştiri­ ci ilişki ve ittifaklara girmiş, bu çelişkileri us­

taca kullanarak kendi sosyal devriminde taktik alanda da büyük bir maharet sergi­ lemiştir. Burjuvazi tüm bu yetenekleriyle, eskinin karanlık ve kokuşmuş feodal d e­ spotizmini böylece dağıtıp, yerle bir edebil­ miş. Siyasal iktidarı onların elinde alarak kendi iktidarını kurmuştur. Bundan sonra geçmiş çağın egem en sınıflan başta olmak üzere, eskinin tüm kurum ve kuruluşlannı kendi ekonom i tem eli ve dünya görüşüne göre bir dönüşüme uğratmıştır. Burjuvazi­ nin, burjuva devrimindeki diğer bir özelliği de kendi hâkim sınıf ideolojisini aşan pro­ leter ve köylü yığınlanna karşı eski feodal toplumun artığı egem en sınıflarla uzlaşmak ve emekçilerin bu mücadelelerini şiddet kullanarak bastırmak olmuştur. Ortaçağın o mistik ve ruhani ortamı bur­ juva üretim biçiminin tarih sahnesine çık­ m aya başlamasıyla, dağılma içine girmiş­ tir. Sonuna kadar m addeci ve insanın be­ ceri ve kontrolundan başka bir güç tanımıyan kapitalist üretim biçimi m addeci (m a­ teryalist) dünya görüşünün doğrusunda ve gelişmesinde en büyük ilham kaynağı ol­ muştur. Y in e ekonom i politik bir bilim ola­ rak bu yeni üretim biçiminin kanunlannı araştırma tem elince doğmuş, burjuva devrimlerinin sağladığı özgürlükler ve coşku or­ tamında, sanatta ve edebiyatta dev boyut­ ta klasikleşmiş yapıtlar ortaya çıkmıştır. Bur- > juvazi kendi devriminin ardından, emekçi sınıf v e tabakalara yönelik gericiliği ve te­ rörü her ne kadar arttırmışsa da yeni orta­ ya çıkan üretim ve yönetim tarzı tarihsel olarak insanlığı çok büyük bir ilerleme ve gelişme içine soktu. Burjuva devriminin ay­ dınlık ortamında yeni kapitalist toplumun eğitimi ve kadrolaşma düzeyi kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmayacakbir boyuta vardı. Yönetim de ilk dönem, cılız ve güçsüz olm a nedeniyle krallıkla uzlaşık bir gidiş varsa da ardından bilinen se­ çimli demokratik cumhuriyete doğru bir ev­ rim yaşandı. Ekonomi alanında, geniş y e­ niden üretim dem ek olan kapitalizm, üre­ tim alanında bir sonraki günü bir öncekini aşarken, bilimde, teknikte yeni keşif ve icadlan kışkırtan teşvik eden bir rol de o y ­ nuyordu. İnsanlığın bu dönem i denebilir ki neredeyse her gün yeni bir keşif veya ica­ dın yapılmasına sahne olmaktaydı. Bu du­ rum, yönetimde, bilimde, teknikte, üretim­ de uzmanlaşacak çok sayıda insanın eğiti­ mini ve kadrolaştınlmasını zorunlu kılıyor­ du. Keza toplumun yaşamını ilgilendiren tüm alanlardan, askerliğe kadar toplum adeta yeni baştan ele alınıp, kapitalist üre­ tim tarzının ve üretici güçlerinin gelişimine, ihtiyaçlarına uygun bir eğitim sürecine ta­ bi tutuldu. Cehalete savaş açıldı. Okuma yazma, teknik bilgi ve beceri edinm e bire­ yin yeni topluma uyum sağlayabilmesinin, ayakta kalıp yaşayabilmesinin ana unsurlan haline geldi. Gazetecilik, telefon radyo vb. bilimsel teknik gelişmeler, mecburi ö ğ ­ renim, okul sistemleriyle birlikte toplumun büyük bir kesimini burjuva ideolojisinin eği­ timi ve yönlendirmesi altına soktu. Ulaşım­ da ve haberleşmedeki gelişmeler insanlar için yer küremizi küçülttü. Bilinmezlikleri or­ tadan kaldırdı. Tüm bunlar yeni, aydınlık düşünce ve gelişmelere açık bir insan tipi­ ni ortaya çıkardı. Toplumun adeta karan­ lıklar denizinden aydınlığa çıkması biçimin­ deki bir durum güzel sanatlann tüm dallannda, felsefede, kültür, ideoloji depolitikada pek çok ileri düşüncenin yeşermesine uygun bir ortam yaratıyordu. Y in e burju­ vazi, kapitalizmin Kıta Avrupası’ndan dün­ yanın her tarafına doğru yayılması önün­ de büyük bir engel teşkil eden feod al despotik yönetim lere karşı, yetiştirdiği büyük askeri komutanlar önderliğinde yüzbinlik ordular kurup bunları en son teknikle do-


natıp üstlerine yürütüp onların, gelişm ele­ rin önünde engel olm a durumlarını orta­ dan kaldırdı. Kapitalizmi Avrupa’da kökleş­ tirip oradan yeni dünya (Amerika) ve A s ­ ya kıtasına doğru yaymayı başardı. Kapitalizmin, insanlığın ileriye doğru g e ­ lişiminde oynadığı rol kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmayacak bir boyuttadır. N e var ki kapitalizmin bu rolü kesintisiz bir biçimde sürdürmesinde söz ko­ nusu değildir. Çünkü bu yönetim tarzı da geçmiş üretim ve toplum biçimlerinde o l­ duğu gibi sömürücü, egem en bir azınlığın iktidan olmak durumundadır. Nüfusun bü­ yük çoğunluğunu oluşturan emekçiler, devrimlerin ve toplumsal gelişmenin tek ya­ pıcıları olmalanna rağmen geçmiş sömürü

kapitalizmin egem en üretim biçimi haline gelişinin ardından, kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanan, bir yanda lüks ve sefahat içinde yaşayan bir burjuvazi öbür yanda açlık, yoksulluk, işkazaları v esalgm hastalıklardan binlercesi ölen bir proletar­ ya görüntüsünün ortaya çıkması, pek çök aydının proletaryanın kurtuluşunu sağla­ mak için düşünce sistemleri üretmesine ne­ den olmuştur. Bu dönem de proletarya adına üretilen düşünce sistemlerine, üto­ pik sosyalizm adı verilmektedir. Ütopik sos­ yalizm, henüz kapitalizmin gelişiminin çok ileri olmadığı ve proletaryanın da olgunluk düzeyinin çok düşük olduğu dönemin sos­ yalizmidir. Hatta bu sosyalizme ön sosya­ lizm dem ek de mümkündür.

G ünüm üzde sosyalist sistem de biriken p e k ço k sorunun köklerinde d a h i id eolo jik, p o litik yetkinleşm enin, p ro b le m le ri b iriktirm ed en çö zeb ilecek öngörü ve yeten eğe sahip kadrolaşm ayı sistem in ihtiyaç duyduğu boyutta ü retem em esin de gö rm ek p e k abartm a olm asa gerektin

sistemlerinde olduğu gibi kapitalizmde de paylarına düşen ancak yaşamalarını sür­ dürmelerine yetecek boyutta bir ücrettir. Onlar çalışmışlar savaşmışlar ve yeni bir toplumun ortaya çıkmasında en büyük m o­ tor güç olmuşlar, ama siyasi iktidar ve üre­ tim faaliyetini tekeline alan burjuvazi olmuş­ tur. Burjuvazi de kendi devrimini yapıp si­ yasal iktidarı zaptettikten sonra ilerici d e v ­ rimci barutunu yitirmiştir. Devrime katmak için kitlelere verdiği vaatlerin tümünü unut­ muştur. Kitleler burjuvaziye bunları hatır­ latma temelinde sokağa dökülünce de bur­ juvazinin oluşturduğu ordu güçlerinin sün­ gü ve kurşununu karşılannda buldular. S ö ­ mürücü sınıflar, tarihte de görüldüğü gibi henüz siyasi iktidan ele geçirmedikleri aşa­ mada ve kendi iktidarlannı gerçekleştirmek için geliştirdikleri sosyal devrim m om ent­ lerinde ilerici bir rol oynarken, iktidara sa­ hip olmalarının ardından gericileşmekte, hatta üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline gelebilmektedirler. Bu durum kapitalizm için de söz konusudur kapita­ lizmde ü r e t ip —ortka ve işletmelerde ve tüm toplumsal yapıyı saran genel görünü­ m üyle kolektif yapılan bir üretim biçimi olurken bu kolektif üretim biçimine uygun olmayan bir tarzda burjuvazi tüm üretimin sonuçlarına özel mülkü olarak sahip çık­ maktadır. Yani onlar üretimin kendisinden çok sonuçlanna sahip çıkmayla ilgileniyor­ lar ve bu durumları onların üretim içinde etkin rol alan insanın ve tekniğin gelişimi­ ne kayıtsız hatta engelleyen bir konuma gir­ m elerine neden olabiliyor. Bilimde ve tek­ nolojideki yeni gelişmeleri hemen üretim alanına aktarmak, üretimde çalışan işçi sı­ nıfının tüm ekonom ik ve sosyal haklarını vererek onun gelişimini sağlamak, kapita­ listin sadece ve daha çok kâr anlayışıyla çe­ lişmektedir. Burada kapitalistten, elbetteki üretimde ortaya çıkan kolektif üretim biçi­ mine uygun, kolektif bir üretim tarzı ve mül­

kiyeti getirmesi, bilim ve teknikteki gelişme­ leri süratle üretim alanında uygulaması iş­ çi sınıfının insanca yaşamasını sağlayacak tüm haklan tanıması beklenemez. N e var ki başta aydınlar olmak özere, toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkmış oıan bu çelişkilerin dile getirilmemesi, bu adaletsiz­ liğin giderebilecek düşünce ve fikirler üre-

tilmemesi de söz konusu olamaz. Nitekim

İşçi sınıfının bilimsel sosyalist dünya g ö ­ rüşü ise ancak daha sonraki proletaryanın gelişme ve olgunlaşma sürecinde ortaya çıkmıştır. İngiltere kapitalizmin ilk beşiği ola­ rak, kapitalizmin ekonomi - politik biliminde önemli gelişmeler sağlamış durumdaydı. Fransa büyük Fransız d evrisin in okulun­ dan geçmiş, devrimciliğin ardından sosya­ list düşüncelerin gelişim düzeyinin yüksek olduğu bir ülkeydi. Almanya ise felsefe ala­ nında H egel ve Feubach’m geliştirdiği fel­ sefe akımlarıyla, felsefede büyük bir geliş­ menin ortaya çıkışına sahne olmuştu. İşte proletaryanın bilimsel sosyalizmini kuran ve geliştiren K. Marks ve F. Engels böyle bir dönemde, geliştirdikleri yeni düşünceye dayanaklık eden bu üç akımın, İngiliz ekonomi-politiği, Fransız sosyalizmi ve A l­ man felsefesinin eleştirisiyle ve bu temel üzerinde proletaryanın sosval»«* ¿ ¿ nya g ö ­ rüşünü inşa ettiler £ Marks ve F. E n g e li ın yasa^r 'v e mücadeleleri incelendiğinde çok iyi görülecektir ki onlar bir yandan için­ de yaşanılan kapitalist toplumun başta eko­ nomi temelini ve çelişkilerini olmak üzere, felsefe, politika, ideoloji, devlet, hukuk, kül­ tür, askerlik vb. tümalanlannı eleştirip, pro­ letaryanın dünya görüşünü bu biçimde in­ şa ederken, düşünceyi yaşama geçirm ede ve yaym ada büyük bir rol oynayacak kad­ roların eğitilip örgütlendirilmesine çok önem verdiler. 1. ve II. Enternasyonal pra­ tiği, dünyanın pek çok ülkesinde insanla­ rın eğitilip ülkelerinde çalışma yapacak dü­ zeyde yetkinleştirilmesinin önemli bir ara­ cı oldu. Böylece proletarya sosyalizmi dün­ yanın çeşitli ülkelerine yayılabildi. Ve ora­ larda örgütlü hale gelmesi sağlanabildi. Bu aşamada, ideoloji, politika ve örgütlenm e­ de, evrensel boyutta sağlanan bu gelişm e­ ye rağmen henüz uluslararası proletarya­ nın burjuvaziden siyasi iktidan alabilecek ol­ gunluk, bilinç, ve örgütlenme düzeyi söz konusu değildi. N e var ki objektif ve süb­ jektif koşulların henüz yeterince olgunlaş­

mamasına rağmen, bu dönemde sosya­ lizm; Fransız proletaryasının büyük kahra­ manlık ve ataakhğıyla 1871’de Paris Komü­ nü içinde iktidan aJabilmiştir. Bu ilk iktidar deneyimi Paris proletaryasının kendi eğiti­ mi ve yetersizliğinden dolayı kısa sürede yı­ kılmışsa da uluslararası işçi sınıfı hareketi

için büyük bir deneyim olmuştur. Ulusla­ rarası proletaryanın bu ilk başkaldın ve dev­ rimin de ortaya çıkan hatalardan güçlü dersler çıkarılabilmesi, daha sonra Çarlık Rusya’sında Bolşeviklerin iktidan almasın­ da ve iktidarı muhafaza edebilmesinde, 1905-1907’de yenik düşen Rus devrim d e­ neyiminin dersleriyle birlikte güçlü bir te­ mel teşkil etmiştir. Bolşeviklerin Çarlık Rusyasında gerçek­ leştirdiği devrimin evrensel boyutları ve in­ sanlığın gelişiminde oynadığı rol başlı ba­ şına ayrı araştırmaların konusu olabilir. İş­ lem eye çalıştığımız konu açısından şunu vurgulamak kesinlikle gerekli hatta zorun­ ludur. 1917 EKİM D EVRİM İ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yara­ tıcı bir biçimde uygulanması, oluşturulan LE N İN İST ideoloji temelinde güçlü bir kad­ rolaşmanın (Profesyonel devrimci'er örgü­ tünün) sağlanmasının ürünüdür. Elbette sorunu salt böylesi bir sübjektif etkenle sı­ nırlı gösterm ek yanlış gibi görünse de d a­ ha sonraları Avrupa’nın öteki ülkelerinde, Çarlık Rusyasındakine benzer objektif ko­ şulların (kriz, savaş vb.) olmasına rağmen devrimin zafere ulaşamamasının nedenini, bu sübjektif etkenin eğitim ve kadrolaşma­ nın devrimin örgütlenmesinin yetersiz v e ­ ya yanlış bir boyutta yapılmasından başka neyle izah edebiliriz? Ekim devrimi ve ekim devriminden son­ ra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kur­ tuluş ve devrimlerin ortaya çıkard'ğ-, genel gerçek, objektif şartlarda Ortaya çıkan o l­ gunlaşmayı, devrimi geliştirme doğrultu­ sunda işleyebilecek bir kadrolar örgütünü (partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zo ­ runlu ve vazgeçilmez, ertelenmez bir g ö ­ rev olduğudur. Devrimciler bu temel görev­ lerini başardığında devrim engel tanımaz­ ken, yetersiz, eksik ve yanlış yapıldığı yer­ lerde devrimler yenilgiyle karşı karşıya kal­ mıştır. Bu eksik ve yetersizliğe rağmen ba­ zı sürpriz koşullardan faydalanılarak iktidar olunan ülkelerde ise sosyalizmin inşası ve geliştirilmesi çok sancılı süreçler izlemekte­ dir. Sosyalizmin başını ağırtan, Yugoslav­ ya, Macaristan, Ç ekoslovakya Polonya ve Afganistan’da usananları, böylesi sürpriz­ l e r d e faydalanarak iktidan ele geçirmenin eksikliğini iktidar olmanın avantajlarını iyi kullanarak, ekonomik, sosyal ve ideolojik sorunların çözümünde başarılı olabilecek, eğitim ve kadrolaşmanın yeterince yapılma­ mış olması açısından da eleştirmek müm ­ kündür. Günümüzde sosyalist sistemde biriken pek çuk sorunun köklerinde dahi, id eolo­ jik, politik yetkinleşmenin, problemleri bi­ riktirmeden çözebilecek öngörü ve yetene­ ğe sahip kadrolaşmayı sistemin ihtiyaç duy­ duğu boyutta üretememesinde görm ek pek abartma olmasa gerektir. Elbette biriken so­ runlar, problemler kendi çözümleyicilerini de tarih sahnesine çıkarmaktadır. Sosya­ lizmin yenileşme ve açıklık olarak ifade et­ tiği günümüzdeki politikalan tüm sosyalist sistemde olduğu kadar, kapitalist ülke pro­ leterlerinde de neredeyse uluslararası bir boyuta varan bir aydınlanma ve işlenen ha­ talar temelinde bir eğitim halini almıştır. Bu aşamada sosyalizm eskide ayak direyen “tutucu” kadroları aşabildiği, yenileşm e ve açıklık politikasına uygun güçlü bir eğitim ve kadrolaşmayı sağlayabildiği oranda zor­ lukların üstesinden gelebilecektir.

Türkiye proleter sosyalist hareketi, içine girilen yeni dönemde kendini yenileyip, eğitip güçlü bir kadrolaşma sağlayarak top­ lumsal devrimimize önderlik edecek, geçmi­

şinde bu konuda yaşadığı eksikliği aşacak, tarihin kendisinden beklediği rolü oynaya­ caktır.

(SÜRECEK)


OBLOMOV ve OBLOMOVLUĞUMUZ... (2) Kemal SARUHAN Gerçek anlamda Oblomovluk, düşünce (ile eylem arasındaki diyalektik bağın par­ çalanmasından doğar. K öle ve seri e m e ­ ğinin sömürüsü üstüne dayalı toplumlarda egem en ahlak maddi üretimin hertürlüsünü küçümseyerek, soylu birey için çalışmayı içe dönük bir zihinsel faaliyete indirgemiş­ tir. Düşünceyi eylem e dönüştürecek m ad­ di araçlar bireyin elinden alınmış, ya da gözerdi edilmiş olduğundan, fikirler somut bir gerçeklik halini alamaz, salt zihinsel bi­ rer tasanm olarak kalırlar. Maddi eylemden kopan ve pratiğin devirıûillci gücünden yoksun kalan bilinç, kendiliğinden soyut kurgu alanına yönelir; kendi üzerine kapa­ nır. Orada artık gerçek fikirler halini alan tasarımlarla, im gelem den türeyen kurun­ tu ve hayaller birbirine karışır. Mantık, düşgücünün içinde erir, gerçek olanla hayali olan arasındaki farkı giderek tanıyamaz ha­ le gelir. O blom ov’un rüyası, onun gerçek tasanmlarıdır. Bu koşullar altında birey, gerçek hareketi, ancak zihninde tasarlayabilir, onu içsel bir harekfcİZ dönüştürür. Oblomov, bu anlam­ da bir harekete yabancı değildir. Gerçek­ leşm eyen düşünceleri güçSÜZİeşmiŞ- an­ lamlarını yitirmişlerdir, ama düşgücii $iıî2i* sız bir enerjiyle sürekli hareket halindedir.

Gerçekte de, insanlarla iletişim kurabilm e yeteneğini kaybetmiş, ya da b e lk i h iç elde edem em iş b iri olarak O blom ov, b aşkalarının gözünde b ir ölüden, veya daha doğrusu b ir bitkiden farksızdır.

50

Gerçek yaşamındaki kısırlıkla iç dünyasının şaşırtıcı zenginliği arasındaki karşıtlık, sürekli birbirini dengeler. Dış dünyaya karşı son d e­ rece ilgisiz ve duyarsız kalan Oblomov, ken­ di içine döndüğünde aşırı ölçüde duygulu ve hassas birisi olup çıkar. O, her zaman kendi iç dünyasında yaşar ve ancak orada mutlu olabilir. Onun sevdiği insanlar, ger­ çek insanlar değil, kendi zihninde tasarla­ dığı insanlardır. Bazı durumlarda, dış dünyadan gelen ki­ mi uyarımlar, örneğin bir tek çarkı -casta diva- O blom ov’un ruhunun derinliklerin­ den gelen bir coşkuyu, yakıcı bir hayat ale­ vini su yüzüne çıkartır. Tam özlenen ger­ çekleşiyor derken, bir de bakarsınız, şarkı bitmiş, Oblom ov gen e eski uyuşuk halini almıştır. Gerçek hayatla arasındaki bağın gücü, ancak bu kadardır. Aslında onun esas özlemi, dış dünyaya karşı mutlak bir kayıtsızlıkla tam bir içe kapanışa ulaşmaktır. Bilim dilinde bu duruma bitkisel hayat

denir. Gerçekte de insanlarla iletişim ku­ rabilme yeteneğini kaybetmiş, ya da belki hiç elde edem em iş biri olarak Oblomov, başkalannm gözünde bir ölüden veya da­ ha doğrusu bir bitkiden farksızdır. Düşünce ve eylem arasındaki bağın par­ çalanması, düşünceyi kendi içine kapatıp güçsüzleştirdiği gibi, eylemin kendisini de başıbozuk ve amaçsız hale getirerek, soy­ suzlaştırır. Birey, artık kendi eylemleri üze­ rindeki denetimini yitirmiştir. Bilinç olarak kendisiyle, başka insanlarla ilişkileri içindeki pratik bir varlık olarak kendisi arasında d e ­ rin bir karşıtlık ilişkisi kurulur. Bilinç, bu tra­ jik çatışmanın uçurumlanna yuvarlanarak parçalanır. Birey, kendi varlığında kendi gerçekliğini yakalayamaz hale gelir. Kendi içinde hem-kendisini, hem de kendine ya­ bancı bir gücün varlığını hisseder. Aynı an­ da hem Fausftur, hem Mefisto; güçlü ro­ mantik duyguları bu çatışma içinde boy ve ­ rir. Sıradan aristokrat bu çatışmayı bayağı bir hazcılığa yönelerek kendinden uzaklaştınr. Bu yaşama küçümsemeyle bakan rom an­ tik bireyse, insan olarak kendini gerçekleş­ tirebilmenin imkânsızlığı içinde kavrulup gi­ der. Kendi kendisiyle uyumu, ya toplum ­ dan paklaşarak kendi içine kapanmakta arar, ya da Toplum açısından or­ taya çıkan pratik sonuçta .'kişinin birbi­ rinden pek farkı yoktur. Oblom ovluğun asıl belirtisi iradesizlik­ tir. irade, isteyebilme ve yapabilme gücü demektir -ki düşünce ve eylemin uyumlu birliği üzerinde çiçeklenir- Oblomov, bir şeyi ne gerçek anlamda, “var gücüyle” isteye­ bilir, ne de isteklerini gerçekleştirebilme gü­ cünü bulur kendinde. Bu yüzden gerçek­ likten hep bir korku içinde yaşar, onunla karşı karşıya gelm ekten kaçınır. “Hayalle­ rinin gerçeklikle yüzyüze geldiği ürkütücü anlar” da gerçekliğe egem en olmak, onu kendi amaçlanna göre değiştirmeye çalış­ mak yerine, gerçeklik alanının dışına kaçar. Bu bakımdan Oblomovluk, gerçekliğe edil­ gen bir boyun eğiştir, teslimiyettir. Afna egem en gerçekliğe uyarak boyun eğm ez o, gerçekliğin bütün karşıt görünümlerini red­ dederek boyun eğer, dramatik bir teslimi­ yete yönelir. “M adem ki yaşamı yönlendi­ ren kurallar budur, ben de yaşama katıl­ mam” der, Oblom ovcu. A m a ukalaca üs­ te çıkmaya çalışarak, ama sinik bir kabullenişle, tavırsızlığın tavrını takınır. Bundan böyle Oblomovluk, hareketsizliğin hareketi, tembelliğin enerjisidir. Onunla hiçbir yere varılamaz!

öilİrriCİe.

★ ★ G o n ç a ro v O b lom ovlu ğ u n karşıtını Stoltz’da arar, onun belirtilerini Stoltz’un ya­

şama anlayışıyla karşıtlığı içinde ortaya koy­ maya çalışır. Stoltz, Oblom ov’un tersine, ça­ lışkan, enerjik, kendine güvenen biridir. Bu niteliklerini Alm an asıllı babasından almış­ tır. Rusya’d a gelişen yeni, burjuva yaşamın temsilcisidir o; Alm an işadamlığınm Rus derebeyliği içine attığı koldur. Alm an burjuvazisi, kutsal R om a’yı ce­ hennem e çevirmiş Neron tipi antika zalim­ liğin üzerine kılıç üşürürken kendilerini ya­ kan Cerm en fatilerinin küllerinden d o ğ ­ muştu. Köklü derebey geleneklerinin yıkın­ tıları arasında korkak ve pısırık bir hayalet gibi dolaşırken, 1848 devriminde proletar­ yanın yak tığı ateşi çalarak “C erm enom anyak” bir iştihayla dünya pazannı fethe çıktı. Stoltz, onun Rus derebey­ liğiyle çiftleşmesinden doğan m elez çocu­ ğudur. Burjuvazinin derebeylikle uzlaşarak geliş­ mesinden kaynaklanan melezliği ve güç­ süzlüğü, kapitalizmin Rus topraklannda de­ rinliğine kök salmasını engellemiş, iğreti kı­ lıklara bürünmesine yol açmıştır. O yüzden, Rus toplumunu feodal ataletten kurtara­ cak, sarsıcı bir güçle, GogoFden beri Rus aydınlarının bekledikleri “ileri” sözcüğünü haykıracak enerjiyi kendinde bulamazdı. Tersine, onun getirdiği yenilik, toplumsal ataleti çıplak bir olgu olarak bilinç alanına getirm ekle kalır. Toplumsal bilinci uyarıp yeni umutlar, idealler yaratır, ama bu umutİari g^rÇSklSŞtırebilecek araçlan yaratamaz, ya da olanİan inSSnİSö1 "* s!)erinden alır. Kendi yarattığı idealleri, yine kendi ğSTÇeKliği içinde boğar.Burjuvazi, Rus toplumuna beklenen kurtuluşu getirmemiş, ülkeyi dar, uzun ve sancılı bir gelişim yoluna sok­ muştur. Onun yarattığı birey tipolojisi, çar­ pık ve yüzeyseldir. Bu gerçeklik, Gonçarqv’un romanını es­ tetik kuruluşu açısından da etkilemiştir. Bir tip olarak O blom ov’un çiziminde bulduğu­ muz gerçekçi derinliği, aynı başanyla Ştoltz’un çiziminde görem eyiz. Okuyucu­ yu etkileyen, kendine çeken O b lom ov’un çizgileridir, Ştcltz’iînkiler değil. Onun çiz­ gileri daha silik ve belirsizdir. Romanın göz­ ümüzde canlandırdığı tablo içinde, Ohlom ov’un canlı renkleri yanında gölgede kal­ mış, soluk lekelerdir Ştoltz’unkiler. Birinci­ sinin uyandırdığı estetik tadın yanında İkin­ cisi pek sönük kalır. Ştoltz’un başanlı bir işadamı olduğunu bi­ liriz, ama onun ne iş yaptığını söylemez bize Gonçarov. Sık sık iş gezilerine çıktığını ö ğ ­ reniriz de nereye gittiğinden, kimlerle g ö ­ rüştüğünden, ne gibi iş bağlantılan kurdu­ ğundan roman boyunca hep habersiz ka­ lırız. Çiftlik sahibi olduğunu öğrenmemiz, Ştoltz’un işinin gerçek yapısı ve boyutları hakkında açık ve somut fikirler edinmemize


yetmez. Oysa, Oblom ov’un tablosunda ek­ sik olan hiçbir şey yoktur. Bir tip olarak Ştoltz’un canlandınhşındaki yüzeysellik, çoğuncası onun kendi nesnel gerçekliği içinde taşıdığı yüzeysellikten kay­ naklanır. Pratik bir hesap adamıdır o, in­ sanlarla ilişkilerinde dengeli ve ölçülü o l­ mayı yeğler. Mantığı duygularından her za­ man üstün gelir. Duygulannı yönlendiren pragmatik nitelikteki mantığı olmuştur hep, birinciler İkincisinin önüne geçm ez, g eç e ­ mez. O blom ov’daki derin duygu ve içsel duyarlığı Ştoltz’da bulamayız. Bu durumu Ştoltz’a hayli soğuk bir ciddiyetle, aşırı biryapaylık havası verir. Ona sıcaklık kazan­ dıran azıcık bir şey varsa, o da annesinden aldığı Rus kültürünün etkisinden doğm uş­ tur. O blom ov’un çevresindeki bütün insan­ ları tanımamıza rağmen, Ştoltz’un kimler­ le düşüp kalktığını öğrenemiyoruz. Ancak Oblom ov’la aralarında geçen konuşmalar­ dan, Ştoltz’un, dostluklarıyla iş bağlantılan hayli içiçe geçmiş, çalışmayı bildiği kadar eğlenmekten de hoşlanan, zeki ve kültür­ lü bir beyfendi olduğunu tahmin edebiliriz. 19. yüzyıl beyefendileri, kibar, salonların vazgeçilmez simalarıdırlar. Kibar bir b eye­ fendi olarak Ştoltz, hem -Rus romanların­ dan tanıdığımız- salon adamlarına benzer, hem onlardan farklıdır. (Ayrı dönemlerin, ayrı ülkelerin, ayrı insanları olsalar da, bi­ zim şu ünlü Eczacıbaşılarımızın, son yıllar­ da popülariteleri pek yükselmiş bazı “genç işadamları ve bankacılarımızın Ştoltz’a eğginükleri hiç de az olmasa gerek.) Ştoltz1 un tanıdığı ve ilişki kurduğu insanlar, O b ­ lom ov’un nefret ettiği tiplerdir. Ştoltz’un karakteri hakkında, Oblom ov’la tartıştığı yaşam anlayışından ve Olga’yla ya­ şadığı evlilik hayatından daha tam bilgiler edinebilmemiz mümkün. Ancak, burada bizi asıl ilgilendiren şey, iki somut olay ara­ cılığıyla bütünlüğünü kavrayabileceğimiz bu karakterin, genel olarak Oblom ovlukla ve onun çeşitli türden görünümleriyle olan bağıntısı, sosyal - nedensel arka-planıdır. ★ ★ ★ Ştoltz’a göre, “hayatın amacı iştir”; çalış­ ma, onun hayatının “içi, dışı, her şeyidir” Yaşamda başka bir amacının olmadığını

gider, birey kişiliğini yitirir, hayvanileşir. Burjuva iş, kapitalist piyasa kanunlannın işleyişi içinde somutluk kazanır. Bu koşul­ lar altında, bireyin işiyle özdeşleşmiş yaşa­ mı, paranın anlık hareketleriyle, piyasa fiyatlannm geçici iniş-çıkışlanyla dalgalanan bir gölge halini almıştır. Paraya sahipolan insan değildir, aksine, para insana sahiptir artık. Çalışma, bireyin insani yetenekleri­ ni, kendi özgün kişiliğini yeniden-ürettiği yaratıcı eylem i olmaktan çıkmış, beyinsiz işgü zarlığa dönüşmüştür. Ve aslında, kapitalistin işi, gerçek anlam­ da üretken bir faaliyette bulunmak da d e ­ ğildir. Onun işi, üretim araçlarının sahipli­ ğidir. Başkaları onun üretim araçlarıyla, onun için üretimoe bulunurlar. Kapitalist, yalnızca, piyasan ^ ihtiyaçlarını gözönüne alarak, üretimin anlık koşullarını düzenle­ meye çalışır. Maddesel etkinliği bundan iba­ rettir. (Ancak, sermayenin merkezcil y o ­ ğunluğu güçlendikçe, üretici güçler büyü­ yüp sosyalleştikçe, bu etkinlik de toplum ­ sal açıdan tümüyle gereksizleşir. Bu nok­ tada iş, topluma karşı hayvanca birey hırs­ larının kaynağını oluşturmaktadır.) Kapitalist, üretim araçlan çoğaldıkça, d o­ layısıyla üretimin kapasitesi genişledikçe, işi­ ne daha çok bağımlı hale gelir. İşinden baş­ ka hiçbir cr>yle uğ- şamaz, hiç kimseyle ilgilenemv durun a düşer. Am a, sahip o l­ duğu sei ayenin genişliği ölçüsünde, böyle bir çalışmanın zo r nluluğundan da sıyrıla­ bilir. Pa. ın getirdiği satın alma gücü, y ö ­ netim v ¿letmv. görevlerini kendi adına başkalarının üstlenmesini sağlayacak ola­ naklar ycu atmıştır. Bu süreç, sermayenin fa­ iz ve kira gelirlerine yönelen hazır yiyici eği­ limlerinin güçlenmesiyle bütünleşir. Kapi­ talist için çalışma, yaşamsal bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır artık, gerçek toplumsalinsani özünü yitirmiş, ya hayvani hırsın yeniden-üretimi, ya da sıradan bir hobi ha­ line dönüşmüştür. Bu dt'rumda, bir burjuva için hayat, tü­ müyle “boş vakitlerden oluşmuş, upuzun bir zaman dilimidir. Tıpkı, O blom ov’un ha­ yatı gibi. Elindeki para miktarı ölçüsünde genişleyen maddi araçlarla bu zamanı is­ tediği gibi değerlendirebilir. İster sırtüstü ya­ tıp uyuklar, isterse kendini sanatsal, bilim­ sel vb. yüksek m anevi uğraşlara verir. Bu-

O blom ovluğun a s ıl b e lirtis i iradesizliktir. İrade, işleyebilm e ve yapabilm e gücü dem ektir, k i düşünce ve eylem in uyum lu b irliğ i üzerinde çiçeklenir. Obiomov, b ir şeyi ne gerçek anlam da ‘var gücüyle’ isteyebilir ne de isteklerin i gerçekleştirebilm e gücünü b u lu r kendinde. söyler. Am a, hangi koşullar altında ve hangi nitelikte bir çalışma? Açıktır ki, onun için önemli ve belirleyici olan, işin kapi­ talist niteliğidir. Çünkü, o bir burjuvadır. Bir burjuvaya göre iş, belirli bir miktar­ da kâr getiren bir şeydir; para kazanma ara­ cıdır. Kapitalist, başlangıçta hangi manevi durumda bulunursa bulunsun, sermaye olarak paranın sürekli büyüme ve genişle­ me eğilimi (sermaye için durmak, ölüm d e­ mektir), yaşantısını tümüyle egem enliği al­ tına alır. İşiyle hayatı özdeşleşir. Çalışarak yaşamak yerine, çalışmak için yaşamaya zorlanır. Para kazanmak, hayatının yegâ­ ne amacı, giderek kendisi haline gelir. Araçlar amacın yerini alır, amaç, yani ya­ şamanın kendisi, çalışma için bir araca in ­ dirgenir. Hayatın bütün insani içeriği sönüp

nun tek ölçüsü, yaşama karşı duyduğu iç­ sel zorunluluktur. (*) Ancak, üretim araçları üzerindeki kapi­ talist mülkiyetin yoğunlaştığı bir toplumsal ortamda, yaşam ile çalışma arasındaki in­ sani bağ tem elinden zedelenmiştir. Burju­ va için yaşam, hiçbir üretici eylem de bu­ lunmadan rahat rahat akıp geçmektedir. Birey, çalışmanın dışsal zorunluluklarından kopmuştur. O yüzden, yaratıcı eylem e karşı gerçek bir içsel zorunluluk duyabilmekten de uzak kalır. Parayla her şeye sahip ola ­ bilme olanağı, -işindeki başarı ve enerjisi­ ne rağmen, gerçek insani eylem ve düşün­ ce açısından- onu tembelliğe alıştırmıştır. “Her an, her şeye sahip olabilirim. O hal­ de ben, bütün bu varlık ve nesnelerin, bü­ tün bu insanların ve onların eylemlerinin

üzerinde bulunuyorum. Bunlann hepsi b e­ nim için vardır.” Bu düşünce, insanı, bütün değer ve yetileri maddi-parasal kalıplar için­ de ölçm eye iter. “Müzikle yakından ilgilen­ meme, müzik yapmama ne gerek var. Nasıl olsa onu belirli bir miktar parayla satın ala­ bilirim.” Bireye her türlü olanağı yaratan pa­ ra, böylece bütün manevi olanaklann önü­ nü kapatmış olur. H er şeye her an sahip olabilme kudreti, davranışlannda hoyratlık ve dengesizliğe yol açar. Parayla mümkün olan bütün seçenekler, çok kısa sürede tü­ kenir; yaşam, koca bir tatminsizlik ve can sıkıntısı halini alır. Birey, paranın yarattığı sıkıntıyı, paranın sağladığı araçlarla gider­ m eye çalışır, kendini oradan oraya atar. Pa­ ra, ona amaçsızlık getirmiş, iradesini elin­ den çekip almıştır. Kendi iradesiyle davra­ namaz, paranın iradesi yöneltir artık onu. Burjuvanın bütün hayatını kaplayan bu boşluk ve edilgenlik duygusu, onu bayağı hazcılığa iter. Yiyip, içip, eğlenerek cansı kmtısı ve dertlerini unutmaya, kendi ken­ disinden kurtulmaya çalışır. Hiçbir şeyde karar kılamaz, hiçbir davranışında denge oluşturamaz hale gelir, içtenliğini kaybet­ miş, yapaylaşmış, ruhsuzlaşmıştır. Bütün bunların Oblomövluktan ne ay­ nını var? Burjuva yaşam tarzı, öyle kaba ve tiksinç bir Oblomovlaşma yaratıyor ki bizim yatağından hiç çıkmayan, tembeı ama duy­ gulu İlya İlyiç’imiz, bunların yanında zem ­ zemle yıkanmışçasına temiz ve insancıl g ö ­ rünür. Okuyucunun gözünde O b lom ov’u (Oblom ovluğu değil) sevimli kılan da, işte tam da bu farklılıktır. Ancak, bütün bunlar kadarı, Oblom ovluğun yalnızca sömürücü sınıflar ceph e­ sinde görülebilen yüzüdür. Ya onların d o ğ ­ rudan doğruya -veya ekonomik siyasal ik­ tidar araçlan- yoluyla soyup soğana çevir­ dikleri gerçek çalışkan kitleler arasındaki durum nedir? ★

★ ★ Kapitalist toplumda, işçi için çalışma, köleleştirici bir zorunluluktur, işgücünü belir­ li bir ücret karşılığında satmak zorunda olu­ şu, kendi em eği ve emeğinin ürünleri üze­ rindeki denetimini daha baştan yok etmiş, ömrünün çalışma saatleri içinde geçen b ö­ lümünü sermayenin kullanımına sunmak zorunda bırakmıştır. Çalışmayı kendi yaşa­ mının Bir parçası olarak algılayamaz. Onun için yaşam, iş çıkışından sonra başlar. Ç a ­ lışma, kuru ekmek, mercimek, işportadan alınan ucuz giysi ve birkaç rutubetli g ec e ­ kondu odası için katlanmak zorunda oldu­ ğu bir bedeldir. Emeği, insani yetenekleri­ nin dışavurumu olarak ortaya çıkmaz, ter­ sine, kendi üzerindeki egem enliği arttıran yabancı bir güç haline gelmiştir. Onun g ö ­ zünde emek, yaşam için gerekli olan kıt geçim maddelerini ifade eder. İşçi, kendine ait yaşamı olarak algıladığı “boş vakiflerini de kendisi için yararlı ve üretken biçimde değerlendirebilme olana­ ğından uzaktır. Zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayan ücreti, kendisine ait zamanı değerlendirebilecek araçları satın almasına yetmez. Bu zamanları çoğunlukla evde ya da kahvede pinekleyerek, televizyon seyre­ derek, uyuklayarak veya “pişpirik” oynaya­ rak geçirir. Maddi olanaksızlıkları manevi olanaksızlıklara dönüşmüş, kişisel iradesi ezilmiş, unufak edilmiştir. Yaşamdan bek­ lentileri çabucak sönüp gider, amaçsız, is­ teksiz, edilgen ve uyuşuk birisi haline g e ­ lir. Yaşamaktan duyduğu tatminsizlikle, ka­ rarsız, duıgesiz, korkak, öfkeli ve bitkin bi­ risi olup çıkar. Hayata ve insanlara g ü ve­ nini yitirerek içine kapanır. Yaşantısı gitgi­ de daha da kısırlaşır, Oblomovlaşır. Emeklilik, bu koşullar içinde çalışmaktan bunalmış, yorulmuş bireyin tek gerçek ide-

51


ali halini alır, çalışmadan yaşanacak gün­ ler özlenir. Çalışmanın kapitalistniteliği, iş­ çiyi çalışmanın kendisinden soğutmuştur. Yaşam, işçi için her halükârda çalışmanın dışında başlar. Ancak, uzun yıllarboyu ya­ şama gücü tüketilip posası çıkartılanbiri, “çalışmaksan özgür kaldığında da ne için, ne kadar ve nasıl yaşayacaktır? Büyük birboşluk duygusu ve can sıkıntısıyla kendini kahve köşelerine atar. Torunlanyla oyala­ nır, dine sanlır. A m a bir kez olanlar olmuş, bütün yaşamı Oblom ovluk denilen şu iğ­ renç hastalıktan kötürüm kalmıştır. Yoğun baskı ve sömürü koşuları altında işçi, sınıf bilinci ve dayanışmasından uzak kaldıkça, birey olarak imkânsızlığını ortadan kaldıramaz. O, gerçek bireyliğine, iradesi­ ne, sınıfının toplu irade ve dayanışmasına katılarak kavuşabilir. Dövüşmeden, müca­ dele etm eden etkin birey olamaz. Aksine, var olan insani özelliklerini de yitirir. Bir memur içinse çalışma, sonu gelmez, anlamsız bir kırtasiyeciliktir. Bütün günleri o yazıyı bu kâğıda geçirmek, bu kâğıdı şu dosyaya eklemek gibi yaratıcılıktan uzak iş­ lerle geçer. İş olmazsa, masa başında uyuk­ lar, örgü örer, gazete okur. Amirindenişittiği azarın öfkesini dostlanndan, yakınların­ dan, iş takipçilerinden çıkanr. Bitmez tü­ kenmez mertebeler silsilesi içinde gitgide şi­ nikleşir. Önceleri paydos zilini beklerken, yaşlılığa doğru emekliliği gözlem eye başlar. Emekli olur olmaz da kravatı ve fötr şap­ kasıyla, bütünemekçi dostlan gibi kahve kö­ şelerine koşar. Kahveler; köy kahveleri, mahalle kahve­ leri, emekli kahveleri; şehir kulüpleri, okey salonları, bezik salonları, bilardo salonları; birahaneler, meyhaneler, kerhaneler, hepsi birer Oblom ovluk yuvası değil midir? O ra­ larda yediden yetmişe sabahçılar, akşam­ cılar, biracılar, nargileciler, tavlacılar, okeyciler, çapkınlar, zamparalar, sabahlardan akşamlara pinekleyip, “sinekler gibi aşağı yukarı” amaçsızca koşuşturmazlar mı? Kapitalizm, Oblom ovluğu yok etmiyor. Toplumsal yaşamı anlamsızlaştmp, idealleri yok ederek, işsizlik ve sefaleti katmerleşti­ rip insanları yaşamaktan bezdirerek, birey­ leri amaçsız, duygusuz, zavtellı köleler ha­ line getirerek daha da tehlikeli hale soku­ yor.

52

Çalışmanın insani doğası, ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altında y e ­ niden kurulabilir. Aralanndaki bütün maddi çıkar çelişmeleri ortadan kaldmlmış, ortak­ laşa çalışma ve yaşama zemininde bir ara­ ya getirilmiş uyumlu bireyler topluluğu, bir mal olmaktan çıkarılmış kendi emeklerine ve emeklerinin ürünlerine toplumsal ola­ rak sahiptirler. Çalışma artık, bireyin yaşa­ ma gücünü azar azar yok eden, yetenek­ lerini körelten ağır bir yük olmaktan çıkmış, düşünce ve yeteneklerini özgürce gefiştirebildiği, ruhsal ve bedensel dinamizmini yeniden ürettiği verimli ve zevkli bir eylem halini almıştır. Birey, üretim faaliyetinden edindiği yaratı­ cı enerji ve deneyi, geniş boş zamanların­ da, yüksek manevi uğraşlarla değerlendi­ rerek, kişiliğini daha da geliştirebilir. Ortak toplumsal hayata aktifçe katılarak, bağımsızözgür varlığını gerçekleştirebilir. İnsan, kendi özüne kavuşmuş, hayatın kendisi insani bir iş ve üretim halini almıştır. ★ ★ ★ Kuşkusuz, Ştoltz’un görüşlerinin böyle bir yaşam idealiyle hiç ilişkisi yoktur. Aristok­ rat ahlakına karşı tarihsel bakımdan ileri bir adım sayılabilecek anlayışının ne gibi top­ lumsal sonuçlar yaratabileceğinden de tahıam en habersizdir. (O günün Rusya’sın­ da pek haberdar olması beklenemezdi zaten.) Toplumsal ataleti hiçbir zaman köklü biçim­ de ortadan kaldırabilme şansını taşıyama­

yan Ştoltz’cu anlayış, O blom ov’u yatağın­ dan çıkartabilmeyi becerememiş, ama Ştoltz’un yaşamında gitgide daha çok Oblom ov’a benzem e eğilimini güçlendirmiştir. N e idüğü belirsiz, soyut bir iş kavramını idealize eden Ştolz, Olga ile evlendikten sonra işlerinin peşinde eskisi gibi koşturma­ yı bırakmış, çiftliğinde karısı ve çocuklarıy­ la sakin bir hayat sürdürmeye başlamıştır. Ştoltz, Olga ile çiftlikte geçirdiği günlerde özlediği mutluluğu bulduğu inancındadır. Kitap okumak, müzik dinlemek, gezm ek, hoş ve yararlı küçük günlük uğraşlarla e ğ ­ lenmek. O blom ov’un idealindeki mutluluk da buna pek yabancı değildir. İki örnekte de mutluluk, salt bireysel ni­ telikler taşır. Toplumsal mutluluğun dışın­ da aranmışlardır ve ancak orada buluna­ bilirler. Tek farklan, Oblom ov’un idealindeki mutluluğun içsel hareketin dışında gerçek harekete yabancı oluşudur. Oysa, Ştoltz! un yaşamında da hareket, besleyici kökle­ rini oluşturan asıl güçten, toplumsal üretim tem elinden koparak, can sıkıcı bir rutine dönüşmüş, coşkusunu yitirmiştir. Ştoltz’cu hareket de eninde sonunda dinginliğe eği­ limlidir. Böylece, romanın sonunda, her ne kadar içsel nitelikleri hiçbir zaman bir ara­ ya gelm emiş karşıtlıklar oluştursa da Oblom ov ve Ştoltz arasında dışsal bir benzer­

ğini de kestiremez. „“Bazan her şeyin birden değişmesinden, bitmesinden korkuyorum; niçin bilmiyo­ rum. Bazan aklıma şu saçma düşünce g e ­ liyor: Artık daha ne olabilir? Bu mutluluk... Bütün bu hayat nedir? Sevinçler, kederler... tabiat... bütün bunlardan başka bir şeyler istiyorum. Hiçbir şey hoşuma gitmez olu­ yor...” Ştoltz’a böyle içini döker Olga. Kocası­ nın soğukkanlı ciddiyeti, mutlu içhuzuru karşısında, kaygılarını birer saçma kurun­ tu sayar, budalalığına verir. Yaşadıklan ha­ yatı insanoğlu için en son ideal sayan, baş­ ka türlü bir hayat düşünemeyen Ştoltz ise Olga’nm gerçek ruh halini anlayabilmekten epeyce uzak kalır. Yaşamın anlamı üzeri­ ne derin düşünceler yerine, fatalist mantık yapısını en çıplak biçimde gözler önüne se­ ren teskin edici cevaplara yönelir. “Hayır, senin içine çöken kasvet, bezgin­ lik, benim düşündüğüm şeyse, daha çok bir güç belirtisidir. Canlı, hareketli bir ruh bazan hayatın sınırlarını aşar, tatmin edile­ m ez olur; bu yüzden umutsuzluğa düşer, bir an için hayata küser; bu hal hayatın sır­ larını arayan ruhun sıkıntısıdır...” “Ah! Prometheus’un ateşini insan böyle ödüyor işte! Bu sıkıntıya katlanmakla kal­ mayacak, onu seveceksin; içinde doğan

O blom ov , işin e gelm ediği anda gerçeklikten kaçardı. A rz-talep kanunlarının işleyişine b ağ lı b ir edilgen hareketi ülküleştiren burjuva Şto/z da, g e ld iğ i en son noktada gerçeklikten kaçm a eğ ilim i içindedir. lik kurulurveon un içdünyasmdaki yansıma­ larını da belli belirsiz ortaya koymayabaşlar. Aradan yıllar geçmiştir. Olga ve Ştoltz: un çifliklerinde sürdürdükleri sakin ve hu­ zurlu hayat, hiç bozulmadan yoluna devam etmiş, bir gün gelip O blom ov’a benzem ek düşüncesinin yarattığı ürpertiyle bir an o l­ sun kendini bezginliğe kaptırmadan yaşa­ yan Olga, hayatı kitaplardan öğrendiği he­ yecanlı gen ç kızlık çağlarından sıyrılıp, o l­ gun bir kadın haline gelmiştir. Ancak, e v ­ liliklerinin ilk heyecanlı dönemlerinin geri­ de kaldığı, kocasıyla yaşadığı mutlu haya­ tın her an bildik, alışıldık sınırlar içinde ak­ maya başladığı günlerde, Olga’nm içinde nedenini bilemediği sıkıntı ve kaygılar başgösterir. “Mutluluk onu doyurmuş gibi bir boşluk hisseder, bezginlik duyar, hayatın­ dan yepyeni, taptaze bir şeyler bekleyerek geleceğe bakar.” Toplumsal yaşamın güçlü akıntılannın et- • kileyemeyeceği sakin ve güvenli aile atmos­ ferinde kurduklan bireysel mutlulukları, ar­ tık en yüksek doygunluk noktasına erişmiş, taşkın yaşama isteğiyle dolu Olga, amaç ve ideallerinin eriyip gittiğini korkuyla hisset­ m eye başlamıştır. O zaman kendine sık sık şu soruyu sormaktan kaçınamaz: Nedir bu hal? Başka? Hiç! Yol daha öte­ ye gidem ez. Nasıl gidebilir? O haldebenim hayatımın dönem i tamamlandı mı? H e p ­ si... Hepsi bu kadar mı?” Birey, kendini yenileyebilme gücünden bir kez yoksun kalmaya görsün, en güçlü tutkular kendini y_, bitirir, mutlu günler ne­ densiz bir sıkıntı kaynağına dönüşür, umut­ lar dumanlı geleceğin belirsizliği içinde kay­ bolur gider. Kişioğlu, yenilenme gücünü ancak toplumdan alır, ortak idealler uğru­ na yürütülen güçlü toplumsal eylem den. Fakat Olga, bu gerçeği kendi zihninde çözüm leyem ez henüz. Kaygılarının n ed e­ nini aşın mutluluğun yarattığı körlüğe bağ­ lar. Yaşadığı hayat, artık onu doyurmaktan uzaktır ya, gelecek için neler isteyebilece­

kuşkulara, sorulara saygı göstereceksin. Bunlar hayatın taşan, fazla gelen kuvvet­ leridir; en çok da mutluluğun en son sınınna vardığı, bayağı isteklerin sona erdiği za­ man ortaya çıkarlar; sıradan bir hayat için­ de doğmazlar. İhtiyaç ve dert içindeki in­ sanlar onlarla baş edemezler. Halk yığın yı­ ğın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı bilmez. Fakat zamanında ce­ vap arayanlar için bu sorular biryük değil, tersine bir nimettir.” Hayatı olduğu gibi kabul etmek, boyun eğmek. İşte, Ştoltz’un yaşam felsefesinin var­ dığı en son sınır! Aristokratik ahlâk ideali­ ne karşı hareket ve çalışmayı öne süren burjuva düşünüşü, kendi yaşam idealinin gerçeklikle çatıştığı noktada boyun e ğm e­ ye ve eylemsizliğe yönelir. M ücadele yok, koşulları yeniden düzenlem eye çalışmak yok! Oblom ov, işine gelm ediği anda gerçek­ likten kaçardı Arz-talep kanunlarının işle­ yişine bağlı bir edilgen hareketi ülküleşti­ ren burjuva Ştoltz da geldiği en son nok­ tada gerçeklikten kaçma eğilimi içindedir. Ştoltz, O blom ov’u yatağından çıkarama­ dığı gibi, Olga’nın kaygılarına doyurucu ce­ vaplar bulmakta da yeteneksiz kalmıştır. Ondaki yaşam anlayışının .Oblomovluğa karşı gerçek bir seçenek oluşturmadığı çok açıktır. Roman boyunca bir tek Olga, Oblomovluktan kopuşun pratik ama bilinçsiz, böyle olduğu ölçüde de sancılı ipuçlarını verir bize. Bu bakımdan, Dobrolyubov, el yordamıyla da olsa, yeni, taze hayat da­ madan arayan kendi kuşağına Olga’nm da­ ha yakın göründüğünü belirtirken son d e ­ rece haklıdır. Oblomovluğun karşıtını Ştoltz’da arayan Gonçarov, gerçekçi seziş gücüyle, çarpık burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, ama gerçek çıkış yollarını temellendirmekte y e ­ tersiz kalmıştır. Bunun iki önemli nedenin­ den söz edebiliriz: İlk olarak, Oblom ov romanı, ezilen köylü


V halkı ve namuslu aydınları Rusya’da y ep ­ yeni biryaşamm kuruluşuna yönlendirebi­ lecek yetenekteki tek toplumsal gücün, devrimci proletaryanın henüz sahneye çı­ kamadığı erken bir dönem de yazılmıştır. O yüzdendir ki, taze ve diri mantığına rağmen Dobrolyubov bile devrimci alternatifini böy­ le somut ve açık bir tarihsel tem ele oturt­ makta yetersiz görünür. İkinci olaraksa, liberal ideolojinin Gonçarov’un bilincinde ve gerçekçi yöntem in­ de yarattığı sınırlılıktır. Bu iki nedenin bir­ likte yarattığı kaçınılmaz etki, yazarı, alter­ natif güçlerin filizlenişini yeterince açık bi­ çimde görüp irdelemekten alıkoymuştur. Olga’nın kaygılarını onun soyut karakter özelliğine, yani “taşkın ruh halfne bağlamış olması da bundandır. Ancak, haksızlık etmeyelim. Gerçekçi se­ ziş gücü, hikâyenin son deminde, bize asıl ipucunu hissettirmekten de geri kalmaz. O ipucu, dolaylı olarak Zahar’dadır. O blom ov’ un hazin ölümünden sonra sokaklara düşen, dilenci Zahar T rofim iç’te. ★ ★ ★ “ Hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleri” neyi ifade eder? İnsan enerjisinin kalıplaş­ mış toplum kurallarının kabına sığamayışını. Birey üzerinde önce sıkıntı ve tedirgin­ lik yaratan bu durum, onu giderek yeni ara­ yışlara ve çözümlere yöneltir. “ Fazla gelen kuvvetler”, “ yepyeni, taptaze” hayat damar­ larının keşfinde itici gücü oluştururlar. Burjuva aydını açısından “taşan kuvvet”, “ bayağı isteklerin sona erdiği zaman” or­ taya çıkar; bu doğru. M odern çağın yarat­ tığı çoğu maddi olanak ellerinin altındadır. Ama, sahip olduğu refah düzeyi, paranın egemenliğine dayalı toplumsal ilişkilerin kendisine sağladığı bu avantaj, gene aynı ko­ şulların yarattığı manevi yoksullaşmayla te­ pişir durur. Burjuva aydınının kapitalist top­ lum ilişkileriyle çatışması burada başlar iş­ te.

-roman kapsamında düşünürsek- eski yaşa­ ma alternatif güçlerin ilk cılız filizlenişini belirler. Alternatif ve Zahar. Bu iki sözcüğün yan yana getirilişi, belki okuyucununzihnini tır­ malayabilir. A m a bizi ilgilendiren, zavallı, Zaharcığın köleleşmiş kişiliği değil, burda, Zahar’ ların sokaklara terkecülişiyle başgösteren olgudur. , M ujik, -ister serf ya da köle haline geti­ rilmiş niteliğiyle, isterse kendi hesabına ça­ lışan özgür küçük çiftçi olarak? pre-kapitalist mülkiyet ilişkilerine dayalı bir doğal eko­ nominin, ya da daha tam bir söyleyişle, ka­ palı köy ekonomisinin gerçek üretken gü­ cünü oluşturur. Basit yeniden-üretim koşullarının egemen olduğu, küçük aile işletmeleri ya da büyükfeodal malikâneler biçiminde paylaşılmış m ülklerin tek bir güçlü pazar etrafında ke­ netlenmekten henüz uzak bulunduğu bir toplumsal ortamda, mülk edinilmiş bir top­ rak parçası, birbirlerinden geniş uzay par­ çalarıyla ayrılmış farklı dünyalara benzer. Salt tüketim esaslarına dayalı basit yenidenüretim koşullan, özel mülkiyet ilişkilerinin egemenliğiyle birleşince, teknik üretici güç­ lerinin gelişimi yavaşlar, coğrafya kısırlaşır, gelenekler körleşir, kollektif aksiyon güç­ leri dağınıklığa uğrar. Kan kardeşleri komü­ nüne hayat veren gelenek, sınıflı topluma geçildiğinde, çoğu kez geleceğe yürüyüşü en­ gelleyen tutucu davranış kalıplarına dönüş­ müştür. Keşiflerin yayılışındaki hız kesilmiş, toplumsal zekâ dumura uğratılmış, ara­ larındaki bütünlük bozulup, İkinciler birin­ cilerin aleyhine güçlendirilerek, deneysel ye­ teneğin yerini alışkanlık, keşif ve icadın ye­ rini gelenek, aklın yerini inanç, zekânın ye­ rini hafıza almıştır. Tutuculuk devrim cili­ ği yok etmiş, atalet ağır basıp dinamizmi kö­ reltmiştir. işte, Ilya Ily iç ’ in de (ezen O blom ov), uşağı Zahar’ ın da (ezilen O b lom ov) içinden çıktıkları tarih gerçeği budur. Eski çağın küçük üretmeni, kendi üretim

Devrim ciler, bütün enerjileriyle toplum u sarsıp uyarm adan, örselenm iş g ü çleri uyur­ gezer hallerinden kurtarıp b ilin ç li eylem e yöneltm eden, toplum sal çözülm eyi zıttın a dönüştürüp yeni ve daha güçlü b ir toparlanışı g erçekleştireb ilm ek p e k m üm kün olm ayacak. Hareketim izin yeni Oblom ovlara değil, g erç ek ö ncülere ihtiyacı var... Sana iyi uykular O blom ov M erhaba hayat ve m erhaba m ücadele. Ancak', bu hayatı dönüştürecek güç kim ­ dedir? Ştoltz’un kolayca üzerinden atlayıp geçtiği “ihtiyaç ve dert içindeki insanlar­ da. Onlar havada kuş, suda balık kadar çok­ turlar. İtildikleri sefalet ve bilgisizlik orta­ mında “yığın yığın şüphe bulutlarını, an­ lamak çabasının verdiği sıkıntıyı” pek o ka-» dar duymamış olabilirler. Ama, bir kez uya­ nıp da, “en basit ihtiyaçlanmızı bile karşı­ layamayan, bize sınırsız dertlerden başka hiçbir şey veremeyen bu hayat yaşamaya de­ ğer m i” diye sormaya görsünler, eski hayat temelinden sarsılır, şüphe bulutları dağılır gider. H ele bir de “ ihtiyaç ve dert içindeki insanlar” ın taşan muazzam gücüyle “ zama­ nında cevap arayanlar” ın bilgi birikimini bir araya toplarsanız, seyreyleyin gümbürtüyü, eski hayat yıkılır, yepyeni bir hayat doğar yerine. O lga’ nın zihnini meşgul eden sorularla, hınzır köle Zahar’m sokaklara düşüşü,

araçları üzerinde babadan oğula devralınan üretim yöntem leriyle çalışıp, kendi mülkü üzerinde babadan kalma alışkanlık ve gele­ neklerle yaşayarak, hep kendi bireysel gü­ cüne ve imkânlarına dayanıp kendi yağıyla kavrularak geçinir gider. Kendi mülkünün biricik efendisi, kalıtsal gelenek ve alışkan­ lığın sadık kölesi olarak kaldığı sürece ken­ dini güven içinde hisseder. Yenilik hep za­ rarlıdır, dönüştürücü hareket her zaman tehlikeli. H er şey Tanrının çizdiği alışıldık düzeni içinde sakin ve güvenli akmaya d e ­ vam ediyorsa keyifler keyif; yok eğer, bu kü­ çük dünya düzeni aksamaya başlamış, hele efendi-köylüyü tacı-tahtı mülkünden kopar­ maya yüz tutmuşsa, işte o an insanlığın kı­ yameti başlar. Kader ağlarını örmüş, ölüm kapıya gelip dayanmıştır. Böylece, filisten küçükburjuva mantığı, en insancıl güven­ lik duygusunu tutuculuğa, en yüce düzen tutkusunu statükoculuğa kardırıp soysuz­

laştırır. Bütün bunların hepsi, birer O blomovcu karakter belirtisidir. Eski çağda küçük mülklerin kıyameti te­ feciden gelirdi. M odern çağda ise ipotek bas­ kısına eklenen büyük sanayiin ezici reka­ beti, küçük mülklerin topyekün yıkılışını daha da hızlandırdı. Basit yeniden-üretim

B ir tek proletarya, sahte peygam berlerin iç yüzünü haykırıp, toplum a kendine güven duyguları aşılayarak, küçük m ülk sahiplerinin türlü hayaller ve avuntular için d e yüzlerce yıldır uyuyan g üçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrim ci eylem le yen ileb ilir O blom ovluk.

koşullan tükendi. Bireysel tüketim için üre­ timin yerini, sayıları, kimlikleri belirsiz üre­ ticiler ve tüketicileri her dakika, her saniye karşı karşıya getiren geniş ölçekli kapitalist piyasa için üretim aldı. Küçük mülkleri bir­ birinden ayıran çitler gürültüyle yıkılma­ ya, el emeği ustalığına dayanan dükkâncıkların önemi kaybolmaya başladı. Beklenme­ dik piyasa hareketleri, küçük mülkiyetin gü­ ven atmosferini temelinden sarsarak, gele­ nekleri çözülüşe uğrattı; eski alışkanlık ve değer yargılarında birbiri ardından gelen muazzam yıkım lar yarattı. Bütün maddi ve manevi dayanaklarını yitiren küçük mülk sahipliği, tannsal gök ­ lerin karşı konulmaz gazabı olarak kavra­ dığı bu beklenmedik yıkılış karşısında, umutsuz bir bocalayışla geçmişe sanlmayıp ne yapsın? Bu çaresiz durumda küçük üret­ men koyu nostalji bulutlarıyla kundaklan­ mış bezirgan dinlerin mistik avuntularına sı­ ğınıp, geçmişin avuçlarında kalan son kınntılanna bağnazca sanlarak “kurtancf M e­ sih’i bekler. Ve egem en sınıf tanrılan, beklenen kur­ tarıcıyı göz alıcı sırmalar, apoletler içinde yeryüzüne indirince, vecd ile yerlere kapa­ narak, bozuk paralara döndürülmüş bütün o şanlı onur, namus duygularını kandırıcı “mal güvenliği” vaazlanna kurban edip avunmaya çalışır. Bir türlü hakim olam a­ dığı dağılmış, örselenmiş güçlerini üç kâ­ ğıtçılara, zorbalara teslim eder. Ta ki yeni ve daha köklü bir yıkılışın hayal kırıklıkla­ rıyla sarsılıp ayılıncaya değin. Bir tek p ro­ letarya, sahte peygamberlerin iç yüzünü haykırıp, topluma kendine güven duygu­ lan aşılayarak, küçük mülk sahiplerinin tür­ lü hayaller ve avuntular içinde yüzlerce yıl­ dır uyuyan güçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrimci eylem le yenilebilir O blom ov­ luk. H er ne kadar, aynı manevi ortaçağ ha­ vasını solusa da daha baştan nefes darlığı­ na uğratılmış, yerlere esir edilmiş serf, m o ­ dem çağa bu sancılı geçişte biraz daha farklı bir gelişim gösterir. K ölece çalışmanın b o­ ğucu etkisini, fırsat bulsa kendini komün üyeliğine yükselterek dindirir. Bu olmazsa, efendinin kendi kölece varlığını sürdürebil­ mesi için sağladığı birtakım koşullara sığın­ maktan başka bir şansı kalmaz. İsyan etse ezilir, kaçsa o da bir kurtuluş yolu değil. M a­ lı mülkü olmadığı için başka bir efendinin emri altına düşmek, ya da açlıktan ölüp git­ mek arasında bir tercih yapmaktan başka hiçbir çıkış yolunun bulunmadığını bilir. İs-

53


yanını bastınp efendisinin verdiğiyle yetin­ meyi, yüzüne bir tokat inince öbür yana­ ğını çevirmeyi, efendisi velinimete yaltak­ lanmayı zamanla alışkanlık edinir. Ya efen­ dini sayarsın, ya açlıktan ölürsün. N e yap­ sın zavallı köle? Antika toprak ve para beyliğinin yarattı­ ğı toplum acılannı dindirecek tek ilaç, di­ nin verdiği avuntudur. Efendi saltanatı, di­ nin buyruklarıyla pekiştirilmişse bir de b o­ yun eğip katlanmaktan başka elden ne g e ­ lir? Bu dünyada çalış, katlan, bedelini öbür dünyada alırsın. Bu dünya, yalan dünya­ dır. M adem tann, insanoğlunu yeryüzüne sınamak için yollamış ve herkese dünya ni­ metlerinden bir pay vermiş, o halde boyun eğ payına, yakınıp günaha girme. Tann seni kölelik eziyetiyle sınamaya karar vermiş, ça­ lış, başar sınavını. Mal mı dersin, yalan dün­ yanın malı, can çıkarken fayda etmez. Ç a ­ lış, katlan, cennete gir. Orada çalışmak yok artık, yorulmak yok, ezilmek yok. Yatağın­ dan altın akan ırmakların kıyısında, yaz kış yemyeşil duran ağaçların altında, yumuşa­ cık çimenlerin ve hurilerin üstünde yiyip için azarak geçen sonsuz bir uyuşukluk. Bir tanrısal Oblomovka. İşte, bezirgan söm ü­ rüsünün ezilmiş, hırpalanmış, köleleştirilmiş insanlığa sunduğu tek ideal: Bir gün gelip çalışmadan yaşamak. A m a önce çalış ve boyun eğ. Maddi kölelik, bezirgân inanç köleliğiy­ le birleştirilince, ortaya dört başı mamur bir Oblom ovluk tablosu çıkar. Efendisinin kaprislerine mahkûm edilmiş serf, efendisinin yıkımıyla yıkılmaya m ah­ kûm olur. Hayatta tek tutanağı, efendisi­ ne bağlılığıdır. Kapitalizm, efendi ve serf arasındaki bu bağı çözülüşe uğratır. A m a o da büyük feodal mülkleri çözüp parça­ lamakla, serfi kurtuluşa ulaştırmış olmaz. Tersine, feodal mülklerle birlikte serfin de bütün güven duygusunu yok eder, onu ko­ caman bir boşluğa düşürür, sokaklara terkeder. N e kafasını sokacak bir yeri kalır serfin, ne kursağına girecek bir yudum ekmeği. Özgürdür, ama açtır. Emeğinden başka sa­ hip olduğu hiçbir şeyi yoktur artık. Prole­ terleşmiş, sanayi ordularının yedek neferi haline dönüşmüştür. Bütün maddi güven­ celerini yitirmiştir. Am a, bu ona bir tek bü­ yük şeyi kazandırır: Ortak sınıf gücünün sağladığı güveni. Bu güven, ona kişiliğini ele geçirme olanağını verir.

kurtuluş, pek kolay gerçekleşm ez, ö y le s i­ ne içimize işlemiş, arsız bir hastalıktır ki bu, sınıflı toplum alışkanlıklannı kökünden yok etmeden, Oblomovluktan kesin kurtuluş da mümkün olamaz. O b lom ov öleli 150 yıl oluyor. A m a o, hâlâ sinsi bir hayalet gibi aramızda dolaşmaktadır. Ondan kurtulabil­ memiz için, tıpkı Lenin’in söylediği gibi, da­ ha onu çok dövm em iz, hırpalamamız, yı­ kamamız, tem izlem em iz gerekecektir.

O blom ovluğun karşıtını Ş to ltz’da arayan Gonçarov, g erç ek çi seziş gücüyle, çarpık burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, am a g erçek çıkış yollarını tem ellen dirm ekte yetersiz kalmıştır. İşte, Zahartn sokaklara düşüşü, burada kısaca anmakla yetindiğimiz tarih sürecini aydınlatır. Zahar, köleliğe alışmıştır, efendisiz yapamaz. K öle ruhunu hep efendisi İlya İlyiç’in anılanyla avutup, yeni efendi­ ler araç. A m a ne efendi eski efendidir ar­ tık, ne de köle eski köle. B öylece kendini sokakta bulmuş olan Zahar, dilencilikle geçim yoluna başvurmak zorunda kalır. Fakat, ömrü boyunca yaltak­ lanmaya alışmış olduğu için dilencilik ona pek de güç gelmeyecektir. Artık o, eski alış­ kanlıklarını yeni konumunda sürdüren, kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal tor­ tulaşmanın, lümpen proletaryanın, ya da çok ünlü deyim iyle ayaktakımmın güçsüz, değersiz, zavallı bir üyesidir. Oblom ovluk, onun doğuştan içine gir­ diği ve aslında hiç farkında olm adan hep içinde yaşadığı kaçınılmaz bir alınyazısı o l­ muştur. Bu yüzden alınyazısının boyundu­ ruğu altında ruhsal güçleri tümüyle kötü­ rümleşmiş olan Zahar’dan gelecek için kü­ çük de olsa bir umut ışığı çıkartabilmemiz mümkün değil. A m a yeni sosyal süreçlerin sokaklara terkettiği yüz binlerce zahar ve onların çocuk­ ları, işte onlar, çok daha zor koşullar altın­ da yaşayacak olsalar da büyük m ücadele­ ci güçleriyle geçmişin kâbuslarından adım adım sıynlmaya yönelerek, toplumun ge-

O blom ovluğun çıkış yolu, g en e O blom ovluğun için d en doğm uştur. Am a böyle o lduğu iç in d ir k İ b u hastalıktan tüm üyle kurtuluş, p e k kolay gerçekleşm ez. Ö ylesine İçim ize işlem iş, arsız b ir hastalıktır k i bu, sınıflı toplum alışkanlıklarını kökünden yok etm ed en , O blom ovluktan kesin kurtuluş da m üm kün olam az. O blom ov ö le li 150 yıl oluyor. A m a o, hâlâ sinsi b ir h ayalet g ib i aram ızda dolaşm aktadır. O ndan ' kurtulabilm em iz için, tıpkı L e n in ’in söylediği gibi, daha onu ç o k dövm em iz, hırpalam am ız, yıkam am ız, tem izlem em iz gerekecektir. Oblom ovluğun çıkış yolu, gene O blo­ movluğun içinden doğmuştur. Am a böyle olduğu içindir ki bu hastalıktan tümüyle

mücadeleye girişen aydınlar kuşağı ise, yeni yaşamın gerçek güçlerini bu büyük yığın içinde bulabilecek ve yığınla sosyalist teori arasındaki bağlan kurup güçlendirmek gi­ bi vazgeçilem ez bir toplumsal görevi üstle­ neceklerdir. G eleceğin yeni insanı, işçi sı­ nıfı ve devrimci aydınlar arasındaki bu güç­ lü sentezleşmenin odağından fışkıracaktır. Bu sarsıcı doğum sürecinin, özellikle Gorki’nin eserlerinde sanatsal yaratıcılığın ya-

leceğe dönük, aydınlık yüzünü oluşturacak­ lardır. Olga’nın.zihninde başgösteren kay­ gıları somut poltika arayışlarına yönelterek

lın ve dupduru betimlemesine kavuştuğu­ nu görürüz. ★

★ ★ Son olarak, Oblom ovluğun tek başına bir aydın hastalığı zolduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya tümüyle olumlu bir ce­ vap verem eyeceğiz. Çünkü, yazımızın bü­ tünlüğünden kolayca çıkartılabileceği gibi Oblomovluk, toplumsal yaşamı gayn-insanileştiren ve kişisel iradelerini ellerinden ala­ rak bireyleri ahlâksal açıdan zavallılaşmış köleler haline getiren, insanı kendi öz var­ lığına yabancılaştıran koşullann ürünü ola­ rak ortaya çıkmıştır, Bu bakımdan O b lo­ movluk, sınıflı toplum gelişiminin yarattığı genelleştirilmiş bir birey tipolojisini ifade eder. Farklı ulusal ve sınıfal koşullandırma­ lar altında, tek tek bireylerin yaşamında d e­ ğişik eğitim ve yetişme tarzlarının verdiği özel renklere kavuşarak farkıl görünümler kazanmış olması okuyucuyu yanıtlamamalıdır. Kapitalizm, bütün toplumsal ienom enleri basit bireysel ekonom ik çıkarlara indirgem em ekle, üzerindeki her türlü gizleyici örtüleri aralayarak, sömürüye dayalı insan ilişkilerini en çıplak var oluşlanyla kavrana­ bilecek kertede yalınlaştırdı. İnsan iradesi­ ni körelten toplumsal ataletin bir kurgusal bireyin kimliğinde tipikleştirilerek bilince çı­ kartılmasını, yoğunlaşmış toplum çelişm e­ lerinin aldığı bu yalın görünüm de arama­ mız gerekir. Yoksa Oblomovluk, feodal iliş­ kilerin kapitalist gelişim karşısında güneş igören kar misali eriyip çözülmesinden tü­ reyen bir bireysel durum değil, bu sürecin bütün çarpıcı özellikleriyle gün ışığına çıkar­ dığı bir “insanlık halfdir. Klasik Rus edebiyatının dünya edebiyat hâzinesine armağan ettiği O blom ov tiple­ ri, 19. yüzyılın ortalannda yaşamış Rus ay­ dın kuşağının ortalama özelliklerini yansı­ tırlar. Bu durum, daha çok, o zamanki ay­ dın kuşağının yaşadığı, toplumsal gelişme­ nin ana süreçlerine bağımlı çatışma ve bu­ nalımların tipikleştirilmeye son derece el­ verişli trajik yapısından kaynaklanır. Diğer yandan, İlya İlyiç, öbür O blom ov kardeşlerinde de az-çok görülebildiği gibi, toplumsal nedenlerini açıklayabilme bece­ risine sahip olmasa da başka insanlarla iliş­ kileri içinde kendi durumunun özellikleri­ ni kavrayabilme yeteneğine sahiptir. Bu da onun az-çok kültürlü, aydın yapısından ileri gelir. Oblomovluğun bir aydın hastalığı ola­ rak görünümü, yalntzca tembelliğin bu “otodidaktik bilinç” yönüyle ilintili olarak kal­ maktadır. Ancak yazara basit bir olaylar di­ zisinden verimli bir kurgu ve seçilmiş olgular örüntüsü yaratabilme olanağını sağlayan bu yön, aynı gamanda hikâyeye „trajik bir d e ­ rinlik de kazandırmaktadır. Âynı olanağı,


Oblomov’un babasından, üç kâğıtçı Tarantiyev’den ve hatta Zahar’dan çıkartamazdımz. Yığının ruh halinde kaba bir tembellik biçiminde ve diğer sıradan, günlük görün­ tüleriyle yansıyan Oblom ovluk, öznelliğin daha çok geliştiği aydınlar arasında daha tipik, daha çarpıcı, daha trajik ve aydının toplumsal bilinç üzerindeki etkisine para­ lel olarak daha tehlikeli yönler taşır. Öznel yönün gelişimi, eğitim ve kültür seviyesi­ nin ürünüdür. Eğitim, teknoloji ve insan gücünün ya­ rattığı ya da yaratabileceği muazzam yaşa­ ma olanaklannı insan bilincine yükseltip, bi­ reylere benimseterek, ortak insanlık ideal­ lerini devindirir, toplumsal ihtiyaçlan geniş­ letir. Olgulann zaman içindeki gelişimleri­ nin kavranması, insana yaşam konusunda da geniş bir tarihsel perspektif sunar, istek­ leri ve azmi kamçılar. Ancak kapitalizm, m od em teknoloji te­ meli ve onun sağladığı eğitim olanaklan y o ­ luyla, yeni toplumsal ihtiyaçlar yaratıp var­ dan ihtiyaçlan geliştirirken, ihtiyaçlann tat­ min araçlannı da giderek insanların ellerin­ den almaktadır. İstersiniz, ama yapabilme olanağınız yoktur. İnsan psikolojisini kötü­ rümleştiren gerçeklikle ideal arasındaki bu çatışma, bireyleri isteklerini gerçekleştirmek için mücadele etmeye, bunun için de gide­ rek toplumu değiştirmeye doğru harekete geçmeye iter. En berbat koşullarda bile ya­ şama isteğini diri tutan, ideallerin gücüdür. İdeal, toplumsal üretici güçlerdeki geliş­ ine eğiliminden güç alır. Üretici güçlerdeki gelişme eğilimini köstekleyen kapitalist üre­ tim ilişkileri ise taşlaşıp dondukça, idealler üzerinde şiddetli bir basınç yaratırlar. O r­ tak idealleri gerçekleştirmek için üretici güç­ leri ele geçirmekten başka bir çözüm yolu kalmaz. Bu durumda kapitalizm, bütün egemenlik araçlannı harekete geçirerek, idealleri yok etm eye sindirmeye, etkisizleş­ tirmeye çalışır, insanlardaki yaşama isteği ve m ücadele gücünü bastırarak idealleri yok eder, idealleri yok ederek toplumsal yaşamı çürütür, inmelendirir. ideallerinizi yitirdiğiniz mi, yaşama gücü­ nüzü de yitirdiniz demektir. Elinizdeki araç­ ları hangi amaçla, neden ve nasıl kullana­ cağınızı bilemezsiniz, sizin için artık hiçbir değer ifade etm ez olurlar. Hiçbir şey iste­ yemez, hiçbir şey yapam az hale gelirsiniz. isteklerinizi gerçekleştirebilme olanağınız elinizden alınmışsa, kendi güçlerinizi kavrayabilme, gücünüzü denetleyebilme ve ha­ rekete geçirebilme olanağınız da kaybolur.

kalkar. Sadece kendinize düşman olm ak­ la kalmazsınız, insanlan küçümser ve to p ­ lumdan uzaklaşırsınız. Kendi benliğinize hâ­ kim olamayınca, insanlarla iletişim kurabil­ m e yeteneğiniz de kaybolur gider. Tembel, ruhsuz, hırçın, bencil, ödlek birisi haline g e ­

Tutuculuk devrim ciliği yok etmiş, atalet ağ ır basıp d inam izm i köreltmiştir. İşte, İlya llyiç’in d e (ezen O blom ov), uşağı Zahar’ın da (ezilen O blom ov) içind en çıktıkları tarih g erçeğ i budur.

lirsiniz. H er şeyi size sağladığı anlık pratik yararlarıyla ölçm eye başlar, uzak ülküler uğruna çaba göstermenin gereğini gözden kaçınrsmız. Çabalannızm karşılığını alama­ manız, ya da çabalannıza hakkı olan d e ­ ğerin verilmeyişi, çabanızı sizin gözünüzde de değersiz kılar. H er işe soyunup hiçbirini sonuçlandır­ madan yüzüstü bırakan, başkalarını kü­ çümseyip gerçekte başkalanndan hiç de farklı yaşamayan, belirli toplum ilişkilerinin insanlar arasında yarattığı yozlaşma eğili­ mine tepkiyle bütün insanlara düşman ke­ silen, fındık kabuğunu doldurmayacak so­ runlarla uğraşıp büyük işler başardığını id­ dia eden, küçük dağları ben yarattım dercesine kendini dünyanın merkezine otur­ tan, kendi gözünde yitirdiği değeri başkalannı karalamakla kazanmaya çalışan, en büyük, en gösterişli eylemleri önerip, her zaman en geriden giden, hep kendi duru­ munun olumsuzluklanndan yakınıp hiçbir ciddi çaba gösterm eyen, davranış güçsüz­ lüğünü parlak sözler ve formüllerle gizle­ m eye gayret eden, yararsız, gereksiz, asa­ lak birileri olursunuz. Bu türden Oblom ovca davranışlarla top­ lumun her kesiminde ama en çok aydın­ lanınız arasında karşılaşmıyor muyuz? Pek uzağa gitmemize gerek yok. işte K e­ mal Gökhan’ın Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan çizgi bantları. Her bantta, her karede O blom ov kendini teşhir ediyor.

İk i ö rnekte de m utluluk, salt bireysel n ite lik le r taşır. Toplumsal m utluluğun dışında aranm ışlardır ve ancak orada bulunabilirler. Tek farkları, O blom ov’un id ealin d eki m utluluğun içsel hareketin dışında g erçek harekete yabancı oluşudur. yaşam ında da hareket, besleyici köklerini oluşturan asıl güçten, toplum sal üretim tem elinden koparak, can sıkıcı b ir rutine dönüşm üş, coşkusunu yitirmiştir.

Oysa, Ştoltz’un

istekleriniz yaşama gücünüzle birlikte boğluru, söner gider. İradeniz zayıflar. Yapa­ bileceklerinizi de gerçekleştiremez olan iktidarsızlaşırsınız. “Var, ama ne yapabilirim?” “Yok ki, ola­ maz ki ne isteyebilirim” Her ikisi de aynı madalyonun iki ayn yü­ züdür. Bu m adalyonu boynunuzdan çıka­ ramadığınız, kopartıp atamadığınız taktir­ de. kendi kendin izle barışıklığınız ortadan

tıkİan devrimci - demokratlar, binbir güç­ lük içinde yolları açmaya çalışıyor. Öncü baylânmızmsa, inip işe koyulmaya hiç mi hiç niyetleri yok. G elenek dergisi sayfalanndan O blom ov’un şu bildik horultusu yükseliyor.

Fazla uzağa gitm eye gerek yok. O b lo­ m ov sosyalistlerimiz arasındadır. İşte G e ­ lenek yazarlan. Tıpkı Dobrolyubov’un ağaç üzerindeki öncüleri gibi, çıkmışlar sosyaliz­ min yüksek teorik mirası üzerine, mayhoş teori yemişlerini tıkınıp kabuklarını aşağıdakilerin üzerine fırlatarak öncülük buyu­ ruyorlar. Onlar ağacın tepesinde oturup sosyalist devrim hülyalan kurarken, aşağı­ da işçiler ve tepeden burun kıvırarak bak-

Fazla uzağa gitmeye hiç gerek yok. K en­ dini biraz dikkatle gözden geçiren her oku­ yucu, içindeki Oblom ov’u yakalayıp gün ışı­ ğına çıkartabilecektir. Köklü bezirgan gele­ nekleri üzerine kurulmuş, çarpık kapitalist yapının boğduğu, bunalttığı, durgunlaştır­ dığı toplum yaşamımız, işçisinden aydını­ na, köylüsünden memuruna, gencinden yaşlısına, her kesimden her insanı yakala­ yıp inmeledirebilen Oblomovluk virüsünün bulaşıcı tehditleri altındadır. 12 Eylül, yığın­ lar arasındaki devrimci mayalanışı bastırıp, idealleri gözden düşürmeye çalışarak, bu virüsün çok daha hızlı üreyip bütün toplum hücrelerini çürütmeye yöneldiği son dere­ ce tehlikeli bir septik ortam yarattı, irade güçlerinin köreltilip insanlann bu denli zavallılaştınldığı, kişiliklerin ezilip yalama haline getirildiği, toplumun tümden soluksuz bı­ rakılarak tepeden tırnağa çürümeye itildi­ ği böylesi bir çözülme ve dağılış ortamın­ da, Oblomovluk, direncini yiteren her bün­ yeyi felce uğratacak sinsi bir kuvvete eriş­ miştir. Devrimciler, bütün enerjileriyle toplumu sarsıp uyarmadan, örselenmiş güçleri uyur­ gezer hallerinden kurtarıp bilinçli eylem e yöneltm eden, toplumsal çözülmeyi zıttına dönüştürüp yeni ve daha güçlü bir topar­ lanışı gerçekleştirebilmek pek mümkün o l­ mayacak. Hareketimizin yeni Oblom ovlara değil, gerçek öncülere ihtiyacı var. Ve bi­ rey olarak bizler, Oblom ovluğun içimizde­ ki sinsi etkilerinden kurtulmadan, kendimizi her an yenileyip enerjimizi tazelem eden güçlü devrimciler olunamayacağını bilme­ liyiz. Sana iyi uykular Oblomov. Merhaba ha­ yat ve merhaba mücadele! {*) Dickens’in yaşlı Ebenizer Sucruch’u N o e l eğlencelerini bile hor görebilecek ka­ dar kendini “işine adamış” aç gözlü bir işa­ damıydı. İlk sermaye birikimi çağlarında yaygın olan tipoloji daha çok budur. Kapi­ talist için yaşamda tek gerçek ilke, çalışma ve tasarruftur, gerisi boş laf. Oysa, günü­ müzde sermayenin hükmedici gücünün ar­ tışıyla, onun sahibine sağladığı muazzam boş vakit arasındaki zıtlık, kapitalist için pa­ ranın yönetimini bir “ateşten göm lek” hali­ ne getirebiliyor. Narin Bey, bu göm leği kız­ larına ve damatlanna giydirmeyi başarın­ ca, “kırkından sonra” azıp hovardalığa baş­ ladı. Am a, işini ne oğullarına, ne de kar­ deşlerine devredebilm e cesaretini ve ola­ nağını bulamayan Gorki’nin büyük oğul Piyotr Artam onov’u, her an sahip olabilece­ ği, ama bir türlü gerçekleşm eyen potansi­ yel boş vakitlerini düşünüp, çılgına dön m e­ miş miydi? Bunlar, burjuva yaşamı dipsizliğe sürükleyen anaforların karşıt bileşim­ lerini yansıtır.

S5


SENDİKALARA GENEL BAKIŞ *

Sendikaların Temeli Bunu ortaya koyabilmek için, sendikaların na­ sıl doğduğu nu , hangi tem ele dayandığını kav­ ram ak gerekir. “Sendikalar ve grevlerin gerçek önem leri kendi aralanndaki rekabete son verm ek için işçilerin gi­ riştiği ilk çabalar arasında olmalarında yatar. Bur­ juvazinin işçiler üzerindeki hakimiyetinin bütü­ nüyle işçilerin kendi aralanndaki rekabete, yani dayanışma yokluğuna dayandığı gerçeğinin kav­ ranması sendikalann temelini oluşturur.” (Engels). D em ek ki sendikaların doğuşu, işçilerin ken­ di aralarındaki rekabete son verm e, kapitalistle­ re karşı dayanışma zorunluluğunu bilince çıkar­ maları ile bağlantılıdır. İşte sendikaların tem elini bu birlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin ilk yılla­ rındaki deneyler, işçi sınıfını çok kısa zam anda sendikal birliğe vardırmıştır. V e bir kere sendi­ kalar oluştu mu, bunlar hem en “çifte am aç ta­ şırlar, işçiler arasındaki rekabete son verm ek, ve bu sayede kapitalistle toptan rekabet etm ek .” Kapitalistlere karşı toptan rekabet etm enin baş­ lıca yönü ilk zam anlarda "yalnızca ücretlerin korunması” içindir. Fakat m ücadele gelişip, ka­ pitalistlerin işçilere karşı birleşmesi ve topyekün davranması daha da sistemleştikçe işçiler için bir­ liğin korunması ücretlerin korunmasından ön e g eçer ve daha gerekli hale gelir. Çünkü gerek ücretlerin korunması, gerekse yükseltilmesi ve başka m ücadele yollarının ilk şartı bu birliği k o­ ruyup sağlamlaştırmaktan geçm ektedir. H er hareket yeni doğarken, olgunluk çağm a varıncaya kadar, az çok sekterdir. A cem i ve uyumsuz tavırlar g ö z e batar. Sendikal m ü cad e­ lenin tarihinde de bu sekterlikler vardır. İşçiler ilk grev kırıcılarını genellikle ölüm le cezalandır­ mışlardır. İşyerleri tahrip edilmiştir. Fakat işçi sı­ nıfı hareketi geliştikçe ve deneyler biriktikçe, ha­ reket norm al rayına oturmuştur. “A m açlarına ulaşmak için sendikalar şu yolu izlerler; bir ya da daha çok işveren sendikanın istediği ücreti öd em ey i reddederse, bir işçi tem ­ silcisi grubu işverene ricaya gider. Ya da bir di­ lekçe gönderilir. Bu tür yöntem ler küçük krallı­ ğı içinde işverenin sahip olduğu mutlak gücün işçilerce d e anlaşıldığını gösterir. Bu yöntem ler­ le hiçbir şey elde edilem ezse sendika üyelerine işi bırakıp evlerine gitm elerini söyler.”

Öyleyse MARKS, sendikaları, feodaliteyi yıkan belediye örgütlenm elerine benzeterek, kapitalizmin yıkılmasında onlara nasıl b ir rol verdiğini açıklam ış oluyor Öte yandan, burjuvazi, belediye örgütlenm eleri deneyinin bizzat yaşamış ve uyguglamış b ir sınıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünm esine karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur.

:

56

Bu yöntem işçi hareketinin sekteriikten kur­ tulduğu dönemlerin hareketidir. V e şimdiki toplu sözleşm e sisteminin ilk ilkel şeklidir. V e bizdeki ilk 1872 Kasımpaşa Tersane işçileri grevi de ben­ zer gelişm eler sonunda ilan edilmiştir. Ücretlerini alamayan işçiler önce Bahriye Nazınna, sonra Sadrazam a temsilcileri ile dilekçe gönderm iş­

ler, netice alamayınca durumlannı basın yolu ile geniş kitlelere duyurmuşlar v e ardından da g re­ ve gitmişlerdir. V e bu grev başarı ile sonuçlan­ mış, alınam ayan ücretler işçilere ödenmiştir. Yukandaki alıntıda Engels’in çok derin bir tah­ lili vardır. “Bu tür yöntem ler (yani ö n ce dilekçe, görüş­ m e, teklif, olm azsa sonra grev) işverenin sahip ol^U&u-Jnutlak gücün işçilerce” anlaşıldığının işa­ retidir, denir. H areketin sekter dön em in d e işçi­ ler, kapitalizm kayasına çarptıklannın farkında d e ­ ğillerdi. İşte, işçi sınıfının sağlam bir sendikal ör­ gütlenmeye başlaması ile, karşısındaki kapitalistin gücünü kavraması aynı dönem in olgulandır. Düşmanın gücü, mahiyeti kavrandıkça örgütlen­ m e de buna göre düzenlenmiştir. Zam an ve d e ­ neyler işçi sınıfına bu gerçekliği kavratmıştır. Bu bir aşamadır. İşçi sınıfının bölük börçük, sekter çıkışlarla gücünün dağıtılması, böylece boşa har­ canması değil de; en toplu ve düzenli bir şekil­ de kapitalizme yöneltilmesi aşamasıdır. Düşmanı yenm enin veya problem i çözm en in ilk ve va z­ g eçilm ez şartı; onu tanımak, kavramaktır. “İşçilerin birleşmesini yasaklayan hükümleri yürürlükten kaldıran bu kanun... imtiyazlılann bu reform u, burjuvazi ile proletarya arasındaki ça ­ tışmayı H U K U K E N T A N IY A R A K B U R J U V A Z İ­ Y İ E G E M E N S IN IF S T A T Ü S Ü N E Y Ü K S E L T Tİ.” D em ek ki hakim sınıflar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmayı (hukuken) tanıyarak burju­ vaziyi e g e m e n sınıf statüsüne yükseltiyor. V e b ö ylece m odern sınıf savaşı karşılıklı taraflarca tanınmış ve resmen başlatılmış oluyordu. Bu ne­ denle, bir ülkede sendikaların resm en varlığının kabulü, o ülkede artık sınıf savaşının gizlenemez, üstü örtülem ez hale geldiğini ve bundan dolayı da karşılıklı taraf|arca kabul edilişinin işaretidir. İşte burada sendikaların varlık ve gelişm esiyle il­ gili ikinci konağa gelm iş olduk.

Sendikalar ve Siyaset “Ekonom ik koşullar ilk ön ce ülkedeki halk kit­ lelerini işçi durumuna getirmişti. Serm ayenin bir­ leşmesi bu kitleler için ortak bir durum, ortak çı­ karlar yaratmıştır. Bu yüzden bu ki'fîeler bugün bile serm ayeye karşı bir sınıftır, ancak henüz ken­ disi için sınıf değildir. Birkaç cü m leyle değindi­ ğim iz m ücadele içerisinde, bu kitleler birleşir ve kendisi için sınıf olm a durumuna ulaşır. Artık sa­ vunduğu çıkarlar sınıf çıkarlarıdır. A n ca k sınıfın sınıfa karşı m ücadelesi siyasi bir mücadeledir.” “G erçek bir iç savaş olan bu m ücadele yakla­ şan bir savaşın gerekli tüm unsurlarını birleştirip geliştirir. Bir kere bu noktaya ulaştığında birlik siyasi niteliğe kavuşur.” (abç) İşte, gerek işçi sınıfının kapitalistlerin gücünü tanıması ve kavraması ile daha güçlü birlikler kur­ m a ve sistemli m ücadele etm esi v e gerekse ka­ pitalistlerin işçi örgütlerini tanıması; “yaklaşan bir savaşın gerekli tüm unsurları(nı) birleş(tirip) g e ­ liştirir)”. B öylece sınıfın sınıfa karşı m ücadelesi başlar ve bu m ücadele de siyasi bir m ücad ele­ dir. İşte tam burada bu birlikler siyasi niteliğe ka­ vuşurlar. Lenin Marks’m bu tahlilinin ardından şunları söyler; “Burada, onlarca yıl içirı, proletarya güç­ lerinin “gelecekteki bir m eydan savaşına” hazır­ lanmasının uzun bir d ö n em i için, sendikal ha­ reketin v e ek onom ik m ücadelenin taktiği ve programına sahibiz. “Onlarca yıl için’ geçerli olan “taktik v e program ” nedir? Sendikalann kendili­ ğinden vardıktan siyaseti, sosyalist siyasete yük­ seltmektir. “Ç o k kere iktisadi m ücadele kendiliğinden bir siyasi niteliğe bürünür, yani, “devrim ci bastlin-

aydınların” müdahalesi olm adan (...) A m a sos­ yal dem okratlann görevi, ek onom ik bir tem el üzerinde siyasi ajitasyonla sona ermiş olmaz; onlann görevi, sendikacı politikasını, sosyal d em ok­ rat siyasi m ücadeleye çevirmektir; iktisadi m ü ­ cadelenin işçilerin kafalarına yerleştirdiği siyasi bilinç kıvılcım lanndan yararlanarak işçileri sos­ yalist siyasi bilinç düzeyine yükseltmektir.” (L e ­ nin) Bu konuda son olarak M A R K S ’m bir benzet­ mesini aktaralım; “D em ek ki, sendikaların ilk hedefi, günlük ih­ tiyaçlara sermayenin ardı arkası kesilm ez saldı­ rılarını en gellem e yollarıyla, kısacası ücret ve iş­ günü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır... “Sendikalar, buna karşılık kendileri d e farkı­ na varm adan ortaçağ belediyeleri ve kom ü nle­ rinin orta sınıfa sağladığı cinsten örgütlenme mer­ kezleri oluşturmuşlardır” B u ra d a s e n d ik a la rın “ siya si n ite liğ e kavuşmaları” bir benzetm e ile son d erece çarpı­ cı bir biçimde açıklanıyor. Feodallere karşı örgüt­ lenen burjuvazi bunu beled iyeler biçim inde ö r­ gütlenerek hem ekonom ik, hem politik m erkez­ ler oluşturarak yapmıştır. Belediyeler bu özellik­ leriyle bütün halkı temsil ed er görünm üşler ve feoda llere karşı m ücadele m erkezleri olm uşlar­ dır. ve M A R K S sendikalarında işçiler için ben ­ zer bir örgütlenm e sağladığını açıklayarak, sen­ dikaların siyasi yönünü en çarpıcı bir örn ekle­ m e ile anlatmış oluyor. Ö yleyse M A R K S , sendikalan, feodaliteyi y ı­ kan beled iye örgütlenm elerine benzeterek, ka­ pitalizmin yıkılmasında onlara nasıl bir rol ve r­ diğini açıklamış oluyor. Ö te yandan, burjuvazi, belediye örgütlen m e­ leri deneyinin bizzat yaşamış v e uygulamış bir sı­ nıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünm e­ sine karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur. Nasıl ki sosyalistler bu kendiliğinden varılan si­ yaseti, sosyalist siyasete yükseltm ek için uğra­ şacaklarsa, burjuvazi d e tersine davranarak si­ yaset dışı tutmağa çalışacaktır. İlk aşama, yani, işçilerin ücretlerini korum a­ ları vb. m ücadele kapitalistlerin bir bakım a ka­ bullendikleri bir m ücadele aşamasıdır. Fakat bir­ liklerin siyasi niteliğe kavuşma “tehlikesi” kapi­ talistler için taham m ül ed ilem ez bir gelişmedir. V e bu noktada kapitalistler için genellikle iki yol ortaya çıkar. Fakat her iki yolun da tek amacı işçi birliklerini siyasi m ücadeleden uzaklaştırmak, ek onom ik m ücadele içinde kısırlaştırmak. Birincisi söm ürge talanları ile işçi sınıfının bir bölüğü doyurulur v e bunlar işçi sınıfının çıkarla­ rına hakim kılır. V e tek am aç “daha fazla ücret” indirgenir. V e kapitalizm sendikalan bu alanda tutabilirse, onun için bu d ev işçi birlikleri birer cü­ ce olarak kalacaktır. İkincisi; İşçi sınıfının söm ürge talanlarından beslem ek durumu o kapitalist ülkede yoksa si­ yaset sendikalara kanunla yasak edilir. V e aynı zam anda sendikalar genellikle devlet güdüm ü ­ ne alınır. B öylece sendikalar hakim sınıf polka­ sının peşine takılır”

“Sınıf Sendikacılığı” veya Ücret Sisteminin Kaldırılması: “Bu parola şu m alûm Birleşm e Kanunlarının 1824’te kaldırılmasından sonra gelişen sendika hareketleri sırasında oldukça işe yaradı. Ingiliz işçilerinin A vrupa işçi sınıfının başında yürüdü­ ğü anlı şanlı Chartist hareket dön em in d e ise d a ­ ha da yararlıydı. N e var ki zam an geçiyor 50 yıl


hatta 30 yıl ö n ce arzulanan, gerekli olan bir sü­ rü şey, bugün eskimiş geçersiz duruma geliyor." İşçilerin sendika kurma, birleşme hakkının olm a­ dığı, yani burjuvazinin baskısına, hatta keyfi dav­ ranışına karşı hiçbir silahı olm adığı bir d ö n e m ­ den birleşme hakkını eld e ettiği bir d ö n em e gir­ diğinde elbette ilk talep “adil bir işgünü karşılığı adil bir ücret” olacaktır. A şın çalıştırma, uzun işgününe karşılık ölümlük bir ücreti daha “adil” hale getirme çabası doğaldır ve gereklidir de. İşçiler sendikal birlik kurma hakkına kavuşur kavuşmaz ücretlerinin korunması m ücadelesine d e zaten başlamışlardır. Aynı şekilde Chartizm d e henüz “küçük bur­ juvaziden kesinlikle aynlm am ış” bir hareket o la ­ rak g en e l o y hakkı gibi dem okratik bir talebi sa­ vunurken, diğer yandan aynı zam anda “10 saat yasasına karşı" da m ücadele vermektedir. V e bütüp bu d ö n em lerd e işçi sınıfı henüz “iyi bir ev, iyi yiyecek ve giyecek, refah ve kısa iş saatle­ r in d e n ö tey e bir talep getirm em ektedir. ? Fakat, işçi sınıfının m ücadele tarihine; 1848 Manifestosu ile onun politik taleplerinin belirlendirilmesi, kapitalizmin kaçınılmaz olarak işçi sı­ nıfının m ücadelesi ile yıkılacağını, işçi sınıfının kurtuluşunun sosyalizm olduğunun bilimsel ola ­ rak ispatı, bundan sonra Enternasyonal İşçiler D em eği deneyleri, son olarak da Paris K o m ü ­ nü den eyin d en sonra artık işçi sınıfının talepleri kaçınılmaz olarak yeni biçimlere bürünmüştür. B öylece, henüz işçi sendikalannın yeni yeni fi­ lizlendiği ve işçi sınıfı hareketinin bir Chartist ha­ reket olduğu, yani imtiyazlılara karşı küçük bur­ juvazi ve radikal burjuva ile beraber davrandığı, özetle; kapitalist düzen içindeki mücadelenin bü­ tün niteliğiyle ortaya çıkm adığı veya tam o sıra­ da geçerli olan bu parola; daha sonra 1880’d e yani sınıf m ücadelesinin bütün hatlanyla belir­ ginleştiği ve kapitalizmin kaçınılmaz sonu olarak sosyalizmin bilimsel olarak ispatlandığı d ö n e m ­ de artık eskimiştir. V e Engels yeni parolayı şöyle ilan eder: “Çalışm a araçlan — ham m adde, fabrikalar, makine— çalışan halkın kendisinin olmalıdır." A y­ nı parolayı M A R K S da şöyle ifade eder: “Sendikalar (...) A yn ı zam anda m evcut dü ze­ nin değiştirilm esine ve örgütlü güçlerini, em e k ­ çi sınıfın kesin kurtuluşu, yani ücretliüğin kesin olarak kaldınlması için kaldıraç gibi kullanmaya çalışacaktan yerde, düzenin soııuçlanna karşı yer yer küçük çatışmalarla verilen bir m ücadele ile yetindikleri anda da hedeflerini büsbütün yitirir­ ler.” O halde kapitalizmin ilk dönem lerindeki sen ­ dikal m ücadele ücret yasasına karşı değildi, hatta “bu yasayı doğru uygulat”m ak içindi. D em ek ki ilk dönem lerinde ücret yasasının doğru uygulan­ masını sağlam ak için m ücadele veren sendika­ lar, artık “ücretliliğin kesin olarak kaldtnlmasf için m ü cadele vermelidirler. Aksi halde düzenin so ­ nuçlan ile uğraşan, sebebine ve hastalığın köküne hiç dokunmayan bir kısır m ücadele başlayacaktır. işte “sınıf sendikalıcığı” sınıf mücadelesi gerek­ tirir. Bu da işçi sınıfının, kapitalistlere karşı bir m ücadele ise o zam an kapitalizmin sonuçlanna değil, köklerine inerek m ücadele etm ek g e re ­ kecektir.

içindeki kolu durumuna gelirler, ya da kapita­ lizmin sonuçlan ile değil, kendisi ile m ücadele verilecektir. “Ücret köleliğine karşı” savaş verile­ cek, b öylece düzenin değişmesinin vazgeçilm ez kaldıraçtan olunacaktır. Bu da işçi sınıfının ken­ disi için sınıf olmasıdır.

II) SENDİKA jL E PARTİ İLİŞKİLERİNDE GENEL PRENSİPLERİMİZ NELER OLMALIDIR? Sendika ve Parti Bu konuda partilerin sendikalarla ilişkileri k o­ nusunda iki uç tavır vardır. Birisi, sendika ile par­ tiyi tam am en ayn tutar, diğeri ise sendika ile par­ tiyi aynı tutar. H er iki anlayış da parti ve sendi­ ka ilişkileri bakımından sakat sonuçlar doğurur. Sendikalar ile partilerin herhangi bir bağlantı kurmasına genellikle burjuva partileri karşı çık­ mışlardır. Tarihte bunun yüzlerce örneği buluna­ bilir. K endi tarihimizden bir örnek alacak olur­ sak 1947’deki Sendikalar Kanunu’nda sendikalann siyaset yapması yasaklanmışta-. V e Türk-İş’in ünlü “partiler üstü” politikası da buna bir örnek­ tir. Burjuvazi sendikalann politikadan uzak olm a­ sını, bunun için de partiler ile herhangi bir bağ kurm am asını ısrarla savunur. Çünkü işçi sınıfı­ nın politika sahnesinde yer aldığı takdirde kaçı­ nılmaz olarak sosyalizmi benim seyeceğini binler­ ce deneyinden dolayı bilmektedir. Sendikalan si­ yasetten uzak tutmak kendiliğinden sendikaları sosyalizm den uzak tutmak, dolayısıyla burjuva­ ziye yakın tutmak dem ektir. B öy lece sendikalar ile politika arasına, yani partiler arasına bir du ­ var örm ek ve duvann arkasında kendi politika­ sını yürütm ek isteyen burjuvazidir. Bir d e sendika ile partiyi aynı g ö rm e sakatlı­ ğına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilim leri­ nin özelliklerindendir. Burjuvazi işçi sınıfına p o ­ litikayı yasak edem ezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu uzatır. Ö nce sendikalar ile par­ tiyi devam lı ayırm ağa çalışan burjuvazi bunu b e­ cerem ezse öbür uca sıçrar parti ile sendikayı üst üste koyar. B öylece burjuva sosyalizmi sendikalizmle kenetlenir. Kendi politikasını sendika m ü ­ cadelesi seviyesine indirir. Hatta dünyada öyle örnekler vardır ki, parti ile sendikalar örgüt o la ­ rak da hem en hem en aynıdır. İngiliz İşçi Partisi buna örnektir. Aynca kendi tarihimizden bilhassa ilk dönem leri ile T İP de bu olgu ya iyi bir örnek olabilir. Burjuva sosyalizmi partiyi sendika seviyesine indirince, siyasetçe sendikalizm ilkelliği içinde ka­ lınır. ö t e yandan küçük burjuva sosyalizmlerinin en tipiği Anarkosendikalizm dir. Bu da partiyi inkâr ettiğinden, sendikayı parti gibi görür ve ona bu m isyonu yüklem ek ister. Sendikalarla “devrim ” yapm a bunların yoludur. Proletarya sosyalizmi ise, parti v e sendikayı ne aynı, ne d e tam am en ayn tutar. Proletarya par­ tisi sendikalan hiçbir zam an siyaset dışında gör-

Öyleyse Marksistler sendikalarda çalışırken, b ir yandan sendikalann tem eli olan işçi sim im in birliğini bozm adan davranır, öte yandan sendikalara siyasi ayrılığı sokarlar. Bu iki durum çelişm ekte midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın yarattığı ön çelişkidir. özetlersek: Sendikalann temelini işçilerin ken­ di aralanndaki rekabete son vererek topyekün kapitalistlerle rekabet edebilm ek için birlik olm alan teşkil eder. V e birlikler bir kez oluştuktan son­ ra da buralar proletaryanın örgütlenm e m erkez­ leri olurlar. V e gelişen m ücadele, bu örgütlen­ m e m erk ezlerin i sınıf savaşının araçları, “kaldtraçlan” durum una getirir. işte bu noktaya vanldığında da iki yol belirir. Y a bu birlikler kapitalizmin sonuçlan ile uğraşa­ cak, kısır ücret mücadelesi içinde “hedeflerini yi­ tireceklerdir." K i b ö yle ce burjuvazinin işçi sınıfı

m ez. Çünkü en başta siyasetle insan ayrılmaz bü­ tündür. Bunu ancak insanlan köleleştirm ek is­ teyen burjuvazi yapar, ö t e yandan halkın en uyanık, siyasete en yakın kesimi d e işçi sınıfıdır. K im ne kadar çaba gösterse de işçi sınıfı ile si­ yaseti birbirinden koparam az. O h alde sendika­ lar ile proletarya partileri arasında sıkı bağlar nasıl kurulacaktır.

Sendikalann Partizanlığı Bu konuda g e n e l prensip olarak şu söylenir.

“Sendikalar, sosyal dem okrat örgütün ‘denetim ve yönetim i altında’ çalışmalıdırlar. S osyal d e ­ mokratlar arasında bu konuda iki görüş olamaz.” Bu nasıl olacaktır? Yani hangi çalışma biçim ­ leri ile ve hangi yolla gerçekleştirilecektir? Bu k o­ nuya ilerde değineceğiz, şimdi bu prensibin kendi anlam ını çözelim . Sendikalann partizanlığı nedir? Başta siyaset yapm alan demektir. Ardından bu siyasi yönü işçi sınıfı partisinin yönü ve politikası ile çakıştırmak demektir. Lenin’in yukanda açıkladığı prensip bu­ nu en açık biçim de ifade etm ektedir. Buna g ö ­ re “sendikalar partinin denetim ve yönetim i al­ tında çalışmalıdır.” O halde sendika ile parti ara­ sında çok sıkı bağ olmalıdır. V e ancak b ö yle bir bağ sayesinde sendika, işçi sınıfı partisi politika­ sında yönlendirilebilir.

Bir d e sendika ile partiyi aynı görm e sakatlığına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilim lerinin özelliklerindendir. Burjuvazi işçi sınıfına politikayı yasak edemezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu uzatır. Ö nce sendikalar ile partiyi devamlı ayırmağa çalışan burjuvazi bunu becerem ezse ö b ü r uca sıçrar p arti ile sendikayı üst üste koyar. Böylece burjuva sosyalizmi sendikalizm le kenetlenir. Lenin, “sendika hareketinin sosyal dem okrat nitelikte olmasını sağlam ayı” vazgeçilm ez a örev saymaktadır. V e bu prensip Marks-Engels’in sen­ dikalara yüklediği “ücret sisteminin kaldınlması’ için m ücadele görevinin kaçınılmaz sonucudur. Yazının birinci bölüm ü nde sendikalann siyasi niteliklerine değinirken biraz soyut anlatımla, bu gerçekleşm enin hayattaki oluşumu somutta k o­ nulmamıştır. İşte sendikalann siyasi niteliğinin bahsedildiği yerde partinin yönlendirm e görevi başlamaktadır. işin burasında da çok önem li bir noktaya g e ­ linir. V e bu konudaki tartışmalann mazisi taa Marks ve H am n am ’a kadar uzanır. Bu konuda partizanlığın alternatifi, sendikalann tarafsızlığı te­ zidir. Sendikalann tarafsızlığı tezine genellikle bir y ol­ dan vanlmaktadır. Tartışmalarda genellikle her­ kes sendikalann siyasetin içinde olm asına taraf­ tardı. Fakat sendikalar karşısında birden fazla işçi partisi varsa durum ne olacaktır? Buna Plekhan o v şu cevabı veriyor: “Rusya’da 11 devrim ci ör­ güt vardır; Sendikalar hangisine yanaşsınlar? Rusya’da sendikalara politik aynlıklan sokmak za­ rarlı olur.” B öylece hareket noktası sosyalist e ğ i­ limlerin birden fazla olm ası tezinden kalkılarak — elbette bu eğilimlerden henüz biri diğerine göre ülke çapında aşınca farklı etken olmayabilir. Ve zaten bu durum işi güçleştirm ektedir d e — bunlann sendikalardaki “çekişmelerinin” sendikala­ ra zarar vereceği sonucuna vanlır. N etice ise, bu sosyalist eğilimlerden sendikalan uzak tutmak ya­ ni tarafsızlaştırmak olur. O halde bir ülkede bir­ den fazla sosyalist partinin olması v e henüz bun­ ların hiçbirinin ülkede siyasi hayatta fazla etkili olmayışı Marksistleri sendikalann partizanlığını sa­ vunmaktan ve politik görüşlerini sendikalara sok­ maktan ve onun yaygınlaşması için çalışmaktan alakoyam az. Lenin P lekh a n ov’un bu tezine şiddetle karşı çıkar: “O zam an Plekhanov, sendikalara politik aynhklan sokm anın zararlı olacağını söylem işti... Evet P lek h a n ov bu aptalca şeyi söylemişti... Biz b ö yle bir aynlığa (hatta monarşisi kafalı işçilerle olan aynlığa bile), grev vs.’nin birliğini bozacak zem ini hazırladıktan için karşı olduğum uzu her zam an ilan edeceğiz, fakat her zam an g en el o la ­ rak işçi saflanna ve ö zel olarak tüm işçi sendi­ kalarına “bu aynlığı sokacağız.” ö y le y s e Marksistler sendikalarda çakşırken, bir yandan sendikalann tem eli olan işçi sınıfının bir­ liğini bozm adan davranır, öte yandan sendika­ lara siyasi aynlığı sokarlar. Bu iki durum çeliş­ m ek te midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın y a ­ rattığı bir çelişkidir, ö z e , parti ile sınıfın aynı ol-

57


m adiği v e partinin tek başına devrim yap am a­ yacağı gerçeğine dayanır. Parti kendini işçi sını­ fının kitlesinden ve onun müttefiklerinden k o­ parmaz, tersine ortak çıkarlar doğrultusunda onİB n en koordineli biçim de davrandırır. Ö zel olarak sendikalarda ise, burjuvazi siya­ setin sendikaya girmesini “bölücülük” olarak g ö ­ rür. Bu “bölücülük” çığlığı işçi yığınlarının burju­ vazinin etki alanından çıktığının itirafıdır. (Marksistler işçi kitlelerinde, özel olarak sendikalarda görüşlerini yayarlar, fakat bu işçi kitlesini bölmez, ters|n® 9 eniş işçi kitlelerini politik liderlerinin ö n ­ cülüğünde kendi çıkartan doğrultusunda davra­ nışa geçirir. A m a işte burjuva politikacısı buna dayanam az. V e bu durum da ilk yapılan iş Marksistlerin sendikalardan tasfiyesidir. Çünkü onlar - *ŞÇi yığınlannı burjuva dem agojisinden uyandır­ maktadır.) ö z e tle : İşçi partilerinin birden fazla olmaları sendikaların tarafsızlığını gerektirm ez. Proletar­ ya sosyalizmi bir tek olduğuna göre, sendikalar proletarya sosyalizmine taraf olmalıdır. Peki, bu nasıl gerçekleşecektir? Lenin Plekhanov’a verdiği cevabın devam ında şöyle diyor:

1

“H er yerde ve her zam an sendikalann; işçile­ rin partisiyle bağdaşmasını desteklem eliyiz, fa ­ kat, belli bir ülkede, belli bir ulus arasında hangi partinin gerçekten sosyalist olduğu ve işçi sınıfı­ nın partisi olduğu sorunu özel bir sorundur ve uluslararası kongrelerin kararlan ile değil, ulu­ sal partiler arasındaki m ücadelenin sonucu ile çözümlenir.” D em ek sendikalann, gerçek sosyalist olan iş­ çi partisiyle “bağdaşması” “ulusal partiler arasın­ daki m ücadele” ile olacaktır. Başka hiçbir imti­ yazlı y ol yoktur. N eticede sendikalann işçi partilerinden bağım ­ sızlığı tezi iki sonuca y ol açar: 1) Sendikalarda çeşitli sosyalist eğilimlerin mü­ ca dele yolunu tıkar, ortadan kaldınr, dolayısıy-

tirmek olur. Bu konuda Lenin’in aktarması ile A l­ m an sosyal dem okratlannın başından geç en bir d e n ey iyi bir ö m e k olacaktır: Bir partili grubun da içinde bulunduğu bir sendika 1901’d e H a m ­ burg’da g rev kinciliği yapınca, sendikalar birliği bu durumu A lm an Sosyal D em okrat Partisi’ne bildirip bu üyelerin cezalandınlmasını istiyor. Parti m erkezi bu konuda şu kararlan almıştır: 1 G rev kırıcılığını kendi açılarından onursuz-

Örgütsel bağımsızlık bazen sendika tarafsızlı­ ğına giden yolda oportünistlere bir gerek çe o la ­ bilmektedir. Bu konuda Leninist anlayış şudur: Enternasyonalin Stutgart Kongresi bu konuda şu kararı almıştır. “3) İki örgütün her birinin d e (parti ve sendi­ ka) kendi yapılanyla belirlenmiş ve içinde bağım ­ sız davranm alan gerek en alanlan vardır. A m a aynı zamanda, durmadan genişleyen bir alan da vardır”

D em ek kü çü k burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci, “etiketçi” tavrı, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirm iş “konuklar” olmalarındandır. Ancak, yarın yok olacağını gören ve sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci b ir tutum a girebilir. B ir bakım a, gelecekte kendi ölüBu karan sendikalann partiden bağımsızlığı bi­ çim inde yorum layan sosyalist devrim cilere L e ­ nin şu cevabı verir: Hâlâ, sendikaların “kendi yapılanyla belirlen­ miş alanlar” içindeki “bağım sızlıkları ile, sendi­ kaların partizan olm aları sorununu, ya da onla nn politik alanda ve sosyalist devrim in görevleri ile ilgili alanlarda partiye yakın ilişkide bulunma­ larını karıştıran soytarılan g ö rm e ğ e deva m e d i­ yoruz!” O halde parti-sendika ilişkisinde bağlantı nok­ talan daha ço k “politik alanda ve sosyalist d e v ­ rimin görev leri ile ilgili alan lardadır. V e “bağımsızlıkları” ise “kendi yapılan ile belirlenmiş alanlardadır.

çb

Başta, sendika ve parti birbirinin aynı, biri d i­ ğerinin organ hiyerarşisine bağımlı örgütler d e ­ ğildir. Bu anlam da örgütler birbirinden bağım ­ sızdır. V e yine sendikalar “kendi yapılanyla b e ­ lirlenmiş alanlarda* yani, kendi iş kolunda v e buradaki pratik çalışmalarında b a c ım a d ır. Bunun aksini iddia etm ek parti ile sendikalar özdeşleş­

D em e k küçük burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci, “etiketçi” tavn, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirmiş “konuklar” olmalanndandır. Ancak, yarın yok olacağını g ö ­ ren veya sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci bir tu­ tum a girebilir. Bir bakıma, g elecek te kendi ölü-

Başta, sendika ve p arti birbirinin aynı, biri diğerinin organ hiyerarşisine bağım lı örgütler değildir. Bu anlam da örgütler birbirinden bağımsızdır. Ve yine sendikalar “kendi yapılarıyla belirlenm iş alanlarda” yani, ken di iş kolunda ve buradaki pratik çalışm alarında bağımsızdır. Bunun aksini iddia etm ek p a rti ile sendikaları özdeşleştirm ek olur. luk ilan” ederek, 2) Fakat aynı zam anda, partinin çıkarlarını sendikalann çıkarlanyla özdeşleştirm ek.” 3) H er bir sendikanın bireysel eylem lerinden partiyi sorumlu tutmak” gibi hatalı talepleri de parti reddetmiştir.

Sendikalarda Çalışma Prensipleri

la ,

2) Sendikalarda m eydan — ekonom izm ,e sendikalizme, burjuva politikacılığına— boş kalır. Sonuç: Sendikaların tarafsızlığı tezi, g en el Marksist bir pıensibi, gündelik politika uğruna reddetm ek, yani reel politikacılık olur. Diğer taraftan bir d e sendikalann örgütsel ba­ ğımsızlığı konusu vardır.

olduğu na inanırlar ve bu nedenle, olaylan zor­ lamaz, sendika lan dürtüklem ez, onlan etiketle­ m ez bölmezler.”

Sendikalann partizanlığını prensipte benim se­ yince, bunun nasıl gerçekleştirileceği kendiliğin­ den önüm üze çıkar. Sendikalann partizan olmalan bütün sendika üyelerinin kendilerini parti üyesi ilan etm eleri ile sağlanam ayacağına göre, bunun nasıl gerçekleştirileceği önem li bir sorun­ dur. H er sendika üyesinin kendini parti üyesi ilan etm esi tam bir saçmalıktır. Bu, “bir yandan sendika hareketinin boyutla­ rını daraltmak b ö ylece d e işçilerin dayanışm ası­ nı zayıflatmak. D iğer yandan da partinin kapılarını belirsizli­ ğ e ve kararsızlığa a çm ak” olacaktır. Ö y ley se nasıl çalışılacaktır? Pravdacılar (...) N arodnik ve tasfiyecilerin kü­ çük burjuva yöntem lerine katılmak istem e (zler) ve tek bir sendika içinde çoğunluk tavnna bağlı kalırken, bir yandan da Marksist düşüncenin etki kazanması için döğü şü rler)” (Lenin). N arodnik ve tasfiyecilerin küçük burjuva tav­ rı nedir? Dem iryolcular S en dik asın da çoğu nlu ğu sağ­ layan N arodnikler bu sendikaya h em en “bir eti­ ket yapıştırdılar” sendikayı kendi “p la tfo rm la rı­ nı ben im sem eye zonadılar. Sosyal dem okratla­ rı ve parti dışı işçileri kovdular ve onları aynı iş­ kolunda başka bir sendika kurmaya zorladılar.” Bizde çoğunluk sağlam adan “etiket yapıştır­ m alar” g ö z ön ü n e getirilirse, sendika çalışm ala­ rının ne halde olduğu, nasıl küçükburjuva ka­ rakterlerin istilasına uğradığı hem en ortaya çıkacakty. Bu anlatılanlardan şunlar çıkanlabilir: Sendikaların politik alanda v e sosyalist devri­ min görevleri ile ilgili alanlarda partiyle yakın iliş­ kide bulunmasının” hiçbir zam an zorla, dayatma ile, küçük burjuva entrikalar ile olam ayacağını, tersine “işçilerin çoğunluk tavnna bağlı kalırken” bir yandan da “Marksist düşüncenin etki kazanması” ile sağlanabileceğini kesinlikle söy­ leyebiliriz. Aksi sendika hareketini bölm ekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Elbette Marksistlerin sendika çalışm asında ilk hareket nokta­ sı tek sendika değil devrim ci m ücadelenin çıkar­ tandır. Eğer mücadelenin çıkar lan bölünm ede ise bunu uygulam ak kaçınılmaz olur. A m a N a ro d ­ nik tipi bir sendika faaliyetinin devrim in çıkarla­ rı ile ilgisi olam az ve sendikalardan başka eğilimlerin zorla tasfiyesi (vey a entrika ile) bilinçli bir bölücülüktür v e hiçbir şekilde savunulam az. Bu davranışlann kökü nde yatan nedir? Lenin şö yle d eva m ediyor: “Marksistler böyle davranmazlar. O nlar işçi sı­ nıfı hareketi içinde yolunu yitirmiş konuklar d e ­ ğillerdir. Bütün sendikalann, er ya d a g e ç Markstzme dayanan kendi görüşlerini benim seyecek­ lerini bilirler. G ele ce ğin kendi düşüncelerine ait

münü getirecek olan eğilim leri (proletarya sos­ yalistlerini) sendikalardan tasfiye etm ek, yaşama içgüdüsünün doğa l çılgmlıklanndandır. A m a ta­ rihi olarak öm rünü doldurm uş olan bu eğilim ­ lerin, neticede, bu son yaşam a gayretleri, bir yatalağın sağındaki, solundaki eşyalan yıkarak yürüm e çabasından başka bir şeye benzem iyor. İşte proletarya sosyalistleri sendikalarda (ve her yerde) çalışırlarken bu gerçekliği çok iyi bilirler. G ele ce k kesinlikle onianndır. A m a o g eleceğin kendi kendine avuçlannın içine g elm eyeceğin i d e bilirler. Bu neden le sendikalar içinde çalışır­ larken bir yandan: 1) "İşçi çoğunluğunun” tav­ nna bağlı kalırken" öte yandan. 2) "Marksist dü ­ şüncenin etki kazanması için döğü şü rler." Dün bu şekilde form ü le edilen prensipler bu­ gün S o v y e tle rd e nasıldır? Bu konu üzerine bir küçük örnek, konuyu daha iyi açıklığa kavuştu­ racaktır. “Sendikalar, S ovy et toplumunun öncü ve y ö ­ netici gücü olan S S C B Kom ünist Partisi’nin y ö ­ netim i altında çalışırlar” “Parti örgütleri, sendikalann herhangi bir pratik etkinliğine karışmazlar. Gerekirse sendikaya yar­ dım da ederler.” “Parti, sendika örgütlerinin etkinliğinde önder­ lik görevini ve etkisini, sendikalannın komünist üyelerinin aracılığı ile yerine getirirler. U ygu la ­ m ada bu nasıl olur? Sendikal yaşantının bütün sorunlan, yaygın bir soruşturma sonunda v e ç o ­ ğunluğun isteğine uyarak, tam am en d em ok ra ­ tik ilkelere uygun şekilde saptanır. Sendikalar­ da, partili olan her ü yeye karşılık sekiz partisiz sendika üyesi vardır. Bunun anlamı şudur: S e n ­ dika kurullannda, partisiz sendika üyelerinin ezici çoğunluğu kabul etm ed iği takdirde, kom ünist­ lerin fikri d e kabul edilm ez.” (A . Verbine) O halde sendikaların partizanlığı prensibinin hayatta gerçekleşmesi; partinin sendikalara emri ile gerçekleşem ez. A ncak: Prensip planında: 1) G en eld e Marksist düşün­ cenin etki kazanması için döğü şm ek, 2) S e n d i­ kal sorunlann — işçilerin bilinç düzeyi bir veri ola­ rak alınıp devrim ci mücadelenin çıkarlanna en uygun biçim de tesbit edilip çözüm ü için m üca­ d e le etm ek, 3) İşçi çoğunluğunun tavnna bağlı kalmak. Şu anlam da ki: olaylan zorla, dayatm a ile çö zm ek değil, işçi soğunluğuna kavratmak. Pratik olarak ise: 1) “Sendika örgütleri içinde parti gruplan oluşturmak v e ” 2) “Y erel parti organlannın klavuzluğunda buralarda çalışmak.”

Partizanlığın İlanı “Sendikalann partizanlığı sosyal dem okrat pro­ pa gan da ve sendikalar içinde örgütsel çalışma aracılığıyla sağlanmalıdır. Bu partizan ilanı, an ­ cak, sendika üyelerinin önem fi bir çoğu n lu ğu ­ nun sosyal dem okrat görüşlere sımsıkı bağlan­ ması durum unda uygun olabilir.” D em ek partizanlığın ilanı, N arod nik v e tasfi­ yecilerin yaptığı gibi zorlam a, “etiketlem e”, par­ tisiz işçileri v e diğer eğilim leri sendikadan atarak otam az. A n ca k, sendika üyelerinin “ön e m li bir çoğu nlu ğunu n sosyal dem okra t görü şlere sım ­ sıkı bağlanm ası durum unda uygun” olur.


1000 yılı aşkın zamandır bu acılar yaşanıyor. Daha dün Halepçe’de 5000 insanın üstünde; bebeler; analarına kurtulma içgüdüsüyle sarılan bebeler, kadınlar ve erkekler; yıllardır başı dik savaşan kadınlar ve erkekler değil miydi ki öldürüldüler ‘BOMBA-İ KİMYA’yla? Daha bugün on binlerce yine bebe, kadın, erkek, ihtiyar değil mi ki Faşist Saddam rejiminin topyekün jenosidinin-soykırımının altında gözlerini bir sabah bir kez daha açamayan. Tarih bu kez dramatik olarak tekrar ediyor; Irak’da, İran’da. Dün; 1975’lerde umutlarını iki sömürgeci güce: Irak ve İran’ın kendi çelişkilerinden yararlandığını sanıp’ çatlaklara bağlayanlar Şah ve Saddam’ın masabaşı anlaşmasıyla yüz binlerce insanın geleceğiyle oynadılar. Affedilmez hatalar işlediler. Dün İran’ın destek ver­ diği bugün ise yeni güçler dengesinde bu kez 13 yıl sonra Halepçe’de ardından Kuzey Irak’ın tüm bölgelerinde, bağımsızlık değil otonomi oyununun oyuncuları Barzani ve Talabani yine kurdun pençesine düşmediler mi? Savaşın gelişimini sezinlemelerine karşın hâlâ 13 yılın, binlerce günün dersini alamayanlar yüz binlerce insanın kalleşçe ‘Bomba-i Kimya’yla yok edilmesinden sorumlu değil mi? İran-lrak ara­ sındaki çelişkilerden, ‘gel-git’lerden yararlanmayı kafalarına koyanlar yarın tarihin önünde bugünlerin hesabını nasıl vereceklerdir? On­ lar, eriyip giderken, Türkiye’ye sığınan bebeler, kadınlar, erkekler savaşın dehşetinden henüz kurtulamamışlar. Ama bir Sevre kadın ver ki, bir ara savaşın verdiği acıyı ve korkuyu anlatırken, kocası sorulduğunda başını dikleştirip “O savaşıyor” diyor. Halepçe’de, Süleymaniye’de on binlerin yaşamına son verenler, tarihin sayfalarını kanla yazmakta ısrar edenler yargı gününü her an enselerinde hissetmelidir!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.