SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM DERGİSİ
SAYI: 10
NİSAN 2016
YAŞAMANIN BİLE ZOR OLDUĞU BİR DÜNYADA
ÇOCUK OLMAK gaiadergi.com
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Adem Aykanat, adem@gaiadergi.com Sorumlu Yazı İşleri Gamzegül Kızılcık, gamzegulkizilcik@gaiadergi.com Editör Yeşim Özbirinci, yesim@gaiadergi.com
Yaşam Oluklarında Birkaç Saat gelecek olabilir, yitip giden her zaman “ Birçok parçası dünyayı başka başka geleceklere hazırlıyor olabilir. Hangisi daha yakın günümüze? Hangisi bir sonraki nesil için hazırlanıyor?
“
Ütopya ve distopyalarla birçok politik konuya dokunan öykülerden oluşan bir eser…
Tasarım Gök Taner
Merhaba, Çocuklar masumdur. Dünyayı tüm renkleri ile görürler ve geleceği de öyle hayal ederler. Oysa çirkin ve kötü insanlar çocukların gördüğü tüm renklerin solmasına sebep olur. Çocuklar nefret ile doğmazlar. Çirkin ve kötü insanlar çocukların nefret ile dolmalarına neden olur. Çocuklar sevgi ve merak ile yaklaşırlar dünyaya; ırk, tür, cinsiyet ayırt etmeden… Değişim, barış ve kardeşlik çocuklar ile başlar; onlar sayesinde olur. Onlar hayal ettiğimiz geleceğin umududur. Hangi leşliğe iğreneceğimizi şaşırdığımız ülkemizde çocuklar tecavüze uğruyor. Hem de doğruyu (!) öğretmeye çalışan dini bir kurum tarafından.
Kapak İllüstrasyonu Kadir M. Ersoy, kadirmersoy@hotmail. com Katkıda Bulunanlar Zozan Çetin, Özge Yıldırım Bayatlı, Pelin Aydın, Sevcan Karadağ, Ümit Ninova, Mete Gürkan, Mine Gencel Bek, Hikmet Kuran, Seyda Kesikoğlu, Olcay Gazabi, Kadir M. Ersoy Teşekkürler Arzu Çakır, İNHA Reklam ve İletişim partner@gaiadergi.com
Doğanın ve yaşamın renklerini Basım Yeri Azim Matbaacılık Ey insan! Buna izin verme. Sesini çıkar. Bu Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! minikler hepimizin çocuğu. Çocuğuna sahip Dünyanın her yerinde çocuklar kandırılmaya çalışılıyor, çocuklar sömürülüyor, çocuklar karanlığa sürüklenmeye çalışılıyor...
Adres
İnternet sayfamızı ziyaret ederek sayfası GMK Bulvarı,abonelik Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06540 Maltepe Çankaya üzerinden dergimize abone olabilirsiniz. ANKARA Dostluklar, çık. Yalnız bırakma.
0532 577 87 89
Yeşim Özbirinci
ISSN 2149-4940 Kurumsal Satış Fiyatı: 16.5 TL
12 Bacha Bazi 16 Çocuk İşçiler
16
22 Çocuk ve Medya İlişkisinde Ezberler 26 Igor Stravinsky 30
32 Ankara Uluslararası Film Festivali 27. Kez "Perde" Diyor
36 46
36 Savaş ve Çocuk 42 İnha
16
46 Devlet Dersinde Çocuk 52 Fıttırılmışız 52 66
42 82
4 | Gaia Dergi • Nisan 2016
60 Ortadoğu'da Gelmez Bir Demokrasi Uğruna 66 Küresel Isınma, Paris Zirvesi ve Türkiye
22
26
56 Temmuz'a kadar Eylül
76 Çocuğumu Neyle Beslemeliyim? Sevgi mi Yoksa Şiddet ve Nefret mi? 82 İnsanlığın En Kötü Hastalığı Pedofili
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 5
Hayvan
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
EVCİLLEŞTİRİLMEMİŞ KEDİLERE BİR ÖRNEK:
SAZLIK KEDİSİ
Evlerimize girip minnoş arkadaşlarımız olmadan önce kedilerin nasıl göründüğünü merak ediyorsanız, küçük boyutlarda bir yaban kedisi olan sazlık kedisine (Felis chaus) göz atabilirsiniz.
B
Bej rengi kürkü ve siyah halkalarla bezeli kuyruğuna ek olarak, kulaklarının ucunda vaşaklarınkine benzer siyah uzun tüyler onları tanımamızda yardımcıdır. Bacakları evcil akrabalarından uzundur, ayrıca evcil akrabalarından farklı olarak, bazı sazlık kedilerinin yüzmekle de arası iyidir. Sulak alanlarda yaşamaya adapte olmuş bu hayvanlar genelde gruplar halinde gezmeyi ve akşamları daha hareketli olmayı seçerler. Beslenmeleri ağırlıklı olarak küçük karasal
6 | Gaia Dergi • Nisan 2016
hayvanlara dayanır. Anavatanı Asya olan kedilerin Çin ve Endonezya arasında kalan bölgelerden İdil Deltası’na yayılan bir dağılımı vardır, daha sonrasında Kafkaslar’dan ilerleyerek Ermenistan’ı geçip Karadeniz’den Mısır’da bulunan Nil Deltası’na kadar yayılmışlardır. Kayıtlar incelendiğinde İzmir, Balıkesir, Eskişehir, Afyon, Ankara, Konya, İçel, Hatay, Kahramanmaraş, Adıyaman, Diyarbakır, Bolu, Samsun ve Adana’da yaşamış bireylere rastlanır. Bu kadar geniş bir alanda
yayılım göstermelerine rağmen sazlık kedilerinin soyları asgari düzeyde (LC) de olsa tükenme tehlikesi altındadır. Bu soruna dikkat çekmek için, TÜBİTAK açık kaynak kodlu yazılım projesi Pardus’un 2007.1 sürümüne “Felis chaus” ismini vermiştir. Çarpık kentleşme, sulak alanların dikkatsiz kullanımı ve kirliliği, orman arazilerinin tahribatı ve yol inşaatlarının yaşam alanlarını bölmesi onları zor durumda bırakmaktadır; ama neyse ki en azından avlanılmaları yasaktır.
Yeşil Kitap
DEVLET DERSİ
ÇOCUK HAK İHLALLERİNDE CEZASIZLIK ÖYKÜLERİ
B
u kitapta güzel cümleler yok. Okumak iyi de hissettirmeyecek.
Hafif hissetmek, bahara kavuşmak, güzel bir son görmek istiyorsanız okumayın. Karanlık hikâyeler de güzel cümlelerle anlatılamıyor maalesef. Bu hikâyeler bu ülkedeki çocukların gerçek hikâyeleri. "Devlet Dersi"nde sokağa çıktığı için öldürülen, kötü muameleye maruz kalan, sokağa çıkılması yasak kentlerde ölen, iş cinayetinde, okulların güvensizliğinde yaşamını kaybetmiş, istismara uğramış, cezaevinde ölümle tanışmış çocukların hikâyeleri… Uğur Kaymaz’dan Ceylan Önkol’a, Mahsum Mızrak’dan Lütfillah Tacik’e, Fadime’den Ahmet Yıldız’a, Yunus Eser’den sokağa çıkma yasaklarında öldürülen Beytullah’a, Çekwar’a kadar devletin
cezasızlık kültüründe hesapsız bırakılan hikâyeler. Giorgio Agamben deyimiyle "Hukukun geri çekildiği ama devletin baki kaldığı" olaylar… Gündem Çocuk Derneği’in 10 yıldır takip ettiği olaylardan, gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun etkileyici kalemiyle hazırlanan kitap cezasızlık karanlığına yüzleşme hikayeleriyle ışık tutmayı hedefliyor... Kitapta yer alan Erhan Muratoğlu’nun çizimleri ise çocukların belleğimizde, bu kez sadece “çocuk” olma durumlarıyla yer edinmelerini sağlıyor…
8 | Gaia Dergi • Nisan 2016
FRİDA KAHLO
B
iz bir maceraya atılıyoruz. Bu maceranın temelinde tarihteki büyük kadınları daha yakından tanımak yatıyor. Cinsiyetçi dayatmalara karşı mücadelede bireysel ve toplumsal kurtuluş tavrı sergilemiş kadınları ele alan bir seri hayal ettik ve bu serinin adını "Anti-Prenses Serisi" koyduk. Çünkü çocuk dünyasına sunulan prenseslerin sürekli olarak beyaz atlı prensler tarafından kurtarılmayı bekleyen, iradesiz, sahte prensesler olduğunu ve gerçek hayatı yansıtmadığını düşünüyorduk. Ve bu seriye onlardan bekleneni yapmakla yetinmeyen, mücadelesini hep bir adım daha ileriye taşıyan kadınlardan başlamaya karar verdik. Yayınevi olarak kadınların hikâyelerini anlatıyoruz. Neden? Çünkü bir sürü önemli adamın hikâyelerini biliyoruz, ama tarihte yer etmiş pek çok önemli
kadının mücadelesinden pek de haberdar değiliz. Birkaç prenses tanıyoruz, bizim gerçekliğimizden uzak, soğuk ve büyük kalelerde yaşıyorlar. Oysa bizim etrafımızda ve dünyanın her yerinde zamanın kalıplarını kıran kadınlar var. İşte bu yüzden Frida Kahlo bizim ilk anti-prensesimiz: bir ayağındaki aksamaya rağmen bedenini gururla taşımış, yaşamının en mutlu ve en hüzünlü anlarını resmetmiş, fiziksel ağrılarına rağmen sanatın, mutluluğun peşinden koşmuş ve sadece kendisi için değil, başka insanlar için, dünyanın iyiliği için savaşmış bir kadın. Bu "anti-prenses" serisinin ilk kitabında çocukluğundan itibaren cinsiyetçi dünyanın tüm kodları ve tavırlarına karşı mücadele yürütmüş bir kadın olarak Frida Kahlo ele alınıyor. "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine" diyenlerin Latin Amerikalı sesi olan Frida Kahlo'nun yaşamını, sanatını, mücadelesini ve haksızlığa boyun eğmeyen asi tavrını konu alan bu kitabı sadece çocukların değil yetişkinlerin de severek okuyacağından eminiz...
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 9
Haberler
Vegan Aksiyon grubu, 28 Mart 2016 Pazartesi tarihinden itibaren Osman Evcan vegan beslenme hakkına sahip olana kadar her gün saat 18.00'de Silivri 9 Nolu Kapalı Cezaevi İnfaz Kurumu önünde oturma eylemi yapacaklarını açıkladı.
Bozcaada Ekolojik Belgesel Film Festivali’ne başvurular başladı
Türkiye'nin ilk ekolojik gençlik köyü Artvin Avcala Yaylasın'da kuruluyor
Son Bu yıl üçüncüsü düzenlenen BIFED (Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali) 12-16 Ekim 2016 tarihleri arasında gerçekleşecek. Festival ekibi, yarışma bölümünde yer alacak filmlerin son katılım tarihini ise 15 Mayıs 2016 olarak belirledi. Amacı ekolojiyi konu alan seçkin filmleri tüm dünyadan Bozcacada’ya getirmek, sanat ve ekoloji alanlarını birleştirmek ve finalistler arasından da en iyi olarak niteleneni ödüllendirmek olan festivalin başvuruları ve gösterimleri ücretsiz.
Ekoloji, spor ve gençlik alanlarında çalışmalar yürüyen Youthlympic ekibi tarafından ortaya atılan bu gençlik köyü; gençlerin kendini geliştirebileceği, yılın her anında gelip kalabileceği, kendi sebzesini meyvesini üretebileceği, projelerine odaklanabileceği, yeni projeler geliştirebileceği, farklı kültürden insanlarla tanışabileceği bir alan yaratmayı hedefliyor. Burası aynı zamanda Youthlympic’in hali hazırda yaptığı yaratıcı spor etkinliklerine de ev sahipliği yapacak.
Bozcaada Belediyesi ile BOZTİD tarafından organize edilen festivale geçen yıl 45 ülkeden 180 belgeselin başvuru yapmıştı. Festival ve yarışmayla ilgili detaylı bilgiye www.bifed.org adresinden ulaşabilirsiniz. 10 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Şavşat’ın Çamlıca Köyü sınırlarında kalan, Düz Dağı’ın eteklerinde yer alan Avcala Yaylası‘ndan adını alıyor Avcala Gençlik Köyü.
Toplamda 8 ülkeden 42 genç, 15-26 Haziran tarihleri arasında Avcala Yaylası’na gidecek ve Türkiye’nin ilk ekolojik gençlik köyünün temellerini atacak. İletişim için
Anadolu Üniversitesi'nin düzenlediği Çevre Şenliğindeydik Anadolu Üniversitesi Çevre Kulübü'nün 2 Nisan'da düzenlediği Çevre Şenliği'ne katıldık. “Sürdürülebilir gelecek, ama nasıl?” temasıyla gerçekleşen etkinlikte çeşitli oluşumlar, yazar Buket Uzuner ve Prof. Dr. Ahmet Samsunlu da yer aldı. Gaia Dergi konuşmasını Sürdürülebilir gelecek için iletişim nasıl olmalı çerçevesinde yaptı. Anadolu Üniversitesi'ne böyle güzel bir etkinlik yaptığı için teşekkür ediyor, sürdürülebilir gelecek inşası için herkese de öncü olmasını temenni ediyoruz. Biliyorsunuz, bu gelecek bizim ama onu yok edelim diye değil varlığını sürdürebilelim diye bizim!
https://twitter.com/avcalavillage, https://www.facebook.com/avcalayouthvillage/, https://www.instagram.com/avcalayouthvillage/, https://www.youtube.com/channel/UC1n4PJgQSkX4dszahanl3lA
İstanbul Modern’in Kütüphaneler Haftası vesilesiyle düzenlediği buluşmada ekoloji, doğa, sürdürülebilir yaşam ve çevre tabanlı konulara odaklanan yayınevleri ve oluşumlar ziyaretçilerle bir araya geldi. EkoİQ, Buğday Derneği gibi tecrübeli oluşumların yanında yer alan Gaia Dergi de ziyaretçilerle üretim süreçlerindeki deneyimlerini paylaştı, süregelen çalışmalarını ve yayın politikalarını tartışmaya açtı. Radikal Gazetesi'nin basılı yayınından sonra internetteki yayınına da son verildi. Matrix, Cloud Atlas, Sense8 gibi başarılı film ve dizilerin yönetmenleri Wachowski kardeşlerden Andy Wachowski, cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirerek kadın olduğunu açıkladı. Ensar Vakfı kapatılsın!
Geleneksel görüntüsü, karanlık ve çürümüş görünümlü savaş zamanlarının korkunçluğunu anımsatan, etkisi bulaşıcı Japon modern dansı Butoh’nun kurucusu Kazuo Ohno, hayata veda etti. Japonya’daki son performansı 2007 yılında gerçekleşti. Yüzüncü yaşında, yaşının ve hastalığın harap ettiği bedeninin hareket eden kısımlarını kullanarak, bazen sadece elleriyle “dans etti” ya da elleri ve dizleri üstünde emekleyerek seyircisiyle konuştu. Karanlığın dansı Butoh için belki de mükemmel metafor bu. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 11
DERGiYi NEREDE BULURUM? Ankara
Dost Kitabevi Turhan Kitabevi İmge Kitabevi Cafe Creme Tayfa Kitabevi
İstanbul
Mephisto Kadıköy Caferağa Mephisto Beyoğlu Pandora Kitabevi Robinson Crusoe 389 Kitabevi Tomtom
İzmir
Kitapsan Şubeleri
Mersin
Kitapsan Şubeleri gaiadergi.com
Zozan Çetin | zozancetin@hotmail.com | @zozanncetin
TOPLUMUN ONAYIYLA HAYATI DAĞILAN ÇOCUKLARIN TRAJEDİSİ:
BACHA BAZİ Coğrafya kaderdir, diyen İbn-i Haldun, çağrıştırdığı anlamın uzağında bir amaçla bunu söyledi belki ama Avrupa ve ona dost kıtalar dışında yaşananların, yaşatılanların açıklayıcısı gibi oldu bu söz, zamanının çok ötesine geçerek. Sömürülen coğrafyaların insanı olmak, hele de yoksul olmak, coğrafyayla gelen kaderi dayattı çoğu zaman. Kadınlar, oy kullanmadı, ev içine mahkûm edildi, recmedildi. Çocuklar, birey olarak kabul edilmedi, savaş alanlarına sürüldü, cinsel şiddete maruz kaldı. Yaşanan tüm hukuksuzluklar, bulunulan bölgeye göre çözüm buldu ya da ezilmişlikler sessizlikle karşılandı.
14 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 15
C
ocukların cinsel şiddeti derinden yaşayıp birebir maruz kaldığı bacha bazi, bazı kaynaklarda tarihsel olarak 9'uncu ve 10'uncu yüzyıllara dayandırılır. Türkistan’ı ziyaret eden batılı bir seyyahın 19'uncu yüzyılda hakkında yazdığı bacha bazi’nin, çağlardan beri Orta Asya’da yaşandığı görülür. Yoksul erkek çocukların maruz kaldığı, halen mevcut olan, neredeyse meşrulaştırılan bu suç, genellikle “erkek çocuklarıyla oynamak” şeklinde çevrilir. Tanımı çoğu kaynakta, Afganistan’da yaygın olarak görüldüğü için bacha bazi, makyajlı, el ve ayak bileklerinde ziller olan, genç, fakir, ergenlik öncesi yaş grubuna mensup Afgan erkek şeklinde yapılır. Bacha bazi fakir ailelerin çocuklarından ya da yetim
çocuklardan oluşur. 14-18 yaş arasında olan yoksul erkek çocuklar, zengin, üst sınıftan erkeklere eğlencelerde kullanılmak üzere satılır. Genellikle 14 yaşındaki çocukların tercih edildiği bu pedofili suçu olan “gelenek” fakir ailelerin, toplumun onayıyla gerçekleşir. Çocuklara, olgun kadın kıyafetleri giydirilir, dans eğitimi verilir ve erkeklerden oluşan eğlencede, partide, düğünlerde erkekleri eğlendirmesi beklenir. Dini açıdan doğru olmayacağı için kız çocuklarının bu “eğlencede” kullanılmaması gerektiği herkesin ortak kanaatidir fakat küçücük bedenlerin cinsel sömürüye maruz kalışı sorgulanmaz. Toplumun rızası ile ortaya çıkan bu trajedi, çocuklar için bir kâbus olurken engellemeye imkân
verilmez. Nitekim güvenlik güçleri, zengin, silahlanmış ağaların baş suçlu olduğu bu sorunda, önleyici güce sahip değildir ve ne yazık ki bu “gelenek” halen devam etmektedir. Bacha bazi ya da bir diğer deyişle bacha bereesh’de önce köy içinden bir erkek çocuk seçilir ve ikna edilmeye çalışılır, kandırılırdı. Para söz konusu olduğu için aksi bir durum mümkün değildi. Çocuklara aylık verilen harçlık, onlardan her türlü talepte bulunulmasının önünü açıyordu. Buna göre çocuklar tüm hizmet “görevini” yerine getirir, satıldığı adam istediği zaman onunla cinsel ilişkiye girer. Bir nevi seks köleliği yapar. Efendi olarak adlandırılan adam ise çocuklarla her zaman kalmaz, gelip gitmesi isteğine bağlı olur.
Çocukların aktarımından edinilen bu bilgiler ne yazık ki bundan ibaret değil. Bu trajedinin tanığı olan çocukların dans etmesi için büyük bir salon ayarlanır, burada haftada bir verilen parti gerçekleşir, birçok kişi davet edilir. Dans etmeyi reddeden ya da kötü dans eden çocuklar, efendi tarafından şiddet görürdü. Gecenin sonunda, dansın ardından çocuk, cinsel ilişki amaçlı bir “jest” olarak yakın arkadaşlara sunulur, taraflar arasında alış-satış gerçekleşir ve çocuğun yeni bir sahibi olurdu. Bu durum bazen değişebiliyordu. Örneğin yaşadıklarını anlatan Özbekistan’dan biri, 14 yaşında satıldığını, 10 yıl orada kaldığı ve halen “efendisiyle” uyuduğunu belirtmiştir. Bu cinsel sömürüye çağlardan bu yana maruz kalan çocukların anlatıları, hukuksuzluğu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Fakat yine de bir çözüm üretilmiyor. Çözüm üretmeye de yanaşan pek kimse görünmüyor. Taliban rejimiyle Afganistan’da artan
ve devam eden bacha bereesh, bir Güney Asya ülkesi Pakistan’da da yaşanıyor. Aynı zamanda büyük ihtimalle çoğu Asya ülkesinde bahsedilmese de devam ediyor. Üzücü olan ise her geçen gün artan bu çocuk haklarına aykırı durum, bir itibar meselesi olarak görülüyor. İyi dans eden, “güzel” bir çocuk satın almak, statü sahibi olmak anlamına geliyor. Hatta en üst düzeydekiler kadar zengin olmayanlar, sağlıklı
olduklarını göstermek ve partilerde kötü hissetmemek için birden fazla çocuk satın alıyor. Bir çocuk için on dört yaşından itibaren başlayan bu yaşantı,
haliyle ağır sarsıntılara sebep oluyor. Kimi bunu kanıksayıp onu satın alan, cinsel yönden sömüren “efendisini” severken kimi, ağır depresyon geçiriyor. Dünyanın şahitliğinde gerçekleşen bu durum, tıpkı birçok konuda olduğu gibi rapordan öteye gitmeyen incelemelere tabi tutuluyor, çocuklar kendi haline bırakılıyor. Ayrıca bazen gazetecilerin ya da yazarların konuyu –konu demek hafifletmek olur belki- ele aldığı oluyor fakat o da hemen unutuluyor veya dikkati üzerine uzun süreli çekemiyor. 2010 yılında yayınlanan rapora göre bacha bazi artarak devam ediyor. UNICEF, BM gibi uluslararası örgütler, artan bu hukuksuzluğu kınadığını
bildiriyor fakat önlemek için henüz bir adım atılmış değil. Bu esnada ise sayısız çocuk, yoksul diye gelenek adı altında cinsel sömürüye maruz kalıyor.
Kaynak: John Winterdyk, Benjamin Perrin, Philip Reichel (editörler), Human Trafficking: Exploring The International Nature, Concerns, And Complexities, CRC Press, 2012 ‘Boys in Afghanistan Sold Into Prostitution, Sexual Slavery’ http://www.digitaljournal.com/article/246409#tab=comments& sc=0, 20 Kasım 2007
16 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 17
Mete Gürkan | mete.gurkan@gmail.com | @vejetaryenkebab
EMEK SÖMÜRÜSÜNÜN EN VİCDANSIZ BOYUTU:
ÇOCUK İŞÇİLER Dünyada her beş çocuktan biri yaşına bakılmaksızın çalışmak zorunda bırakılıyor. Bu çocukların en temel hakları olan eğitim hakları gasp edilirken, zihnen ve bedenen gelişim evresinde olan çocuklar güvencesiz ve sigortasız çalışma ortamlarında hastalıklardan ölümlere varacak çeşitli risklerle boğuşmak zorunda kalıyorlar.
18 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 19
duruma düşüyorlar. Daha çok küçük yaşlarda hayatın tüm kötü yönlerini tadar hale geliyorlar.
S
avaşlardan terör saldırılarına, şiddet suçlarından tecavüzlere; doğaya ve canlılara zarar veren binbir sorunla boğuşan dünyamızda küresel anlamda kanamaya devam eden ve kapanma olasılığı günden güne azalan bir yara daha var. Bu yara çocuk işçiliği sorunu ve çocuk emeği sömürüsü. Çocuk işçiliği, insan emeğinin sömürülmesinin vicdani açıdan en altta olabilecek düzeyini temsil ediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) "Dünyadaki Çocuk İşçiler 2015" raporunda belirtilen 5 ila 14 yaş grubu arasında dünya genelinde 120 milyon çocuk işçinin bulunduğu bilgisi; sorunun ne denli büyük ve küresel olduğunun bir göstergesi. Bu rapora göre; düşük gelirli ülkelerde çocukların yaklaşık yüzde 30'u 15 yaşında
20 | Gaia Dergi • Nisan 2016
çalışmaya başlıyor. 5-14 yaş grubu arasında dünya genelinde 120 milyon çocuk işçi bulunuyor. Yaşları 15-17 arasında değişen 47,5 milyon çocuk tehlikeli diye nitelendirilebilecek işlerde çalıştırılıyor. Çocuk işçilerin sayısı bakımından ise yaklaşık 78 milyon ile Asya-Pasifik bölgesi başı çekerken, bu bölgeyi 59 milyon çocuk işçiyle Sahraaltı Afrika bölgesi izliyor.
Eğitim ve gelişim hakları gasp ediliyor Çocukların sağlıklarına, kişisel gelişimlerine zarar vermeyecek, eğitimlerini aksatmayacak işler yapmalarına genellikle topumlarda olumlu bakılıyor. Örneğin okul saatleri dışında veya tatillerde cep harçlığı sağlayacak kimi işlerde yer almak gibi aktiviteler. Ama bu durumda
bile arada çok ince bir çizgi olduğu unutulmamalı. Bu tür etkinlikler çocukların gelişimine ve ailelerinin durumuna katkıda bulunup, çeşitli beceriler ve deneyim kazandırırken bile bunun bir ileriki aşamasının çocuk emeğinin sömürüsüne girebileceği hiç unutulmamalı. Bundan başlayıp ağır işlerde çocukların çalıştırılmasına kadar varan çocuk işçiliği; çok boyutlu bir kavram ve sorunsal. Çocuk işçiliği çocukları köleleştiriyor, uzun dönemler için ya da gün içinde çok uzun saat dilimlerinde ailelerinden ayırıyor, onları ciddi yaşamsal tehlikelerle, hastalık riskleriyle karşı karşıya bırakıyor. Çocuklar çok küçük yaşlarda büyük kentlerin acımasız sokaklarında veya geniş tarım alanlarının uçsuz bucaksız yalnızlığında kendi başlarının çaresine bakacak
Çocukların gelişimi açısından en ciddi sorunlardan biri de çalışan çocukların eğitim haklarının gasp edilmesi. Bu çocuklar okullarından, arkadaşlarından uzak düşüyorlar, oyun oynamak gibi bile temel özgürlüklerini kullanamaz hale geliyorlar. Bedensel ve zihinsel gelişimleri sekteye uğruyor. Çocuklar tam da gelişme yaşlarında; fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal ve eğitsel dönüşümlerini engelleyen veya zarar veren koşullarda çalıştırılıyorlar.
olarak en çok sömürülen kesim haline gelmiş durumda. Çocuk işçiliğine karşı ve çocuk istismarının ortadan kaldırılması için dünyanın pek çok yerinde projeler yürütülüyor fakat bunların bunlar küresel ve yerel çapta çocuk işçiliği sorununa kökten bir çözüm getirmeye yetmediği çok açık. Örneğin Çocuk İşçiliğinin Önlenmesine Yönelik Uluslararası Program (IPEC) bu amaca hizmet eden bir program. Bu noktada; güvencesiz, çalışan aleyhine alabildiğine esnek
Çocuk işçiler en çok tarım sektöründe sömürülüyor Çocuk işçi sömürüsüne; sanayi, tarım, madencilik gibi endüstrilerde çok sık rastlanıyor. Çocuk işçi, emeğin yoğun olduğu sektörlerde fazlasıyla görülen bir olgu. Bu sektörlerde kayıt dışı istihdam ve fason üretimin de çok ciddi sorunlar olarak öne çıktığını fark ediyoruz. Birçok sektörde çocuk işçi kullanımı, özellikle de yabancı uyruklu çocuk işçi kullanımı, işgücü maliyetlerinin en düşük seviyeye indirilmesinin bir aracı olarak görülüyor.
ve her türlü sömürüye açık bir neoliberal çalışma ekonomisi dünyasında, kalıcı adımların atılması için bir sistem sorgulaması gerektiği de görülüyor. Lobilerden, şirketlerden yana ve kâr odaklı politikalar yerine emekten yana programlara ihtiyaç duyuluyor.
Çocuk işçiler ücretsiz işçi ya da sigortasız ucuz işgücü
Türkiye uluslararası çapta
Türkiye’de de tablo hiç iç açıcı değil
çocuk işçiliğinin önlenmesine karşı projelere dâhil olsa da yıllardır izlemeye çalıştığı istihdam stratejileri ve ekonomik büyüme histerisi de çocuk işçiliği açısından olumsuz bir tabloyu açığa çıkartıyor. Ortaya konulan bazı çabalara rağmen yeterli bir sonuç alınamamasının arkasında ise Türkiye’de emek piyasasının esnekleşmesi ve vahşi bir kapitalist yeniden inşa sürecinin yaşanması var. Bu bağlamda tüm süreçlerin de kuralsızlaşması durumu ortaya çıkıyor. Türkiye’de çocuk işçiliği sorunu, yoksulluk ve güvencesizlik zemininde yükselen istihdam stratejilerinin yapısal bir sonucu demek mümkün. Anadolu coğrafyasında en büyük çocuk emeği sömürü alanlarından birisi mevsimlik tarım işçiliği alanı. Son olarak Mart ayı içinde CHP tarafından Türkiye’de çocuk işçiliğinin azaltılmasına yönelik yeni bir politika oluşturulması, belirlenen politikaların bir an önce yaşama geçirilmesi ve çalışan çocuk işçilerin can güvenliğinin sağlanmasına yönelik uygulama ve denetimlerin caydırıcı yaptırımlarla ağırlaştırılması amacıyla bir Meclis Araştırması açılması istendi. Araştırma için verilen önergeye göre; TÜİK istatistiklerinde 2015’te Türkiye’deki çoGaia Dergi • Nisan 2016 | 21
►TÜİK istatistiklerinde 2015’te Türkiye’deki çocuk nüfusunun yüzde 5,9’unu çocuk işçilerin oluşturduğu görülüyor. çocuk işçi sorununun artık toplumsal bir yara olmasının ötesine geçip çocukların yaşam hakkını tehdit eden bir güvenlik sorunu haline dönüştüğünün de kanıtı niteliğinde.
Savaştan kaçan çocukların emeği sömürülüyor, çocuklar kaçırılıp askerliğe zorlanıyor Türkiye şu anda tahmini rakam olarak 2,5 milyondan fazla göçmen ile dünyada en fazla Suriyeli göçmen barındıran ülke konumunda. Bu göçmenlerin önemli bir bölümünü çocuklar oluşturuyor. Ve bu çocuklar bazen aileleri bazen ise bazı karanlık mafyatik güçler tarafından çalışmaya zorlanıyor. Bu cuk nüfusunun yüzde 5,9’unu çocuk işçilerin oluşturduğu görülüyor. TÜİK’in 2014 Gelir ve Yaşam Koşulları Anketine göre Türkiye nüfusunun yüzde 15’i yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürerken, yoksul fertlerin yüzde 44,3’ü çocuk. Hem çalışıp hem okuyan çocuk işçi sayısı yüzde 35. Türkiye’de yoksulluğa bağlı olarak mevsimlik tarım işçisi çocukların sayısı da sürekli artıyor. 2006 yılında Türkiye’de 830 bin olan çocuk işçi sayısı, 2012 yılında 893 bine yükselmiş, yani 22 | Gaia Dergi • Nisan 2016
sayısı geçen yıllar zarfında ne azalmış ne de bu soruna bir çözüm bulunabilmiş.
2015’te Türkiye’de iş cinayetlerinde 63 çocuk öldü Çocuk işçiliği sorunu sadece sömürüyle sınırlı kalmıyor, can da alabiliyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) 2015 Yılı İş Cinayetleri Raporu’na göre, 2015’te yaşanan 1730 iş cinayetinde
çocuklar kar kış demeden sokaklarda dilencilik yapma durumunda kalıyor. Bu durum çocuk işçi ticareti gibi bir kölesel düzen çarkını da beraberinde getiriyor. Suriye krizinden etkilenen yerlerde çocuklar çoğu zaman evin geçimine katkı vermekten öte geçimi bizzat sağlayan kişiler haline gelmeye başlamış durumda. Çocuk emeğinin ve bedeninin sömürülmesinin bir diğer alçakça boyutu ise çocuk askerler. Save the Children ve UNICEF’in yayınladığı raporlar, dünya genelinde yaklaşık 500 bin çocuğun bazı gruplarca asker olarak kullandığına dikkati çekiyor. Suriye, Irak, Afganistan, Nijerya ve bazı Asya ülkelerinde çocukların okullarından, evlerinden kaçırılarak silah kullanmaya, savaşmaya zorlandığı belirtiliyor.
hayatını kaybedenlerin 63’ü çocuktu. Bu çocukların 18’i 14 yaş ve altında, 45’i ise 15-17 yaşları arasındaydı. Raporda, 2013’te 59 çocuk işçinin, 2014’te ise 54 çocuk işçinin öldüğü bilgisine de yer verilmiş. Çocuk işçi ölümlerinin genel işçi ölümlerine oranı 2013 yılında yüzde 3,4 iken bu oran 2015’te 3,6 olmuş. Son üç yılda iş cinayetlerinde yaşamını yitiren 176 çocuk işçinin 92’si tarım, 20’si inşaat, 11’i metal sektöründe çalışan çocuk işçilerdi. Tüm bu kahredici rakamlar Gaia Dergi • Nisan 2016 | 23
Mine Gencel Bek | minegencelbek@gmail.com | @minegencelbek
ÇOCUK VE MEDYA İLİŞKİSİNDE EZBERLER
C
ocuk ve medya ilişkisi, belki de üzerinde en çok konuşulan, en ezber kalıpların dolaşıma girdiği konulardan birisidir. Bir lokantada yemeğini beklerken tabletiyle oynamakta olan çocuğunuzu gördüğünde sizin de yanınıza birisi gelmiş ve hemen ders vermiş olabilir: “Annesi çok zararlı, çok yakından bakıyor….” vb. Nedense orada baba da olsa hep “annesi”ne had bildirilir, anneler yola getirilmeye çalışılır. Cinsiyet rolleri gibi, annelik gibi,
24 | Gaia Dergi • Nisan 2016
çocukluk da aslında bir inşadır. Bu yazıda, çocuk ve medya ilişkisinde sıklıkla tekrarlanan ezber kalıplar ve söylemler sorgulanarak bu ezberleri yeniden üretmek yerine farklı soruların sorulması önerilecektir. Bu ezberlerin kaynağı muhteliftir. Çocuklar üzerine ama çocuklarla birlikte yapılmayan, bir takım hipotezlerin test edildiği eğitim araştırmaları, ana akım iletişim araştırmaları, sıklıkla muhafazakâr, ahlakçı,
panik içindeki söylemlerle birleşir. Bu tarz araştırmalar genelde araştırmacının önkabullerini teyit etmeye yarayan, çoktan seçmeli anket gibi nicel tekniklere dayanır. Bu araştırmaların tasarımı anlamaktan, çocukların sesine kulak vermekten ya da onları araştırmaya aktif biçimde katmaktan uzaktır. “Bilen” büyüktür ve de uzmandır. Sonra da şu ezberlerin sorgulanmadan dolaşıma girmesine katkıda bulunur:
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 25
söylemini tekrarlamamızın çocuklar üzerinde bir etkisi yok mu acaba? Biz yaşam alanlarımıza ne ölçüde sahip çıktık? Çocuklarımıza doğa ve hayvanların da içinde olduğu bir evrende sadece türlerden birisi, insan türü olduğumuzu anlatmayı denedik mi? Yoksa, çocukları kendi projelerimizi gerçekleştirmek üzere kurstan kursa ve sınavdan sınava “yarış atı” gibi dolaştırmamızın da bir etkisi var mı bu süreçte?
“Çocuklarımızı medyadan koruyalım” Burada mesele çocukların aktif yurttaşlar olarak eleştirelliklerinin geliştirilmesi değildir. Çocukları güçsüz ve mağdur nesneler olarak gören bu etkili söyleme göre çocukları medyanın “zararlı” etkilerinden korumak gerekir. Yalnız, bir bakarsınız, bunları söyleyen aynı anne, baba akşamları en az üç saat süren şiddet, cinsiyetçilik ve benzeri değerlerle bezeli diziler izlemeye çocukları ile TV ekranının karşısına geçivermiş. “Bu zararlı etkiler nelerdir?” diye sorsanız, daha muhafazakâr aileler “açık saçıklıktan” vb. yakınacaklardır. Peki ya şiddet, delikanlılık miti? Ya ırkçılık? Ya ticarileşme, program aralarındaki reklamların şeker, oyuncak benzeri ürünlerle birlikte tüketimciliği, cinsiyetçiliği körüklemesi? Kız çocuklarında zayıf ve tektip bir beden ve yüzün ideal güzellik olarak sunulmasının sonuçları? AVM gezintisini 26 | Gaia Dergi • Nisan 2016
pazar günü aile etkinliği olarak gören ebeveynlerden kim korusun çocukları?
“Şimdiki çocukların hepsi teknoloji canavarı” Elbette bu söylemde kısmen haklılık payı bulunur. Kuşaklar arasında gerçekten de önemli farklılıklar vardır: İnternet teknolojisinin içine doğan çocuklarla, hayatının ikinci yarısında bilgisayarla tanışanlar arasında erişim ve kullanım biçiminde farklılıklar yadsınamaz. Ancak, unutmamalıyız ki, çocuklar arasında da derin eşitsizlikler söz konusudur. Sadece bilgisayar sahipliği, internet erişimi, olanaklar değil bunları kullanma becerileri, yeterlikleri, kullanım biçimleri ve benzerleri açısından da çocuklar birbirinden farklıdır. Bu ezberci söylem ise bizim bu eşitsizlikleri görmezden gelmemize yol açarak bunları gidermeye dönük politikalar düşünmemizi engelleyebilir. Çocuk dediğimizde genelde
orta ya da orta üst sınıftan bir çocuk imgesi vardır aklımızda muhtemelen. Ama sokakta çalışan çocuklar da var, otistik çocuklar da, savaş ortamında yaşama mücadelesi verenler de.
“Sokakta oynamak yerine hep bilgisayarın başında” Doğa ve teknoloji karşıtlığının kurulduğu bu ezberci söylemi tartışmaya açmak, elinizde tuttuğunuz dergi için büyük öneme sahip. Oysa bu karşıtlık ilişkisi sorunlu. Aynı çocuk, tabletiyle de oynayabilir, sokakta arkadaşlarıyla da oynayabilir. Bunlar birbirinin yerine geçen etkinlikler değildir. Üstelik, sokaktan çocuğu teknoloji ya da tabletler alıkoymadı. Hayatlarımız ne ölçüde sokakta oynamaya elverişli? Doğayla ne kadar içiçeyiz? Önlerinde bir ağacın kalmadığı apartmanlar, sitelerle örülü dünyamızda, bir de dışarının tehlikelerle dolu olduğu ve güvensizliği
“Kitap okumak yerine tabletle oynuyor” Eğer çocuğa okuması için verdiğiniz kitap çağın gerisine düşen, çocukta teknolojiyle de gelişen katılımcılığı anlamayan ve buna göre uyumlanmayan, sürekli üstten, didaktik mesajları veren bir yayınsa, kitap okumamasına şaşırmayalım. Bir de üstüne ödev yapmaktan kaçınıyorsa, biraz da otoriter ve baskıcı okul kültürünü de sorgulayalım. Sonuç olarak, bizden önce yaratılan bazı ezberler ve konumlanmaları sorgulamanın zamanı. Özellikle yaşanan adaletsizliklerin, ayrımcılıkların, hak ihlallerinin sürmesine katkıda bulunuyorlarsa bu ezberleri kabul etmek zorunda değiliz. Etmemeliyiz. Farklı çocukluklar var. Farklı ebeveynlikler de olabilir. Hâkim annelik, babalık, kadınlık, erkeklik, öğretmenlik, öğretim biçimi, hepsi hepsi sorgulansın, yeniden kurulsun. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 27
Pelin Aydın | pelinaydin2@gmail.com
20'NCİ YÜZYIL MÜZİĞİNİN EN CESURU:
IGOR STRAVINSKY
C
ağdaş müziğin ve bu müzikteki önemli yeniliklerin öncülerinden olan Igor Stravinsky, müzik açısından zengin sayılabilecek bir aile ortamında yetişti. Ancak babası onun müzisyen olmasını değil, hukuk okumasını istiyordu. Dokuz yaşında aldığı piyano dersleri ve araştırmalarıyla kendini geliştirmeye başladı.
ile yaşanan meşhur aşklarının da piyanislik yaptığı bu dönemde gerçekleştiği söylenir.
1902 yılında, babasının ölümü Stravinsky’yi sarstı ancak müzik eğitimi için önünde hiçbir engel kalmamış oldu. Okul hayatında pek başarılı bir öğrenci olmayan Stravinsky, zor da olsa hukuk fakültesini bitirmeyi başardı.
Stavinsky’nin müzik yaşamına Rimski Korsakov’un önemli etkileri olmuştur. Müziğe adım attığı ilk günden itibaren her zaman ona destek olan Korsakov, Stravinsky’ye ilk olarak orkestra ve kompozisyon dersleri verdi. İlk eseri sayılan Birinci Senfoni'yi Korsakov’un gözetiminde yazdı. Ancak buna rağmen eser Rus teknikleri taşımayan, tamamıyla düzenli ve özgün bir eserdir. Peşinden gelen “Le faune et la bergere” (Faun ile Çoban Kızı) suiti de Debussy tarzı izlenimci öğeler taşır.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile Rusya’yla olan bağını tamamen koparan Stravinsky, ailesi ile birlikte İsviçre’ye taşındı. Ancak kısa süre sonra ciddi maddi sıkıntılar çektiler. Bu nedenle bir süre besteciliğin yanı sıra orkestra şefliği ve belli toplantılarda piyanistlik yaptı. Hatta Coco Chanel
İlerleyen yıllarda Stravinsky orkestra müziğine yoğunlaşmaya başlar. Bu yıllardaki yapıtları Diaghilev ile tanışmasına yol açar. Bu tanışmanın ve güzel birlikteliğin ilk ürünü hemen hepimizin iyi bildiği ve çok sevdiği “L’osiau de feu” (Ateş Kuşu) balesidir. Diaghilev’in birlikte yaptıkları bu
“Müziğim en iyi, çocuklar ve hayvanlar tarafından anlaşılıyor.” Igor Stravinsky Igor Stravinsky
28 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 29
Özgürlük yolunda, “Bahar Ayini” 20'nci yüzyıl çağdaş müziğini Petruşka kadar etkileyen bir eser de “Le sacre du printemps” (Bahar Ayini) idi. Dinleyicinin kulaklarını zorlamıştı, yoğun bir tepki aldı.
çalışmaları sürdürmek istemesinin peşinden gelen eser “Petruşka” olur. Bir karnaval yerindeki kuklanın yaşadığı mutsuz aşkı ve kıskançlığı konu alan bu eser, zengin ritim ve armonisiyle gerçekten bir karnaval havası hissettirmiş ve dönemini her yönden fazlaca etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı Stravinsky’nin çalışma olanaklarını kısıtladı. Bu dönemde aldığı Rusya’ya dönmeme kararı ile birlikte müziğinde farklı ritmik geçişler ve Rus halk tarzına yakın bir hava hâkim olmaya başladı.
Anlatılanlara göre Diaghilev, Stravinsky’ye sipariş ettiği eseri dinlemek için onu ziyaret eder. Eser, doğayı çağrıştıran ahenkli bir folk ezgiyle başlar. Birkaç ölçü sonra rahatsız eden disonans sesler duyulur. Ancak bunlar Diaghilev’i rahatsız etmez çünkü Stravinsky’nin aşılışmışın
dışındaki tarzına alışkındır. Ta ki ikinci bölüme kadar… Günümüzde “augus chord” olarak bilinen ve o zaman kadar hiç kullanılmamış rahatsız edici akoru art arda çalmaya başlar Stravinsky. Aynı zamanda da sabit hızda devam eden müzikte ritmik vurgu kayarak ilerler. Ve bunlar sürekli tekrar eder. Diaghilev sonunda bu pasaja dayanamaz ve “Bu daha ne kadar böyle devam edecek?” diye sorar. “Sonuna kadar, sevgili Sergie” der Stravinsky. Akor gerçekten de 200 defa tekrar eder. 29 Mayıs 1913’te Bahar Ayini’nin ilk prömiyeri yapılır. Salon tıka basa doludur. Dinlemeye gelenler arasında Maurice Ravel, Pablo Picasso Claude Debussy gibi birçok sanatçı vardır. Eserin daha ilk dakikalarından sahneye bir şeyler atmalar, yuhlamalar ve kavgalar başlar. Bağırışmalardan müziğin sesi duyulmaz
►Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile Rusya’yla olan bağını tamamen koparan Stravinsky, ailesi ile birlikte İsviçre’ye taşındı. Ancak kısa süre sonra ciddi maddi sıkıntılar çektiler. Bu nedenle bir süre besteciliğin yanı sıra orkestra şefliği ve belli toplantılarda piyanistlik yaptı. hale gelir. Bazı kaynaklarda Diaghilev’in tüm kargaşaya rağmen orkestra ve dansçılara ne olursa olsun devam etmelerini söylediği söylenir. Birçok kaynakta farklı anlatılan konserde gerçekte ne yaşandığı kesin bilinmese de çıkan eleştiriler Stravinsky’yi yerden yere vurmaktadır. Dansçıların “zarafetten uzak ve sert” oldukları, müziğin de “kulak tırmalayan, ilkel, barbar bir pagan tarzına” benzediği yazılmıştır. Hatta Puccini eseri “karmaşa” olarak değerlendirmiş ve “ancak deli bir insanın yazacağı bir eser” demiştir. Eser yaklaşık bir 10 yıl seslendirilmez. Stravinsky bazı küçük değişikler yaparak bestesini sahnesiz olarak
30 | Gaia Dergi • Nisan 2016
yeniden sunar. İlk Rusya’da ilgi gören eser daha sonra sıklıkla çoğu ülkede seslendirilmeye başlar. 30 yıl sonra Bahar Ayini 20 yüzyılın en önemli müzik eseri olma şansına kavuşur. Stravinsky, 1962 yılında Şostakoviç ve Haçaturyan ile tanışma fırsatı bulduğu Rusya ziyaretinde, orada müziği hiç beğenilmemiş olmasına karşın büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Dönemin devlet başkanı Nikita Kruşçev, ülkesine geri dönmesi için onu ikna etmeye çalışmıştır. Stravinsky bunu kesin olarak reddetmiştir. Çoğu kaynakta Stravinsky’nin komünizmden nefret ettiği hatta monarşi yanlısı olduğu söylenir. Kendisinden
“vatan haini” diye bahsedenler çok olmuştur. Eserleri de bu tarz sebeplerden dolayı çok uzun yıllar rağbet görmemiş, susturulmuştur. Müziğindeki, çözümlemediği melodik cümlelerin yarattığı gerilim etkisi, ritmik varyasyonları, müzikal dili yani gelenekselliği dışlayan müziği ne kadar tartışılırsa tartışılsın, Stravinsky’nin 20'nci yüzyıl müziğine etkisi göz ardı edilemez. Kendini çoktan kabul ettirmiş Bahar Ayini’nin yol açtığı tepkilerin boyutları da bu etkilerin kolay bir süreçte oluşmadığının göstergesidir. Stravinsky, farklı denemeleri ve arayışlarıyla sadece müzisyenleri değil, tüm 20'nci yüzyıl sanatçılarını etkilemiş bir bestecidir. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 31
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
Gaia Dergi’yi sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com
/gaiadergi
ANKARA ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ
27'NCİ KEZ “PERDE” DİYOR Türkiye sinemasının tanıtım ve gelişimine katkı sunan, sinemaseverlerin en yeni ve seçkin yapımları izlemesine olanak tanıyan, genç sinemacılar için okul niteliği taşıyan Ankara Uluslararası Film Festivali, 27’nci kez sinemaseverlerle buluşuyor.
K
ültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği, Halkbank’ın ana sponsorluğunda 28 Nisan-8 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek 27. Ankara Uluslararası Film Festivali, “Bakış ve Ses” temasıyla sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Türkiye ve dünya sinemasının en yeni ve seçkin örneklerinin sinemaseverlerin beğenisine sunulacağı festivalde, sinema tarihine damga vuran filmler de farklı
başlıklar altında düzenlenen seçkilerde izlenebilecek.
Sinema ustaları üzerine belgesel ve filmler, çocukların başrolde olduğu filmler, dünya festivallerinden ödülle dönen ve öne çıkan filmlerden bir seçki, ödüllü kısa filmler de festival süresince izlenebilecek.
Bu sene belgesel programındaki “Tanıklıklar” bölümünde “Savaş ve Bakış” başlığı çerçevesinde Ortadoğu’da yaşanan savaşları, gazeteci, yerel halk, göçmenler gibi farklı kitlelerin bakış açılarından ele alan belgeseller gösterilecek. Bu bölümde filmleri gösterilen yönetmenler Nikos Megrelis, Abbas Fahdel ve Mani Yassir Benchelah’ın katılımıyla, Coşkun Aral’ın moderatörlüğünde “Tanıkların Söyleşisi” etkinliği de gerçekleştirilecek.
Hamlet filmlerini izleyebilecek.
Kern), Kadın Hamlet (Metin Erksan)
Bu bölümdeki filmler şöyle: Hamlet (Laurence Olivier), Ophélia (Claude Chabrol), Mrduši Donjoj Köyü Hamlet Sahneliyor (Krsto Papić), Hamlet İş Başında (Aki Kaurismäki), Hamlet - Bu Senin Ailen (Peter
Ayrıca Benedict Cumberbatch'in başrolde yer aldığı ve Londra Barbican'da sahnelenen Hamlet performansını beyaz perdede izlemeye çağıran özel gösterim de seçki kapsamında yer alıyor.
Festivalin “Bir Usta Bir Bakış” başlıklı bölümünde, Yugoslav yönetmen Želimir Žilnik’in filmlerinin toplu gösterimi yapılacak.
HAMLET SÜRPRİZİ Sinemaseverler, aynı zamanda bu yılki festivalin sürprizlerinden birisi olan ve “Dünyada Çürümüş Bir Şeyler Var” başlığını taşıyan Hamlet seçkisinde de 6 ülkeden (Yugoslavya, Almanya, Finlandiya, Fransa, İngiltere ve Türkiye) farklı dönemlerde beyaz perdeye uyarlanan 34 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 35
27. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin afişi, Selçuk Demirel’in imzasını taşıyor. Kısıtlı gelirleri nedeniyle film izleyemeyenlere yönelik geçen yıl başlatılan “Askıda Bilet” uygulaması, 27. Festivalde de ve yine TED’in sponsorluğunda sürüyor. Yarışma filmlerini Festival takipçileriyle birlikte izleyip değerlendirecek olan jüri üyeleri bu yıl da kültür sanat yaşamımıza farklı alanlardan sunduğu katkılarla ön plana çıkan isimlerden oluştu. Üç farklı kategorinin jüri üyeleri arasında; Erden Kıral, Mehmet Aslantuğ, Nesimi Yetik, Hande Doğandemir, Sermet Yeşil, Necati Sönmez, Mine Gencel Bek de yer alıyor.
ÇOCUKLARIN FESTİVALİ Festivalde bu yıl da çocuklar için çok özel film seçkileri ve atölye etkinlikleri hazırlandı. 7-12 yaş arası çocuklara yönelik Stop Motion Atölyesi
de düzenlenecek. Çocuklar bu etkinlikte basit tekniklerle kendi çizgi filmlerini yapacak.
Türkiye’nin çeşitli kentlerinde bulunan Öğrenci Sinema Toplulukları ve Öğrenci Film Kolektifleri ile bir buluşma da gerçekleştirilecek.
Bu yıl “Bakış ve Ses” temasıyla yola çıkan festivalde “Dinleme Atölyesi ve Ses Yürüyüşü” de yapılacak. Günlük koşuşturmacanın içinde “gürültüye” tıkadığımız kulaklarımızı yeni karşılaşmalar, anlama biçimleri ve seslere açmaya çalışacağız. Festivale dair tüm bilgiler www.filmfestankara.org.tr adresinden takip edilebilecek.
İÇİNDEN FİLM GEÇEN SOKAKLAR Ankara’ya konuk olan sinema sanatçıları ile sohbetler, aralarında Türkan Şoray’ın yönetmenliğini yaptığı
“Uzaklarda Arama”nın da bulunduğu son dönem Türk filmlerinden bazılarının halk gösterimleri ve içinden film
geçen sokaklarda yürüyüşler de yine festival kapsamında gerçekleştirilecek.
AÇILIŞ VE KAPANIŞ TÖRENLERİ Sinemaya emek vermiş isimlerin de hazır bulunacağı MEB Şura Salonu’nda 28 Nisan’daki açılış gecesinde, 2016 yılı Onur Ödülleri de sahiplerini bulacak. Festivalin bu yılki Onur Ödülleri yönetmen Tomris Giritlioğlu, Beşiktaş Kültür Merkezi’nin 36 | Gaia Dergi • Nisan 2016
kurucuları Yılmaz Erdoğan ve Necati Akpınar ile ressam ve eğitmen Prof. Turan Erol’a takdim edilecek. Gece, Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars’ın sahne performansıyla renklenecek. 27’nci festival, 8 Mayıs’ta
Akün Sahnesi’ndeki kapanış töreniyle sinemaseverlere veda edecek. Törende, genç sinemacıları teşvik etmek amacıyla düzenlenen uzun, belgesel ve kısa film yarışmalarının “en iyileri”, ödüllerini sürpriz isimlerin elinden alacak. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 37
Sevcan Karadağ | sevcankaradag00@gmail.com | @mdrnlsr
SAVAŞ VE ÇOCUK Kongo Demokratik Cumhuriyeti “Köyümüze geldiklerinde büyük erkek kardeşime milislere katılmaya hazır olup olmadığını sordular. 17 yaşındaydı ve hayır dedi; başından vurdular. Sonra bana hazır olup olmadığımı sordular, ne yapabilirdim ki – ölmek istemiyordum” -Silah altına alındığında 13 yaşında olan eski bir çocuk asker (Kaynak: BBC report)
Maung Zaw Oo – Myanmar
Fotoğraflar: Arzu Demir
38 | Gaia Dergi • Nisan 2016
“Formları doldururken bana yaşımı sordular, 16 dediğimde bana vurdu ve '18 yaşındasın, 18 diye yanıtla’ dedi. Tekrar sorduğunda ben ‘fakat o benim gerçek yaşım’ dedim. Subay ‘öyle ise neden orduya yazıldın’ diye sordu,
ben isteğim dışında zorla getirildiğimi söyledim, ‘kapa çeneni ve formu doldur’ dedi. Yalnızca eve geri dönmek istiyordum, bunu onlara söyledim ama reddettiler. Bir telefon görüşmesi için izin vermelerini istedim, onu da kabul etmediler.” -Maung Zaw Oo, 2005’de ikinci kez Tatmadaw Kyi'e (Silahlı Kuvvetler) girmek için zorlanmasını anlatıyor.
Endonezya “İşin tehlikesini ve ailemin beni durdurmayı denediğini biliyorum. Fakat Nanggroe için bir şeyler yapmak istiyorum o nedenle savaşmaya çağırıldım. Tüm risklere hazırım.” -2004’te görüşülen: 17 yaşındayken Endonezya ordusuna karşı yasadışı
politik gruplar tarafından casus olarak kullanılan bir erkek çocuk.
Güney Tayland “Eğitim sırasında 3 eğitici ve 6 yeni asker çocuk oluyordu. Çoğu önceden başka köylerde eğitilmişlerdi. Ben temel eğitimleri veriyordum. Çivileri ve bombanın nasıl yerleştirileceğini öğretiyordum. Çocuklar aktif olarak bomba yerleştirmek zorundaydı. Biri büyük bir çukur açıyor, diğerleri bombaları yerleştiriyordu. Benim görevim askere alınan çocukları eğitmekti. Benden önce onlar seçilmiş oluyordu. Ben diğer ayrıntıları bilmiyorum.” -17 yaşında, Ulusal Devrim Öncüleri Koalisyonu (DRN-C) Silahlı Kuvvetleri Eski Bir Üyesi Gaia Dergi • Nisan 2016 | 39
Liberia “Arkadaşlarımdan silahları bırakmayı duydum. Ben silah bırakamazdım çünkü silahlarım yoktu. Ama silahları olan arkadaşlarım vardı.” -Annie, 13 yaşında, 8 aydır hükümet güçleri için çalışıyor. Çamaşır yıkıyor, yemek yapıyor, pirinç taşıyor.
Uganda “Tecavüz nedeniyle acı çekiyorum, içimde yaralarım var ve bir hastalık kapmış olmaktan korkuyorum. Test yaptırmak istiyorum ama bana yardım edecek kimse yok. Gulu Kabul Merkezi’nde
test yapıldı ama sonuç bana hiç söylenmedi. Doktor sonucu bilmememin daha iyi olacağını söyledi.” -Geçtiğimiz yıllarda LRA tarafında kaçırılmış, 17 yaşında bir kız çocuğu. (Kaynak: Child Soldiers – Global Report 2008, Coalıtıon To Stop The Use Of Child Soldiers
Savaş nedir? Savaş, ekonomik ve politik nedenlerden dolayı devletlerin, faturasını halklarına özellikle 40 | Gaia Dergi • Nisan 2016
kadınlarına ve çocuklarına ödettiği bilinçli, ahlaka aykırı ve meşru olmayan tercihleridir. Savaş, kapitalist sistemin bir parçasıdır ve kaçınılmazdır. Savaş, genel anlamda daha kesin bir ifade olup, çarpışmalarla devam eden, merkezi olarak organize olmuş savaşçıları ve muharebeleri içeren, güç ve toprak ile ilgili açık silahlı çatışmadır. Savaş, yıkıcı sonuçları nedeniyle bir halk sağlığı sorunudur ve emperyalist müdahaleler sonucunda başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke savaş çığırtkanlığı yapmaya devam edecektir. Savaş, iki grup arasında ortaya çıkan, en az 1000 kişinin ölümüyle sonuçlanan, organize olmuş şiddet olarak tanımlanabilir. Bir doktorun savaş tanımı; sakatlamaöldürme-hastalık vb hallerin iki veya daha çok grup tarafından politik amaçlar için maksatlı kullanımı.
Savaşın ortaya çıkma nedenleri Savaşlar, dünya tarihinde, ticari kazançların kontrolü, etkinliğin genişletilmesi, rakiplerin elenmesi ve diğer ülkelere hak ettikleri cezanın verilmesi, nükleer silahlar, ekonomik üstünlük, ülkeler arası ortaklık, kültürel baskınlık, şiddete askeri çözümler, diğer kültür ve ırkları hor görme gibi nedenlerden dolayı kendini göstermiştir. Kapitalist devletler, devresel
tarihte yaşanılan savaşlar, daha çok üçüncü dünya ülkelerinde olmaktadır. Emperyalist müdahaleler sonucunda kendini gösteren savaşlar, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere büyük çoğunluğu sivil halktan oluşan kesimi etkilemektedir.
ekonomik çöküşlerden kurtulmak için savaşmak zorundadır. Çünkü başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere, üretimin birbirine bağlı halkaları içerisinde faaliyet gösteren işletmeler, savaştan ve onun ekonomide yarattığı canlanmadan büyük kazançlar elde ederler. Son dönemlerde çıkan savaşların nedenlerini ise şöyle 2 grupta toplayabiliriz: -BM (Birleşmiş Milletler) tarafından; kaynakları ve bölgesel gücü güvence altına almak için ya da zararın rövanşını almak için yapılanlar, -Sebepleri toprak, doğal kaynak, aidiyet mevzuları ve devlet politikasındaki değişiklikler olmak üzere çıkan iç savaşlar.
Savaştan etkilenenler Savaştan etkilenmeyen taraf yoktur esasında. İnsaniyet barındırmayan bu kolektif şiddete uzaktan, yakından tanıklık eden, dokunan her canlı fiziksel ya da psikolojik açıdan etkilenmektedir. Ancak bariz bir şekilde görülebilir ki yakın
Teknolojik ilerlemeler sonucunda havadan bombardıman savaş alanlarını genişletmiş, ölümler askeri güçlerin dışına çıkmıştır. Örneğin Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombası nedeniyle 400 bin kişi ölmüştür. Savaşlarda sivil kayıpların artmasına neden olan bir diğer neden, savaşların genellikle iç savaş olarak patlak vermesidir.
ve malnütrisyon nedeniyle hastalıktan daha kolay ölebilmektedir. İkincisi; erişkinden çok daha fazla sayıda çocuk yaşamını yitirmektedir. Direkt olarak çatışma sonucu ölüm çocukların maruz kaldıkları şiddetin tek formu değildir. Milyonlarca çocuk politik şiddet ve silahlı çatışma sonucunda yaralanmakta ve sakat kalmaktadır. Birçok masum çocuk yüksek enerji yaralanmalarına maruz kalmıştır. Ayrıca çocuklar soykırım iç savaşlarında
Hastalıklar), intihar, aseptik düşükler, kısırlığa varan genital yaralanmalar ve çocukların toplum tarafından dışlanması gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Travmatik yaşantılar çocukların normal gelişim seyirlerini de olumsuz yönde etkiler ve kesintiye uğratır. Travma nedeniyle normal gelişim seyirleri kesintiye uğrayan ve güvensizlik ortamı içerisinde yetişen çocukların yetişkinlik dönemleri de risk altındadır. Süregiden travmatik
Sivillerin arasında da savaşa karşı en savunmasız kalan ve etkilenen kesim hiç kuşkusuz ki çocuklardır. Çocukların savaşlardan hangi kanallarla etkilendiğini belirtilen kaynaklar doğrultusunda şöyle inceledik.
Savaşın çocuklar üzerindeki etkileri Dünyanın pek çok yerinde savaşlar en savunmasız olan çocukları etkilemiştir. Çocuklar savaş başlatmazlar ama savaşın en ölümcül etkilerini de onlar yaşarlar. Ailelerini kaybeden savaştan etkilenen çok yüksek oranda çocuk, tek başlarına, mülteci konumunda kalabilmektedir. Silahlı çatışmalar sırasında mülteci konumunda kalmaya zorlanan çocuklar kamplarda daha yüksek oranda şiddete, istismara uğramakta, açlık
kasten hedef kurbanlar olmuştur. Hayatlarında ebeveynleri veya diğer önemli yetişkinleri savunmasız olarak görmek, ebeveynlerinin işkence görmesine, öldürülmesine ya da tecavüze uğramasına tanık olmak çocukların güvenine ciddi olarak zarar verebilir. Savaşlarda çocuklara işkence ve tecavüz yaygındır. Bu seksüel tecavüzler sonrası ölüm, HİV infeksiyonu ve diğer CYBH’ler (Cinsel Yolla Bulaşan
yaşantılar içinde büyüyen çocukların ileride psikososyal açıdan sağlıklı birer yetişkin olmaları beklenemez. Savaş travması yaşayan çocuklarda özellikle uyku bozuklukları (Örnek: Kabuslar, uykusuzluk, gece uyanmaları), depresyon ve psikosomatik belirtiler (Örnek: Baş ağrısı, mide ağrısı) görülebilir. Çocuklar oynamayı ve gülmeyi kesebilir, iştahını kaybedebilir ya da etrafıyla iletişimi kesebilir. Okulda konsantrasyon sorunu Gaia Dergi • Nisan 2016 | 41
çekebilir, anksiyöz ve depresif olabilir, gelecek konusunda umutsuzluk hissedebilir ya da agresif tavırlar geliştirebilir. Sürekli şiddete maruz kalmış çocuklarda başkalarına güven kaybını da içeren önemli inanç ve tutum değişiklikleri olabilir. Çatışmalar aylar hatta yıllarca sürerken, ekonomik
ve sosyal koşullar zarar görür, eğitim olanakları çok sınırlı olabilir ve hatta tamamen ortadan kalkabilir. Çocukluk döneminde savaşın etkilerini yaş gruplarına göre değerlendirmek gerekirse; üç yaşından küçük bebekler sarsıntı yaşamaları karşısında genellikle huzursuzluk, ağlama, uyku sorunları, kâbuslar ve iştah
kaybı gibi tepkiler gösterirler. Ayrıca, annelerinin yanından ayrılmaya karşı aşırı direnç gösterebilir, yabancılardan korkabilir ve yalnız kaldıklarında hırçın davranışlar sergileyebilirler. Şiddete maruz kalan çocukların daha sonraki yaşamlarında uyuşturucu kullanma, erken/riskli cinsel ilişkiye girme, aşırı kaygı
duyma, depresyon geçirme, çalışma yaşamlarında başarısızlığa uğrama ve bellek bozuklukları gösterme gibi olumsuzluklarla karşılaşma ve saldırgan davranışlar içine girme eğilimleri de diğer çocuklara göre daha fazla olmaktadır. Böylece şiddetin insani ve toplumsal maliyeti bir kuşaktan diğerine aktarılmış olmaktadır.
Savaşın neden olduğu travmanın ardından çocuklarda gözlenebilecek bir diğer durum ise kendini suçlamadır. Küçük çocuklar başlarına gelen olayların ya da yaşadıkları kayıpların kendi hatalarından kaynaklandığını düşünebilirler. Bununla birlikte, diğerlerinin öldüğü bir durumdan kurtulmayı başaran çocuk ya da ergenler, kurtulamamış olan kurbanlara karşı vicdan azabı ve suçluluk duyabilirler.
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
Yeterli su ve yiyecek yokluğu, fiziksel işkence, esir düşme, fiziksel hasar, saldırı, ölen ve yaralanan insanlara şahit olma, işkence ve tecavüze tanık olma, silah sesleri ve patlamalara maruz kalma savaşlarda çocukların karşılaşabileceği sorunlardan bazılarıdır. Şiddete maruz kalma savaş sırasında çocukların karşı karşıya kaldıkları stresin en yaygın sebebidir. Ancak çocuklar, çocuk askerler veya suisid bombacıları olarak bu şiddetin failleri de olabilirler.
Kaynaklar: 1.Hatun Ş, Çağlayan Ç, Gönüllü E. Savaş ve Çocuklar. TTB Ankara 2003. 2.Keleş R, Ünsal A. “Kent ve siyasal şiddet.” Cogito kış-bahar 1996;6-7:91 3.Özcebe H, Çamur D. “Şiddet, ateşli silahlar ve halk sağlığı” Toplum ve Hekim 2002;3:173-76) 4.HASUDER - Çocuk Sağlığı Çalışma Grubu / HASUDER Yayın No : 2014-1 5.Ünsal A. “Genişletilmiş bir şiddet tipolojisi” Cogito kış-bahar 1996;6-7:29 6.Woods A, Grant T. Aklın isyanı: Marksist felsefe ve modern bilim. Tarih Bilinci Yayınları İstanbul 2001. 7.Akıncı Z. Altunkaya S. Dosya: Emperyalizm, Savaş ve Silahlanma-www.evrensel.net.
42 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 43
Söyleşi
DİRENİŞİN ORTASINDAKİ NOTALAR:
İNHA Toplumsal mücadelenin her öğesini bir bir notalara dökmeye çalışan, sanatı başlı başına başkaldırı ve devrimci bir hareket gören İNHA, 2016’nın ilk gününde “Direnişin Ortasındayım” klibini sosyal medyada yayınlayarak yeni yılı kutladı. Onlarla İNHA, müzik ve toplumsal mücadele hakkında sohbet ettik. www.facebook.com/inhamusica soundcloud.com/inhamusica inhamusica.bandcamp.com
İNHA nedir, nasıl kuruldu? İNHA aslında İnadına Haber’in kısaltması. Gezi’de devrimin televizyonlardan yayınlanmayacağını anladıktan sonra sokağın haberini sosyal medya üzerinden insanlara ulaştırmaya başladık. Sosyal medyanın bazı sınırlılıklarını ve yetersizliklerini gördüğümüz noktada inadinahaber.org’u kurduk. Aramızda gitar çalan bir arkadaş vardı. Bas çalan, davul çalan, söyleyen de varmış. Haberle anlatmaya çalıştıklarımızı müzikle de anlatabilir miyiz deyip düştük yola. İnadına Haber mücadeleyi başka kitlelere yaymayı hedef almıştı, İNHA da bunu müzikle yapmaya çalışıyor.
44 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Ayrıca zaten direniş ve sanatı da ayrı düşünmek haksızlık olurdu. Sanatı başlı başına bir başkaldırı ve devrimci bir hareket olarak algılamak gerek. Sanatın özünden gelen bu gücü de değerlendirmek, topluma anlatmak aktarmak istediklerimizi daha kalıcı ve etkili hale getirebilmek için elimizdeki tüm olanakları kullanmak istedik aslında. İlk iki şarkınızı dinledik. İkisinde de anlatmak istediğiniz bir şeyler var, İNHA tarzı hep böyle mi devam edecek? Kafamız ona gidiyor, sürekli bir hikaye anlatmak, ters giden bağzı şeylere dikkat çekebilmek istiyoruz. İnsanlara da bir şeyler verebilmek,
harekete geçirebilmek istiyoruz. Kişisel sohbetlerimizde bile siyaset konuşuyoruz, ne yapılabilir, nerede müdahil olunabilir diye kafa yoruyoruz. Muhabbetimiz çekilir gibi değil yani. Hepimizin aklına bağzı şarkılar geliyor, kendimiz yapıyoruz, bir yerden duyuyoruz ve bazen diyoruz ki: “Evet bu şarkı tam İNHA’ya göre.” Bu yoldan yürüyeceğiz gibi görünüyor, ama geleceği kesin bilen kimse var mı? Başka şarkılarınız da var mı? Onlar da aynı konulara mı temas ediyor? Mutfakta birkaç şarkı daha pişiyor. Hepsi farklı noktalardan direnişe temas ediyor. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 45
Hayatımız direnmek ve yaşanan haksızlıklara başkaldırmak üzerine zaten, temas etmemesi a’normal olurdu değil mi? Aslında bir gündem, bir tarihi olay, bir konu canımızı sıkıyor biz de onu şarkı yapıp duyuruyoruz. Ya da tam tersi bir şey bizi umutlandırıyor, mutlu ediyor onu da notalara dönüştürüyoruz. Bu yüzden
farklı konulara değinmemiz mümkün değil gibi. Rock müzik ve direniş teması nasıl kuruluyor? Dünyada bunun örnekleri ya da örnek aldığınız birileri var mı? Direniş üzerinden bakıldığında 1960’lardan başlayan bir protest müzik geleneği var. Aslında tam da o yıllarda daha yeni yeni olgunlaşmaya başlayan Rock sound’u ve temaları ile birlikte harmanlanmış diyebiliriz protest müzik 46 | Gaia Dergi • Nisan 2016
için. ‘Rock’ derken eğlencelik “Rock’n Roll”u kastetmiyoruz tabii ki. Özellikle 1960 ile 70’lere İngiltere’de ağır sanayide çalışan emekçi kesimin yaşam koşullarını aktarma isteğiyle şekillenen ve köklerini de Afrika’dan dünyaya köle olarak yayılan insanların, seslerini duyurmak için kullandıkları Blues’dan Heavy Metal’e bir
skala var burada. Ezilenlerin evrensel sesi bazen bir Blues ezgisiyle derdini insanların ruhlarına dokundururken pek çok zaman da başkaldırı ve isyanın demirden yumruğu oluveriyor Hard Rock ile Heavy Metal. Bu amaçla sesi ve enstrümanlarını bu yola adayan Bob Dylan’dan Joan Baez’e, John Lennon’dan Tom Waits’e, Black Sabbath’dan U2’ya, Rage Against The Machine’e o kadar çok
örnek var ki gerçekten de saymaya kalksak ayrı bir yazı dizisi olur. Müzikal anlamda etkilendiğiniz müzisyenler kimler? Genel anlamda İNHA içerisinde her birimiz ayrı bir müzikal geçmişe sahibiz. Bu nedenle çocukluktan veya gençlikten beri bir arada bulunan gruplardaki gibi ortak bir etkilenim söz konusu değil bir anlamda. Ortaklaştırmaya çalıştığımız müzikal kavramlar ise, hissettiğimiz rahatsızlıkların, duyguların ve isyanın insanlara en güçlü şekilde nasıl ulaştırabileceğimiz üzerine. Bunun için de özel bir takım isimlere gerek yok aslında. Bir başkaldırıyı Ahmet Kaya’nın yolundan veya Cem Karaca’nın vurgusundan etkilenerek ifade edebiliriz, altyapısında ise Pink Floyd ile Deep Purple sound’unu harmanlayabiliriz. Öyle yerli yabancı takıntılarımız da yok, “müzik evrenseldir” klişelerimiz de. Müziğin kendisi bir evrendir, bizim amacımız da bu evrenin her türlü tınısını ve enerjisini insanlara aktarabilmek. İlk videoyu sosyal ağlardan yayınladınız, başka klipler de gelecek mi? Süreç nasıl ilerliyor? Videoda ilginç çekimler var bunlardan da bahsetmek ister misiniz? Başka klipler de gelecek diye umuyoruz, işten güçten fırsat bulabilirsek... Bu iş-güç konusu önemli, sürecin epey yavaş işlemesine yol açıyor. Sonuçta hepimiz başka alanlardan ekmek yiyoruz. Klipte bilinçli olarak yüzümüzü kapattık. Öncelikle İNHA
sadece an itibariyle grupta bulunan kişilerin toplam ismi değil, bir kolektif sanat üretim sürecinin adı, yani bugün biz varız, yarın başkaları olur ve müzikle direniş devam eder. Ayrıca yüzün kapatılması iç güvenlik yasasıyla eylemlerde yüzünü gizlemenin direkt vurulma nedeni haline getirilmesine bir tepki. İlk klipteki videolar sokakta kendi çektiklerimiz. “Kendi” derken sokağın haberini yapan, başkalarına taşıyan tüm kişilerden oluşan bir “biz”i kastediyoruz. Müzik de görüntüler de sokaktan, hayattan, hatta hayatın tam ortasından denebilir. Eminiz ki o sokaklarda nefes almış, ses çıkartmış herkes de kendinden birçok şey bulacaktır. Rock bir performans müziği, sizi nerelerde dinleyebiliriz? Bizim şarkılar pek barda çalınıp göbek atılacak cinsten değil. İNHA olarak konserlerde, müziğe de yer veren eylemlerde çalacağız gibi görünüyor ki bu işin doğası gereği insanların erişemeyeceği sahnelerden çok insanların içerisinde olmamızı gerektiriyor. Bu yönde birtakım çalışmalarımız ve girişimlerimiz de sürüyor bu
aralar. Öyle bir durumda sosyal medyadan, haber kanallarımızdan, bir şekilde ilgilenen kitlenin haberi olur. Belki biraz da esinlenme ve şarkıya dönüştürme sürecinden bahsetmek istersiniz. Bir şarkı nasıl oluşuyor ve nasıl kayıt alınıyor? Birisi Erkan Oğur’u “Besteleriniz ne kadar güzel” diye övmüş, Erkan Oğur da “Çalınmıştır kulağımıza bir yerlerden.” demiş diye rivayet
edilir. Şarkı, bazen bir fikir olarak, bazen söz, bazen müzik olarak yaşadığımız hayattan kulağımıza çalınıyor. Önce kişilerde, sonra grupta pişiyor, olgunlaşıyor, yapılanıyor… Bir noktada “Tamam, oldu bu, daha fazla kurcalarsak b.ku çıkar.” diyoruz. Şarkı olmuş oluyor. Gerisi teknik detaylar ve rötüşlar. Dediğimiz gibi canımızı sıkan şeylerden bahsediyoruz. Yazdığımız veya okuduğumuz bir haber, gördüğümüz bir fotoğraf, katıldığımız bir eylem, yaşadığımız bir olay bizi etkiliyor. Bazen hisler yo-
ğunlaşıyor, yazılama oluyor, bazense enstrüman eşliğinde birimizin evinde şarkıya dönüşüyor. Sonra biraz önce söylediğimiz gibi herkesin katkısıyla son halini alıyor. Kayıtları evde, kolektif çabamızla yapmayı tercih ediyoruz. Derdimiz çoğunlukla sistemin dayattıklarıyla ve sistemin ta kendisiyle olduğundan mümkün olduğunca sistemin dışında kalmaya çalışıyor, teknik olarak kendi
kendimize yetmeye çabalıyor ve sınırlarımızı zorluyoruz. Öyle ahım şahım profesyonel ekipmanlarımız yok, sahip olduklarımızı sırtlanıyor, bulamadıklarımızı da oradan buradan ödünç alıp bir eve kapanıyoruz. Ortada bir sürü kablo, cihaz ve bolca kaos falan. Yapabildiklerimizi analog, olamayanlarını da dijital olarak tek tek kanal kayıt yapıyoruz. Eli bilgisayar tutan arkadaşlar mix mastering işlerini hallediyor. Not: Fotoğraflar Seyr-i Sokak arşivinden kurgulanan "Direnişin Ortasındayım" klibinden alınmıştır.
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 47
Gamzegül Kızılcık | gamzegulkizilcik@gaiadergi.com | @gmzglkzlck
Meçhul öğrenci anıtı Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür
DEVLET DERSİNDE ÇOCUK
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
B
ir gün, her gün gibi öylesine bir gün, sokakta oynarken, ekmek almaya giderken, evin önünde otururken hatta evde yatarken... Bir çocuksanız eğer Türkiye'de diğer pek çok savunmasız canlı grubu gibi, güvende değilsinizdir, tehlikedesinizdir. Sizi sevmediklerinden değil
48 | Gaia Dergi • Nisan 2016
ya işte (!) devletin bekası içindir. Öldürülebilirsiniz, vatan sağ olsun diye siz yok olabilirsiniz. Vatan sağ mı bilinmez ama siz, evet evet siz, ya da çocuğunuz, fark etmez işte, hepiniz de ölebilirsiniz. Çünkü siz büyüklerin gözünde birer hiçsiniz.
“gönüllüyüm” diye imza attığınız ama zorunlu olarak yaptığınız askerlikten ve sonuçlarından ibaret değildir. Türkiye'de çok fazla çocuk ölür. Bu çocukların çoğu ecelsiz ölür. Zaten ecel neden gelsin ki bu kadar çok ve hep de çocuklara? Neden gelir ki ecel...
Türkiye'de vatan sağlığı için öldürülmeniz,
Türkiye'de çocukların eceli pek çok sebepten gelir.
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 49
Çocuklar işçilik yapar, iş cinayetine kurban gider. Çocuklar tecavüze uğrar, istismar edilir. Çocuk koyunlarla gezerken ölür, ölmez çocuk öldürülür. Çocuk suça sürüklenir, sonra cezaevine gönderilir. İşkenceden ölür orada, dövülür çocuk, öldürülür. Türkiye'de çocuklar genellikle öldürülür. O kadar büyüktür ki öldürülen çocukların yarası içimizde. Çok çocuk var içimize işleyen her uyandığımız günde içimizi lime lime bölen. Gözlerinin güzelliğiyle, öldüğündeki 15 kilo bedeniyle, sırtından aldığı 7 kurşunun deliğiyle. Eteğine toplar anneler Ceylanları... Ah'lar duyulur uzaklardan, dualar edilir, kitaplar yazılır, şiirler döşenir. Sonunda bir sokak adı olur ölenlerimiz, canlarımız, parçalarımız. Ölen ölmüştür, devlet bakidir, terör de bitmemiştir. Ölen ölmüştür, kim bilir belki de o anki “politika” icap etmiştir. Bu koskoca dünyada, uğrunda mücadele edilecek, uğruna bir ömür verilecek çok konu var. Cinsiyet haklarından insan haklarına, iklim-su haklarından hayvan haklarına... En beteri çocuk mücadelesi. Bu bizim en son konuşmamız gereken şeydi. Bu bizim hiç konuşmamamız gereken, hiç mücadele gerektirmeyen bir konumuz olmalıydı. Çocuk işte deyip geçmeliydik, onların nasıl da eğlendiklerine, dil-din-ırkrenk-şekil fark etmeksizin birbirleriyle nasıl da böyle iyi anlaşabildiklerine şaşırıp biraz da olsa onlardan esinlenebilmeliydik. Olmadı. 50 | Gaia Dergi • Nisan 2016
O halde bu bizim en büyük, en ciddi meselemiz, en çok çarpışacağımız, en fedakâr hissederek vereceğimiz mücadelemiz olmalı. Çünkü devlet kurumları, çok yazık, çocukları korumuyor. Çocuklar demek gelecek demek iken geleceğimiz tecavüze uğruyor lafın en çirkin haliyle! Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı ise açıklama yapıyor, bir kereden bir şey olmaz, diye. Bu kafayla mücadele etmek gerçekten çok zor. Mecburuz savaşmaya ve o savaşı kazanmaya. Topla, tüfekle, silahla, askerle değil bizim savaşımız. Biz savaşa karşıyız. Onlar ise yaşama karşı. Bizim savaşımız sözümüzle, kalemimizle, öğrendiğimiz teoriyi hayata geçirişimizle. Biz yaşatacağız, çocuklarımızı da haklarımızı da halklarımızı da. İşimiz çok, yolumuz uzun, derdimiz büyük, acımız derin. Çok çalışmalıyız ve artık uyanık olmalıyız. Uyanmalıyız. 23 Nisan. Gaia'nın Nisan sayısını çocuklara ayırmamızın bir nedeni de buydu aslında. Biz çocukken 23 Nisan gelmeden birkaç hafta önce okullarda hummalı bir çalışma başlardı. Mustafa Kemal'in çocuklara armağan ettiği bayramı kutlamak için haftalarca çalışırdık. Çok güzel oyunlar çıkarırdık ortaya öğretmenlerimizin de yardımıyla, bizim bayramımız için. Hediyeler alınırdı çocuklara. Zaten bir de tatildi o gün, of, değmeyin keyfimize, gezer eğlenirdik öyle. Sonra büyüdüm. O
çocukların çok sınırlı bir “bizden” ibaret olduğunu fark ettim. Çok utandım. Aldığım o kadar hediye, o kadar müsamere, o kadar eğlence... İlkokulda, orta okulda çok farklıydı hayat. Çok şanslı çocuklar için hep çok farklıymış hayat. Ben o şanslı çocuklardanmışım. Orta okul bitince anladım. Daha çokmuş o şanssız çocuklar bizden. O şanssız çocuklar hiç büyüyemiyorlarmış meğer. Biz o müsamerelerdeyken o çocukların üstünden yine bombalar uçuyormuş. Biz hediye paketleri açarken birileri mayına basıyormuş. Irak'taki bir çocuğun neydi yani suçu? Benim ne farkım vardı Nusaybin'deki bir başka çocuktan? Hepimiz aynı şeyleri istiyorduk, biraz arkadaş, biraz oyun işte... Ben şanslı değildim aslında. Öldürülen çocuklar gibi ben de şanssızdım. Uyutularak büyüyen çocuklardan biriydim sadece işte. Büyüdüm ve uyandığımda bakakaldım. Her yer ölü çocuklarla doluydu. Devlet onlara terörist diyor, asker vuruyor, polis dövüyor, sonra hep bir ağızdan inkar ediyorlardı. Oralarda ölen çocuklarla hiç tanışmayan, o coğrafyada hiç bulunmayan yüzbinlerce insan da bu olanlara hayret edip karşı çıkacağına alkış tutup onay veriyordu. Neydi benim suçum ki alkış tutanların arasında laf anlatmaya çalışarak bir ömrü tüketiyordum. Sonra karar verdim, pes etmek yok asla, konuşacağım artık konuşamayana kadar. Ve
elbette anlayacaklar bir gün. Neyi alkışlamışım ben bugüne kadar avuçlarım patlayana kadar, diyecekler. Savaşların, yaşam şartlarının, sapık erkek insanının kurbanı olmayacak bir gün çocuklar. Çok geç olmayacak hayır, büyüyecek çocuklar, bazen konuşamadıklarımız olduğunda hep sözü bıraktığımız Nazım'ın da dediği gibi.
tarafından sömürülüyorlar. Çoğu zaman sevecenlik ve onaylayarak baktığımız çalışan çocuklar mesela. Ailesine destek oluyor ne güzel, dediğimiz gibi güzel değil. Göze göründüğü gibi değil pek çok durum ve hatta kurum. Ayrıca yaşadığını zannettiğimiz çocuklarımız var bir de. Ölümle beslenen, ölümle yoğurulan, ölüme adanan.
gecesinde çocukların eline silah verilip cihat çağrısı yaptırıldı. Bu şekilde bir hayır kurumu perdesi arkasından savaş çığırtkanlığı yaptığı yetmiyormuş gibi bir de geleceğimizi yani çocuklarımızı zehirliyorlar. Bu akıl almaz şartlar altında yaşıyoruz işte. Sessiz kalmak ne mümkün.
KIZ ÇOCUĞU Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler. Çocukların istismarı sadece cinsel değil veya çocuk hakkı ihlalleri ölümden ibaret değil. Çocuklar pek çok açıdan, pek çok kişi
Bunun en yakın örneğini İnsani Yardım Vakfı (İHH) Kocaeli şubesinde gördük. Vakfın yetim çocuklar için düzenlediği yardım
Mümkünatsız olaylar ülkesi Türkiye'de yaşananlar maalesef ne ilk ne de son. Ensar Vakfı hakkında pek yorum yapmak istemiyorum. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 51
5
21
199
556
110 103
242 219
387
68
370
2 Çocuğa Karşı Şiddeti İzleme ve Raporlama Haritası Uluslararası Çocuk Merkezi (ICC) Çocuk Hakları Programı tarafından 01 Ocak 2010 tarihinden sonra çıkan online gazete ve haber ajanslarının haberleri taranarak hazırlanmıştır ve bu haberlerin bazı kategorilere göre sınıflandırılması ile oluşturulmuştur.
Zira hayata geçirmeye çalıştığımız barış dili kullanımına ve nefretsiz yaşamaya oldukça uzak cümleler geliyor aklıma. Ensar Vakfı deyince ayrıca, Bakan geliyor aklıma, bazı gazeteciler geliyor, hükûmet geliyor. Aklım başımdan gidiyor. Eğitim kurumu diyorum, aileler güveniyor yolluyor diyorum. Aileler tazminat alıp geri çekiyor davalarını inanamıyorum. Ensar Vakfı hakkında söyleyeceğim tek şey var, Ensar Vakfı kapatılsın istiyorum! Onlar gibi bir kafa yapısına ait kimse olmasın istiyorum. Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre çocuk istismarıyla alakalı olarak 2009 yılında 12 bin 635, 2010 yılında 16 bin 135, 2011 yılında 16 bin 828, 2012 yılında 17 bin 589,
2013 yılında 17 bin 948, 2014 yılında ise 18 bin 104 dava açılmış. Bu durumu tabii ki iyi biliyoruz. Bu buzdağının görünen kısmı. Bu binlerin arkasında başka binler var; utanan, psikolojik bunalımda olan, ailesi tarafından istismar edilen ve kurumlar tarafından dinlenmeyen.1 Türkiye'de çocuklar sadece öldürülmüyorlar, kendilerini de öldürüyorlar. Bir çocuk hayal bile edemeyecekken ölümü, daha o kadar küçükken kendini nasıl öldürebilir? Dehşete düşüyorum, siz de düşüyorsunuz değil mi? Hadi üzüldüğünüzü söyleyin, ya da hayır söylemeyin, bir şeyler yapın! Mesela yarıştırmayın çocuklarınızı, artık yetmedi mi? O kör kuyu sınavları kazanıp hepimiz üniversite mezunu olduk da ne oldu? Mutlu muyuz yani? İyi bir okulda
okuması gerektiğini öğretin onlara, hayata bir defa gelindiğini ve yaşamasını daha çok öğretin ama. Kendini korumayı öğretin bir de, kimsenin onun sahibi olmayacağını, o istemeden kendine hiçbir müdahalede bulunulamayacağını söyleyin. Haklarını öğretin çocuklarınıza ve asla gasp etmeyin onların hiçbir hakkını annelik babalık adı altında. Bırakın da birey olmayı öğrensinler; kul, köle ve de kurban değil! Hiçbir şey onların yaşamından değerli olmasın, bunu söyleyin. Çocuk hakları bir derya. Çocuklar bir derya. Bizim geleceğimiz, bizim parçalarımız, bizim geçmişimiz. Hepimiz çocuktuk, her çocuk büyüyecek. Sanmayın ki büyüyünce geçecek. Biz büyüyüp gerçekleri anladık, bazı çocuklar büyüyüp
1 BirGün Gazetesi, “İHH çocukların eline oyuncak silah verip cihat çağrısı yaptırdı”, 21 Mart 2016, http://www.birgun.net/haberdetay/ihh-cocuklarin-eline-oyuncak-silah-verip-cihat-cagrisi-yaptirdi-106895.html, Erişim Tarihi: 25 Mart 2016
52 | Gaia Dergi • Nisan 2016
gerçeklerden kaçacaklar, bazı çocuklar hiç büyümeyecek, büyütülmeyecek olaylar listesine eklenecekler. Bir politika uğrunda yok olup giden, bir sokak isminden öteye geçemeyen, biraz örgütlü bir ailesi ve çevresi varsa anmalara özne olan çocuklar değil neşeyle oynayan, yaratıcılığının gelişimine hayran kaldığımız, gelecekteki şaheserlerin sahipleri olacak çocuklar istiyoruz. Bütün çocuklar hepimizin. Hiçbir din, hiçbir ahlak kuralı, hiçbir vatan sevgisi tek bir çocuktan
bile değerli değil. Bir çocuk öleceğine bölünsün bütün vatanlar, bir çocuğun kılına zarar geleceğine silinsin tüm sınırlar. Yaşatmak sınır çizip kenarlarına daha büyümemiş mecburen gönüllü olmuş asker dikmekten daha kolay inanın. Sapıkları deşifre edip toplumun atar damarından uzak tutmak da onları besleyip büyütmekten zor değil. Biraz örgütlenin gözünü sevdiklerim. Utanmayın. Hiçbir kötülük ona boyun eğmekten daha utanç verici olamaz. Ses çıkarın yalvarırım, ufacık
bir istismar şüphesi bile yeter. Çocuklara kıymayın efendiler, ses çıkarın! Yapamadığınız anlarda şiir okuyun, kitap okuyun, yaşama kıymet verenlere bir göz atın. Çocukları suçlamayın. Onların rızasını aramayın çirkinliklerde. Çocuklar en güzelini ister, çocuklar en merhametliler, çocuklar en güzeller bu çirkin konuşmalarda aslında çok da yersizler. Çocukları çirkinliklere özne yapmayın, onlara artık kıymayın...
Ürkek bir serçe gibi eğme başını.. Kaldır başını ve dimdik dur. Bu senin değil, ülkemin ayıbı. Hırpalanmış yerlerinden öperim cocuk. Nazım Hikmet Ran Gaia Dergi • Nisan 2016 | 53
Seyda Kesikoğlu | seydakesikoglu@gmail.com | @KesikogluSeyda
FITTIRILMIŞIZ
D
elilikle komplo teorisi arasındaki o ipince çizgide yaşıyor artık herkes. Nedeni çok basit. Ankara’ya dair herhangi bir anısı, herhangi bir yaşantısı, kısaca, herhangi bir bağı olan herkes fıttırmış durumda. Nedeni daha da basit. Ankara, bu ülkenin başkenti; ve devlete dair ne kaldıysa onun merkezi. Peki bu durumda kimin haklı olduğunu anlayabilmek mümkün mü? Fıttıranlar mı haklı, yoksa devlet mi? Yoksa tüm yaşadıklarımız geçmişten bugüne bir çığ gibi büyüyen çok basit bir hatadan mı kaynaklı? Devlet dediğimiz o Leviathan var ya hani, aslında felsefe tarihi boyunca hemen hemen tüm önemli filozoflar tarafından sorgulanmış. Ama biz bu sorgulamadan yüzlerce yıldır geri kalmışız. Çünkü bizde devlet kutsal, sorgulanamaz, sorgularsan vatan haini olursun. Vatan ile devletin birbirinden apayrı kavramlar olduğunu bile unutur hale gelmişiz çünkü. Vatanın doğasıyla, insanıyla bir bütün olduğunu ve yaşayan, yaşamak zorunda olan bir mikro ekosistem olduğunu çoktan unutmuşuz. Ya da unutturulmuşuz. Devlet dediğimiz şeyse insanıyla, doğasıyla, bütün bir vatanın koruyucu ve yapay bir unsuru sadece. Vatana dair gerçeklikte olmayan bir kavramdan ibaret, o kadar. Özetle, kadim bir kavram kargaşası yaşıyoruz sadece. Fıttırılmışız! Belki de artık var olan kavramlarımız yetmiyor, var olan durumu kavramaya. Hepimiz de,
54 | Gaia Dergi • Nisan 2016
vites büyültelim derken debriyajın kavrama noktasını kavrayamamışlar misali, yoldan çıkmışız. Uçuruma doğru sürükleniyoruz. Hem de geriye doğru... İlerisini herkes hayal ediyor. Hiçbir şeyin zeval vermemesice devletimiz de öyle. Devletimiz daima bizim için en yükseği hedefledi, şimdi de öyle yapıyor. Ama artık atmosferden çıkmak üzereyiz ve nefessiz kaldık. Çünkü boyumuzdan büyük zirveleri amaçlayarak ya da amaçlattırılarak, tek kelimeyle fıttırıldık! Kim istemez cennet gibi bir ülkede yaşamayı? Ama yaradılışın o kadim öyküsünde Adem kovulmak ister miydi cennetten? Biz Adem misali cennetten kovuluyoruz, cennet vatanımızdan hem de tam da bu topraklarda apayrı düşüyoruz. Öyle sahipsiziz ki, elma verenimiz bile yok. Çok aceleciyiz. Acele etmekten de fıttırıyoruz. Yetişmemiz gereken bir batı medeniyeti bile kalmadı oysa. Batı da, doğu da, güney de, kuzey de artık sahipsiz. O kadar sahipsiz ki, trilyon doları olanlar bile bu küresel curcunadan kaçmak istiyor. Mümkün olsa ellerinde avuçlarında ne varsa verecekler; buradan, yani tam da oldukları yerden onları çok uzağa götürecek herhangi bir güce. Ama nafile... Çok basit bir gerçek, en aşılmaz Çin setleri gibi tam karşımızda dikilmekte. Buradan çıkış yok. Bizi bu dünyadan kurtarıp bambaşka bir dünyaya götürecek hiçbir geçit yok. Batıdan bahsettik
ya, onların dillerinden biriyle özetleyeyim durumu, hem de sessiz bir çığlık halinde: NO PASARAN! Aslında çok da geç kalmadık. Umutsuzluğa da geçit yok. Hani ceplerimizi doldurmak uğruna tüm dünyada tekniğe verdik ya kendimizi. Heidegger’in ciltler boyunca özetlediği gibi... Teknik ve mühendislik uğruna önce bilimi ve felsefeyi, sonra da önce insanlığımızı, sonra da bize çok daha yaşanası bir dünya kuracak olan uygarlığımızı feda ettik. Şimdi tek yapmamız gereken bize unutturulan her şeyi hatırlamak, bizden koparılan her şeyi geri almak. Bunun için çok bir şey yapmaya da gerek yok. Berkeley belki yanlış, belki doğru bir çıkarımla tüm dünyanın merkezine kendisini koymuştu. Ama buradan dünyanın bizim etrafımızda döndüğü fikrini çıkarmazsak, sorumluluğumuzun önce kendimize sonra da tüm dünyaya karşı olduğu gerçeğini kabullenirsek ve kendi mikro dünyamızda kendi mikro cennetlerimizi kurarsak, bütün bir dünyayı yeryüzü cennetine çevirmek çok da zor değil. Ama önce umarsızlığın gözlerimize indirdiği perdeyi aralamak gerek. Ve içinde bulunduğumuz zaman ve mekânın ne kadar kritik olduğunu kabullenmek... Kritik derken, Kant’ın kritik felsefesindeki gibi dünyayı ve kendimizi kategorilere ayırmamız gerektiği çıkarımını da yapmamak da gerek. Bu dünya her şeyiyle bir bütün. Evren bile... Biz Gaia Dergi • Nisan 2016 | 55
de bunun bir parçası olarak bedenimizle, ruhumuz ya da zihnimizle, bu bütünün ve cosmos’un bir parçasıyız. İşte bunun farkındalığıyla önce biz ayakta kalmalıyız. Peki şimdi ne yapmak lazım? Bu paramparça edilinegelen bütün ne yapacak? Karl Marx belki de tarihteki en haklı adamlardan biriydi. Ama söyledikleri belki de yarım kaldı. Ona göre sistem sorunluydu, ama artık çökmek üzere. Ne yazık ki o sorunlu sistemin çarklarının en dişlisi olsa bile, sisteme yenik bir hayat sürerek bu sistemin bir parçası olarak son nefesini verdi. Ama onun verdiği nefesin rüzgârı hâlâ ensemizde belki. Belki de baştan sona haksızdı da boşu boşuna kendini ve ailesini bir başkaldırıya adayıp boşuna nefes tüketti. Ama her ne olursa olsun, sistemi ilk anlayanlardan biriydi ve ilk kurbanlarından biri de oldu. Belki de ıskaladığı tek bir önemli nokta vardı. Onda sistemin bir parçası olmadan hayatta kalabilmenin yolu eksikti. Bu sistemde kendisi hayatta kalamadığı için bu yolu çizme ödevini kendisinden sonraki kuşaklara miras bıraktı. E o zaman ne yapacağız? Platonik bir hayalperestlikle bir filozoflar devleti mi inşa edeceğiz? Belki evet, belki hayır. Bunu amaçlasak bile başarma şansımız koca bir belirsizlik. Ama ilk ödevimiz insan olmak, insana doğa gibi kırılganmışçasına davranmak, doğaya ise bir insan gibi saygıyla yaklaşmak. Bundan ötesi ise 56 | Gaia Dergi • Nisan 2016
sonra yerine getirilecek en zorlu ödev. Bu ödev içinse ilk görevimiz çok basit. Sadece hayatta kalmak... Evet, tam da tek çıkar yol bu! Sonrasını da sonra düşünmek belki. Ama sonrasını düşünmeyi hayatta kaldıktan itibaren derhal düşünmek. Siyaset felsefesine, ya da diğer bir deyişle siyasete gelirsek... Daha güzel bir dünya kurma amacına en içten bir şekilde sahip olan solun yüzüne acı bir gerçeği vurmak gerek. Devrim yapmanın peşinden birbirinden apayrı, belki de birbirine taban tabana zıt yollardan koşuldu. Ama ne bir yere varıldı, ne de nihai bir sona ulaşıldı. Çünkü Karl Marx’ın o en güzel sözlerinden birine sırf sol değil, tüm dünya bağıra çağıra söyledikleri o en güzel devrim şarkılarıyla kulaklarını tıkadı. “Dünya işçileri, birleşin!” demişti Karl Marx, ama dünya solu birleşme ödevinin o ağır yükünü hep işçi sınıfına yükledi. O sözleri üzerine alınıp bir türlü birleşemedi. Ve işçi sınıfından gelen o yardım çığlıklarına hep kulaklarını tıkadı. “Ya sonra? Peki ya devrimden sonra ne olacak?” İşte bu soruya artık bir cevap verme ödeviyle bütün dünya solunun bir an önce yüzleşmesi gerekmekte. Gerçek hayata dönüldüğünde cevaplanması gereken o kadar çok soru var ki aslında. İnsan pencereden baktığında bile ilk olarak çok zor bir soruyla yüzleşiyor mesela. “Devrimden sonra herkes oturduğu evin sahibi olacaksa, ben
şimdi bu pencereden denizi görebiliyorum, ya diğerleri?” Ya da “Ben bu pencereden baktığımda karşıdaki duvarı görüyorum, peki ben ne olacağım?” Devrime o kadar odaklanmış ki herkes... Elindeki Küba purosuyla pencereden dışarı baktığında bile bu soruyu göremiyor. Her şeyi, belki de yaşamı devrimden sonrasına öteliyor. Oysa biraz da düşünmek vakti şimdi. Ve tüm hatalarımızın farkındalığına varmak... Yoksa tam da şu an dünyanın tüm zenginleri bile artık bıkmıştır belki bu gidişattan, kim bilir? Belki cevabı belli olan çok naif bir soru bu. Ama insanın umuda ihtiyaç duyduğu anlarda devam etmek için sadece küçük bir avuntu. Yine kim bilir? En iyi siz bilirsiniz. Düşündükçe işin içinden çıkamıyor musunuz? Alın size en güzel reçete: Felsefe... Sizin yerinize düşünmüş yüzlerce kişi var tarihte. Onların düşüncelerini bir kez daha düşünün, hatta kimisini kendiniz düşünerek bulun ve zaten çoktan düşünülmüş olduğunu fark edin. Dünyayı savaşlar yıkıyor, ama dünyayı şimdiye kadar düşünceler inşa etti ve yine düşünceler inşa edecek. “Çünkü düşünceler kurşun geçirmezler...” Ve tek bir şeye inanmak yeter artık. Düşünceden ve düşünce özgürlüğünden korkmamak gerek.
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 57
Sokak, yağmur yağdığında hızlıca kayganlaşan taştan örülmüş, gri bir sokaktı. Bu kırılgan taş sokağın yanına biraz daha yükseltilmiş aynı taştan bir kaldırım yapılmıştı. Taşlar kırıldıkça araya asfalt ile besleme yapılmış olduğundan, tıpkı insanları gibi yamalı giysiye sahip gibi duruyordu kaldırım. Evleri öyle çok mimarlık harikası olmasa da birilerine yuva olmuş görünüyordu dışarıdan. Geneli gri boyanmış, kapıları demir parmaklıklı, cam kapılardı. Bir evin kapısından diğerine geçmek için sokağı kat etseniz de etmeseniz de 10 adım yürümeniz yeterliydi.
Gök Taner | gtaner@gmail.com | @goktaner
TEMMUZ'A KADAR EYLÜL
S
imsiyah saçları vardı. Koşarken görürdüm pencereden baktığımda. Aslında genelde sokağın aşağı tarafına doğru kendini toplamaya çalışarak koşardı. Yaklaşık 15 yaşlarında olmalı. Daha çocuk. Derisi tozla, kömürle kirlenmiş gibi, bembeyaz teni ve simsiyah düz saçlarına yaklaşmak için çaba içerisinde. Kaşları siyah, gözleri palette başka renk kalmamış veya en koyusu buymuş gibi alabildiğine siyah. Sıska kuru
58 | Gaia Dergi • Nisan 2016
ama haşin ve güçlü bakışı sakalsız suratına anlam katıyordu. Genelde geri dönerdi, çocuk. Üzerinde koca bir çuval ot taşırdı. Dar omuzları, omurlarına daha da yük bindirmek istercesine şahlanırdı. Yükselirdi, boynunu kısacık yapan bu hareketle. Sonra eskisinden daha oturaklı, daha yavaş, yere daha sağlam basarak sokağın üst tarafına doğru koyulurdu, sırtında yüküyle.
Bir süre sonra bir daha görürdüm aynı sokakta çocuğu. Diğer zamanlar sokak hareket ederdi tüm esnaf çılgınlıklarıyla. Sonra bazen bağrışan çek çekçiler gelirdi. Bazense sokağın hiç tanımadığı bilmediği insanları, yukarılara veya taştan zemine bakarak ve bir yerlere yetişerek yürürlerdi. Turistler uğramazdı. Uğramışsa sokağa bir gezginci yolunu kaybetmiş olmalıydı.
Sokakta yürürken yukarı baktığınızda rengârenk giysiler görebilirdiniz. Genellikle kadınların giysileriydi. Çünkü bu sokağın erkeği öyle çok giysi değiştirmeyi sevmezdi. Bu nedenle onların yıkanmış giysilerini dışarı bakmanız veya çıkmanız gerekirse Pazar günleri görebilirdiniz. Sokak Pazar günleri genellikle kimsenin olmadığı bir yer haline gelirdi. Bir de gün battıktan sonra sadece evlerin ışıkları yanardı ister istemez. Güneş batının şehir siluetine yakınlaşmaya doğru çıkardı çocuk. Tekrar sokağın aşağısına doğru yürürdü. Etrafındaki kepenk kapatmaya hazırlanan esnafa laf atarak yolunda ilerlerdi. Akşamları çok koşuşturmazdı yolda. Bazen yanında bir arkadaşı ile sohbet eder, bir yerleri göstererek bir şeyler anlatırdı. Sohbetlerini çok
duyamazdım. Havanın güzel olduğu zamanlarda kulak kesildiysem de çocuğun sesini duymak çok mümkün değildi. İşte böyle zamanlarda yüzünde cevapsız ve umutlu bir gülümseme vardı. Gençliğimden hatırlarım bu gülümsemeyi. Aslında daha o kadar yaşlanmadım ama bu sevimli yüz hareketinin yaşı tam da o çocuğun yaşlarıydı. Sonraları anladım kimin, çocuğun ağzını yayvanlaştıran ve gözlerinde parıldama yaratan gülümsemenin nedeni olduğunu. Beyaz tenli çok uzun olmayan ama taş zemine hiç basmıyormuş gibi zarif yürüyen küçük kadına baktığımda çocuğa çekingen bakışını fırlattığını gördüm. Çocuk, ona doğru döndü ve gülümsedi. Küçük kadın çekingen ama içindekine sahip olamaz şekilde çekti gözlerini. Siyah saçlarının arkasında gizledi. Daha küçük olan pile etekli ufaklığa bir şeyler anlatmaya devam etti. Yazı işlerimin ilerlediği ve yoğunluktan kendi giysilerimin kokusuyla fare avına çıktığım zamanlarda aşağıdaki esnaflardan birine sordum. Acaba bu sokakta bir kadının bana yardım etmesinde kusur var mıydı? Esnaf “Beyim” dedi. “Seni tanırız. Biliriz ki, buralara sonradan geldin ama kimseyi rahatsız etmezsin. İşine gücüne bakarsın. Lakin sana yardım edecek bir kadın bulacaksak, ya sana göre çok yaşlı ya da çocuğun olacak kadar genç olmalı.
Buralar lafı sözü kaldıramaz, beyim” diye beni uyarınca düşünmeye başladım. Yaşlı kadına ben rica edemezdim. “Yıkadınız mı gömleğimi? Neden ütülemediniz?” diye bile soramazdım. Çocuk olmasına olur ama o da beceremez. Esnafa sordum. “Peki, çocuk dediğin okumaz mı? Hem becerebilir mi ev işlerini?” Gülümsedi esnaf. Belli ki bu düşüncem onun da hoşuna gitmişti. Gözlerindeki hüzün derinleşince anladım. Buraların böyle bir sorunu vardı. “Beyim, buralarda kız çocukları çok okumaz. Elleri de beceriklidir.” Olmazlandım bir miktar. Sonra esnaf tekrar bir öneride bulundu. “Bir kız var. Okuyor da. Hem de yedi yaşında bir kardeşi var. Onu da okutacak seneye. Kimsesi yok. Ninesi ile birlikte yaşarlar. El işi satarlar. Ama bu para iki kardeşin okumasına yetmez. Okuldan sonra gelse yardım etse, olmaz mı?” İşte bu olurdu. “Yarın gelsin” dedim. Hem belki iki kardeşin okumasına katkıda bulunursam ev işlerini yaptırırken vicdanım biraz daha rahat ederdi. Eve gittim. Son yazıları bitirdim. Geç olmuştu. Zaten ben de kitabım kucağımda uyuyakalmışım. Eski radyoda hiçbir zaman sinyal almaz, bu sefer sabaha kadar yayın yapmış tüm apartmana. Ben bunu kapı çalınınca öğrendim. Önce apartman sakinleri “artık yeter” diye kapıyı yumrukluyor sandım. Ancak durum öyle değildi. O zarif, kısa boylu, siyah uzun saçlı küçük kadın kapımın önünde duruyordu. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 59
Yanında da küçük kız kardeşi. Kendi aksanıyla “Kardeşim” dedi ve tekrar başını önüne eğdi. “Şey, hata yaptım sanırım. Birazdan gelirim.” Anlamıştım. Kardeşinin onunla gelmesi gerekiyordu. O da getirmişti. Kızacağımdan korktuğu için fikri, evine geri götürmek şeklinde değişmişti. “Yok” dedim. “Belki Eylül’e kadar birlikte okumayı öğreniriz.” Haziranın sıcağı çoktan bastırmaya başlamıştı. Çocuklar dışarıda oynamalıydı. Ama bu sokak öyle bir sokak değildi.
eve. Ben ona aldığım öykü ve boyama kitaplarını gösteriyordum. O ise bana yeni öykülerini anlatıyordu. Sonradan çözdüm. O öyküler gerçek değil, tamamıyla kurguydu. Benim çok eğlendiğimi düşünmüş olacak ki bana böyle öyküler yazmıştı. Bir gün daha henüz ablasının okul çıkış saati gelmeden dedi ki;
60 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Birkaç hafta daha böyle geçirdik. Temmuz gelmeden beni merkez bürodan aradılar. Telefondaki cızırtılı ses şakacı bir tavırla buradaki sürgünümün sona erdiğini söylüyordu. Evime dönebilirmişim. Gözlerim doldu. Küçük hanımı ve Eylül’ü nasıl bırakacaktım? Konuyu küçük hanıma açtığımda tüm olgunluğuyla “Merak etmeyin. Eylül’ün okuluna bir sene yetecek parayı zaten verdiniz. Ona kitaplar aldınız. Artık siz gidin” dedi. Ben ise yine o koruma mekanizmamı çalıştırıp bütün soğuk duygularımı yeniden kazanmıştım. Zaten o günden sonra da Eylül bizim eve hiç gelmedi.
Bir iki hafta böyle devam etti. Bazen küçük kadın, camdan bakıyordu. Sonra fark ettim ki tam da çocuğun aşağı doğru koşturma ve yukarı doğru yük taşıma saatlerinde. Benimle çok konuşmadı. Adını bile öğrenemedim. Bana hep “efendim” diye hitap etti. Küçük hanım dedim ben sevimli bir ses tonuyla. Ufaklık biraz daha girişkendi. Yaşının da verdiği mutlulukla bazı zamanlarda çenesi düşüyordu. Her şeyi anlatmaya başlıyordu. Örneğin havada gördüğü ördek sürüsünden bahsetti bir gün. Uzattıkça uzattı sürünün uçuş hareketlerini. Hiç bozmadan dinledim. Sonra başka bir gün araba tekerleğini iterek oyun oynayan çocukla dalga geçti. Ufaklığa göre o çocuk ya çok akılsızdı ya da tımarhanelik. Çok gülmüştü onun bu yaptığına. Artık daha ablası bize gelmeden o damlıyordu
ismimi bilmiyorsun” dedim üste çıkmaya çalışarak. “Sizin adınız ‘Efendim' ” dedi, hızla döndü ve topacıyla oynamaya başladı.
“Bana adımı sormadınız, efendim.” Sormamıştım. O kadar doğal bir ilişkimiz olmuştu ki ikisine de adını sormamıştım. “Evet” dedim “Sormadım. Adın ne senin?” İsmi kendi dilinde Eylül anlamına geliyordu. Tam da Eylül’ü andırıyordu zaten. Bazen alabildiğine güleç cıvıl cıvıl, bazen ise soluk, soğuk, kapkara… “Peki benim ismim ne? Sen de benim
Seyahatim uzun, yorucu ve üzüntülü geçti. Hemen eve gittim. Duşumu aldım. Ev artık biraz daha çirkin gelmeye başlamıştı. Duş o kadar da temiz değil gibi geldi. En azından küçük hanımın eli değmemişti. Bıkkındım. İnsan unutuyor işte. Ancak unutulmaz bir şey oldu ertesi gün. Büroya gitmeden bir gazete aldım. Orada; küçük hanım, Eylül, çocuk ve esnaf artık yok yazıyordu. Fotoğraf: Önder Mahallesi - Ankara - 2015
Ümit Ninova | jufsernoh@msn.com | @jufsernoh
ORTADOĞU'DA GELMEZ BİR DEMOKRASİ UĞRUNA
N Adem-i merkeziyetçilik, İbrahimî dinlerden gelen ümmetçilik kültürü/inancı sonrası bireyin toplumsal yaşamında, tüm insanlar üzerinden istatikî koşullara dair analitik düşünme ve yargılama neticesinde gerçekleşen vargılar, kutsiyet kazanmış kararlar; bireyin mevcudiyetinin ve yapabiliterliğinin tek başına oluşu ve geriye kalan tüm insan nüfusunun sayısal olarak astronomik değeri, bireyde kendisinin varlığını ve onun faktöriyel etkinliğini hiçe saymasıyla lidercilik anlayışının/benimseyişinin doğuracağı otoriter ve totaliter inanç ve rejime zemin hazırlamıştır. 62 | Gaia Dergi • Nisan 2016
edir bizi toprak toprak bölen? Dış-uzaydan bakıldığında sınır hatlarıyla çizilmiş coğrafyalar gözükmezken; kültürel farklılıklarımız, bizi kendi etnisite bütünlüğümüz içinde izole etmekte, ayrımlılığın kolektif komünikasyon yetersizliğinden kaynaklanmış, öte toplumlara karşı dış cephe duvarlar örüp kendi geleneği haricilerine de yalıtılmış bir dünya biçiyor. Sorgusu olmayan ve mümkün görülmeyen bu barınmanın mevcudiyeti ve tüm gücü kamusal alandan toplanırken, diğer tarafta bu barınmanın mülkiyeti kamusal alanın erişim olanaklarından çekiliyor. Yine de iktidar izole edilmiş bu barınmanın ve mülkiyetinin
kamusal değeri ve kamu faydası üzerine söylemlerde bulunuyor ve hatta etnisitenin çıkarı uğruna korunduğuna dair propaganda yapmaktan kendini alıkoymuyor. Etnik politikanın kullanışlılığı, etnisitelerin toplandığı “kendi gök kubbesi” altında nüfus etmesi ve bu barınmanın kutsanması, aidiyet atfedilmesi, aidiyet ve barınma ilişkilerinin ve dilinin yeniden üretilmesi ve nihayetinde tüm bu sosyolojinin birbiri içinde kendilerini domine etmesinden ileri gelmekte. İnşa edilen ortak bir payda olarak bu gök kubbe etnik/ milli bir kimliği sembolize etmekte; bu üretim üzerine duyulan hassasiyet, hem içe kapanık toplum yapısını hem
toplumun etnosantrik (etnik merkezcilik) dışavurumunun nedenselliklerini açıklıyor. Etnosantrizm siyasete popülarist bir kullanışlılık sağlar, ki etnisite kimlikler sahiplenildiği veya zoraki neşredildiği ölçüde genel için anlamlı olabilir ve ekseriyetle kabul edilebilir bir siyaset söylemini/yöntemini somut ve gerçekleştirilebilir kılar. Etnik politikaların hâkim olduğu bu baskıcı rejimlerin dilinden düşürmediği demokrasi söylemine karşılık, Harold Lasswell’in dediği gibi "insanın kişisel çıkarları için en iyi yargıcın yine kendisi olduğunu söyleyen demokratik dogmatizme" teslim olmamalıyız. Kitle, haklarını söylem içinde taşıyarak Gaia Dergi • Nisan 2016 | 63
aldatılacak kadar –ve bunu güvenmek için yeterli görecek kadar naif ve inançlıdır. Kimi birey şüphecidir, kimi razı olmayı yeğler, kitle kendi başına inançlıdır ve avutulmak, inandırılmak ister. Öte yandan, iklimin insanlar ve toplumsal davranışlar üzerindeki yönlendirim gücü, Aristoteles'den beri irdelenmiş başlıca olgulardan biridir. Aristo'ya göre, soğuk iklimlerde yaşayan topluluk-
ülkenin kuzey ve güneyindeki insanlar arasında dahi görülebileceğini söylüyor. İklimin, kölelik ya da özgürlük eğilimlerinin ortaya çıkmasında da önemli rol oynadığını öne sürüyor: "Şu halde, sıcak iklimlerde yaşayan insanlar korkak ve ürkek oldukları için öteden beri köle durumunda, soğuk iklimlerde yaşayan insanlar ise sürekli olarak özgürlük içinde yaşamışlarsa, buna şaşmamak gerekir.
En büyük kültür emperyalizmlerinden biri de, Araplar'ın başka milletleri Müslümanlaştırması ile olmuştur. Radikal değer ve normlara sahip Arap kültürü ve İslam dini, nüfusuna geçirdiği kültürleri topyekûn değiştirmeyi başarmıştır. Bir sıcak iklim kültürü ve siyaseti olan İslam dini, tüm toplumsal hareketleri de bu özgürlük ve boyun eğme ilişkisi ekseninde şekillendir-
vasyon (yenilikçilik, yaratıcı yıkım) sağlayamadıkları için endüstriyel gereksinimlere de ayak uyduramazlar. Bu açmazda, İsrail hariç hiçbir Ortadoğu ülkesi endüstri devrimini yaşayabilmiş değildir. Zira İsrail, Orta ve Doğu Avrupalıların kurduğu bir devlettir. Diyalektiğin kaydettiği önemli bir nottur: Demokrasinin yeşermesi için endüstrinin gelişmesi ve endüstrinin gelişmesi
rileşen toplum içinde işçi sınıfının emeği ve bilincinin keskinleşmesi bireyciliğin ve birey bilincinin yaratımında yegane koşulları hazırlamıştır. Birey olmanın değeri ve demokrasi farkındalığı ancak böylelikle sindirilebilir siyasal yaşama, demokrasinin kültür ve toplum içinde işlerliği de ancak bireyselleşmenin yükselmesiyle somutlaşabilir. Öyle okunabilir ki; demokrasi pozitif etmenlerden doğmuş değil, toplumsal yaşamın mevcudiyetine sömürü ve fenalıklar içeren güçlerin merkezileşmesine karşı verilen bir mücadeledir. Kültürler arası kontrastın bu kadar keskin olduğu “Dünya” üzerinde bu buğday sarısı coğrafyada, demokrasiden bahsetmek gereksiz bir iyimserlik olur. Adem-i merkeziyetçilik bir demokrasi ölçütü değil, tepeden inmeci bir diktanın ılımlılaştırılmış, duvarları daha hoş bir renge boyanmış baskıcı ve anti-demokratik bir yönetimdir. Kaldı ki, ümmetçilik ve çoğunlukçuluk anlayışından beslenen Ortadoğu'da demokrasi de merkezi yönetimden öteye geçememiştir.
lar cesur ama az zeki, sıcak iklim toplulukları zeki ama az cesur, ılıman iklimdekiler ise hem zeki hem cesurdur. Özgürlük ve toplumsal direnç ile soğuk iklim arasında bir bağlantı olduğunu, sıcak iklimin ise boyun eğme eğilimlerini geliştirdiğini ilk öne süren Aristo'dan sonra Montesquieu, insan davranışları arasındaki bu ayrımın, aynı 64 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Bu durum doğal bir nedenin sonucudur." İklimlerin kültürler üzerinde yarattığı yönlenimlerin yanı sıra, baskın ve yerleşik kültürlerin diğerleriyle kültürleşme (kültürler arası etkileşim) yaşaması nihayetinde, toplumlar arası benzeyiş ve yapı erozyonu geçirmesi yine toplumların siyasal yaşamını şekillendiren etmenlerden.
miştir. Toplumların siyasal yaşamlarının yönlenimi bu kadar basit değil ancak doğumlarında, reaktör işlevselliği bu kapsamda gelişim gösterir. Bu iki ayrım sonucunda, “özgür” olmayan toplumların endüstriyel ve teknolojik üretim sağlayamadığı da aşikârdır. Gelenekçi ve içe kapalı toplumlar iktisadi ve üretim alanlarında gelişim ve ino-
için eğitim kalitesinin yeterli düzeyde olması, bunun için de aydınlanma döneminin ve pozitif (olgusal) dönemin eğitim ve bilimde meşruiyetini kazanması gerekmektedir. Bunların hangisi Ortadoğu ülkelerinde mevcuttur? Sermayenin, aleni yükselmesi ve ekonomik hiyerarşiyi yaratması, toplumsal tabakalaşmayı inşa etmesi, endüst-
oturarak, hayattaki en önemli şeyin mal mülk edinmek ya da şu izlediğiniz iyi halli, orta sınıf aileler gibi yaşamak ve Amerikancılık, uyum gibi iyi değerleri elde tutmak olduğunu söyleyen mesajı kafalarına kazımalıdır. Hayat bundan ibarettir. Hayatta bundan daha fazlasının olabileceğini geçirebilirsiniz aklınızdan; ama o kanalı tek başınıza izlerken her şey orada olup bittiğine göre kendinizin delinin teki olduğunu zannedersiniz. Ve bir örgütlenmeye izin verilmediği için -ki bu kesinlikle çok önemli- asla deli olup olmadığınızı öğrenme yolunuz yoktur; bu yüzden sadece zannedersiniz, çünkü böyle zannetmek doğal bir şeydir. İşte, ideal olan budur. Bu ideali gerçekleştirmek için büyük bir çaba sarf edilir. Arkasında belli bir kavramın yattığı açıktır. Kastettiğim şey demokrasi kavramıdır. Şaşkın sürü bir sorundur. Onların kükremesini ve düzene karşı gelmesini engellemeliyiz. Onları başka şeylerle oyalamalıyız. Onlar, süper lig maçlarını, televizyon dizilerini ya da şiddet filmlerini izlemeli. Arada sırada yanlarına uğrayıp, "Birliklerimizi destekleyin" gibi sloganlara
"Totaliter devlette cop neyse demokraside de propaganda odur." Noam Chomsky – Noam Chomsky
Nüfusun geri kalan bölümü, her çeşit örgütlenmeden yoksun bırakılmalıdır, çünkü örgütlenmek sadece başa bela olur. Onlar, yalnız başlarına televizyon karşısında
eşlik etmelerini istersiniz. Onları sürekli korku halinde tutmalısınız, çünkü içeriden, dışarıdan, her yerden gelip onları mahvedecek şeytanlardan adamakıllı korkmazlar Gaia Dergi • Nisan 2016 | 65
ve dehşete düşmezlerse, düşünmeye başlarlar ki bu, düşünme yetisinden yasal anlamda mahrum oldukları için, çok tehlikeli olabilir. (Noam Chomsky, Medya Denetimi) Dünya siyasi tarihinin gördüğü en sarsıcı günleri yaşatan Wikileaks sızıntılarından
sonra Ortadoğu'da ne değişti? Tunus'ta Yasemin Devrimi diye anılan Mısır ve Libya'da günbegün izlediğimiz olaylara devrim diyebilir miyiz? Onca arsızlık ve yolsuzluk sonrası demokrasi geldi mi? Gelmez de! Bireyciliği ve birey olmanın değerini özümseyememiş hiçbir kültür demokrasiyi yaşayamaz, elde
tutamaz. “Jakoben” devrimi yaşamış Türkiye de buna iyi bir örnektir. Elinde tuttuğunun asla farkında olmadığı için nasıl kullanacağını da bilemez, devlet babaya el açmaktan ve inanmaktan başka cesareti yoktur tarihinde.
Sosyal verimliliğin çorak kaldığı bu topraklarda yaşamanın verdiği umutsuzlukla Şükrü Erbaş'ın Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz şiirini okuyalım:
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur. Mülk düşkünüdürler amansız derecede Bir ülkenin geleceği Küçücük topraklarının ipoteği altındadır. Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden Zamanın derin ırmakları önünde... Köylüleri, söyleyin nasıl Nasıl kurtaralım? 66 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Hikmet Kuran | mail | @twitter
KÜRESEL ISINMA, PARİS ZİRVESİ VE TÜRKİYE
2015 yılında Paris’te yapılan İklim Zirvesi ile, iklim değişikliği konusu yeniden dünya gündemine girdi ancak konunun özü ve ehemmiyetinin yeteri kadar anlaşıldığını söylemek pek mümkün değil. Bu yazı, konuyu kısaca ele alarak, küresel ısınma sorununun nedenlerini, sonuçlarını ve boyutlarını anlatma amacını taşımaktadır. 68 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 69
Küresel zirveler
İklim değişikliği
K
arbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazlar, atmosferdeki yoğunluklarının artması sonucu, ısı kaybını engelleyerek, atmosferde ısıtma ve yalıtma yoluyla sıcaklık artışına sebep olmakta ve bu artış yeryüzü yaşamını çok boyutlu bir şekilde etkilemektedir. Atmosferin doğal ısı tutuşunu bozan ve yalıtım
etkisi yaratan bu gazlar, insan etkinlikleri sonucu giderek artan bir miktarda salınmaktadır. Özellikle fosil yakıt kullanımı, atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasına sebebiyet vermekte ve “güvenli” seviyenin aşılmasına yol açmaktadır. Öyle ki, insanlık tarihi boyunca, atmosferde 275 ppm (milyonda bir parçacık) seviyesinde kalan karbondioksit miktarı, bugün
400 ppm’e yükselmiş ve güvenli seviye kabul edilen 350 ppm’i geçmiştir1. Sera etkisini, dünyadaki doğal döngüler, ekosistemler ve canlı yaşamı-çeşitliliği açısından yıkıcı etkiler yaratabilecek kadar artıran bu değişim, her geçen gün daha tehditkâr bir seviyeye gelmekte; aşırı hava olayları, kuraklık, biyoçeşitlilik kaybı, göç, deniz seviyesinde
yükselme, kaynak savaşı gibi ciddi sorunları tedrici bir gidişatla beslemektedir. Sanayi Devrimi öncesine göre sıcaklıklarda yaklaşık 1 °C’lik bir artışın paralelinde yaşanan bu değişimler, sorunu yaratan etmenlerin varlığını koruması –hatta yoğunlaşması- göz önünde bulundurulduğunda, daha büyük ve yıkıcı etkilerin de habercisidir.
Uluslararası kamuoyu, insan etkinliklerinin çevre ve iklime olan etkilerine ilişkin çalışmalara özellikle 1970’li yıllarda başlamış ve çok sayıda konferans, protokol ve sözleşmeye imza atmıştır. Kuşkusuz, iklim değişikliği sorunu sınır aşan bir niteliktedir ve çözüm için ilk gereken adım uluslararası bir fikir birliğine varılmasıdır. Ancak bugüne kadar, konuya ilişkin atılan adımlar (Rio Konferansı, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü, Paris Konferansı gibi) sorunun çözümüne ilişkin tatmin edici bir çözüm üretmekten uzak kalmıştır. Örneğin Kyoto Protokolü, 2008-2012 yılları arasında taraf ülkelerin karbondioksit salımlarını, 1990 seviyesine göre, yüzde 5 oranında azaltmalarını hükme bağlamıştır ancak tarihsel açıdan salımların büyük bir kısmından sorumlu olan ABD bu protokole, salım taahhüdü verecek şekilde imza atmamıştır. Sorumluluk alan diğer ülkeler ise, emisyon ticareti aracılığıyla, salım azaltımı yerine, oluşturulan emisyon pazarında, ücret karşılığı salım kotaları alarak, ekonomik etkinliklerini büyük ölçüde sürdürmüşlerdir. Bu sebeplerle, 1990 yılında küresel ölçekte 22,7 milyar ton olan karbondioksit salımı, 2012 yılında 34,5 milyar tona yükselmiştir.2 İklim değişikliği konusunda uluslararası arenada en
güncel çalışma olan Paris Zirvesi de sıcaklık artışını durdurma ve sorunun kökten çözümü konularında maalesef yeterli düzeye ulaşamamıştır. Peki, bu hayati mesele nasıl çözülebilir? Bu sorunun yanıtı aslında doğrudan sorunun kaynağıyla paralellik taşımaktadır. Fosil yakıt ve rekabet temelli kapitalist iktisadi düzen, doğal varlıklar üzerindeki baskıyı artırmakla kalmamış; iklimin doğal döngüsünü ve atmosferin yapısını ciddi boyutlarda bozmuştur. Bu süreçte etkin rol oynayanlar ise gelişmiş ülkelerdir, yani sorunu yaratanlar, kişi başı karbon salımı (karbon ayak izi) çok yüksek olan gelişmiş ülkelerdir. Dolayısıyla çözüme giden yolda altı çizilmesi gereken ilk gerçek, sorunun yaratılmasında küresel açıdan bir dengesizliğin söz konusu olduğudur. Uluslararası arenada söz sahibi olan, küresel ısınmanın büyük bölümünden sorumlu olan ve çözüm için en çok yükü sırtlanması gereken gelişmiş ülkelerin samimi bir şekilde adaleti tesis etmeyi amaçlaması ve bu yönde ciddi adımlar atması, sorunla mücadelenin –hem kısa hem uzun vadede- olmazsa olmaz koşuludur. Çünkü, meselenin etik ve adalet boyutu odağa alınmadan, çözümün sürekliliği sağlanamayacaktır. Hatta, bu boyutun göz ardı edilmesi, meselenin ciddiyetini çözümün uygulanmasına
1 The Science, http://350.org/about/science/
70 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 71
yansıtacak iradenin, kendi çıkarları doğrultusunda yavaş hareket etmesine de yol açabilecektir. Günümüze kadar çözüm yolunda atılan adımlar, bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Salımların (emisyon) büyük bölümünden sorumlu olan ülkeler, ya taahhüt altına girmeyi reddetmekte ya da mevcut iktisadi düzeni olumsuz etkileyebileceklerini düşündükleri çözüm önerilerine karşı tavır alarak, uluslararası görüşmeleri ekonomik çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, tatmin edici bir çözümün ortaya çıkmasını engellemektedir.
İklim değişikliği konusundaki adalet sorunu yalnızca salım yapma sürecinde değil, sorundan etkilenme konusunda da gözlemlenmektedir. Deniz suyu seviyesi ve sıcaklıktaki artış, kuraklık, aşırı hava olayları gibi sorunlar karşısında, az gelişmiş ülkeler çok daha fazla hassas ve savunmasızdır. Örneğin 2012 yılında, Pasifik’te küçük bir ada ülkesi olan Kiribati’de bakanlar kurulu, küresel ısınma ve iklim değişikliği sonucu adalarının sular altınma kalma riski sebebiyle Fiji adalarından toprak satın aldı.3 Bir
diğer ada ülkesi Tuvalu’da ise deniz seviyesinin artması sonucu içme suyu kaynakları ve toprak giderek tuzlanmakta ve ada sakinlerinin yaşamlarını tehdit etmekte.4 Dolayısıyla küresel ısınma sorununun doğuşunda olduğu gibi yarattığı yıkıcı etkilere maruz kalma konusunda da az gelişmiş ülkeler aleyhine bir dengesizlik söz konusu. Buradan hareketle de, potansiyel bir çözümün bu dengesizlikleri gözeten ve hatta gideren bir niteliğe sahip olma zorunluluğu olduğu sonucuna varılabilir.
►Bugüne kadar, konuya ilişkin atılan adımlar (Rio Konferansı, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü, Paris Konferansı gibi) sorunun çözümüne ilişkin tatmin edici bir çözüm üretmekten uzak kalmıştır. Peki Türkiye ne durumda? İklim değişikliğinin çok boyutlu etkilerinden ciddi biçimde etkileneceği öngörülen bir coğrafyada yer almasına rağmen, Türkiye’nin salım azaltımı ve uluslararası müzakerelerde aktif rol oynama konusunda samimi ve başarılı olduğunu söylemek pek mümkün değil. 1990-2012 yılları arasında sera gazı salımı yüzde 133 oranında artarak, salım artış hızında dünyada birinci
3 T24, “Küresel ısınma, ada ülkesinde yaşayanları yerinden etti!”, 9 Mart 2012, http://t24.com.tr/haber/kuresel-isinma-adaulkesinde-yasayanlari-yerinden-etti,198903 4 National Geographic Türkiye, Kasım 2015, s.122-135.
72 | Gaia Dergi • Nisan 2016
sırada yer alan Türkiye’ye5, Paris Zirvesi’nde de, iklim değişikliğine duyarsızlığı sebebiyle, iklim aktivisitleri tarafından “günün fosili” ödülü layık görüldü.6 Kyoto Protokolü’ne ise çok uzun bir süre dahil olmayan Türkiye, bu protokolü 2009 yılında, kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyecek şekilde imzaladı. Bu imzayı, küresel ısınmayla mücadeleden ziyade, uluslararası arenadan dışlanmama kaygısıyla açıklamak mümkündür.
Paris Zirvesi ve sonrası Kyoto sonrası, iklim değişikliğiyle küresel ölçekte mücadele etme konusunda ciddi umutlar bağlanan Paris İklim Zirvesi, 2015 yılında Birleşmiş Milletler çatısı altında 195 ülke katılımıyla gerçekleşti. Kâğıt üzerindeki bu kapsayıcılığına karşın, Zirve’nin somut çıktılarını tam bir hayal kırıklığı olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Zirve’nin son günlerinde varılan mutabakat
5 Küresel Eylem, İklim değişikliği Türkiye’yi teğet geçmeyecek , http://www.kureseleylem.org/index.php/oene-c-kanlar/982iklim-degisikligi-tuerkiye-yi-teget-gecmeyecek#.VpdqRfmLTcc 6 Yeşil Gazete, “Paris İklim Zirvesi’nin üçüncü gününde Günün Fosili, Türkiye”, 2 Aralık 2015, https://yesilgazete.org/ blog/2015/12/02/paris-iklim-zirvesinin-ucuncu-gununde-gunun-fosili-turkiye
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 73
sonucunda imzalanan anlaşmanın hükümlerine bakıldığında, uluslararası kamuoyunun sorunu çözmekten ziyade, ekonomik kalkınma hedeflerini koruma güdüsünün ağır bastığı görülmektedir. Örneğin anlaşmada dünya sıcaklığının sanayi devrimindekine göre 2100 yılında en fazla 1,5 ya da 2°C yükselmesi kararlaştırılmışken; bunu gerçekleştirecek politika araçları, söz konusu hedefi yakalamaktan oldukça uzaktır. Ülkelerin emisyon azaltımı için yapacağı çalışmaları ve hedefleri belirlediği Ulusal Azaltım Katkıları (INDC) bildirimleri hesaba katıldığında, 3,5°C’lik artışın bile iyimser bir tahmin olduğu öngörülmektedir.7 Dolayısıyla, Paris Zirvesi’nin de küresel ısınmayla mücadelede köktenci ve samimi bir çözüm sunduğunu söylemek güçtür. Türkiye’nin sunmuş olduğu ulusal azaltım katkısına baktığımızda, iklim değişikliğiyle mücadeleden ziyade ekonomik çıkarların garanti altına alınmasının amaçlandığı net bir şekilde görülmektedir. Buna göre, Türkiye, 2030 yılında, azaltım senaryosu sayesinde yüzde 21’lik bir emisyon azaltımı hedeflemektedir. Ancak Türkiye, olağan senaryoyu, yıllık yüzde 5’lik bir ekonomik büyüme ve yüzde 5-6 elektrik ihtiyacı artışı gibi pek gerçekçi olmayan öngörüler üzerinden hazırlamış olduğu için, 2030 yılındaki emisyon miktarını yüksek göstererek, normal koşullarda oluşacak daha az bir emisyon miktarını, azaltım olarak gösterebilecektir. Dolayısıyla Türkiye, gerçek bir azaltım yerine, artıştan azaltımı hedef almış durumdadır.
7 Baran Bozoğlu, “Samimiyetsizlikler ve Umut Kırıntıları ile Dolu Paris İklim Zirvesi ve Türkiye’de Yapılması Gerekenler, http:// www.baranbozoglu.com/?p=3171 ,8 Mart 2016
74 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 75
5’lik bir ekonomik büyüme ve yüzde 5-6 elektrik ihtiyacı artışı gibi pek gerçekçi olmayan öngörüler üzerinden hazırlamış olduğu için, 2030 yılındaki emisyon miktarını yüksek göstererek, normal koşullarda oluşacak daha az bir emisyon miktarını, azaltım olarak gösterebilecektir. Dolayısıyla Türkiye, gerçek bir azaltım yerine, artıştan azaltımı hedef almış durumdadır.
Sonuç olarak İnsan faaliyetleri sebebiyle ortaya çıkan, gezegenimizin, canlıların ve insanlığın devamlılığını ciddi boyutta tehdit eden, kritik ve belki de geri dönüşü olmayan bir boyuta ulaşmış ve çözümü için acilen küresel ölçekte kapsamlı adımlar atılması gereken iklim değişikliği konusu, yüzeysel ve mevcut sistemin devamlılığını tehdit etmeyecek bir çerçevede çözülmeye çalışılmaktadır. Bu anlayış 76 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Ya Hayallerimiz ve Umutlarımız Olmasa! Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Niyet Edilen Ulusal Katkı Belgesi, Çev. Arif Cem Gündoğan, http://www.rec.org.tr/dyn_files/42/6522-INDC-Turkce.pdf, 8 Mart 2016
ise hem belirsizliğe sebep olmakta hem de sorunun oluşmasında en az etkiye sahip olan kesimleri savunmasız bırakmakta ve temel bir adalet sorununa yol açmaktadır. Ekonomik kalkınma - çevre koruma ilişkisi üzerinden bakıldığında, uluslararası kamuoyunun tercihinin hep aynı doğrultuda olduğu görülmekte ve bunun sonucunda, canlı yaşamını daha önce olmadığı kadar ciddi boyutlarda tehdit eden
bu sorun, hem yeterince ciddiye alınmamakta hem de kapitalist ekonomik düzen içinde yeni bir kârlılık alanı olarak – emisyon ticareti örneğinde olduğu gibi- değerlendirilmektedir. Hâlbuki sorunun boyutu ve ciddiyeti gündelik kazanç çabalarından çok daha hayati niteliktedir. Bu gerçeği kavramadan sorunla gerçekçi bir anlayışla mücadele etmek mümkün olmayacaktır.
Ormanın en görkemli ve zarif hayvanı Zürafa’nın benekleri kendi aralarında şakalaşıp didişiyormuş. Cırcır, Mızmız, Bızdık, Minnak beneklerin herbirinin ayrı ayrı derdi varmış ama aslında hepsi Güneş’i görmek istiyormuş. Esin Erden ve N. Levent Tanıl’ın birlikte yazdıkları ve Esin Erden’in resimlediği “Zürafa’nın Benekleri” hayalleri ve umutları yitirmemenin ne demek olduğunu, şaşırtıcı ve sıcak bir dille anlatıyor.
Olcay Gazabi | olcay@gaiadergi.com
ÇOCUĞUMU NEYLE BESLEMELİYİM? SEVGİ Mİ YOKSA ŞİDDET VE NEFRET Mİ?
Ö
ncelikle çocuk yapma fikrinin ve isteğinin hem evrimsel yani somut hem de duygular, hisler açısından soyut halde de bencillik olarak açıklanabileceğini kanıtlayabilirim. Genlerimizin varlığını sürdürmek için bizi kullandığını artık bilim insanları yüksek perdeden hakırıyor. Örneğin
78 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Richard Dawkins, Gen Bencildir’de bizleri genlerin kontrolünde organik robotlar olarak tanımlıyor. Ayrıca evrimin de en önemli ikinci kuralıdır çoğalmak. Yani eğer evrimin birinci kuralının gereğini yerine getirip kendinizi sağlama aldıysanız ikinci kurala geçiyorsunuz. Çoğalmaktır ikinci kural. Hayatta kalmak ise
birinci kuraldır. Eğer hayatta kalıyorsan, varsan ve bu var olma durumunu garantiye aldıysan artık ikinci kural olan çoğalma kısmına geçebilirsin. Aynı zamanda bu iki kuralın sentezinde “soyunu sürdür” emri bileşke olarak çıkabilir. Evrim hayatlarımıza öyle girmiş ve öyle kendine entegre
etmiş ki bizi, en evrim karşıtı kişiler bile hayatta kalma ve soyu sürdürme kurallarını sonuna kadar uygulamakta. Herkes çocuk yapayım soyum sürsün diye düşünüyor ya da her dede torununa, her anne çocuğuna “çocuk yap soyun sürsün” der. Fakat onlara bunları söyletenin evrim mekanizması olduğunu bilmemekle beraber asla kabul de etmeyecekler ve şiddetle karşı çıkıp bizi tanrıya saygısızlık yapmakla suçlayacaklardır. Tıpkı namus, töre, ahlak, milliyet, ırk, cinsiyet, tür gibi sanal değerlerden biri de dindir. Din insanların doğayı anlamakta kullandıkları bir araç olagelmiştir her zaman. Açıklayamadıkları her şeye “Allah yaptı, Allah öyle istiyor” dedikleri için bu soy sürdürme eğilimini de vatanseverlik ya da dini veya ahlaki sebeplerle açıklamak isteyebileceklerdir fakat bunun tek nedeni bizlerin her birinin teker teker hatta genlerimizin teker teker sonsuza kadar var olma isteğinin yansımasıdır. Bizler çocuk yapmayı özgür irademiz ile istediğimizi sanırız. Oysa eğer Richard Dawkins haklı ise bunu bize isteten genlerimiz. Ki insanlar ölür, gen kendini yeni bebeğe kopyalayarak binyıllarca var olur. Eğer bu böyle değilse bile artık eminiz ki bunu istememizi sağlayan evrim mekanizması. Bu durumda çocuk yapma eğiliminin nasıl özgür bir seçim olduğunu düşünebili-
riz? Daha bunu isteyenin bile kendimiz olup olmadığından emin olmadığımız halde bundan nasıl bizim isteğimizmiş gibi zevk ve mutluluk duyarız? Bu sadece büyük bir soru işareti olarak burada en azından bir süre daha var olmaya devam edecek. Var olmak demişken; çocuk yapmak bir bireyin (çocuğunuzun) sizin seçtiğiniz ortamda var olması durumunun sizin tarafınızdan
lısınız ki siz bu faşist hareketi yaptığınızda çocuğunuz olacak bireyin iradesinden söz etmek henüz mümkün değildir. Fakat bu çocuk fikri var olduğunda aslında çocuğunuz bir fikir içinde bilinç addedilmiş olduğundan fikir zaten sizin çocuğunuz olarak var olmaya başlayabilir. Bu durumda fikir artık sizin çocuğunuzdur. Biraz suçlu hissedin! Dünya’ya karşı suçlu hissedin kendinizi. Dünya ananın sırtına, bir yok edici daha getireceksiniz. Bir birey daha hayvan bireylerin mezbahalarda paramparça edilmiş bedenlerini kemirecek. Bir birey daha süt fabrikalarında tecavüze uğrayarak sütleri çalınan ineklerin tecavüzcülerine, gardiyanlarına ve hapishanelerine finansman sağlayacak ve yumurta fabrikalarında ölen bebek civcivlerin hiçbiri bizlerden daha az acı çekmiyor! Çocuğunuz her gün tükenen dünyaya yeni bir tüketici.
Çocuk nasıl bir ortamda var olacak? belirlenmesidir. Bu o birey için sizin tanrı kadar kuvvetli olabileceğiniz anlamına bile gelebilir. Fakat burada bir sorun var. O bireye sormadan onu var ediyorsunuz. Bu gerçekten büyük bir kibir, kendini beğenmişlik hatta faşistlik. Çünkü eylem anlamında faşizm bir bireye onun iradesine rağmen istemediği bir şeyi yapmaktır. Ne şans-
Ama biliyorum ki Gaia okurlarının büyük kısmı bu kadar gaddar bir birey var etmeyeceklerdir. Kötünün baya iyisi ayarında bireyler olacaklardır onlar ama yine de bu dünya ana için oluşan karamsar tabloyu biraz olsun aydınlatmaya yetmeyecektir. Dünya'nın yani içinde var olduğumuz ortamın durumu her gün daha kötüye gidiyor. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 79
Tablo o kadar karamsar ki kasıtlı olarak böyle bir tablo çizdiğimi düşüneceksiniz. Çünkü bu gidişin ne kadar kötü sonuçları olacağını aslında bir çoğumuz gerçek anlamda bilmiyoruz. Ortam güzel olmayınca onu nasıl güzel resmedebiliriz ki? Eldekiler ortada. Küresel ısınmanın sonuçlarını bile anlatsam bu yeterli olacaktır. Küresel ısınma artık geri döndürülebilecek noktayı geçti. Önümüzdeki elli yıl içinde Avrupa’da
lar. Çünkü buzulların erimesi ile yeni madenler çıkarabilecekleri ve ticaret yollarının genişleyip kısalabileceği için küresel ısınma ABD ve Rusya’nın işine geliyor. İşte böyle zalimlerin dünyasında var edeceksiniz o “her şeyden daha çok sevdiğiniz” çocuğuzu. Acaba bu gerçekten sevmek mi onu? Böyle bir ortamda onu hiç var etmemek onun için daha korunaklı olmaz mıydı?
Yani çocuğu onu çok sevdiğimiz için istemiyoruz. Günlük hayattan örneklendirirsek onları birer pet-mişçesine okşamak sevmek, öpmek, başarıları ile güzellikleri ile gurur duymak, insanlara ondan bahsedip bunla tatmin olmak, annelerimizin babalarımızın sesini kesmek, çocuklaşmak, toplumsal cinsiyet rolümüzü yerine getirerek kendimizi ve cinsiyetimizi doğrulamak, dini bir isteği yerine getirmek, devleti, dini, ırkı var etmeye devam ettirmek ve daha onlarca gündelik ve bencil sebepler için istiyoruz. Kendimizden bir başarısız ve/veya başarılı kopya bırakmak istiyoruz. Kendimizden bir imza bırakmak istiyoruz. Var olmayı bir şekilde sembolik de olsa sürdürmek istiyoruz. Çocuklarımız üzerinden.
Hâlâ istiyor musunuz?
200 milyon mülteci olması bekleniyor. Belki de o mültecilerden biri sizin çocuğunuz olacak. Sular yükseldiği için denize yakın yerleşim yerleri yüksek yerlere taşınmak zorunda kalacak. Ekinler, tarlalar hatta yerine göre şehirler sular altında kalacak. Petrol savaşları bitecek ve su savaşları başlayacak. Dünya’da günümüzde yer yer su bulmak çok zorken gelecekteki durumu siz düşünün. Üstelik dünyanın “sahipleri” o kadar zalimler ki küresel ısınmayı bilerek durdurmadı80 | Gaia Dergi • Nisan 2016
O’nu neden var ediyoruz? Belki bazılarınız çocuğunu bir eko-köyde var etmek istyordur ve bunun da onun için büyük bir hediye olduğunu düşünüyordur. Üzgünüm ama muhtemelen silahlı koruması olmayan yerler işgal edilecektir. Yani bu anlattıklarım maalesef bir post-apokaliptik filmden değil de yakın-gerçek bir gelecekten. İki çarpı iki eşittir dört kadar kesin tahmin ediliyor yakın zamanımız.
Muhtemelen bir çoğunuz hâlâ bunu istiyor. Çünkü hormonlar bile bunu istemenize sebep olabiliyor. Peki, nasıl bir çocuk yetiştirmeliyiz? O’nu ne ile beslemelisiniz? Sevgi diye yanıt verdiğinize eminim. O halde dünya neden böyle? Hangi anneye sorsam şüphesiz çocuğunu sevgi ile beslediğini ve besleyeceğini söyler. Fakat hiç de öyle görünmüyor. Her yerde çocuklarını döven aileler, istismarlar, çocuklara bencilliğin aşırı derecede aşılanarak çocukların dolandırıcı, üçkağıtçı tipler olmasını sağlamalar, daha henüz özgür seçimlerini yapmalarına fırsat vermeden onlara bir kimlik vermeye çalışmalar
görüyorum. Lacan der ki; “İnsan aslında onun için önceden tasarlanmış bir hayatı yaşamak üzere dünyaya getirilir.” Bunu açmak gerekirse bir çocuk dünyaya geldiğinde ondan beklenenler aslında ona yüklenenlerdir. Mesela bir erkek çocuk yaptınız. Onun neler yaşayacağı aşağı yukarı bellidir. Sünnet ol, okula başla, erkek gibi giyin... Yani size sunulan senaryonun kopyası. Bu işleyişi kontrol eden mekanizmalar ise devlet, din gibi sanal mekanizmalardır. Bunun dışında siz de çocuğunuz için bu mekanizma gibi davranacaksınız, toplum da, okul da... Eğer çocuğunuz model olarak sizi değilse akrabanızı ya da bir lideri örnek alabiliyor. Bunların dışında kendi istekleri ile var olmaya kalktığı an sapık, serseri, yollu, laf anlamaz, başına buyruk gibi sıfatlarla siz ya da çevresindeki herkes tarafından cezalandırılarak çemberin dışına çıkması engellenmeye çalışılacak. Yani gördüğünüz gibi var olmak bir problemken kendin olarak var olmak bambaşka ve daha büyük bir problem. Var olunan senaryoda tek çevreleyici, sınırlayıcı ve tanımlayıcı varlık siz ya da akrabalar değil. Okul, camiler, karakollar, askeriye, politika ve iş hayatı birer çevreleyicidir ve çocuğunuza hepsinin etkileri olacaktır. Yani çocuğunuz yalnızca size emanet değil. Onun hamurunda etrafındaki tüm faktörlerin etkisi olacak. Mesela okulda çocuğunuza savaşçı Türk olduğu kodlanacak, hayvanların etinden, sütünden,
yününden yararlanmamız için var olan acı çekmeyen canlılar olduğu kodlanacak, Türkiye'nin jeopolitik konumu anlatılıp güzellenerek, Türklüğün ne kadar muhteşem ve üstün bir şey olduğu kodlanacak. Medya o dönem iktidar kimin elinde ise onu güzelleyip o iktidara yönelik hayranlık kodlayacak ve aynı zamanda kimden nefret etmesi gerektiğini de yine medya söyleyecek. Kadın çocuğunuzun Demet Akalın'a erkek çocuğunuzun ise Acun Ilıcalı’ya özenmesi sağlanacak. Kimse ona cinsel tercihini sormayacak. Erkek gibi görünüyor bu yüzden böyle davranması beklenecek, davranamazsa dışlanacak, yalnızlaştırılacak ve marjinalize edilecek. Bu saydığım kodlamalar yapılacak olan kodlamaların çok kısa örneklemesi. Bunlardan binlerce sayılabilir ve çocuğun etrafını çevreleyen çemberi oluşturan her bir mekanizma bu sınırlama ve kodlamaların bir kısmını aynı anda ya da farklı seviyelerde uygulayabilir. Medya çok güçlü; sürekli şiddet, intikam, zorbalık yücelten ve sürekli savaşın çözüm olduğuna dair çocuklarınıza telkinde bulunan sinemalar gişe yaparak her konuda şiddete ve nefrete başvurmaları öğütlenecek. En basit örnek PKK konusudur. Kimsenin bu konuyu savaşmadan çözmek gibi bir niyeti yok. Her taraf diğer taraftan daha fazla öldürme derdinde. Kimse çatışmaların durmasından bahsetmiyor çünkü her çatışma sonrası ölü sayısı öldüren tarafın ölüm içgüdüsünü besliyor.
Yani çocuğunuzu sevgi ile beslemeniz büyük ihtimalle yetersiz kalacak. Diğer etkenler onu sürekli nefret ve düşmanlık ve ayrımcılık ile besleyecek. Fromm der ki; “Ölüm içgüdüsü ne kadar beslenirse o kadar güçlü şekilde var olur” Tabii bu içgüdünün güçlenmesi daha çok tatmin gerektirecektir. Tatmin olundukça tatmin ihtiyacı artar. Yani bir tatminsizlik söz konusu olur ve bu içgüdü ile tatmin durumu doğru orantılıdır diye
düşünüyorum. Bu da dünyadaki dünyayı yok eden birçok eğilim gibi dünyaya savaş ve acı getirecek aynı zamanda bencilliği de besleyecektir. Bireyin bencilliği çok fazla problem olur mu bilmiyorum hatta bencillik ve narsisizm hayatta kalmak için bir noktaya kadar gereklidir ama gördüğünüz gibi nasıl bir çocuk yetiştireceğinize dahi siz karar veremiyorsunuz. O kadar zor ki kendin olarak var olmak... Aslında çocukların neredeyse tamamı kendisi olma fırsatı bulamıyor. Gördüğümüz üzere çocuk yapmak çocuk için olmadığı gibi çocuk yapmak sizin için de değil, toplum için bir gereklilik, üretim için bir gereklilik, iktidarlar için, ordular için, tüketim için. Derim ki; tekrar düşünün. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 81
ÇOCUKLAR IÇIN DOĞA VE EKOLOJI ŞARKILARI ALBÜMÜ GELIYOR!
Şubadap Çocuk 3.albümü 'Gökyüzü Kimin?'i Nisan ayında yayınlayacağını duyurdu. Doğa ve Ekoloji temalı albümde şarkıları Praksis çalıyor, çocuklar söylüyor. Dinleyin Paragözler, Ölmez Ağaç, Çekirdeksiz Domates, Su, Sivrisinek, Irmaklar Özgür Aksın, Kurbağa Korosu ve Gökyüzü Kimin? şarkılarından oluşan albüm Şubadap Çocuk'un daha önce yayınladığı albümler gibi yine ücretsiz olacak ;onların deyimleriyle "tüm hakları çocuklara ait". Albümün masraflarını ortaklaştırmak için çağrı yapan Şubadap Çocuk, "maddi durumu uygun olan dostlarımız, albümün masraflarını ortaklaştırmak için, miktarı önemli olmaksızın maddi katkı yapabilirler" duyurusuyla sürekli olarak andıkları 'halk sponsorluğu'nu bir kez daha gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Şubadap Çocuk nedir? Şubadap Çocuk, çeşitli toplumsal alanlarda çocuklarla müzik odaklı çalışmalar yapan bir ekiptir. Şimdiye kadar Bilmiş Çocuğun Şarkıları ve Dino'nun Şarkıları isimli iki albüm yayınladılar. Aynı zamanda bir çocuk şarkıları orkestrası da kurup, bu şarkıları yaygınlaştırdılar. Yaklaşık 100 bin çocuk bu şarkılara erişti. Fakat "Bu daha başlangıç" diyorlar. 82 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 83
Kadir M. Ersoy | kadirmersoy@hotmail.com | @kadirmersoy
İNSANLIĞIN EN KÖTÜ HASTALIĞI PEDOFİLİ Küçükken, çocuk ve tecavüzün bir cümlede kullanılabileceğini hayal dahi edemezdim. Büyümüş olmaya lanet olsun!
O
tobüs durağında beklerken bir minibüsten bir kafa uzanıyor ve “Gel seni evine bırakayım. Yolumun üzerinde!” diye sesleniyor. Tanıyorsun onu. Oturduğunuz mahallenin muhtarı ve birkaç kez babanla sohbet ederken görmüştün. Ortası kelleşmiş kafası ve gözlükleriyle hep babacan görünen bir amca olarak güvenip aracına biniyorsun. Gideceğiniz yerin mesafesinin çok uzun olmamasına rağmen muhtar amca aracı çok yavaş kullanıyor. Yaşlı olduğu için yavaş gitmesini sorun etmiyorsun. O tonton bir amca nasıl olsa… Bir yandan sohbet edip bir yandan ilerliyorsunuz. “Kaça gidiyorsun sen bakalım?” diye soruyor ve “altıya
84 | Gaia Dergi • Nisan 2016
yani orta bir” diye yanıt veriyorsun. Sonra nasıl oluyorsa bir anda sana “Biz sizin yaşınızdayken sürekli büyümüş mü diye ölçerdik. Siz de ölçüyor musunuz okulda?” diye soruyor. İlk başta anlam veremiyorsun ama sınıfında bulunan yaşça büyük birkaç arkadaşının arasında geçen benzer bir konuyu hatırlıyorsun ve içini değişik bir korku kaplıyor. “Hayır öyle bir şey yapmadık” diyebiliyorsun. O tonton olarak düşündüğün amca, cinsel organına “bakalım seninki de büyümüş mü?” diyerek elini uzatıyor ve sana dokunmaya başlıyor. Ne yapacağını bilemiyorsun. Bir anda ineceğin yere yaklaştığını fark ediyorsun ve “Bizim eve geldik ben ine-
ceğim” diye sesleniyorsun. “Depoda bir işim var dönüşte bırakayım seni istersen” diyor. Fakat “Hayır inmem lazım” diyip durdurduğu araçtan aşağı iniyorsun. O korkulu anları atlattığın için içini bir rahatlama kaplıyor. Ama ya tekrar karşılaşırsak diye düşünmeden de edemiyorsun. Anne ve babana her şeyi anlatmak istiyorsun ama korkuyorsun. Bu yaşananları unutman gerekiyor. Ama nasıl unutacaksın? Pedofili veya halk arasında kullanılan adıyla sübyancılık yıllardır hastalık mı ya da suç mu olduğu tartışılan, yetişkin bireylerin çocuk yaştaki bireylere cinsel yollu istismarı durumudur. Yaşadığımız Gaia Dergi • Nisan 2016 | 85
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bugüne kadar çocuk pornolarında tespit ettiği Türkiyeli çocuk sayısı 36 binin üzerinde. Kurum’un verilerine göre bu çocukların yüzde 42’si 7 yaşın, yüzde 77’si ise 9 yaşın altında çocuklar.
86 | Gaia Dergi • Nisan 2016
toplumlarda da son yıllarda benzer vakalar ortaya çıkmış ve vicdani yaklaşımla bakabilen kesimleri derinden etkilemiştir. Yaşanan istismar durumunun dünya genelinde bir problem olduğu yapılan araştırmalar ve analiz sonuçlarıyla ortada. Çocuk yaşta seks işçiliği, çocuk yaştaki evlilikler, evde veya kamusal herhangi bir alanda yaşanan tacizler, çocuk pornoları pedofilinin en çok karşılaşılan durumları olmakla birlikte, gün geçtikçe daha fazla vakanın kayıt altına girmesiyle ciddi boyutlarda bir problem olduğunu bizlere gösteriyor. Pedofilinin günümüzde ciddi boyutlara ulaşmasındaki en büyük etkenlerden biri çocuk pornografisi. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde sadece günde 20 bine yakın çocuk pornosunun internete servis edildiği düşünülüyor. Gerçekleştirilen baskınlarda çıkan görsel içeriklerin yaklaşık yüzde 40’ını çocuk pornosunun oluşturduğu belirtiliyor. Bunun dışında son dönemlerde moda adı altında çocuklara, yetişkinlere özgü kıyafetlerin üretilmesi, çekiçi olarak kabul gören iç çamaşırlarından tutun, topuklu ayakkabılara kadar ürün yelpazesinin oluşturulması, pedofiliyi tetikleyici bir etken olarak görülüyor. 2014 yılında Fransız bir kız çocuğunun abartılı makyaj ve çekici olarak belirtilen kıyafetlerle objektif karşısına geçmesi toplum tarafından ciddi bir tepkiyle karşılanmıştı. Buna benzer vakalar kamuoyuna yansımasa da özellikle internet ortamında fazlasıyla karşılaşmak müm-
kün. Çocuk yaştaki bireylerin yetişkinlerin yaşamına -medya ve sosyal medya gibi iletişim araçlarıyla dolaylı yoldan olsa da- özendirilmesi durumu söz konusu. Dünyanın gelişmiş olarak belirtilen toplumlarında küçük çocuklar için güzellik yarışmaları düzenlenerek ailelerinin onayıyla abartılı görünümlerinin ekran karşısına çıkarılması da bilinen gerçekler arasında. Yapılan araştırmalar, pedofili vakalarının çoğunun aile fertleri veya çocukların tanıdıkları kişiler tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Ebeveynler veya akraba tarafından gerçekleştirilen ensest cinsel istismarlar, çocuklar için en büyük tramvayı yaratan durumlar olarak nitelendiriliyor. Ailelerin güvenerek çocuklarını teslim ettiği eğitim ve dini kurumlarda karşılaşılan pedofili vakaları ise sıkça karşılaşılan bir diğer durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçtiğimiz aylarda İtalya’da Katolik Kilisesi içindeki pedofili vakalarını gösteren bir harita yayımlandı. Taciz kurbanları tarafından kurulan ve pedofili vakalarının yargıya taşınması için mücadele eden “L’Abuso” (taciz) isimli dernek tarafından hazırlanan harita, İtalya’da son 10 yılda yapılan şikâyetleri ve bunların sonuçlarını gösteriyor. Veriler, İtalya’da son 10 yılda mahkemeler tarafından 120 din adamının çocuk tacizinden mahkûm edildiğini, onlarcası hakkında da hukuki işlem yapıldığını ortaya koyuyor. Ancak, derneğin sözcüsü Francesco Zanardi İtalyan
basınına yaptığı açıklamalarda, bu verilerin yalnızca “buzdağının görünen kısmı” olduğunu belirtti. Bunun dışında 2012 yılında İrlanda Katolik Kilisesi de 1975 yılında meydana gelen bir pedofili vakasından kaynaklı tekrardan gündeme gelmişti. Yaşadığımız coğrafyada ise geçtiğimiz yıllarda imam hatip liselerinin ve vakıfların bünyelerinde gerçekleştirilen birçok pedofili vakasına rastladık. Pedofilinin meşrulaştırıldığı durumlar da mevcut. Bizim coğrafyamızda da yaygın olan çocuk yaşta evlilik bunlardan yalnızca bir tanesi. Özellikle İslam coğrafyasında çocuk yaşta evlilik vakalarına rastlamak olağan bir durummuş gibi karşılanıyor. 2012 yılında Suudi Arabistan’ın Büyük Müftüsü Şeyh Abdülaziz el eş-Şeyh kız çocuklarının 10 yaşında evlenebileceği açıklaması yapmış ve ciddi tepkiler almıştı. Fakat ilgili müftünün yaptığı açıklama gerçeklikten çok uzak değil. Çünkü yalnızca bizim coğrafyamızda imam nikahlı 18 yaşın altındaki çocuk sayısı yaklaşık yüzde 28 civarındadır. Bu durum yapılan evliklerin 3’te 1'inin çocuk yaşta gerçekleştirildiğini gösteriyor. Toplam sayı ise 181 bin civarında. Evlenilen çocukların evlilik yaşı ise 10’a kadar inmiş durumda. Bu vakaların tamamı imam nikahlı olamamakla beraber aile onayı olduğu takdirde “mahkeme izni” ile resmi nikah da kıyılmaktadır. Uzmanlar tarafından bu sayının son yıllarda artış gösterdiği de belirtiliyor. Gaia Dergi • Nisan 2016 | 87
Pedofilinin meşrulaştırıldığı bir başka durum ise çocuk yaşta seks işçilikleri. 2002 yılında Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleştirilen “çocuk oturumunda” ortaya çıkan tablo içler acıcısı. Dünya’da her yıl 1 milyon 800 bin kız ve erkek çocuk fuhuş ve pornografik faaliyetlere zorlanıyor. Bu çocukların tamamı evlerinden zorla veya rıza karşılığı alınarak başka ülke ve/veya şehirlere satılıyor. Batı afrika ve Doğu avrupa çocuk ticaretinin en çok gerçekleştirildiği bölgeler olarak nitelendiriliyor. Gerçekleştirilen bu ticaretin son noktaları ise gelişmiş olarak nitelendirdiğimiz Batı Avrupa, Çin, Japonya, Avustralya gibi ülkeler oluyor. Tayland, Vietnam gibi ülkelerde seks turizmi adı altında çocuklar yine genellikle Avrupalı ve ABD’li turistlere pazarlanıyor. Brezilya’da da çocuk yaşta fuhuş oranı yüksek. Fuhuşa zorlanan çocukların neredeyse tamamında ileriki yaşlarında istismar vakaları ve uyuşturucuya yönelim gibi sorunlara rastlanıyor. Pedofili vakalarına uygulanan cezai yaptırımlar toplumdan topluma değişkenlik göstermektedir. Çek Cumhuriyeti’nde pedofili suçlularına kastrasyon (testislerin çıkarılması) işlemi uygulanıyor. ABD’nin bazı eyaletlerinde pedofili suçluları idam edilirken, bazı eyaletlerde hadım ve/veya hapis cezası uygulanıyor. Bazı ülkelerde pedofili vakasının tekrarlanması durumunda cezai yaptırım uygulanıyor. Türkiye’de ise suç niteliksiz şekilde işlenirse 3 yıldan 8 yıla kadar, vücuda 88 | Gaia Dergi • Nisan 2016
bir organ veya sair cisim sokmak şeklinde gerçekleşirse 8 yıldan 15 yıla kadar bir hapis cezası öngörülüyor. Ayrıca verilecek ceza; suç yasada sayılan kimseler tarafından işlendiğinde (baba, üvey baba, evlat edinen, bakıcı, vs.) yarı oranında, cebir ve şiddet kullanılarak işlendiğinde yarı oranında arttırılırken, suçun sonunda çocuğun beden ve ruh sağlığı bozulmuş ise 15 yıldan az olmamak üzere hapis cezası veriliyor. Mağdurun bitkisel hayata girmesi ya da ölmesi durumunda ise verilecek ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis şeklinde oluyor. Pedofili bazı çevrelerce hastalık bazı çevrelerce suç olarak nitelendirilmektedir. Bazı çevreler ise pedofili tıpkı diğer cinsel yönelim ve/ veya fantezi şekillerinden biri olarak nitelendirilmektedir. Her ne söylenirse söylensin, pedofili bir insanlık suçudur. Her şeyden önce bir hak ihlali söz konusudur. Çocuk, hayvan, zihinsel farklılıklara sahip kişi veya erişkin birey fark etmeksizin kendi rızası dışında ve zaafları kullanılarak gerçekleştirilen tüm eylemler tecavüzdür ve tecavüzün kabul görülebilir bir tarafı yoktur. Toplumsal mücadelelerin her biri bu tecavüzlerin sonucu olarak (çocuk, hayvan, lgbti, kadın, ekoloji vs.) olarak ortaya çıkmıştır. Pedofili de üzerine mücadele edilmesi gereken alanlardan biri olarak vicdani yaklaşımı gelişkin bireyleri bekliyor. Geçtiğimiz yıllarda Mardin’de 13 yaşındaki bir kız çocuğuna 26 kişinin tecavüzüyle sonuçlanan olayın
sonucunda, mahkeme kararı olarak çocuğun rızasının olduğunun belirtilmesi, geçtiğimiz günlerde bir vakıf bünyesinde 45 çocuğa gerçekleşen pedofili vakasının bürokrat çevrelerce üstünün örtülmeye çalışılması, Lyon Kardinal Barbarin’in 1989 ile 1991 yılları arasında gerçekleşen bir pedofili olayını 8 yıldır bildiğini belirtmesi, mahkemelerin aileler onayında çocuk yaşta evliliğe izin vermesi, ailelerin para karşılığında çocuklarını fuhuşa zorlaması gibi olayların tamamı aslında mücadele edilmesi gerekenin öncelikle kendimize kabul ettirdiğimiz veya bize kabul ettirilen üst kurumlar olduğunu ortaya koyuyor. Tabulaştırdığımız tüm bu kurum ve kavramlar belki de gerçek mutluluğu yaşayabildiğimiz tek dönemimiz olan çocukluğumuza saldırmakla kalmayıp, bizlere suni bir güven aşıladıktan sonra hayal kırıklıklarıyla mücadele etmeye de zorluyor. Pedofili geçmişten günümüze insanlığın en ağır suçu olmakla kalmıyor, bu kadarını en kötünün dahi yapmayacağını düşüneceğimiz bir kabusun gerçek olduğunu bizlere gösteren bir hastalık olarak zihinlerimizi parçalıyor. Yazar Notu: Osama (Taliban yönetimi dönemi Afganista’nında, bir kız çocuğunun dramını anlatıyor) ve Spotlight (Klise mensubu din adamlarının 30 yıl boyunca çocukları taciz etmeleri ve bu tacizlerin sistematik bir şekilde saklanıp, göz ardı edilmesi olayını anlatıyor) filmlerini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 89
Fotoğraf ve Hikayesi
S
avaş, herkesi etkiliyor. Sadece bilfiil maruz kalanları değil, savaştan kaçmak için iltica edenleri daha çok. Fotoğraf, Önder Mahallesi’ndeki mültecilerin evlerini belediyenin yıktığını öğrendikten sonra kısa bir belgesel yapmak için oraya gittiğimizde çekildi. Önder Mahallesi, Mobilya Üreticileri ile ünlü Siteler Semti’nin arkasında ufacık bir mahalle ve gittiğimiz günlerde adı çoktan Küçük Halep olmuştu. Mahalle sakinleri ve Suriyeli göçmenlerle konuştuğumuzda, birlikte, huzurla nasıl yaşandığını gösterdiler bize. Ama evleri savaş yüzünden yıkılmış, bu mahalleye taşınmış insanların evini şimdi de belediye yıkıyordu. Çoluk çocuk sokakta, kamyonların arkasında, nereye taşınacağını bilemeden dertlerini yarı Arapça, yarı Türkçe anlatmaya çalıştı. Belki de öykünün en can alıcı sözü bir Suriyeli kadının ağzından şöyle döküldü; “Suriye’de savaş, Türkiye’de belediye…” Bu insanlar savaşı istemeyenler, ondan kaçanlardı. Aklımızda şu soruyla geri döndük; kim üretti bu silahları ve kim çıkardı bu savaşları? Savaş mağdurlarının olmadığı kesin. Yazı ve Fotoğraf: Gök Taner
90 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 91
Yeşil Mutfak
BAL KABAKLI, FISTIK EZMELİ KURABİYE Malzemeler • 3-4 dilim bal kabağı(püre hali 1 su bardağını dolduracak kadar) • 3 çorba kaşığı su/var ise soya sütü • 2 su bardağı un • 1 su bardağı şeker • 2 çorba kaşığı sıvı yağ • Yarım su bardağı fıstık ezmesi • 2 paket vanilya • 1 paket kabartma tozu
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin!
Hazırlanışı
U
n, kabartma tozu ve vanilyayı geniş bir kasede karıştırın. Kalan tüm malzemeleri de rondoda karıştırıp diğerlerine ekleyin. Yumuşak, kıvamlı bir hamur elde edene kadar yoğurun. Minik parçalar alarak ellerinizle yuvarlayın. Başka şekillerde de yapabilirsiniz
92 | Gaia Dergi • Nisan 2016
ancak kurabiyemizin daha çıtır olması için minik ve yuvarlak şekilde olması daha etkili sonuç verecektir. Kurabiyeleri, yağlanmış veya üzerine yağlı kâğıt serdiğiniz bir tepsiye dizerek önceden ısıtılmış 180 derecelik fırınınıza koyun.
cevizi gibi eklemeler de yapabilirsiniz. Çok lezzetli oluyor. Afiyet olsun!
İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
İsterseniz karışımınıza damla çikolata, ceviz, hindistan Gaia Dergi • Nisan 2016 | 93
LEZİZ ISIRGAN OTU ÇORBASI Malzemeler • 1 demet ısırgan otu • 2 çorba kaşığı mısır unu • 3 çorba kaşığı zeytinyağı • 1 adet soğan • 1 diş sarımsak • 2 bardak su
I
sırganları yıkayıp 10 dakika kadar bir tencerede haşlayın. Isırganlarınızı yıkarken eldiven takmayı sakın unutmayın. Soğan ve sarımsağı çok ince doğrayın ve biraz kavurun. Onlar kavrulurken ısırganları püre haline getirin. Daha sonra mısır ununu da ekleyerek kavurmaya devam edin. İyice kavrulduğunu düşündüğünüz zaman azar azar ılık su ekleyin ve püre haline getirdiğiniz ısırganları ekleyin. Ne çok koyu ne de çok sıvı olacak şekilde su ilave ederek kaynatın. Tuzunu eklemeyi unutmayın.
Gaia Dergi’yi sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz! /dergigaia
@gaiadergi
@gaiadergi
/gaiadergi
www.gaiadergi.com
Kızarmış ekmekler ile daha da harika hale gelecek çorbamızın karışımına dilerseniz patates ekleyerek de lezzet katabilirsiniz. Afiyet olsun! 94 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 95
Kendin Yap
Portakallarımızı ikiye kesip suyunu sıkıyoruz. Portakal suyumuzu afiyetle içtikten sonra kalan kabuklarımızın içini tatlı kaşığı yardımıyla iyice sıyırıyoruz.
PORTAKAL KABUKLARINDAN KUŞ YEMLİĞİ YAPIMI Baharın gelişini şarkılar söyleyerek bize haber veren kanatlı dostlarımıza hayatlarımıza kattıkları renkler için teşekkür etmek ister misiniz? Çocuklarınızla birlikte yapmaktan keyif alacağınız kuş yemliklerimizin yapılış aşamaları şöyle:
• 1 adet portakal • 1 adet meyve sıkacağı • Meyve bıçağı
Daha sonra küçük tornavidamız ile portakalların iki kenarına da delik açıyoruz. Açtığımız bu deliklere sicim veya şönil yardımı ile kulp yapıyoruz. Artık portakallarımız kuş yemliği olmak için hazırlar.
Yemliklerimizi ağzına kadar kuş yemiyle dolduruyoruz. Bu yemliklerden ailenizdeki kişi sayısı kadar yapabilir; balkonunuza, bahçenize hatta yürüyüş yaptığınız parklarda ağaç dallarına asabilirsiniz. Haftada bir güzel kokulu yemliklerimizi doldurmayı unutmayalım.
• 1 adet küçük tornavida • İstediğiniz bir renk şönil veya sicim • Kuş yemi
Kuşlara afiyetler sizlere iyi eğlenceler!
Fotoğraflar: Özge Yıldırım Bayatlı 96 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 | 97
Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz Içİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI Işbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com
Yaşam Oluklarında Birkaç Saat gelecek olabilir, yitip giden her zaman “ Birçok parçası dünyayı başka başka geleceklere hazırlıyor olabilir. Hangisi daha yakın günümüze? Hangisi bir sonraki nesil için hazırlanıyor?
“
Ütopya ve distopyalarla birçok politik konuya dokunan öykülerden oluşan bir eser…
Doğanın ve yaşamın renklerini Gaia Dergi’nin gözünden takip edin! İnternet sayfamızı ziyaret ederek abonelik sayfası üzerinden dergimize abone olabilirsiniz.
98 | Gaia Dergi • Nisan 2016
Gaia Dergi • Nisan 2016 • Sayı 10
duyunuzun da gerçekliğe doğru tepki “ Beş vermediğini düşünüyorsanız ya da etrafta
olan hiçbir şey gerçek değilse... Dünya göründüğü gibi değildir ya da tam olarak öyledir.
“
‘Gerçeklik’ algısı üzerine bir felsefi ve psikolojik roman...
Yaşamanın Bile Zor Olduğu Bir Dünyada ÇOCUK OLMAK
Gerçeğe Ağıt