Gaia Dergi Sayı: 7 | Ocak 2016

Page 1

Sürdürülebİlİr yaşam dergİsİ

SayI: 7

Ocak 2016

TABIAT ANANIN ASI KORUYUCULARI: ELF VE ALF Fiyatı: 8 TL

gaiadergi.com

9 772149 494002

ISSN:2149-4940


Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com

Editörden

İmtiyaz Sahibi Adem Aykanat, adem@gaiadergi.com

Genel Yayın Yönetmeni Burak Avşar, burak@gaiadergi.com

Sorumlu Yazı İşleri Gamzegül Kızılcık, gamzegulkizilcik@gaiadergi.com

Editör Yeşim Özbirinci, yesim@gaiadergi.com

Merhaba, Öyle şeyler oluyor ki kendi sorunlarımıza bile üzülüp ağlayamıyoruz utancımızdan. Bu normal değil. Kendi kederlerimize üzülme hakkını bile elimizden aldılar. Bizler yaşam koçları ile hayatta dik durmayı öğrenmedik çünkü yeri geldiğinde kendi kendine ayağa kalkmak, yeri geldiğinde dipten çıkmak öğretildi bizlere… Mücadele var her hücremizde. Ağlasak da saatlerce, direnmek var her gözyaşımızda… Çalanın, çırpanın, ezenin, öldürenin, haksızın karşısında durmak var. Bu ayki dosya konumuzda da sizleri hayvan özgürlükçüleri ALF ve ELF ile tanıştırıyoruz. Ayrıca ekoloji savunucuları ZAD’lar hakkında bir yazı var. Sanıyorum ki iki konu hakkında en geniş Türkçe kaynağı sunuyoruz. Bu içeriklerle ilgili çok fazla Türkçe yazı ne yazık ki şimdilik bulunmuyor. Bu arada Ankara çok soğuk ama içindekilerin kalpleri sıcak. Bu yüzdendir Ankara’yı sevdiren ve Ankara yapan. Konur’daki, Yüksel’deki, Tuzluçayır’daki mücadeleleridir… Dostluklar…

Tasarım Sasun Bazaryan, sasun@gaiadergi.com

Kapak İllüstrasyonu Kadir M. Ersoy, kadirmersoy@hotmail.com

Katkıda Bulunanlar Eda Serttürk, Emine Kart, Gök Taner, Hande Köse, Kadir M. Ersoy, Naz Aksu, Ruken Zilan, Ümit Ninova

Teşekkürler Ali Fuad Boztepe, Arda Türkoğlu, Cevdet Mehmet Kösemen, Mete Gürkan, Naz Öke, Tuğba Gümüş

Reklam ve İletişim partner@gaiadergi.com

Basım Yeri Azim Matbaacılık

Adres

Yeşim Özbirinci

GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06540 Maltepe Çankaya ANKARA 0532 577 87 89

ISSN 2149-4940

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 1


50

14

Bölümler 18 Baz istasyonu sanıldığı gibi zararlı mı?

Bilgi eksikliği ya da yanlış bilgi nedeniyle baz istasyonu zararlı sanılmaya devam ediyor.

22 Cevdet Mehmet Kösemen’den sanat doneleri (Röportaj)

28 Doğanın cinsiyeti dişidir: Kadın, yeryüzü ve anaerkillik

22

34 İnsanlık tarihine yazılmış bir ayıp: Kölelik

18

Yeryüzünün çocukları çoktandır birbirinin kuyusunu kazadursun, biz zamanda bir yolcu- luk yapalım.

78

Tarihin tozlu sayfalarında bir günah, bir lanet gibi ortalıkta dolaşan en önemli tarihsel adalet- sizliktir, kölelik.

42 Gelecekteki güzel dünyanın laboratuvarı: ZAD

Yaşamak, direnince güzel. Boyun eğerek yaşayanlar da var elbet.

50 Tabiat ananın asi koruyucuları: ELF ve ALF

28

34

88

Sessizlik bir anda bozuluverdi. Ormanın o ken- dine has huzurunu delip geçen bir çığlık duyul- du gökyüzünde.

70 Akıl sağlığı bozuk bir dünyaya akılcı hamle: Delilik

Normal nedir? Normal denilen olgular kime ve neye göre böyle isimlendirilir?

78 Ekoköyler; sürdürülebilir, barışçıl ve adil topluluklar mı?

42 2 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

70

Sanayi Devrimi ile birlikte hız kazanan teknolo- jik gelişmeler gerçekten de hayatımıza kalite katmış mıydı?

88 Matematiğin etkileyici geometrisi Fraktaller

Doğadaki varlıklar incelendiğinde, geleneksel geometriden farklı olan fraktal geometri göze çarpar.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 3


Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.

Gaia Dergi’yi sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


Hayvan

gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com

Kanatsız ama sevimli kivi kuşları Kivi kuşu ile tanışın. Kanadı da yok gagası da, ama o bir kuş. Çok farklı bir anatomiye sahip bu kuşun nesli ne yazık ki tükenme tehlikesi altında.

K

ısa boylu ve minik kafalı bu kuşlar tavuk büyüklüğünde ve tavukla aynı acıyı paylaşıyorlar. Uçamıyolar ama çok hızlı koşabiliyorlar. Yaklaşık 45 cm boyundaki bu kuşların ağırlıkları 1,5 ile 4,5 kg arasında değişebiliyor. Diğer kuşlarda bulunan kuyruk, gaga ve kanat yerine kivi kuşu hortumvari bir gaga, güçlü ayaklar,

6 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

ağır kemikler ve sert kıllara sahip. Diğer kuşlara oranla, koku alma duyuları da oldukça gelişmiş. Bu sayede çevredeki tüm meyve ve böcek kokularını rahatlıkla alabiliyorlar.

gelişmiştir. Bu nedenle gözleri çok iyi değildir. Az görüyorlar diye az avlandıklarını zannetmeyin! Kiviler çok obur kuşlardır, gelişmiş koku duyuları sayesinde de pek aç kaldıkları söylenemez.

Doğal yaşam alanlarının karanlık olması önemlidir. Uçarak avlanmadıkları için gözleri yerine ayakları

Yalnızca Yeni Zellanda’da yaşayan kiviler aynı zamanda Yeni Zellanda Hava Kuvvetleri’nin de sembolü.


Yeşil Kitaplık

İklim Savaşları

Dünyanın en büyük jeopolitik analistlerinden birinin gözler önüne serdiği, iklim değişikliğinin dünya güçlerini acımasız şekildeki hayatta kalma politikalarına yönelttiği yakın tarihe ilişkin stratejik gerçeklerin tüyler ürperten bir görüntüsü…

ve en son araştırmaları bir araya getiren Gwynne Dyer, gezegenimizin geleceğiyle ilgili gerçekleri gözler önüne seriyor. Sahip olduğumuz teknoloji bizi kurtarabilir mi, yoksa artık çok mu geç? Yaşanacak zararı sınırlandırmak için en güçlü umutlar nerelerde yatıyor? İleri görüşlü ve cesur İklim Savaşları, önümüzdeki yılların en önemli kitaplarından biri olacak. Okuyun ve önümüzdeki yolun bizi nereye götürdüğünü görün.

Küresel ortalama ısının iki derecelik bir artışı bile -ki bu hemen hemen kaçınılmaz gibi görünüyor- küresel politikaları kaynama noktasına getirecek ve azalan su ve gıda yüzünden kitlesel çatışmaları tetikleyecek. Kapsamlı söyleşileri

Yazarın kitabın Türkçe baskısı için yazdığı Türkiye 2035 yılı senaryosu, iklim değişikliklerinin Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini nasıl etkileyeceğine ve bunun sonunda yaşanacaklara ilişkin öngörülerde de bulunuyor.

İklim mültecileri akını… Düzinelerce başarısız devlet… Topyekûn savaş…

Dünyanın en büyük jeopolitik analistlerinden biri olan Gwynne Dyer’dan, iklim değişikliğinin dünyanın güçlerini avantaj sağlamak ve hatta hayatta kalmak için umutsuz bir mücadeleye iteceği, çok da uzak olmayan bir geleceğe korkutucu bir bakış.

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com

8 | Aralık 2015 • Gaia Dergi


Yeşil Kitaplık

Özgürlüğün Ekolojisi Yüzyılımızın büyük düşünürlerinden Bookchin’in en önemli çalışması olan Özgürlüğün Ekolojisi, çağdaş özgürlükçü düşüncenin başyapıtıdır.

Y

azar, konformist/teknokratik çevreciliğe, kafaları mistisizmle bulanmış “Yeni Çağ” ekofeministlerine, hayatın her alanını ekonomikleştirerek yoksullaştırmış olan kapitalizme ve onu eleştirmek isterken ekonomist mantığını devralan Marksizme karşı cepheden ve çok güçlü bir saldırıya girişiyor. Bookchin’e göre gezegenimizdeki yoğun ekolojik tahribatın ardında, insanın insan üzerindeki tahakkümünün insanın doğa üzerinde de hâkimiyet kurma isteğine yol açtığı “tahakküm mirası” ve bu isteği tam anlamıyla gerçekliğe dönüştüren rekabetçi kapitalizm vardır.

10 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Kapitalizmde “her türlü kültürel, etik ve psikolojik mesele maddi bir ihtiyaçlar sistemi içinde massedilir.” Akıl rasyonalizme, etik tekniğe, bilim de “niçin” sorusunu “nasıl” sorusuna kurban eden bilimci bir Kilise’ye dönüşmüştür. Ama bunları tarihsel gelişimleri içinde değerlendirmeyip bizzat akla, teknolojiye ve bilime saldırmak ucuz bir gericiliktir sadece. Bookchin bütün bunlara karşı toplumu ekolojik, akılcı ve sanatsal kaygılarla yeniden yapılandırıp “ekolojik bir toplum” yaratmayı amaçlayan ütopyacı bir alternatif, eko-anarşist bir proje önerir. Bu proje yazarın “özgürlük mirası” adını verdiği, tarihteki çeşitli özgürlük deneyimlerinin akılcılık ve bilimle bütünleştirilmesine dayanır. Bu mirasın köşetaşlarını oluşturan organik (“ilkel”) toplumun “indirgenemez asgari”, “eşitsizlerin eşitliği” ve “yararlanma hakkı” ilkeleri; antik Yunanlıların sınır ve denge

anlayışlarıyla doğrudan demokrasi pratikleri; Hristiyanlığın evrensel insanlık vurgusu; ortaçağın konfederasyon ilkesi ve “sapkın” Bilinircilerin (ve Gerçeküstücülerin) arzuya yükledikleri politik anlam, tarihte içine gömülmüş oldukları tahakküm matrisinden arıtılarak yeni bir etik sentez içinde bütünleştirilir. Yazarın “tamamlayıcılık etiği” dediği, bir “paradigma” değil bir “zemin” olarak evrimci doğaya dayanan bu etik, bütünlüğe, akılcı yeniliğe ve yaşam biçimlerinin benzeşmezliğine ve zengin çeşitliliğine değer verir. Bu etiğin hayata geçirileceği “ekolojik toplum” da hiyerarşi çözülüp yerini karşılıklı bağımlılığa bırakacak, özgürlük doğayla, bireysellik topluluk bağlarıyla karşı karşıya konmayacaktır. Özgürlük imkânları ve önündeki engeller hakkında gerçekten düşünmek isteyenlerin olağanüstü bir heyecanla okuyacakları felsefi, tarihsel, sosyolojik, psikolojik, kısacası “hayati” bir inceleme Özgürlüğün Ekolojisi.


Haberler İklim İklim Zirvesi yapıldı Paris Anlaşması’na göre oy çokluğuyla sera gazı emisyonunun azaltılması veya tamamen karbonsuz, sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçilmesi kabul edildi. Bununla birlikte küresel ısınmanın 4 derece, en iyi ihtimalle 3 derecenin altına çekilmesi planlanıyor.

Veganlık Osman Evcan kazandı Tutuklu bulunduğu kandıra F Tipi Cezaevi’nde vegan beslenemediği gerekçesiyle açlık grevine başlayan vegan-anarşist tutsak Osman Evcan’ın mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Evcan, başladığı açlık grevini 39. gününde ihtiyaçlarının karşılanacağı taahhütü verilmesi sonrasında bitirdi.

Sinema Eski dosta yeniden merhaba: “Güç Uyanıyor” Yıllardır beklenen an sonunda geldi çattı.Star Wars‘ın yedinci ve devam filmi olan “Güç Uyanıyor” sonunda sinemalarda.

Eko-Mimari Milano’nun ortasına dünyanın ilk dikey ormanı: Bosco Verticale İtalyan mimar ve şehir plancısı Stefano Boeri imzası taşıyan Bosco Verticale projesi dünyanın ilk dikey ormanı! Biri 76, diğeri 110 metre olan iki kule yaklaşık 900 ağaca ve 2 bin çeşitli bitki türüne ev sahipliği yapıyor.

Kısırkaya tecrit merkezi resmi olarak açılıyor Suskun dostlarımızın toplatılması ve tecrit edilmesini öngören, Sarıyer sınırları içerisindeki Kısırkaya Toplama Kampı resmi olarak faaliyete geçirildi.

S

arıyer’de yapımı tamamlanan ve sokak hayvanları için tecrit koşulları taşıdığı gerekçesiyle hayvan hakları savunucuları ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘ni karşı karşıya getiren Kısırkaya Hayvan Barınağı için İBB ile ilçe belediyeleri arasında protokol yapılmasına karar verildi. Bundan böyle Sarıyer’de bulunan ilgili kampa İstanbul’un sokak hayvanlarının getirileceği duyuruldu.

12 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Karara göre, İstanbul’daki tüm sokak hayvanları Sarıyer Kısırkaya’daki İBB Hayvan Barınağı’nda toplanacak. Burada tedavi edilecek hayvanlar daha sonra getirildikleri yere bırakılacak. Geri bırakılmaları hususunda ciddi kaygılar var ve hayvanların Sarıyer’de kalacağı düşünülüyor. 7 gün 24 saat personel bulundurulacağı ve tedavi sonrası geri salınacakları iddia edilmesine karşın 1 yıl içerisinde Sarıyer’de bulunan köpek sayısı neredeyse 10 bini bulmuş durumda.

Basın özgür değil: Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül tutuklandılar.

C

an Dündar yardım taşıdığı iddia edilen tırlarda aslında MİT’in silah taşıdığını ortaya çıkarmıştı. Haberin hemen ardından Erdoğan’ın ve havuz medyasının tehditlerine maruz kalan Dündar’a suç duyurusunda bulunan avukat şu an milletvekili. Saatlerce İstanbul Adliyesi’nde bekleyen Can Dündar ve Erdem Gül,

“Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme”, “Siyasi ve askeri casusluk”, “Gizli kalması gereken bilgileri açıklama”, “Terör örgütünün propagandasını yapmak” ile suçlanıyorlar. Tutuklanmadan hemen önce Dündar, “Üzülmeye gerek yok. Bunlar bizim için şeref madalyası. İçeride ve dışarıda mücadelemiz devam edecek” dedi.

Beleştepe’den göçmenlere dayanışma kampanyası

Özgecan davasında karar verildi: 3 ağırlaştırılmış müebbet

Beşiktaş’ın muhalif taraftar grubu Beleştepe, savaşlardan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalan göçmenler için anlamlı bir dayanışma kampanyası başlattı. Beleştepe, özel olarak üretilen atkıları satarak elde edilen geliri göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması için kullanacak. Kampanya kapsamında üzerinde Gezi direnişinde hayatını kaybedenlerin fotoğraflarının bulunduğu siyah beyaz atkılar, 20 TL’den satışa sunulacak.

Mersin Tarsus’ta dolmuş şoförü tarafından öldürülen ve vücudu yakılan Özgecan Aslan’ın 3 katil zanlısına ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Suçlulara herhangi bir cezai indirim uygulanmadı. Katillerin yakarışları cezanın en üst sınırdan ve indirimsiz verilmesine engel olmadı. Üç sanığa da ağırlaştırılmış müebbet verilmesi Özgecan’ı geri getirmeyecek, ama tecavüzcü ve katletme zihniyeti taşıyanlara bir göz dağı olacak nitelikte.

Gazetecilik halka doğru bilgiyi ulaştırmak görevidir. Gazetecilik doğru bilgiyi arayıp bulmak, bu uğurda gerekirse canını feda etmek, cezaevine de girebilmek demektir. Can Dündar ve Erdem Gül hocalarımızın meslek onurunu saygıyla selamlıyor, onları sonuna kadar destekliyoruz.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 13


Yeşim Özbirinci

Konferans

 | yesim@gaiadergi.com

 | @yejades Üç gün boyunca dolu dolu geçen Poedat Konferansı 2015’in bildiri başlıkları aşağıdaki gibidir: Birinci Gün

Disiplinlerarası gençlik buluşması: Poedat Konferansı 2015 2012’den beri başta felsefe olmak üzere farklı disiplinlerde 16 etkinlik düzenleyen ve düzenlemeye devam eden; aynı zamanda 450 kişilik gençlik topluluğu oluşturmayı başarmış Poedat Kolektifi, 4-6 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da geniş bir katılımla Poedat Konferansı’nı gerçekleştirdi.

14 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

P

raksis, otonomi, entelektüellik, düş, arayış ve tutku sözcüklerinin baş harflerinden meydana gelen Poedat; düşünceyi ve yaratıcılığı uyandıran us ile tin birliğini vurguluyor. Bilginin sosyal paylaşımını olabilecek en özgür ve en neşeli şekilde değiştirmeye; farklılığa, kuşkuya mutlak paylar bırakarak etkileşim içinde gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Poedat Kolektifi tarafından düzenlenen Poedat Konferansı 2015, bilginin erişebilir ve

yaratıcı bir biçimde yaygınlaştırılmasına ve toplumsal bir işlev tutmasına çabalıyor. Aynı zamanda, disiplinlerarası konulara duyarlılığı olan gençlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir paylaşım kültürünü de hedefliyor. Öncellikle öğrencilerin, genç bağımsız araştırmacıların ve yakın kuşaktan meraklıların katılımını arasa da felsefeden sosyolojiye, psikolojiden antropolojiye, mimarlıktan ekolojiye, edebiyattan kültürel çalışmalara kadar değişik alanları görebileceğimiz konferans herkese açıktı.

Poedat Kolektifi kurucusu Fırat Akova’nın açılış konuşması ile ilk gün başladı. Feyza Şule Güngör “Aktif Bir Ütopya: Etik ve Sonsuza Tanıklık” sunumunda, felsefe ve şiddet arasındaki ilişkiyi incelemek için Fransız felsefeci Emmanuel Levinas’ın mutlaka uğramamız gereken duraklardan biri olduğunun altını çizdi. “Akla Karşı İlkellik Üzerine Söylem” başlığı ile Mert Akay, varlığının farkında olması açısından “benlik” hastalığına sahip insanın (özne) tedavisi konusunu katılımcılara açıkladı. “Beden, Canavar, Makine” konusu ile de Fırat Akova, bedenin kendine ham bir şekilde çizileduran sınırlarının hiçleştirilmesine karşın içkinciliğin “canavar” ve “makine” kavramları üstünden söylemsel, politik ve estetik olarak tarih boyunca yeniden üretildiğini dinleyicilere anlattı. “Bir Dispozitif Olarak Dil: Ben’in Olanaklılığı ve Olanaksızlığı” başlığı ile Aslı Ceren Noyan ve Sarper Sarıkaya; Agamben’in “Dispozitif Nedir?” metninde dil için kullandığı “belki de en kıdemli dispozitif” ifadesinden yola çıkarak dil, özneleştirme süreçleri ve benlik üzerine sunumunu yaptılar.

İkinci Gün Levent Safalı “Poseidon Felsefe Feneri Söyleşisi” sunumu ile ikinci günün başlangıcını yaptı. “Feminist Sanat Eksenince Carolee Schneemann, Marina Abramovi, Orlan ve Gina Pane’e Detaylı Bir Bakış” konusu ile Ezgi Sönmez, feminist sanat performansların gerçekleştiği dönemi ele alarak günümüz feminist sanat pratiklerini

tartışmaya açtı. Sera Sönmezer de “Bir Paragraflık Ölüm” çalışmasında, Edgar Allan Poe’nun Kızıl Ölüm Maskesi adlı öyküsünün semiyotik analizle yorumlanması, felsefi temellendirmeyle çözümlenmesi anlattı. Ebru Tabiloğlu “Le Temps du Sens Unique a Vécu: Modern Türk Şiirinde Metinlerarası İlişkiler ve Geleneğin Yeniden Üretimi” bildirisinde tek anlamlılık devrin

sona erip ermediğini argümanları ile anlattı. Derya Ölçener “Sanat Felsefesinde Yaratıcılık ve Yeni Dünya Tasarımı” bildirisinde ise günümüz psikoloji akımları, yaratıcılık yetisi üzerine çalışmaları üstlenmiş gözükse de felsefenin bütün görüşü ile işbirliği yapması gerektiğini savundu. “Yaşanılan Dünyada İçkinlik ve Köken” çalışması ile Ulaş Bager Aldemir, felsefi soruşturmanın substantifi olmayan aşkınsal hakikat arzusuna karşıt olarak hakikatin dayanaksız bir kavrayışla ortaya konulamayacağını, dolaysıyla aşkınlığın olsa olsa içkin bir aşkınlık (l’extimité) olabileceğini önermesini aktardı. “Bisikletli Sahaf”ın yaratıcıları Filiz Gülez ve Alper Benli, Bisikletli Sahaf’tan bahsederek ve freegan yaşam pratikleri deneyimlerini aktardılar. “ ‘Ben Haz İzlemek, Hazza Tanık Olmak İstiyorum’: Değişen Pornonun Queer Tezahürleri” ile İhsan Can Asman, pornonun queer tezahürlerinin mümkün olup olmayacağını ve eğer mümkünse, bunların neler olabileceğin tartışmasını ortaya koydu. Engin Sustam da “Yeni İsyanı Anlamak ve Ortadoğu’da Biyopolitik Tahakküm” başlıklı sunumu ile dünya tarihinin yeniden okunduğunun altını çizdi. Üçüncü Gün Konferansın son günün açılış bildirisini “Türk Bayrağının Cinsiyeti: Militarizm, Bekâret ve Şiddet” başlığı ile Hasan Basri Çiftçi sundu.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 15


Konferans

Şentürk, yeniden oluşturma deneyimlerinin aracı olarak kullanılan ve basitçe işleyen triptiğin günümüze kadar farklı yorumlamalarla geldiğini ve varlığını sürdürdüğünü ifade etti. Ardından İrem Korkmaz, “Türkiye Resminde Anakronizm: Tekrarın Güncellenmesi” sunumu ile Türkiye’nin görsel bilincin resmi sanatıyla tanışmasının 19’uncu yüzyılda Batılaşma hareketi kontrolünde gerçekleştiğini anlattı. “Özgürlük Kapanı: Johann Valentine Andreae ve Christianopolis Ütopyası” çalışmasında A. Hıdır Eligüzel; Christianopolis Ütopyası, yazarı J. Valentine Andrea bağlamında 15’inci yüzyıl sonlarından 17’inci yüzyıl ortalarına kadar geçen kültürel, ekonomik, siyasal ortama eğilerek kitabı daha geniş bir perspektifte ele aldı. Yağız Alp Tangün de “Hayatta Kalmak için Beraberliğe Oynamak: Tekne ve Metis Paslaşması, Alternatif Yaşam

16 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Getirir mi?” konusu ile toplumsal bir harekette bilgi üretiminin siyasal örgütlenmedeki rolü ile bilgi üreten yapıların alternatif bir yaşam kültürünü inşa etmede oynadığı rolünü odak aldı. Anıl Kahvecioğlu “Hakikat, İnanç ve Badiou” konuşmasında hakikat ile inanç arasındaki bağı sorguluyarak, hakikatın varlığını öznesel ve öznesel olmayan arasındaki çizgide analiz edip Badiocu bağlamda bir inanç hakikat ilişkini ortaya koymaya çalıştı. “Kurucu İktidar ve toplumsal Hareketler: Gezi Hareketi’ni Anlamak” çalışması ile Uygar Altınok ise Haziran 2013, Gezi Hareketi’ni “Kurucu İktidar” perspektifinden ele aldı. Ceren Akçay

da “Mimari ve Müzik: Landsounds” çalışmasında; landsounds’un, mekânın sesi anlamını karşılayan, görsel ve işitsel sanatların birleştirilmesi ile ortaya çıkan duygusal bir sanat olduğunu anlattı.

Poedat Konferansı, bağımsız araştırmacılara ve öğrencilere kendi çalışmaları ile ilgili sunum yapma

fırsatı vermesi açısından önemli bir etkinlik. Üç gün boyunca değerli konuların tartışılmasının yanında ortamın atmosferi de sıcaktı. İnsanların verdiği bu güzel sinerji ile olsa gerek free hugs (sarıl bana) grubu, binanın önünden tesadüf eseri geçerken konferansa

dahil oldular ve herkes birbirine sarılmaya başladı. İkinci gün sunumlardan sonra açık etkinlik çerçevesinde yaşam çemberi oluşturularak doğaçlama konular konuşuldu. Heyecanlı ve verimli bir süreçti. Sonraki Poedat etkinliklerini kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Rumeysa Çetin ise “Bedensellik” sunum başlığı altında mimarlıkla beden arasındaki ilişkiyi örneklerle, kavramlarla ele aldı. Büşra Aytekin, “Kadın Sistelerinde Toplumsal Cinsiyet ve İnşa Edilen Kadınlık Algısı” bildiri ile çeşitli kadın internet sitelerini “Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Kuramı” üzerinden inceledi. Konferansın son konuşmasını “Triptik Sanatı ve Hieronymus Bosch” konusu ile Şermin Şentürk gerçekleştirdi.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 17


Eda Serttürk

Enerji

 | sertturkeda@gmail.com

 | @edasertturk

Fotoğraf: Eda Serttürk

Baz istasyonu sanıldığı gibi zararlı mı? Bilgi eksikliği ya da yanlış bilgi nedeniyle baz istasyonu zararlı sanılmaya devam ediyor. Sokağına baz istasyonu kurulan halk, galeyena gelip eylem yapmakla kalmayıp istasyonu ateşe veriyor.

C

ep telefonu sistemlerinde hem karşı tarafı dinlemek hem de karşı tarafa sesin gitmesini sağlamak için alıcı ve verici olması gerekiyor. Kapasitesi

18 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

gereği her baz istasyonu aynı anda yaklaşık yüz aboneyi konuşturabiliyor. Mobil operatörler de yüzlerce aboneyi konuşturabilmek için nüfus ve kullanıcı oranlarına göre sık aralıklarla şehir içlerine baz istasyonları kuruyor. Tüm dünyada bu derecede yaygın hizmet veren bir sistemin toplum sağlığına zarar verecek yapıda olması, içinde bulunduğumuz çağda pek mümkün görünmüyor. Bilinçsizlik nedeniyle şikâyet fazla Gaia Dergi’ye konuşan Elektromanyetik Kirliliği Önleme, Ölçme, Araştırma ve Eğitim Derneği Başkanı

Mehmet Bayramoğlu, Türkiye’de bilinçsizlik nedeniyle baz istasyonlarıyla ilgili çok fazla şikâyetin geldiğini aktardı.. Baz istasyonu sayısı arttıkça tehlikenin arttığının zannedildiğini ancak durumun tam tersi olduğunu kaydeden Bayramoğlu, “Baz istasyonu azaldıkça ise elektromanyetik alan şiddeti artıyor ve insanlara etkisi daha fazla oluyor. Baz istasyonları çoğaldıkça elektromanyetik alan şiddeti azalıyor. Avrupa ülkelerinde baz istasyonu sayısı daha fazla. Türkiye’de baz istasyonu sayısı artıyor ama yine de ihtiyacı karşılamaya yetmiyor” dedi.

Baz istasyonları kümülatif etki yapmazlar Elektromanyetik alanların mesafe ile ters orantılı olduğuna da değinen Bayramoğlu, “Bir lokasyondaki baz istasyonları sayısının artması, istasyon başına düşen güç düşeceği için yayılan elektromanyetik alan da azalacaktır. Dolayısıyla çevresine verdiği zarar düşecek ve güvenlik mesafesi de azalacaktır. Baz istasyonlarının yaydıkları elektromanyetik alan şiddetleri hücresel yapıda olduklarından kümülatif etki yapmazlar” diye konuştu. Bir yerleşim yerindeki baz istasyonu sayısının o alandaki insan ve bina yoğunluğuna bağlı olarak değiştiğini bildiren Bayramoğlu, “Bu sayı kırsal alanlarda azalmakta, metropolitan alanlarda yoğunluğa bağlı olarak artmaktadır. Baz

istasyonu sayısı, planlama mühendisleri tarafından her bölgeye özel olarak hesaplanmaktadır” şeklinde konuştu.

hepsiyle uzun süre aynı yerde kalmıyoruz. Ancak cep telefonu ve dizüstü bilgisayar ile çok uzun süre aynı ortamda bulunuyoruz.

Cep telefonu baz istasyonundan daha tehlikeli

Hatta beyne en yakın olan cep telefonu, baz istasyonundan daha tehlikelidir. Bu nedenle cep telefonunu uzun süreli kullanıyorsak ya kablolu kulaklık kullanarak ya da hoparlörünü açarak konuşmalıyız. Ayrıca cep telefonunu geceleri yattığınız odanın dışında tutmanızda fayda var” açıklamasında bulundu..

Evlerde bulunan elektrikli aletlerin dikkatli kullanılmasında fayda olduğunu sözlerine ekleyen Bayramoğlu; cep telefonunun, dizüstü bilgisayar ve mikrodalga fırının en dikkat çekici aletlerden olduğunu söyledi.

Özellikle çocuklara dikkat edilmeli Elektromanyetik alanların süre ile doğru orantılı olduğunu ifade eden Bayramoğlu, “Yani elektromanyetik alanlara maruz kalma süresindeki artış, vereceği zararı da artırmaktadır. Evimizde elektrikle çalışan çoğu cihaz az da olsa elektromanyetik alan yaymaktadır ama bunların

Özellikle çocuklara dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çeken Bayramoğlu, şunları söyledi: “Çocukların büyüme hormonlarının salgılanmasını etkilediği için gece odalarında elektromanyetik dalga yayan cihazlar bulundurulmamalıdır.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 19


Ruken Zilan

Cihaz Elektrik Alanı Şiddeti (V/m) 

A-Master

| rukenzilan@gaiadergi.com

 | @Mute_ThinkThank

Mikrodalga Fırın 250 (V/m)

Mikser 50 (V/m)

Müzik Seti 90 (V/m)

Ekmek Kızartma Makinesi 40 (V/m)

Dizüstü bilgisayarın ise adı dizüstü ancak yeri masadır. Yaydığı elekt-romanyetik alanlar ve ısı ile uzun süre kullanılmalarında olumsuz etkileri olmaktadır. Bu nedenle masada kullanılmalarını öneriyo-ruz. Mikrodalga fırınlar da yüksek elektromanyetik alan oluşturmak-tadır. Fırını çalıştırdıktan sonra çocuklarınız da siz de çalışması bitene kadar yaklaşmamalısınız. Hele de çalışırken yaklaşıp camdan içeri kesinlikle bakmamalısınız.” Eylemciler baz istasyonunu ateşe verdi Baz istasyonunun zararlı olduğu ko-nusundaki yaygın yanlış söylemler bilgi eksikliği veya yanlış bilgiden kaynaklanıyor. Hâl böyle olunca in-sanlar, birkaç kişinin öncülüğünde baz istasyonu karşıtı eylem yapa-biliyor. Bunun bir örneği geçtiğimiz haftalarda Ankara, İlker 9’uncu Cadde’de yaşandı. Telefon operatör--

20 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Notebook 100 (V/m)

Saç Kurutma Makinesi 40 (V/m)

Monitör 25 (V/m)

Televizyon 30 (V/m)

lerinden bazılarının neredeyse hiç çekmediği cadde üzerine kurulan baz istasyonunun çevresine top-lanan eylemciler, yazılı pankart ve afişlerle saatlerce bekledikten sonra istasyonu ateşe verdi. Yapılan bu eylemin, yukarıdaki açıklamalar da göz önünde bulundurulduğunda mahalle halkına faydadan çok zarar verdiği aşikâr. Halk bilgilendirilmek istiyor Baz istasyonu ateşe verilen bölgede ikamet eden mahalle sakinleri ise, yeterince bilgilendirilmemekten ve baz istasyonunun gece yarısı, gizlice kurulmasından şikâyet ediyor. Herhangi bir bölgeye baz is-tasyonu kurulmadan önce konuyla ilgili bilgilendirme yapılmasının ya da broşür dağıtılmasının faydalı olabileceğini dile getiren mahal-le sakinleri, kamuoyu yoklaması yapılmasının da bu tarz eylemleri önleyebileceğini belirtti.

Buzdolabı 60 (V/m)

Anne eli değmiş gibi yemekler ve sıcacık bir ortam Cafe Créme’de sizleri bekliyor. Ankara’nın yaşanabilir nadir semtlerinden birinde, Aşağı Ayrancı’da yer alan bu canayakın mekân sizlere, hem kafa dinleme hem leziz yemeklerle buluşma hem de sıcak bir aile ortamı vadediyor. Haftanın üç günü canlı müzik dinletisi ve sık sık gerçekleşen resim-heykel sergileri ile göz zevkinize de hitap eden bu ortamda ders çalışabilir, dostlarınızla keyifli zaman geçirebilir ve mekânın dostcanlısı sahipleriyle de tanışma fırsatı bulabilirsiniz. Nadir ve Numan adlı iki kediyle aynı yaşam ortamını paylaşan Cafe Créme’in, vejetaryen mutfağında sunduğu zeytinyağlı yemeklerine bayılacaksınız. Ayrıca Cafe Créme’de bir öğle yemeği yiyip de parmaklarını yemeyen herkese Gaia’nın son sayısı hediye!

 Baz İstasyonu 10 (V/m)

| 0312 428 02 28

 | Yeşilyurt Sokak 32/C Aşağı Ayrancı, Çankaya-Ankara


Röportaj

Cevdet Mehmet Kösemen’den sanat doneleri Meraklı ve yaratıcı ressam Cevdet Mehmet Kösemen ile sanatı, nerden ilham aldığını ve anılarını konuştuk. Bu keyifli sohbetin ardından ondan Ankara’da da sık sık sergi açma sözü aldık.

Benim resim tarzım daha gerçeküstü, sembolizm şeklinde. Ama bunu yaparken kullandığım görsel dağarcık, üniversitede ve daha sonraki dönemlerde kendi merakımla ve eğitimimle edindiğim anatomi, evrim, doğal tarih biliminden geliyor. Vücutlarda bitki parçaları da, memeli uzuvları da, sürüngen kuş da var... Deniz anemonu gibi şeyler de var... Görsel olarak buna çok meraklıyım.

22 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

İnternet sitene baktığımda filmden kitaba ve resme kadar bir sürü şey görüyorum. Sana göre Cevdet Mehmet Kösemen kimdir? Bunu aslında hep annem söyler, herkes bir şey olmaya çok meraklıdır. İnsanlara bakıyorsun, işte bir kız modacı, bir oğlan futbolcu oluyor. İnsanlar meslekleriyle makine gibi bütünleşiyorlar. Ben bu kadar farklı şey yapabilecek kadar şanslıyım ama senin esas olayın ne diye sorulduğunda hep “Ben meraklı biriyim” derim. Gerçekten benden çok daha iyi ressamlar var, benden çok daha başarılı yazarlar var ama Türkiye’nin dünyası içinde dikkat çekmemi sağlayan yegâne yönüm, herhalde, meraklı biri olmamdır. Kısaca, Mehmet Kösemen; kendini kitap yazarak, resim yaparak ifade eden meraklı ve araştırmacı ruhlu 30 yaşında bir gençtir. Ankara’daki “City of Love, City of Dead” sergini kaçırmıştım. Benimle çalışmalarını daha sonra paylaştığında onun üzerine konuşmuştuk. Yorumladığımda senin anlatmak istediklerinden farklıydı. Sanırım senin çalışmalarını güzel yapan da herkese göre farklı anlamlar çıkması. Bir de okurlar için bu serginin ne ifade ettiğini anlatır mısın?

Gaia, C. M. Kösemen (9 Aralık 2015) Demeter, C. M. Kösemen (Ekim 2015)

Ankara benim için diğer bütün şehirlerin yanında özel bir öneme sahiptir. Bunun birinci sebebi, benim Ankaralı olmam. Herkesin hayatının bir altın çağı vardır. Aslında bir hayaldir ama o zamana dönüp bakınca “Gerçekten çok iyiydi be!” dersin. Beş yaşından sonra İstanbul’a taşındık ama hep en yakın arkadaşlarımla ya da ailemizin diğer üyeleriyle hep Ankara’da buluşuyordum. O yüzden Ankara’nın bir duygusal yakınlığı var. Ama aynı zamanda Ankara benim en kötü anlarımı yaşadığım yer de oldu. Mesela 17 Ağustos Depremi’nde babaannemi Yalova’da kaybettim bir buçuk yıl sonra da dedemi. Bu benim hayatımın şekillendirici travmalarından biri oldu. Anı yüklü bir şehir. Benim resim tarzım daha gerçeküstü, sembolizm şeklinde. Ama bunu yaparken kullandığım görsel dağarcık, üniversitede ve daha sonraki dönemlerde kendi merakımla ve eğitimimle edindiğim anatomi, evrim, doğal tarih biliminden geliyor.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 23


Röportaj benimle iletişime geçti. “Böyle bir fikrim var. İbiza’da bir gece kulübünde böyle bir aydınlanma yaşadım. Hem bir deney yapmak istiyorum hem de senin nasıl yapacağını merak ediyorum” dedi. Ben de meraklı bir insanım ve bu “Patron” da aslında tamamen farklı bir sektörden ve eğitimi tamamen farklı olmasına rağmen uyuştuğum biridir.

Vücutlarda bitki parçaları da, memeli uzuvları da, sürüngen kuş da var... Deniz anemonu gibi şeyler de var... Görsel olarak buna çok meraklıyım. O resimlerin bir ay boyunca orada asılı kalması benim için çok önemli bir şeydi. Evrenin yapısında bilgiyi koruyan bir mekanizma olduğuna inanırım. Gerek geçmişle yüzleşme, gerek eski anıları tazeleme, gerek de bazı manyaklıkları içimden atmak için yapmam gereken bir hareketti diye de düşünüyorum. Sergideki resimler bu yönden bakınca farklı bir anlam kazanabiliyor işte. Mesela; mezar gibi kırmızı taşlar var, karanlık yoğun bir figür var. Ya da mesela; bir kertenkele resmi var ve adı da Kuğulupark. Dört yaşındayken gittiğimizde Kuğulupark’ın bir kum havuzu vardı ve orada bir tane plastik kertenkele bulmuştum.

24 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Annem onu temizleyip almıştı. O beni öyle etkilemişti ki! Vay! İşte bu benim çok sevdiğim sürüngen hayvanlarla ilk tanışmam olmuştu. Beni Ankara’ya bağlayan önemli hatıralardan biri. Dört gün boyunca dört saat bir odaya kapandığın sergiyi sormak istiyorum. Yüksek sesle tekno müzik dinleyerek 23 eser ortaya çıkardın. Dört gün boyunca dört saatte 23 eser gerçekten fazla gibi... Üretim aşamasında neler hissettin? Ne düşündün? Bir de hoşlanmadığın bir müzikmiş... Patron’s experiment” (Patron’un Deneyi) adlıyla çıkan bu proje aslında biraz da bonus sergi gibi oldu. Kendi ismini vermek istemeyen, sanatçıları destekleyen “Patron” ismini takan sanatçı sponsoru var, İstanbul’da yaşıyor. Bu arkadaşımız

Herhangi bir X kişisi gelip, bu işi yap deseydi kuşkuyla yaklaşırdım ama bu teklife olumlu baktım. Şartları açıkladığında çok şaşırdım. İğrenç bir tekno müzik, dört gün bir yere kapanacaksınız. Tamam dedim ve çalışmaya başladım. Ben çalışma disiplini olarak insanın kendini tamamen işine vermesi gerektiğine inanıyorum. O yüzden benim için tek zorluğu uykusuz kalmak oldu. Ama bu benim için bir fırsattı. Kendimle ve düşüncelerimle yalnız kaldığım, iç dünyamı keşfe çıktığım... Millet ıssız yerlere gitmek için çok büyük paralar veriyor. Ben bunu yapmak ve resim yapmak için ücret aldım, aslında bir yandan avantajlıydım. Burada gördüğünüz eserleri ortaya çıkardım. Biraz yorucu oldu. Şarkının sözlerinde bir yerde “yellow” diyor. Bununla sarı renk yelpazesi hayatıma girdi. Bu renk yelpazesi daha sonraki sergilerimde de kullandım. Peki, çalışmalarında nelerden besleniyorsun? Çalışmalarımda birkaç ana başlık beni besliyor. Bir, kendi anılarım ve duygularım. Yani her sanatçı bunu yaşar. Türkiye’de gerçekçi ve iyi bir eğitim almak ne yazık ki çok zor. Ben o konuda şanslıydım.

Okuduğum lise ve gittiğim okullarda, dünya görüşü daha açık bir eğitim aldım. Bir yandan kendim de meraklıydım. Yani bu öğrendiğim şeyler ve merakım sonucu; evrim, mitoloji ve gerçeküstü sanat konusunda çok bilgim var. Bu bilgi dağarcığımdan oluşan görsel malzemeyi duygularımı ya da belli bir zamana hâkim olan duyguları anlatmak için bir alfabe gibi kullanıyorum. Çoğu kez ben bile bilmiyorum ne yazdığımı ama bakınca insanların kendilerinden bir şeyler bulmasını istiyorum. Beni besleyen üçüncü şey de herhalde sevgidir hayatta. Çevremdeki insanların, eşimin, ailemin, diğer tanıdıklarımın bana olan inancı beni daha yaratıcı kılıyor. Mesela; sürekli üretim yapılması gerektiğine inanırım. Sürekli acılarla beslenen bir ressam olamam. Acılar beni besleyemez.

Çevremdeki insanların, eşimin, ailemin, diğer tanıdıklarımın bana olan inancı beni daha yaratıcı kılıyor. Mesela; sürekli üretim yapılması gerektiğine inanırım. Sürekli acılarla beslenen bir ressam olamam. Acılar beni besleyemez.

Sanatçıların LSD, magic mushroom gibi halüsinojenik maddeler kullanarak deneyler yapmasını nasıl yorumluyorsun? Bu tarz uyarıcılar yaratıcılığı arttırıyor mu? Ne düşünüyorsun? Bilmiyorum hiç denemedim. İnsanlık tarihinde çok eski bir ruh sanatı geleneği vardır. Bu en eski taş devri resimlerinde de görünür. Çok gerçekçi bir şekilde bizonları, atları, diğer hayvanları çizmişler mesela. Ama sonra köşeye bir bakıyorsunuz, kuş kafalı bir insan da var. Bilinen en eski heykellerden biri aslan başlı bir insan heykelidir. Günümüzde de taş devri seviyesinde yaşayan kültürlerin bazılarında da böyle uyarıcı maddeler alıp resim yapma ya da Şaman’ın yaptığı resme uyarıcı maddeler etkisinde bakıp ruhsal deneyim yaşama

gelenekleri olduğunu biliyoruz. Bu yüzden halüsinojenik maddeler ve sanat arasındaki ilişki insanlığın eski miraslarından biridir. Bu tarz vizyonların tarihte çok büyük ve yadsınmaz bir rolü vardır. Kimse inkâr edemez. Öte yandan da sırf bunlara bel bağlamak modern çağda şehir yaşamı içinde insanı sandığı kadar da yaratıcı yapmayabilir. Senin çalışmalarına bakınca sürrealist çizimler görüyorum. Öyle çok farklı kafalar yaşayan sürrealistler var. Mesela; Alex Grey diye biri var. Gerçekten dünyayla ilgili vizyonlar görür. Garip garip şeyleri vardır. Çoğu kişi Alex Grey’i DMT molekülüyle bilir ama mesela çok az kişi onun doktorluk eğitimi aldığını bilir.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 25


Röportaj

Dansçı, C. M. Kösemen (Kasım 2015)

Fotoğraf: Kemal Aslan/Reuters Demin de dediğim gibi o sanatçının da eserlerindeki engin anatomi bilgisi sadece pıt atarak gelmiyor, doldurduğu bir bilgi de var. Mesela; Alien’ın yaratıcısı, geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz, Hans Ruedi Giger, çok rock’n roll bir hayat sürmüştür, almadığı uyuşturucu yoktur. Giger, aynı zamanda mühendislik ve teknik çizim eğitimi almıştır. Tabii işi böyle halledemeyiz. Gaia Dergi adına teşekkür ediyorum. Derginizin misyonunu çok takdir ediyorum. Bütün o prensiplerin hepsini hayatımda yaşatamasam da Türkiye’nin çok ihtiyacı olan bir düşünce akımı ve gelecekte için de çok önemli. Sanki çok ilginç bir dönem dünyada bitmek üzereymiş gibi hissediyorum. Bu, çoğu insan

26 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

tarafından da paylaşılan bir duygu. Yani bir çağın çöküşüne tanık olacağız bence, bizim kuşağımız olarak. Bu yaz ölü çocuklar karaya vurmaya başladığında, böyle bir dünyada ne yapıyoruz, laylaylom kaya resmi yapılabilir mi, nasıl bir dünyada yaşayacağız dedik ve kaya resmi yapmadık. Bazen hakikaten bu kadar radikal değişimlere gebe bir dünyada resim yapmak neye yarayacak diyorum. Belki de resim yapmak, böyle değişimlere gebe bir dünyada yapılacak tek doğru şey. Bir şekilde anlatmak gerekiyor yani... Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki ismi konulamaz görsellerle anlatılabilecek duygular gerçek bilgi

ve öngörülerden anlamlı olabiliyor, dönüp bakınca. Bilmiyorum... Okurlarımıza da sana da gerçekten çok teşekkür ederim. Merakınızı hiç kaybetmeyin. Çünkü hiç kimsenin görmediği şeyler her an her yerde karşımıza çıkabilir.

Ankara benim için diğer bütün şehirlerin yanında özel bir öneme sahiptir. Anı yüklü bir şehir...

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 27


Burak Ruken Avşar Zilan

Kadın

 | burak@gaiadergi.com  | rukenzilan@gaiadergi.com

 | @thelastvegan  | @Mute_ThinkThank erkekler. Hasadın sonunda elde edilen tüm ürünler ise kadına teslim ediliyor. Vietnamlı teolog Peter C. Chan’e göre, belli bir döneme kadar Vietnam’daki aile formu hem anaerkilliğe daha yakındı hem de kadın yönetimsel süreçte büyük söz sahibiydi, ancak Çin’in Vietnam üzerindeki etkisinin artmasıyla bu topraklarda ataerkil bir düzen hâkim olmaya başladı. Ataerkil toplumların tam olarak ne zaman başladığına dair kesin bir kanıt olmasa da tarihçiler ortak paydada buluşarak tarım toplumuyla birlikte evrildiğine işaret ediyor. Yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte silahı eline alan erk, kadın ve doğanın üzerinde egemenliğinin ilk inşasına başladı. Ünlü bilim kurgu ve fantezi yazarı feminist Ursula Le Guin ise geçmişten günümüze kadar aktarılmış bu kodları şu sözlerle betimliyor:

Holosen dönemi neolitik kamp tasviri. Çizim: Zdeněk Burian

Doğanın cinsiyeti dişidir: Kadın, yeryüzü ve anaerkillik Yeryüzünün çocukları çoktandır birbirinin kuyusunu kazadursun, biz zamanda bir yolculuk yapalım. Doğanın efendisi kavramının henüz tohumdan baş göstermediği, toprağa duyulan saygının en üst mertebede seyrettiği, kötülük kavramının zihinlerde herhangi bir karşılık bulmadığı ve bütüncül bir yaşamın egemen olduğu çağlara; kadının çağına. 28 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Y

erleşik hayata geçilmeden önce eşitlik kavramının etrafında kamp kurmuş insan soyunun günümüz problemleriyle uzaktan yakından bir bağı yoktu. Beton yüzü görmeyen doğa, tuttuğu her boyuna zincir takan ataerkillik ile henüz tanışmamıştı. Bugünden 12 bin yıl öncesine gittiğimizde, yani tarım toplumuna henüz geçilmemişken, var olan topluluklar eşitlikçi bir yapıya sahipti ve istediği her şeyi ona sunan tabiata da sonsuz bir saygı duyuyordu. Peki, tarih öncesi dönemlere kadar gidersek anaerkil bir topluluk ile karşılaşmamız mümkün mü?

Çoğu antropolog, tarihin herhangi bir aralığında kadının egemen olduğu bir dönemin bulunmadığını belirtiyor. Karar alma mekanizmasında kendine yer bulabilmiş kadınların var olduğu dönemlerin yaşandığını söyleyen araştırmacılar, tanrıça kültü ile anaerkil toplumların birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurguluyor. Ancak bu konudaki tartışmalar hâlen devam ediyor ve kesin sonuç elde edilmiş değil. Günümüzde bölge bölge anaerkil pratiği uygulayan kabileler ve topluluklar yaşıyor, ancak bu toplumlar da günbegün eşsiz yapısını kaybediyor. Çin’de yaşayan Mosuolar, tam anlamıyla kadının

egemen olduğu, ancak eşitliğin bu egemenlik arasında kaybolmadığı bir toplum yapısına sahip. Bin yılı aşkın bir süredir Libya, Cezayir, Mali ve Nijer’in bulunduğu bölgede yaşayan Tuaregler de anaerkil düzenin yaşandığı topluluklara bir örnek teşkil ediyor. Kadınların aktif rolde bulunduğu bu topluluğun en ilginç özelliği de müslüman olmaları. Çünkü anaerkillik İslam inancında yer alan bir kavram değil, İslam bunun aksine ağırlıklı bir şekilde ataerkil yapıya sahip. Endonezya’daki Minangkabaular ve Kızılderili Hopiler de anaerkil yapıya yakın bir yaşam tarzına sahipler. Örneğin, Hopiler’de toprak kadına ait ve toprak ile çalışan bireyler

“Uygar erkek şöyle der: Kendi olan benim, efendi benim, geri kalan her şey ötekidir; dışarıdadır, aşağıdadır, alttadır, itaat edendir. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben sorgularım, ben faydalanırım, ben kontrol ederim. Önemli olan benim yaptığımdır. Benim ne istediğim tek nedendir. Ben benim, gerisi benim uygun gördüğüm şekilde kullanılacak olan kadınlar ve el değmemiş vahşi arazidir.” Yaklaşık 5 bin yıl öncesine döndüğümüzde tarım hakkında inanılmaz bilgilere sahip olan kadının günümüzdeki rolü kölelikten öteye geçemiyor.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 29


Ruken Zilan

Kadın

 | rukenzilan@gaiadergi.com

 | @Mute_ThinkThank liyor. Sokakta, sanatta, felsefede, bilimde, tarihte kısacası her yerde sözün kendisinde olmasını istiyor, ancak sınırlı kaynaklara sahip gezegenimizin de bir ömrü var, her canlının bir ömrü olduğu gibi. Kadının dokunuşu ile rahat bir şekilde nefes alan tabiat, erkeğin dokunuşu ile adeta bir kaosa dönüşüyor. Erk durmadan üretiyor ve çok daha büyük bir hızla tüketiyor. Eşitsizlik, adaletsizlik, savaş erkek icadından başka bir şey değil. Bizleri sona yaklaştıran, soyumuzun tükenmesine sebep olacak iklim değişikliği de aslında tam olarak erkeğin eseri. Yeryüzünü tekrar kadınlara emanet etmenin tam sırası. Biz

Mount Kenya bölgesinde çalışan Kenyalı bir kadın işçi. Fotoğraf: Neil Palmer, CIAT Her kulvarda olduğu gibi kadının bu alandaki bilgeliğini de elinden çalan erk, doğaya saygı göstermeyerek daha çok üretim için toprağı yıpratabildiği kadar yıpratıyor. Sinek Sekiz Yayınevi’nin yayınladığı İnadına Canlı isimli kitapta, ünlü ekofeminist ve tohum devrimcisi Vandana Shiva, kadının toprak bilgeliğinin yalnızca 20 yıl gibi kısa bir sürede erkek bilimciler tarafından tahrip edildiğini vurgulayarak, toprak ve kadın arasında sıkı bir bağ olduğunu vurguluyor. Gıda ve Tarım Örgütü’nün Dünyayı Kadınlar Besliyor isimli raporuna göre, kadınlar gerek işlenmiş gerekse işlenmemiş bitki çeşitliliği hakkında, günümüz erkek tarım bilimcilerden çok daha fazlasını biliyor. Yine aynı kitapta belir-

30 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

tilen istatistiksel verilere göre, kadınlar Nijerya’da kendi evinin bahçesinde 18 ila 57 farklı türde bitki yetiştiriyor. Guatemala’da 0,1 hektardan daha az bir alanı kaplayan ev bahçelerinde 10’dan fazla ağaç ve ekin türü bulunuyor. Bu istatistiksel veriler ışığında anlamamız gereken şey ise şu: Kadın, doğayla çok daha iç içe. Birbirinin aynası olan iki kavram, pek tabii ki iyi anlaşıyor. Bu sene içerisinde çıkan bir haberde de kadının toprak ile bağı çok net bir biçimde karşımıza çıkıyor. Yeşil Gazete’den Ayşe Zeynep Pamuk’un Huffington Post’tan çevirdiği haberin içeriğine göre, Kenyalı kadınlar ülkedeki kötü gidişata dur diyebilmek için tarımda bir devrim yapıyor. Uluslararası

Kadın Grupları Ağı GROOTS’un Kenya’da başlattığı proje, bölgedeki kadınlara çeşitli eğitimler vererek dişinin toplumdaki lider özelliklerini ön plana çıkarmaya çalışıyor. Kadınlar ise başlattıkları devrime erkekleri karıştırmıyor, her şeylerini kendileri hallediyor.

erkekler, kadınlar öncülüğünde başlayacak ekolojik devrimi izleyelim, yeryüzünü bu sefer onlara emanet edelim. Patagonya topraklarında direnen Mapuçe halkının lideri Moira Millan ile geçtiğimiz aylarda yaptığımız röportajda söylediği sözler, sizce de durumu özetlemiyor mu?

“Biz kadınlar, sadece hayat verenler değil aynı zamanda hayatın bütün yönlerinin mimarları ve üreticileriyiz. Bizim bedenlerimiz, yaşamlarımızı devam ettirdiğimiz topraklar aynı zamanda. Yeryüzünde her ne olursa, bu, bedenlerimizde de olur. Yeryüzünde yarattığımız kirlilik, bedenimizde neden olduğumuz kanserin ta kendisidir. Yaşamı korumanın tek yolu, doğa ile bir olabilmeyi sağlamaktan geçiyor. Yeryüzünün rahmi, bugün kurumaya yüz tutmuş ve engellenmiş olan yeraltı suları ve her türden su kaynağından beslenir, aynı şekilde kadının rahmi de yaşamın devamlılığını sağlar. Kendine has bir kadın anlayışının inşası aynı zamanda bizlerin yeryüzünün bekçileri olmamızı sağlar.”

Kenya’da çay toplayan çiftçiler. Kaynak: CIAT/Flickr

Peki, bu sırada erk ne yapıyor? Son 4 bin yıldır dünyaya egemen olan erkek anlayış, 1800’lü yıllarda başlayan Sanayi Devrimi ile karakterini tam olarak yansıtıyor. Bugün yeryüzünde var olan sorunların en temelinde ise bu erkek anlayış yatıyor. Silahı üreten erkekler, silahın kullanılması için erkekten ordular yaratıyor. Tarımda kadının bilgeliğini saf dışı bırakan erkekler, GDO’lu tohumlar ile sofralarımızı zehir-

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 31


Fotoğraf

Barış anneleri, Türkiye’nin Doğu bölgelerinde süren savaş ortamına karşı 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yürüdü. Bu kare de barış taleplerini duyurmak için farklı şehirlerden TBMM’ye gelen Barış Anneleri meclisin bahçesinde beklerken çekildi. Fotoğraf: Emine Kart

32

33


Gök Taner

Tarih

 | gtaner@gmail.com

 | @GokTaner

Fırıncı Arabası - Jean Michelin, 1656

Laurium şehrinin madenlerinde çalışan köleler. Kaynak: Wikipedia

Kaynak: Metropolitan Sanat Müzesi

İnsanlık tarihine yazılmış bir ayıp: Kölelik Tarihin tozlu sayfalarında bir günah, bir lanet gibi ortalıkta dolaşan en önemli tarihsel adaletsizliktir, kölelik. Belki de dünya üzerinde ticari hayata geçen insanın en acımasız yaşam biçimi olarak literatüre geçmiştir. Oysa görünen o ki, tüketebileceğinden fazlasını üretemeyen ilkel insan asla köle veya sahip olmamıştır.

S

eneler önce Amistad filmini sinemada izlediğimde, bir girdap gibi olmuştu o küçük çocuğun içi. Sonra geleceğe umutla baktığımız yıllarda Nazım’ın “Yok edin insanın, insana kulluğunu” dizesini okuyup haykırdığımı hatırlıyorum. Spartaküs’ü ilk duyduğumda o direnişin ne demek olduğunu anladığımı bile sanmıyorum. Ama bugün biliyorum ki, ismine köle denmese de, yasal olmasa da kölelik hâlâ devam ediyor, belki de eskisinden daha acımasız bir halde. Kölelik tarihi, uygarlığın başladığı antik çağlardan insan ticaretinin suç sayılmasını sağlayan Amerika İç Savaşı sonrasına kadar dayanıyor. Bugün kölelik bir suç sayılsa da dünya ekonomisinin önemli bir kesimi hâlâ

34 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

insan ticareti üzerinden işlemekte ve bu duruma en çok göz yuman ülkeler de kölelik karşıtlığını en çok savunduğu görülen ülkeler. Antik çağın tozlu raflarında kölelik Tarihi yazıtlar bize gösteriyor ki, kıt kaynaklarla sadece kendisi ve eşrafının tüketeceği kadar üretim yapabilen insan modeli köleliği hiç benimsememiş. Özellikle toprağın daha verimli kullanılmaya başlaması ve ehlileştirilmiş canlıların tüketimi başladıktan sonra ticaretin de başlamasıyla köleliğin ortaya çıktığı görülüyor. İlk kez Sümerlerde görülen köleler, bu dönemde ev hizmetkârlığı ve tarım ırgatlığı yapıyorlardı. Durumları bugünün sömürülen işçi sınıfından çok az farklıydı.

Sümerler ve sonrasında köle olmak için birçok neden vardı. Savaş sırasında esir düşmek köle olmak için bir nedendi. Bir kişi savaş sırasında ölmez ve esir alınırsa genellikle hükümdarın kölesi haline geliyordu. Sadece savaş tutsakları değil, borcunu ödeyemeyenler, hükümdarın veya ailesinin söylediklerine ters düşen birçok kişi kölelikle cezalandırılıyordu. Örneğin, hükümdar haremlerinden bir kadınla birlikte olmanın suç olduğu Antik Mısır’da, bu kişiler ya çöle sürgünlerle ya da hükümdarın ömür boyu köleleri olarak hayatlarına devam ediyorlardı. Bütün bunların dışında ebeveynleri köle olduğu için köle olarak doğan kişiler de vardı. Bu da köleliğin aslında bir ceza

yöntemi değil, bir sınıf olduğunu gösteriyor ki, bu durum dönemin ticari hayatının önemli kısmını etkiliyordu. Eski Yunan’da köle sınıfı ekonomik anlamda çok önemliydi. Bir ticari nesne olarak insan çok önemli bir gelir kaynağı, aristokrasi insan ticaretinden sermayesini yükselten tacirlerle doluydu. Ayrıca köleler hem ev hizmetlerinde hem tarlalarda hem de birçok ağır işte çalıştıkları için sahiplerinin gelirini arttırıyorlardı. Bugünün bir traktörü gibi, güçlü bir kölenin fiyatı oldukça yüksekti. Köle sadece kas gücüyle değerlendirilmiyor, insanlara dış görünüşü, iletişim meziyetleri ve hatta kıyafeti olup olmadığı-

na göre değer biçiliyordu. Eski Yunan’da köleler, sadece bir ticari mal oldukları için hiçbir hak talep edemiyorlardı, ölmemeleri için verilen yiyecekler ve barınaklarla geçinmek zorundalardı. Kölelerin sayısının artmasıyla Roma döneminde kölelik, ticari kaygıları barındırsa da insanları eğlendirecek bir modele de evrilmişti. Köleler arasında bile ayrım yapan Roma aristokrasisi, insan ticaretini iki nedenle yapıyordu. Daha güçsüz görünen ve dış görünümleri daha bozuk olan köleler, taş ocakları, madenler, tarlalar ve şehir yaşamının kolaylaştırıcıları olarak kullanılıyordu. Fakat bu köleleri genellikle üst düzey aristokrasi görmüyordu.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 35


B-Master

Bir Mısırlı ile Yahudi kölenin kavga tasfiri. Julius Schnorr von Carolsfeld (1794-1872)

İzmir’de bulunan, yakalanan Roma kölelerini tasvir eden rölyef. Kaynak: Ashmolean Müzesi, Londra

Onların karşılarına geçebilen köleler dış görünümleri daha düzgün, özel yetiştirilmiş kölelerdi. Hem tacirler için daha çok para kazandıran hem de sahiplerini daha çok mutlu eden bu köleler, cinsiyetlerine göre farklı yerlerde kullanılıyordu. Erkekler, genellikle ya hayvanlarla ya da birbirleriyle ölesiye dövüştürülerek, kadınlarsa genellikle cariyelik yaparak veya dans ederek aristokrasiyi eğlendirmeye başlamıştı. Antik Mısır’da Firavun ve hanedanı tanrısal güce sahip olduğu için tüm halk arasından köle seçebilirlerdi. Özellikle Firavun’a hizmet etmek büyük bir onur sayılırken, daha ağır işlerde çalışacak veya cezalandırılacak köleler ya Libyalılar ve Suriyelilerle savaşları sırasında esir düşenler arasından ya da Firavun’a karşı çok büyük bir

36

suç işlemiş kişiler arasından seçilirdi. Mısır’da tüm kişiler adalet önünde eşitken, sadece köleler için ayrım yapılırdı. Antik Mısır’da kölelerin ne tip işlerde kullanıldığı bilinmiyor, ancak bazı kaynaklarda tehlikeli görevlere gönderildikleri söyleniyor. Köle savaşları Birinci köle ayaklanması MÖ 187 tarihinde Apulia’da çıksa da o kadar kısa sürmüştür ki, bu isyan köle savaşı olarak tarihe geçmez. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmış, yedi bin köle ise çarmıha gerilerek katledilmiştir. Birinci Köle Savaşı şeklinde de adlandırılan köle ayaklanması, MÖ 134’de Sicilya’da meydana gelen isyanla yazılı tarihe geçmiştir.

Verimli bir bölge olan Sicilya’da toprak, köleler sayesinde işleniyordu. İşçi köleler, buradaki toprakları işleyerek, Roma İmparatorluğu için bir yiyecek ambarına dönüştürmüştü. Devlet toprakları, Latifundia adı verilen büyük çiftlikler, büyük buğday tarlaları, zeytinlikler ve koyun yetiştirmeye elverişli otlaklardan oluşuyordu.

öldü. Romalılar, Kral Attalos’un bir vasiyetname ile Bergama Krallığını kendilerine bıraktığını ileri sürünce, Aritonicos adlı biri, üvey kardeşi Attalos’la birlikte Romalılara karşı ayaklandı. O dönemde Bergama Krallığı’na sınıf, cinsiyet veya yerli yabancı fark etmeksizin herkes oy kullanabildiği ve kral böyle seçildiği için demokratik diyebiliriz.

Bu bölgede bir anda kıvılcımlanan ve hızla yayılan ayaklanmadan kısa süre sonra başlarında Suriyeli Ennus ile Makedonyalı Clêon bulunan 70 bin kişilik bir ordu kuruldu ve Roma Devleti’ne karşı savaş başladı. Bu orduyla Sicilya’yı ele geçirmeleri zor olmadı. İki yıl süren savaş sonunda İmparatorluğun geniş topraklardan getirdiği askerlerden oluşan ordusu, adayı ablukaya alınca savaşmak için yeterli erzağı bulamayan köle ordusu düştü ve yirmi bin köle çarmıha gerildi. Birinci Sicilya Ayaklanması sırasında, Anadolu’da da toprak sahipleri, kölelerle birlikte Roma egemenliğine karşı ayaklandılar. MÖ 133 yılında, Roma egemenliği altına girmiş olan Bergama Kralı III. Attalos

Yönetime katılmak için varlıklı olmak gerekli değildi. Çıkan ilk savaşta Aritonicos yenilse de, kendini tekrar “Kölelerin Kurtarıcısı” ilan ederek Roma’ya karşı köle ordusunu topladı ve Aristonicos’un “Güneş Devleti” böylece kurulmuş oldu. Bağımsızlıklarına kavuşan köleler, kısa süre içinde ülkenin yönetimini ellerine aldılar. Ancak Romalılar, kendilerine verilmiş olduğunu ileri sürdükleri Bergama’yı ellerinden kaçırmamak için, bir Kosül’ün komutasında ordu göndermişlerdi. Savaş MÖ 129 yılına kadar sürdü. Sonunda, Aristonicos ve köleler, Roma ordusu karşısında yenilgiye uğradılar. Aristonicos, Roma’ya götürüldü ve orada işkence edilerek öldürüldü.

Tesadüf eseri veya o dönemde en çok insan ticareti yapılan bölgeler olsa gerek, ikinci köle isyanı da Suriyeli ve Makedon iki önder liderliğinde çıktı. İkinci Köle Savaşı da denilen bu isyan, Suriyeli Salvius ve Makedonyalı Arthênion’un savaş alanında öldürülmeleriyle bastırıldı. Bu isyan sonrasında da Roma Devleti, on binlerce köleyi idam etti. Spartaküs ismini ilk duyuşum Bir Demet Tiyatro’da Erdal Tosun’un canlandırdığı Spartaküs Vedat’la oldu sanırım. TV dizisinin, bugünkü işçi mücadelesini Roma döneminin kölelik mücadelesine benzetirken çok da mübalağa etmemiş olsa gerek. Tarihteki en önemli köle isyanı belki de Spartaküs’ün önderlik ettiği MÖ 73 yılında çıkan isyandır ve Üçüncü Köle Savaşı olarak bilinir. Trakya’da bir göçebe ailenin çocuğu olarak doğan Spartaküs, Roma’ya savaş esiri olarak getirildi ve sonra Capou’ya gladyatör okuluna satıldı.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 37


Spartaküs’ün son savaşı ve ölümü.

Yakalanan Afrikalılar köle gemisine bindirilirken. (1880)

Herrman Vogel (1882)

Kaynak: Gettyimages

Okuldan kaçmazsa arenada öleceğini bilen Spartaküs, 73 arkadaşı ile Vezüv Dağı’na kaçtıktan sonra, üç bin kişilik Roma askerleri ile yaptığı çetin bir mücadele sonucunda tarihe geçti.

sıkça görülen bir sömürü yapısıdır. Avrupa’da kölelik, tarımın önemli bir üretim aracı olması ve feodal düzenin toprağı yönetmesi nedeniyle Roma dönemine göre azalsa da hiç bitmedi.

Spartaküs’ün en önemli zaferinin, tüm köleleri ve yoksulları bağımsızlık mücadelesine çağırdıktan sonra olduğu düşünülür. Bu dönemde kırk bin kişilik bir yoksul ordusuyla Roma askerlerine karşı savaşarak, bir süre sonra özgür bir devlet kurmayı başardı. Fakat devletleşme Spartaküs için sonun başlangıcı oldu. Crassus yönetimindeki Roma ordularının zaferi sonunda savaş alanında öldü. Roma tarihçileri ondan “Güçlü, zeki, ağır başlı, üstün yetenekli… Barbar olmaktan çok Helen olmaya layık bir insan…” olarak bahseder.

Haçlı Seferleri zamanında Hristiyanların ve Müslümanların savaş dönemlerinde esirleri, çoğu ağır işçi ya da ırgat olarak tarlalarda ve ev hizmetlerinde çalıştırdığı bilinmektedir. Bunun yanında İslam dünyasında köle azat etmek sevap olduğu için birçok köle azat edilse de kölelik devam etmiştir.

Dinler de köleliği kabul etti Hristiyanlığın ve Müslümanlığın ortaya çıkması sonucunda insanların daha adaletli bir dünyada yaşamaya başladığı düşünülebilir. Ancak kölelik sistemi dinler tarihinde de

38 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Avrupa’nın en karanlık döneminin Ortaçağ olduğu bilinen bir bilgidir. Birçok kaynakta Kilise baskısı sonucu yaşanan katliamlar tarihi görülebilir. Ancak bu kaynakların çoğu, sadece yoksul halkların ve özellikle “soylu”ların maruz kaldığı zulümlerden bahsetmektedir. Bütün bunların yanında kölelik, nüfus artışı göz önünde bulundurulduğunda giderek kıtlaşan kaynakların daha verimli kullanılacağı düşünülerek artmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda da tutsak alınan korsanlar

köle olarak kullanılmaya devam etmiştir. Osmanlı’da köle ticaretini sadece Müslümanlar yapabiliyor, fakat yasalara göre kendileri köle kullanamıyorlardı, bütün bunların yanında gizli gizli köle sahibi olan Müslümanlar da yok değildi. Kölelik 18’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve 17’nci yüzyılda İngiltere’de başka sömürü politikaları sayesinde önemini yitirirken, 16’ncı yüzyılda Yeni Dünya’da başka bir şekliyle başladı. Kıta Amerikası’nın keşfi ile uçsuz bucaksız toprakları işgal eden Avrupalılar, buradakileri kendi düzenlerine çekmeyi iyi bildiler. Ayrıca Afrika’nın vahşi alanları da keşfedildikçe, buradaki insanlar köle olarak kullanılmaya başlamıştı. Kıtanın verimli topraklarını işlemek, ekip biçmek, değerli madenleri çıkarmak için büyük bir işgücüne ihtiyaç vardı. Avrupa’dan çok sayıda insanın gelmesine rağmen, işgücü açığı giderek büyüyordu. Sömürgeci Avrupalılar bu durum karşısında, çareyi köleleştirilen Afrikalı yerlilerin çalıştırılmak üzere Amerika’ya getirilmesinde buldular.

Köle tacirleri tarafından tutsak edilen Afrikalı esirler zincire vurularak kıtaya getiriliyor ve buralarda kurulan pazarlarda hayvanlar gibi açık artırmalarla satılıyordu. Köleler özellikle güneydeki kolonilerde, tarım işletmelerinde tütün, pirinç gibi işlerde kullanılıyordu. 1700’de Virginia’da 16 bin kadar köle kullanılırken, 1770’lerde bu sayı 187 bin’e kadar yükseldi. Yine Güney Carolina’da kurulan tarım çiftliklerinde 1775’de 100 bin kişilik tarım nüfusunun sadece 25 bini beyazdı. Yaklaşık 2 bin yıl süren insanlık ayıbı Sümerlerden Amerika’ya uzanan kölelik tarihinde, resmi olarak köleliği ilk kaldıran ülke Danimarka oldu. Ezilen halklar ilk zaferi, 1792’de aldı. Amerika Birleşik Devletleri 1808’de köle ithalini yasak eden bir kanun çıkardı, fakat iç savaşa kadar köleliğe engel olunamadı. Binlerce yıllık ayıbın ardından Köleler, tarih boyunca hep mücadele vermiş, savaşmış fakat kölelik yok olmamış sadece yıllar içerisinde

evrilmiş ve bir başka şekle bürünmüştür. Dünya tüketim ekonomisi, “kıt ürünün, sonsuz ihtiyaca oranı” şeklinde tanımlanmaya devam ettiği sürece de kölelik devam edecektir. Ama yaşamak şahsına münhasır bir eylem değildir. Tek bir kişinin köleliğinin etki alanı tüm dünyanın kendisidir.

Afrikalı bir kölenin tamamen uydurma anlattıklarıdır: Gece yarısını biraz geçti, sabah gün ışımadan buraya gelene kadar hiç görmediğim gürültülü araçlara binip güneşin doğuşunu izleyeceğimiz tarlalara gideceğiz, fakat uyuyamıyorum. Aklımda uçsuz bucaksız denizin öbür tarafında bıraktığım çocuklarım ve eşim var. Ah, denizin öbür yakasında bıraktığım eşsiz güzellikteki kadın… Kabilenin o en güzel kadını için 15 kadar erkek, büyük bir yarışa katıldı. Yarışın ardından sopalı dövüş ve ateş dansı sonucunda kabile lideri beni seçti. Düğünümüzse 12 gece sürdü. Törenler için her şey düşünülmüştü.

Evlendikten kısa bir süre sonra ilk çocuğum ve çok geçmeden ikinci çocuğum dünyaya geldi. İkinci çocuğum henüz kundaktayken, karşımda beyaz adamı gördüğümde, önce onu tanrıların yolladığı bir elçi sanmıştım. Ama yüzlerindeki acımasız ifade, onlardan kaçmam gerektiğini gösterdi. Bazı anlatılar ve efsaneler, soluk yüzlü adamların ellerinden ateş çıkararak insanların bazılarını esir aldıklarını ve büyük gemilere doldurup götürdüklerini anlatıyordu. Anlatılanlar başıma gelene kadar söylentilere inanmamıştım. Yolculuk sırasında günlerce sadece uçsuz bucaksız denizi gördük. Geminin alt tarafındaki ambarda samanların üzerinde gecelerimizi geçiriyor, gündüzleri kızgın görünüşlü, ellerinde sopa ve kırbaçla anlamadığımız dilde emirler veren insanlar tarafından çeşitli görevlere koşturuluyorduk. Bu görevler, köpüren sularla gemiyi temizlemek, sert ve büyük mekanizmaları çalışırken

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 39


Tarih yağlamak gibi şeyler oluyordu. Bazılarımız kazan dairesi denilen yerde saatlerce çalışıyordu. Güçsüz olanlar yolculuk sırasında ölünce onları, denize attılar. Hem de onları kabul etmeleri için tanrılara yakarmadan, öylece denize fırlattılar. Burada, buranın takvimiyle on senedir çalışıyorum. On senedir bahar ve yaz aylarında mısır tarlalarına götürülüyor, toprağı işliyor, mısırı ekiyor, yetiştiriyor ve ekini alıyoruz. Yaz aylarım kış aylarıma göre daha iyi geçiyor. Çünkü asıl sahibimiz bizi çok sık dövmüyor, dövse bile bir yerlerimizin kırılıp işten düşmemizi istemiyor. Oysa kışın kiralık olarak verildiğimiz altın madeninde, çok fazla dayak yiyoruz. Yediğimiz dayak, kimi zaman bazı uzuvlarımızın çatlamasına, kırılmasına neden oluyor. Böyle zamanlarda çalışmaya devam ediyoruz. Çünkü çalışma-

#YaşasınOkuldaÇocuklar yan hiç kimseye kahvaltı ve akşam yemeği verilmez. Çok ciddi şekilde sakatlananlar öldürülüyor. Köle olduğumuz için öldükten sonra bile dini tören yapılmıyor. İlk sahibimiz ve şimdiki sahibimizin babası öldüğünde yapılan töreni, tarladan kaçıp uzaktan izleme fırsatı olanlar, çok şaşalı olduğunu anlattılar. Kabilemizin dili ile bunları anlatmam mümkün değildi, bu yüzden buranın diliyle yazmak zorunda kaldım. Etraftaki tabelaları inceleyerek öğrendiğim bu dille yazmak ise uzun zaman alıyor. Gün doğmak üzere… Birazdan kâhyalar gelip bizi toplayarak tarlalara götürecekler. *** En son yazdığımdan bu yana iki ay oldu. Artık tarlalardaki mısırlar filiz vermeye başladı. Tarlaların en

güzel günleri, doğanın yeni bir şey yarattığını görmek harika… Fakat bugün biraz hüzünlüyüm, çünkü sahibimiz Afrika’dan gelecek yeni kölelere yer açmak için en yaşlı ve güçsüz arkadaşlarımızı başka birine satacağını açıkladı. Bugün gün batana kadar, gidecekler ve yeniler gelecek. *** Yeni köleler geldi, birkaçı bizim oradan. Koğuşun en uzak tarafında yatan yeni arkadaşın bizim oralı olduğunu duydum. Onunla konuştuğumda annesinin Afrika’daki eşim olduğunu öğrendim. Ama çocuk benim oğlum değil, eşim başka birinden çocuk doğurmuş olmalı. Onu kendi oğlum gibi bağrıma bastım. Artık bir oğlum var. En azından burada aile olabiliyoruz.

Okullarda fiziksel güvenlik alanında geliştirilecek standartlar, alınacak basit tedbirler ile okullardaki ölüm ve yaralanmaları engellemek mümkün! Milli Eğitim Bakanlığı ve Gündem Çocuk Derneği arasında Okullarda Fiziksel Güvenlik İşbirliği Protokolü kapsamında çocukların eğitim ortamı ve yakın çevrelerinde, fiziksel çevreyi oluşturan yapılar ve donanımları nedeni ile  Maddi ve manevi bütünlüklerinin zarar görmesinin,  Bedensel ve psikolojik yaralanmalarının ve  En önemlisi yaşamlarını kaybetmelerinin  Önüne geçilmesi sağlanacak.

New Orleans’da satılan köleler. (1861) Kaynak: New York Halk Kütüphanesi

40 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Destek çok kolay!

Banka ile

Duyuru ve desteğin yaygınlaşmasına, 2860 Sayılı Yardım Toplama Kanununun 9. Maddesine istinaden Ankara Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü’nün 23.09.2014 tarihli onayı ile yürüyen yardım kampanyasına (SMS ve Banka), çalışmanın teknik çalışmalarına ve sponsorlukla katkıda bulunabilirsiniz.

Kampanya hesabı: Gündem Çocuk Derneği

S M S ile 3043’e destek yaz, yolla.. Her bir mesaj bedeli 10 TL’dir. (Turkcell ücretsiz, Avea abonelerinden 2 sms, Vodafone abonelerinden 1 mesaj gönderim ücreti alınmaktadır).

Gündem Çocuk Derneği Çocuk Hakları Merkezi Remzi Oğuz Arık Mah. Büklüm Sok. No: 44/4 06680 Kavaklıdere/Ankara Tel & Faks: 0312 437 76 41 E-posta: info@gundemcocuk.org

İş Bankası İncesu Şubesi Hesap no: 4230-067615

IBAN: TR35 0006 4000 0014 2300 6761 75 Kampanya sitesi: http://www.gundemcocuk. org/okullarda-fiziksel-guvenlik/


 | gamzegulkizilcik@gaiadergi.com

Fransız Hükûmeti’ni Monopoli maskotu Zengin Amca Pennybags karakterine benzeten ZAD afişi.

 | @gmzglkzlck

Kaynak: zaddarouen.noblogs.org

Gamzegül Kızılıcık

hayata gözlerini yuman insanlar, mezbahalarda pervasızca kıyılan hayvanlar ve köprü, gökdelen, HES uğruna kesilmiş orman, kurutulmuş dere ve dolgu yapılmış denizlere selam olsun.

Fotoğraf: Remy Gabalda, AEP

Gelecekteki güzel dünyanın laboratuvarı: ZAD Ekoloji savunusu yapan örgütlenmeler her geçen gün güç kazanıyor. Artık çevreci olmak ile ekolojist olmak arasındaki farkı tartışabilir, çevreciliğin anlamının ne kadar da dar olduğunu kavrayabilir potansiyele sahibiz. Artık ekoloji için devletlere karşı koyuyoruz, devletlere haykırıyoruz. Artık haykırışımızı somutlaştırıp yeni hayatlar, yeni yönetim modelleri, yeni yaşam biçimleri kurguluyoruz.

Y

aşamak, direnince güzel. Boyun eğerek yaşayanlar da var elbet. Herkesin bir yaşam amacı var. Kimisi sadece iyi bir iş bulmak, kimisi çocuk yapıp onu okutmak, kimisi de öylece, ölmemeye çalışarak, dövüşmeye korkarak yaşayıp sonunda ölmek amacında. Ancak en kutsal yaşam amacı, yaşatmak

42 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

için yaşamak, burası tartışmasız. Kimi yaşatmak peki? Tabii ki, istisnasız, ayrım yapmaksızın herkesi. Ancak mütemadiyen zarar veriyoruz. Yaşama amaçlarımız devletler ve sermaye sahipleri ile sürekli çakışıyor. Onlar para için, rant için, sermayenin akıbeti için yaşarken öldürüyorlar. Biz ise bu yaşam amacını yaşamak olarak

değil öldürmek, zarar vermek, yok etmek ve sürdürülemez bir ekonomi olarak görüyoruz. Biliyoruz ki, doğal kaynaklar bir gün tükenecek. Biliyoruz ki, o gün şimdi çok daha yakın. Artık devletlerin yok edici politikalarına karşı durmak bireysel manada hepimizin asli görevi haline geldi. Devletlerin politikaları sonucu

Size fırsat buldukça, araştırıp öğrendikçe ve aslında bir de özendikçe ekolojik örgütlenmeleri yazacağım. Seçtiğim ilk örgüt ise kendi eko-yerleşkesini kurmuş, devletlerin iklim politikalarına inanmayan ve aslında haklı da olan, ayrıca kolluk kuvvetlerinin mücadele alanına saldırısı sonucu bir dostunu kaybetmiş ZAD. ZAD’a gönül veren kişiler kendilerine ZADist diyorlar. Çok düşünceliler ve daha da önemlisi direnişçiler. Yaşamı savunuyorlar, kendi üretim alanlarını kuruyorlar ve bunları yaparken rant gözetmiyorlar. ZAD’istler, ZAD’ın neden var olduğunu, orada yapılanları, ZAD’daki ciddi ve geniş politik projeyi tanıtmak için bir video serisi hazırladılar. İlk bölüm, Fransa’nın başkenti Paris’te Aralık ayında 190’dan fazla ülke temsilcisinin küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması ve iklim değişikliğinin önüne geçmek amacıyla bir araya geldikleri COP21 adlı küresel zirveden hemen önceye denk düştü. ZAD köylerinden Liminbout’u ele alan belgeselin önsözünde, COP21’den hiçbir beklentileri olmadığını belirtiyor ZAD’istler: “Çevre felaketlerine neden olan devletler ve finans eden şirketler tarafından bizzat düzenlenen, ülkelerin adil şekilde katılamadığı ve kendini ifade edemediği, görevlilerini asgari maaş bile verme kaygısı göstermeden çalıştıran bir zirveden ne beklenebilir ki?”

ZAD nasıl doğdu? ZAD, adını Zone d’Aménagement Différé yani Farklı Planlama Bölgesi’nden alıyor. Bölgeye bu ismi veren devletin amacı oralara havaalanı, baraj gibi çeşitli yapılar inşa etmek. Doğa için direnenler ise bu yasal kısaltmaya el koyarak Zone à Défendre yani Savunulacak Alan şeklinde kullanmaya başlamışlar. Farklı planlama bölgesinin hedefindeki Nantes Bölgesi’nde havaalanı projesine karşı mücadele eden ZADistler bölgeye, bölge sakinlerinin çağrısı ile gelmişler.1 Daha sonra ormanı kesip baraj yapmak istenilen Testet’de ve Oléron Adası, Bure, Agen gibi başka yerlerde

de benzer zararlı projelere karşı direnen ZAD’lar oluşmuş. Mevzubahis proje 45 yıldır var ve bölgedeki mücadele gerçek anlamda yedi yıldır sürüyor. Bölge ahalisi, havaalanı projesine tek başına direnemeyeceğini bildiği için çağrı yapıyor. 1- Direnişteyiz, “Fransa’da Direnişin Adı ZAD”, 27.09.2014, http://direnisteyiz2. org/fransada-direnisin-adi-zad/, Erişim Tarihi 02.12.2015 Düzeltme: Geçen sayıda bir yazım hatasıyla, IŞİD’in Ankara Katliamı’nı üstlendiğini yazmışım. Hatamı düzeltmek amacıyla bu notu yazıyorum. Dünyadaki bütün saldırılarını üstlenen IŞİD, Ankara Katliamı’nı üstlenmedi, sadece twitter hesaplarından, yapanları tebrik ettiler. Ankara Katliamı azmettirici faili hâlâ meçhuldür.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 43


Notre Dame des Landes’a (Nantes) inşa edilecek havalimanı direnişi esnasında oluşturulan bir ZAD kontrol noktası.

Notre Dame des Landes’a (Nantes) inşa edilecek havalimanına karşı eylem yapan ZAD direnişçileri.

Kaynak: Squat Le Monde

Kaynak: Bon Pied Bon Œil Kollektifi Çağrıya kulak veren insanlar ülkenin her yerinden, hatta başka ülkelerden gelerek bölgeye yerleşiyor. Başlarda, komünal hayat tarzını benimsemiş çoğunluğu yadırgayan bölge halkı, kaynaşıp eylemcileri tanıdıkça aralarındaki bağ da güçleniyor. Belgesel için konuşan bölge sakini bir çiftçinin “Biz öyle kolektif bilinç falan gibi şeyler bilmezdik” demesinden bunu çok iyi anlayabiliyoruz.

cak, korunması gereken alanımız. Oraya hiç gitmediyseniz bölgenin ne kadar geniş olduğunu tahmin etmeniz zor. ZAD, 2 kilometreye 10 kilometre büyüklüğünde bir bölge. Yani koru, yol, çiftlik, ev, kulübe, tarla, sürülmemiş toprak ve su kaynaklarından oluşan yaklaşık 2 bin hektar. Tüm bölgede 60’a yakın yaşam alanı bulunuyor. Birbirinden çok farklı yapıda insanları, aileleri ve kolektifleri barındırıyor.

Belgeselin başında COP21 eleştirisinin hemen ardından başka ve güzel şeylerden bahsetmeyi önererek Notre Dame des Landes (Nantes) ZAD’ı gösteriliyor. Özenmemek elde değil.

Aslında her şey bir havaalanı projesiyle başladı... Ve bölgenin bir avuç sakini bu projeye izin vermemeye karar verdi. Az sayıda insanın oturduğu bir bölgenin daha kolay ele geçirilebileceğinin farkında olan bölge halkı, 2008 yılında destek vermek isteyenleri yerleşmeleri için bölgeye çağırdı. Bölge sakinlerinden biri, La Suence, 1970 yılından beri

Kapitalizmin pazarlık projeleri yerine, tam yedi yıldır mücadele veren Nantes ZAD’ı. Yani koruna-

44 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

orada yaşadıklarını ve hikâyenin 1974’te başladığını söylüyor. Bir süre konuşulan konunun 92’ye kadar sessiz kaldığını Jospin hükûmetiyle yeniden gündeme geldiğini belirten La Suence, Nantes Belediye Başkanı Jean-Marc Ayrault’un önayak olması ile Nantes-Atlantique Havaalanı’nın kapasitesinin dolacağı ve şehrin üzerinden uçuş yapılmasının tehlikeli olduğunun konuşulmasıyla gerçek tehlikenin başladığını ifade ediyor. Bölgenin bir başka sakini, Claude “Tek başımıza Vinci’ye ve devlete karşı kazanamayacağımızı fark ettik. Fransa’ya ve hatta dünyaya bir çağrı yaptık. İnsanlar gelsinler, bize yardım etsinler, burada yaşasınlar, burayı boş bırakmasınlar diye...” İlk başta çağrılarına uyan, pek gelen olmadığı belirten Claude iklim kampı

sırasında yaptıkları ikinci çağrının daha çok ses getirdiğini ve çağrıya cevap niteliğinde pek çok insanın gelip bölgeye yerleştiğini belirtiyor. “Başlarda biraz kuşkuyla yaklaşıyordum gelenlere, bizden farklıydılar... Bizimkilerden farklı yaşam biçimleri, kolektif bilinç falan hiç alışmadığımız şeylerdi.” Ancak tanıdıkça birbirlerini çok seviyorlar ve şimdi aynı konu için tek yürek mücadele ediyorlar. ZAD’da yaşamaya gelen direnişçiler de belgesel için konuşmuşlar. Claude’nin ve Christane’ın bölge için çağrı yaptıklarını ve yılmadan direndiklerini belirten bölgenin yeni bir sakini, yıllardır birlikte örgütlendiklerini ve tüm ihtiyaçlarını paylaştıklarını söylüyor. Şimdi orada büyük bir yemekhane, atlar için bir ahır ve konserve imalatı

yapılan bir alan için şantiye kurmuş durumdalar. ZADistler çalışıyor. Yeni oluşumların örgütlendiği bu şantiyenin, bölgeyi boşaltmak isteyen devlete en büyük cevap olduğunu söyleyen direnişçi, uzun vadede orada kalacaklarını kanıtı olarak da bu şantiyeyi gösteriyor. ZAD’ın bu köyündeki yapıların tüm giderleri ikinci el malzeme kullanarak veya kolektif harcamalar ile çözümlendiğini belirten ZADist, yapıların dışarıdan bakıldığında yeni inşa biçimleri hakkında bir fikir vermesi gerektiğini de belirtiyor.

yerine yaşayarak öğrenmeyi tercih ediyorlar. Adına da “özeğitim” diyorlar. Toprakları paylaşıyorlar ve ihtiyaca göre çalışıyorlar, ekip biçiyorlar. Teknik makineler de kullanıyorlar, isteyenleri aralarında oluşturdukları bir eğitim mekanizmasına dahil edip makineleri kullanmalarını kolaylaştırıyorlar. Makineler kolektif olarak satın alınıyor, tamiratlar kolektif tarafından yaptırılıyor. Muhasebe çok da ince tutulmuyor çünkü rant gözetilmiyor. Eskiyen her şey tamir ediliyor, sonuna kadar kullanılıyor. Yani burada israf da yok.

Tarımı popo çürütmeden yaşayarak öğrenmek...

Buğday ekiyor, una dönüştürüyorlar. Değirmeni, düzenledikleri yardım kampanyasına katkı yapanlar sayesinde almışlar. Üç yılda düzinelerce hektar buğday biçmişler, çokça unları olmuş.

ZAD’da farklı tarım dinamikleri söz konusu. Herhangi bir tarım okuluna gidip “popo çürütmek”

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 45


Notre Dame des Landes (Nantes) direnişi srasında ZAD ve kolluk kuvvetleri arasında yaşanılan çatışmalardan. Kaynak: NPA

Toulouse dayanışma yürüyüşüne destek veren ZAD direnişçileri. Kaynak: Aparté Unun kepeğini domuzlar için ayırıp yaptıkları ekmeği de halka açıyorlar. Üretilen ekmek serbest fiyata satılıyor, böylece ihtiyacı olan ama parası olmayan da alabiliyor, komün dışında yaşayanlar da. Üretim yapan ZADistlerin amacı besin maddeleri de dahil ulaşılabilecek en çok alanda bağımsız olabilmek. Un ve ekmek ile bunu kesin olarak başarmışlar, mevsimine göre sebzeleri de yetiştirdikleri için bağımsızlıkları her geçen gün pekişiyor. ZAD bölgesinde bir de işgal edilmiş çiftlik var. Çiftlikte bulunan ineklerin sütünden, tavukların da yumurtalarından faydalanılıyor. Bu noktada hayvan özgürlükçüleri endişelenecektir, ancak bu denli sömürü içinden kopup kendilerine

46 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

bağımsız olabildikleri bir yaşam alanı var eden ZADistlerin hayvanları sömürüp onlardan kâr elde etmek gibi bir niyetleri yok. İneklerin farklı zamanlarda verdikleri farklı miktardaki sütten yapılan yoğurt ve peynirler buzdolabında duruyor. Buzdolabı bazen dolu bazen boşsa da ihtiyacı olan her kimse oradan alabiliyor. Çiftliğin kapısında asılı bir levha bizi bilgilendiriyor. Özellikle bu mekânda yaşayan ZADistlerin neden orada olduğu konusunda: “Süt sağmayı, peynir yapmayı hep çalışırken öğreniyoruz. Yardımlaşma olmadan bunlar gerçekleşemezdi. Bilgi ve uzmanlık paylaşımı, verilen yardımlar ve bir dolu insanın bu mücadeleye katılımı olmadan imkânsızdı. Bu da bizim için önemli. Çok sık karşılaşmayan

dünyalar arasında bir yüzleşme ve harmanlanma ve bunun getirdiği zenginlikler. Süt satmak için burada değiliz. Örgütlenme girişimleriyle farklı direnişlerin beslenmesine katılmak için, yaşamak için, mal ve metropole karşı mücadele etmek için toprakları, düşleri, anıları, olasılıkları savunmak için peynirleri, fikirleri, mesajları, ipuçlarını, bilgileri, heyecanları, silahları, tereddütleri ve arzuları paylaşmak için buradayız.” İmza- Süt Sağıcılar ZAD’dan göçmenlere de destek var! Devlet, ülkeler arasındaki çölü aşabilen az sayıdaki insana yeterli özeni ve yardımı göstermediği için ZADistler göçmen, sığınmacı, mülteci adı her nasıl anılırsa anılsın, yurdundan olmuş bu insanlara da kucak açmış, ellerinden geldiğince destekliyorlar.

Dünyada örneği çok az bulunur insanların toplanıp oluşturduğu ZAD’lar başka direnişlere de sessiz ve sevgisiz değiller. Her daim mücadelecilerin, özgürlüğü için savaşanların yanında olduklarını belirtiyorlar. Bu durumun yakın zamanlardaki bir örneği olarak da Rojava ile dayanışma için özerklik ilan ettiler.2 ZAD’da güncel durum Ben bu satırları yazarken ZAD’da endişeli bir bekleyiş var. Paris’te yaşanan IŞİD saldırısından sonra Fransa’da OHAL (olağanüstü hâl) 2- Kedistan, “KCK’nin çağrısına yanıt olarak, Notre Dame des Landes ZAD’ından özerklik açıklaması”, 02.01.2015, http://www.kedistan. net/2015/10/02/soutien-de-la-zad-de-nddl-aurojava/ Erişim Tarihi: 10.10.2015

ilan edildi. Ne yazık ki, her seferinde ve her yerde olduğu gibi, polis şiddeti sol aktivistlere yöneldi. Gösteri yürüyüşleri yasaklandı ve “gösteri yürüyüşüne katılma niyeti olabilecek” aktivistler, önceden ev gözaltına ve ev hapsine alındı. OHAL şimdilik Şubat 26’ya kadar sürecek, ama uzatılması düşünülüyor. Ardından geçtiğimiz iki pazar iki turda bölgesel seçimler yapıldı. Notre Dames des Landes ZAD’ının olduğu bölgede sağ parti başa geçti. Daha adayken ilk işinin ZAD’ı boşaltmak olduğunu söyleyen Bruno Retailleau seçildi ve bu projeyi gerçekleştirmesi bekleniyor, tabii ki asıl karar veren hükûmet. Sosyalist olmaları da çok enteresan... OHAL bitmeden ZAD’da bol polisli ve şiddetli bir boşaltma harekâtı bekleniyor. Mesela; geçen hafta, belgeselde de görebileceğiniz

ortak alan le gourbi, bilinmeyen kişiler tarafından kundaklandı. Bu bekleyiş sırasında direnişi genişletmek için, Fransa’nın her yerinden gelip 16 Ocak’ta ZAD’da toplanma çağrısı ve gelemeyenlerin kendi şehirlerinde gösteri yürüyüşleriyle kamuoyuna bilgi vermeleri için çağrı yapıldı. Bir ZAD’da yaşamak... Devlet onları da huzursuz ediyor. Haklarında açılan davalar, planladıkları eylemler var. Devasa başkaldırıları, çok çeşitli meydan okumaları var. Yeni yaşam şekillerini, yeni üretim biçimlerini sahipleniyorlar. Birlikte karar veriyor; ortak çalışıp, ortak kazanıyorlar. Rant umurlarında bile değil ancak yaşam ve özgürlük en temel varoluş sebepleri.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 47


Yeşil Politika Rémi Fraisse (1993 doğumlu): 2014’te 25 Ekim’i 26’sına bağlayan gece, Sivens ZAD’ında jandarmanın saldırısı sonucu öldürüldü. Réemi, doğayla ilgilenen bir sivil toplum kuruluşunun gönüllüsüydü. İlk etapta, “Genç bir adam ölü bulundu” diye haber verildi. Üstelik çocuğun öldürülmesinden saatler sonra. Sonra, jandarma tarafından atılan el bombası söz konusu olunca, sırt çantasındaki patlayıcılar patlamıştır diye “inceleme” yapıldı... Ailenin mahkeme başvuruları reddedildi. Bombayı atan jandarma sorgulanmadı. Kısacası, bir sene sonra hâlâ bir sonuç yok. Rémi ZAD direnişlerinin bir sembolü oldu. Ama direnişlerde ve gösteri yürüyüşlerinde yaralanan, gözünü kaybeden çok sayıda insan var. Bu size hangi ülkeyi hatırlatıyor?

“ZAD her yerde!” yazılı afiş. Kaynak: Maze.fr Yaşadıkları yörenin özgün unsurlarını ve geçmişlerini gözden kaçırmadan saygılı bir tutum sergiliyorlar. Nasıl yaşayacaklarına kimseyi karıştırmayıp kendileri karar verdiklerinden huzurlarında da bir sorun yok. Tek sorun devletler ve onların temiz isimli, cicili tanıtımı yapılan kirli politikaları. Tanıdık geldi değil mi? Üçüncü havaalanı, Yeşil Yol, Akkuyu Nükleer Santrali... ZADistlerin sadece kendilerini düşünen ve kendi yaşamları için mücadele veren benciller olduğunu sanmayın. Bu direniş projesinin çok geniş bir politik açısı var. ZAD alanında her şeyden önce temsilcisiz yatay bir demokrasi var. Dayanışma

48 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

da eklenince, apayrı bir dinamik ortaya çıkıyor. Bambaşka bir dünya… ZADistlerin ulaşmak istediği yalnızca karşı mücadele verilen havaalanı projesine bir nokta koymak değil. Şu anda dünyaya hükmeden ve nefesinin sonuna gelmiş bir sistem var. Tüketim ve rant üzerine kurulmuş ve hayatlarımızı yöneten bu sistem bir kriz içinde. ZADistler, ekolojik, ekonomik ve sosyal kriz yaşayan bu sisteme cevap olabilecek ve gezegeni boğan sorunlara çözüm olabilecek tek bir açık kapı olduğunu düşünüyorlar. Bu kapıya giden yol da deneyerek, yanılarak, bulunabilecek bir şey. Tartışıp konuşup, birlikte kafa çalıştırıp, birlikte kararlar alarak

olabilecek bir şey. Bir yandan doğayla, birbirinden farklı bireylerle uyum kurarak, özerk, bağımsız bir varoluşa yönelen denemeler… Tabii ki bunları yapmaya çalışırken, kadın-erkek, yaşlı-genç, renk, köken gibi ayrımlar yapmadan ve diğer mücadelelerle de dayanışarak… Kısacası ZAD’lar gelecek için hayal ettiğimiz dünyanın dinamiklerinin somut deneylerini yapan bir laboratuvar diyebiliriz. Güzel olan direnerek yaşamak. Kolektif yaşamak ve kârsız, rantsız bir hayat imkânsız değil. Biraz araştırma, biraz özgüven, azıcık cesaret ve yüksek oranda sevgi ile hepiniz birer ZADist olabilirsiniz.

“Bugün ekolojik ve ekonomik kriz yaşayan dünyayı altüst edebilecek tek bir bakış açısı var: Bu hepimizin önünde açılan bir ufuk. Rutinden bıkmış olanların, artık emek sömürüsüyle maaşla yaşamak istemeyenlerin; adalet tarafından, polis tarafından, devlet tarafından ezilenlerin, bir çıkış kapısı arayanların önünde açılıyor. Bu çıkış kapısı burada gerçekten var ve somut. Burada onu gündelik hayatımızda inşa ediyoruz ve sonuna kadar koruyacağız.” -Bir ZADist

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 49


DOSYA

Tabiat ananın asi koruyucuları: ELF ve ALF “Eğer bir insan günün yarısını çok sevdiği koruluklarda dolaşarak geçirirse, kendisinin bir serseri yerine konması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Ama aynı insan bütün gününü spekülasyon yaparak geçirir ve ağaçları kökünden kazıyıp doğayı bir kele benzetirse, o zaman çalışkan ve müteşebbis, bir iş adamı olarak takdir edilir.” -Henry David Thoreau

S

essizlik bir anda bozuluverdi. Ormanın o kendine has huzurunu delip geçen bir çığlık duyuldu gökyüzünde. Kulak zarlarımız yırtılırcasına titredi ve içimizde bir korku duyduk. Küçük kardeşimle doğduğumuzdan bugüne bu ormanda oyunlar oynar, hayvanları izler ve onlar ile ilgili hikâyeler yazardık. Fakat hiç böylesine bir ses duymamıştık. Ormanın derinliklerinde gizlenmiş bir canavar mı ortaya çıkmıştı acaba? Sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladık ve ormanın orta yerinde bir açıklık gördük. Gördüğümüz açıklığın tam orta yerinde ise o sarı renkli canavarı. Kocaman bir pençesi vardı ve ağaçları tek bir darbesiyle deviriyordu. Etrafa hayvanlar kaçışıyor ve canlarını bu sarı canavarın gazabından kurtar-

50

maya çalışıyorlardı. Biz de gizlenip olan bitenleri izlemeye koyulduk. O koca canavar bir ağacı devirirken ağacın dallarından birinde yaşayan atmaca yavruları ağaçla birlikte yere düştü ve aralarından biri hayatta kalmış çaresizce annesine sesleniyordu. Tam o esnada gökyüzünde anne atmaca beliriverdi. Aşağıya doğru öylesine bir ses çıkarıyordu ki içerisindeki hüznü anlamamak işten değildi. Yavru atmaca sarı canavarın tekerleri arasında kaybolup sesi kesilirken, gökyüzünde sürekli dönen anne atmaca bir umut seslenmeye devam ediyordu, ama çare yoktu. Sarı canavar ölüm getirmişti. Tam o esnada elindeki palamutları sarı canavarın tekerleklerinin arasına gizlemeye çalışan iki sincap gördük. Onların da evi yok olmuştu anlaşılan. Oradan ayrılıp gece tek-

rar gelip bakmaya karar verdik. Gündüz olanları seyrederken kardeşim, “Elfler bu olanlara izin vermeyecek” demişti. “Elfler de kim?” diye sorduğumda ise “Onlar ormanın koruyucularıdırlar. Ormanlarda yaşarlar ve ağaçları asla kesmezler onlara zarar vermek isteyen olduğunda ise onları cezalandırırlar. Elfler katledilmedikçe veya kederden solmadıkça ölmezler” diye yanıtladı. Hatırladım, küçükken babam bize anlattığı masallardan birinde elflerden bahsetmişti. Gece tekrar dönmeyi kararlaştırarak oradan ayrıldık. Elflerin gece ortaya çıkacağından bahsetmişti babam çünkü. Gecenin karanlığı ormanın üzerine çöktüğünde tekrar ormana daldık ve elimizdeki fenerlerle o açıklığın bulunduğu noktaya geldik.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 51


Kadir M. Ersoy

Hayvan Hakları

 | kadirmersoy@hotmail.com

 | @kadirmersoy

ELF kurucuları Carla Susan Olander ve John Hanna, 1978, Kaliforniya “Protestocu” Fotoğraf: T. J. Watt

Fotoğraf: Jennifer Teeter Karanlığın içerisinde bazı hareketlenmeler seziyorduk. Gizlenip tekrar izlemeye koyulduk. Birkaç tane yüzü belli olmayan karartı, sarı canavarın başında bir şeyler yapıyordu. Biri altına girmiş diğeri elindeki spreyle üzerine bir şeyler yazıyordu. Bir diğeri de üzerine çıkmış kablolarına bir şey yapıyordu. Bir anda “Bunlar onlar” diye seslendi. Sesi duyan karartılı insanlar ormanın derinliğine girip kayboluverdi. Sarı canavarın üzerinde yazan yazıyı belirgin bir şekilde okuyabiliyorduk: ELF! Evet, ormanı korumaya gelmişlerdi. İkimizin yüzünde de bir gülümseme beliriverdi. Annemiz sabah kahvaltıda bizi ormana gitmememiz konusunda

52 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

uyardı. Nedenini sorduğumda ise “yeni konutlar, çocuk parkları yapılacağından, yeni arkadaşlarımız olacağından” bahsetti. Yeni arkadaş ve çocuk parkı fikri hoşumuza gitmişti fakat ormanı daha çok seviyorduk. Annemizi dinlemeyip her gün ormana gitmeye devam ettik. Ormanın içerisinde sarı canavar faaliyetlerini sürdürüyordu. Geceleri gidip baktığımızda ise gelen giden yoktu. Onları korkutmuştuk anlaşılan. Kardeşime dönüp ne yapacağımızı sorduğumda; “Bu ormanın elfleri neden biz olmuyoruz ki” diye yanıt verdi. “Herkes elf olabiliyor mu?” diye sorduğumda, “Neden olmasın” yanıtını almıştım. Evet, karar vermiştik. Bu ormanın koruyucu melekleri bizler olacaktık. Sonra ki gecelerde ise gidip o sarı

canavara zararlar verdik. Gündüzleri tekrar gidip kontrol ettiğimizde turuncu yelekli adamlar homurdanıp sarı canavarı tamir ederek işlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Biz de son gittiğimiz gece sarı canavarın deposunu çakıl taşlarıyla doldurduk ve tekerleklerinin önüne kütükleri devirdik. Gündüz gittiğimizde turuncu yelekli adamların homurdanarak söylendiğini gördük. Anlaşılan sarı canavar çalışmıyordu. Bir süre sonra yerine yenisi geldi sarı canavarın. Biz de diğer sarı canavarlara aynını yapmaya devam ettik. Turuncu yelekli adamların homurdanışlarını duyduğumuzda, yüzümüzdeki gülümsemeyi unutamam. Bize kızamazlardı, bu ormanı gerçekten çok seviyorduk.

ELF (Earth Liberation Front) yani Türkçe söylenişiyle Yeryüzü Kurtuluş Cephesi işte bu fikirle ortaya çıktı. Küresel sermaye sahiplerinin göz kırpmadan yok ettikleri doğal yaşam ve çeşitliliği korumak, onları eski huzurlu günlerine geri döndürmek amacını güderek hayata geçirildi. İlk olarak 1979’da Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan Earth First! hareketinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan ELF, günümüze kadar yaklaşık 17 ülkede gerçekleştirdiği sivil itaatsizlik ve sabotaj eylemleri ile sesini duyurmuş bir yeraltı hareketidir. Öz örgütlenme ve doğrudan eylem anlayışını benimseyen topluluk, gezegenin doğal yaşamını koruyabilmek adına gerilla mantığıyla sabotaj eylemleri düzenlemektedir. 1996 yılından bu yana

Kuzey, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde, Avrupa ve Avustralya’da kereste şirketlerine, genetik mühendislik merkezlerine, kayak merkezlerine ve bunun gibi birçok yapıya karşı eylemlerini gerçekleştirerek 150 milyon doları aşkın mali zarar vermiştir. Peki, ELF bir anda mı ortaya çıktı? Tabii ki hayır! Başlangıçta çevre hareketlerinin mizacı dünya genelinde daha pasifist bir çizgi izlemekteydi. Genellikle slogan atmak, pankart açmak ve gerektiğinde barikat kurmak gibi yöntemlerle doğayı tahrip etme çabalarının önüne geçilmesi amaçlanıyordu. 1995 yılında Oregon’da bulunan bir ormana tomruk şirketlerinin girişini engelleyebilmek amacıyla barikat kurularak direnişe geçildi.

Kurulan barikat yaklaşık bir yıl ayakta kalarak ormana girişler durduruldu. Bir yılın sonunda ormancılar ve bölge polisinden oluşan ekiplerce barikat yıkılarak eylemciler gözaltına alındı. Bu gözaltılar sonrasında olayların alevlenmesinin nedeni ise Symantec firmasına otopark yapılması için kesilmesi planlanan tarihi ağaçları korumak amacıyla gerçekleştirilen eylemdir. Kesimin gerçekleştirileceği gün sabah saatlerinde ağaca tırmanan aktivistler bölgeye gelen polis ekiplerince biber gazına ve dayağa maruz bırakılarak tutuklandı. Sonrasında gerçekleştirilen birkaç çevre eyleminde de polisin ağır müdahaleleri, ilgili hareketin farklı bir yol izlenerek yürütülmesi gerekliliğinin ortaya koyulmasına sebebiyet vermiştir.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 53


Hayvan Hakları

doların üzerinde olduğu öne sürüldü. Bu eylem dışında Colorado’da bulunan Vail Dağı’nda bir kayak merkezine yangın bombası ile gerçekleştirilen eylemde ise meydana gelen maddi zarar 12 milyon dolar şeklinde kayıtlara geçti. Gerçekleştirilen bu eylemler sonrasında FBI ajanları ELF aktivistleri arasında soruşturma başlattı.

“Fabrikalar kendilerini yakmazlar. Sizin yardımınıza ihtiyaçları var. Yakmayı öğrenin!” ELF propaganda afişi, 1990. Kaynak: Earth Liberation Front Barışçıl eylemliliğin sonuç vermemesi ve devletin kolluk kuvvetlerinin doğa hasarına sebebiyet veren şirketlerin safında bir rol oynaması da ilgili tahribatın durdurulabilmesi adına yeni bir eylemlilik biçimini doğurmuş oldu. Yıllar boyunca verilen mücadelelerin hiçbir sonuç vermemiş ve gerçekleştirilen sabotaj eylemlerinin yıllarca verilen çevre mücadelesinin yapamadığını yalnızca bir gecede yapmış olması, ELF’in eylem biçiminin benimsenmesinde etkili olmuştu. Eylemin maddi zarar vermeye odaklı yaklaşımı, doğa katliamına sebebiyet veren şirketlerin bu eylemlerini para amacını güderek gerçekleştirmelerinden kaynaklıydı. Eğer para yaşamdan üstün tutuluyorsa, o para kaynaklarının yok olması fikri çok

54 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

da mantık dışı görünmüyordu. 1996 yılına girildiğinde artık ELF hayata geçirilmiş büyük bir hareket halini aldı. 1996 sonlarında ise doğrudan eylemlere başlayarak öncelikle Amerika Birleşik Devletleri genelinde sonrasında da dünyada adından söz ettirmeye başlamıştı. Bugüne kadar gerçekleştirilmiş en büyük kayıtlı ELF eylemi San Diego’da inşa halindeki 200 hanelik bir yerleşim kompleksinin kundaklanma eylemdir. Eylemin gerçekleştirildiği alanda “If you build it, we will burn it - ELF’s are mad” (Siz yaparsanız biz de yakacağız - ELF’ler delidir) yazılı bir pankart bulundu. Gerçekleştirilen bu eylemde meydana gelen maddi hasarın 20 milyon

1998 yılının Ağustos aynın ilk haftası Compassion for Farm Animals (Çiftlik Hayvanlarına Şefkat) adlı grubun düzenlediği, tutsak ALF aktivisti Rod Coronado’nun da -gizlice telefon bağlantısıyla- bir konuşma yaptığı etkinliklere katılan aktivist David Agronoff eve döndüğünde bilgisayarın ve minibüsün çalındığını fark etti. Ortalıkta bağış kutusu dâhil birçok değerli eşyaya dokunulmamasına rağmen bilgisayarın alınmasını garip bulan David, polise hırsızlık vakasını bildirdi. Sabaha karşı polis David’i arayarak minibüsünün birkaç blok ötede terkedilmiş vaziyette bulunduğunu, aracı tespit etmek için David’in bölgeye gitmesi gerektiği belirtildi. Minibüsün bulunduğu yere giden David, polisin beklenmedik sorgusuyla karşılaşınca, polislere sorgu sebebini sordu. Cevap olarak terörist bir eylemle ilgili soruşturma nedeniyle arandığı belirtildi. 45 dakika alıkonulduktan sonra serbest bırakıldı fakat minibüsünü hırsızlık soruşturması kapsamında polislere emanet etmek zorunda kalarak olay yerinden ayrıldı. Minibüs ancak dört gün sonra kendisine teslim edildi.

“Vahşi olanı kontrol edemezsin!” 1990’larda yapılan ELF eylemlerinden Kaynak: If A Tree Falls, Belgesel 13 Ağustos’da David Agronoff ve Cari Beltane’nin birlikte yaşadığı ev FBI ekiplerince basıldı. Aynı zamanda Compassion for Farm Animals’ın ofisi işlevini gören evde bir misafiriyle birlikte film izlemekte olan David’e silahlar doğrultuldu. Arkadaşı ile üç saat boyunca bir kanepede oturmaya zorlanan David arada bir yoldaşına telefonla haberdar etme fırsatını yakalaması sayesinde haber kısa sürede yayıldı. FBI ajanları halen bahçede gezinirken 96.9’dan yayın yapan Free Radio San Diego’dan (San Diego Özgür Radyo) Ugly Bob canlı yayında David’le kısa bir röportaj yapmasıyla radyoya destek ve dayanışma mesajları yağmaya başladı. Evin altını üstüne getiren ve bilgisayarlara, zanaat malzeme-

lerine, video kameraya, kasetlere el koyan FBI, David Agronoff’u parmak izlerini aldıktan sonra serbest bıraktı. Bu olaydan 15 gün sonra ise 28 Ağustos Perşembe günü Kat Dougherty’nin evi FBI tarafından basıldı. Sabah 7 sıralarında ellerinde arama yetki belgesi bulunan altı FBI ajanı eve girdiler ve evdeki tüm eşyaları alt üst ederek Rod Coronado’nun konuşmasının kayıtlı olduğu bir video kasedini aramaya koyuldular. Evde bulunan Michael Cardenas da mutfağa gidip bir yere oturmaya zorlandı ve ne bir telefon görüşmesi yapmasına ne de Kat’i görmesine izin verildi. Evdekiler FBI’ın evlerinden bir an önce gitmesi için video kasedini ajanlara

verdiler fakat bu kasedi nereden edindiklerini açıklamadılar. Kat Dougherty olayla ilgili yaptığı açıklamada “Bunun bizi susturmak için bir yapıldığını biliyoruz. Ajanların evimize girip karşı oldukları konferanslara ait video-kasetlerini aradığı bu ülkede ifade özgürlüğünden bahseldilemez. Bizi hiçbir zaman susturamayacaklar. Sessiz kalmayı reddediyorum. Özgürlüğüme karşı düzenlenen bu saldırı, ABD olarak bilinen polis devletine karşı mücadele için motivasyonumu arttırmaktan başka hiçbir şeye yaramadı” dedi. ELF’in eylemleri ise devam etti. 22 Ağustos’da Los Angeles, Arcadia, Duarte ve Monrovia’da lüks otomobil galerileri kundaklandı ve milyonlarca dolarlık hasar meydana geldi.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 55


ELF mücadelesine gönülsüz yaklaşan bireylere bir çağrı amacıyla hazırlanmış, ekolojik canlılığı tüketen “ekonomi makinası canavarı”na karşı koyan devrimciler afişi. Çizer: Asante 90’lı yılların sonuna gelindiğinde Güney Afrika’dan Arjantin’e, İngiltere’den Meksika’ya kadar geniş bir yelpazede eylemliliğini sürdürmekteydi ve bunu günümüze kadar da devam ettirdi. Gerçekleştirilen eylemler, kimlik bilgilerini belirtmeden ELF yayınları yapan topluluklara iletilerek, eylemlerin dünya çapında duyulması sağlandı. Dünya çapınla bir örgütlülük haline gelen ELF’e ait, dünya çapında kaydedilmiş büyük küçük birçok kundaklama ve sabotaj eylemi kayıtlara geçti. Bir gün bir iş makinesine gerçekleştirilen bir sabotaj eylemi veya başka bir gün bir jeep galerisine gerçekleştirilen kundaklama eylemi ELF tarafından gerçekleştirilmiş olabilir. ELF genelde eylemi gerçekleştirdiği alana yazılı pankart veya sprey boyalar ile yazılama yaparak bir nevi imzasını atmaktadır. En sık rastladığımız ELF eylem biçimi, ormanlık alanlarda iş makineleri ile yapılan çalışmalara karşılık, iş makinelerine gerçekleştirilen sabotaj eylemleri şeklindedir. Dünyanın neredeyse tamamında bu eylem biçimine

56 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

rastlamak mümkündür. Türkiye’de de doğa katliamı gerçekleştirilen bölgelerde çalışan iş makinelerine karşı ilgili eylemlerin gerçekleştirildiği kayıtlara geçmiştir. ABD sınırlarında gerçekleştirilen sabotaj eylemleri sonrasında hükûmet tarafından iç terör örgütü nitelendirmesi yapılmış fakat ELF’in gerçekleştirdiği eylemlerin hiçbirinde kayıtlı can kaybına rastlanmamıştır. ELF’in gerçekleştirdiği eylemler dönemin medya kuruluşlarınca vandallık, radikallik gibi ifadelerle anılmış ve dil sözlüğüne yeni bir ifadenin geçmesine de olanak sağlanmıştı. O sözcük; eko-terörist ve/veya eko-terörizmdir. Bu nedendir ki gerçekleştirilen eylemler sonucu yakalanan eylemciler terör suçlamasıyla yargılanarak cezalandırılmışlardır. Terör olarak nitelendirilen bu eylemlerde dikkat çeken bir husus karşımıza çıkar: Hayvan ya da insan fark etmez, herhangi bir canlının zarar görmemesi esasına dayanan bir anlayış ile tüm bu eylemleri hayata geçirdikleri bilinen gerçekler arasında.

Herhangi bir hiyerarşik yapılanmaya sahip olmayan örgütlülük biçimi yalnızca bireysel inisiyatifler doğrultusunda gerçekleştirilen eylemler de ELF’in diğer yapılanmaların dışında bir oluşum olduğunu görmemize olanak sağlıyor. Bugüne kadar diğer politik ve sosyal hareketlerin strateji ve taktiklerine öyküleniyor olsa da ELF’in en büyük farkı bugüne kadar gerçekleştirilen eylemlerde insan ya da hayvan hiçbir canlının hayatını yitirmemiş olmasıdır. ELF, yapısı itibarıyla bir örgütten çok örgütlülük biçimi olarak kabul edilebilir. Kişi veya grupların gerçekleştirdiği eylemler ELF ilkelerine uygunluk gösterdiği sürece ELF adına yapılmış olarak kabul görebilir ve aynı zamanda sahiplenilebilir. Bir eylemin ELF eylemi olarak tanımlanabilmesi için özellikle dikkat çekilen hususlar şöyle sıralanıyor; 1- Halkı, çevreye ve içinde barınan türlerin tamamına karşı işlenen suçlar konusunda eğitmek. 2- Doğal çevrenin yıkıma uğramasından para kazanan insanlara

maksimum düzeyde ekonomik zarar vermek. 3- İnsan ya da hayvan, hiç kimseye zarar vermemek için gereken bütün önlemleri almak. Gerçekleştirilen bir eylemin kesinlikle bu üç ilkeyi barındırması gerekiyor. Bunun dışında ELF’in kız kardeşi olarak nitelendirilen ALF (Animal Liberation Front/ Hayvan Kurtuluş Cephesi) örgütü de benzer ilkeler ile hayvan sömürüsü gerçekleştirilen alanlara benzer sabotaj veya hayvan kurtarma eylemleri gerçekleştirerek faaliyetini sürdürmekte. Bir kürk üretim çiftliği, mezbaha, hayvan deneyleri yürüten bir merkez, kişi veya topluluklarca işkence gören hayvanların bulunduğu çiftlikler gibi alanlara gerçekleştirdiği eylemler ile adından söz ettirmektedir. Günümüzde ALF, ELF’e göre daha etkin bir görünüm sergilemektedir. Dünya üzerinde daha büyük bir topluluk haline gelen ALF özellikle kürk çiftliklerine gerçekleştirdiği

hayvan kurtarma eylemleri ile sesini duyurmakta. Bunun dışında kayıtlara geçmiş büyük çapta kundaklama eylemlerinde de imzası olan ALF tıpkı ELF gibi merkezi bir hiyerarşiye sahip olmayan, bireysel inisiyatifler doğrultusunda kararlaştırılan eylemleri hayata geçirmektedir. Hayvan hakları hareketi 1960’lı yıllarda Avrupa ve Amerika’nın birçok farklı yerinde kendi şiarlarıyla bağımsız bir biçimde ortaya çıktı. Kendi içerisinde birçok farklı görüşü ve anlayışı barındıran bu hareket, diğer yaşam hakkı savunusu yapan hareketlerden de etkilenerek başlı başına politik bir anlayış olarak gelişimini gösterdi. İlk olarak avcılık, kürk üretimi gibi konulara ağırlık verilen hayvan hakları hareketleri yıllar geçtikçe hayvanlar ile ilgili edindiğimiz bilgilerle gelişimine devam etti. 1970’li yıllara geldiğimizde hayvan özgürlüğü hareketi kendini daha fazla göstermeye başladı. Mevcut yasal düzenler umursanmadan tamamıyla yaşam hakkına odaklı eylemler düzenlenmeye başlandı.

Dönemin İngiltere’sinde Band of Mercy adlı bir av sabotaj grubu ortaya çıktı ve hayvanları sömüren sektörlere ve mallarına kundaklama eylemleri düzenleyerek etkili sonuçlar elde edildi. 1972 yılında avcı araçlarına gerçekleştirilen sabotaj eylemlerini, hayvan deneyleri gerçekleştirilen bir ilaç laboratuvarı ve avcı teknelerinin kundaklama eylemleri izledi. 1973 yılına gelindiğinde ise Milton Keynes’te hayvan istismarı yapılan bir bina ateşe verildi. Gerçekleştirilen eylem dizileri sonrasında 1974 yılında Cliff Goodman ve Ronnie Lee isimli iki üye tutuklanarak hapse gönderildi. Lee kaldığı hapishanede vegan yiyecek ve kıyafet hakkı için açlık grevi başlatarak cezaevlerindeki hayvansal gıda tüketimi dışındaki diyetlerin talebinin de sesi haline geldi. Tıpkı Türkiye’de vegan yiyecek hakkı için açlık grevi başlatan Osman Evcan gibi. 3 yıl hapis cezasına çarptırılmış olan Lee, 12 ay sonra tahliye edilerek özgürlüğüne kavuştu. Cezaevinde kaldığı süre içerisinde hayvan özgürlüğü konusunda kendini daha fazla geliştiren

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 57


Hayvan Hakları

Earthlings (Dünyalılar) isimli belgesel, evlerimize giren yiyeceklerin, yanı başımızda yaşayan sokaktaki dostlarımız ve daha nicelerinin çektikleri acılara tanıklık etmemize olanak sağladı. İşte tam bitiş çizgisinde çıktı ALF fikri. İnsan yaptıklarının yanlış olduğunu kabullenmiyordu ve birilerinin artık buna son verecek hamleler yapmasının zamanı gelmişti.

Ronnie Lee Ronnie Lee 1976 yılında Hayvan Özgürlüğü Cephesi’ni (ALF) kurarak hayvan özgürlüğü hareketinin bir yeraltı örgütlenmesi biçimini kazanmasına olanak sağladı. 1982 yılında ise Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulan ilk ALF hücresi ile birlikte, ALF artık uluslararası bir yeraltı hareketine dönüştü; kuruluşundan günümüze dünyanın dört bir yanında isminden söz ettiren bir oluşum olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayvan özgürlüğü hareketinin etik bir değer kazanmasına olanak sağlayan Peter Singer imzalı Hayvan Özgürleşmesi kitabı da

58 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

insan faydası amacıyla hayvanların yaşadıklarını konu alarak tüm gerçekleri yüzümüze çarpıyor. Kitapta da konu edilen, 1987’de gösterime giren Project X isimli film, ABD’nin silahlı kuvvetlerince gerçekleştirilen hayvan deneylerine değinerek, dönemin Amerikalılarının hayvan deneylerinin gerçek mahiyetini anlamalarına olanak sağlamıştı. Filmin öyküsü, Hava Kuvvetleri’nin şempanzelerin radyasyona maruz bırakıldıktan sonra bir uçak simülatörünü kullanmaya devam edip edemeyeceğini görmek amacıyla tasarlandığı bir deney çerçevesinde gelişiyordu. Laboratuvarda

görevlendirilen genç bir Hava Kuvvetleri öğrencisi, işaret dili yoluyla, bir şempanze ile iletişim kuruyor ve zamanla ona bağlanmaya başlıyordu. Radyasyon verilme sırasında ilişki kurduğu bu şempanzeye gelince ise genç kahraman şempanzeleri kurtarmaya karar veriyordu. Project X filmindeki öykü kurmacaydı fakat gerçekleştirilen deneyler tamamıyla gerçeği yansıtıyordu. Yıllar geçtikçe birçok film, kitap, belgesel hayvan sömürüsünü konu edinerek hayvan üzerindeki gaddar tutumumuzun gözler önüne serilmesine olanak sağladı.

ALF karşımıza en çok hayvan kurtarma eylemleri ile çıkıyor. Kürk üretim çiftlerindeki, mezbahaya kesim için götürülecek hayvanlar ve deney laboratuvarlarında tutsak tutulan hayvanların, bulundukları alanlardan kurtarılarak daha sağlıklı koşulların olduğu doğal yaşam alanlarına salınmasını öngören bu eylemlilik ile günümüze kadar milyonları bulan sayıda hayvan, özgürlüğüne kavuştu. Gerçekleştirilen eylemlerden en çok payı kürk mağazaları, petshoplar, mezbahalar, deney hayvanı ve kürk üretim çiftlikleri almaktadır. Hindistan ve Çin kesim hayvanlarının kurtarılması eylemlerinin en yaygın gerçekleştiği ülkeler arasında. Kanada ve Avrupa ülkelerinde ise kürk üretim ve deney hayvanı üretim çiftliklerine gerçekleştirilen eylemler göze çarpmakta. Türkiye’de ise genellikle petshoplara düzenlenen hayvan kurtarma eylemlerinin yanı sıra geçtiğimiz yıl Karadeniz’de bir dizi ALF eylemi gerçekleştirildiği kayıtlara geçmiştir. Kayıtlara geçen eylemler arasında av araçlarının sabotajı, kurbanlık alanlarının sabotajı ve

Peter Singer açık kurtarma eylemleri de bulunuyor. Hayvanların türlü işkencelere maruz bırakıldıkları bu alanlara karşı yapılan eylemlerin samimiyetsizlikleri üzerine birçok söylemde bulunulsa da eylemlerin yaşam hakkı üzerinden hareketle ortaya çıktığını görmemiz hiç de zor değil. ELF ve ALF’in eylem biçiminin başarılı olmasının en temel nedenlerinden biri oynak bir mekanizma ve merkezi anlayışsız örgütlenme biçimidir. Bunun yanı sıra gerçekleştirdikleri eylemlerden çok azı durdurulabilmiş ve eylemleri gerçekleştiren bireylerin çok azı yakalanabilmiştir. ELF ve ALF eylemliliğinin geleceği eylemcilere

bağlıdır. Onlar nerede durulması gerektiğini düşünüyorsa orada durulacaktır. Tüm bu eylem anlayışını dur durak bilmeyen teknolojik ilerleme anlayışının bir ters yansıması olarak okumak mümkün. Bir taraf sevdiğiniz her şeyi kişisel sermayesi uğruna katlederken sizlerin sessiz kalması beklenemezdi öyle değil mi? Özellikle Amerika’da ELF ve ALF, terör örgütü olarak nitelendiriliyor. İlkelerinde insan ya da hayvan hiçbir canlıya zarar verilmemesi gerekliliğinden bahseden ve bunu düstur haline getirmiş bu toplulukların terörist olarak nitelendirilmesi ise ayrı bir soru işareti doğuruyor.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 59


Hayvan Hakları Şu ana kadar gerçekleştirilen eylemlerde hiçbir can kaybının yaşanmamasına rağmen yalnızca 1985 yılında Fransız ajanlarının Yeni Zelanda’da Rainbow Warrior gemisini batırıp bir fotografçıyı öldürmüş olmaları bile terör ifadesinin bir yönlendirme aracı olarak kullanıldığını anlamamızı sağlıyor. Sorulması gereken bir başka soru ise birey veya toplulukların artık çözüm için bu yolu seçmesinin sebebi ne olabilir? Bunun yanıtını anlayabilmek adına dünya genelindeki ormansızlaştırma ve hayvan sömürüsü faaliyetlerine bakmamız yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Kutuplarda gerçekleştirilen petrol aramaları, petrokimya ürün sektörü, hayvansal gıda üretimi sektörü,

kozmetik ve ilaç sektörü, giyim sektörü, kereste imalatı ve kâğıt sektörü, hayvan kaçakçılıkları ve izinsiz avcılıklar, endüstriyel tarım ve planlı orman yangıları eko-terörizmin aslında gerçek olduğunu bizlere gösteriyor. Her birimizin normal karşıladığı birçok sektörel yapı; günümüzün en büyük problemi olduğunu düşündüğümüz iklim değişikliği sorununu ortaya çıkarmakla kalmayıp tüm verilere ve analiz sonuçlarına rağmen, gerçekliklere sırt çevirerek dünyanın kanını emmeye de devam ediyor. Doğa katliamlarına ve birçok hayvanın neslinin tükenmesine sebebiyet vermek, canlıların toplu ölümlerini şahsi veya şirket çıkarları uğruna gerçekleştirmek, dünya üzerindeki birçok toplumu sağlık problemleriyle yüz yüze bırakmak

gibi eylemler peki nasıl değerlendirilmelidir? Bu iki topluluktan hangisi gerçek teröristtir? Dünyanın sonunu getirenler mi, yoksa buna tepki gösterip maddi zararlar veren topluluklar mı? Yasal düzenlemelere göre, şahıs ya da organizasyonların şahsi mal varlıklarına verilen zarar suç olabilir ama terör eylemi olarak nitelendirilemez. Çünkü masum canlılara zarar veren topluluklar, kâr amaçlı kurulmuş kuruluşlardan başkası değil. Bu yaşananlardan yola çıkarak 1942 doğumlu Theodore John Kacyznski, bilinen adıyla “Unabomber” (Universite ve havayolları bombacısı kısalması) bireysel inisiyatifleri doğrultusunda bir dizi sabotaj ve bombalama eylemi gerçekleştirmiştir.

Amerikan sanayi toplumunu eleştiren bir karikatür. “A Short History of America” (Amerika’nın Kısa Tarihi) Çizer: R. Crumb

60 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Theodore “Ted” Kaczynsky’nin (Unabomber) tutuklu bir durumda mahkemeye götürülürken.

Kaczynski, Berkeley Üniversitesi’ndeki yardımcı profesörlük görevinden istifa ettikten sonra Montana’ya yerleşerek ormanın içinde bir kulübede yaşamaya başlamış, yaşamını tamamen kendi kendine sürdürmenin yollarını aramıştır. Ancak endüstriyel gelişmenin yaşam alanını gittikçe daha çok daralttığına ve çevresindeki doğanın sürekli tahrip edildiğine şahit olması, kendisini önce ufak tefek sabotaj eylemlerine, daha sonra ise kararlı ve planlı bombalamalar yapmaya itmiştir. Bir American Airlines uçağına yerleştirdiği patlamayan bombayla işlediği suçlar “federal suç” kapsamına girmiş ve FBI’ın hakkında dosya açmasına neden olmuştur. Yakalanana kadar gerçekleştirdiği eylemlerde

üç kişinin ölümüne de sebebiyet vermiştir. New York Times’ta yayınlanan mainfestosunda şu cümle dikkat çekmektedir: “Mesajımızı, halk üzerinde kalıcı bir etki yaratabilecek şekilde sunmak için bazı insanları öldürmek zorunda kaldık.” Peki, tüm bu yaşananların tek sorumlusu eylemciler midir? Evet, demek işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değildir. Dünya’da yalnızca bir yılda yaklaşık 15 milyon hektarlık orman alanı yok ediliyor. Dünya genelinde ormanlar; endüstriyel tarım, yerleşim alanı, sanayileşme ve gelişim adı altında yok edilmekte. Dünya genelinde en çok ormansızlaşma tropik ormanlarda yaşanmakta. Güney Amerika, Orta Afrika ve Güney

Asya’nın tropik ormanları en çok kayıpları veren ormanlar. Amazon ormanlarının yüzde 15’i artık yok. Endonezya da dünyanın gözdesi yeni bir bitkisel yağ (palm) üretimi için ormanlarını ciddi anlamda yok etmiş durumda. Afrika’da ise odun kömürü imalatı ve madencilik çalışmaları için ormanlar göz kırpmadan tahrip ediliyor. Avrupa, eski doğal ormanlarının neredeyse tamamını kaybetmiş durumda. Sibirya’da önümüzdeki yıllarda ormanlarının tamamından mahrum kalacak gibi gözüküyor. ABD’de ulusal ormanların yüzde 90’a yakını yok edildi. Türkiye’de 10 yıllık toplam maliyet ise 164 bin 222 hektar orman alanı.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 61


Hayvan Hakları

Son 20 yılda bile türlerin sahip olduğu sayı yarının altına inmiş durumda. Çok değil 10 sene sonra bile birçok türün ortadan kalkacağına şahitlik edeceğiz gibi gözüküyor. Bizlerin hırsları uğruna... Bizler için söylemesi kolay gelebilir, yalnızca bir ağaç, fakat o ağacın ev sahipliği yaptığı canlı çeşitliliği düşünüldüğünde hiç de hafife alınacak bir durum olmadığını görebiliyoruz. Ayrıca ormansızlaşmanın karbon tutumunda oynadığı rol ve ekosistemdeki yeri yeniden ağaç-

landırma ile çözülebilecek bir sorun olmadığını anlamamız gerekiyor. Ormansızlıkla süregelen kuraklığın açlık ve sefalet anlamını taşıdığını kavranmasının zamanı geldi. Tüm canlı çeşitliliğinde yaşanan azalmaların etken faktörleri olan bizler yaşanan bu kıyımlardan zarar almadan devam eden taraf olarak gözüksek de doğal yaşamın yok oluşunun zararını ruhlarımızı kaybederek görüyoruz. Eskiden yaşam alanlarımız olan ve bizlere hayat veren ormanlarımızı, daha

konforlu bir yaşam uğruna harcıyoruz. Konfor ne anlama geliyorsa tabii. Bu yüzdendir ki bu duruma artık sessiz kalamayan Unabomberlar -Theodore Kacznyski, Daniel D. Mcgowen (ELF eylemcisi), Paul Watson (Sea Shepperd gemisinin kaptanı), Peter Young (ALF eylemcisi)- ortaya çıkıp bu haksız rekabete son verme çabası gösteriyorlar. İşte radikallik diye tabir edilen bu davranış biçimlerinin bütününde gerçek radikallik yatıyor. Radikal yok oluşa karşılık, radikal bir eylem biçimi…

Kaynak: Nuclear Winter Art

ELF aktivistlerinin 1996 yılında kundakladıkları Oakridge Korucu İstasyonu. Kaynak: If A Tree Falls Karadeniz’de HES’ler, Ege ve Akdeniz’de madencilik ve orman yangınları, Marmara’da gelişim ve sanayileşme Türkiye’nin ormansızlaştırma haritasını gözler önüne seriyor. Türkiye’nin en çok ormansızlaşan şehirleri, İstanbul ve Antalya olarak göze çarpıyor. İstanbul’un 3. köprü, 3. havaalanı ve Kanal İstanbul gibi projeler kapsamında kuzeyindeki yaşlı ormanlarından olacağı gerçeği ise durumun ciddiyetini gözler önüne sermekte. Dünya’nın bir zamanlar yüzde 80’inini

62 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

kaplayan ormanlar şu an can çekişiyor. İşte radikallik burada devreye giriyor. Dünya ormanlarının tamamına yakınını ortadan kaldırmak mı yoksa buna artık sessiz kalamamak mı radikallik? Burada gözlerimizi açık tutmamız, cevabı görmemiz için yeterli. Ormanlarda yok edilen yalnızca kökü kazınan ağaç değil. O ağaç ve çevresinde oluşturduğu habitat yaşananlardan en çok payı alanlar. Birçok hayvan, yaşam alanı daraldığı için, in-

sanların bulunduğu alanlara gelmeye ve insanlarla vahşi yaşamın karşılaşması da daha sık yaşanmaya başlıyor. Bu durumdan zararlı çıkan taraf tabii her zamanki gibi doğal yaşam oluyor. Ormanları kendine mesken tutmuş birçok varlık, ki bu varlıklar arasında insanlar da var. Bu varlıklar yaşam alanlarının ortadan kalkması ile birlikte yok oluşa sürükleniyor. Acı gerçek 65 milyon yılda yok olan tür sayısından fazlasını 1980’de 2040 yılına uzanan 60 yıllık süre içerisinde kaybedeceğimiz düşünülüyor.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 63


Fotoğraf

Ayı ruhunun izinde: Adı-Eeren Şamanları Tuva Cumhuriyeti’nin başkenti Kızıl’da (Kyzyl) beni misafir eden Kombu, birbirinin aynısı metal paravanlarla çevrilmiş tek katlı evlere baka baka ilerlerken arabayı bir evin önünde durduruyor. “Burası olmalı.” Başımı kaldırdığımda bahçe girişinin üzerine yerleştirilmiş tabelayı görüyorum. Kiril alfabesini yavaş yavaş çözerek okuyorum: “Adı-Eeren” – Türkçe “Ayı Ruhu”. Bu isim bana Ulusal Müze’de okuduğum bir yazıyı hatırlatıyor: “Ayı dünyaya gökten inmiştir. Sadece en güçlü şamanlar ayı ruhunun tılsımını taşıyabilir.” Bahçeye girdiğimizde solumuzda tek katlı bir bina, sağımızda bir yurt (yuvarlak göçebe çadırı) bizi karşılıyor. İkisinin arasından bahçenin köşesine kurulmuş bir ovaa (şamanların taş ve sopalarla inşa ettikleri yapı) görünüyor. Etrafın alabildiğine ıssızlığında binadan gelen tek düze bir davul sesi duyuluyor. Turuncu ve yeşile boyanmış ahşap verandaya çıkıp ne yapacağımızı bilemez halde etrafa bakınıyoruz. Açık kapıdan baktığımda binanın sonuna kadar uzanan maviye boyanmış, dar, loş bir koridor ve koridorun iki tarafına dizilmiş kapalı kapılardan başka bir şey göremiyorum. Bu esrarengiz tünel merakımı iyice cezbetse de sanki içeri girmem yakışık almazmış gibi bakmakla yetiniyorum. Yazı ve Fotoğraf: Naz Aksu

64

65


Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.

Gaia Dergi’yi sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


Fotoğraf Ateş söndükten ve ayin bittikten sonra hep beraber getirdiklerimizi yiyip sohbet etmeye başlıyoruz. Aslında bu da geleneğin bir parçası. Kunduzgu’daki ayin sonrasında da ayine katılan aile üyeleriyle şamanın birlikte yemek yediklerini gördüğümü hatırlıyorum. Bizim soframız onlarınki kadar zengin olmasa da yine de bu ufak piknik içimi ısıtıyor. DaingzhiXam bize alternatif ve progressive rock sevdiğinden ve bunu kendi ritüellerine uydurduğundan bahsettiğinde bir süre durup bakakalıyorum. Luidmila enerjimin çok temiz olduğunu söylüyor. Demir-Xam bana tarih dersinde öğrendiğim Orta Asya Türkleri’ni ve Büyük Göç’ün fantastik bir versiyonunu yarı Türkçe yarı Tuvaca anlatıyor. Türk kavimlerinin Taklamakan Çölü’ne çarpan bir meteordan sonra oradan ayrıldıklarını ve şamanların gösterdiği yönlerde ilerleyerek yeni memleketlerini bulduklarını söylüyor. Tospan Oleg, Beatles’ın tüm üyelerini hatırlamak için yardımımızı istiyor, sonrasında bir şarkısını söylemeye başlıyor. Bir ara biri Türkiye’ye geldiğinden bahsediyor, Turgut Özal’ı soruyor. Yine kısa bir sessizlik. “Öldü” demekle yetiniyorum. Bunun üzerine hepsi ölenin ruhuna saygıdan sessiz bir dua mırıldanıyor. Onlardan ayrılırken herbirine sarılıyorum, ki sarılmak Rusların ya da Tuvalıların hiç adeti olmayan bir şeydir. Daıngzhı-Xam boynuna asılı tılsımı avuçlarıma sürüp oradan kendi avuçlarına topladığı kötülükleri üfleyip havaya bırakıyor. Adı-Eeren’in koruması altında yoluma devam ediyorum. Yazı ve Fotoğraf: Naz Aksu

68

69


Hande Köse

Sosyoloji

handekose@gaiadergi.com |  @kallavisokagii |

“Deliliğin hilesi ve yeni zaferi: Onu psikoloji aracılığıyla ölçtüğünü, meşrulaştırdığını sanan bu dünya, onun karşısında kendini meşrulaştırmak zorundadır.” -Foucault Normal nedir? Normal denilen olgular kime ve neye göre böyle isimlendirilir? Delilik anormal bir durum mudur? Bu durumda “anormal” nedir? Blaise Pascal, normalliği “adı konulmamış delilik” şeklinde açıklar. Fakat öyle midir? Birçok toplum, kendi normlarına uymayan kişilere ve davranışlara anormal demektedir. Ayrıca bu toplumlar genellikle deliliği de anormal bir durum olarak görürler. Eğer o toplumda eşcinsellik, sokakta koşarak şarkı söylemek anormal algılanıyorsa “deli” sıfatı üzerinize yapışabilir. Bir başka toplumda da 18 yaşınızdaysanız ve hâlâ ailenizin evinde yaşıyorsanız “anormal” bir insan olmanız kaçınılmaz hale gelebilir. Örneklendirdiğim durumlar toplumların inanç sistemlerinden tabularına, aile yapılarından ekonomik durumlarına kadar birçok etmenden ileri gelir.

Akıl sağlığı bozuk bir dünyaya akılcı hamle: Delilik 70 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Delilik nedir? Toplumların normlarını karşılamayan insanlara atfettiği üzere bir hastalık mı, yoksa aslında

insanlık tarihinden beri süregelen “normal” bir durum mu? Delilik, tanımlanması bağlamında dinamik bir olgudur. Fakat tüm bu tanımların ortak noktası, deliliğe dair tüm söylemlerin aslında deli tanımına uymayan kişiler tarafından dile getirilmeleridir. Şunu da unutmamak gerekir ki, günümüzde birçok toplum tarafından kabul gören delilik algısı, geçmişte insanlar tarafından algılanandan farklıdır. Foucault’nun miskinhaneleri Deliliğin tarihi, insanlık tarihi boyunca birçok kişi tarafından, farklı toplumlarda ve bambaşka şekillerde yorumlanmıştır. Ancak bu hususta çalışmaları bulunan kişilerin başında gelen Michel Foucault’dan ayrıca bahsetmemiz gerekmektedir. Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı kitabında bahsettiği üzere, deli olarak adlandırılan kişilerin kapatıldığı yapılar “miskinhaneler” adıyla anılıyordu. Orta Çağ’ın başlarından Haçlı Seferleri’nin sonuna kadar geçen sürede bu miskinhaneler tüm Avrupa yüzeyindeki “lanetli” kentlerin sayısını artırmıştı. Bu yapılara miskinhane denmesinin başlıca sebebi, hiç şüphesiz, o dönemlerde uzun bir süre sadece akli bozukluğu bulunan insanlara deli denmemesiydi. Yani çalışacak durumda olup da çalışmayan aylaklar, seks işçileri, cüzzam hastaları, eşcinseller, bedensel ve zihinsel herhangi bir engele sahip tüm insanlar miskinhaneye kapatılıyordu. Bu miskinhanelerin sayısı Foucault’nun eserinde bahsettiğine göre oldukça fazlaydı.

Fransa’da yaklaşık 2 bin miskinhane bulunmaktaydı. İngiltere ve İskoçya’da ise 220 tane miskinhane açılmıştı. Bu miskinhanelerdeki insanların çoğunluğunu cüzzam hastaları oluşturuyordu. Ancak cüzzam yavaşça ortadan kalkıyordu. Önce İngiltere ve İskoçya’da miskinhanelerde cüzzam hastaları bulunmadığı kesinleşti. Cüzzam daha sonra ise Almanya’yı yavaş yavaş terk etti. Miskinhanelerdeki cüzzam hastalarının azalması, bu yapıları yok etmiyordu. Çünkü bu yapılar cüzzamın kendinden daha uzun süre ayakta kalacaktı ve cüzzam hastalarından “arınsa” bile hâlâ aynı yargı tutunacaktı: Cüzzam hastası denilince akla gelen değerler ve imgeler. Bu imgelerin en belirgini ise kuşkusuz “dışlama”. O dönemlerde cüzzam, Tanrı’nın öfkesini ve iyiliğini işaret etmekteydi. Hatta cüzzama yakalanan bir insan, Tanrı’nın bir lütfu şeklinde görülüyordu.

“Cüzzam, hiç de onu ortadan silmeye değil de kutsal bir uzaklıkta tutmaya, onu tersine dönmüş bir yüceltme içinde sabitleştirmeye yönelik olan şu ‘vasat’ yerleri ve şu ayinleri işsiz bırakarak ortadan çekilmekteydi.”

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 71


Sosyoloji dönüşüyorlardı. Büyük kapatılma bu bağlamda kapitalizmin yararınaydı. Kapitalizmin önünde engel teşkil eden aylak takımına yer yoktu. Onlar toplumun dışına atılmalıydı. Deli; üretim karşısında, aile sistemi karşısında, söylem ve oyun karşısında dışlanan ve muaf tutulan bir konumdaydı ve böyle bir konumdayken toplumsal bütünlüğün içine dahil edilmesi düşünülemezdi. Tabii ki 17’nci yüzyılda delinin dışında aile servetini saçıp savuran babalar, müsrif evlatlar, fahişeler de “büyük kapatılma”da, toplumdan dışlanmada nasibini almışlardı.

Kaynak: lewislevenbergi.com Güç sahipleri -o dönemin din adamları olarak ele alabiliriz- cüzzam hastasını dışlayan “günahkâr”ın ona selâmet yolunu açtığını söylüyorlardı. Cüzzamı, insanlara Tanrı’nın bir lütfu şeklinde belirttiklerinden birçok insan güç sahiplerinin kendilerini dışlamalarını sorgulayamıyordu. Öyle ki, “Hastalığına dayan. Çünkü Efendimiz hastalığından ötürü sana daha az değer vermekte değildir. Asla ondan ayrılma. Eğer sabredersen tıpkı yeni zenginin konağının önünde ölen ve doğrudan cennete giden cüzzamlı gibi kurtulursun.” Günümüzde de varlığını sürdüren “cennete gitme vaadi” ile kandırılan insanların, o dönemde de bu gibi sözler ile kandırılarak dışlanmaları kaçınılmaz olmuştu.

72 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

İktidarın taktiği büyük kapatılmada delilerin rolü Fransız Devrimi’nden önce delilere hoşgörülü davranılmış, daha sonra delilik o statüden kurtulup önce suça daha sonra da hastalığa indirgenmişti. Peki, neden bir zamanlar rahatlıkla sokaklarda dolaşabilen “miskinler” gözden uzaklaştırılmaya ve kapatılmaya başlamıştı? Foucault’un buna verdiği cevaplardan biri, kapitalist anlamda yaşanan büyük değişimlerdi. Akıl dışı görülen tüm ötekilikler -delilik, fahişelik, eşcinsellik- iktidar tarafından benimsenmemiş ve aklın tahakkümüne hapsedilememiş olduklarından kapatılıp gözetim altında tutuluyorlardı. Böylelikle bir iktidar taktiğine

İktidarın çağrıştırdığı kavram genellikle iktidarın makro boyutudur. Ancak mikro boyutunun da unutulmaması gerekir. Öyle ki Foucault, mikro iktidar ilişki ağlarının devlet iktidarını oluşturduğunu söyler. Devlet iktidarı değiştirilmek isteniyorsa toplum içinde var olan iktidar ilişkilerinin değiştirilmesi gereklidir. İktidar makro boyutunda her zaman, kendi çıkarlarına hizmet etmeyen insanları kapatmaya yönelik politika barındırır. Çünkü iktidarın beslendiği en önemli kaynak ekonomidir. Kapitalizm; ekonomiye katkı sağlayabilecek, iş gücü verimini artırabilecek, az ücretle kapasitesinin çok üstünde emek sarf edebilecek insanlar talep eder. Bireysel kazancını mümkün olduğunca artırıp zararını en aza indirmek için rasyonel tercihlerde bulunan ekonomik insanı (Homo economicus) önceleyen piyasa ekonomisi yeterince üretken olmayanları cezalandırdı.

İktidar talebini karşılayabilmek için de meşruluğu tartışılacak birçok yönteme başvurur. Kapitalist toplumun gerekliliklerine bağlı olarak deli artık hasta statüsündeydi. Çalışma alanına dahil edilmesi için iyileştirilmesi gerekliydi. İşte o güne kadar asla var olmamış bir kurum, yani psikiyatri kurumu böylece ortaya çıktı.

World Party isimli İngiliz rock grubunun Ship of Fools adlı single’ının kapak çizimi. Kaynak: Wikipedia

İktidar, tıbbi söylemle toplumu kontrol amacı güdüyordu. Seks işçilerini, “delileri” ve eşcinselleri bu kurumlara kapatmaktaki sebebi buydu: Topluma uymayan kişileri normalleştirmek. Bu gibi insanların toplumun huzurunu bozabileceği kanısındaydılar. İktidarın bu söyleminin ardında başka bir amaç daha vardı. Aslında toplumun huzurundan çok kendi politikalarının geleceğini düşünmekteydiler. Eğer seks işçileri, “sağlıklı” halkın arasında varlıklarını sürdürürlerse iktidarın özgürce asimile edebileleyeceği olgunun içinde aramak (Stultifera Navis), bu imgesel manceği sağlıklı halk, onlardan etkilegerekir. Bu olgu deliliktir” diyen zarada ortaya çıktı. Bu dönemlerde nebilirdi. Ayrıca iktidarın kapatma Foucault, hapishanelerin işlevi gibi Avrupa sanatında sıkça rastalanan politikasının altında hastalara, akıl hastanelerinin de aynı yapıda bu motif, gittiği istikametin ve içinseks işçilerine, eşcinsellere sürekli bulunduğunu belirtir. de yaşadığı tehlikelerin ayırdına “hasta” ve “deli” şeklinde hitap varamayan insanlığı eleştiren bir ederek onlara bunu empoze alegori niteliği taşır. Bu motif; “Delilik her zaman kişiliğin çökmesi ola- resim, heykel gibi birçok etmek de yatıyordu. Çünkü bu insanlar bir yapının içine rak anlaşılmak zorunda değil. Bir büyük alanda kendine yer bulmuşkapatılmışlardı. atılım gibi de düşünülebilir. Tutsaklık ve tur. Fakat bütün bu hayalî varoluşçu ölüm olduğu kadar, özgürleş- veya taşlamaya yönelik “Kapalı tutma aleminin 17’nci me ve yeniden doğuşun da tohumlarını eserlerin içinde ancak Deliler yüzyılda oluşan biçiminin ettaşıyor olabilir.” Gemisi gerçek bir varoluşa kisiyle bir ölçüde sıyrılmış ve sahip olabildi. -R. D. Laing deliliğin yanı sıra, manevi bir dışlama mâkanıyla bütünleşDeliler Gemisi’nde yolculuk Öyle ki “deliler”, herkesten daha miştir. Cüzzamın gerçek mirasını kolay bir şekilde gezgin bir yaşam fiili durumda burada değil de çok Orta Çağ’da hâkim manzaranın sürebilmekteydi. Çünkü, kentler karmaşık olan ve tıbbın sahiplenimgesel göründüğünü söylemek onları sınırlarının dışına büyük bir mek için uzunca bir zaman bekyanlış olmaz. Hatta Deliler Gemisi istekle atmaktaydı.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 73


Sosyoloji

cesaret gerektiren doğruların delilere söylettirilmesinin bir başka nedenidir. Deli dâhi mi, sağlıklı sanatçı mı?

2012 Fransa Başkanlık Seçimleri sırasında çizilen “Deliler Gemisi” adlı illüstrasyon. Çizer: Gilles Chambon - Kaynak: Les Diagonales du Temps Deli yaftasına maruz kalan insanlar, uzak kırlara kovalanıyorlar veyahut bir tüccar grubuna “emanet” ediliyorlardı. Özellikle Almanya’da bu gelenek çok yaygındı. Foucault’ya göre 15’inci yüzyılda Nurenberg’de 62 tane deli bulunduğu kaydedildi ve bunlardan 31’i kovuldu. Yaklaşık 50 yıl süresince de 21 delinin sürgüne gönderildiğinin izine rastlandı. Bunların yalnızca belediye tarafından tutuklanan deliler olduklarını da belirten Foucault, delilerin büyük bir çoğunluğunun da nehir gemilerine gönderildiğini söyledi. Delileri gemicilere teslim etmek, iktidar için uzağa gittiklerinin garantisi anlamına gelmekteydi. Deniz, yolların en serbestiydi, en açığıydı ve deli bu yolun ortasında esirdi. Su ve

74 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

delilik, Avrupa insanının hayalinde birbirlerine uzun zamandan beri bağlanmışlardı.

hastalığı bulunmayan hem de kendi etnik kimliğine mensup olan insanlar yaratmak istemekteydi.

Delileri kapatmak yerine sürgüne gönderme geleneğinin amacını “tehlike arz etmeyen” bir toplum yaratma şeklinde açıklamamız mümkündür. Ancak Orta Çağ’da delilerin hastanelere kabul edildikleri ve deli tanımıyla tedavi edildikleri de bilinmektedir. Bunun üzerine ortaya çıkan sonuç yine iktidar ve güç ilişkisini işaret etmektedir. Çünkü kovulan, sürgün edilen delilerin yabancı uyruklu olup kurumlara kapatılan delilerin yerli halktan oluştuğu belirlenmiştir. İktidarın sağlıklı başka bir deyişle de “saf” toplum yaratma politikası burada da açıkça görülür. İktidar hem herhangi bir bedensel veya zihinsel

Nurenberg gibi delilerin nüfusun büyük bir bölümünü oluşturduğu şehirlerde, delilerin kapatıldığı kurumların masrafları kentin bütçesinden karşılanmaktaydı. Fakat delilerin burada tedavi edildiğini söylemek mümkün değildir. İktidar, kapatma politikasında tedavi etme gibi bir yönteme başvurmuyordu. Bazı delilerin halkın önünde kamçılandıkları, kentten değnek darbeleriyle kovuldukları oluyordu. Böylece delilerin kovulması bir ayine dönüşmüştü. Orta Çağ’ın sonuna doğru Batı kültürünün ufkuna aniden tırmanan koskoca bir kaygı baş gösterdi.

Delilik ve deli ikirciklikleri; tehdit, acı alaylar, dünyanın baş döndürücü akılsızlığı ve insanların önemsiz gülünçlükleri içinde esas kişiler hâline geldi. Öncelikle edebiyatta büyük bir adım gerçekleşti. Deliliğin ihbar edilmesi, eleştirinin genel biçimi hâlini aldı. Özellikle Fars edebiyatında yer alan Deli, Kaçık gibi karakterler giderek önemi artırdı. Deli, artık yalnızca kıyıda köşede kalmış gülünç ve bildik siluet değildi. Hatta tiyatronun merkezindeki karakterlerdi. Bunun temel sebebi ise delilerin, rahatça gerçekleri açıklayabilmesiydi. Özellikle, Avrupa’nın kuzeyinde çok tutulan eski “Deliler Bayramı”na varana kadar, bunlar tiyatrodaki yerlerini almışlar ve içerdikleri kendiliğin-

den ortaya çıkan dinsel parodiyle birlikte toplumsal ve ahlaki eleştiriler oluşturmuşlardı. Bu bağlamda deli, ikinci dereceden komedidir. Yani aldatanın aldatılmasıdır. Deli, mantığa dayanmayan kendi “kaçık” diliyle komedinin düğümünün çözülmesini sağlayan akıllı sözler söylemektedir. Delilik, bilgin edebiyatı içinde de aklın ve gerçeğin kalbinde yer aldı. Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eserinde delinin kendi zararına olarak bilge olmayı öğrendiğini çünkü insanın ruhu önüne perde çeken utanma, tehlikeyi gösteren ve büyük eylemler yapmasına engel olan korku duygularından kurtulduğunu belirtmektedir. Delilik; yine Erasmus’a göre, bizi utanmaktan ve korkmaktan mükemmel bir biçimde kurtarır. Bu kurtulmuşluk tiyatroda ve sinemada

John Dryden’in bugünden yaklaşık 300 yıl önce ortaya çıkardığı “Dâhilik ve delilik benzeşiyor mu?” sorusu, halen net bir cevaba ulaşamadı. Sanat ile deliliğe ilişkin çalışmalarda birçok yol kullanıldı. 19’uncu yüzyılın sonlarındaki araştırmalar, yazarlar ve ressamlar başta olmak üzere onların akrabalarında da yüksek oranda ruhsal bozukluk bulunduğuna dikkat çekti. Duygudurum bozukluğuna sahip insanların yaratıcılıkları üzerine yapılan çalışmalar yeni bulgular sağladı. Başarılı birçok sanatçı için aşırı üretken ve enerjik ruh hali eğilimi, örneğin manik-depresif hastalığın manik kutbunun tanısını koymakta güçlük oluşturmaktadır. Biyografik çalışmalar, sanatçıların melankoli ve depresyon dönemlerini oldukça ayrıntılı bir biçimde tanımladıklarını fakat hipomani ya da kimi kez açıkça psikotik duygudurum geçişlerini “egzantriklik”, “yaratıcı esinlenme” veya “artistik mizaç”a bağladıklarını göstermektedir. Colin Martindale gerçekleştirdiği bir başka çalışmada; 21’i İngiliz, 21’i Fransız olmak üzere toplam 42 şairin yarısından fazlasının önemli psikopatolojik hastalıkları olduğunu belirtti. Her yedi şairden biri bir ruh hastalıkları hastanesine yatırılmış ya da sanrı ve varsanılar gibi psikotik belirtiler gösterdi.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 75


Sosyoloji Psikiyatrik “bozukluklar” en yüksek oranlarda şairlerde ve müzisyenlerde görüldü. Bunları takip eden sanatçılar ise ressamlar ve heykeltraşlardı. Deli dâhiye karşı sağlıklı sanatçı çekişmesi etrafında dönen tartışmanın büyük bölümü, delilik ile gerçekten neyin kastedildiğinin anlaşılmamasından ileri gelir. Delilik, şizofreni veya psikozla yakından alakalı mıdır? Şizofreni hastasının sanrılarında görülen metamorfozlar, şiirde metafora dönüşür. Ancak yaratıcı kişi, olağandışı düşünce süreçlerini “kontrol altında tutar.” Bunları bir ürün oluşturmada işe yarar hâle getirir. Burada benlik parçalanması gösteren bir şizofreni hastası, eğer hastalık başlamadan önce herhangi bir sanat beceresi yoksa sanrılar başlar başlamaz “sanat yapıtı” diye bir olgudan söz edilemeyeceğini vurgulamak gerekir. Plokker, şizofreninin başlangıcındaki yaşantı farklılaşmasının LSD kullanımında olduğu gibi bir sanatçıyı dünyaya bu yeni bakışı yansıtmaya yöneltebileceğini ancak bunun genellikle kısa süreli gerçekleştiğini ve yaratıcılık

niteliliğinin değer kaybettiğini öne sürer. Yaratıcılık eğilimi birçok etmene bağlı şekilde gelişebilmesinin yanında yine birçok etmen dolayısıyla körelmeye de uğrayabilmektedir. Büyük bir zihin ya da yaratıcı tin; yoksulluk ve zulmün bastırıcı etkileri gibi herhangi bir zaman ve mekânda ortaya çıkabilir. 20’nci yüzyıl Somali’si yaratıcılığa zarar verirken, 5. yüzyıl Floransa’sı yaratıcılığı beslemiştir. Aynı şekilde cinsiyet de yaratıclığı etkileyen önemli faktörlerdendir. Cinsiyetin de yaratıcılığı engelleyici ya da artırıcı etkileri olabilmektedir. Kadınların da erkekler ile eşit oranda yaratıcılık becerisi bulunmasına karşın çok büyük başarılar elde etmiş kadınların toplumda aktif rol alamamaları, maruz kaldıkları toplumsal baskıyı yansıtmaktadır. Delilik, akıl sağlığı bozuk bir dünyaya ayak uydurabilmek için yapılmış akılcı bir hamledir. Delilik, insanı birçok açıdan cezbetmektedir. Ortaya çıkardığı

Bekarlığa Veda Partisi, Louis Wain (1939)

fantastik imgeler, çabucak kaybolan kaçamak görüntüler değildir. John Dryden’in de dediği gibi; “Deli olmanın delinin kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği bir zevki var.” İnsan kendi “deliliğinin” keyfiliğini seferber ettiğinde, dünyanın karanlık zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Ancak delilik cezbederken gözleri kamaştırmamaktadır. Dünyada kolay, neşeli, hafif ne varsa onları yönetmektedir. Foucault’nun deyimiyle delilik, hakikat ve dünyadan çok, insanın algılayabildiği kendi gerçeğiyle ilgilenmektedir. Buradan şöyle bir çıkarım yapılabilir: Delilik, tamamen ahlaki bir âleme açılır. Deli olduğu sürece “biz” diye bir şey olacaktır ve deliyi ayırdığımız sürece biz “gerçek” olmaya devam edeceğiz, deli ise bizi biz yapan unsur olarak varlığını sürdürecek. Herkesin içinde deli vardır, fakat sınırların farkında olan bizler o delinin açığa çıkmasından daima korkarız… Ve deliliğin süreç içerisindeki tanımı ve konumu şunu söyleme hakkını bize verir; postmodernizm, modernizmin içindeki deliliktir.

Çocuğu kansere yenik düşen Alper Türedi, Bir Dileğim Var kampanyası ile çıktığı yolda kanser hastası çocukların dileklerini gerçekleştiriyor. Kampanya dahilinde asla nakit para yardımı kabul edilmiyor. Çocukların dilekleri paylaşılıyor ve yardım etmek isteyenler bu dilekler doğrultusunda aldıkları hediyeleri Yurtiçi Kargo İstanbul Sena şubesine yolluyor. Türedi’nin çektiği videolarla hem desteklerinizin yerine ulaştığını hem de çocukların yüzünde oluşan o paha biçilemez mutluluğu görme şansınız oluyor.

Alper Türedi yakıt, iletişim ve ulaşım konusunda destekçileri olduğunu söylüyor ve onlara çok teşekkür ediyor. Pek çok dernek ve vakfın kampanyayı desteklediğini şu an tek destek ihtiyacının konaklama alanında olduğunu da belirtiyor. İyilikte rekabet olmamalı. İyilik karşılıksız yapılmalı. Siz de çocukların dileklerinin gerçekleşmesinde bir katkınız olmasını isterseniz lütfen Bir Dileğim Var kampanyasının Facebook ve Youtube sayfalarını ziyaret edin. Unutmayın; mutluluk, almaktan çok vermekte.

Türedi bu kampanya ile 19 ayda, Edirne’den Elazığ’a kadar pek çok şehirde, 470 kanser hastası çocuğun dileğini gerçekleştirdi. 400’e yakın çocuğun ihtiyaçlarını karşılayan Türedi, çocukların kendi ağzından duyduğu dilekleri gerçekleştirdiğini önemle belirtiyor. Yani ebeveynlerin değil çocukların dilekleri gerçekleştiriliyor.

76 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

 | 0530 100 09 59 


Yeşim Özbirinci

Ekoköyler

 | yesim@gaiadergi.com

 | @yejades Özellikle kuzeydeki ekoköylerin çoğunluğunun varoluş sebebi sosyal düzenlemelerin öncüsü ve örneği olmak. Örneğin; İzlanda’daki Solheimar ekoköyü engelli çocukları topluma kazandırma amacıyla 1930 yılında kuruldu.

Lammas Ekoköyü, Batı Galler

Ekoköyler; sürdürülebilir, barışçıl ve adil topluluklar mı? Sanayi Devrimi ile birlikte hız kazanan teknolojik gelişmeler gerçekten de hayatımıza kalite katmış mıydı? Oysa iklim değişikliği, türlerin yok oluşu, doğal kaynakların tükenmesi de aynı hızda artmaya başlamıştı. Toplumların bütünlüğündeki bozulma hızı da aynı paralellikte artış göstermişti.

78 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

K

üreselleşme birçok ekolojik sorunu da beraberinde dünyaya yaydı. Yıllar içinde birey hem kendine hem de doğaya yabancılaştı; yalnızlaştı. Böyle bir ortam içerisinde sürdürülebilir ortak yaşam alanları tartışılarak ekoköy gibi bilinçli topluluklar1 oluşmaya başladı, çünkü sanayileşmiş toplumun başlattığı yıkıma karşı bir çözüm, umut ve ilham kaynağı olarak görülüyordu. Eski çağlarda insanlar, maddi dünyadan uzaklaşıp inzivaya çekilmek için bir araya gelirken yakın geçmişte ve günümüzde kapitalizmin ve iktidarın baskısından kurtulmak için üretici ve sürdürülebilir topluluklar kurmayı hedefliyordu.

Birbirinden farklı ekoköyler Tüm dünyadaki ekoköy deneyimlerine baktığımızda tek bir tanıma indirgenemeyecek kadar çeşitli modelleri görüyoruz. Her topluluğun birlikte yaşama güdüsü farklılık gösterebiliyor. Fakir ülkelerdeki yerel oluşumlara örnek verebileceğimiz Senegal’deki topluluklar modernliğin saldırısı altındaki geleneksel değerlerini ve yaşam şekillerini koruma isteği için bir araya gelirken gelişmiş ülkelerin bir araya gelme amacı daha farklı olabiliyor. Bununla birlikte her ekoköyün sistemi de temelde benzerlikleri bulunsa dahi farklılıklar barındırıyor. Aynı zamanda hepsi birçok alanda yeni modellere öncülük ediyor.

Özünde ekoköy felsefesi, sınırlı kaynakları olan yerkürenin eşitliğine ve çeşitliliğine saygı temeline dayanıyor. Yaşamın sürdürülebilirliği, barışçıl ve eşitlikçi bir gelecek için önemi olan ekoköyler, toplumdaki hasarı onarırken gezegenimizin limitleri dahilinde yaşama konusunda bizlere yol gösteriyor. İnsan etkinliklerinin en zararsız şekilde doğayla bütünleşmesini amaç ediniyor. Aynı zamanda sağlıklı insan gelişimini desteklerken bunların sürdürülebilirliği sağlanıyor. Sosyal, adalet, barış ve insan ölçekli toplum gibi ilkelerin yanına ekolojik sürdürülebilirliği de bir varoluş sebebi olarak görüyor. Ekoköyler bulunduğumuz bölgenin dokusuyla daha derinden bütünleşme fırsatı sağlıyor. Doğaya uygun yaşam biçimi Yerel ve geri dönüştürülmüş malzemelerden inşa edilen yaşam alanlarında, haneler dışındaki ihtiyaçlar ortak kullanımlı paylaşılıyor. Yüksek maliyetle yüksek teknolojiler kullanılarak üstün ekolojik teknikler de kullanabiliyor. Giderler için vakıflar aracılığı ile bağış toplayabiliyorlar. Birkaç ekoköyün kendi para birimi bile bulunuyor. Yenilenebilir enerjiye önem veriliyor. Burada yaşayan kişiler, özel eşyaları dışında bir şeye sahip olmuyorlar. Özellikle

Lammas Ekoköyü, Batı Galler sebze ve meyve gibi gıdaları kendi bahçelerinden temin ediyorlar. Komün yaşam deneyimini gördüğümüz ekoköylerde dış girdi ihtiyacını azaltarak iç kaynak akışı arttırılmaya çalışılıyor. Özetle ister yüksek maliyetli ister düşük maliyetli olsun, işin özünde ekolojik ayak izini minimum düzeyde tutarak doğaya uyumlu yaşam biçimi vardır.

lar için ekoköy içinde üretilen ürünler tüketiciye ulaştırılır, aynı zamanda verilen eğitimler ve bağlı vakıflar aracılığı ile de elde edilen gelir ekoköye katkı sağlar. 2002’de Findhorn Vakfı’nın ekonomik etkileri hesaplanınca yılda 5 milyon sterlinden fazla kazanç sağlandığı ortaya çıkmış. Bu şunu akıllara getiriyor: “Ekoköy toplumuna doğru mu evriliyoruz?”2 1- Devlet desteği almadan küçük yerleşim

Ekoköyler ekonomik döngüsünü nasıl sağlar?

yerleri oluşturmak için bir araya gelen sivil girişimler. 2- Günümüzde ekoköy kurmanın daha zor

Sürdürülebilir ve yenilenebilir teknoloji, köy içinde yetişmeyen gıda, sağlık gibi çeşitli ihtiyaç-

olduğunu, yasal ve mali engellerin daha zorlaştığını hesaba katarsak bu tartışmaya açık bir sorudur.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 79


Ekoköyler larını, tam tersine sistem tarafından onaylandığını ve çeşitli fonlarla desteklendiğini belirtiyorlar. Ekoköylerde yaşayanların ayrıcalıklı orta sınıf olduğunu, başkalarının mağduriyetinden edindikleri paralarla kendileri için ekoköy inşa ettiklerini dile getiriyorlar. Bu eleştirilere göre; kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkımdan şikâyet edenlerin bütün olarak kapitalist sistemi sorgulamak ve alternatifler üretmek yerine kapitalizmin yarattığı cehennemde kendilerine sistem içinde daha sağlıklı alanlar kurarak yeni pazarlar alanı yaratıp yine sistemin bir başka dişlisinde yer alıyorlar.5

Findhorn Ekoköyü, İskoçya Ekoköyler gerçekten de sürdürülebilir mi? Birçok ekoköyün başarısızlıkla sonuçlanması, sosyal sürdürülebilirliğin sağlanamamasından kaynaklanıyor. Çünkü herkesi memnun etmek kolay değil. Ekolojik olsun olmasın komünal yaşam insanlar için zordur. Hele ki kapital sistem içinde doğup tüm hayatın bu sistem çarkıyla döndüğünü düşünürsek… Sistem dışına çıkmak için önce sistem algılarımızı değiştirmemiz gerekir. Hem düşünsel hem de sosyal yönden hazır olmalıyız. Öncelikle “egolardan” arınmak gerekir. Ortak dil ile uzlaşmak önemlidir. Dürüst ve şeffaf iletişim kurmak güven oluşturmak için önemli bir yoldur. Yoldaşımıza güvenmeyi ve ilk zorlukta hemen

80 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

pes etmemeyi bilmeliyiz. Yeni ekoköy kurulmasını engelleyen ve mevcut ekoköyleri başarısızlığa uğratan etmenleri şöyle sıralayabiliriz: • Ekoköylerde bile artan bireysellik. Üyelerin kolektif yapılar yerine kendileri için ev yapmaya yönelmesi, daha fazla özel alan talep etmesi gibi şeyler topluluk içindeki dayanışma duygusunu da olumsuz etkiliyor. • Kürselleşme ile artan tüketim, geleneksel değerleri ve yaşam şekillerini de ters orantıda zayıflatıyor. • İklim değişikliği ve diğer ekolojik bozulmalar dünyadaki tüm ülkeleri

aynı derecede etkilemiyor. Yoksul ülkeler bundan daha çok etkileniyor. • Ekoköy kurmak isteyenlerin örnek alabileceği modellerin eksikliği. • Köy ölçeğinde gıda işlenmesinin ekonomik bir etkinlik olarak artık imkânsız hale gelmesi. • Toprak fiyatlarının günümüzde çok daha pahalı olması. • Bulundukları bölgeyle yeterince iletişim halinde kalınamaması ve etkileşimin az olması.3 3- “Sürdürülebilirliğin Yeni Ufukları: Ekoköyler” kitabından temel alınarak maddelenmiştir.

Güneşköy Ekoköyü, Ankara Fotoğraf: Beril Tezel/Gaia Dergi Türkiye’de ekoköyler… 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat 3: Kent Zirvesi ile birlikte Türkiye’de ekolojik yerleşim gerçek anlamda tartışılmaya başlandı. Bu ilk adımdan sonra Ankara, İstanbul, Kırıkkkale, Foça, Fethiye/Faralya Köyü’nde bir araya gelenler EKİLAT’ı (Ekoköyler İletişim Ağı-Türkiye) kurdular. En azından ütopyaya giden yola cesaret edebiliyoruz ama ülke içindeki girişimlerin çoğu başarısızlıkla sonuçlansa da aktardıkları bilgiler açısından önemli adımlardır. Tüm başarısızlıklara rağmen hâlâ bazı gruplar ekolojik yaşam modeli için çaba göstermeye devam ediyor.4 Ekoköy girişimlerini şöyle sıralayabiliriz: Marmariç (İzmir), Bayramiç (Balıkesir/Ezine), Orman Evi (Biga), İmece Evi, Yunus Emre Ekoköyü (Fethiye), Güneşköy (Ankara), Hocamköy (Kırıkkale)…

Eleştiriler: Ekoköyler sistemin bir başka dişlisidir Tarihin her döneminde gördüğümüz gibi ekoköy kavramı da sömürülmeye çalışılıyor. Her şeyin önüne “ekolojik”, “doğal” ve “organik” gibi sıfatlar eklenerek işi ticarete çevirmeye çalışan insanlar karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar bir yana, farkındalığı edinmiş bireyler egolardan arınabilir, sosyal olarak hazır insanlar kendi “bilinçli topluluklarını” oluşturabilir. Bunun ütopya olmadığını, zor da olsa başarılabilecek bir mücadele olduğunu düşünüyorum. Tüm bunların yanında ekoköylerle ilgili olumsuz yorumlar da yok değil. Eleştirenler ekoköylerin sistem karşıtı karakterlere sahip olmadık-

Ekoköyler tüm yönleri ile çok daha detaylı tartışılabilir ve bu tartışılan başlıkların her biri üzerine detaylı şeyler yazılabilir. Bu yazıyı çeşitli kaynaklardan okuyarak derledim. Bir sonraki yazıda Türkiye’deki ekoköy girişimlerinden bahsedeceğim. Amacım ekoköylerle ilgili genel bilgileri özet bir şekilde aktarmaktı. Umuyorum bir gün pratik deneyimlerimi de aktarabilirim. İçinizdeki umudun ve mücadele gücünün kaybolmaması dileğiyle… 4- Oya Ayman ve Miner Eroğlu, “Ekolojik Yerleşimlerde Türkiye’nin Şansı”, http://www. imeceevi.org/index.php?option=com_content&task=view&id=139&Itemid=76 Erişim Tarihi: 20.12.2015 5- Komünist Zemin, “Ekoköyler ve Topluluklar Üzerine”, http://www.komunistzemin.org/ yazilar/1/192/ekokoyler-ve-topluluklar-uzerine/ Erişim Tarihi: 20.12.2015 Kaynakça: • DAWSO Jonathan, Sürdürülebilirliğin Yeni Ufukları: Ekoköyler, Çev: Deniz Dinçel, Sinek Sekiz Yay., İstanbul 2012 • ROSE Julian, Ekoköyler: Yeni Rotamız, Çev: İlknur Urkun Kelso, Yeni İnsan Yay., İstanbul 2014

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 81


Fotoğraf

Paris’te bir köy... Tren yolunun hemen yanındaki ormanlık alan insana huzur veriyor. Geçtiğimiz yıl bu zamanlar çekilen fotoğraftaki sakin, bir o kadar da mağrur bu köy, şehir merkezine trenle bir saat uzaklıkta. Fotoğraf: Gamzegül Kızılcık

82

83


Ruken Zilan

Mitoloji

 | rukenzilan@gaiadergi.com

 | @Mute_ThinkThank

Ümit Ninova jufsernoh@msn.com |  @jufsernoh |

İnsalık tarihinin her adımında çepeçevre sarmalandığımız mitoslar, daha sistemli inançlara nispeten gerçekliğe karşın daha az savunmasız olagelmiştir. Öğreti değeri taşıyan diğer büyük inançlardan ziyade mitlerin kendi iç dinamikleri gelişigüzel dizildiğinden baskınlığı zayıf kalacağı gibi çoğu zaman sistemli inançlar içinde de kendini kurgulayabilir ya da eklemleyebilir. Bu yüzdendir ki aynı mitin, etkileşim dahilinde veya ötesinde, farklı dinlerde aynı şekilde belirdiği de görülür. Bu benzerlikler doğrudan kültürleşme ile de yaygın bir şekilde görülürken mevcut zamanın ruhunda veya doğa olaylarının çağlar içerisindeki yansımaların keşismesiyle de gözlemlenebilmektedir.

T

Çizim: Megan Farr

İrlanda Adası’ndaki Bansheelerden Karadeniz köylerindeki Bardilere ölüm melekleri 84 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

am da böyle bir durum dünyanın iki ayrı yerinde belirmiştir. Biri İrlanda Adası’nda geceleri hüzünle yakaran Bansheeler, diğeri Karadeniz’in kimi köylerinde seher vakti uluyan Bardiler. Bardi Rumca bir kelime olup “çakal” anlamına gelmektedir. Kolayca anlaşılabilir ki, Bardi miti zamanında Trabzon’da yaşayan Rumlardan kalma bir inançtır. Ancak İslam’ı benimseyen Türkler ile kültürleşmeye giren Rumların yaşadığı bu coğrafyada Bardiler inandırıcılığını son jenerasyona değin korumuştur. Günümüzde unutulmaya yüz tuttuğunu göz ardı edersek bu ilişki dikkate değerdir. Öyle gözükmekte ki; mitler ait oldukları ya da eklemlendikleri daha sistemli inançlarla ilişkisinden öte, mistik öğeleri ve bu yüzden endişe

ve korku dolaylı uyandırdığı merak ile öne çıkmakta ya da ilgi toplamaktadır. Ne de olsa mitler üzerine etkileşimlerden bahsedecek olursak; inanıştan çok merak/ilgi uyandırması daha kayda değerdir. Rivayete göre gün ilk ışıklarını sökerken, uluyan Bardi’nin yakarışlarını duyan kişi ya da ailesinden biri ölür. Talihsizlik odur ki; o gün bir insan ölürse ve bu ölüm Bardi’nin sözüm ona “melun” sesine kulp takıldıysa, bir başka trajedinin de çağrılması çok uzak değildir. Çünkü ölümün geldiği köyde, av tüfeklerini kuşanan erkekler, köyün her yerini gezerek çakal avına çıkarlar. Bir başka çıkmaz da Bardi’nin aslında çakaldan ayrı bir yaratık olduğuna inanılmasıdır. Ama yine de yoğun bir korku, adrenalin ve testosteron salınımın ardından akla uygun

herhangi rasyonel davranışın beklenmeyeceği gibi, onca patriyarkal temsilcisinin bir araya gelmesiyle de bir başka aşina dramatik hikâye işlemeye başlar. Sonunda bir dere yatağında bir yerde, bir çakal sıkıştırılıverilir. Birkaç gözü dönmüşün çapraz ateşiyle toprağa serilir ve bir zafer ritüeli gibi kanları yol boyu akıtılarak damla damla köy meydanında bir yere getirilir. Kalabalık toplaşır. Postu yüzülür ve evin duvarında bir yere asılır. Nedir dış uzamdan görülmesi gereken? Hikâyeyi bir dramdan bir vahşete taşıyan bu acı paranoyasının, bizlere korkulası ve hatta utanılası hissettirmesine perde vuran itkiler ya da vicdani değerler nelerdir acaba? Tam da bu aralık, vahşetin tarihinde önemli bir geçittir ki, çoğu zaman bizim için göze görünür değildir. Perde geçmişin üstünden kalktığındaysa mirasımızla yüzleşecek aynaların önüne geçmek pek kolay değildir. Tarih, biz ölü ruhlar için kutsaldır ve topraktan öte olmayan mezarlığı savunmak kadar asalakçadır. Çünkü burada tek bir realite varsa o da toprağın sorgusuz sömürülüşüdür. Tarih de güncemizde böyle aleni ve meşru yönelimlerle sömürülmektedir. Bu vahim hikâyenin dramatik yönünü geri planda bıraktıktan sonra kültürel boyutuna dönecek olursak; mitin inancını koruduğu Doğu Karadeniz’in bu bölgesinde –ki İslam’ı dini bütün yaşadığı yaygın bir şekilde düşünülen– yöre halkının

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 85


Mitoloji günümüzün mistik ve gotik tarzı ile biraz daha direnç kazanmış, hatta adeta bir revizasyon ile yeniden modern zamanın içine eklemlenmiştir. Efsanenin kökeni Kuzey Batı Avrupa olduğu düşünüldüğünde ise kulağa hayli olağan geliyor elbet. Bansheelerin popüler sanatın ilgisini çekmesi çok da zor olmadı. Birçok müzik grubuna ve TV dizisine ilham kaynağı olmuş ve hikâyelendirilmiştir. Daha çok animelerde kendine yer bulması ise fantastik yönünün kışkırtıcılığını açığa çıkarır niteliktedir. Etnisitelerin, toplumsal yapısının

köklerinden doğan inanışlar ve bu inançların kültürleri anlamamızda büyük önem taşıyan kültürel motifler, keskin hatlar çizmese de gözümüze; sorgulamalarımıza ipuçları barındırır. Toplumlar neden hep karanlık bir tarihe sahiptir? Bizi metafizik süreçlere sürükleyen kaçınılmaz faktörler, saplantılı inançlarımızı doğururken gerçekliğin savunucularını susturan neydi? Henüz bize fantastik bir kurgudan ibaret görünen hikâyeler, geçmiş toplumların gerçekliklerini oluşturuyorsa ve bizler geçmişimizin ürünü olduğumuzu, geleneklerden

doğduğumuzu biliyorsak; yaşadığımız bu zaman ve üretimlerimizin gerçeklik kriterleri ne kadar bilinebilir/gözlemlenebilir değerlere sahip olabilir? Bir başka deyişle; nihayet mitlerden, mitoslardan kurtulabilmiş miyiz? Metafiziğin bulanık çizgilerinden öte realitenin keskin hatları içine atabildik mi kültürel mirasımızı? Yüzyıllar ötesinden bir başka “karanlık çağ” olarak anılmasından kurtarabilecek miyiz zamanın ruhunu; yayılmacı, çürüten, verimsizleştiren, köhne, çorak bu topraklardan? Kaynak: DeviantArt, Jana Heidersdorf

Kaynak: DeviantArt, Chris Cold böylesi bir dogmatik yönelim göstermesi aynı zamanda müslümanlığın da kendi içinde mitlere ne kadar açık veyahut elverişli olduğunu göstermekte. Elbet bu yorum pozitif bilim ışığında değil, dogma ve mitlere kapalı olduğunu sav edinen ilahi öğretilerin içten yorumlayıcı bir bakışla sentezlenişidir. Belki de en büyük trajedi budur. Ki insanlığın en kuytu aldanışları, öylece kutsi ve mutlak inançlarının boşluklarında kendini kaçırması ve geçmişini koruması için rasyonaliteye sırt çevirmesinden gelmiştir. Ne de utanılası şeyler geçerdi elimize, saymaya başlasaydık eğer böylesi

86 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

bir tarihin sıra taşlarını. Bahsedilen diğer mit Banshee’nin kelime kökeni, İrlanda dilinde Bean Sidhe, İskoçya Kelt dilinde Ban Sith’e (perilerin sahibesi) dayanmaktadır. Bardi’ye göre daha köklü bir kültüre sahip olan Banshee daha çok bir insan, hatta feminen bir figür şeklinde imgelendirilmiş ve Ölüm Perisi diye anılmaktadır. İrlandalıların başta Amerika olmak üzere birçok yere göç etmesiyle de Bansheeler birçok kültürde popülaritesini koruyabilmiştir. Yalnız, hikâyesi yüzyıllar öncesine giden Banshee’nin Bardi’den önemli farkları

da var. Öncelikle Bansheeler ölümü getiren değil, haber veren ve seçilen ailenin koruyucu perileri olarak inanılıyor. Hatta bu haykırışları da ağıt şeklinde olduğundan, aslında bir yas tutma ritüeli olarak anılıyor. Uzun beyaz elbiseleri ve ayaklarına değin uzanan saçlarının olduğu söylenen Bansheeler, günümüzün mistik ve gotik tarzı ile biraz daha direnç kazanmış, hatta adeta bir revizasyon ile yeniden modern zamanın içine eklemlenmiştir. Bu yüzdendir ki; her iki mitin de günümüzde, az sayıda ama sadık inananları kaldıysa da, Bansheeler,

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 87


Ruken Zilan

Bilim-Teknoloji

 | rukenzilan@gaiadergi.com

 | @Mute_ThinkThank

Matematiğin etkileyici geometrisi Fraktaller: Doğadan yaşama yansıyan ilham verici desenler

Tasarım: Xander Henderson Kaynak: yohz.org

Doğadaki varlıklar incelendiğinde, geleneksel geometriden farklı olan fraktal geometri göze çarpar. Fraktal en basit tanımıyla; sonsuz “kendine benzer” matematiksel desendir. Bir fraktal, parçalara ayrıldığında yine neredeyse bütünün bir kopyası elde edilir.

B

u düzensiz desenler giderek küçülen ölçeklerle kendilerini yinelerler ve her desenin her bir parçası büyütüldüğünde, yine cismin bütününe benzer. Rus matruşkalarını anımsatan Fraktal geometri, daha önce üzerinde çalışılmış olsa da ilk defa 1975 yılında IBM çalışanı, yetenekli matematikçi Benoit Mandelbrot* tarafından adlandırılmış ve gündeme getirilmiştir. Fraktallerin bir ilginç özelliği, doğada sıkça rastlanan “kendine benzeme” durumuyken, bir diğer karakteristiği basitlikten gelen oldukça kompleks yapılara sahip olmalarıdır. Bu karmaşık yapıların şaşırtıcı

matematiksel güzelliği ise oldukça sade bir denklemle elde edilebilmeleridir. İç içe sonsuz tekrarlarla kendini yineleyen bu yapıların karmaşıklık ve sadeliği bir arada sunmaları etkileyicidir. Çoğu zaman farkına bile varmadan geçip gittiğimiz, incelemeye değer görmediğimiz ya da fark ettiğimizde büyüsüyle dalıp kaybolduğumuz muhteşem desenler olan fraktallere, doğada her yerde rastlamak mümkün; karnabaharda, brokolide, deniz kabuklarında, çam kozalaklarında, bulutlarda, yapraklarda, kar tanesinde, ananasta, ağaç kabuğunda, coğrafi şekillerde, hava kabarcıklarında,

*TED Talks’ta Benoit Mandelbrot’un ağzından Fraktallar ve pürüz sanatı videosunu tavsiye ederim.

88 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

kristallerde ve daha nice ortamda kendilerini göstermekteler. Fraktal geometri yarattığı estetik güzelliğin yanı sıra evrensel uygulamalarıyla da muhteşemdir.. Bu geometrinin uygulama alanları ise çok geniş; hava tahminlerinde, tıpta, teknolojide, sanatta, mimaride, finans çalışmalarında ve daha birçok alanda karşımıza çıkıyor. “Düzendeki kaos ya da kaostaki düzen” olarak da tanımlanan fraktaller, birçok sanatçıya da ilham kaynağı oluyor: Rahatlatıcı, meditatif desenler olan mandalalarda, Afrika desenlerinde, bilgisayar tabanlı çizimlerde, müzikte fraktaller hep karşımızda.

Birçok doğal sistemin fraktal yapıya ve davranışa sahip olduğu bulunmuştur. Cambridge Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmada beyin çalışmasının fraktal bir organizasyona sahip olduğu tespit edildi. İnsan davranışlarında da fraktal bir yapı gözlemlendi, yani davranışlar zaman içinde kendine benzerlik ve tahmin edilebilirlik gösteriyor. Öte yandan depremlerin de fraktal bir karakteristiğe sahip olduğu birçok çalışmada ifade edilmiştir. Burada bahsedilmeyen ve fraktal yapıya sahip olan nice sistemler söz konusudur. Bu desenler biyolojide de karşımıza çıkıyor psikolojide de... Mesela, bir hücrenin çalışma sistemini anlamak

insan bedenini anlamanın yolunu açıyor; insan 50 trilyona yakın hücreden oluşuyor. Toplumun küçük parçasının, toplumun bütününün göstergesi olması gibi, yaşayan her hücrede insan vücudunun işlevleri mevcut: Her bir hücre büyüyor, ürüyor, gıda sindiriyor, soluk alıyor, dışkılıyor, iletişim kuruyor. Yani bu hücrelerin yaşadıkları küçük ortamda uyum içinde yaşayabilmesini anlamak, birkaç milyar insanın Dünya’da uyum içinde yaşamasının anahtarı gibi. Beyin, sinir sistemi, solunum sistemi, kan dolaşımı ve insan vücudundaki diğer yapılar da fraktal geometrinin bir ürünü... Yunus Emre’nin tabiriyle insana “bir ben vardır benden içeri” dedirtiyor.

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 89


Bilim-Teknoloji

Tasarım: Xander Henderson Kaynak: yohz.org İnsan sağlığında, davranışlarında, doğada ve ekonomide fraktal geometri kurallarının geçerli olduğu göz önüne alınarak “sürdürülebilir gelişmelerin” fraktal yapıya sahip olduğu da dile getirilmiştir. Doğayı gözlemlemenin kazandırdığı birçok öngörüye, fraktalleri anlamanın kazandırdığı bakış açısı ve anlayış da ekleniyor. 2010 yılında kaybettiğimiz ve fraktallere bilimsel olarak dikkat çeken Benoit B. Mandelbrot “Hayatım birtakım olay ve kazalar serisi gibi görünüyor, buna rağmen geçmişe dönüp baktığımda bir desen görüyorum” diyor. Yaşam fraktal bir yapıya mı sahip? Fraktaller yaşama metaforlar mı sunuyor, yoksa sadece dinlenmemizi sağlayan muhteşem desenler mi?

Tasarım: Xander Henderson Kaynak: yohz.org

Tasarım: Xander Henderson Kaynak: yohz.org

“Doğaya derin bakın, her şeyi daha iyi anlayacaksınız.” -Albert Einstein

90 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 91


Kendin Yap

Evimizdeki ekosistemler: Teraryumlar Teraryum, akvaryum ya da kavanoz gibi mekânlarda bir habitat meydana getiren alana verilen addır. Teraryumları bir süs eşyası değil de ekosistem şeklinde görmek önemli. Peki, yaşam alanlarımızda bir teraryuma nasıl yer verebiliriz?

İlk olarak kavanozun en altına çakıl taşlarını yerleştirin. Taşların en alta yerleştirilmesinin sebebi tabanda biriken suyun neme çevrilmesini sağlaması ve toprak için bir temel meydana getirerek köklerin çürümesini engellemesi. Daha sonra turba yosununu veya elyafı ekleyin. Elyafın ardından da toz şeklinde olmayan fakat küçük parçalı kömürü yerleştirin. Akvaryum malzemeleri satan dükkanlardan aktif karbon adıyla temin edebilirsiniz. Bu kömür teraryumun içindeki zararlı maddeleri özümseyerek teraryumun yıllarca canlı kalmasını sağlar. Kömürden sonra ise saksı toprağını ekleyin. Toprağın içine biraz ponza taşı katabilirsiniz ki bu da köklerin hava boşluklarından yararlanmasını sağlar.

Öncelikle dikkatlice temizlenmiş bir kavanoza veya akvaryuma ihtiyacınız var. İçerik için ise kum, çakıl taşları, kömür, sphagnum (yoksa elyaf benzeri malzemeler de işinizi görür), saksı toprağı, ponza taşı, ağaç parçaları ve bitkiler gerekiyor.

92 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Teraryumda kullanacağınız bitkileri nemli ortamlarda büyüyen ve yavaş gelişen bitkilerden seçmelisiniz. Arapsaçı, çeşitli tırmanıcı bitkiler, küçük eğrelti otları, yosun gibi bitkileri rahatça teraryumda büyütebilirsiniz. Zemine koyduğumuz maddelerin arasına bitkiler için küçük çukurlar açtıktan sonra kökleri zedelememeye dikkat ederek bitkileri ekin. Uzun cımbızlar ve makaslar işinizi kolaylaştırabilir. Dal parçaları, çeşitli taşlar teraryumunuza estetik bir görünüm katacaktır. Yerleştirmenin ardından birkaç kez dinlenmiş su ekleyip kapağını kapatın. Teraryumunuzu doğrudan güneş ışığı almayan fakat aydınlık bir yere koymalısınız. İçerideki nem azalırsa abartmamak kaydıyla ara sıra su takviyesi yapmanız gerek. Zaten teraryumlar bir ekosistem meydana getirdiği için kendi içinde bir su döngüsü yaratacaktır. Hepinize ekosistemlerinizle mutlu anlar!

Gaia Dergi • Aralık 2015 | 93


Yeşil Mutfak

Kısa sürede hazırlanan nohut salatası Malzemeler: • 1,5 su bardağı haşlanmış nohut (tuzlu ılık suda bir gece ısladıktan sonra haşlayın) • 2-3 dal ince doğranmış taze soğan • 1/4 demet ince kıyılmış maydanoz • 2 adet ince kesilmiş domates • 1 tatlı kaşığı nar ekşisi • 1-2 diş ince rendelenmiş sarımsak • 3 yemek kaşığı zeytinyağı • 1/2 limon suyu veya az miktar üzüm sirkesi • Tuz Karbonhidrat, potasyum ve çinko kaynağı nohut iyi ellerde hazırlandığında gerçekten çok leziz oluyor. Hem hafif hem kolay hem de beş dakika gibi kısa bir süre içinde hazırlanan bu tarifi öğlen yemeklerinize ekleyebilirsiniz. Tarifte yazan malzemeleri damak zevkinize göre değiştirebilir, çeşitlendirebilirsiniz. Nar ekşisi, zeytinyağı, tuz gibi malzemeleri de kendinize göre ayarlamanızda fayda var. Yeni tatlar denemekten çekinmeyin.

94 | Aralık 2015 • Gaia Dergi

Yapılışı: Kesilmiş, doğranmış ve kıyılmış malzemelerinizi derin bir kapta nohut ile birlikte karıştırın. Daha sona kendi damak zevkinize göre nar ekşisi, sarımsak, zeytinyağı, limon suyu (veya sirke) ve tuzu ekleyerek tekrar karıştırın. Afiyet olsun!

gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com


Yeşil Mutfak

Narlı bulgur salatası Malzemeler: • 1 su bardağı ıslatılmış ince bulgur • 1 tane ayıklanmış nar • Yarım demet ince doğranmış maydanoz • Limon suyu • İsteğe göre nane, roka gibi yeşillikler ve baharatlarla da zenginleştirebilirsiniz.

Kış ayının meyvesi narı taze yemek veya suyunu içmek faydaları açısından önemlidir. Narı ayıklamak biraz zahmetli olsa da bu salatanın bütününü hazırlamak çok daha hızlı olacaktır.

Yapılışı: Malzemelerin hepsini karıştırın. Damak zevkine göre nar ekşisini de sos olarak deneyebilirsiniz. Afiyet olsun!

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com

96 | Aralık 2015 • Gaia Dergi


Gaia Dergi’yi sosyal medya ßzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.