Gaia Dergi Sayı: 4 | Ekim 2015

Page 1

Sürdürülebİlİr yaşam dergİsİ

Ekim 2015

SayI: 4

ERKEK SAVAŞLARI CANLI HAYATI YOK ETMEDEN ÖNCE:

DÜNYA GLOBAL BIR KÖY OLSA, SINIRLAR KALKSA, SAVAŞLAR TARIHIN TOZLU SAYFALARINA KARIŞSA

TOPLUMSAL KÖKENLERİMİZDEKİ

DEĞIL, AMA BIR “HAK”:

GÜÇ ISTEMİ

VICDANI RET

YANSIMALARI

TÜRKIYE’DE HENÜZ

ŞIDDETSIZLIK IÇIN

VE MİTOLOJİDEKİ

KUCAKLANMADAN

RENGARENK FİLMLERİN

SAVAŞIN UNUTULAN

KİTAPLARIN YÖNETMENİ:

NE HUŞ NE KUŞ DUYULUR:

MERKEZİNDE YAZILAN

KAYBEDENLERI

WES ANDERSON

Fiyatı: 8 TL ISSN:2149-4940

gaiadergi.com

9 772149 494002


ETKİ YARATIYORUZ

Editörden Merhaba, Çıldırsak da kurtulsak artık. En kötüsü çıldıracak gibi olup, çıldıramamak. Kara lanet bildiğin. Bataklıktayız sanki ve mücadele ettikçe batıyoruz. Ormanlar yanıyor… Çocuk bedenleri kıyılara vuruyor… Hayvanlar tutsak… İnsanlar ölüyor… Kara haberler kol geziyor her gün. Çıkışı olmayan bir tüneldeyiz sanki.

Künye İmtiyaz Sahibi Gaia Medya adına Adem Aykanat Genel Yayın Yönetmeni Burak Avşar Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Gamzegül Kızılcık Editör Yeşim Özbirinci Tasarım

Doğanın ayarıyla oynuyoruz. Sonra başa gelen felaketlere Allah’tan geldi diyoruz. Oysa bunlar felaket değil sizin neden olduğunuz cinayetler… Son, belki de tahmin ettiğimizden de yakın; şayet dünyaya böyle davranmaya devam edersek.

Kapak İllüstrasyonu

İnsanlığı büyütüyoruz gözümüzde sadece. Her şey çok basitken sistem alışkanlıklarımızı değiştiremiyoruz. Değişim zor ama imkânsız değil.

Ayça Alaylı, Bedia Ayanoğlu, Beril Tezel, Ben Nihan Gökgül, Emrah Oprukcu, Engin Düz, Esen Saba, Esra Aydın, Pelin Aydın, Selma Çam

Üstüne bir de çözümü savaşta arıyoruz. Oysa savaşın kazananı yoktur. Kaybeden her zaman barıştır. Ne olursa olsun savaş yıkıcıdır ve tramvatiktir. Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve doğa savaşın mağduru şeklinde her zaman karşımıza çıkar. Savaş, doğal çeşitliliği ve ekolojik yapıyı fazlasıyla yok eder.

Teşekkürler

Sasun Bazaryan

Helin Cengiz Katkıda Bulunanlar

Vicdani Ret Derneği Telefon 0532 577 87 89 Reklam ve İletişim iletisim@gaiadergi.com

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com

Bu ay Gamzegül Kızılcık savaşların neden var olduğunu sorguluyor dosya konusunda ve savaşın mağdurları kadını, çocuğu, hayvanı, erkeği ve ekolojiyi ele alıyor.

Basım Yeri Azim Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cad. Alibey İşhanı No: 99/33 İskitler - ANKARA Adres

Dostluklar…

Yeşim Özbirinci

GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06570 Maltepe Çankaya - ANKARA ISSN 2149-4940

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 1


DOĞANIN VE YAŞAMIN RENKLERİNİ

Sayı: 4

Ekim 2015

‘NİN

DOSYA

GÖZÜNDEN TAKİP EDİN

ERKEK SAVAŞLARI CANLI HAYATI YOK ETMEDEN ÖNCE: DÜNYA GLOBAL BIR KÖY OLSA, SINIRLAR KALKSA, SAVAŞLAR TARIHIN TOZLU SAYFALARINA KARIŞSA

ABONE OLMAK İÇİN

Sayfa: 40 Yazar: Gamzegül Kızılcık

İNTERNET SİTEMİZİ ZİYARET EDEREK ABONELİK SAYFASI ÜZERİNDEN DERGİMİZE ABONE OLABİLİRSİNİZ.

“En iyi devlet hiç yönetmeyen devlettir.” Hanry David Thoreau’nun böyle söylemesinin nedeni devletin toplumun sorunlarına yanıt vermemesi ve yönetme hâlinin sağladığı gücü kötüye kullanmasıdır. Ayrıca Thoreau bu sözleri söylediğinde sivil itaatsizlik tanımını literatüre kazandırıyordu, şiddetsiz eylemler ile yasalara karşı koyarak, kötülüğün bir parçası olmayarak.

16 Kucaklanmadan Ne Huş Ne Kuş Duyulur: SAVAŞIN UNUTULAN KAYBEDENLERI

»»Syf. 40

Gezegenin tüm sakinlerinin her anını huzur ile yaşadığı diyarlar hayallerimizde, barut kokusundan ciğerlerimiz yanmış, barışı diliyoruz.

22 Türkİye’de Henüz Değİl, Ama Bİr “HAK”: ŞIDDETSIZLIK IÇIN VICDANI RET

»»Syf. 16

»»Syf. 22

Sistemin kendine ürettiği “tehlikeli, öteki, düşman, mücadele edilmesi gereken” kişilerden olmamak için bir ihtimal daha var. O da ölmek değil! Güvenlik mi, özgürlük mü derseniz; tabii ki özgürlük! Vicdani Ret Derneği ile şiddetsizlik ve vicdani reddi konuştuk.

60 Rengarenk Fİlmlerİn Merkezİnde YazIlan Kİtapların Yönetmenİ: WES ANDERSON

»»Syf. 60

Geçtiğimiz sene içerisinde The Grand Budapest Hotel filmi ile adından sıkça söz ettiren ve bu film ile ödül yağmuruna tutulan Wes Anderson, ortaya tam bir şaheser çıkarma amacı ile sürdürüyor kariyerini.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 3


BÖLÜMLER 12 Yerel Yöntemlerle Iklİm ve AçlIk Mücadelesİ Vermek: KENT BAHÇELERI Yerelleşiyoruz... Küreselleşmenin getirdiği yıkımın farkına varan kesim, yerelleşmenin ve aynı zamanda sürdürülebilir bir toplumun parçası olmanın yollarını arıyor. Bu arayışlardan biri de kent bahçeleri.

»»Syf. 12

32 Kötülük Dolu Savaşlarla Yeşİllenmİş Sanat Bayraklar, silahlar, kıskançlıklar, ego, açgözlülük… Birileri sorumlu, birileri mağdur. Savaşların doğurduğu sonuçlar her zaman, herkesi üzmüştür.

58 Toplumsal Kökenlerİmİzdekİ Güç Istemİ ve Mİtolojİdekİ YansImalarI

»»Syf. 32

Bilinen tarih sahneleri hangi döneme işaret ederse etsin, içinde her zaman bir savaş hikâyesi ya da efsanesi bulunur. İnsan, gücünü ve varlığını şanlı kahramanlıklardan, erkek erkeğe dövüşlerden ve otoriter tutumlardan elde eder.

66 SABAHATTİN ALİ: KanatlarI KIrIlmIş ama AklI Özgür Bİr Güvercİn »»Syf. 58

»»Syf. 66 Gerçeküstü hikâyelerin; gerçeklerin en acısı ölümlerle dolup taştığı, bir elimizde kırılan hayallerimizin keskin parçaları, diğer elimizde bizi ürküten kan kokusuna rağmen umudumuza dayanarak güzel düşlediğimiz ülkemiz: Türkiye

70 Pazara gİdİp bİr tavuk al(MA)sak mI? - Vegan ve Vejetaryen Çocuklar

»»Syf. 70 4 • Gaia Dergi • Ekim 2015

“Pazara gidelim, bir tavuk alalım, hapur hupur yiyeliiiim! Pazara gidelim, bir kedi alalım, hapur hupur yeMİyeliiim!” Ama bu çocuklar bunların hiçbirini yapmıyor.

GaIa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


DEĞİŞİMİ TASARLIYORUZ gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!

HEP ÇOCUK KALAN SEMENDERLER:

AKSOLOTLLAR

Yazar: Selma Çam

O suratındaki muzip bir gülümseme mi? Hayır, anatomisi öyle. Peki, bu ne sevimlilik? Adın ne senin?

K

üçük yumuşak elleri ve kafasının iki yanında dans eden çılgın solungaçlarıyla onun ismi aksolotl (Ambystoma mexicanum). Evet, yine ismini söylemekte zorlanacağımız bir türle karşı karşıyayız; fakat şaşırmamak lazım, bu değişik isim “Nahuatl” olarak bilinen Aztek dilinden geliyor. “Xolotl” ismiyle anılan Aztek ölüm ve çirkinlik tanrısı, hayvanımızın isminin kaynağı.

Dışarıya uzanan solungaçlarıyla “Bu tarz benim” diyen ufaklıklar, normalde Meksika’nın Xochimilco ve Chalco Gölleri’nde yaşamaktaydı, ta ki Chalko Gölü kuruyana ve Xochimilco Gölü de küçücük kanallara bölünene kadar. Şimdilerde aksolotllar, Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesi (IUCN Red List) de dahil pek çok korunması gere-

6 • Gaia Dergi • Ekim 2015

ken türler listesinde kendilerine yer buluyor. Koruma çalışmaları dahilinde çoğaltılmaya çalışılırken biryandan da evcil hayvan olarak maalesef ticareti yapılıyor. Aksolotlların büyük çoğunluğu, yaşam ortamlarında iyotun az bulunması nedeniyle, başkalaşım(metamorfoz) geçirmeleri için gereken miktarda Tiroid Uyarıcı Hormon (TSH) üretemeyip, hayatlarını larva hâlinde devam ettiriyorlar. “Neoteni” adı verilen bu adaptasyonları sayesinde, larva evresinde oldukları hâlde üreyebiliyorlar. Yetişkin bir aksolotl solungaçlarını kaybedip normal bir semender şeklinde karşımıza çıkıyor; fakat onlara rastlamak zor. Edebiyata vurursak boşuna değil yüzlerindeki gülümseme, ne de olsa bir yanları hep çocuk kalıyor.

| partner@gaiadergi.com


YEŞIL KITAPLIK

Dünyaya Orman Denir

Doğanın Sonu

Dünyaya Orman Denir, ironinin dansı ile insan merkeziyetçiliğin bir büyük eleştirisini tutuşturuyor elinize. Egemen, tahakkümcü hümanizme azıcık erillik serpiştiriyor ve insanın tutarsız hırslarının peşine düşüyor.

Küresel ısınma nedir? Neden oluşur? Doğa, sık sık düşündüğümüz gibi hiç değişmeyen ve sonu asla gelmeyecek kadim bir dost mudur, yoksa bildiğimiz anlamda doğanın da bir sonu var mıdır? Peki, gezegenimizin geleceğini değiştirme şansına sahip miyiz?

Le Guin, her zamanki gibi cümleleri ile farklı diyarlarına dokunurken gönlümüzün; gördükleri rüyalara sımsıkı bağlanmış, bizim gezegenimizin hayvanları gibi masum ve mağlup bir ırkın yuvaları, ormanlarının talan edildiği tutsaklaşmalarından sonra sürdürdükleri bir mücaleyi resmediyor. Büyülü gezegen direnişinden kareleri kolaylıkla kendi gerçekliğinize yerleştirebiliyorken siz, hikâyenin renklerine bu sayfalardan başka hiçbir yerde rastlayamıyorsunuz! “Gerçekçi, hem dünyayı hem hayallerini bilen kişidir. Sizinse aklınız başınızda değil, üstelik binde biriniz bile hayal kurmayı bilmiyorsunuz.” Hazırlayan: Beril Tezel

8 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Bu kitap, tüm bu soruların cevaplarını arayan ve okurunu hem bugün hem de yarınla ilgili düşünmeye davet eden bir çalışma. McKibben’ın güncelliğini korumaya devam eden bu temel metni ilk defa Türkçede yayınlanıyor. McKibben, dünya üzerinde yaşayan hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı sorunları bir bilim insanı titizliği ve bir edebiyatçı üslubuyla önümüze koyuyor. Gezegenimizi bugüne kadar ne ölçüde değiştirdiğimizi özetliyor ve onu korumanın yollarını araştırıyor. Türkçe baskı için yazdığı önsözde de yinelediği gibi: “Artık iklimi ısıtmak zorunda değiliz. Dünyamızın dönmesini başka türlü de sağlayabiliriz. Ancak, bu öngörü, cesaret ve iyi bir idare gerektiriyor.”

PARTNERLERİMİZİ ARIYORUZ

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com


GÖZÜMÜZDEN KAÇMAYANLAR

Bu market paketleme ürünleri, plastik ya da ünlü markaları kullanmıyor

Yazar: Ben Nihan Gökgül

Eşcinsel penguenler heteroseksüel penguenlerin yumurtalarını çalıyor Her gün karşılaştığımız, internette okuduğumuz ve hâlâ bazı insanların gösterdiği homofobik tepkiler bu sefer hayvanlar âleminde karşımıza çıktı. Hayvanların kendi arasındaki bu homofobik olaylara bakıcılar da el atmış. Yazar: Esen Saba Bir çift eşcinsel penguenin, heteroseksüel penguenlerden “baba” olmak adına yumurta çaldıkları bildirildi. Çift, hırsızlıklarını saklamak için yumurtalarıyla birlikte paytak paytak yürümeye başlamadan önce ailelerin ayaklarının altına taş yerleştirmeye başladılar. Ama bu hileleri, onları gruplarından dışlamış diğer penguenler tarafından fark edildi. Bekçiler, üç yaşındaki bu çifti kuluçka zamanında geri kalan topluluğu rahatsız etmelerini önlemek adına o dönem içerisinde diğerlerinden ayırmaya karar verdi. Çin’in kuzeyinde bulunan Harbin’de, Kutup bölgesindeki bir bekçi, eşcinsel çiftin cinsel tercihlerine rağmen doğuştan babalık duyguları olduğunu açıkladı. Bir bakıcı, Austrian Times gazetesine ”Yetişkin bir erkek olmanın sorumluluklarından biri de yumurtalara göz kulak olmaktır. Bu çift için biyolojik açıdan baba olmak imkânsızsa da doğuştan gelen tutkularına hâlâ sahipler.

10 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Kuluçka dönemlerinde onları ayrı kafeslere koymamız gerekiyor. Bu bir ayrımcılık değil. Aksi hâlde bütün grup kuluçka zamanında rahatsız olacak” açıklamasında bulundu.

Marketlerde satılan ürünlerin yüzde 80’i zehirli madde içeriğine sahip paketleme süreçlerinden geçiyor. Araştırmalar sonucunda, Amerika’da günlük kişi başı yaklaşık 1,5 kilo atık üretildiği görüldü. Bu büyük probleme en akıllıca çözüm ne olabilir peki?

A

tık üretmeyen maddelerin kullanımı ile sıfır atık marketlerin oluşturulması bu probleme bir çözüm olarak düşünülüyor.

Markete gelmeden önce besin paketleme atıklarını azaltmak büyük bir kazanımdır ve bunu Almanya’nın yeni süpermarketi Original Unverpackt başarmış gözüküyor. Market aynı zamanda tüketicilerini sıfır atık alanında cesaretlendiriyor. Zehirli atık içeren market arabaları yerine tekrar kullanılabilen sepetleri kullanıma sunuyor. Market içinde tek kullanımlık kutu, çanta, kavanoz ya da diğer saklama ürünleri kesinlikle satılmıyor. Ayrıca market içinde raf sistemi ambalajsız kutulardan sağla-

nıyor. Ürünler plastik paketler ya da ürünleri sıkıştıran diğer paketleme seçenekleri olmadan sergileniyor. Tekrar doldurulabilen su şişeleri için market içinde meşrubat istasyonları bulunuyor. Bu parlak fikir, sosyal etki yaratan iki girişimci Alman Sara Wolf ve Milena Glimbovski’ye ait. “Aldıkları ürünler kadar paketlemeye bağlı gereksiz atık üretimini azaltmak konusunda da tüketicilerin bir seçimleri olsun” fikriyle yola çıkıyorlar. Yaratıcıların kendi internet sitelerinde ifade ettikleri üzere, bu nesil dünyayı kirletti; belki bir sonraki daha iyi bir hâle getirebilir. Sizce bu sistem Amerika’da ya da dünyanın başka bir yerinde hayata geçirilebilir mi?

Hayvan krallığında homoseksüellikle ilgili sayısız örnek bulunmakta. Ama eşcinsel penguenler halkın dikkatini diğer türlere oranla daha çok çekti. Almanya’da bir hayvanat bahçesi, eşcinsel erkek penguenleri uçabilen İsviçre dişi kuşlarıyla çift yapmayı denedi. Yasadışı davranışları nedeniyle eşcinsel lobi gruplarının öfkesine sebep oldular. Proje, erkeklerin “dönüşmeyi” reddetmeleri ve eşleştirilmeye çalıştıkları kuşlara ilgi göstermemeleri sonucunda iptal edildi. 2002 yılında New York’ta bir hayvanat bahçesinde yedi yıldır beraber olan bir çift penguen, bakıcılar tarafından ikisinin de erkek olduğu anlaşıldığında “dışlanmışlardı.”

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 11


Yerelleşiyoruz... Küreselleşmenin getirdiği yıkımın farkına varan kesim, yerelleşmenin ve aynı zamanda sürdürülebilir bir toplumun parçası olmanın yollarını arıyor. Bu arayışlardan biri kent bahçeleri de betonla kaplanmış gri dünyamızın öyle kalmasını isteyen Captain Boot’a1 rağmen balkonlarımızda, teraslarımızda, sokaklarımızda doğanın renkleri ile direniyor.

B

üyük kentlerde üç farklı tarım seçeneğini içeren bahçeler, sadece sebze ve meyve üretmek için değil aynı zamanda insanlarla sosyal ilişkiler kurmanız için de güzel bir yol. Dayanışmanın ve emeğin önemini ortaya koyar. Toprağa dokunmak Doğa Ana ile iletişim sağlar.

Yol kenarlarına, kullanılmayan ekilebilir her toprak alana evsizler ve ihtiyaç sahiplerinin tüketmesi için izinsiz çiçek, sebze dikimine de “gerilla bahçeleri” (Guerilla garden) denir. Hem kentler renkleniyor hem de ihtiyacı olanlar bu bahçelerden yararlanabiliyor. Tohum bombaları, gerilla bahçeciliği yöntemlerinden biri sayılabilir.

“Topluluk bahçeleri” (Community garden) 2 kamusal alanlarda geniş topluluklar tarafından yapılır. Bizdeki “semt bostanları” da topluluk bahçelerinden sayılabilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında başlayan zafer bahçeleri zamanla topluluk bahçelerine dönüştü. Bazı belediyelerin “hobi bahçeleri” buna örnek gösterilebilir.

“Kent bahçeleri” (Urban garden); parkların, apartman bahçelerinin, balkonların, terasların, özel veya kamu alanlarının ekilip biçilmesi ve hasadından sonra tüketilmesidir. İster komşularınız, arkadaşlarınızla birlikte üretip yiyin, isterseniz sadece kendiniz...

1. BBC’nin İngilizce eğitim seti Ozmo’daki kötü karakter Captain Boot

2. Araştırma yapmak isteyenler için terimlerin İngilizce karşılıklarına da yer verilmiştir.

YEREL YÖNTEMLERLE

IKLIM VE AÇLIK

MÜCADELESI VERMEK:

KENT BAHÇELERI Yazar: Yeşim Özbirinci

12 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 13


Kent bahçeciliğinin tarihi geçim derdine dayanıyor Şehirlerin sıkıntılı zamanlarında çözüm alternatifi şeklinde ortaya çıkan kent bahçelerinin tarihi bayağı eskilere dayanıyor. Sanayi Devrimi’nden sonra iş için kırdan kente göçün atması ile kentteki yoksul işçiler, boş alanları işleyerek ailelerin sebze ve meyve ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu. Kent bahçeciliği asında 1600’lerin ortalarında meydana gelen İngiliz İç Savaşı sırasında kendilerine “digger” (kazıcılar) diyen Protestan bir grubun toprak yönetimini ortaklaştırarak eşitlikçi bir tarım toplumu yaratmaya çalışmasına dayansa da; işçilerin yoksullukla mücadele etmeleri için bahçeler yapmaya başlamasıyla 1700–1800 yılları arasında ilk İngiltere’de görüldü. 1893’te ABD ekonomik krize girince halk işsizliğe karşı “patates bahçeleri” (Pingree’s potato patches) adı altında kent bahçelerine girişti. Birinci Dünya Savaşı’nda ise savaşın etkilerini azaltmak için “özgürlük bahçeleri” (Liberty gardens) yapıldı. 1930 Buhranı’na gelindiğinde de işsiz kalan halk hem gıda üretmek hem de ruh sağlığını korumak için “kurtuluş bahçeleri”ni (Reliefs gardens) yaptılar.

Çözüm ağının bir parçası

Ş

imdilerde ise kent bahçeleri yerel üretime geri dönmek adına yapılan projeler olarak ortaya çıkıyor. Kent bahçeleri betonlaşmış yaşam alanları içinde nefes alma ve yerel tüketim imkânı sunarken aynı zamanda, fazla karbon salımlarının önüne geçmek için de çözüm ağının bir parçasıdır. Örneğin; X ülkesinden bir ürünü Y ülkesine uçakla getirmek için havaya salınacak fosili bu şekilde saf dışı bırakmış oluyoruz.

Küba, Brezilya, Kanada, Kenya, İngiltere, ABD gibi ülkelerde kent bahçeleri yaygın bir şekilde uygulanırken Türkiye’de de Diyarbakır gibi belediyeler, mevsimlik işçi göçünün önüne geçmek ve organik tarıma teşvik etmek için bu bahçeleri uyguluyorlar. Aynı zamanda Yeryüzü Derneği gibi STK’lar da buna önayak olmak için atölyeler ve çalışmalar sürdürüyor. Belediyeler, bazı alanlarını kent bahçeciliğine açarak iş sahası yaratabilir. Bu bahçelerde elbette ekolojik tarım yapılmalıdır ve bu sayede belediyenin atıkları da kompost için de kullanılabilir.

Rusya’da ise bu dönemde kolektif bahçeler kırsal ve kentsel bütünlükle birlikte ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise askere daha çok gıda tedarik etmek ve taşıma araçları üzerindeki yükün azaltılması amacıyla “zafer bahçeleri” (Victory gardens) yapıldı. 1960’ların sonu 1970’lerin başında topluluk bahçeleri, oluşturularak geliştirilmeye başlandı ve 1973’teki petrol krizi nedeniyle enflasyon yüzde 11 olduğunda zafer bahçelerinin önemi arttı.

 Dünyada oldukça popüler olan kent bahçeciliği ile 2010 yılında Kanada Montreal’de 11 bin kişi 80 ton ürün elde etti.

 Moskova’da her üç aileden birinin kent bahçesi bulunuyor.

 Havana’da kentlilerin tükettiği besin maddelerinin yüzde 80’i bu bahçelerde yetiştiriliyor.

Kent bahçelerinin çevre ve insan sağlığına katkıları:

14 • Gaia Dergi • Ekim 2015

 Kendi bahçenizde yetiştirdiğiniz organik sebze ve meyveler ile daha sağlıklı bir yaşam süreceksiniz.

 Kent bahçeleri, şehrin havasının temizlenmesine katkı sağlar.

 Marketlerden aldığınız, uzun süre kasalarda beklemiş sebze ve meyvelerin antioksidan miktarı daha azdır.

 Her yeşil alan, yağmuru kendine çeker ve kuraklığı önler, aynı zamanda toprağın su çekme miktarını artırarak selleri ve evlerin su baskınına uğramasını önler.

 Evsel atıklarınızı kompost yaparak değerlendirebilirsiniz. Fazla atık oluşumunun önüne bu şekilde geçebilirsiniz.

 Yeşil alanların artması ile birlikte arı, kelebek gibi canlıların yaşam alanlarının oluşmasına da katkı sağlanır.

 Toprak ile haşır neşir olmak ruhunuza iyi gelecek.

 Yerel tüketim arttığı için daha fazla fosil yakıtın kullanılmasının önüne geçilir.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 15


KUCAKLANMADAN NE HUŞ NE KUŞ DUYULUR:

SAVAŞIN UNUTULAN KAYBEDENLERI Yazar: Beril Tezel

Gezegenin tüm sakinlerinin her anını huzur ile yaşadığı diyarlar hayallerimizde, barut kokusundan ciğerlerimiz yanmış, barışı diliyoruz. İnsan ırkının paylaşabildiği ne var ki bilmiyoruz. Kaplumbağa, kayın, turna, dere hepimiz aynı acıyı hissediyoruz…

T

oprağın her karışını ıslatmış kan, katlediyor dağın en kızıl tilkisini, annesinin bir tanesini, sınıfın en yaramaz çocuğunu, beslendiğimiz toprağı, yaşatan suyu ve hepimizi…

İnsanların çektiği silahlar yönlerini “tüm hayatlara” doğrulturken savaşın rakibi “varlığımız”; memelisine, kemirgenine, otsusuna, odunsusuna, eklembacaklısına, tek yıllığına, çok yıllığına bütün muhteşemliğe çirkinliğinden saçıyor. Ortadoğu’nun gözyaşları Suriye’yi terk edip de coğrafyamıza kaçan kartalların kanatları arasında geliyor, şiddetin attırdığı çığlıklar göz kırpıyor. Mağlup düşerken mağlup ediyoruz.

16 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Hükmetme arzusu, hiyerarşi ve akabinde şiddet: Yeryüzünün en pahalı laneti…

D

oymayan gözlerin ihtiras tutmuş yürekleri büyüyünce savaş olurlar. Politik çıkarlar, tohumken yeteri kadar beslenir ise gelişir gelişir ve onarması ne güç yıkımlar yaratırlar.

Neden çalar ki insan, başka hayatları? Neden savaşır ki siyasiler, masum bedenler sırtında?

M

ilitarizm “itaat et” diye bağırırken; silahlanma, midesine yiyecek değmemiş insanların haklarıyla parlatıp ayakkabılarını, karıncaların çimenlerinde pusu kurar.

Hangi çocuk ister doğum gününde evinin bombalanmasını? Hangi orman kartalı füzeler yakarken yuvasını suçlu sayılabilir?

E

konomi veya sermaye hâkimiyeti allanır pullanır. Milli duygularla yahut dinsel ulvi amaçlarla servise hazır hâle getirilir. Para, toprak, güç hırsı; vatan, namus, iktidar gibi sorgulanası kavramların kavgasına döndüğünde her sıkılan mermi, her inşa edilmiş üs kadar bedel öder birileri…

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 17


Göklerde henüz kimyasallar yerine bulutlar varken…

S

avaşa hazırlık süreci bol kıyım ve katliam seyrinde geçer. Ormanların, dağların, kıyıların, kuşların, tilkilerin, balıkların, böceklerin ordu gereksinimlerine göre yeniden düzenlenmesi ihtiyacı pek tabii adaletsizdir.

daki canlı varlıklara bıraktığı seyrek yaşama alanları, savaşlarla yok olduğunda bütün yeni pazar ve pazar ilişkileri kurma mücadeleleri, modern kapitalist sömürü sistemi ile kazanıyorum sanıp yiten “yaşamlar” ile kaybederler.

Silah üretimi yoluyla oluşan kirlilik ve o silahların test edilmesi için gerçekleşecek tatbikatlar ekosistemleri ciddi ölçüde tahrip eder. Doğanın varlığından ayrı tahayyülü ile insan, evini kırıp dökerken ve yakıp yıkarken bir kere “Aman!” demez.

Silah, mermi, patlayıcı madde gibi askeri materyal temini sağlayan endüstriler, üretim sırasında ortaya çıkardıkları toksik atıklarla tabiata düşmanca bir adım daha atarlar. Kimyasal, biyolojik ya da nükleer atıklar milyonlarca dönüm arazinin ve orada yaşayan tüm canlıların insan eliyle öldürülmesine sebep olur.

Askeri kurumlara tahsis edilen ormanlar, toprak araziler yahut tarımsal alanlar talana maruz kalırken zincirleme bir ölüm durumu peşi sıra takip eder. Yanan bir koru, yanan ağaçlar; yanan ağaçlar, yanan yuvalar ve besin demektir. İnsanların kendi dışın-

Bir tarla faresi için insan kibrine kurban gitmek şaşırılacak bir şey olmasa da (!) insan türü varlığıyla “hayvanlara zulmünü” desteklemeyecek davranışlar sergilerim, diye korkar durur.

H

amburg’daki bir “hayvanat bahçesinden” Fransa’nın Valenciennes kentine getirilen bir fil, Alman askerleri tarafından cephe hattı inşasında kullanılırken. (1915)

Ordular ileri, vicdanlar geri!

T

etikler çekiliyor, tanklara biniliyor, pusulara yatılıyor, savaş uçakları semada pır dönüyor.

Bayrakların canı acımaz, hepimiz hemfikiriz. Başkasının seçimleri nedeniyle ailesini kaybeden çocuklar için aynısını söyleyebilir miyiz? Ya yüzyıllardır savaşlarda metalaşan diğer hayvanlar için? Tarih sürecindeki türcü sömürünün bir ayağı olan savaşlar, tahakkümcü insanlık alışkanlıkları kokar. “Askeri hayvanlar”, ilkel mücadelelerden bu yana ulusal savaşlarda veya tüm “tek taraflı özgürlük direnişlerinin içinde” aşağılanıp sömürüldü. Dostlarımız, nakliye ve taşıma başta olmak üzere çok tiksindirici formlarda tarih boyunca savaşlarda kullanıldı. Muharebelerde karşılıklı meydan okumalarda öldürülen atlar neden insanlardan önemsiz olsun? Öyle ki insanın kusurlu adaletinin en önemli basamağı “acıda eşitlik” iken bir savaş filinin de bir sivilin de orada aynı maşa görevinde olduğu, aynı masumlukla ıstırap çektiği göz ardı edilir. Amerikan ordusunun İkinci Dünya Savaşı’nda veya Kuzey

18 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Afrika’nın, Burma’nın, İtalya’nın güç arazilerde malzeme ve ekipman taşıtmak için kullandığı katırlar, koltuğumuzda yatan kediden daha mı az hayvan? Bizden daha mı az canlı ya da daha mı az acı çeker? Bubi tuzakları dolu düzlüklerde insanların yeryüzünü paylaşamama ısrarının faturası köpeklere kesilir. Fareler itina ile öldürülür, içlerine patlayıcılar özenle yerleştirilir. Denizleri mayından temizlemek için vatanını seven yunuslar, şehit olur (!). 1936-1938 yılları arasında yaşanan İspanya İç Savaş’ında pilotların, üzerlerine kırılabilir eşya bağladıkları hindileri uçaktan aşağı atmaları ve onların kanatlarını paraşüt işlevi ile kullanarak kendilerini feda edip indirmeleri, ardından aşağıdaki askerler tarafından “yenmeleri” söz konusu iken sanırım hiçbirimiz “savaşlar yalnız cephedekileri etkiler” diyemeyiz. Körfez Savaşı’nda zehirli gazları tespit etmek için ölüme salınan tavuklar yahut canlı bomba olarak kullanılan köpekler, gerçeği saf çıkarcılık ve makul miktarda merhametsizlikle tarihe ilmek ilmek işlenmişken eminim, hiçbirimiz hayvanlara kendimizi affettiremeyiz

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 19


“Hayvanlar ve insanlar aynı şekilde ıstırap çekerler ve ölürler. Çekilen acı aynı, kan dökülmesi aynı. Yaşamın küstahça, acımasızca, zalimce çekip alınışı aynı. Bunun bir parçası olmak zorunda değiliz.” –Dick Gregory

Bitmeyen, meşru kılınan ölümler ve bir komando olarak insan Fiziksel anlamda savaş hâlinde olmak elbette ki yeryüzünü baştan sona kirletmeye yeter. Daha yukarıdan bakma imkânı bulduğumuzda ise görürüz ki, silahlar indiğinde ve tanklar silindiğinde savaş sürmeye devam eder. İnsanlık tüm uzlaşmalarını sağladığında dahi –ki bu, dünya ile barışmadan gerçekleşemez– kavgasını bitiremez. Öyle ki, ona hayat sunan toprağın bereketine sırt çeviren, ineği öldürmeden doyamayan, maymunu tutsak etmeden eğlenemeyen bu ırk, kendi dışındaki diğer türlerle bitmeyen bir tahakküm ilişkisinin bayrağını taşımaktadır.

Beyaz bayrak göklerde iken bir avcı spor olsun diye ormana çıkarsa katlettiği kuşların kanı, o bayrağı acıyla boyamaya yetmez mi? Peki, acının olduğu yerde barıştan söz edilebilir mi? Birbirimizle savaşmadığımız bir senaryoda, sokak köpeklerini zehirleyip, mezbahalarla beslenerek yahut bizonların cildini giyerek geçirdiğimiz rutinimiz huzur getiremeyecektir. Davranışlarımız bizi çizerken lavaş arası “tavuk cesedi” yedikten sonra şiddetsizliği savunursak “kime şiddetsizlik?” sorularına nasıl yanıt vereceğiz?

“Bizler bu dünyanın canlılarıyla ‘avcı insan’ elinde mızrağıyla ormana daldığından beri savaş hâlindeyiz. İnsan emperyalizmi hayvanları her yerde köleleştirdi, baskı altına aldı, öldürdü, parçaladı. Etrafımızda canlılar için hazırlanmış köle kampları yer alıyor, endüstriyel çiftlikler ve dirikesim laboratuvarları, Dachau ve Buchenwald toplama kampları var her yanımızda. Hayvanları gıda için katlediyoruz, onları kendi keyfimiz için aptalca numaralar sergilemeleri için zorluyoruz, spor adına onları tüfeklerle vuruyor, kancalar takıyoruz. Hayvanların yuvası olan yabanı paramparça ettik.’’ –Ronnie Lee Barışı savunurken hayvan yemek, ırkçılık karşısında durup Yahudileri öldürmekten çok farklı değildir. Çocukların yaşama haklarının mücadelesinde kuzular unutulursa bu, tutarsızca istemekle eştir.

S

Masumların kanıyla zafer gelmez

avaş sırasında kullanılan modern silahlar içerdikleri kimyasallarla zehirledikleri topraktaki bütün canlıları yok eder. Bir ağır bombardıman uçağının attığı patlayıcı ortaya çıkardığı yaklaşık 3 bin derece sıcaklıkla tüm flora ve faunanın ölmesine sebep olur. Yaratılan ekolojik felaket sonrası bölge, tekrar canlanabilmek için yüzlerce yıla ihtiyaç duyar. Nükleer savaşlarda ise durum çok daha vahimdir. Öyle ki Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında her yeri saran radyoaktivite hiçbir canlıyı sağ bırakmadı. Uzmanlar “75 yıl boyunca hiçbir bitkinin yetişmeyeceğini” söyledi. Ardından gelen Makurazaki Tayfunu şehrin

20 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Savaş hâlleri, beslenme şekilleri, alışılagelmiş sömürüler ve tahakkümler gözlerimizi yumup sevgiden uzaklaşmamız seyrinde sürer. Dünyalılara barış gelmesi için ‘’özgürlük’’ gereklidir.

zehrini sulara götürdü. Milyonlarca balık, yüzlerce deniz memelisi, eklembacaklılar, su bitkileri insan kinini tattı.

Gerçek savaşlar sanal oyunlara benzemez. Çık tuşuna bastığında hiçbir şey yeniden başlayamaz. Savaş sonrası gerçekleşen göçler yahut onarım çalışmaları ham maddesini doğadan harcar. Ülkesini veya bölgesini terk eden insanlar gittikleri yerlerde fazla kaynak tüketimine ve atık üretimine sebep olurlar. Öznenin “insan” olduğu yanılgısıyla gittikleri yerlerde de diğer canlıların yaşamlarından çalmaya devam ederler.

“Mezbahalar olduğu sürece Treblinka ve Auschwitz daima var olacak. Yahudi Alman düşünür Theodor Adorno’nun söylediği gibi ‘Auschwitz, birisi bir mezbahaya bakıp, ama onlar hayvan diye düşündüğünde başlar’ ” –Charles Patterson Gaia Dergi • Ekim 2015 • 21


TÜRKIYE’DE HENÜZ DEĞIL, AMA BIR “HAK”:

ŞIDDETSIZLIK IÇIN VICDANI RET Sistemin kendine ürettiği “tehlikeli, öteki, düşman, mücadele edilmesi gereken” kişilerden olmamak için bir ihtimal daha var. O da ölmek değil! Güvenlik mi, özgürlük mü derseniz; tabii ki özgürlük! Vicdani Ret Derneği ile şiddetsizlik ve vicdani reddi konuştuk. Kadın retçiler, yasal işlemler ve amaç… “Kimseye bir aidiyet çağrımız olmuyor, tek çağrımız birlikte itirazlarımızı örgütlemek ve bu itirazlar doğrultusunda mücadele etmektir.” Türkiye’de vicdani ret hareketinin öyküsü nasıl başladı? Vicdani ret hareketinin bilinen tarihi, 1989 yılında Tayfun Gönül ve hemen ardından Vedat Zencir’in vicdani ret açıklamalarıyla başlıyor. 1990 yılında haftalık Sokak Dergi’sinin “zorunlu askerliğe hayır” kampanyası da bu açıklamaların bir parçası olarak okunmalı. Bu kampanya nedeniyle Tayfun Gönül ve Vedat Zencir dışında, Sokak Dergisi Editörü Tuğrul Eryılmaz ve Güneş Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Metin Münir de halkı askerlikten soğutmaktan yargılanmıştır. Kurumsal anlamda ise 1992’de İzmir ve 1993’te İstanbul’da kurulan Savaş Karşıtları Dernekleri vicdani ret mücadelesinin yaygınlaşmasında büyük pay sahibidir.

Vicdani ret hakkının yasalaşmadığı ülkelerden biri de Türkiye. Bu konudaki hukuk mücadeleniz ne durumda, neler yapıyorsunuz, neler yapabiliriz? Her ne kadar bu konuda yasal düzenleme bulunmasa da Anayasa’da ve Türkiye’nin imzacısı ve tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerde “Din ve Vicdan Özgürlüğü” bir hak olarak düzenlenmiştir. Vicdani ret hakkı da din ve vicdan özgürlüğünden türeyen bir haktır. Bu nedenle bu konuda özel bir düzenleme olmasa da hukuken Türkiye devletinin tüm kurumları bu hakkı teslim etmek zorundadırlar. Bu hakkın varlığı konusunda şüphe olmasa da kullanılması bugün için meseledir. Milli Savunma Bakanlığı ve askerlik şubeleri yasalarda böylesi bir düzenlemenin olmadığını ileri sürerek vicdani ret başvurularını reddediyorlar. Biz de buna karşı Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurular gerçekleştirdik. Henüz bu başvurulardan karara bağlanan yok, nasıl bir karar çıkacağını da bilmiyoruz. Ancak şimdilik hukuksal olarak etkili tek yol Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak şeklinde görünüyor.

Vicdani reddini açıklamak isteyen kişi neler yapmalı? Vicdani ret tavrı, bir sivil itaatsizlik eylemi olduğundan kamuya açık bir şekilde yapılmalıdır. Vicdani Ret Derneği olarak bir şekilde bize ulaşanlara, derneğimizin gerçekleştirdiği herhangi bir etkinlikte veya sadece vicdani ret açıklamaları için organize edilen basın toplantılarında deklarasyonlarını okuyarak vicdani ret açıklama olanağı sunuyoruz. Bu tarz bir açıklamaya katılamayacak olanların açıklamalarını ise vicdaniret.org sitesinde yayınlayarak ve haberleştirerek kamuya açıklığı sağlıyoruz. Kişi isterse kendinin uygun gördüğü yöntemlerle de -blog ya da sosyal medya hesabından- vicdani reddini deklare edebilir. Önemli olan itirazın gerekçeleri ile birlikte kamuoyu ile paylaşılmasıdır. Vicdani ret iradesini hukukta deklare etmekse askerlik şubesine ya da Milli Savunma Bakanlığı’na dilekçe vermek suretiyle olmaktadır.

22 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 23


Vicdani reddi açıkladıktan sonra gerçekleşmesi olası durumlar nelerdir? Vicdani ret deklare ettikten sonra ya da bu amaçla resmi kurumlara başvurduktan sonra hayatınızda pek bir şey değişmiyor aslında. Yüz binlerce asker kaçağı ya da askerlik ile ilgili suçlardan aranan kişi neler yaşıyorsa vicdani retçi de onu yaşıyor. Sadece vicdani retçi, kaçmadığı-saklanmadığı için yakalanması daha fazla söz konusu olabiliyor. Yasalarda, askerlik yapmamanın ilk yaptırımı idari para cezasıdır, ilk yakalanmanızdan sonra size idari para cezası tebliğ edilir. İdari para cezasının kesinleşmesinden sonra yine gitmediğinizde, bu kez her yakalanmanızdan sonra hakkınızda ceza davası açılır. Dört aydan başlayan hapis cezasıyla yargılanmanız söz konusu olur. Bu cezalar çoğunlukla ya para cezasına çevrilir ya da ertelenir. Temel sorun ise hakkınızda yakalama emri çıkarılıyor olması. Bu durum “sivil ölüm” olarak da nitelendirilen bir kaçaklık hayatına varıncaya kadar kişiden kişiye değişen sonuçlara yol açabiliyor.

“Militarizm, erkeklik ve milliyetçilik birbirinden ayırılması zor kavramlar” İnternet sitenizde vicdani reddi toplumsal dönüşümün şartlarından biri olarak belirtmişsiniz. Peki, dönüşüm için toplumsal ve bireysel bazda başka ne gibi adımlar atmak gerek? Vicdani reddin yanında, dönüşüm için atılacak diğer adımlar da vicdani reddin mutlak olarak karşı çıktığı militarizmle bağlantılıdır. Militarizmin reddi, aynı zamanda milliyetçiliğin ve erkek egemen anlayışın reddini beraberinde getirmektedir. Militarizm, erkeklik ve milliyetçilik birbirinden ayırılması zor kavramlar. Birinin bittiği yerde diğerinin başladığından çok bunların iç içe geçtiklerini söyleyebiliriz. Erkeklik hâllerinin çeşitli şekillerde şiddetine karşı acil müdahale şeklinde örgütlenmelerin oluşturulabileceği gibi toplumun dikkatini bu konuya çekmek için, daha doğrusu toplumun ikiyüzlü davranmasına son vermek için yaratıcı eylemsellikler içinde olunabilir. Belirtmeye gerek yok, başta vicdani retçiler olmak üzere bu toplumsal sorunu oluşturan erkekler, erkeklik hâllerine son vermelilerdir. Adam olmanın iyi bir şey olmadığı, bu ülkede günde altı kadının öldürüldüğü anlamına geldiği anlaşılmalıdır. Yani vicdani retle birlikte hedeflediğimiz toplumsal dönüşüm sonucunda “ortalama olarak” haftada altı kadın erkekler tarafından öldürülmeyecektir. Veyahut translar sokak ortasında, evinde öldürülmeyecek, intihara sürüklenmeyeceklerdir. Vicdani retçilere karşı çıkılırken “ibne” gibi homofobik söylemler azalacaktır. Erkeklik kadar önemli bir diğer konu da milliyetçiliktir. Çok eskiden dini gerekçelerle oluşturulan ayrımcılıklar son birkaç yüzyıldan beri “modern din” olarak tarif edebileceğimiz milliyetçilik üzerinden oluşturulmakta ve ulus-devlet doğrultusunda çeşitli topraklarda “hak iddia etmek” için katliamlar hatta soykırımlar uygulanmaktadır. Savaşlar gibi olağanüstü durumlarda milyonlarca insanın ölmesine yol açan milliyetçilik gündelik hayatı da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. “Arkamızdan vurdular” söylemlerinden tutun “... dölü” gibi hakaretler bu durumun görünür sadece birkaç hâlinden biridir. Tüm bunlar toplumsal sorunlardır ve bireylerin karşı çıktıkları noktada tahmin edilemeyecek biçimde sarsılabilmektedir. Bu sorunların çözümünü toplumsal veya bireysel diye ayırmak da yanlış olacaktır. Vicdani retçi deyince birey akla gelse de bireylerin açıklamalarına dikkat edildiğinde birey-toplum ikiliğinin saçma bir ayrım olduğu fark edilecektir. Kişisel olan politiktir. Politika da politikacılara bırakılamaz. Toplumu dönüştürmek için ilk önce kendimizi değiştirmemiz gerekir.

Türkiye’deki vicdani retçi sayısı nedir? İnternet sitemizde yer alan kayıtlara göre, 600 civarında kişi vicdani ret deklare etmiştir. Bu sayının içinde kadın vicdani retçiler de bulunmakta. Bunun dışında, sayısını bilmediğimiz Hristiyan Yehova Şahitleri de dini inançları gereği askerliği reddetmektedirler.

24 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Olayın ismi neden vicdani ret? Zorunlu askerliği reddedenlerin bu hakkının uluslararası sözleşmelerde “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmesinden kaynaklanıyor. Öte yandan, savaşların çıkmasını, gencecik insanların ölmesini istemeyenleri, savaşta kat kat artan kadın tecavüzlerine karşı çıkanları, erkekliğin taşıyıcısının ordular olduğunu düşünenleri, İsrail’de Filistinlilere karşı savaşmak istemeyenleri, Kürdistan’da “düşük yoğunluklu” savaşa karşı çıkanları, NATO’nun ordusuna katılmak istemeyenleri, devletlerin katliamlarına karşı çıkanları zorunlu askerlik uygulamasına karşı ortak bir noktada buluşturan “vicdan” olduğu için “vicdani” redden bahsediyoruz.

Türkiye’de ilk defa vicdani reddini açıklayan Tayfun Gönül’den itibaren hukuki anlamda neler değişti? Esaslı bir değişiklik olduğu söylenemez. Zorunlu askerlik aynen devam ediyor, sadece süresi kısaldı. Yakalanan asker kaçaklarının polis-asker zoruyla birliğine teslim edilmesi ve bu şekilde asker edilmeleri uygulaması kaldırıldı. Böylece kişi, kendi iradesiyle birliğine teslim olmadığı sürece asker kişi sayılmıyor. Öte yandan yakın zamanda, yoklama kaçağı ve bakayaların ilk eylemleri suç olmaktan çıkarıldı ve “kabahat” olarak düzenlendi, yani cezası hapis cezası değil “idari para cezası.” Askerliğe başladıktan ya da zorla başlatıldıktan sonra vicdani retçi olanlar bakımındansa pek değişen bir şey yok: Sonu gelmez emre itaatsizlik ve firar suçlamalarıyla karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar.

Kadınların vicdani reddeki rolleri nedir? Vicdani retçi olmak isteyen kadın hangi yasal ve toplumsal yolları izlemelidir? Kadınların vicdani ret açıklamaları, askerlik hizmeti kadınlar için zorunlu olmadığından, kadın vicdani retçilere yönelik herhangi bir yasal yol izlemeyi gerekli kılmıyor. Kadınların zorunlu askerlik, ordu, militarizm ve ‘erk’eklik arasındaki karşılıklı-tamamlayıcı ilişkiye karşı bir duruş olarak gerçekleştirdikleri bu retler, toplumsal ilişkilerin bütününe yansıyan bir eşitsizliğe-adaletsizliğe karşı da bir duruş aslında. Kadın vicdani retçiler kimi zaman bu açıklamaları zorunlu askerlik hizmetine maruz bırakılan ya da buna direnen erkeklerle dayanışmak için yapsalar da çoğu zaman militarizme ve toplumsal cinsiyet rollerine karşı mücadelenin bir parçası olarak açıklıyorlar vicdani retlerini. Bu kapsamda baktığımızda, kadın retçiler herhangi bir yasal yol izlemek zorunda olmasa da bu mücadelenin ve kadın retçilerin görünürlüğü için askerliğin erkeklikle, ordunun aileyle, militarizmin toplumsal cinsiyet rolleriyle olan benzerliğini-ilişkisini mümkün olduğu kadar çok anlatmalı, bu ilişkileri toplumsal alanlarda dönüştürmeye yönelik çaba sarf etmeli.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 25


Dünyanın diğer ülkeleri ile Türkiye arasında vicdani ret ve sivil itaatsizlik konusundaki farklar ve benzerlikler nelerdir?

Vicdani reddin dışında, alternatif sivil hizmet ve benzeri uygulamaların reddini içeren “total ret”, anarşizme daha yakın ve benzer bir duruşu ifade eder. Total reddini açıklayan bireylerin, askerlik hizmeti dışında da devletin dayattığı herhangi bir hizmete karşı çıkışları, bireyin iradesinin gaspına karşı bütünlüklü reddedişleri, bu bağlamda

Özellikle Avrupa’da vicdani ret hareketleri dini inançlardan kaynaklı ortaya çıkmış, savaş dönemlerinde politik gerekçeler daha görünür olmaya başlamıştır. Türkiye’de ise vicdani ret hareketinin başlangıcı itibariyle savaşa karşı bir duruş olarak ortaya çıktığı ve anti-militarist motivasyonlu olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan Türkiye’nin komşuları ve “düşmanları” olan Ermenistan ve Yunanistan’daki vicdani ret mücadelesine bakıldığında hem devletlerin tavırlarının bunun sonucunda da vicdani ret mücadelelerinin Türkiye’yle çok benzeştiğini görebiliyoruz.

bakıldığında, anarşist ideolojiye daha yakın bir yerde durabilir.

Vicdani retçi olmak anarşist olmakla eşdeğer midir? Vicdani ret, kişinin iradesi dışında kendisine dayatılan bir zorunlu hizmetin reddini ifade eder. Reddini açıklayan herhangi bir kimse, kendi hür iradesi dışında, devlet mekanizmasının ona dayattığı askerlik hizmetini yapmayacağını açıklar. Bu duruş, anarşizmin “bireyin özgürlüğü”nü esas alan perspektifi ile örtüşür. Anarşizm, iktidar ilişkilerinin bütününü, otoriteyi, bir kimsenin başka bir canlı üzerindeki tahakkümünü reddeder. Bu bağlamda, devlet mekanizmasının “zorunlu” ilan ettiği askerlik hizmetinin reddi de bazı noktalarda, anarşizm ideolojisi ile ortaklık gösterir. Ancak bu noktada, vicdani retçi olmakla anarşist olmayı eşdeğer tutmak, her zaman doğru olmayabilir. Zira, anarşist bireyler gibi birçok sosyalist, eşcinsel, Müslüman ya da Kürt retçi de farklı saiklerle vicdani retlerini açıklamış; bireylere dayatılan bu zorunlu hizmeti, kendi ideolojik perspektifleri ya da kimlik mücadeleleri ile harmanlayarak reddetmişlerdir.

26 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Vicdani retçilerin şiddetsizlikten başka ortak bir (siyasi parti, örgütlenme vesaire) tutumları olduğunu söyleyebilir miyiz? Vicdani ret mücadelesinde uzun yıllardan bu yana şiddet karşıtı bir bakış açısı ve bu söylemde ortaklaşan vicdani retçiler olsa da, gerek mücadelenin toplumsallaşması gerekse de daha görünür olmasıyla beraber, bu ortaklaşmalarda da çeşitliliklerin var olmaya başladığını söyleyebiliriz. Özellikle dini gerekçelerle retlerini açıklayan Müslüman vicdani retçiler ya da yoğunluklu olarak çatışma zamanlarında örgütlü hareket eden Kürt vicdani retçilerin, şiddetsizlik söylemi dışında, kendi içlerinde ortak tutumlar geliştirdiklerini söylemek mümkün. Ya da örneğin askerlik ve eğitim sistemi arasındaki ortaklığa karşı vicdani retlerini açıklayan liselilerin, zorunlu eğitime karşı da bir mücadele yürüttüklerini söylemek mümkün. Vicdani ret hareketinin toplumsallığı ve barındırdığı farklı politik, dini ve benzeri aidiyetlikleri göz önünde bulundurunca ortak tutumlardan bahsetmek kolay olmayabilir. Ancak, vicdani ret hareketinin ve vicdani retçilerin gösterebileceği ortak tutumu -şiddetsizlikten de öte- savaş karşıtlığı şeklinde tanımlamak doğru olur sanıyoruz.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 27


Anti-militarizm, şiddetten arınma, barışçıl yaşam ve özgürlük ahlakı geliştirme arayışıdır. İktidarların ürettiği şiddetin aşılmasının, aynı zamanda iktidarın ihtiyaç duyduğu itaatin, işbirliğinin, rızanın, edilgenliğin ve uyumun aşılması olarak görür. Buna göre, şiddetin aşılması, çatışmanın aşılması değildir. İktidar, en baskıcı rejimlerde bile, tahakküm edilenlerin rızasına dayanıyorsa; şiddetten arınma, aynı zamanda iktidarın ihtiyaç duyduğu itaatin, işbirliğinin, statükonun, rızanın ve uyumun aşılması sürecidir. Böylelikle de barış sürecinin yaşanması, toplumsal barışa ulaşılması açısından anti-militarist duruş son derece önemlidir.

Kadınların vicdani ret yapmasının bu harekete katkıları nelerdir? Kadınlar, bu topraklarda, ilk olarak 2004 yılında vicdani retlerini açıkladıklarında, bu mücadele içerisinden birçok vicdani retçi erkek bile şu soruyu sormuştu: “Siz askere gitmek zorunda değilsiniz ki niye reddediyorsunuz?” Bu soru yıllar içinde daha da azalarak soruldu tabii, ancak hâlâ bazen sorulmaya devam ediliyor. Kadınların vicdani ret açıklamaları ve bu hareket içinde yer almaları, hem hareketin kapsamını genişletiyor hem de vicdani ret hareketi ve kadın özgürlük mücadelesi arasında da bir bağ kuruyor. Çünkü bugün kadına yönelik tacize, tecavüze, şiddete ya da kadın cinayetlerine karşı mücadele ederken, aslında bu şiddet sarmalının bütününü kapsayan militarizmi görmek ve bunu reddetmek, buna karşı bütünlüklü bir mücadele örgütlemek gerekiyor. Kadınların vicdani ret açıklamaları da tam da bu noktada, hareket içerisinde önemli bir yerde duruyor.

Savaşların karşısındaki şiddetsiz mücadelenin ivme kazanması için birey ne yapabilir? Burada vicdani retçi ve de anti-militarist bireyi özne olarak alıyorsak; birey vicdani reddini açıkladıktan sonra artık kendisinden çıkarak daha geniş bir politik mücadelenin parçası olmuştur. Anti-militarist birey de aynı anlamda öyledir. Vicdani retçi ve anti-militarist bireyler kolektif bir mücadelenin özneleridir.

Öte yandan, kadınların vicdani reddi, anti-militarist mücadele ile örtüştürülen vicdani ret hareketinin sadece askerliğin reddiyesine indirgenmesine ve buradan doğru, erkeklerin mücadele alanına sıkıştırılmasına karşı da büyük önem taşıyor.

Vicdani retçilerin toplumsal haklarından mahrum kalma ihtimalleri nedir? Bu ihtimallere yönelik eylem planınız neleri içeriyor? Vicdani retçileri haklarından mahrum bırakmaya yönelik doğrudan bir yasal düzenleme yok. Ancak diğer asker kaçakları gibi vicdani retçilerin de, yakalanmamak amacıyla kaçak hayatı yaşaması durumunda birçok haklarını kullanamama ihtimalleri söz konusudur. Örneğin; yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış kişilerin milletvekili seçilmesi Anayasa ile yasaklanmıştır. Öte yandan Askeri Ceza Kanunu’nda asker kaçaklarını yapılan ihtara rağmen çalıştırmak da suç olarak düzenlenmiş. Bunun dışındaki hak mahrumiyetlerinin çoğunluğu yakalama emrine bağlı olarak gelişen durumlardır. Bu kişiden kişiye değişmekle birlikte Vicdani Ret Derneği’ne gelen başvurularda seyahat hakkı, çalışma özgürlüğü, hak arama özgürlüğü ya da seçme-seçilme hakkı da dahil birçok hakkın fiilen kullanılamaması gibi sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.

28 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Vicdani Ret Derneği olarak, kaçıp saklanmayı bir çözüm olarak görmüyor, tam tersi kişinin hayatını büyük oranda çekilmez kıldığını düşünüyoruz. Bu nedenle vicdani retçilere, gündelik hayatlarına aynen devam etmelerini, tüm haklarını kullanmalarını ve yasal ya da fiili herhangi bir engelle karşılaşmaları durumunda da derneğimize başvurarak yasal yollardan buna karşı mücadele etmeyi tavsiye ediyoruz. Bu mücadele, keyfi engelleme yapan kamu görevlilerini şikâyet ya da idari işlem ve eylemlere karşı dava açmak olabileceği gibi olağan yasa yollarından bir sonuç elde edilememesi durumunda Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapmak şeklinde de olabiliyor.

Anti-militarist duruşun, dünyanın barış sürecindeki rolü nedir? Dünyada hâkim sistemler sürekli şiddet üreten erkek egemen/eril ve de militer sistemlerdir. Bu egemen

sistem kendisi için sürekli “tehlikeli”, “öteki”, “mücadele edilmesi gereken”, “düşman” üretmektedir. Bu anlamıyla militarizm, bir yerde toplumsal yaşamın güvenlik algılamalarıyla biçimlendirilmesi hâlidir. Anti-militarizm ise “güvenlik mi özgürlük mü?” sorusuna “özgürlük” cevabı vererek bambaşka bir perspektif sunmaktadır. Militarizmin dayandığı egemenlikler sistemine karşı bir özgürlük savunusu olan anti-militarizm, aynı zamanda tutarlı bir savaş karşıtlığıdır. Savaş araçlarının üretim ve transferine, nükleer-kitle imha silahlarına, uzayın askerileştirilmesine, askeri organizasyon ve yapılanmalardaki stratejilerin, “terör” gerekçesiyle “sivil” hayatı, doğayı daha çok içeren ve tehlikeli hâle getiren değişimine, askeri sanayinin sivilleşmesine ya da ekonomik yapının askerileştirilmesine dikkat çeker.

Bizler yıllardır Türkiye’den doğru böyle bir sürecin içindeyiz, kendi bireysel kararlarımız ile vicdani retçi olduktan sonra bizleri de içeren daha geniş bir mücadelenin bir parçası olduk. Anti-militarist bir perspektif edinmek ile bu mücadele içinde daha da etkin olmayı hedefledik. İçinde olduğumuz politik hat ağlar üzerinden, esnek örgütlenme/yatay örgütlenme alanları ile tamamlandı. Bu anlamda kendimizi bu kolektif mücadelenin bir parçası olarak gürdük. Kendi başımıza bir birey olarak mücadele içinde yer almadık. Tercihi tamamen bireysel olan ve buradan doğru kendisini içinde ifade edebileceğini düşünen ve bireysel duruşları ile bu mücadelenin bir parçası olan insanlar da oldu. Ve böylesi bireyler ile de birlikte dayanışma içinde bu mücadeleyi yürütüyoruz. Vicdani ret ve anti-militarist mücadele bu anlamda bireyin kendisini en iyi ifade ettiği, başkalaşmadan ürettiği bir alan oldu. Kimse kimseyi bir şey olmaya değil, birlikte ortak itirazlardan doğru itiraz hakkı için mücadeleye etmeye çağırdı. Bu anlamda çok farklı kişiler ile birlikte bu mücadeleyi sürdürebiliyoruz. Kimseye bir aidiyet çağrımız olmuyor, tek çağrımız birlikte itirazlarımızı örgütlemek ve bu itirazlar doğrultusunda mücadele etmektir.

29 • Gaia Dergi • Ekim 2015


İran denilince akla zihinleri karıştıran cümleler geliyor. Kendi kabukları içerisinde yaşayan farsi toplumun sokaklarındaki hayat ne kadar kısıtlanmış olsa da hiçbir şey onları bazı özgürlüklerinden alıkoyamıyor. Fotoğraf: Emrah Oprukcu

30 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Tahran’ın güneyine 500 km uzaklıkta yer alan İsfahan Şehri’nin tarihi oldukça eskidir. Şehri ikiye bölen Zayandeh nehri üzerindeki Siosepol köprüsü yaklaşık 1600’lü yıllarda inşa edilmiştir. Günümüzde insanların etrafında oturarak serinlemek istedikleri görülüyor. Kadın hayatının İran’da ne kadar zor olduğu, nehrin uzak ve kurumuş kenarlarında vakit geçirenlerden anlaşılıyor. Köprünün bir ucu uzun bir boşluğa uzanırken diğer ucunda iki genç kadın oturuyor. Ben de bu genç kadınların yaşamlarından bir anı fotoğrafladım

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 31


T

üm baskıcı yönetimlerde olduğu gibi Hitler’in politikası da birçok Alman aydını ve sanatçısı üzerinde milli bilinci uyandırıcı etki yaratmıştır. Sanatın doğasına aykırı bu ırkçı yaklaşım, çoğu sanatçının konusu olmuştur. 1929’da New York borsasının çöküşü, Hitler’in gücü ve İspanya‘da başlayan iç savaş ile dönülmez noktaya gelinmiştir. 1936 yılında ikinci kez başlayan İspanyol İç Savaşı’nda ülke, iki farklı gücün savaş alanına dönüşür. Birlikler 26 Nisan 1937’de Kuzey İspanya’daki Guernica’da toplanırlar. Guernica’nın Nazi uçakları tarafından bombalanması sonucunda kent harap olur. Kaçamayan siviller de tüfeklerin hedefi olurlar. Tüm dünya sessizliğe gömülür.

KÖTÜLÜK DOLU SAVAŞLARLA

YEŞILLENMIŞ SANAT

Bu sessizliği bozan Picasso olur. Ocak 1937’de İspanya’nın Paris Büyükelçisi, Picasso’dan, Paris’te yapılacak 1937 Dünya Fuarı kapsamındaki Modern Hayatta Sanat ve Teknik sergisinin İspanya’ya ayrılan bölümünde sergilenmek üzere bir resim çizmesini ister. Picasso başlarda bu talebi kabul etmek için pek istekli olmasa da kabul eder. Guernica kentinde yaşanan vahşeti aynı adlı tablosuyla tüm dünyaya anlatır. Guernica’da, acı çeken insanlar ve hayvanlar ile kargaşa içindeki yıkılmış binalar betimlenmiştir.

Resmin merkezinde acı içinde, mızrakla vurulmuş bir at bulunur. Atın burnu ve üst dişleri, bir insan kafatası şeklindedir. Boğanın, atın ve çocuk için ağlayan çizilmiş kadının dilleri, hançerleri ve çığlıkları simgeler. Sırtında mızrak olan at da insanlığın pes edişini. Boğanın yanında belli belirsiz gözüken güvercin barışı, atın yanındaki düşmüş, kırılmış kılıç da yenilgiyi sembolize eder. Picasso, Guernica üzerinde çalışırken de şunları söylemiştir: “İspanya’nın mücadelesi, insanlara, özgürlüğe yapılan saldırıya karşıdır. Ressam olarak hayatım boyunca sürekli sanatın ölümüne karşı durmaya çalıştım. Benim gericilikle ve ölümle anlaşma içinde olduğumu kim bir an için bile olsa düşünebilir? ... Üzerinde çalıştığım ve Guernica ismini vereceğim resimde ve son zamanlardaki tüm eserlerimde, İspanya’yı acı ve ölüm okyanusuna batıran askeri sınıfa duyduğum nefreti açıkça göstermekteyim.” Ayrıca söylentiye göre bir Nazi subayı, Picasso’nun evinde Guernica’nın fotoğrafını görünce, “Bunu siz mi yaptınız?” diye sormuş ve Picasso’dan “Hayır, siz yaptınız” cevabını almıştır.

Yazar: Pelin Aydın

Bayraklar, silahlar, kıskançlıklar, ego, açgözlülük… Birileri sorumlu, birileri mağdur. Savaşların doğurduğu sonuçlar her zaman, herkesi üzmüştür. Ama çoğu savaş, getirdiği acı ve yıkımların yanında bazı sanat akımlarının doğmasına da zemin hazırlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı çöküntü ve moralsizlik sonucu doğan Dadaizm gibi.

S

avaş dönemlerinde sanatçılar, yönetime hizmet eden “siparişli” eserler değil, yaratıcılık ve kendi düşüncelerini ortaya koydukları toplumu bilgilendirici çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Yönetime karşı ayaklanan ve sesini çıkaran halka önderlik etme görevi sanatçıların olmuştur. Savaş karşıtı sanatçıların aksine fütürist sanatçılar, savaşın dünyaya yeni bir hareket getireceğine inanıp, savaşı yücelten çalışmalar yapmışlardır. 1937 yılında Guernica şehrinin bombalanması, Picasso’ya 20’nci yüzyılın en ünlü eserlerinden birini resmettirir. Dehşetin sanat eserine dönüşmüşlerinden “Guernica.” Simgesel bir üslupla savaşın dehşetine işaret eden Guernica, savaşla sanatın buluştuğu örneklerden sadece biri.

32 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 33


D

ört bölümden oluşan, bestelediği en uzun eseri Şostakoviç şöyle özetliyor: “Birinci bölüm, halkın mutlu yaşamını, kendilerine ve geleceklerine duydukları güveni anlatır. İkinci bölüm, güzel ve mutlu olayları bir araya getirir; bunun altını çizen bir hüzün ve dalgınlık izi vardır. Üçüncü bölümde yaşam sevinci ve doğaya karşı duyulan hayranlık anlatılır. Dördüncü bölümün ikinci teması senfoninin dönüm noktasıdır; muzafferane tema gittikçe gelişerek büyük ve neşeli finalde zirveye ulaşır.” Eserin konser hazırlıkları yapılırken şehre afişler asılmış, cepheye gitmeyen amatör ve öğrenci müzisyenlerden yardım istenmiştir. Bu sırada açlık ve soğukla boğuşan orkestranın prova yapması zorlaşmış, müzisyenler çok kısa sürede bitkin düşüp sık sık fenalaşmaya başlamışlardır. Provaları izleyen Aleksey Nikolayeviç Tolstoy’un, Pravda Gazetesi’nde çok olumlu bir eleştiri yazmasının senfoninin kaderini etkilediği düşünülür. Pravda’yı oku-

G

duğu ve Tolstoy’un yorumlarına genellikle güvendiği bilinen Stalin, bu eser etrafında bir propaganda oluşturmak istemiş ve eseri birçok ülkeye ulaştırıp seslendirilmesini sağlamıştır. Konser tarihi, Hitler’in Leningrad’ın düşeceğini öngördüğü gündü. Konser bomba sesleri ile kesilmesin diye konser öncesinde Alman topçu birlikleri Sovyet ordusu tarafından bombalanmış. Şehre yayın yapmak için sokaklara, halkı savaşın dehşet ortamından az da olsa uzaklaştırmak, Sovyet ve Alman askerlerine konseri duyurabilmek için ilk siper hatlarına varana kadar şehrin her yerine hoparlörler yerleştirilmiş. Çok başarılı geçen Leningrad prömiyeri, konser sonunda dakikalarca coşkuyla alkışlanmış. Savaş sonrasında eser ve bestecisi, yazılan eleştirilerle, kulaktan kulağa söylentilerle siyasi açıdan kafalarda birçok soru işareti bıraksa da psikolojik ve siyasi etkileri düşünüldüğünde tarihteki en önemli eserlerden, en önemli konserlerinden biri.

uernica, 20’nci yüzyılın en önemli ve dünyanın en ünlü savaş karşıtı tablosu olarak kabul edilir. Bugün Madrid’deki Reina Sofía Müzesi’nde sergilenen tablonun goblen bir kopyası, New York’taki Birleşmiş Milletler binasının bir duvarına, Güvenlik Konseyi salonunun girişine, görenlere savaşın korkunçluğunu anım-

satması için asılmıştır.

Guernica’dan müziğe

P

daş, kimi zaman da rejim düşmanı olarak tanımlanmış, eserleri yıllarca yasaklanmış, kendisi de yıllar boyunca tutuklanma ve öldürülme korkusuyla yaşamak zorunda bırakılmıştır.

Dimitri Şostakoviç, 20’nci yüzyılın en önemli bestecilerinden biridir. Yaşamı boyunca, özellikle de Stalin döneminde, devlet görevlileri tarafından kimi kez sadık bir yol-

İkinci Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 900 gün Alman kuşatması altında kalan Leningrad şehrindeki direnişin sembolü olan eserin 9 Ağustos 1942’de kuşatma altındaki Leningrad kentinde seslendirilişi, tarihin en sıra dışı konserlerinden biri olmuştur.

icasso’nun Guernica’sı savaşın sanatla ilk buluşması olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır. Resim, müzik, tiyatro, sinema gibi birçok alanda bu iki kavram sürekli karşılaşacaktır. Dimitri Şostakoviç’in ‘’Leningrad Senfonisi’’ olarak bilinen 7’nci Senfonisi de bunlardan biri.

34 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 35


TOPLUMSAL KÖKENLERIMIZDEKI

GÜÇ ISTEMI VE

MITOLOJIDEKI YANSIMALARI Yazar: Burak Avşar

B

ilinen tarih sahneleri hangi döneme işaret ederse etsin, içinde her zaman bir savaş hikâyesi ya da efsanesi bulunur. İnsan, gücünü ve varlığını şanlı kahramanlıklardan, erkek erkeğe dövüşlerden ve otoriter tutumlardan elde eder.

B

ilinen tarihten çok önceki topluluklar anaerkil yapıya sahipken ataerkilliğin ve otoriter tutumun başlaması; savaşın günlük yaşamın içine girmesine, ritüellerde ve dualarda yer almasına neden olur. Savaş ve savaşmak eylemi, yeryüzünde yaşamış kültürlerin neredeyse tamamında sembollerle bezenir ve bir inanç biçimine dönüşür.

Orta Asya’dan Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’dan Afrika’ya kadar çoğu toplum monoteist (tek tanrılı) dinler dönemi başlayana kadar politeist (çok tanrılı) bir yapıya sahipti. Tanrılar insan eli değen her yeri işgal etmişlerdi ve toplumlar kendi içlerinde parçalara bölünmüş hâldeydi. Tarım dönemi başlayacağı zaman verimlilik ve bereket tanrı/tanrıçalarına tapınılırken, salgın hastalıklar başladığında toplum, hastalığın bir an önce kendilerinden uzaklaşması için hastalık ile bağlantılı tanrı ve tanrıçalara tapınıyordu. Özellikle Çin kozmolojisinde evren bir düzen ve ahenk içerisindedir. Diğer politeist inançlarla kıyasladığımızda Çin mitolojisinde her bir madde bir kutsal ruh ile bağdaştırılmıştır. Toplumdaki çeşitlilik savaş tanrılarına da yansımış, bunun sonucunda düzinelerce savaşı simgeleyen kutsal ruh ortaya çıkmıştır. Orta Asya topluluklarının savaşçı bir yapıya sahip olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, tanrı ve tanrıçaların bu denli ya-

36 • Gaia Dergi • Ekim 2015

şamın içinde olmasının bizleri pek şaşırtmaması gerekir. Türk ve Altay mitolojisinin savaş tanrılarından Kızığan, yaratıcı tanrı Kayra Han’ın oğlu olmakla birlikte bu mitoloji içerisinde kendisine oldukça önemli bir yer bulmuştur. Çok güçlü olduğuna inanılan Kızığan’ın savaştaki komutanlara yardımcı olarak düşmanı mağlup etme sırasında büyük rol oynadığı düşünülürdü. Türk toplumları o dönemde göçebe bir yapıya sahip savaşçı toplumlardı. Sık savaş yapan Türk toplumları savaş sırasında her zaman Kızağan’ın yardımına ihtiyaç duymuşlardı. Mitolojide bir tanrı veya tanrıçanın varlığı, kendisine tapınan bireylerin sayıca çokluğuna bağlıydı. Doğal olarak yerleşik hayata geçilmesi ve savaş stratejilerin bu gelişmeyle daha da hızlanması, savaş tanrılarının ve tanrıçalarının güncel kalmasını sağladı. Savaşçı özellikleriyle öne çıkan İskandinav toplumunun tapındığı tanrı ve tanrıçaların büyük bir kısmının, savaş ile bağlantısı bulunmaktaydı. En bilinenlerinden Odin, Thor, Freyja, Ullr ve Tyr, savaşçı özellikleri ön planda olan kutsal varlıklardı. Örneğin Vikingler, kendi topraklarından yağma için ayrıldıklarında, Thor ve Loki gibi tanrıların yardımlarını istemek için onlara adak adayıp, savaşlarında yardımcı olmalarını dilerlerdi.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 37


M

ezopotamya bölgesi tarih boyunca savaş ile yoğrulmuş, hatta bu durum günümüze kadar bu toprakların kan ile doymasına sebep olmuştur. Binlerce yıldır savaşın durmadığı bu toplumların tarihini incelediğimizde anaerkil bir yapıdan ataerkil bir yapıya doğru kaydığını görürüz. Çoğu tarih ve sosyoloji uzmanı tek tanrılı dinlerin buna sebebiyet verdiğini düşünür. Mezopotamya toplumlarının önemli savaş tanrı ve tanrıçaları ise Inanna, Ishtar, Shala gibi “dişil” enerjiye sahip varlıklardır. Ortak özelliklerine baktığımız zaman sadece savaşı simgelemeyen bu varlıklar, aynı zamanda verimlilik ve cinselliğin de bir simgesi olmuşlardır.

Mezopotamya’ya yakın Mısır bölgesinde gelişen mitoloji de toplumun sosyo-kültürel yapısıyla yakından ilişkilidir. Savaşçı özelliklere sahip olan Mısır toplumunda da savaş tanrıları ve tanrıçaları önemli rol oynamıştır. Bastet, Horus, Seth ve Anhur gibi önde gelen kutsal varlıklar savaşı simgelemeleriyle toplumun temel taşlarından birinin savaşçı özellikler olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

R

otamızı biraz daha Anadolu ve Balkanlar’a çevirdiğimizde Roma ve Yunan mitolojisinin savaş tanrı/tanrıçaları karşımıza çıkar. Minerva, Athena ve Ares bunlar arasında en bilinenleridir. Roma ve Yunan mitolojisindeki kutsal varlıklar genellikle birbirlerinin özelliklerine sahiptir. Yunan savaş tanrıçalarından Athena ile Roma savaş tanrıçası Minerva arasında oldukça benzer özellikler görülür. İkisinin de bilgeliği temsil etmesi ve simge olarak baykuş kullanması bahsi geçen duruma örnek verilebilir.

önce, savaş kazandığı ve Roma’ya dönüşünde yüzünü Mars’ın simgesi kırmızı rengine boyadığı bilinmektedir.

Ancak bu toplumlarda Türk ve İskandinav toplumlarının aksine, savaş karakteristik özellik olarak daha az baskın durumdadır. Felsefe, sanat, mimari, teknoloji ve bilim gibi yeniliklerin ve akımların yönettiği Roma ve Yunan toplumları, savaş tanrılarına tapınırken bu sosyolojik ögelere sahip olduğundan tanrı veya tanrıçaların savaşçı yapısını değil de felsefe, bilgelik ve sanat yönlerini daha ön planda tutmuştur.

O tarihlerde hâlâ anaerkil bir yapıya sahip olan Kelt toplumunda ise savaşın gücünü aldığı yer bir dişil varlıktır. İskandinav toplumlarında kuzgun çok kutsal bir varlıktı. Savaş sırasında kuzgunların bölgede bulunması dönem insanlarının, tanrı ve tanrıçaların kendilerine yardım ettiğini düşünmelerine neden olmuştur. İskandinav mitolojisinin önemli tanrılarından Odin, aynı zamanda bilgeliği temsil etmekteydi. Savaş sırasında kuzgunların Odin tarafından gönderildiğine ve Odin’in savaşı izleyip bir taraftan da destek verdiğine inanılırdı. Yine Kelt tanrıçası Badb’ın ismi Antik Keltçe’de kuzgun anlamına gelmekteydi. Kelt toplumu Badb’ın düşman askerleri arasında bir korku yaratarak onları yenilgiye uğrattığını düşünürdü.

Yunan ve Roma mitolojisinde bilinen en önemli savaş tanrıları ise Ares ve Mars’tır. Zeus’un oğlu Ares ve Jüpiter’in oğlu Mars, bu toplumlarda savaş çanları çaldığında ön plana çıkan tanrılardır. Meşhur Roma İmparatoru Jül Sezar’ın senatoda suikaste uğramasından hemen

38 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Tanrı Ra’nın gözü olarak sembol edilmesi, krallığın ve firavunun koruyucusu ve Ra’nın kızı olması Bastet’in en önde gelen özelliklerindendir. Mısır mitolojisinin Loki’si olan Seth, tanrı ve tanrıçalar arasında sevilmeyen bir tanrıydı. Kötülüğü simgeleyen Seth, Mısır’ın önemli tanrılarından ve aynı zamanda kardeşi Osiris’in ölümünden sorumludur ve bir savaş tanrısıdır. Yine bir savaş tanrısı olan Osiris’in oğlu Horus, Seth ile yaptığı savaşta babasının intikamını alarak onu Sahra Çölü’ne göndermiştir. Toplumsal yapıları incelediğimizde savaşçı özellikleri olan toplumların mitolojisinde daha çok savaşçı kutsal varlıklar bulunurken, günlük ritüeller de bu tanrı ve tanrıçaların çevresinde şekillenmiştir. Anaerkillikten ataerkilliğe geçiş ve daha sonrasında da tek tanrılı dinlere geçiş savaş kavramını daha güçlü kılmış, savaşçı toplumların daha da aktif olmasını sağlamıştır. Özellikle semavi dinlerdeki “Kutsal Savaş” gibi kavramlar, günümüzde yeryüzünün bu denli büyük bir kaos içerisinde bulunmasının ana sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir.

Savaş tanrı ve tanrıçalarının en önemli ortak özelliklerinden biri de yaratıcı tanrının oğulları ya da kızları olmalıdır. Bu da anaerkil toplumlardan sonra hüküm süren ataerkil toplumların gücünü babadan aldığını, otoritenin babayla sağlandığını ve eril gücün aynı zamanda savaşın bir sembolü olduğunu göstermektedir.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 39


ERKEK SAVAŞLARI CANLI HAYATI

YOK ETMEDEN ÖNCE: DÜNYA GLOBAL BIR KÖY OLSA,

SINIRLAR KALKSA, SAVAŞLAR TARIHIN TOZLU SAYFALARINA KARIŞSA Yazar: Gamzegül Kızılcık

“En iyi devlet hiç yönetmeyen devlettir.” Hanry David Thoreau’nun böyle söylemesinin nedeni devletin toplumun sorunlarına yanıt vermemesi ve yönetme hâlinin sağladığı gücü kötüye kullanmasıdır. Thoreau bu sözleri söylediğinde sivil itaatsizlik tanımını literatüre kazandırıyordu, şiddetsiz eylemler ile yasalara karşı koyarak, kötülüğün bir parçası olmayarak. Günümüzde de toplumu oluşturan bireyler olarak göstermemiz gereken davranış biçimi, öyle görünüyor ki, sivil itaatsizlik eylemleri. Öldürmeden, dövüşmeden, savaşmadan, ama itaat de etmeden ve doğru sesle sonuna kadar haykırarak.

B

40 • Gaia Dergi • Ekim 2015

ir kriz var ortada. Kriz aşama aşama büyüyor. Siyasi aksaklıklar toplumsal yaşamı etkiliyor. Küçük küçük başlayan saldırılar toplarla, tanklarla, bombalarla, füzelerle devam ediyor. Savaş evleri yıkıyor, insanları ve hayvanları öldürüyor. Savaşırken kullanılanlar doğada tahribat yaratmanın yanında, geri dönüşü imkânsız sorunları da beraberinde getiriyor. Bir tehdit, savaş. Bir afet, ama insan elinden. Yıkıp geçiyor her şeyi. Devletlerin paraya, petrole, ranta susamış hırsları, hiç doymayan karınları ve kabaran iktidarları yüzünden hayatlar mahvoluyor. Ancak kurtuluş mümkün, bir umut var. Tarihte örneklerini bulabileceğimiz, savaşa alternatif çatışma yöntemleri var. Bunlardan en kutsalı, belki de, sivil itaatsizlik. Henry David Thoreau’dan Sokrates’e pek çok isimden biliyoruz ki, kutsal olan yaşamdır, yaşatandır.

Çocuklar var tabii... Savaştırılan, siper edilen, devlet dersinde öl(dürül)en. Hayvanları, mesela tavukları bile bombalara sarıp sınırdan geçiren bir örgütü izliyoruz aylardır televizyonlarda. Katırların öldürülmesi mesela kaçakçı denilenler ile birlikte, peki, kim tarafından? Erkekler de savaşı çıkaranlar olmanın yanında büyük oranda mağdurlar bir tarafta, savaşın özneleri arasında. Bir cinsiyete tüm hataları yüklemek, bazı kişiler üzerinden yapılması gerekli eleştiriyi tüm aynı cinse yöneltmek büyük yanlış. Genellemeler tektipleştiriyor, yanlış yapıyoruz. Erkeklerin yaşadığı çıkmazı da konuşacağız. Kültürlerin mahvoluş hikâyesi de en az türlerinki kadar uzun, biraz irdelendiğinde anlaşılıdığı gibi. Doğanın durumuysa büsbütün kötü. Tüm anaçlığı ve kapsayıcılığıyla içinde barındırdıklarının onu hiç düşünmeksizin türcü hırslara kapılması sonucu ortaya çıkan bir yok oluş öyküsü...

Savaşın pek çok öznesi var, kimi özne, kimi nesne, kimi de yüklem... Kadınlar, çocuklar, hayvanlar, erkekler, doğa, tarih... Bunların bir kısmı bu yazıda ele alınacak. Kadınların savaşta mağdur olanlarıyla bir de savaşanlarını konuşacağız. Kadının gerilla olma durumunu yakından gözlemleme fırsatına erişemediğimden, bir miktar uzak gözlem ve biraz da hissiyat üzerinden gidecek bu analiz.

Savaşlar kötüdür. Umuyorum ki son savaş dönemidir dünyanın. Ve artık umuttan öteye geçer sınırları bulunmayan, askersiz ve global bir köy olma yolundaki dünya. Gezegen değiştirme gereksinimindeyiz aksi takdirde, bir 50 yıl kadar sonra. Savaşlar bu yüzden kötü işte, can yakıyor, yok ediyor bir daha geri gelmeyecekleri...

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 41


Hiç yaşanmadan bir daha yaşanamayacak hâle gelen “çocukluk”

B

ir Uğur Kaymaz vardı hatırlar mısınız, hani 12 yaşında 13 kurşun çıkan vücudundan. Belki Ceylan’ı hatırlarsınız, Ceylan Önkol. Bir karakoldan atılan havan topu üzerine düştüğünde o da 12 yaşındaydı. İçimiz parçalandı, ama onun kadar değil. Annesi eteğine topladı Ceylan’ı. “Ağaç dallarındaydı her bir parçası kızımın” diyor. Sonra mahkeme, ailenin manevi tazminat talebini yerinde görmeyerek, devlet aleyhine açılan dava sonucunda Ceylan’ın parçalarına karşılık “28 bin 208 lira 85 kuruş” maddi tazminat ödenmesine hükmediyor. 28 bin 208 lira 85 kuruş. Çok üzgünüm, çok kırgınım, elimden ne geliyor ki, batıda yayıla yayıla bir televizyon kanalına bakıp bazen dostlarımla sohbette, bazen sanal ortamlarda lanet okumaktan başka... Dünyada da ölüyor çocuklar, ama bu ülkede böyle bir gerçek var: Devlet dersinde ölen çocuklar. Ve biz, insanlar, önce kendimizi düzeltmeliyiz dünyadan ve hatta toplumdan önce ki, o zaman hiçbir yerde ölmesin çocuklar. Önce içimizdeki ağır egolardan kurtulacağız, sonra milliyetçi vahşi hisler göçüp gidecek içimizden, sınırlar da kalkacak bir gün biliyorum. Sığınmacı çocuklar, bölünmez bütünlüklü vatanın savaş yaşadığı kısım topraklardan gelen çocuklar olmayacak bir gün. Bitecek bu savaşlar, üzülmeyecek, ölmeyecek çocuklar. Bu biraz romantik, gerçekler ise hiç de öyle değil. Aslında bu ka-

dar romantik olmayabilirdim, o çocuklardan biri benden bir parça olsaydı, belki de o coğrafyada yaşasaydım değişekti tüm dünya yargılarım. Ne zaman bir çocuk görsem sokakta dilenen, o zaman biraz seviniyorum onun adına. Göçmüş gelmiş buralara, her şeye rağmen gülüyor sokakta, bana bakıyor ve gülüyor. Bir gün bir eylem sırasında, kaçarken faşizmden, çantamdan dökülen eşyalarımı o çocuklardan bir tanesi getirdi arkamdan. “Abla ben korkmam merak etme, sen koş.” Ben koştum, o kaldı orada. Bazen dövülüyorlar benim kaçtıklarım tarafından, bazen gözaltına alınıyorlar. Ama dedim ya, yine de mutlular. En azından yaşıyorlar. Bir umut ya insanı yaşatan hani, onların da bir umudu var. Umut. Hâlâ hayattakiler için geçerli bir hissiyat. Ama geri gelmeyecekler var. Fraksiyon.org sitesinde devlet dersinde ölen çocukların güncellenen hâlini bulabilirsiniz. O çocuklar, artık büyümeyecekler. Siyasi ortamda değişiklikler ve düzenlemeler yaşandıkça, o çocukların isimleri sokaklara, okullara verilecek, ama hiçbiri geri gelmeyecek. Ailelerinin yaşadığı tarifsiz üzüntü ve içlerine yerleşen ikamesiz öfke de öyle kolay kolay geçmeyecek. Ama inanır mısınız, biz batılılar, savaşa alkış ve hatta tatlı, peçete ve kolonya tutarken, o anneler barış diye bağırıyorlar. Biz öldük siz ölmeyin evladım, diyorlar. Çok garip değil mi sevgili Batı?

Fotoğraf: Michael Robinson Chávez

H

ep empati diyoruz anlamak için olanları. Anlamlandıramasam da çoğu olanı, kendimi yerine koyma eylemini deneyerek ve bazen de yanılarak zaman geçiriyorum. Ne kadar yerine koysam da kendimi o annelerin, çocukların, yine de içim el vermiyor beylik laflara. Boğazımdan geçmiyor o videoları izlerken içtiğim meşrubatlar, haber kanallarına dokunamıyorum elime batıyor yalanlar. Dilim dolanıyor konuşurken, elim ayağıma karışıyor. Çok zor; görmeden, bilmeden, yaşamadan tercüman gibi davranmak. İlkokul sıralarından kalan bir şarkı çınlıyor kulğımda: “Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” İşte o köy, bana Doğu gibi geliyor. Güneydoğu Anadolu gibi. Yani vatanın bölünmez bütünlüğü uğruna yıllardır insanların ve hayvanların öldü(rüldü)ğü bölgeler gibi. Bir, devlet ve kurumlarıyla empati yapamıyorum. Sevimli gelmiyor bana, mağdur görünmüyor, gerçek değil gibi varlığı, inanamıyorum çünkü olanlara. Lise bitene kadar öğrendiğim geçmişimle üniversitede öğrendiğim geçmiş arasında ne dağlar yıkılmış, ne insanlar yakılmış, neler neler yaşanmış meğer... Ülkenin içinde yıllardır süren kaosu çözmüşüz, rahatlamışız, huzura ermişiz gibi; şimdi bir de Suriye var aklımızın o kirli havuzunda. Zaten vardı, zaten acıydı, ama şimdi o kıyıya vuran yavrucakla iyice göründü gözümüze. Ne yaptığını bilmezce, umarsız ve saçma davrananlara büyükler derler hani, onun gözüne var bir görünecek. Bizim de gözümüze göründü işte o gerçek. O havuz ki, her şeyi görüyor, biliyor, hatırlıyor. Medya denen kötü kalpli amcalar ucundan gösterip sonra unutturuyor olanları hepimize. Ama bazıları var ki unutmuyor. Unutamıyor. Şimdi ben sizinle unutamadıklarımı ve geleceğe dair umutlarımı paylaşacağım. Bahsettiğim umut tam da bu yönde, belki diyor bir iç ses, çok çalışırsak, çok konuşursak ve ses çıkarırsak değişebilir. Bir gün çocuklar ölmeyebilir koyun gezdirirken, sürülmeyebilirler yaşadıkları köylerden, üstlerine havan topu atılmayabilir ve hatta ana dillerini konuşabilirler, okuyabilirler, büyüyebilirler.

42 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 43


Ne zaman bir bombardıman görsem...

Yine Sanayi Devrimi, yine bozuk bir başlangıç

Birkaç tane kuzeninin yaşadığı evin bombalandığını görmüş bir çocuk, hepsi ölmüş o kuzenlerin. Kaçmak zorunda kalmışlar oradan. Şimdi, diyor, ne zaman bir bombardıman görsem (!) aklıma kuzenlerim geliyor. Çocuklar artık sık sık bombardıman görüyorlar. Bu çocuk Suriyeli. Bizden çok uzakta, hem madden hem de manen.

Günümüz dünyasında savaşlar meşrulaştı. “Savaşa Hayır” imza kampanyaları, mülteci koruma organizasyonları ve yardım kampanyaları etkisizleşti. İnsanlar artık sosyal medya ağlarında gördükleri acı ve dehşet dolu haberlerden etkilenmez oldu. Alıştığımız kanlı görüntüler nedeniyle tepkilerimiz de azalarak sonlandı.

D

A

aha da yaklaşınca biz batılılara, bir başka çocuk görüyorum aklımın havuzunda, içime sindiremiyorum olanları, ama çocuk hiç susmadan konuşuyor kafamda, unutamıyorum o bakışları. Sonra bir vekili çıkıyor milletin, yine kafamın içinden, diyor ki taş atan çocuklarla ilgili: Senin üzerine de her gün bombalar yağsa, akrabaların öldürülse, dilin sana konuşturulmasa, sen ne yapardın? Ben elime ne bulursam onu alırdım, atardım. Ya siz nasıl yapardınız, dilinizi konuşamasanız, bombalara alışsanız, çevrenizdeki herkesi öldürse birileri? Hatta bebekleri bile öldürseler büyüyünce terörist olmasın diye? Devlet gücünü kötüye kullanıyor galiba çünkü büyümüyor bazı coğrafyalarda çocuklar, aslında meraklanmaya hacet kalmıyor, ölüyorlar ya hani, terörist de olmuyorlar dolayısıyla... Başka ülkelerde yaşanan savaşlardan kaçan insanlar ve çocukları var. Yıllardır televizyonu açtığımızda her haberde görüyoruz: Suriyeli göçmenlerin bulunduğu bot Yunanistan’a geçmek isterken battı, bilmem kaç ölü, şu kadar insan hâlâ aranıyor. O çocukların her biri küçücük, ama kocaman hayatlar yaşıyorlar. Burada,

44 • Gaia Dergi • Ekim 2015

batıda, bir istatistikten öteye geçmeleri, çok görünür ve ızdıraplı bir dram hikâyesine bakıyor. Ölen binlercesini görmek çok zorken bizler için, bir sabah haberinde kıyıya vurmuş bir çocuk cesedine üzülüyoruz. O çocuk kıyıya vurması sayesinde konuşuluyor, binlercesinin cesedi Ege Denizi’nde bir oraya bir buraya savrulurken.. Bu arada Yunanistan’dan bir yetkili de açıklama yaptı: Ege Denizi cesetlerle dolu. Yunanistan sahil güvenliğinden isminin açıklanmasını istemeyen bir üst düzey yetkili, Sputnik News adlı siteye yaptığı açıklamada, Ege Denizi’nin her yaştan insan cesetleriyle dolduğunu, artık Yunanistan’ın imkânlarının tükendiğini ve bu ağır yükü tek başına kaldıramayacağını söyledi. Çocuklar ve aileleri Ege Denizi’ni umutlarına yol yapıp kaçmaya çalışırken, ölüyorlar. Umut tacirleri, savaşçı hükûmetler ve insan kaçakçılarına yol veren devletler. Eğer devlet gerçekten çok büyük ve güçlüyse bu kaçakçıların savaş mağdurlarını öldürmesine izin vermemesi gerekirdi. Demek ki yüzbinlerce insanın denizlerimizde ölmesine göz yuman devletin gücü ve kudreti de sorgulanabilir durumda. Üstelik “normal” vatandaşça.

slında yeni değil, Sanayi Devrimi’nden bugüne yükselen tüketim alışkanlığı savaşları da körükledi, ekolojik çöküşe yaptığı gibi. Tabii bu cümlenin ardından gelecek bir soru da var: Sanayi Devrimi’nden önce savaş yok muydu? Vardı, evet, ama bu denli kitlesel katliamlara sebep olmuyordu. Hiç masum değilleri yine, şimdikiler gibi. Kitlesel katliam silahlarının kullanılmaması o savaşları görmezden gelmemize veya daha az konuşmamıza neden olabiliyor. Hızlı tüketim için üretim niteliksizleştirildi. Üretimde hayvan, insan ve doğa sömürüldü. Doğal kaynaklar azaldıkça kimyasala yöneldik. İlerlettiği teknoloji ile muhteşem güçler elde eden insan, hayvanların üzerinde denediği kimyasal maddeleri tüm hayatımıza boca etti. Yani insan da devlet gibi, yönetebilmekten ileri gelen gücünü yanlış kullandı, hitap ettiği toplumun taleplerine yanıt veremedi. Hayvanlar da, doğa da, insanlık da nasiplendi bu kırımdan. Sanayi Devrimi’nden bu yana yaşadığımız canlı hassasiyetlerine müdahaleleri, savaş sebeplerini ve laf yerindeyse toplu cinayetleri “ekokırım” olarak da tanımlayabiliriz. Bu ekokırım doğa, kadın, erkek, çocuk, hayvan, teknoloji, tarih ve tüm açısından kültürleri etkiledi. Yani, “Savaştan etkilenmeyen hiçbir kişi, durum, konu, olay veya mekan yok” demek çok da iddialı değil. Ekokırımdan tüm gezegen etkilendi, etkileniyor. Bu yüzden yok oluyoruz. Kıtlıklarla, savaşlarla mücadele ederken yok oluyoruz.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 45


Türkiye’de ve dünyada, gün geçmiyor ki bir yasa çıkmasın ve devlet, bir hakkı çirkin makasıyla kırpmasın. Bir gün de görmüyoruz ki, bir hak ihlâli yaşayan hakkına kavuşsun ve suçlular cezalandırılsın. Ne yazık ki adalet yerini bulmuyor, bulursa artık çok geç kalınmış oluyor. Bu durumda “artık ne de olsa adalet yerini bulmuyor” diyerek naçizane inziva köşemize çekilmektense geriye dönük araştırmaları geleceğe yönelik umutlarla birleştirebiliriz.

B

ir umut ki, beni de yaşatıyor. Yoksa ne var ki dünyayı yaşanılır kılan? Gitmek çok zor, zaten gidince kaçmış oluyorsun düzeltemediğin gerçeklerden. Doğup büyüdüğü toprakları, komşularını, akrabalarını hatta her sabah gidip ekmek aldığı eski bakkal yeni süpermarketi bile özlüyor insan... O yüzden kalıp mücadele vermeli, büyüklü küçüklü, düşünsel veya bedensel, ama bir şekilde, mutlaka. Ortadoğu sıkıntılı bir yer. Var olan sıkıntıyı bir toprağa veya üzerinde yaşayanlara mâl etmek ise büsbütün saçmalık. Bu sıkıntıyı yaratan, bizim uzaktan bile rahatsız olduğumuz ancak orada yaşayanlarla hiç empati kuramadığımız topraktaki sıkıntıyı çıkaran, tam olarak biziz. Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki Cumhurbaşkanı, üç yıl önceki Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan; 5 Eylül 2012’de “İnşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız” dedi. Savaşı destekledi. Özel hayatı beni ilgilendirmez tabii, ama önce kardeşim diye bahsettiğim insanın sonradan kuyusunu kazmak şahsi yaşam ilkelerime ters düşüyor. Kimin kardeş kimin kalleş sınıfında yer aldığından net şekilde emin olmadan isimlerin önüne sıfat koymam. Konmasını da yanlış bulurum. Başka ülkeler ve liderlerinden bahsetmeyeceğim. Komşu ülkede yaşayan komşu halklara bir savaş “hediye ettik”, ardından ülkemizde onlara çadır kamplar “bahşettik”, neredeyse her gün deniz yoluyla ve kötü koşullarda botlara binip gitmelerini ve yarı nüfuslarını da yolda kaybetmelerini sağladık. Yaptığımız bu şakşakçılıkla savaşı körükledik. Savaşa alkış tuttuk, şimdi de yaralarına pansuman yapıyoruz. Biz alkışlamasaydık o yaralar olmayacaktı, pansumana da gerek kalmayacaktı. Bir dost olsaydık eğer, körüklemek yerine sakinleştirmeyi, çözüm üretmeyi deneyebilirdik. Petrollü doğal kaynakların bulunduğu bölge toprakları yüzyıllardır savaş alanı zaten. Ancak benim dahil olduğum neslin ergenliğine

46 • Gaia Dergi • Ekim 2015

denk gelen savaşlar Irak ile başlıyor. 2000’li yılların başından bugüne, 2015’e, neredeyse 15 yıldır özneleri farklı, mağduru ve sorumlusu aynı savaşlar ile karşı karşıyayız. Avazımız çıktığı kadar bağırdık. Ben henüz ortaokula gidiyordum. Taktım çantamı sırtıma, kapı kapı dolaşıp binlerce imza topladım, çocuk aklı işte: Bakarsın, Amerika benim işimi gücümü bırakıp imza toplamış olmamı ciddiye alır, durur, bir düşünür. Düşünmedi. Birkaç televizyon kanalı imzaları bölüştü ve umutlarımla birleşen imza dolu o kağıtları, muhtemelen, çöpe attılar. Bir ben değildim imza toplayan, çok topladılar. Yüz binleri aştı imzalar, ancak işe yaramadı. Savaş orada başladı. Ağladık. Ama o da işe yaramadı. Her gün cehennemden kareler geliyordu ya ana haber bültenlerine ya gazetelere ya da masum çocuk düşlere... Henüz ortaokula giderken bir imza kampanyası ile belki de savaşa engel olabileceğimi umarak başlayan savaş karşıtlığım süresince hiçbir savaşa engel olamadım. Ama umutlarım her geçen gün artan vahşete ve dökülen kana rağmen çoğalmaya devam ediyor. Aslında bu yazıda Ortadoğu’da savaşı ve etkilediklerini konu almayı planlıyordum. Ancak yazarken “güzel memleketimin” başına gelmeyen kalmadı. Fazla yönetim, iktidarın kırılamayan erilliği birçok sorun yarattı. Ortadoğu ülkelerinden fazla farkı olmayan bir toprakta yaşıyoruz uzun zamandır. Bu topraklarda her zaman ne kadar iyi kalpli, vicdanlı, namuslu insanların yaşadığından bahseder; geleneksel düşünen, eski toprak insanlar. Ancak ne yazık ki bu topraklar, vicdandan uzaklaşıyor her geçen gün. Thoreau, “Köleliğe ve savaşa karşı olmasına rağmen bunlara son vermek için kılını kıpırdatmayan binlerce insan var” derken çok haklıydı, sivil itaatsizliği benimsediği yaşamında, dış dünyadan, o rutinden kendini soyutlamakta ve toplumun kurallarına uymamakta. Şikayet ediyoruz, istemiyoruz; ama hiç de bir şey yapmıyoruz. Mesela Suruç Katliamı ile ülkede savaş başlatılmasına “resmen” sessiz kaldık. Hani “zulme” sessiz kalan dilsiz şeytandı?

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 47


DoğanIn İntİkamI nasIl

olacak dersİnİz? Devletler son yıllarda diplomatik ilişkileri keserek veya kesmeyerek, silahla veya sözlü, ortadan kaldırmayı başararak veya başaramayarak, fakat bir şekilde muhakkak ve mütemadiyen savaş hâlinde. Bu savaş hâli devletlerin bölünmez bütünlüğünden ziyade canlı hayatı zora, sıkıntıya ve tehlikeye sokuyor.

D

oğa, hayvanlar, insanlar. Her türlü canlı hayat, paranın satın alınamayacakları. Para ile alınabilenler artık tükendiğinde doğala yönelmek için çok geç olacak. Çünkü biz insanlar doğal olmayan, geçici zevkler için doğal kaynakların büyük kısmını tükettik. Yalvardık, ağladık, kimi kendini zincirledi, kimi boya attı kürklerin üzerine, kimi yasaları seçti dava açtı, kimi pankartını aldı yollara çıktı. İşe yaramadı. Savaş sürdü, öldük, yandık, kıyıldık. Bu savaşın ortakları doğal kaynakların da katil zanlısı. Ne uğruna yaşıyoruz, ne uğruna ölüyoruz. Ormanlar yanıyor savaşlarda. Savaşın bir tarafı, savaşırken ihtimallerin en fazlası kadar faşist, vicdansız ve mantıksız oluyor. O taraf, bir parça sınır için ilkelce dövüşmekten, bir neslin derelerini, ormanlarını yani nefesini, suyunu çalmaktan utanmıyor. Bir “nesli yok olan türü” o yakılan ormanın içinde yok olmaya mahkum etmek, mesela bir boz ayıcığı vurmak, 35 günlük bir bebeğin cenazesi, 13 yaşındaki teröristler (!) ya da o eşsiz sıklamenlerin yanışına seyirci olmak... Bunlar nasıl barış, neye dayanarak çözüm süreci?

48 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Cinayetler hangi hakla hepimiz adına işleniyor? Bir akla hizmet ettiği kesin olan bu savaşların mevzu bahis tarafı dışındaki kısım da ölen, ezilen, sokakta kalan, sürgünlerde sığınmacı, kamplarda çadırlarda yaşayan insanlar ve hatta inanmayacaksınız ama, onların minik hayvanları oluyor. İnsan her daim bir umut taşıyor işte... Yaklaşık 6 milyar yıldır varlığını sürdüren dünya, insanlara mekan olduğu 200 bin kadar yıldan sonra, bugün, eğer bir bilinci olsa şuan sadece pişmanlık yaşardı. İlkel çağlardan teknoloji çağlarına gelindiğinde devletlerin bizlere yaptığına kızıp “durmak”, hiç çalışmadan öylece kızmak çok da anlamlı gelmiyor bana. Devlet, devlet olana kadar şirin ve çalışıyor, devlet olmayı becerdikten sonra da elindeki tüm güçle onu var edenlere hata yapıyor, zarar veriyor, onların yaşamlarını zorlaştırıyor. Biz insanlar da bize mekan olan, dereleriyle sulayan, ormanlarıyla soluk aldıran, toprağıyla karnımızı doyuran dünyaya, az bir şey aklımız başımıza gelince ne yaptık? Yaktık kavurduk ortalığı, HES, nükleer santral, savaş derken yaşanılır bir tarafı da kalmadı.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 49


YanlI tarİhİn yanlIş

Y Fotoğraf: Steve McCurry

S

avaşlar uğruna ormanlar yakılıyor, doğal kaynaklar tüketiliyor. Bir savaş için harcanan paranın miktarı savaşa alkış tutan halk mensuplarının hayatlarının toplamında göremeyecekleri boyutlarda. Harcanan para ve zaman doğayı korumaya harcansaydı, şimdi 50 yıl sonra başka yaşanılabilir gezegenlere ihtiyaç duyuyor olmayacaktık. Ama ihtiyaç duyuyoruz. Mevcut düzeni sürdürdüğümüz takdirde, ki sürdürmeyecekmişiz gibi bir durum görünmüyor, doğal kaynaklarımız tükenecek. Hızla ve plansızca çoğalan insan, hayvanları katleden bir endüstriye kucak açmış, yanlış çevre siyasetlerine oy vermekte ısrarcı ve su savaşları da neredeyse kapıda. Bazı düşüncelere göre Suriye’de patlak veren savaş ve IŞİD adlı örgütün kolaylıkla ölümcül hâle gelmesinin sebeplerinden büyük bir kısmını iklim değişikliği oluşturuyor. Gerçekten nedir bu iklim değişikliği? Fosil yakıtlar kullanıyor, çok enerji harcıyoruz ve sürekli tüketiyoruz. Farkına varamadığımız bir durum var, bedava ve sonsuz görünen doğal kaynaklarımız tükeniyor. Deniz seviyesi tahmin edilemeyen bir hızla yükseliyor. Buzullar eriyor, türler yok oluyor. İklim değişikliğinin asıl sebebi küresel ısınma, bunun nedeni de sera gazlarının artmasıdır. Sera gazlarını artıranlar da tabii ki bir çam ağacı, bir

50 • Gaia Dergi • Ekim 2015

ayı, bir dağ veya bir böcek değil, insanlar ve onların tüketme çılgınlıkları. İklim değişikliğini reddetmek, şu an yapılabilecek en saçma işlerden biridir. İklim değişikliğini, küresel ısınmayı, üretmek yerine mütemadiyen tüketiyor olduğumuz gerçeğini kabul edip bir an önce çözüme adım atmazsak sonumuz geliyor. Üstelik bu son, devletlerin başlattığı o savaşlar gibi de olmayacak. Bir bombayla ölüp gidip hayatı yaşayamamak elbette çok üzücü. Fakat kıtlıkların süreceği onlarca yıl yemek ve su için insanların birbirlerini öldürecek olması bayağı korkutucu. Doğanın da tabii bir intikamı olacaktır. İklim değişikliği bir son değil. İnsanlar için olmasa da doğa için bir başlangıç. Tsunamilerle, denizin yükselip yüceliği ile betonların üstüne çıkması sonucunda hepimiz yok olduğumuzda dünya kendini yenileyecek ve belki de insansız bir hayat devam edecek evrimsel süreçte.

öğrenenlerİ bİr savaşIn tam ortasInda

anlış öğretilen tarih, gelecekte de yalanlar ve savaşlardan başkasını getirmiyor. Siyasilerin yüzyıllık çıkarları, çıkarların esaretindeki medya mensupları, yalan medyaya inanan yorumlayabilme yeteneğinden mahrum insanların varlığı ile birlikte tarih yanlış yazılıyor. Yanlı öğrenilen ve öğretilen yanlışlar kar topu etkisi ile büyüyor yıllardır. Bir yalana inananlar ile bir umudu arayanlar. Savaş diye bağıranlar ile özgürlük diye direnenlerin arasında olanlar ne yazık ki barış ve kardeşlikle değil savaş ve katliamlarla şekillenmiştir.

Ölenler her iki tarafta ama karşı tarafın tanımı asla kabul edilmeksizin “şehit” olarak tanımlanmıştır. Hayatını kaybedenler şehitse aileler üzülemiyor. Cennet var çünkü ucunda, e bazı bazı anmalar, sizi unutmadık kapsamlı da bir ufak maaş ve zaman zaman kontenjan. Geri gelmiyor vatan uğruna ölenler. Terörist adı altında etkisizleştirilen vatanseverler, gittiği yerde (!) -vatani görev mi?- dursun uğrunda ölme zorunluluğu bulunanlar... Mesela Kobane’deki çocuklara oyuncak toplayan bir grup vardı hatırlıyor musunuz? Suruç Katliamı ile hatırlıyoruz onları artık. Gözlerimizle gördük ne yazık

ki. Ceylan Önkol gibi. Hiçbir savaşmak niyeti yokken, tamamen masum ve savunmasızken öldürdüler onları da. Bir katliama yol verdi bunu engelleyebilme yetki ve becerisi olanlar. Kullanmadılar istihbaratlarını da mobeselerini de. Öldü insanlar. Zaten bu ülkede ölüyor insanlar. Bir anne çıkıp dedi ki Suruç’ta: “Keşke o bomba bizim burada patlasaydı. Biz Kürtler alışığız, ama Batı’dan gelen o çocuklar misafirimizdi. Keşke biz ölseydik. Ne diyeceğiz şimdi annelerine.” Nasıl savaş dersin bu kadınla veya onun coğrafyasıyla? Nasıl barışırsın bu iyi niyeti anlamayan, ağır silahlı, çıkarcı insanlarla? Türkiye’de bir savaş ki, 40 yıldır sürüyor. Sebepleri çok konuşuldu, sürekli tartışılıyor. Ölü çocuklar, ölü erkekler, ölü kadınlar. Ölmeden önce işkenceye maruz kalanlar. İşkenceden sonra ölmeyen, hâlâ hayatta olanlar. Kimi iftiralar, kimi itiraflar. Çok üzücü günler ki, ne yazık, hâlâ bitmedi, bitmiyor. 40 yıldır devlet denilen kurumun hem uğraştığı, hem milyonlar harcadığı, hem canlar aldığı. Türkiye’deki savaş o kadar meşrulaştı, Türkiyeliler bu savaşa o kadar alıştı ki, bir Suriye, bir Gazze gibi etki etmiyor artık Lice’den gelen sesler, Cizre’deki cenazeler...

Ancak bizim bir klişede denildiği gibi, hiç ölmeyecek gibi doğayla iç içe ve ona zararsız, yarın ölecek kadar da tadını çıkarmış olmamız icap ediyor. Bu tat çıkarma davranışı da kesinlikle, savaşarak, alışveriş merkezlerinde, şiddetle, harcamayla olacak bir şey değil.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 51


Mağdur veya Gerİlla:

KADINLAR ÖZNESİ OLMADIKLARI

S

BİR SAVAŞTA

avaşı kadınlar çıkarmıyor, savaştan zarar görüyorlar. Erkekleri tehdit etme unsuru olarak bile kadınlar kullanılıyor pek çok zaman. Kadınlara tecavüz olayı pek çok savaşa, savaş filmine, savaş yazısına konu olmuş bir acı olay. Savaş suçu diye bir gerçek yok aslına bakarsanız. Savaşın kendisi doğrudan suçken bu tanımlama da yeterince saçma kalıyor gerçeklerin yanında. İnsancıl kesim gibi, tamamlanmayan tecavüz veya iyi hâl gibi bir şey. Son aylarda iyice gündemimize giren ve bizi oldukça rahatsız eden IŞİD, savaşta kadınların büyük oranda kullanılmasına yeterli bir örnek. Köle pazarlarında kadınları “satan” bu çete, mal yerine koyduğu kadınları aynı eski dönem savaşlarında olduğu gibi bir savaş ganimeti gibi görüyor ve onların üzerlerinden para kazanıyor. Vahşet görüntülerinin yaygınlığına girmeyeceğim. Gerçekleri konuşamasak da farkındayız: Hamile kadınların deşilen karınları, doğurmak zorunda kalınan tecavüz bebekleri, seks köleliğiyle geçen hayatlar...

52 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 53


B

ugün Türkiye’deki sığınmacı kamplarına baktığımızda bir kadının beş ile on arasında çocuğu olduğunu görmek çok kolay. En yakın örneğini ise Cüneyt Özdemir’in yaptığı sığınma kampı haberinde görebilirsiniz, eğer onları ziyaret etme seçeneğiniz yoksa. Savaş ortamının mağdur topluma verdiği bir zarar da gelişememe. Gelişemeyen toplum, erkeğin egemen olmasına daha açık. Erkek egemen toplumlarda da en çok göze çarpan, kadınların kadınlığına, eğitimlerine ve iş hayatlarına yeterince, belki de hiç zaman ayıramaması. Hâl böyle olunca sürekli evde ve pek çok şeyden habersiz kadın, çocuk yapıp çocuk bakıyor, yemek pişirip ev temizliyor. Hayatları böyle geçiyor çoğu kadının. Yine gelişemeyen toplumun bir sonucu olarak erken evlilikleri görüyoruz. Zorla evlendirilen kız ve erkek çocukları, bir neslin daha kötü evrilmesine sebebiyet veriyor. Aslında hepsi birkaç erkeğin başlattığı bir lanetli kısır döngüden ibaret. Erken evliliğin tek kurbanı kız çocukları değil. Erkek çocuklar da toplumun kendilerine ve aslında cinsiyetlerine biçtiği rollerden dolayı oldukça mutsuz, kötü ve plansız bir hayat yaşıyorlar. Evin erkeği olma görevini 16 yaşında edinmiş bir erkek düşünün. Evin kadını da o yaşlarda bir kız çocuğu. Bu ikisini evlendiriyorlar ve bir çocuk sahibi olmaları yönünde baskı yapıyorlar. Henüz çocukken çocuk sahibi olduklarından çocuklarını da aynı ebeveynlerinden, köylerinden, çevrelerinden öğrendikleri gibi yetiştiriyorlar. Acılara mahkum görünen ve gelişemeyen kadınlar var evet, ama bir de savaşan kadınlar var.

Bu genelde Arap toplumlarında yer bulan bir durum değil. Daha özgürlükçü, daha gelişmeye açık toplumların içindeki kadın gerillalar erkek egemenliğe adeta baş kaldırıyorlar. Bu nokta da eleştiriye açık bir bakıma. Mesela benim en yakından gördüğüm kadın savaşçılar Kürt toplumunda ve YPJ özelinde kendine yer buluyor. Ancak Kürt özgürlük mücadelesine baktığımızda kadınların durumu etnik mücadeleden daha kötü görünüyor. Hâlâ, tüm mücadeleye rağmen zorla evlendirilme, kuma, çalıştırmama, gelenek ve törelere yönelik cinayetlerin söz konusu olduğu su götürmez gerçeklerden. Bu şartlarda yaşayan kadınların bir kısmı kaderine teslim iken bir kısım da gerillalığa evrilerek mücadelesini hem etnik manada hem de kadın özgürlüğü adına sürdürüyor. Kadınların önündeki engel kürt olmaları değil elbette. Coğrafyanın bu tarz yanlışlarda etkisinin büyük olduğu bir kesin. Coğrafya kaderdir, hatırlarım hep, İbn-i Haldun. Kadere boyun eğmek yerine, onunla mücadele edenlere selam olsun! Tabii ek olarak bunlar Ankara’dan yazılıyor. Görme olanağı bulduğum birkaç kadın gerillanın, dinlediğim birkaç hikâyesinden ileri gidemez analizlerim. Bir olayı, kişilerin yaşantısını sadece hislerle analiz etmek çok saçma aynı zamanda geçersiz de bir tutum. Durumlar yaşanılan mekân ve zaman içinde kendini en açık şekilde gösterir. Ben uzaktan, kadınların öznesi olmadıkları bir savaşın, savaş kazanılsa dahi, kurbanı hâline gelmelerinden yana değilim, fakat yine de bir özgürlük için mücadele etmek, bir uğurda can vermeyi göze almak onurlu bir davranış. Uzaktan görünen gibi değildir muhakkak hiçbir gerçek.

SAVAŞIN NEDENI ERK(EK)LIĞIN TATMINI

E

rkeklik tatmini için çıkıyor bütün savaşlar. Güç gösterisi, sahiplik arzusu ve sahip olunanların kıyasından ortaya çıkan yine ego. Evet, erkekler çıkarıyor. Ancak birkaç zengin veya egoist erkeğin hatasını tüm erkek kişilere mâl etmek büyük yanlış. Irkçılığın da çıkış noktası değil mi bu genellemeler zaten? Ancak erkeklerin bunu anlayamadan, birilerinin egosu ve yine aynı birilerinin kazanacağı para için canlarından, evlerinden, yurtlarından ve özgürlüklerinden mahrum olmayı göze alması hiç anlaşılır gibi değil. Erkekler savaşıyor, ölüyor. Savaşmayanlar veya artık savaşamayacak durumda olanlar göçüyor diğer hemcinsleri ve yurttaşları gibi. Aylan’ın babası gibi. Yolda parçalarını bırakarak. Yollara umut bağlayıp gidiyorlar, bir yerlerde sığınmacı olup yaşamaya çalışıyorlar. Sonra bir başka sorun, bir başka sürgün... Şöyle bir bakınca çevreye; apartman yöneticisinden bir dernek veya vakfın başkanına, müdürlerden dini önderlere, menajerlerden emlakçılara kadar çoğu otorite erkek. Pek çok sorun erkek egosu ile çıkıyor ortaya. Bu kötü bir feminizm denemesi değil. Önceden de bahsettiğim gibi bir cinsel organa değil bir baskın egoya dayanıyor erkekliğin indirilemeyişi. Toplumun yönettiği tabular, tam da burada sıkıntı var.

54 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Toplum kendi yönettiği, oluşturduğu tabulardan şikayetçiyse şayet değiştirmesi çok zor değil. Zor olan kendini değiştirmeden başkalarının değişmesini beklemek. Kültürümüzü yaktılar bu topraklarda yıllar süren savaşlarda. Aydınlarımızı yitirdik, üstelik kızlı erkekli. Tarih kitapları yanlış yazdı gerçekleri ve şimdi aydınlar sınıfında olması gerekenler burada yoklar. Burada olanlar savaşları da çıkaranlar. Medyayı satın alanlar, okullara, yargıya, devletin tüm kurumlarına sızanlar. IŞİD denilen örgüt binlerce yıllık tarihi yok ediyor yakınlarımızda. Mesela beni çok güldüren bir davranış sergilediler geçtiğimiz aylarda. Süleyman Şah Türbesi kaçırıldı. Bu işin komik (!) kısmı tabii... Müzeler, antik şehirler, daha neler neler... Ayrıca “zekamızı” da çok yanlış kullanmışız. Bu denli savaş üretecek kişi ve bütçe resmen israf olmuş. Savaş endüstrisini tamamen kapatsak ve artık kullanmasak elimizde kalan para, zaman, emek ve işgücü ile dünyayı sürüklediğimiz sefaletten kurtarabilir, hatalarımızı telafi edebilirdik. Belki iyi insanların yaşadığı sınırsız bir dünya köyü işte... Ama öyle yapmadık. Binalar yaptık, silahlar yaptık, teknoloji çok gelişti ve artık hepimiz bağımlıyız, çoğu faydasız bağımlılar.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 55


NE YAPACAĞIZ? Gandhi’ye göre siyasi yaşamı oluşturan iki etkinlik, söz ve eylemdir. Gandhi şiddetsizliği ve sivil itaatsizliği esas alır, ancak bu eylemlerden farklı olarak öğretisi Satyagraha’da çatışma da vardır. Şiddetsizlik, şiddet karşıtı dil ve şiddet karşıtı eylemlere yönelmemiz bir anda mümkün olmayabilir. Mevcut şartlarda başka hâl değişikliklerinden önce illa ki şiddetsizlik istemek biraz ütopik olacaktır. Tarafların aynı anda şiddeti kesmemesi durumunda birçok insan ölmeye devam edeceğinden daha fikirsel taktikler geliştirme gerekliliğine inanıyorum. Gandhi’nin Satyagraha öğretisine göre, bireylerin çatışma sırasında uyması gereken 6 kural ise şöyle:

TÜM SAVAŞLARA RAĞMEN BARIŞIN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ TOPRAKLAR

A

ndorra, Kosta Rika, Dominika, Grenada, Haiti, İzlanda, Kiribati, Lihtenşayn, Marshall Adaları, Mauritius, Mikronrezya Feodal Devletleri, Monako, Nauru, Palau, Panama, San Marino, Solomon Adaları, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, Tuvalu, Vanuatu, Vatikan. Bu ülkeler wikipedia.org’da silahlı kuvvetleri olmayan ülkeler başlığı altında yer alıyorlar. Bazı ülkeler ordunun kendilerine çok masraf çıkardığı gerekçesiyle, bazıları yasak nedeniyle ve bazıları da gerek duymadıkları için ordusuz yaşayabiliyorlar.

Bazı ülkeleri başka büyük ve güçlü ülkeler, gerektiği zaman koruyor, bazılarının ufak orduları var ama tamamen sembolik. Bazı ülke minik polis ekipleri yapmış kendine, bazıları ise bizim gibi milyarlar harcıyor hâlâ askeri eklentilere... Barış içinde yaşamak oysa en kolayı. Olanlar hepimize o kadar da çok yeter ki, bilmiyoruz. Çünkü bilsek böyle davranmazdık. En mutlu ülkeler listelerine her sene daha az savaşan, daha az yarışan ve daha az çoğalanlar giriyor. Bazen insan geleneklerle ilgili düşünmeden edemiyor.

Worldometer.com’daki verilere göre, bu yıl yaklaşık 4 milyon hektar orman alanı yok oldu, yaklaşık 28 milyar ton karbon salındı, 800 milyona yakın insan aç ve 2 milyardan fazla kişi de aşırı kilolu. Veriler adaletsizliği apaçık anlatıyor. Petrolün geniş yer kapladığı savaş gerekçeleri yaklaşık 14 bin gün sonra, petrol tükendiğinde, yerini neye bırakacak dersiniz? Bugün hunharca harcadığımız su ve doğanın tamamı savaşmak için yeterli bir sebep. Hayatta kalma mücadelesi! Bugün uğruna savaştığımız petrol için, bir gün uğruna savaşacaklarımızın hepsini, hiç düşünmeden heba ediyoruz. Bir hırs, bir rant ve bir özne yüklem uyuşmazlığı. Savaşın öznesiyiz, fakat hiçbir yüklem olumlamıyor yaşantımızı. Birileri savaşıyor, kazanıyor, bizse savaştırılıyor ve kaybediyoruz. Savaşın sonunda kazanan hep savaş oluyor.

56 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 57


1) Şiddet kullanılmamalıdır. Korkaklık ve çekingenlik, şiddet kadar olumsuzdur.

4) Her eylemin bir bedeli olduğu bilinmelidir.

2) Çatışma aşamasında eylemlere ilişkin verilen kararın, çatışma sonunda ortaya çıkması istenene uygun olması gerekmektedir.

5) Çatışmada tarafların temas etme olasılıklarını yitirmemek için gerekli olan yapılmalıdır. Kafadaki imaj hareketli ve esnek olmalıdır.

3) Şer güçlerle işbirliği yapılmamalı, kötü olana zarar verilmemelidir. Fakat ona yardım da edilmemeli, onunla işbirliği yapılmamalıdır.

6) Çatışma ortamının tansiyonu olabildiğince düşük tutulmalı fakat diğer taraftan protesto etme ve görüşme olanakları da sonuna kadar kullanılmalıdır.

Evet, hayvan hakları, ama önce insan hakları diyoruz, çok sayıda insan sürekli ölünce, birkaç soytarı ve onların kararları yüzünden. Ancak savaşlar tam da burada başlıyor: Her şey insanlar için değil. Doğayı görmezden gelerek yaptığınız her yatırımın sonu hüsrandır. İnsanların merkez olduğu ve kurtuluş için önce doğanın ve hayvanların biraz daha ölmesinin bir sorun yaratmayacağını düşündüğümüz anda hepimiz birer savaşçıyız. Çok düşünmeli bunları. Savaşlar bitecek, umutsuzluğa sürükleyen geçmişe rağmen çokça umudum var istisnalara. Bu bir akım. Bu bir denklem. Bilinmeyenleri biz biliyoruz. Eğer gerçeğin peşinden ayrılmadan çalışmalarımıza tüm kararlılığımızla devam edersek bakarsınız her şey güzel olur. Bakarsınız bir gün savaşlar biter. Bakarsanız bitmez tabii, unutmamak ve her daim koşmak gerekir. Bu koşuyu elinde milliyet ve kan içermeyen bayraklarla başlatanlar var tabii, öldü çoğu, mezarsız çoğu, kayıp çoğu. Ama olsun. Barış gelecekse bir gün, ölmeyecekse masumlar, ölürüz çoğumuz yine. Bayrağı devralabilirsek ne mutlu biz gençlere, milliyetsiz, şiddetsiz, çalışkan ve umutlu gençlere.

İngiltere’nin Hindistan’da üretilen tuz ile ilgili yüksek vergi ve tekelliğine karşı Mohandas Gandhi tarafından 1930 yılında pasif direniş başlatılmış ve mücadele kısa sürede Hint Bağımsızlık Hareketinin önemli bir parçası olmuştur.

Devlet, tüm gücünü ve otoritesini aldığı ve ona göre davrandığı bireyi daha yüksek ve bağımsız bir güç olarak tanıyana kadar, gerçekten de özgür ve aydınlanmış bir devlet olmayacak.

58 • Gaia Dergi • Ekim 2015

-HENRY DAVİD THOREAU

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 59


1990

yılında Texas Üniversitesi’ndeki 2’nci yılında oyun yazarlığı dersleri alırken yollarının Owen Wilson ile kesişmesi, film kariyerini başlatan, belki de zirveye ulaştıran en büyük etkenlerden biridir. Wilson ile birlikte senaryosunu yazarak sinema dünyasına giriş yaptığı ilk üç filmi: Bottle Rocket, Rushmore ve The Royal Tenenbaums. Giderek daha da geniş bir yer edindiği sinema dünyasında Wilson kardeşler (Owen, Luke ve Andrew), Jason Schwartzman, Bill Murray, Roman Coppola, Noah Baumbach, Angelica Huston, Kumar Pallana gibi sanatçılardan oluşturduğu ailesiyle yoluna devam ediyor ve bu çekirdek kadroyu hiç değiştirmiyor. Anderson, popüler yapımlardan tanıdığımız ünlü oyunculara verdiği oldukça saçma ama dikkat çekici yan rolleri imzası hâline getirerek bir kez daha ayrıntılara verdiği önemi gözler önüne seriyor.

Adıyla birlikte mutlaka anılan simetri takıntısı öyle boyutlara ulaşmış ki, her bir sahnenin minicik objelerden tutun da filmin afişine kadar tüm basamakları kontrolden geçmeden seyirciye sunulmuyor. Birlikte çalıştığı insanlar Anderson’ın bu özelliğine alışmış görünüyor. The Grand Budapest Hotel filmiyle, gerek Oscar gerekse BAFTA ödüllerinde “En İyi Kurgu” kategorisinde aday gösterilen Barney Pilling, Anderson’ın çalışma stilinin ve inceliğinin, kendisine filmin son aşamasında neredeyse hiç düzenleyecek nokta bırakmadığını ifade ediyor.

RENGARENK FİLMLERİN

MERKEZİNDE YAZILAN

KİTAPLARIN YÖNETMENİ:

WES ANDERSON Yazar: Esra Aydın

Geçtiğimiz sene içerisinde The Grand Budapest Hotel filmi ile adından sıkça söz ettiren ve bu film ile ödül yağmuruna tutulan Wes Anderson, birçok filminin hem yönetmenliğini hem yapımcılığını hem de senaryosunu üstlenerek ortaya tam bir şaheser çıkarma amacı ile sürdürüyor kariyerini. Filmlerinin neredeyse hepsinde müziklerinden kostümüne, ışık ayarlamalarından kurgusuna kadar her ayrıntıyla kendisi ilgilenen Anderson, sinema dilinde “Auteur” terimine layık görülüyor. “Kendi kontrolünü ve bakış açısını filmlerine tamamen yansıtan sanatçı” anlamındaki bu söz; her biri ilk 10 saniyesinden kendini apaçık belli eden yapımların kendine has renkleri ve kurgusunu tescilliyor. 60 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Üzerine birçok yazı derlenen ve hayran videoları oluşturulan bir başka konu ise filmlerde hâkim olan renk çeşitliliği ve yönetmenin uyum konusunda mükemmelliğe vardırdığı tercihleri. Fantastic Mr. Fox (Yaman Tilki) filminde hakim olan güneş sarısı ve kahverengi tonları; Moonrise Kingdom’da (Yükselen Ay Krallığı) ortaya serpiştirilmiş açık mavi, gül kurusu, açık sarı ve yeşilin birçok mat tonu; The Grand Budapest Hotel’de (Büyük Budapeşte Oteli) özenle hazırlanmış devasa bir pasta pembeliği, göz alıcı mor ve krema beyazlığındaki canlı renkler; The Darjeeling Limited’da Hindistan’ın egzotik ruhunu uzaklardan hissetmemizi sağlayan köri rengi, açık kahverengi ve deniz mavisi… Sayamadığım birçok filmine ve tamamen görsel bir şelale etkisiyle seyirciye sunduğu özenli sahnelerine haksızlık etmiş olsam da diğer filmlerini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 61


“Kabalık, bir korku ifadesidir. İnsanlar istedikleri şeyi elde edememekten korkarlar. En iğrenç ve itici insana bile sevgi gösterdiğinde bir çiçek gibi açar.”

Çoğu zaman masalsı bir yolculuğa çıkacağımızı, filmin girişine koyduğu meşhur “kitabın kapağının açılma sahnesi” ile baştan garantiliyor Anderson. Bu kültleşmiş sahne, adeta “İşte ben bir Wes Anderson yapımıyım!” diye bağırıyor seyircinin yüzüne. Kitapların hayatında çok büyük bir yer kapladığını filmleriyle bize dolaylı anlatan yönetmen, The Grand Budapest Hotel filminde Stefan Zweig’ın “Beware of Pity” ve “The Post Office Girl” kitaplarından esinlendiğini dile getiriyor. Anderson bazı filmlerinde, kitap-sinema evrenini daha da büyüleyici ve gizemli hâle getirmek için anlatıcıları kullanıyor. Bazen de aralara eklediği animasyon sahneleri ve kitapların satırlarını kamera önüne getirerek kuvvetlendiriyor anlatımını.

“12 yaşında bir çocuk hayal dünyasına ait bir kitap okuduğunda, öylesine ayakları yerden kesilir ki tüm bu dünyayı kendi gerçekliği hâline getirir. Ve âşık olursa eğer tüm dünyası aşkı olmuş demektir. Sualtında olmak gibidir, her şey değişmiştir.” Moonrise Kingdom, Anderson’ın yaratmaya çalıştığı kitap-sinema evreninin gözde temsilcisi ve zirve noktası olarak kendini gösteriyor seyirciye. İki tane 12 yaşındaki küçük insanın saf ve aşk dolu macera yolculuğu olarak tanımlıyor filmini. Kitaplarını minik bir valizde taşıyan ve ailesinin karmaşık ilişkilerinden kaçmak için hayal dünyasından bir kalkan inşa eden Suzy, Sam’i ilk gördüğü an ona âşık olur. Kahraman bir izci olmaya kendini adamış Sam ise Suzy’i gördüğükten sonra onun dışındaki hiçbir varlık ile ilgilenmeyecektir. Olmazsa olmaz kitap tutkusunu filmin her karesinde ustalıkla görünür kılıyor. Suzy’nin çantasında taşıdığı ya da okuduğu kitaplar gerçekte hiç var olmamış eserler. Ancak Anderson’ın bize sunum şekli ile yarattığı gerçeklik bu eserleri hayatın içinde var etmeyi başarıyor.

“Eğer bir insan her ne sebeple olursa olsun, olağanüstü bir hayat yaşama fırsatına sahipse onu kendisine saklama hakkı olamaz.”

Y

önetmenin ikinci filmi Rushmore, annesinin ölümünün ardından kendini okulu Rushmore Akademisi’ne adayan liseli Max Fischer’ın hikâyesini anlatıyor bizlere. Çekimlerini kendi lisesinde yaptığı bu filminde, yapımına kendinden bir şeyler kattığının da altını çizmek istiyor yönetmen. Kütüphanede “Diving for Sunken Tree” isminde bir kitabı okurken içinde bulduğu ilginç bir not ile hayatını giderek karmaşıklaştırmaya başlayan Max’in yaşadığı çatışmalar, Anderson’ın hemen hemen her filminde değindiği aile içi iletişimsizlik ve travmaların başlangıç filmi niteliğinde.

62 • Gaia Dergi • Ekim 2015

“Jack: Ne dedi? Peter: Trenin kaybolduğunu söyledi. Jack: Tren nasıl kaybolabilir? Sonuçta rayların üzerinde.”

S

enaryosunu yazmayı bitirmeden önce hayatında hiç Hindistan’a gitmemiş Wes Anderson, bu filminde ülkenin ve insanların profilini oldukça iyi çıkarmış gibi görünüyor. Birbiriyle sorunlar yaşayan ve neredeyse kopma noktasına gelen üç kardeşin trenle Hindistan’a yolculuğunu anlatan film yönetmenin en başarılı ve renkli filmlerinden biri. Aile içi iletişimsizliklerin en az The Royal Tenenbaums kadar sorunlu olduğu bu filmde komedi ve trajedi dozu neredeyse mükemmel ayarlanmış. Hiçbir filmi bizi kahkahalara boğmuyor ya da ağlamaktan bitap bırakmıyor, ancak yumuşak duygu geçişleri ile film içimize işlerken kendimizi karakterlerin yerinde buluyoruz. Kendine özgü teknikleri, oyuncuları, renkleri, müzikleri, kostümleri ile bir pastanın kat kat inşası kadar özenli yapımlarını kronolojik sırayla izlediğimizde kendini ne kadar geliştirdiğini görebiliyoruz yönetmenin. Ancak filmlerinin her bir köşesine sinmiş ruhunu ilk dakikadan anlayabilmemiz de küçük taşlardan yarattığı engin hayal denizini biraz olsun kavrayabilmemize olanak sağlıyor.

Film Önerisi: Fantastic Mr. Fox

Sayfada bulunan QR kod ile Moonrise Kingdom filminden Suzy’nin kitapları üzerine Wes Anderson tarafından çekilmiş kısa filmini izleyebilirsiniz.

2009

yapımı animasyon filmi Fantastic Mr. Fox’ta hayvanların dünyasına yolculuk yapmamızı sağlıyor Anderson. 1970 yılında yazılmış aynı isimli çocuk kitabından uyarlanan bu filmde zeki ve muhteşem tilki Mr. Fox, doğası gereği vahşi olmak istemekte ancak aile hayatından dolayı bu şekilde davranamamaktadır. Yeni satın aldığı evin karşısında bulunan, ülkenin en acımasız ve açgözlü çiftlik sahiplerinden tavuk, ördek ve elma şerbeti aşırmayla girdiği yolda beklenmedik gelişmeler olur. Derinlemesine değindiği insan, doğa ve hayvanlar âlemi çıkmazında bir kez daha, lüks uğruna insanın ne kadar gaddar olabileceğine şahit oluruz. Diğer bütün filmleri gibi bir solukta hızla akan film; renkleri, simetrisi, müzikleri ve seslendirmen seçimi ile estetik algımızı değiştirebilecek güçte. Yapım aşamasında 535 kuklanın kullanıldığı özel teknikleri ile klasik animasyon çizgisinden çok uzakta bir cevher sizleri bekliyor.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 63


Hindistan’ın kuzey bölgesi... Batısında Pakistan, kuzeyinde Afganistan, doğusunda ise Himalaya Dağları ile çevrelenmiş ve adeta kültür cenneti olan Sirinagar şehri, geçimini sağladığı Dal Gölü üzerine kurulmuş. Bot otelleri ise Dal Gölü’nü çevrelemiş. Gölün üzeri nilüfer çicekleri ile kaplanmış, Himalaya Dağları’nın eteğinde bulunan bu güzel şehrin insanları da bir o kadar mutlular. Orada yaşadıkları için kendilerini şanslı hissediyorlar. Yaşam alanları hâline gelen gölün üzerinde bulunan bahçelere ulaşım aracı olarak da “şikara” denilen kayıklar kullanılıyor. Himalaya Eteklerinde Dal Gölü kıyısında şikara ile gezerken amansızca bastıran Muson yağmuru sonrası yorgun düşen kayıkçının bir anı... Fotoğraf: Emrah Oprukcu

64 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 65


G

erçeküstü hikâyelerin; gerçeklerin en acısı ölümlerle dolup taştığı, bir elimizde kırılan hayallerimizin keskin parçaları, diğer elimizde bizi ürküten kan kokusuna rağmen umudumuza dayanarak güzel düşlediğimiz ülkemiz: Türkiye

Ülkemizde her şey iç içedir. En başından itibaren sadeleştirme, tekleştirme, benzeştirme niyetleriyle atılan her adıma rağmen gittikçe karmaşıklaşmıştır. Çünkü doğanın karmaşıklığı müthiş bir düzenin sürekliliğinin sonucudur, yani hiçbir müdahale olmadan da işleyebilecek basitliktedir. İnsanın, kendi aklına hayranlığı ve onu besleyen kötü duygularıyla var olmayı becerebilmiş hâliyle bu düzeni bir düzene sokmaya çalışması bencil bir türün yarattığı kaostur. Bu karmaşıklıkta ilk etapta doğru ve yanlışlar fark edilemez hâl alır. Eli vicdanında olan kişi neyle uğraşırsa uğraşsın zalimin dikkatini ve şiddetini çeker. Çünkü bu, zalim kişi için tehlikeye karşı en kısa ve net yoldur.

Sabahattin Ali “… Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!” diyerek derdini ve suçunu en iyi kendisi dile getirmiştir. 41 yıllık kısacık ömründen sonra hepsini hakkıyla kazandığı sıfatlara sahip olmuştur: Öykücü, şair, öğretmen, yazar, gazeteci ve tercüman. Çok sevdiği ülkesinin halkıyla beraber yaşayacağı güzelliklerin önünde engel gördüğü ne varsa bunu dile getirmesinden ötürü “devlet düşmanı” ilan edilir. İyi niyetinin sonucu ortaya çıkan başarılı eserleri sonrasında elde ettiği bütün sıfatların üstüne bu şekilde gidilerek hem kendisine hem de insanlığa kötü bir karalama yapılmıştır. Son yirmi yılda eserlerine duyulan hayranlık çok fazla artmasına rağmen, Sabahattin Ali’nin bu eserleri hangi zorluklarda nasıl ürettiği üzerine düşünülmemektedir. Popüler kültürün tüketici yapısı kendisini sadece kitaplarından alıntılanan birkaç cümleyle harcamak niyetindedir. İyi niyetli ama yine tüketim eğilimindeki okuyucular da bu durumun en büyük suçlularındandır.

SABAHATTİN ALİ KANATLARI KIRILMIŞ AMA AKLI ÖZGÜR BIR GÜVERCIN Yazar: Engin Düz

“Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için.”

“Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” -Hrant Dink 66 • Gaia Dergi • Ekim 2015

“Bu saatlerin bir daha geri gelmeyeceğini, karanlık bir his ikisine birden tekrar edip duruyor ve aynı zamanda, saadetlerinin gölgesiz olması için dimağlarının bu andan başka hiçbir şeyle meşgul olmaması lazım geldiğini onlara fısıldıyordu. İkisi de ne bir saat önceyi, ne de bir saat sonrayı düşünüyorlardı. Bütün hislerden ve düşüncelerden daha kuvvetli olan ve insanı hayatında ancak birkaç defa idaresi altına alan tabii ve hakim bir duygu şimdi ikisini de avucunun içine almıştı. Bu anda etraflarındaki ağaçlar, karşılarındaki deniz kadar bu kuvvete tabiydiler. Bir tek üzüntüleri, bir tek istekleri yoktu. Hatta her istediğine nail olanların iç sıkıntısı da onlardan uzaktı. Saadetin bu kadar tamam ve mükemmel oluşu ikisini de şaşırtmış gibiydi. O kadar ki birbirlerine söyleyecek tatlı sözler bile bulamıyorlar, sadece derin derin nefes alarak gülümsüyorlardı.”

S

abahattin Ali’nin öldürülme şekli hâlâ aydınlatılmamıştır. Öldürülmeden önce devlet tarafından kendisine yapılan baskılar önce yazarlık yapmasını engelleyen, sonra da attığı her adımı izleyerek özgürlüğünü kısıtlayan devlet, Ali’yi sınırları bütün ülkeyi kaplayacak bir hapse mahkûm hâle getirmiştir. Bu durumdan kurtulmak için yurtdışına gitme denemesi, kendisinin de zaman zaman dile getirdiği ve beklediği ölümüyle sonlanmıştır. Zamanında büyük yankı yaratan bu olay, sonraki on yıllarda her seferinde karşımıza çıkan faili

meçhullerin cumhuriyet tarihinde başlangıcı sayılabilir. Musa Anter, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Metin Göktepe ve yakın tarihte olduğu için adım adım bütün senaryosunu izlediğimiz Hrant Dink cinayetiyle beraber başlangıçtan beri yöntemde ve sonrasında katı bir şekilde sergilenen inkâr yolunun hiç değişmeden sürdüğünü görmemizi sağlamıştır. Bu isimlerin yanı sıra binlerce benzer senaryoyla beraber gerçekleştirilmiş cinayetler gibi Sabahattin Ali’nin öldürülmesi de bilinen bilinmeyenlerden olmuştur.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 67


Y

azdığı romanlarda, şiirler ve öykülerde insanı yaşadığı doğanın içerisinde bütün aciziyeti ve muhteşemliğiyle bir canlı olarak gören ve bütün duyguları en saf hâliyle dile getirip aynı zamanda bizi bize hatırlatan, anlatan biridir. Dönemin (Cumhuriyet’in ilk yılları) toplumsal ve yönetimsel geçişten kaynaklı karmaşıklığının etkisiyle yazarların; şehir ve köy ayrımını hissettiren ve bu ayrım üzerinden insanı sınıflandıran romanlarına benzemez bir şekilde insanın ortak yapısal benzerliklerini ve varoluşsal sıkıntılarını ortaya

koyan, dönemsel değil evrensel bir yazardır. Sadece çağına değil, öncesine ve sonrasına da hâkim olan ve bu hâkimiyetini masumane bir şekilde sadece eline aldığı kaleme uygulayan biri nasıl devlet düşmanı olur ki? Ya da düşman olsa bile o devlet, nasıl bir devlettir ve devlet insan olmadan nedir ki? Bu sorulara herkesin bizle beraber aynı cevabı verdiğini düşlediğimiz dünya umudumuz ve buna dayanan emeğimizle bu şekilde öldürülmüş insanlarla düşdaşlığımızı göstermeliyiz, bu da bizim affedilmez suçumuz olsa bile.

“Yusuf sırtını büyük çınarın gövdesine dayayarak gözlerini gecenin içine dikti. Derenin öte yakasındaki ağaçlar; şehre doğru uzanan ve üzerindeki su birikintileri yer yer parlayan çamurlu yol; zaman zaman alçalıp koyulaşan ve yükselip açılan bulutlar, birbirine karışmış, birbirlerinin içinde kaybolmuş gibi görünüyorlardı. Sanki tabiatta bu anda müstakil hiçbir şey yoktu. Yusuf kendini de bu muazzam ve yekpare geceye yapışık sandı ve korkuyla ürperdi. Islak ellerini yüzünde dolaştırdı. Kirpiklerinden yanaklarına yağmur suları süzülüyordu. Yaptığı hareketler ona hiçbir yere bağlı olmadığının şuurunu verdi. Hatta yavaş yavaş etrafından ne kadar ayrı olduğunu, ne kadar uzak olduğunu hissetmeye başladı. Bir an içinde deminkinin tamamıyla aksi olan bir yalnızlık duygusuyla sarsıldı. Etrafına baktığı zaman ağaçların, bulutların, derenin kendisinden hızla uzaklaştığını sezer gibi oldu. Kasabanın bazı evlerinin pencerelerini aydınlatan hafif ve sarı bir ışık, Yusuf’un ıslak gözlerinde yıldızlanıyor ve dalgalı bir su üzerine bırakılmış gibi oynuyordu. İki eliyle arkasındaki ağacın kabuklarına sarıldı. Parmakları soğuk yarıkların arasına girdi. Elini hemen geri çekti ve göğsüne götürdü. Göğsünün içinde, bu asırlık ağacın kabuğu gibi, yarıklar bulunduğunu sandı ve gırtlağına kadar bir ateşin çıktığını hissetti. Aman Yarabbi, ne kadar yalnızdı…”

İ

lk yazdığı şiirde okuyanın kendi çıkardığı bir anlamdan ötürü aldığı hapis cezasıyla dikkatleri üstüne çekmiş olsa da asıl; Aziz Nesin ve diğer arkadaşlarıyla beraber, bütün yaratılan imkânsızlıklara rağmen büyük kitlelere ulaşan ve iktidarın yaptıklarının “bir türün yarattığı kaos” olduğunu anlatma derdini açıkça ve korkmadan eleştirmesiyle dikkatleri çeker üstüne. Bu gazete Merhum Paşa olarak sonlanana kadar birçok isim değişikliğinden geçen Marko Paşa’dır. Bu gazeteyi çıkarmanın zorluklarını ve gazete çıkarken yaşadıkları baskıları “Dünyaya niçin geldi-

“Dışarıda deli dalgalar Gelip duvarları yalar; Seni bu sesler oyalar, Aldırma gönül, aldırma Görmesen bile denizi, Yukarıya çevir gözü: Deniz gibidir gökyüzü; Aldırma gönül, aldırma”

ğini, niçin yaşaması ve niçin ölmesi lazım geldiğini bilenler bu gazeteyi çıkarıyorlar” diyerek tanımlamıştır. Bunun karşılığında bazı cezaevlerinin resmi tutsağı olur. Sinop Cezaevi de içinde tutulduğu hapislerden biridir. Bu cezaevi denizin hemen kıyısında, duvarlarını dalgaların dövdüğü, küçük ve yüksek balkonundan bulutları ucundan gördüğü, özgürlüğü her an anımsatarak kişinin tutsaklığını derinleştiren bir yerdir. Birçoğumuzun “Aldırma Gönül” ismiyle bildiği bir şarkı. Ama aslında Ali’nin “Hapishane Şarkıları” isimli şiirlerinin arasında yer alan bir kısımı.

K

ürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Kuyucaklı Yusuf romanlarıyla ve hayatın her anından, insanın her hâlinden parçaların bulunduğu; saf, canlı, net yani su gibi hikâyeleriyle beraber insanın mahremine rahatsızlık vermek bir yana, insanı mutlu edecek derecede naif temasları olan Sabahattin Ali, Türkiye Edebiyatı’nın tartışılmaz en büyük kişilerinden biridir. Kendisini henüz okuyarak tanıma fırsatı bulamayanların; okudukları ilk andan itibaren yaşayacakları duyguları anlatmanın ne kadar imkânsız olduğunu o zaman anlayacaklarını ve bunun tarifinin zorluğunda hem fikir olacağımızdan eminim. Güzelliğin esrarından aydınlanan yolların göze ne kadar düz geleceğini görmek, en basit eylemlerin sadeliğinde yatan muhteşemliğin enginliğinde sonsuzlaştıracaktır bizi.

Özgürce yaşayan bir güvercinin tedirgin olmasını engelleyen bütün meseleleri çözene kadar; kuşlar kadar özgür olmanın özgürlük olmadığı bilinciyle, düşlediğimiz dünyayı gerçekleştirene kadar iyi olmanın boynumuzun borcu olduğunu bize hatırlatan sonsuz bir dosttur Sabahattin Ali.

68 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 69


B

aşka bir yaklaşım ise vicdani ve ahlaki değerleri kapsıyor. Bir an için bile olsa “Neden köpek/kedi besliyoruz ama kuzuları yemek için öldürüyoruz acaba?” gibi sorgulamalara girmiş bir insanın anlamlandırabileceğini düşünüyorum bu değerleri. Tabii bu konuda evrimsel, tarihsel veya kültürel açılardan çok fazla tartışılabilir ki tartışılıyor da. Başka bir türe zarar vermeden yaşamak mümkün olduğu sürece, bu tartışmaların hepsinin gerekliliği sorgulanabiliyor. Hatta durum adalet temelinde sorgulandığında görülebiliyor ki “baskın” türün (her ne demek ise) insan oluşu ona, diğer türleri istediği gibi kullanma hakkı vermiyor. Sırf yapabiliyoruz diye, başka canlıların yaşam hakkını düşünmeden ellerinden alıyoruz. Çünkü onlar “sadece” bizim için var olan canlılar değil; hepimiz, evet her bir tür, çok daha büyük bir sistemin parçasıyız.

D

eğinmek istediğim nokta yanlış anlaşılmasın; bu farkındalığı kazanmak, olan biteni anlamak ve bilgilenmek gerçekten uzun bir süreç gerektiriyor. Alışkanlıkları değiştirmek ve bilinçlenmek, ancak alçakgönüllülük ve emek ile ulaşılabilen hedefler hâline geliyor. Vejetaryenlik veya veganlık yoluna girmeye karar veren kişiler, başkalarına yardım ve tavsiyelerde bulunurken hep ne kadar uzun ve zorlu bir süreçten sonra denge tutturabildiklerinden ve bilinçlendiklerinden bahsederler. Çünkü belirli bir sistemin içine doğduktan ve uzun süreler ona alıştıktan sonra, grinin içinde renk olmak ve kendi rengini yaymaya çalışmak göründüğü kadar kolay değildir.

Pazara gİdİp bİr tavuk al(MA)sak mI?

VEGAN VE VEJETARYEN ÇOCUKLAR

KİM BU VEGAN/VEJETARYEN ANNE-BABALAR? Yazar: Ayça Alaylı

Heinrich Böll Derneği’nin 2014 yılında yaptığı araştırmaya göre dünya çapında 375 milyon kişi vejetaryen. Fakat beslenme tipleri küçük farklarla da olsa birbirinden ayrılabiliyor. Diyet ve beslenme araştırmalarına göre birçok kategori var. Aynı beslenme tiplerinin çeşitliliği gibi insanların neden farklı beslenme tiplerine yönlendiklerinin sebepleri de bir o kadar çeşitli. Bazı araştırmalar insanların tek bir neden yerine, çok farklı güdü ve düşünceler ile vejetaryenliği veya veganlığı seçtiğini gösteriyor.

G

ün geçtikçe daha çok insan sağlıklı yaşamanın önemini gerek kendi merakıyla bilimsel bulguları okuyarak gerek pop kültürünün getirileri ile kavrıyor. Vegan beslenme, sağlık kaygısının yanı sıra endüstriyel et üretiminin sebep olduğu çevresel zararlara karşı bir duruş sergiliyor. Önyargılı yaklaşımlara bilimsel kanıtlarla cevap verebilen bir duruş hem de. Çünkü bu endüstri için suyumuzdan, toprağımızdan ve hatta havamızdan feragat edip (ettirilip), tarımsal kaynaklarımızı anlamsızca kullanıyoruz.

70 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Peki, ya çocukları? Durumun yetişkin insanların bile zorlandığı bir sürece dönüşmesine rağmen, yavaş yavaş yaygınlık göstermeye başlayan bir konudan bahsedeceğim: Vegan/vejetaryen çocuklar. Evet, öğretilenleri temelinden sarsan bir fikir bu. Anaokulu veya ilkokullarda besin tablolarında et, süt ve yumurtayı bolca görürüz. Hatta çocuk şarkılarında bile kalıplaşmış rutinler vardır: “Erken yatarım, erken kalkarım, üç yumurtayı sütle çırparım” veya “Pazara gidelim, bir tavuk alalım, hapur hupur yiyeliiiim! Pazara gidelim, bir kedi alalım, hapur hupur yeMİyeliiim!”Ama bu çocuklar bunların hiçbirini yapmıyor. Bilimsel açıdan ortalama 4-6 aya kadar bütün bebekler aynı şekilde besleniyor. İdeal şartlar altında anne sütüyle

beslenmeleri gerekiyor. Anne sütü bu dönemdeki bir bebeğin alması gereken bütün besinleri içeriyor. Bebekler için esas beslenme tiplerinin oluşması 6 aylık dönemden sonra şekillenmeye başlıyor olsa da annenin kendi beslenme tipi çocuğun hayatını daha doğmadan etkilemeye başlıyor. Doğu Carolina’da yapılan ve Journal of Dietetics Research and Nutrition’da (Dietetik Araştırmaları ve Beslenme Dergisi) yayınlanan 2014 tarihli bir çalışmaya göre; vegan/vejetaryen olan ve olmayan anneler karşılaştırıldığında, vegan ve vejetaryen annelerin bebeklerinin sağlıklı doğum kilolarına sahip doğduklarını bulmuşlar. Buna ek olarak, sağlık açısından normal sıklıklarda emzirdikleri bulunmuş.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 71


V

egan/vejetaryen beslenen ailelerin çocukları konusunda doğal olarak endişeleri olabilir. Çünkü bebeklerin ve çocukların gelişim dönemindeki metabolizmaları ve besin ihtiyaçları yetişkinlere göre farklılıklar gösterir. Sosyal, bilişsel ve fiziksel gelişimleri için yapıtaşlarını almaları gerekir. Vegan/vejetaryen beslenen çocuklar ile ilgili yapılan bilimsel çalışmaların artışı son yıllarda hız kazanan bir konu olsa da bulgular endişeleri ve akıl karışıklıklarını giderebilecek önermeler sunuyor. Öncelikle haberler iyi. Çünkü vejetaryen beslenmenin birçok avantajı var. Kalp ve damar hastalıkları riskinin düşmesi, obezite, hipertansiyon ve diabet gibi sağlık sorunlarında azalma en başta gelen örnekler. Özellikle başta Batılı ülkeler olmak üzere, günümüz çocuklarının geleceğini tehdit eden obeziteye karşı adeta koruyucu kalkan. Zararlı alışkanlıklardan uzak durmanıza ve daha fazla hareket etmenize yardımcı oluyor bu beslenme tipi.

Ayrıca, işlenmiş yağ ve gıdalardan uzak durarak kolesterolü de dengelemiş oluyorsunuz. Bolca magnezyum, fiber, C ve E vitamini alıyorsunuz. Erken ergenlik dönemine geldiğiniz zaman alerji, sindirim hastalıkları, akne ve sivilce gibi sıkıntılarınız olmuyor. Kim çocuklarını böyle sağlıklı ve aktif yetiştirmek istemez ki? Çocukları için en iyisini düşünen ailelerin, çocuklarını beslerken gerçekten bilinçli olması çok önemli. Herkes çocuğunu en iyi şekilde büyütmek ister, fakat doğru bildiğimiz yanlışlar çocuklarımıza zarar verebilir. Korkacak bir durum yok, haberler iyi demiştik, sadece uzmanlara kulak verelim yeter. Journal of American Dietetic Association (Amerikan Beslenme Bilimi Kuruluşu) dergisinde basılan bir çalışma, vegan çocukların günlük besinlerini planlarken nelere dikkat etmemiz gerektiğini araştırmış.

Erken çocukluk dönemi (2-6 yaş)

A

nne sütünden kesilen bebeğin daha sonra hayatına zengin besinlerle devam etmesi gerekir. Vegan beslenen çocukların mutlaka kalsiyum, demir, çinko ve B-12 vitamini açısından zengin yiyecekleri tüketmesi gerekir. Yüksek enerji veren besinlerin 3 ana ve 2-3 de ara öğün olarak verilmesi öneriliyor. Anaokulu yaşındaki çocuklar için en sevilen ve bilindik ara atıştırmalıklar çeşitli kuruyemişlerin ezmeleri (fındık-fıstık ezmesi gibi), minik simitler, taze meyveler veya meyve suları, çiğ sebzeler ile humus, ekmek, mısır gevreği veya müsli gibi yiyecekler olarak sıralanabilir.

B

Büyüme hızı 18 aylıktan 3 yaşa kadar düşebilir ve çocukların iştahlarında azalma gözlenebilir. Yemek seçmeye başlayabilirler. Sürekli aynı tarzda yiyecekleri zorlamak yerine, anne-babalar yemek çeşitliliğini artırmaya çalışmalıdır. Çünkü önceki çalışmalar çocukların yeme alışkanlıklarının büyük ölçüde aile tarafından şekillenebildiğini gösteriyor. Tabii bir başka önemli konu ise boğulma risklerine karşın taneli yiyeceklerin küçük çocuklara uygun hale getirilmesi.

Çocukluk dönemi (İlk ve ortaokul dönemi)

u dönem vegan ailelere çeşitli zorluklar yaşatabilir. Çocuklar okula başladıklarında kendi beslenme tiplerinin diğer çoğu çocuktan “farklı” olduğunu görebilir. Hatta beslenme eğitimlerinde verilen içerik ona çok farklı gelebilir. Bu noktada çocuklar ilk başta rahatsızlık duyabilirler, fakat mümkünse aile-okul işbirliği sağlanabilir. Okulda verilen yemeklerde vegan/vejetaryen çeşitlilik artırılabilir veya evden yemek gönderilebilir.

72 • Gaia Dergi • Ekim 2015

E

Ergenlik dönemi

rgenlik dönemindeki gençler her zaman “sağlıklı” beslenme için doğru kararları vermeyebilir. Özellikle pop kültürü tarafından dayatılan beden standartlarına uymak için kendilerini yeterince beslemeyebilirler. Hatta yeme bozuklukları ve vegan/ vejetaryen beslenme arasında toplum tarafından da gerçekçi olmayan bir bağ kurulduğu gözlemlenmiştir. Özellikle ergenlik dönemindeki kız çocuklarının yeme alışkanlıklarını maskelemek için “veganım/ vejetaryenim” gibi şeyler söyleyebilirler.

Amerika’da yapılan araştırmalara göre bu dönemdeki gençler yeterince kalsiyum almamaktadır. Özellikle kız çocukları demir eksikliği yaşayabilirler. Ailelerin bu konuda bilinçli olmaları çok önemli bir hâl oluyor bu noktada. Bu yaşlardaki çocuklara hitap edecek şekilde C vitamini ve demir bakımından zengin yiyecekleri genel aile yaşantısına daha çok dâhil edebilirler. Ayrıca onların hoşuna gidecek kuru meyveler, patlamış mısır, humus ve pideler, fındık-fıstık ezmeleri, fasulye burritoları, vegan burgerler ve soya sütü de menüye eklenebilir.

Sonuç: Sağlıklı büyüyen, çevresine duyarlı çocuklar

B

unlar ve benzeri bilimsel çalışmaların da gösterdiği gibi, bilinçli bir ebeveyn tarafından vegan/vejetaryen yetişen çocuklar yeterli besinleri alarak sağlıklı bir biçimde büyüyebilme şansına sahip. Ebeveynler, en önemli sayılan B-12 vitamini ile birlikte kalsiyum, çinko ve demir emilimini artırmayı unutmamalılar. Gelişen ve değişen sağlık camiasında da doktor ve diyetisyenlerin yardım ve önerileri ile de böyle bir hayat mümkün.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 73


Nadİr görülebİlecek bİr görüntü:

KanlI Ay TutulmasI

Y

üzyıl içerisinde sadece beş defa görülebilen Süper Ay ve Kanlı Ay Tutulması, geçtiğimiz Eylül ayının 27 ve 28’inde gerçekleşti. Ay’ın yörüngesinin Dünya’ya en yakın olduğu zaman gerçekleşen Süper Ay, Ay’ın normalden yüzde 30 daha parlak ve yüzde 14 daha büyük gözükmesini sağlıyor.

Eylül ayında 33 yılın ardından tekrar Süper Ay ve Ay Tutulması ile aynı zamana denk geldi. Bunun olması Süper Ay’ın etkilerinin yanında bir de Ay’ın kırmızı gözükmesine sebebiyet verdi. Aynı zamanda sonbahar ekinoksuna en yakın dolunaya şahit olundu.

Yazar: Sasun Bazaryan

74 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 75


KENDIN YAP! Süs Yapraklardan Dekoratif Kâse Yazar: Bedia Ayanoğlu

Sonbaharın gelişini müjdeleyen Eylül’e girdik. Sararan, düşen yapraklardan, kızılın tonlarından esinlenip evimizi bu güzelliklerden ilham alarak süslemek, sonbaharı karşılamak için oldukça iyi bir fikir. Kendin yap projesi ile evinizi sonbahara hazırlayın!

Malzemeler: Yapma çiçek yaprakları Balon Makas Dekupaj tutkalı Fırça Karıştırmak için kâse Hazırlanışı: Öncelikle yapma çiçeğinizdeki yaprakları sökün, plastik köklerini ve damarlarını da yapraklardan ayırın ki yapıştırma işleminde sorun yaratmasın. Balonu istediğiniz boyutta şişirin. Ancak çok küçük şişirmemeye özen gösterin, çünkü üzerine yapıştırma yapacağız, çok yumuşak olursa işlem yarım kalabilir. Şişirdiğiniz balonu düzgün durması için bir kabın içine koyabilirsiniz. Düzgün biçimde duran balonun bir kısmına tutkalı sürün, tutkallı yere yapıştırdığınız yaprağın yine tutkalla üzerinden geçin. Parmaklarınızla da çok fazla bastırmadan destek verebilirsiniz ki daha sağlam yapışsın. İşleme yaprakları ekleyerek devam edin, ancak arada boşluk kalmamasına özen gösterin. İstediğiniz büyüklüğe göre yaprak yapıştırabilirsiniz, ancak ideal boyut için şişirdiğiniz balonun yarısı ve çeyreği arası uygundur.

İpucu: Olabildiğince ince yapraklar bulursanız yapıştırmanız açısından size kolaylık sağlayacaktır.

76 • Gaia Dergi • Ekim 2015

Bu şekilde balonu en az bir saat kurumaya bırakın. Kuruduktan emin olduktan sonra balonun içindeki havayı boşaltabilirsiniz. Ancak bunu balonu patlatarak yapmak yerine, balonu düğümlediğiniz yere delik açıp havayı boşaltarak yaparsanız elde ettiğiniz bütüne zarar vermemiş olursunuz. Ayrıca balonun sönmesiyle yapraklar kısa bir süreliğine küçülebilir, eski hâline geri dönecektir. İşte yapraklardan dekoratif kâsemiz hazır! Sevgi dolu günlerde kullanmanız dileğiyle.

Gaia Dergi • Ekim 2015 • 77


YEŞIL MUTFAK

DEĞİŞİMİ TASARLIYORUZ

FIrInda Vegan KarnIyarIk Yazar: Pelin Aydın

Malzemeler: • 4 adet orta boy patlıcan • 1 adet soğan • 2 diş sarımsak • 3 adet domates • 4 adet biber • 1 çay bardağı zeytinyağı • 1 tatlı kaşığı fesleğen • 1 su bardağı su • Tuz, pul biber ve istediğiniz diğer baharatlar

Hazırlanışı: Soğan, sarımsak ve domatesleri küçük küpler hâlinde doğrayın. Patlıcanların dışını alacalı şekilde kesip, içlerini oyun. Patlıcanların orta kısmından çıkardığınız bu içi, küçük küpler hâlinde doğrayıp diğer karışıma ekleyin. Oyduğunuz patlıcanları, zeytinyağında 10 dakika kadar çevirerek kızartın. Başka bir tavada, küp küp doğradığınız malzemeleri çok az zeytinyağı ile soteleyin. Baharatlarını ekleyin. Daha sonra patlıcanları bir borcama dizip orta kısımlarına sotelediğiniz karışımı koyun. Üstlerine de biberleri şerit hâlinde kesip yerleştirebiliriz. Suyu da ekledikten sonra borcamın üzerini alüminyum folyo ile kapatın. 200 derece fırında, 30-35 dakika kadar fırınladıktan sonra, folyoyu çıkartıp 10 dakika kadar da üstü açık şekilde fırınlayın. Hazır! Dilerseniz soya et ürünleri kullanarak da yapabilirsiniz. Afiyet olsun. Ek olarak; siyah pirinç pilavı ile servis ederek hem çok lezzetli hem çok sağlıklı bir akşam yemeği yapmış olursunuz. Siyah pirinç, glutensiz, vegan-vejeteryan beslenmeye çok uygun bir besin. Mineral vitamin bolluğu ve az yağlı olmasının yanında, bir de en zengininden protein deposu! 1 su bardağı siyah pirinci derin bir kaba koyun. Bolca ılık su ilave edip ara ara suyu değiştirerek 1 buçuk saat bekletin. İyice süzdükten sonra isteğinize göre ekleyeceğiniz yağ ve tuz ile 6-7 dakika kavurun. Daha sonra tekrar su ilave edip suyunu çekene kadar pişmeye bırakın.

78 • Gaia Dergi • Ekim 2015

gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!

| partner@gaiadergi.com


YEŞIL MUTFAK

PARTNERLERİMİZİ ARIYORUZ

Avokado Mayonezİ Yazar: Pelin Aydın

Malzemeler: • 1 avokado • 1 domates • Yarım limonun suyu • 1 avuç fesleğen yaprağı (taze fesleğen daha leziz olacaktır) • Deniz tuzu

Hazırlanışı: Domates, limon suyu ve fesleğeni blenderdan geçirin. Doğradığınız avokadoları da karışıma ekleyip iyice ezin. Kalın bir mayonez elde edinceye kadar blenderdan geçirin. Son olarak, tatlandırmak için deniz tuzu katabilirsiniz. Avokadonun verdiği harika egzotik tat ile birlikte, hem sağlıklı oluşu hem de kolay hazırlanışı bakımından harika bir tarif. Afiyet olsun!

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com

80 • Gaia Dergi • Ekim 2015


GaIa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.