Sürdürülebİlİr yaşam dergİsİ
Hazİran 2015
SayI: 1
TÜRKIYE’DE KORUMA BIYOLOJISI VE NESLI TÜKENMEKTE OLAN TÜRLER
AMERIKA’NIN
EN UZUN SOLUKLU HIPPI KOMÜNÜ:
THE FARM
ÇEVRECILIK BILINCININ BIR
HALK HAREKETINE
DÖNÜŞTÜĞÜ YER:
FREIBURG
DIRENIŞI!
GARY YOUROFSKY:
“VEGANLIK
HERKES IÇINDIR!”
Fiyatı: 8 TL ISSN:2149-4940
gaiadergi.com
9 772149 494002
Editörden Merhaba, Köyde büyümüş olmama rağmen doğaya yabancı kalmışım. Oysa toprağa basmak değil, toprağı anlamak gerek doğa ile bağ kurmak için. Betonlaşmış kentler arasında aklını kaybetmeye başlamış birkaç insanın, doğaya dönmeye çalışırken tesadüf eseri birbirini bulması ile başladı “Gaia Dergi.” Belki birkaç kişiye daha ışık oluruz umuduyla çıktık yola. O üç beş ağaç için, sokaktaki köpek için, ahırdaki inek için, topraktaki böcek için ses olmak istedik. Oysa insanlar doğal dengeyi bozuyor. Yaşam içinde bazı türlerin yok olması gayet normalken bu süreci, kendi elleriyle hızlandırıyorlar. Dünya, canlılığı ile o kadar çeşitli ve renkli ki… Türkiye de biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir ülke ama aynı zamanda birçok tür, sakinleri eliyle yok olmanın eşiğinde. Bundan dolayı bizler de ilk dosyamızda “Türkiye’de Koruma Biyolojisi ve Nesli Tükenmekte Olan Türler” konusunu işlemeye karar verdik. Gaia Dergi’ye gönül verdiğimiz ilk andan beri bizden desteklerini esirgemeyen herkese teşekkür ederim. İnsanın, hayvanın ve yeşilin özgürce yaşadığı bir dünya dilerim.
Künye İmtiyaz Sahibi Gaia Dergi adına Adem Aykanat Genel Yayın Yönetmeni Burak Avşar Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Gamzegül Kızılcık Editör Yeşim Özbirinci Tasarım Sasun Bazaryan Katkıda Bulunanlar Selma Çam, Beril Tezel, Sezgi Alçiçek, Ege Yaylım, Engin Düz, Esra Aydın, Ayça Alaylı, Neriman Arslan, Aylin Köyatası, Alican Anay Teşekkürler Çağan Şekercioğlu, Süha Derbent, Erdem Şimşek, Sevcan Karadağ, Sayat Bazaryan, Anıl Yılmaz Sercan Uysal,Vedat Atasoy ISSN No 2149-4940 Telefon 0532 577 87 89 Reklam ve İletişim
Dostluklar…
iletisim@gaiadergi.com
Yeşim Özbirinci
Basım Yeri Azim Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cad. Alibey İşhanı No:99/33 İskitler - ANKARA Adres GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06570 Maltepe Çankaya - ANKARA
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 1
DOĞANIN VE YAŞAMIN RENKLERİNİ
Sayı: 1
Haziran 2015
‘NİN
GÖZÜNDEN TAKİP EDİN ABONE OLMAK İÇİN İNTERNET SİTEMİZİ ZİYARET EDEREK ABONELİK SAYFASI ÜZERİNDEN DERGİMİZE ABONE OLABİLİRSİNİZ.
DOSYA Türkiye’de Koruma Biyolojisi ve Nesli Tükenmekte Olan Türler Sayfa: 36 Yazar: Selma Çam
16
ÇEVRECILIK BILINCININ BIR HALK HAREKETINE DÖNÜŞTÜĞÜ YER: FREIBURG DIRENIŞI!
32
Yazar: Yeşim Özbirinci
Yazar: Gamzegül Kızılcık
22
AMERIKA’NIN EN UZUN SOLUKLU HIPPI KOMÜNÜ: THE FARM
48
Yazar: Burak Avşar
26
GARY YOUROFSKY: VEGANLIK HERKES IÇINDIR! Röportaj: Gaia Dergi Ekibi Çeviri: Selma Çam
EKOKENTLER HIZLI NÜFUS ARTIŞINA ÇÖZÜM OLABILIR MI?
TASMAYI KÖPEKLERIMIZE DEĞIL ERKEKLIĞINIZE TAKINIZ Yazar: Sezgi Alçiçek
60
JAPONYA’DA ŞİNTO İNANIŞI VE MİYAZAKİ FİLMLERİNDEKİ YANSIMASI Yazar: Esra Aydın
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 3
BÖLÜMLER 14
Gözümüzden kaçmayanlar
Kayının Mitolojik Masalı
20
Yazar: Beril Tezel
Doğal tarımla yaşamı filizleyen insan: Masanobu Fukuoka
Soraya’dan Farkhunda’ya Ortadoğu’da Kadın, Namus ve Recm
34
Yazar: Yeşim Özbirinci
50
Yazar: Gamzegül Kızılcık
Kitaplardan çocuklara: Hayvanlar konuşur mu? Yazar: Ayça Alaylı
58
Onlara nasıl anlatacağız?
56
Yazar: Erdem Şimşek
Tehlikeli Oyunlarla Yaşayan Bir Tür: Disconnectus Erectus
64
Yazar: Engin Düz
70
Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz!
Deliliğin Sınırında: Van Gogh Yazar: Neriman Arslan
/dergigaia Kapak: Türkiye’de Nesli Tükenen Türler
Web Sitesi: gaiadergi.com facebook.com/gaiadergi
Çizim: Sercan Uysal | uysaltimsah.deviantart.com
twitter.com/gaiadergi
4 • Gaia Dergi • Haziran 2015
instagram.com/gaiadergi
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com
/gaiadergi
Modern Dünya Sorunu:
Temiz Suya Erişim Ve Çözümleri
Günümüzün sayısız çevresel sorunu arasında belki de en önemlisi, canlıların içecek temiz su bulamayışıdır. Bunun bu kadar önemli bir sorun olmasının sebebine suyun, bir canlının hayatta kalabilmesinin yegâne kaynağı oluşu gösterilebilir.
D
ünya Sağlık Örgütü’nün 2014 yılında topladığı verilere göre dünya üzerinde 750 milyon insanın, yani her dokuz insandan birinin, temiz suya (içme suyu) ulaşımı yok. Peki, bu konuda neler yapılabilir? Atık suların geri edinimi ve yeniden kullanımı ile suyun geri dönüşümünü sağlayabiliriz. Örneğin; endüstriyel bir oluşum, soğutma sistemlerinde kullandığı suyu, atığa çıkardığı suyu geri dönüştürerek elde ediyor. Yani, boşa gidecek olan atık suyu denizlere ya da ırmaklara dökmeyip yeniden kullanıyor. Geri dönüştürülmüş suyu, doğal akıntılara aktarıp, içme suyu için kullanmak da mümkün. Örneğin; Amerika’nın Virginia Eyaleti’nde bulunan Occoquan Kanalizasyon Uzmanlığı, fabrikalardan çıkan geri dönüştürülmüş suyu, arındırdıktan sonra içme suyu rezervuarlarını dolduran ırmaklara aktarıyor. Böylece elde etmesi gittikçe zorlaşan temiz suyu bir ölçüde muhafaza etmiş oluyor.
6 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Bunların yanında; boya fabrikaları, çimento üreticileri ve kâğıt fabrikaları da geri dönüştürülmüş atık sulardan faydalanabilirler. Böylelikle, her seferinde doğadan su çalmak yerine, oluşturulan yapay göller ve kullanılacak geri dönüştürülmüş su sayesinde su kaybı daha etkili bir biçimde önlenebilecektir. Sanayi kuruluşlarının yanı sıra her birey, kolaylıkla hayata geçirebileceği çok basit yöntemlerle suyun geri dönüşümüne katkıda bulunabilir. Evlerin, okulların, devlet dairelerinin ve daha birçok yerleşim yerinin lavabolarından, duşlarından, çamaşır makinelerinden süzülüp giden sulara “gri su” adı veriliyor. Yani kullanılmış ve bir ölçüye kadar temizliğini kaybetmiş su. Bu suların lağıma karışmasındansa bunları toplayıp pek çok amaç için kullanmak mümkün. Küçük bir bahçe hayal edin. Sulama için bu suları toplayıp kullanmak, su tüketimini önemli ölçüde azaltacaktır. Suya karışan sabunun zehirsiz ve sodyum açısından düşük yoğunlukta olması, sulama için yeterli olacaktır. Ayrıca, tuvaletlerde sifonu her çekişte litrelerce su heba oluyor. Toplanılan bu gri su tuvalet için de kullanılırsa, akıl almayacak boyutlarda bir su tasarrufuna gidilebilir. Gri su ayrıca parkların ve diğer yeşil alanların sulanmasında da kullanılmaktadır. Bu kullanım yaygınlaştıkça tasarruf edilen su miktarı da artacaktır.
En Son Ne Zaman Dalından Domates Kopardınız? Türkiye çapındaki 93 ekolojik çiftlikten oluşan TaTuTa Ekolojik Çiftlik Ağı sizi bekliyor!
Sulama için gri su kullanımı, o alana taşınması gereken su ve gübre miktarını azaltacak, taşıma için gerekli lojistik harcamaların önünü kesecek ve zamandan kazanç sağlayacaktır. Suyun geri dönüşümü ve yeniden kullanılması, suya bolca ihtiyaç duyan hassas ekosistemlerden suyun çalınmasını önleyeceği için doğayı rahatsız etmemiş olacaktır. Unutmamak gerekir ki doğadaki pek çok canlının gelişip üreyebilmesi için suya ihtiyacı var. Tarıma, sanayiye ve şehir yaşamına katkıda bulunsun diye kurutulan göller, nehirler bir gün dönüp bize hesap soracak. Suyu yeniden kullanan ve dönüştüren kimseler suyu özgürleştirmiş olacaktır. Bunlarla beraber, fabrikaların atık sularını okyanuslara dökmesinden ötürü milyonlarca canlının katledilişini hemen hemen her gün okumaktayız. Suyu toksik maddelerden arındırmak ve yeniden kullanılabilirliğini sağlamak ekosistemlerin sağlığı açısından çok daha istikrarlı bir durum oluşturacaktır. Ayrıca geri dönüştürülmüş su, sulama için kullanılan sulardan genellikle daha çok besin içerir. Bu sayede, besinlerini yeteri kadar alabilmiş bitkiler daha da sağlıklı büyüyeceklerdir. Su tükeniyor. Dünya tükeniyor. Varlıklarından haberdar dahi olmadığımız milyonlarca bitki, hayvan ve insan susuzluk yüzünden ölüyor. Bir düşünün; doğa ananın bahşettiği en yüce madde olan su, ulaşılamaz hâle geldi. Dünya kirlendi, sular da. Buna her zaman dur diyebilmek mümkün. En azından etraftaki insanlarda farkındalık yaratarak suyu kurtarma yoluna girilebilir. Daha yeşil, daha bereketli bir dünya için en azından bunu yapabiliriz. Yazar: Anıl Yılmaz
www.tatuta.org
STONEWALL AYAKLANMASI’NDAN GÜNÜMÜZE
“ONUR HAFTASI” GELENEĞİ
28 Haziran 1969’da Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde yapılan bir bar baskını ve sonuçları, bir hak mücadelesinin şekillenmesinde fevkalade yer edindi. New York’un Greenwich Village bölgesinde bulunan Stonewall Inn adlı bara yapılan polis saldırısı ile kitleselleşen ve günümüze ulaşan hareket, heteroseksüel olmayanların hak mücadelesinin en önemli dönüm noktalarından biri.
L
GBTİ; lezbiyen, gey, biseksüel, transeksüel ve interseksüel bireylerin ifade edildiği, 1900’lü yıllardan beri eşcinsel haklarını konuşurken kullanılan kapsayıcı kelimelerden oluşan bir yapı. Cinsel yönelimin heteroseksüellikle sınırlandığı zamanların ardından 60’lı yılların sonunda baskı, ayrımcılık ve şiddete karşı hak mücadelesine başlayan LGBTİ topluluklar oluşmaya başladı. Gökkuşağının bile yedi ayrı renkten olduğunu gösterdiler yavaş yavaş. Herkesin birbirini sevebileceğini gösterdiler.
geyler ve lezbiyenlerin haklarını desteklemek amacıy-
Baskı, şiddet ve ayrımcılığa karşı bir ayaklanma: Stonewall Ayaklanması
Onur Haftası
60’lı yıllarda, Amerika’da toplum tarafından dışlanan bireylerin; yani gey, lezbiyen, trans, evsiz ve seks işçisi insanların gidebildiği mekanlar oldukça kısıtlıydı. Polis tarafından, toplumdan dışlanmış insanların bir araya geldiği mekanlara sık sık baskın düzenleniyordu. Polis, baskınlarda sık ve yoğun şiddet uyguluyordu; ancak Stonewall baskınında olaylar önceki baskınlardan farklı gelişti. Baskı, şiddet ve ayrımcılığa daha fazla dayanamayan eşcinseller ayaklandı, polisleri bara kapattı ve dört gün süren ayaklanma oldukça çatışmalı geçti. Günlerce süren protestoların üzerinden altı ay geçtiğinde, New York’ta iki eşcinsel eylemci grup tarafından
la üç adet gazete kurulmuştu. Birkaç yıl içinde ise başta ABD olmak üzere tüm dünyada LGBTİ haklarını savunan dernekler kuruldu. Bu bireyler için öncelikli amaç sosyal eşitliklerini sağlayabilmekti. Daha detaylı bakıldığında ise toplumun bütün bireyleri için üzerlerindeki cinsel baskıyı ortadan kaldırmak öncelikli önem taşıyordu. LGBTİ topluluklar günümüzde de; sokakta, siyasette, medyada, edebiyatta ve pek çok diğer alanda aktif olarak bulunmaktadır.
1970’te Los Angeles ve New York başta olmak üzere çeşitli yerlerde Onur Haftası bir anma olarak düzenlendi. Türkiye’de ise Onur Haftası ilk olarak 1993 senesinde “Cinsel Özgürlük Haftası” adıyla kutlanmak istendi. Ancak İstanbul Valiliği’nin izin vermemesi ve yürüyüş için İstanbul’a gelen yabancı turistlerin sınır dışı edilmesi nedeniyle yapılamadı. Bu durum, LGBT haklarının korunması gerekliliğini de beraberinde getirerek KAOS GL ve Lambdaistanbul’un kurulmasını sağladı. Onur Yürüyüşü her yıl Haziran ayının son pazartesi gününde yapılır. Bu yıl da İstanbul’da 28 Haziran günü saat 17:00’da Taksim Meydanı’nda büyük bir coşkuyla kutlanacak. Yazar: Gamzegül Kızılcık
8 • Gaia Dergi • Haziran 2015
DEV BURUNLAR RİSK ALTINDA:
PROBOSCIS MAYMUNU Dev burnuyla proboscis maymunu (Nasalis larvatus), Güneydoğu Asya’daki Borneo Adasın’da yaşayan endemik bir tür olup, Eski Dünya Maymunları’ndan Colobinae familyasına mensuptur. Karakteristik yüz hatları ile akıllardan çıkmayan proboscis, kendisini tehlike altında hissettiğinde burnunu kan ile doldurur ve normalde çıkardığından çok daha yüksek bir ses çıkarır. Bu sayede rakibini korkutabilir veya yardım çağırabilir. Hayli büyükçe burnunun bir diğer işlevi ise erkek proboscisin, dişiyi ilişkiye ikna etme sürecine yardımcı olmaktır.
E
rkek proboscisler, 66 - 72 cm arasında boya ve 30 kg ağırlığa ulaşabilirlerken, dişi proboscisler en fazla 62 cm boy ve 15 kg ağırlığa ulaşabilirler. Topluluk ile yaşamayı tercih eden proboscis maymunları, küçük egemen gruplar hâlinde bir arada yaşarlar.
Su altında 20 metre yüzebilen bu olağanüstü canlının ayakları, timsahlar gibi ıslak yırtıcılardan korunmak için perdeli bir şekilde evrilmiştir. Mevsime bağlı değişen beslenme biçimleri, ocak-mayıs ayları arasında meyve ağırlıklı iken haziran ve aralık ayları arasında yaprak ağırlıklıdır. Yeryüzünün kibir memleketi beşeriyet, gözüne çoktan proboscisi kestirdi. Koruma altına alınan türlerden biri olan proboscisin, 1977 yılında 6 bin 400 civarında popülasyona sahip olduğu tahmin edilirken, son yapılan sayımlarda bu sayının bine gerilediği görülmüştür. Borneo’da getirilen av yasağı sonrası, burunların ormanlarda tekrar yükseleceği bir dönem dilemekteyiz. Yazar: Beril Tezel
10 • Gaia Dergi • Haziran 2015
YEŞIL KITAPLIK
Sürdürülebilir Tarım Mümkün Mü? bir ilk kitap. Çünkü tarım meselesine "yeşil politika" perspektifinden bakıyor. Yeşillerin karakteristtik özelliği, eleştirinin ötesine geçip, uygulanabilir çözüm önerileri sunmaları, hatta bu uygulamalarının dünya üzerindeki başarılı örneklerini göstermeleridir. YENİ İNSAN yayınevi
Arzunun Botaniği
Kadınlar Ekolojik Dönüşümde…
Tabiatın nefes kesici ‘’kandırıkçılığı ve minik tatlı oyunları’’, Micheal Pollan’ın ‘’kandırıkçılığı ve minik tatlı oyunlarıyla’’ gün yüzüne çıkıyor. İnsan ile doğa ilişkisi derinlerine seyahat ise elma, lale, patates ve kenevirin hayatımızı nasıl şekillendirdiği düşüncesi üzerinden geçip okuyucuyu şaşırtıcı rotalara atlatıyor. Dört temel insan arzusunu -tatlılık, güzellik, kontrol ve sarhoşluk- baş döndüren hikayelerle işleyen ‘’Arzunun Botaniği’’, Sevin Okyay’ın kusursuz çevirisi ile Domingo Yayınları’ndan raflarınıza düşürülesi! Okumaya başlamadan önce sorumuz hazır:
Endüstriyel yumruklar kalkarken toprağın kadınlarına, feminizm ormanları alır arkasına. Dünyanın çeşitli köşelerinden ormanları arkasına almış kadınların attıkları yeşil adımları, üç buçuk yıllık derin çalışma sonunda ‘’Kadınlar Ekolojik Dönüşümde’’ ile can buluyor. Türkiye’deki ekofeminizm kaynak kuraklığının imdadına Yeni İnsan Yayınevi’yle Emet Değirmenci koşuyor. Ayakları çimene basan kadın hikâyeleri, deneyimleri ve düşünceleri; eril tahakkümün tadından yenmeyen(!) katliam politikalarına karşı sayfalarda toplaşıyor. Betonlar çağının hüküm ve yıkım müptelası ataerkiye diyecek birkaç çift lafı olan bu kitap, erkek egemenliğinin ortak müzdaripi kadın ve doğayı kavuşturuyor!
‘’Bir elmanın sizi kullandığını düşündünüz mü?’’
12 • Gaia Dergi • Haziran 2015
www.yeniinsanyayinevi.com www.facebook.com/Yeni-İnsan-Yayınevi
Hayvan Hakları
Norveç’de hayvan hakları polisleri göreve başlıyor
Hak ve özgürlükler ülkesi Norveç, geçen ay başlattığı program ile hayvanların ve aynı zamanda insanların korunması için Hayvan Hakları Polis Departmanlığı’nı yürürlüğe soktu.
Fotoğraf
Frida Kahlo’nun 50 yıldır kilitli olan gardrobu açıldı Ishiuchi Miyako, Frida Kahlo’nun kıyafetlerinin fotoğraflarını Kahlo’nun ressam kocası Diago Riveria’nın iziniyle çekti. 50 yıl sonra ortaya çıkan bu kıyafetlerin fotoğrafları 12 Haziran’a kadar Londra’da Michael Hoppen Galerisi’nde sergilenecek.
LGBTİ
Protestan Kilisesi eşcinsel evliliği onayladı. Fransız Protestan Kilisesi 17 Mayıs günü düzenlediği oylamayla eşcinsel evliliği onayladı. Atılım, Paris’in eşcinsel evlilikleri onaylamasından iki yıl sonra geldi.
Bilim & Teknoloji Dünyanın 3,3 milyon yıllık en eski taş aletleri bulundu. Kenya’nın yerleşim bulunmayan bir bölgesinde tarihin en eski taş aletleri keşfedildi. 3,3 milyon yıllık olduğu belirlenen eşyalar, alet üretmek açısından zekanın ne kadar önce evrimleşmeye başladığını gösteriyor.
Ekvador’da bir günde 650 bin ağaç dikilerek yeni bir dünya rekoru kırıldı Ekvador’da 44 binden fazla insan yeniden ağaçlandırma dalında Guiness Dünya Rekorları’na girebilmek için bir araya geldi.
F
ransa Basın Ajansı’nın (AFP) haberine göre, 45 bin insan bir araya gelerek bugüne kadar yapılmış en büyük yeniden ağaçlandırma projesini gerçekleştirdi. Toplamda 647 bin 250 ağaç (220 türden fazla bitki dahil olmak üzere), 2 bin hektarlık alana dikilerek yeni bir dünya rekoru kırıldı. Dünya rekoru kırmak her ne kadar ilgi çekici bir durum da olsa yeniden ağaçlandırma çabaları, Ekvador’un önceden hedeflediği 2008-2017 yılları arasında yaşanacak orman kayıplarını telafi etme projesinin gerçekleşmesine yardımcı olacak. Ekvador Çevre Bakanlığı’nın raporlarına göre; 2008 yılından bu yana, ormansızlaştırma yüzde 50’den fazla azaldı ve
toprakların yüzde 4,3’lük kısmı koruma alanı ilan edildi.
Ağaçlar iklim değişikliği mücadelesinde büyük bir önem taşıyor Yeniden ağaçlandırma projesi atmosferdeki karbondioksit seviyesini azaltarak iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini düşürmeyi hedefliyor.Yediğimiz şeylerden ulaşım şeklimize, evde kullandığımız enerjiden geri dönüşüm alışkanlıklarımıza kadar pek çok şey iklim değişikliğini etkiliyor. Ancak Ekvador’da gerçekleştirilen bu proje gibi projeler yaygınlaştırılması, iklim değişikliği ile mücadeleyi kolaylaştıracaktır.
Yeni Zelanda, hayvanların insanlar gibi duygusal varlıklar olduğunu yasalaştırdı Yeni Zelanda, geçtiğimiz günlerde Hayvan Hakları İyileştirme Yasası’nda yaptığı değişiklikle hayvanları da insanlar gibi duygusal varlıklar olarak tanımladı.
U
lusal Hayvan Etiği Danışma Kurulu üyesi Dr. Virginia Williams yeni yasa değişikliğini şöyle açıklıyor:
“Hayvanların da acı, stres, mutluluk, huzur, heyecan gibi negatif ve pozitif duyguları barındırdığı, hayatlarını bu şekilde devam ettirdiği açıkça söylenebilir. Bu konuya açıklık getirmek, hayvan haklarını iyi bir konuma getirmek için yapılacak çalışmaların daha da olumlu yönde ilerleyeceğini gösteriyor.” Geçtiğimiz ay Yeni Zelanda’da hayvanların kozmetik ürün deneylerinde kullanılmasının yasaklanmasının hemen ardından yapılan bu huzur verici yasal değişiklik, birçok hayvan hakları savunucusu kuruluşun da gündeminde bulunuyor. Bu kuruluşlardan biri olan Nelson SPCA’nın yöneticisi Donna Waltz bu konudaki düşüncelerini belirtirken bunun ne kadar harika bir gelişim olduğunu özenle vurguluyor:
“Bu yasanın onaydan geçtiğini görmek gerçekten mutluluk verici. Hayvanların ayrılık kaygısı yaşıyor oluşu bile onların ne kadar güçlü duygularının olduğuna muhteşem bir kanıt. Terk edilmiş hayvanların çektiği acıyı gözlerinden okuyabilirsiniz, bu yasayla hayvan istismarı ve tacizlerinin hukuki olarak tamamen önlenebileceğine dair artık daha çok umudumuz var. Yasa önünde birer obje olmaktan çıkıp yaşayan canlılar, bireyler olarak adlandırılmaları hayvan hakları konusunda atılacak güzel adımların habercisi.” Yeni kanun, aynı zamanda hayvan haklarını savunan insanların daha etkili ve güçlü olabilmeleri adına hukuki denetlemeler yapabilmeleri için imkân da sağlıyor. Yeni Zelanda Veterinerler Birliği Başkanı Dr. Steve Merchant, bu kanunun hayvan haklarının iyileştirilmesine dair beklentileri tamamıyla olumlu yönde değiştirdiğini ve toplumun hayvanlara olan bakış açısını daha barışçıl bir hale getirdiğini vurguluyor.
Japonlar Tesla’nın hayalleri ile güneş enerjisini birleştiriyor
Petrol devi Shell, yarattığı pisliği temizlemeyi kabul etti
Japon Havacılık Araştırmaları Ajansı’nın geliştirmekte olduğu Uzay Güneş Enerjisi Sistemleri (Space Solar Power Systems), Tesla’nın hayalini gerçekleştirmekle kalmayacak belki de bunu bir adım öteye taşıyacak. Geliştirilmekte olan bu sistem, uzaya yerleştirilmiş bir panel yardımıyla güneş enerjisini uzaydayken toplayıp, elektrik enerjisine çevirecek ve bunu Dünya’daki elektrik toplama tesisine kablosuz olarak iletecek.
Nijerya’nın yakın tarihinde meydana gelen petrol sızıntısı vakaları, binlerce hektarlık mangrov ağacı alanını ve pek çok balık türünü yok etti. 2008 ve 2011 yıllarında yaşanan petrol sızıntıları sonrasında petrol devi Shell şirketi, kazanın sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmişti.
14 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 15
A
ÇEVRECILIK BILINCININ BIR HALK HAREKETINE
DÖNÜŞTÜĞÜ YER: FREIBURG DIRENIŞI! Çevre direnişleri bugünün dünyasında oldukça büyük bir yere sahip ve bir o kadar da kalabalık bir kitleye hitap ediyor. Çevre direnişlerinde vurgulanan konu, ekolojik bir bakış açısı kazanmanın ne kadar önemli olduğu noktasında devreye giriyor. Hükümetlerin ve yatırımcıların bir türlü içselleştiremediği veya “işe gelmemek” deyimi ile anlaşılabilecek bir biçimde kabullenmediği bu bakış açısı; aslında hayatımızı kurtarma kudretine sahip!
Ç
evre için direnenlerin tarihi aslında Sanayi Devrimi ile başladı. Çünkü sanayileşme beraberinde tüketimi ve geri dönüşü olmayan zararları da getirdi. Ürettikçe tüketim hızını da artıran endüstri toplumları, kâr odaklı zihniyetler doğurdu. Kaynakların sınırsızmışçasına kullanılmaya başlanması; sayıları gittikçe artan insanlara kaynakların aslında sınırsız olmadığını, canlı hayatı durdurabilecek bir potansiyel yarattığını da gösterdi. Yaşadığımız gezegende herkes rant peşinde koşmuyor. Elbette pek çok insan ekolojik bir perspektif kazanmaya başladı ve sayıları gittikçe artıyor. Nükleer enerji, HES, köprü ile modernleşelim derken, aslında geleceğimizi kaybettik; vitrinde çok modern fakat gerçekte M.Ö. 123 yılında kalmış gibiyiz. Buna bir dur demek isteyen insanlar, evet, gittikçe artıyorlar. Peki, dünyadaki sınırsız kaynak rüyası ile sürekli tüketime odaklanmış zihniyetin değişimi nerede başladı? Kırılma noktası neydi? Kimdi bu büyük yürekli insanlar?
16 • Gaia Dergi • Haziran 2015
F
reiburg, Almanya’nın güneybatısında bulunan BadenWürttemberg Eyaleti’nin dördüncü büyük şehri. Kara Orman’ın batı yakasından Ren ovasına uzanan Freiburg, ılıman iklimi ile ünlü. Fransa’ya 25 km ve İsviçre’ye 60 km uzaklıktaki bu şehir bugün yemyeşil ve yenilenebilir enerji ile dolup taşıyor. Freiburg “Güneşin Başkenti” olarak adlandırılıyor. Tertemiz bir havaya, yemyeşil bir doğaya sahip olması ve yenilenebilir enerji kullanması Freiburg’u güneşin başkenti yapan etkenlerin sadece bir kısmı. Bunu daha iyi anlayabilmek için dünyanın ilk büyük çaplı ses getiren çevre direnişini ve kazanımlarını anlatacağım şimdi sizlere. 1970 yılında Batı Almanya Hükümeti, 17 tane yeni nükleer santral kurma kararı aldı. Bu santrallerden biri de Freiburg’un 30 kilometre ilerisinde bulunan Wyhl kasabasında kurulmak istendi.
ncak Freiburg halkı bu karara büyük bir tepki gösterdi. 1975’te Wyhl bölgesine kurulmak istenen santral için büyük bir mücadele başladı. Yapılmak istenen diğer nükleer santrallerden Brokdorf bölgesindeki inşaat alanında polis ve nükleer karşıtları arasında büyük çatışmalar çıktı. 1977’de 50 bin insan nükleer karşıtı bir protesto düzenledi.
Güneş Şehri: Freiburg!
1979 yılında Amerika’da yaşanan Three Mile Island nükleer kazasının ardından 100 bin insan Gorleben’de bulunan santralin yeniden çalışmasına karşı protesto düzenledi. Yıl 1979 olduğunda nükleer karşıtı gösteriler oldukça hız kazanmıştı. 150 bin kişi düzenledikleri eylem ile ülkedeki tüm nükleer santrallerin kapanması istemiyle Bonn bölgesindelerdi.
Savaşın ardından gelen sürdürülebilir şehircilik
Bir sene sonra 5 bin kişiden oluşan bir nükleer karşıtı grup Gorleben’de inşa edilmesi planlanan santralin inşaatını bastı. Artık olaylar sertleşiyordu, 1981’de Brokdorf bölgesinde çıkan ayaklanmalarda 100 bin nükleer karşıtı insan 10 bin polis ile çatıştı. 1984’te yine binlerce nükleer karşıtı aktivist Gorleben’e giden tüm yolları yaklaşık 12 saat süresince kapattı. Hız kesmeyen nükleer karşıtı eylemler 1986 yılına gelindiğinde 100 bin kişinin Wackersdorf’daki Bayvera Köyü’ne kurulması planlanan santrale karşı gösteri düzenlemesi sonucunda Alman Hükümeti de geri adım atmak zorunda kaldı. Hükümet en azından Freiburg’daki santral inşaatını durdurdu. Freiburg’un “sürdürülebilir şehir” olma yolundaki ilk adımı da bu direniş oldu. II. Dünya Savaşı’nda oldukça büyük bir yıkım yaşayan Fransa sınırındaki bu küçük şehir, nükleeri yani bir faciayı daha kabullenebilecek karakterde değildi. Nitekim Freiburglular, 1986 yılında Çernobil felaketinin ardından alternatif enerjiye yönelme kararı aldı ve ilk kez “yerel enerji planını” ortaya koydu. Ülkede yüz binlerce insan nükleer karşıtı eylemler düzenledi; Çernobil bir faciaydı ve Almanya halkı böyle bir facia ile yüzleşmek istemiyordu.
2011 Mart ayında Fukuşima’da yaşanan nükleer felaketin ardından Almanya’da yüzden fazla bölgede her pazartesi günü 100 binlerce insan nükleer enerjiyi protesto etti. 26 Mart 2011 tarihinde 250 bin insan dört farklı şehirde (Berlin, Cologne, Hamburg, Münih) gösteriler düzenledi. 31 Mayıs 2011 tarihinde Başbakan Angela Merkel’in koalisyon hükümeti, 2022 yılına kadar Almanya’nın nükleer enerjiyi terk edeceğini duyurdu.
Freiburg’un her yeri güneş panelleri ile kaplı. 1972’deki Whyl direnişine de katılan ünlü mimar Rolf Dish, yeni bir mimari anlayışla yaptığı “Plus Enerji Evleri” sayesinde ev başına yılda 3 bin euro tasarruf yapılmasını sağladı. Evlerin yapımında karbon salımı sıfır olarak hedeflenirken, malzemeler de doğaya zarar vermeyenlerden seçildi.
Freiburg geçirdiği “Soğuk Savaş” döneminin ardından şehirden ayrılan 6 bin Fransız askerinden açılan yerleri halka açtı. Buralarda bundan böyle “sürdürülebilir şehircilik” hâkim olacaktı. Eskiden askeri üs olan Vauban, “pasif enerji evleriyle” dolu yemyeşil bir semte dönüştü. Yani kendi kendini ısıtabilen evler! Tramvay yollarının bile çimle kaplı olduğu bu semtte betona geçit yok!
Enerji üretimi bu köyden sorulur! Freiburg’un kuzeyinde bulunan Freimant Köyü, lokalize enerji üretiminin en başarılı örneği. Köy halkı, ihtiyacı olandan yüzde 40 daha fazla yani yılda 13 milyon kWh enerji üretiyor ve bu fazla enerjiyi devlete satarak iyi bir gelir elde ediyor. Pek çok enerji üretme yöntemi olan köyün en ilginç yollarından biri ise hayvan atıklarından elde edilen enerji. 90 günlük sürelerde mısır koçanları ile harmanlanıp fermante edilen hayvan atıkları ile üretilen enerji, hem jeneratör yoluyla köyün ısınmasını sağlıyor hem de elektrik üretiminde kullanılıyor. Ayrıca elektriğin çoğu da samanlıkların üzerine yerleştirilen güneş panelleri ve dörtt rüzgar gülü üretiliyor.
Bu HES, Başka HES Freiburg’un yan komşusu Dreisam Nehri’nin hemen yanında yeşillikler içindeki kulübe ise bir HES. Fakat bu HES bizimkilerden biraz farklı. Türkiye’de HES işletme mantığı; derelerin akış yolunun değiştirilerek bir boru içine hapsedilmesi ve hapsedilen suyun yüksek bir yerden bırakılmasına dayalı. Yüksekten gelen hızlı su ise türbinleri döndürerek enerji sağlıyor. Freiburg’lular ise suyun gücünden de faydalanmayı düşünmüş: “Arşimet Burgusu” antik çağlardan beri suyu aşağı seviyelerden yukarıya çıkartmak için kullanılır. Burada ise sistemi ters yönde çalıştırarak her burgu bölümünde daha da fazla artan bir güç elde ediliyor. Bunun için nehir, 3 metre aşağıya düşürülmüş. Bu düşüşün balıklara zarar vermemesi için de taşlardan setler yapılmış. Böylece hem şık bir görüntü elde edilmiş hem de balıklar için küçük yapay resifler sağlanmış. Temiz enerji çalışmalarından da anlaşılacağı gibi Freiburg halkı temizliğe oldukça önem veriyor. Sıkışık trafikli, bol araçlı, hava kirliliğinin hâkim olduğu şehirlere karşı Freiburg’un trafiksiz, temiz ve bisikletli yollarıyla trafik
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 17
Freiburg, dünyanın güneş gücüne sahip ilk futbol takımının da sahibi. Almanya 1. futbol ligindeki Freiburg FC takımının stadı “Mage Solar Stadium” dünyanın temiz enerji üreten ilk stadı. Ayrıca şehrin her yeri güneş panelleri ile dolu. Şehir çöplüğünden enerji üretiliyor, çöplükten gelen bu enerji bin ailenin enerji ihtiyacını karşılıyor. İlklerin ve temiz enerjinin başkenti Freiburg’un başarıları saymakla bitmez. Dünya’nın en büyük çevre direnişi diyebileceğimiz Freiburg Direnişi çok büyük kazanımlar getirerek yaşanılabilir bir hayat için temiz ve doğaya saygılı olunması gerektiğinin de kanıtı haline geldi. 14 Ekim 1979’da Bonn Hofgarten’da gerçekleşen nükleer karşıtı gösteri.
Fotoğraf: Hans Weingartz
Türkiye’nin en büyük ölçekli çevre direnişi:
Gezi Parkı! 2013 yılının Mayıs ayında, İstanbulluların nefes alacağı bir avuç kalan yeşil alandan en merkezi konumda olan Gezi Parkı büyük bir tehditle karşı karşıya kaldı. Ağaçların kesilip yerine Topçu Kışlası ve alışveriş merkezi yapılacağı haberleri alınınca bir dayanışma ağı kuruldu kendi kendine. Yüz binlerce insan tek ses bağırdı, Gezi Parkı betonların arasında yaşamaktan sıkılan, hafta sonları alışveriş merkezlerinde boğulan insanlar tarafından bir kaçış yolu olarak tutuldu, korundu ve savunuldu.
Dilbilimci ve Siyasetçi Noam Chomsky, Taksim Gezi Parkı Direnişi hakkında kamuoyuna, hazırladığı bir video kaydında düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “Bugün İstanbul sokaklarında ve Türkiye’nin dört bir tarafında yaşanmakta olan olaylar, her şeyden önce halk kitlelerinin baskıya, şiddete karşı, sermaye çıkarları doğrultusunda toplumu değiştirerek onurlu bir yaşam hakkının büyük ölçüde yok sayılmasına karşı nasıl mücadele edilebileceğine karşı ilham verici bir örnektir. Başlangıçta bu direniş, İstanbul’un merkezindeki halka açık son alanın, bir yandan tarihi kışla ve cami yapımı, diğer yandansa ticarileşme ve kentsel dönüşüm adına talan edilmesi, ayrıca şehrin geleneksel karakterinin yok edilmesi girişimine tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, artık daha geniş mücadele alanlarına yayılmaktadır. Şu anda Türkiye’de yaşanan olaylar, mümkün olan en güçlü desteği hak eden bir fırsat ve umut ışığıdır. Bu mücadelede ön saflarda yer alanlara insan ancak hayranlık duyabilir ve kendilerinin bu son derece haklı ve anlamlı mücadelelerinde mutlaka başarıya ulaşmalarını temenni edebilir. Ben de bir çapulcuyum. Her yer Taksim, her yer direniş!” Fotoğraf: Mstyslav Chernov
sorununun yanında hava kirliliğinin de çözülmüş olması oldukça cazip. Trafik ve ona bağlı artan hava kirliliğine de çözüm bulan Freiburglular, bir trafik yönetim planı ve bisiklet yolu ağı oluşturmuşlar, hem de 1969 yılında, yani savaşın hemen ertesi. 70’li yılların başından beri her 10 yılda bir güncellenen trafik planı şehirde trafiği azaltmayı hedefliyor. Merkezler şehir içinde toplanırken, şehrin dışı tamamen yeşilin hâkimiyetine bırakılmış. Freiburg’da 400 km’lik bir de bisiklet yolu var. Şehrin ulaşımdaki 2020 hedefi ise yüzde 24 yaya, yüzde 27 bisiklet, yüzde 20 toplu taşıma (tramvay) ve yüzde 24 araçlı trafik. Hız sınırı birçok caddede 30 kilometre. Araçlar yürüme hızını geçmediği için çocukların caddelerde oynaması serbest. 1973’ten bu yana şehir merkezi araç trafiğine kapalı. Duraklar arası mesafenin 500 metre olduğu şehirde 7,5 dakikada bir tramvay bulmak mümkün.
Ö
ncelikle Türkiyeli halklar doğaya sahip çıkılmadığı takdirde neler olabileceğini anladı. Birlik olundu ve tek ses halinde bir elin yapamadıklarının iki el olunca nasıl yapılabileceğini gördülek hep beraber. Bu ilk denilebilecek ölçekteki direniş, kayıplar da verdi. Gezi Parkı Direnişi süresince polis ile protestocular arasında yüzlerce çatışma çıktı. 79 ilde yapıldığı bildirilen bine yakın eylemde yaklaşık 2,5 milyon insan bulundu. Olaylar sonucunda 8 sivil ve 2 güvenlik görevlisi; Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, polis komiseri Mustafa Sarı, polis memuru Ahmet Küçüktağ, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif, Elif Çermik hayatını kaybetti, 8,163 kişi yaralandı. Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) yaptığı
18 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gezi Parkı eylemleri 27 Mayıs 2013 yılında başladığı günden itibaren çok çeşitli kazanımlar ve verilen kayıplar ile aslında hâlâ sürmekte. açıklamaya göre; 12 Haziran itibari ile olaylar esnasında tazyikli su, kısa mesafeli biber gazı atışları ve plastik kurşunlardan dolayı 7 bin 478 kişi yaralandı. Ayrıca 91 kafa travmasına uğrayan 10 gözünü kaybeden ve 1 de dalağı alınan vak’a mevcut. Bunların yanında Gezi Türkiye’de alışılmışın dışında bir mizah ve sanat anlayışını da görünür kıldı. Apolitik olarak yargılanan genç nesil aslında her şeyden ne kadar da haberdar olduğunu, savaşmak arzusunda değil, çözüme yönelik sürdürülebilir bir arayış içinde olduklarını gösterdiler. Gezi Direnişi süresince kayıplara rağmen yıkılmayan bir dik baş devamlı bir mizah üretimindeydi.
Ö
rneğin; Gezi Parkı’nı iş makinelerinden korumak için parkta bulunanlar park dışına çıkarıldı. Eylem yapmak yasaklandı. Bunun sonunda Duran Adam ortaya çıktı, onu kitap okuyan insanlar takip etti. Polis memurlarına çiçek veren eylemciler ile meclisteki neredeyse tüm partilerin destekçileri aynı sokaklarda buluştu. Gezi Direnişi’nden sonra Türkiye’de insanlar sanki ekosisteme, doğal hayata ve az kalan yaşanılabilir yerlere gidenlerin yadigârı, bir emanetiymişçesine sahip çıkmaya başladı. Gezi’yi takip eden aylarda belli bir kesimin doğaya ilgisi ve sevgisi arttı. İnsanların “bazıları” çok daha düşünceli iken bazıları vazgeçmedi beton fikirlerinden. Ancak Gezi ışıklı tünelin girişi oldu ve bunu hiçbir beton fikirli değiştiremedi, değiştiremeyecek.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 19
Tola ile Şelenga, birleşir dökülürmüş, Suların kavşağında, bir ada görülürmüş. Adanın ortasında, bir tepe göğe ermiş, Tepenin tam üstünde, bir de kayın göğermiş. Gün olmuş zaman olmuş, bir ışık peyda olmuş, Işık gökten inince, kayın da nurla dolmuş, Ne zaman ki gün batar, ışık gökten inermiş, Kayından sesler çıkar, herkes müzik dinlermiş. Bunu duyan Uygurlar, hep birden şaşırmışlar, Bu durumu görenler, aklını kaçırmışlar. On ay on gece kayın, ışık ile sarılmış, Bir gün tam şafakleyin, kayın birden yarılmış. Beş güzel çocuk çıkmış, kayının ortasından, Gözleri kamaştırmış, bakmışlar arkasından. Gün olmuş zaman olmuş, hepsi kocaman olmuş, Küçükleri ‘’Böğü Han’’, Uygurlar’a Han olmuş.
KAYININ MİTOLOJİK MASALI Gaia’nın sayfalarına, “kayın”ın saçlarıyla yazmak; sana merhabalarımın en heyecanlısı! Yeryüzünün melodisi tam kadro resitallerle çınlarken kulaklarımda, parmak uçlarım ile basıyorum toprağına... Kıpır kıpırlığımı mazur görmen temennisi ile arzum, gezegenin kutsalını anlatmak sana; yeşilin izni var ise şimdi başlıyorum tabiattan şarkılar fısıldamaya! Kuzey Yarımküre’nin nemli, serin ve ılıman bölge sakini kayın ağacı, geçmişten günümüze hep ‘’özeli’’ oldu insanlığın. Anadolu coğrafyasına sekiz türünden ikisini armağan edip, mistik hikâyelerin en güzellerini sakladı çatlaksız gri kaplı gövdesinden, ince dallarına; kenarları tırtıklı yapraklarından köklerine kadar. Kadim kültürlerin en derinlerine kadar işlemiş olması tesadüf olmadığı gibi Anadolu ve Asya topraklarında süren namı da boşa değildi tabii ki. Tüm insanlık, kendi mitolojik oluşum sürecini olağanüstü kurgular ve renkli bileşenlerle harmanlarken, kayının kader çizgisi elbet beşeriyet ile kesişti. İnançlarda bulunan kozmolojik yaklaşımların analizi, arkaik insanın yaratıcı anlayışındaki ipuçlarına ulaşmak için gerekli adım sayılabilir! Oluşmuş ve oluşmakta olan her birikim, toplumun dünya algısı ve akabinde kendini anlamlandırma yahut bir yere yerleştirme dileğiyle birlikte kutsallarını yaratması sürecinde meydana gelmiştir. Dinler ve mitolojiler tarihi incelendiğinde ‘’ağaç’’ figürünün her kültürde ‘’kutsal olan’’a tekabül ettiğinin görülmesi oldukça olası olup, didiklemesi; kurcalaması hayli keyifli bir konudur. Kozmik ağaçlar, evrenin yeryü-
20 • Gaia Dergi • Haziran 2015
zü yansımaları şeklinde ele alınmış ve yüce olanı doğaya atfetme bilinci ile ‘’kült motif’’ mertebesine varmıştır. Yüzyıllardır gençliğin, canlılığın, bereketin, tanrısallığın simgesi olmaları; mevcut ekolojik sistem içerisinde arz ettikleri önem ardından insan türünün bir teşekkürü olabilir. Dünya üzerindeki birçok coğrafya, ağaçların içinde saygı duyulması gerekilen bir ruh olduğunu kabul etmiş ve döngüdeki vazifesine hayran kalmışlardır. Çin geleneklerinin, dalları semayı kaplayan ağacı Kiyen Mu; dokuz dallı, dokuz köklü, dokuz göğe ve dokuz kaynağa dokunan bir ağaç olup ölülerin diyarını, içinde bulundurmaktadır. İskandinav mitolojisinde ise Askr isimli erkek, Embla adında dişi ağaçtan söz edilir ve yine Kelt mitolojisinde geçen üç köklü ağaç etrafında toplanan Tanrılar Meclisi söz konusudur. Bahsi geçen ağaç üç köklüdür ve bu köklerden biri devler diyarına, diğeri cehenneme ulaşırken sonuncu kök, insanlar dünyasına gider. Dünyanın mutluluğunun bağlı olduğu ilk ağaç kuzeyde de derin anlamlara sahiptir. Japon, İran, Mısır, Kafkas inanışlarındaki gibi ağaçların kültürler cümbüşüne kattığı renk büyüleyicidir. İslamiyet öncesi Türk var oluşu da, Animizm ve Totemizm
ışığında olup Tengricilik ekseninde sürdürdüğü yaşamı süresince; ağaçlarla yakın ilişkiler içerisine girmiştir. Sosyo-kültürel temaların toprak ile dansına şahit olunabilecek bu ilişkiler çam, söğüt ve dut ağaçlarının yanı sıra kahramanımız kayının odağında gelişir. Altay, Çuvaş, Yakut, Moğol ve Macar mitolojilerinde yahut Şamanizm’de süregelen ‘’Ulukayın’’ inancı, sağlam ve renkli bir mistizm ile temellendirilirken, toprak ve insan arasındaki bağın yegane ihtişamını yansıtır. Türk Altay mitolojisindeki yaratıcı Tanrı Kayra Han, yeryüzünü yaratırken dünyaya bir ‘’Ulukayın’’ı dikmiştir. Koca kürenin tam merkezinde olup, dalları ile tuttuğu gökyüzü ile altından yaşam suyu akan kökleriyle sarıldığı yeryüzünü birbirine bağlar. Her dalı altından yetmiş yapraklı tanımlanırken, dallarından biri güneşe diğeri ise aya kadar uzanır. Çiftbaşlı bakır tırnaklı kartal Öksökö, Ulukayın’ın etrafında dönerek uçar ve bazen ise tepesine konar. Dokuz boy (Türkler’in dokuz kavmi veya yeryüzündeki dokuz büyük insan ırkı) bu ağacın dokuz dalından türemiştir. Ana Tanrıça Umay Ana, bu ağaca sahiplik eder. Âlemler arası yolculuğunda, dünyaya inmek için kayını kullanır. Ağacın en tepesinde Kayra Han’ın oğlu, iyilik tanrısı Ülgen, içerisinde ise Doğum Tanrıçası Kübey yaşar. Oldukça kalabalık nüfusa sahiplik ettiği söylenebilecek Ulukayın’ın dev cüssesi aralığında, insan ruhları ağacın o dalından bu dalına uçar durur. Uygurlarda ağaç, hakan ve hakan soyunun simgesi olup, Uygur kozmolojisinde Kayın Ağacı ve Selvi Ağacı birleşerek bir budak oluşturur. Bazı kaynaklara göre bu budaktan, bazı kaynaklara göre ise bir kayın ağacının gövdesinin ansızın yarılması sonucu beş küçük çadır, beş küçük odacık, her odacığın içinde ise bir çocuk çıkar. Doğan beş çocuk; Sonkur Tekin, Kotur Tekin, Tükel Tekin, Or Tekin ve Bügü Tekin; kayın ağacından türeyiş kurgusunun bilinen en keyifli örneklerindendir. Şamanist gelenek, yeryüzü ile gökyüzü arasındaki hayat ağacını; anne karnındaki bebek ile anne arasındaki göbek kordonuyla eş görür ve rutininde yaşamsal önemine değinir. Şamanlık’ta kutsal olan, ‘’Bay Kayın’’ motifi, bütün dini kültürel ayinlerde kullanılmıştır. Şamanlar ve Şamanizm etkisinde gelişen inançlar, Tanrılar’a ulaşmak için köprü gördükleri yüce kayınlara ilahi anlamlar yüklemiştir. Yaşayan ve yaşatan ağaçlar, toprakla henüz iç içe varlığını devam ettiren bu insanlar için nankörlük edemeyecekleri bir hal almıştır. Mevcut ‘’ağaca zarar verme veya ağacın kesilmesi sakıncalılığı’’, Şaman diyarlarda tüm rüzgârlarını estirmiş olup, bunun ciddi bir günah olduğu kanısı hâkimiyet elde etmiştir. Altay Şamanizmi kayıtlarında, kayın ağacının yele gibi uçuşan yaprakları arasından inip, yeni doğmuşlara isim veren aksakallı yaşlı insan motifleri görmek mümkündür. Yine Altay Şamanları’nın uçuş deneyimlerinde, son gök katına varılabilmeleri, kayın (hayat) ağacına tırmanması ile ifade edilir.
Sibirya’da Şaman çadırlarının ortasındaki kayında yapılma direk yerin eksenini ve yaşam ağacının öğretilerini temsil eder. Şifacı kadın kayın Yaratılış sezilerinin, güçlü geleneklerin ve renkli mitlerin etrafında şekillendiği kayın ağacı, ünlü dil bilginimiz Hasan Eren’in kanaatinde, kelime olarak ‘’kadın’’dan türemiştir. Yakutlar’da ‘’xatın’’, Çuvas Türkçesi’nde ise ‘’huran’’ şeklinde geçmesi, başka bir kutsal olan doğurganlığın, ‘’mit’’in kaynağına dönüşmesi halidir. Kayın ağacının gövdesinden çıkan özsuyu, süt kıvamında olup adeta kayının yahut kadının doğadan aldığıyla yeryüzünü beslemesi zincirine tekabül eder. Anaerkil dönemler süresince, dişil ilke ile bağdaştırılan şefkat ve fedakârlık; Şorlar ya da Teleutlar ağzından ‘’kaynıng sünezi’’ ile mitolojiye giriş yapar. Kayın ağacının bu özsütünün iyi geldiği mide rahatsızlıkları ve dahası, külünün kullanım alanı geniş geleneksel ilaç yapımları için ham madde sağlaması özellikleri ile ‘’Neden kayın ağacı?’’ sorularını cevaplayabiliriz. Kayın ağacı, alternatif tıp diyarının ilk yardım çantası olmaktan pek hoşnut bir yer alır tarih sahnesinde. Onarma gücündeki kudret ve besleyen esirgeyen yapısındaki anaç tavırları; mevcut konumu için müteşekkir olduğu etmenlerdir. Ormanlar dolusu ritüel Tatarlar’da, ölmüş bir çocuğun toprağa verilmesinden önce kayın kabuklarıyla sarılması geleneği, Şamanizm’de, Şaman’ın kendine temsil eden ağaç içine gömülmesi ritüeli ile benzerlik taşır, ‘’güç ve ebedi yaşam’’ inancı ile gerçekleşir. Şamanik yolculuklarda, göğe çıkmak isteyen Şaman belli sayıda basamaklar oyulmuş kayın ağacına tırmanıp, tanrılara yahut atalarına ulaşır. Hâlâ sürmekte olan ağaçlara renkli çaputlar bağlama işlemi ise Şamanlar’a yolculuklarında yol göstersin diye kayınları işaretleme ile doğmuştur. İnsanların kayın ile kurdukları bağ, yüzyıllardır kendini korumakta olup, günümüze yansıyan birçok inanç, yöntem ve totem yüce kayının izlerini taşır. Pastoral boncuklarla dallara dizilmiş kayın kültürü, adeta ormanın tadını verir. Geleneklere büyülü tohumlarını döken kutsal ağaç kayın dünya topraklarında masallar okur durur. Doğal işleyişin saygı gördüğü zamanlardan bu güne tabiattan şarkılar söylemiş, yeryüzündeki eşsiz döngünün rüzgârıyla sallanan yaprakları iyi dileklere yol olmuştur. Ormanın annesi, eko farkındalığın yerel temellerini atarken; tüm bunların başında kendini topraktan soyutlayan insanların asla hissedemeyeceği bir ruha sahiplik eder ve muhteşem grileşmelere ne de yeşil sarılır öyle!
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 21
Amerika’nın En Uzun
Soluklu Hippi Komünü:
The Farm
Bir zamanlar Amerikan ordusunda bahriyeli olarak görev almış Stephen Gaskin tarafından 1971 yılında kurulan The Farm komünü, Amerika’nın en uzun soluklu hippi komünüdür.
* Acid Guru: LSD adı verilen halüsinojen konusunda fazlaca bilgi sahibi olan kimse. ** Earthships: Geri dönüştürülen malzemeler kullanılarak inşa edilen çevre dostu ev. Stephen Gaskin ve The Farm’ın Öncesi
S
tephen Gaskin, 16 Şubat 1935 tarihinde Kolorado Eyaleti’nin Denver şehrinde yaşama gözlerini açmış bir aktivist, yazar ve etkileyici bir konuşmacıydı. Amerika’nın en eski komünlerinden birini günümüze kadar getirebilmek, hiç şüphesiz iyi bir hitabet yeteneğine ihtiyaç duymaktaydı. 1952-1955 yılları arasında Amerikan ordusunda bahriyeli olarak görev alan Gaskin, daha sonraları San Francisco’ya taşındı ve dönemin önemli politikacılarından Samuel Ichiye Hayakawa’dan eğitim aldığı San Francisco Eyalet Üniversitesi’nde İngilizce, yaratıcı yazarlık ve genel anlambilim öğrendi. Daha sonraları, verdiği yaratıcı yazarlık derslerine katılan öğrenci sayısı bin 500’ü buldu. Anlatılana göre, katılan öğrencilerin pek çoğu hippi yaşam tarzına sahip olan bireylerdi. San Francisco Körfez Bölgesi’nden
22 • Gaia Dergi • Haziran 2015
derslere katılan öğrenciler, Gaskin’i “acid guru*” olarak isimlendirdi. Sebebine gelecek olursak; Gaskin, derslerinde ekolojik bilinçlenmeyi ve psikedelik uyuşturucuları kullandıktan sonra yaşadığı deneyimleri paylaşırdı.
Yolculuk başlıyor 1970 yılında Gaskin kendini, günümüzün en uzun ömürlü hippi komününü kuracağı Tennessee Eyaleti’ne giden yola başlarken buldu. Yaklaşık 60 adet karavanın bir parçası olarak katıldığı ekip ile tarihin en çok konuşulan komününü kuracaklardı. Gaskin’in önderliğinde bir araya gelen “çiçek çocuklar”, ortak gayelerini yenilikçi ve işlevsel bir topluluğa dö-
nüştürmeyi hedefliyorlardı. Bir başlangıç noktasına ihtiyaçları vardı. Bu başlangıç noktasını ilk başta Kaliforniya olarak düşünseler de maliyetin oldukça yüksek çıkması, rotalarını ABD’nin merkez bölgesindeki eyaletlere çevirdi. Tennessee Eyaleti’nden 75 bin dolara satın aldıkları yaklaşık 300 hektarlık alan, bu maceranın başlangıç noktası olacaktı. San Francisco’dan başlayan yolculuk Tennessee’ye vardığında komünün üyeleri ilerici düşünen bir topluluğa dönüşmüştü. Bir amaç doğrultusunda birleşen özgür ruhlu insanlar; şiddetsizlik, ekolojik yaşam ve sadelik gibi değerleri tüm dünyaya yaymak ve ütopyalarını gerçekleştirmek istiyorlardı. Topluluğun her bir üyesi materyalist yaşamdan uzak olacağına yemin etti ve hayalini kurdukları yaşama, Farm’da başladı.
The Farm’ın Arka Planı
K
omündeki insanların pek çoğu, arazide bulunan kum, saman ve kil materyallerini kullanarak kendi evlerini inşa ettiler. Evler, günümüzde earthships** olarak da bilinen yapılara oldukça benziyordu. The Farm komününde doğum kontrol hapları, içki, tütün ve hayvansal ürünler yasaklandı. Ellerinde bulunan bütün zenginlikleri, inandıkları yüksek bilinci yakalama gayesi ile takas ettiler. Otobüsten bozma evlerde, ordu çadırlarında ve inşa ettikleri evlerde yaşamaya başladılar. Grubun kurucu üyelerinden bazıları, toplu evlilik uygulamasına itikat ediyordu. Komünün ilk dönemlerinde en çok görülen sosyal yapı, dört kişilik grup evlilikleri olsa da bu evliliklerin hiçbiri beş yıldan uzun sürmedi.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 23
A
ile kavramı, komünde oldukça önemliydi. Evlilik öncesi seks, komün içerisinde doğru bir davranış olarak görülmüyordu. Bu yüzden, toplulukta yaşayan çiftlerin pek çoğu evliydi.
Evlilik öncesi seksin nasıl olur da böylesi özgürlük vaadeden topluluklarda problem yaratan bir şey olduğunu merak ediyorsanız, cevap oldukça basit. Hippi komünleri genel yapısı itibarıyla tinsel bir arkaplana sahiptir. Hinduizm, Budizm ve ağırlıklı olarak Hristiyanlık gibi dini gruplara kendilerini ait hisseden hippiler, yaşamın ahlak boyutunu genellikle dini temellendirerek ele alırlar. The Farm komününde de durum aynı parallellikte ilerlemiş. Stephen Gaskin komünün sadece kurucusu değil aynı zamanda dini lideriydi. Gaskin’in öğretilerini araştırdığımızda ulaştığımız sonuç ise onun Doğu dinleri ve Hristiyanlık’ın harmanlandığı bir dini inanışa sahip olması.
Yeniden diriliyor
THE FARM’IN
Tarihler 1980’lerin başını gösterdiğinde komünde bazı problemler oluşmaya başladı. Kontrolsüz doğumlar yüzünden artan genç nüfusu beslemek ve barındırmak, komünün ekonomik yapısına darbe vurdu. Çocuklarda görülen hastalıklar ve akabinde oluşan memnuniyetsizlikler, işlerin yolunda gitmediğinin işaretçisiydi. Komünün istediği şeylerden biri, devletsel bir iç yapı kurmaktı; ancak birkaç başarısız denemeden sonra kâr amacı gütmeyen bir vakıfa dönüştüler. Bu sayede vakfın üyeleri, sonraları ihtiyaç durumunda kullanabilecekleri finansal desteği sağlayabilmeyi başardılar. Her ne kadar komün eskisi kadar güçlü olmasa da yeni katılanlar maddi yardım yapabiliyor ve komünün eski gücünü toplamasına yardımcı oluyordu. Yaklaşık 400 bin dolarlık borç bir şekilde kapatılmış ve eski barış dolu ortam yeniden tesis edilmişti.
S
ÖĞRETİSİ
tephen Gaskin’in 1 Temmuz 2014’te yaşama veda etmesinin ardından ayakta durmaya devam eden The Farm komünü, 150 insana ev sahipliği yapıyor. Toplulukta yaşayanların pek çoğu, kuruluş tarihinden beri bu topraklarda. Farm Hafta Sonu Tecrübesi adı altında yılda iki kez düzenlenen etkinliklere katılan ziyaretçiler buradaki yaşam hakkında bilgi sahibi olabiliyorlar. Komünün mentalitesi ise herhangi bir değişikliğe uğramadan özüne bağlı bir şekilde varlığını sürdürüyor; ancak komünden ziyade kooperatif bir topluluğa dönüşmüş durumdalar. Stephen Gaskin’in hayatını kaybetmesinden sonra komün ruhunun kaybedilmemesindeki en önemli etkeni Gaskin, zamanında şu şekilde özetlemiş:
“Ben bir öğretmenim, lider değil. Eğer lideriniz ölürse artık lidersiz ve kayıp bir toplumsunuzdur; ancak öğretmeniniz ölürse, onun öğrettiklerinden kendine yeni bir rota çizme şansınız mevcut.”
90’lı
yılların başında, topluluk eski gücünü kazanmayı başardı. Komünün bir zamanlar sahip olduğu gayeler ve amaçlar yeniden bir zemine oturtuldu. Ekoköy Eğitim Merkezi isimli kurulan tesis sayesinde komünde yaşayan insanlar; güneş enerjisi, biyoyakıt gibi konularda bilgi sahibi olabilecekti. Aynı zamanda doğa dostu malzemeler ve yeni inşaat teknikleri hakkında eğitim göreceklerdi. Komünün kendisine ait bir çalışma ekibi bulunmakta ve bu ekipte olanlar çeşitli görevlerde uzmanlık sahibiydiler. Alternatif enerji, çiftçilik, iletişim, yapım & yıkım işleri, fırıncılık ve ambulans servisi gibi alanlarda görev alan bu ekip, daha sonraları bir de yayıncılık merkezi inşa etti. Stephen Gaskin’in ve komün üyelerinin kitaplarının basıldığı bu merkezde, Stephen Gaskin’in eşi Ina May Gaskin’in anne şefkati ve doğum sırasında güvenlik ve
24 • Gaia Dergi • Haziran 2015
başarı oranlarını anlatan ve dünyaca bilinen Ruhani Ebelik isimli kitap da basıldı. Ina May Gaskin, 1971 yılında kurulan The Farm komününün kurucularından ve Stephen Gaskin’in dördüncü eşi. Ina May Gaskin ve komündeki diğer ebeler Amerika’daki hastane dışı ilk doğum merkezlerinden birini kurdular. Kurdukları bu doğum merkeziyle birlikte, komünde yaşayanların, ebeliğe teşvik edilerek aktif rol oynamaları sağlandı. May Gaskin, yazdığı ve Türkçe’sinin Sinek Sekiz Yayınevi’nden basıldığı Ina May’in Doğuma Hazırlık Rehberi adlı kitap ve Güvenli Doğum Projesi’nin kurucusu olarak fikirlerini dünya yayması sayesinde, doğal doğum fikrini yeniden yeşertip doğum sırasında ölen kadınların ölüm oranına dikkat çekti.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 25
GARY YOUROFSKY: VEGANLIK HERKES IÇINDIR!
Sizce kişinin vegan olduktan sonra, yeni bir eşya alması israf olacağından, vegan olmadan önce edindiği hayvanlardan elde edilmiş eşyalarını hâlâ kullanıyor olması yanlış mıdır? Hayır; çünkü zarar çoktan verilmiş. Vegan olurken üç seçeneğimiz vardır: Ya sahip olduğumuz hayvanlardan elde edilmiş bütün eşyaları evsiz insanlar için bir hayır kurumlarına vereceğiz ya eşyaları kullanmaya devam edeceğiz; fakat yeni bir hayvansal eşya edinmeyeceğiz ya da hepsini çöpe atacağız. Kişisel olarak ben, gerçeği farkettikten sonra üzerime asla bir hayvan derisi giyemedim. Yani, ikincisi benim için bir seçenek olamaz. Vegan olmaya ek olarak hayvan özgürlüğü için önemli başka neleri sayabiliriz? Öldürülen ve istismara uğrayan hayvanların yüzde 98’i et, yumurta ve mandıra üretimi sırasında gerçekleşiyor. Bu sebeple de veganlık, hayvan haklarının en önemli bileşeni. Bunun dışında deney hayvanı kesimini, rodeoları, hayvanat bahçelerini, hayvanların giyim sanayisinde kullanılmasını ve avcılığı, ayrıca at yarışı ve hayvan dövüşlerini de durdurmalıyız fakat bu saydıklarım, öncelikle vegan bir dünyaya adım atılarak daha kolay yapılabilir. Sizce veganizmin var olan sisteme bütünüyle karşı olması gerekiyor mu? Bir kişi hem sistem dâhilinde yaşayıp hem vegan olabilir mi, yoksa veganarşist olmak mı seçilmeli? Veganizm herkes içindir. Yani bir insan kapitalist ya da anarşist olabilir. Hristiyan, Musevi, Müslüman, Budist, Hinduist ya da Ateist olabilir. Siyah, beyaz, Asyalı, Latin veya yerli halklardan olabilir. Kürtaj karşıtı ve yanlısı, silah karşıtı veya yanlısı, demokrat, cumhuriyetçi veya bağımsız da olabilir. Etnik köken, dini yönelim veya politik görüşlerin hiçbiri, bu akşam yemeğinde hamburger yerine vegan burger yemenizle ilişkilendirilemez.
Amerikalı hayvan özgürlükçüsü Gary Yourofsky, veganizm konusunda dünya çapında konferanslar verdi. Hayvan hakları için pek çok kez tutuklansa da asla pes etmedi. 2010 yılında Georgia Tech’te düzenlediği hayvan hakları ve veganizm konulu konuşması, hayatınızda duyabileceğiniz en iyi konuşma olarak nitelendiriliyor. Bu konuşması ile birçok insanı etkileyerek onların vegan olmasını sağladı. Gary Yourofsky, Gaia Dergi’nin ilk sayısında sorularımızı cevapladı.
Hiç kimsenin hayvanları öldürmek ve onlara yiyecek gözüyle bakmaya hakkı yoktur, aynı hiç kimsenin kadın ve çocuklara tecavüz etme hakkı olmadığı gibi.
Bir ütopyanız veya düşlerinizle çizdiğiniz bir arka bahçeniz var mı? Hayalinizdeki dünya nasıl bir yer? Veganlık hayallerimizdeki cenneti, dünya üzerinde yaratabilir.
26 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 27
İnsanların hayvanları hayranlıkla izlediği ve hayvanların da insanlara meraklı gözlerle sokulduğu bir yer yaratabiliriz. İnsanlık, çevre ve hayvanlar adına doğa ile tekrar bütünleşmemizin zamanıdır. Aydınlanmanın ve gerçek medeniyetin ilk adımı, kendinden daha zayıf olanı korumaktır. Yazar Milan Kundera’nın da açıkladığı gibi hayvan özgürlüğü olmadan dünyada hiçbir barış sağlanamaz; “İnsan soyunun gerçek temel ahlaki sınavı, onun merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır” der yazar. İnsanlar genellikle vejetaryenlik hakkında, veganlıkla kıyaslanıldığında daha az ön yargı sahibiler. Aralarındaki o büyük fark ne olsa gerek ki insanlar bu kadar farklı yaklaşıyor? İnsanlar vejetaryenliğe karşı daha ılımlı; çünkü vejetaryenlik aslında et yemenin sapmış bir kolu. Zor gerçeklerle yüzleşme zamanı: Vejetaryenlik, et yemenin şekil değiştirmiş halinden başka bir şey değil. Veganizme yakın bile değil; çünkü vejetaryenler hayvanların tutsaklığını, tacizini, tecavüzünü, koyun ve tavukların öldürülmesini ve arıların istismarını desteklemeye devam eder. Ayrıca süt endüstrisinde gerçekleşen, yavru hayvanların doğumdan sonra annelerinden kaçırılıp işkenceye uğramalarını ve öldürülmelerini (erkek yavrular süt danası yetiştiren çiftliklere gönderilir), erkek civcivlerin yumurta vermeyeceğinden dolayı, canlı canlı çöp kamyonlarının presinde ezilerek can vermesini hesaba katmaz. Buna ek olarak pek çok vejetaryen evlerini ve kendilerini ipek, kuş tüyü, deri ve yün eşyalarla bezer. Vejetaryenlik veganlığa geçişte, bir iki yıl sürebilecek kısa bir duraklama noktası olabilir; fakat buna rağmen bile, etle beslenilen bir hayat kadar vahşice bir yaşam tarzıdır!
“İnsan soyunun gerçek temel ahlaki sınavı, onun merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır”
28 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Çocukları yaşamlarının başından itibaren vegan olarak yetiştirmek doğru mu? Herhangi bir sağlık sorununa sebep olur mu? Tabii ki yetiştirebilirsiniz. Veganizm hiçbir hastalığa sebep olmaz. Bütün hastalıkların temelinde hayvansal ürünlerin tüketimi yatmaktadır. Çocukları hayvansal ürünlerle beslemek korkunç ve canavarcadır ve şiddet döngüsünün de varlığını devam ettirir. Dünyanın bazı kabile ve topluluklarında insanlar, basit ve izole hayatlar sürüyor ve hayvanları avlıyorlar. Yaşamları bunun etrafında şekillenmişse ve hayatta kalmak için başka şansları yoksa onlara vegan olmalarını nasıl önerebiliriz? Hiç kimsenin hayvanları öldürmeye ve onlara yiyecek gözüyle bakmaya hakkı yoktur, aynı hiç kimsenin kadın ve çocuklara tecavüz etme hakkı olmadığı gibi. Bütün insanlar, ister ormanda ister büyük şehirlerde yaşasınlar, dünyanın başına bir beladır!
Tanrı’nın böyle bir emir verdiğine inanıyorlarsa, kafalarındaki Tanrı’nın Şeytan’dan çok da bir farkı olduğunu söyleyemem. Organize din, huzurlu yaşam ve merhamet yerine daha çok, barbarca geleneklere ve içi boş ritüellere odaklanıyor. Dinin ön plana çıkan uygulanışının, insanların bir hafta sonu, takım elbise ya da siyah, kırmızı, beyaz ya da yeşil bir cübbe giymiş bir adamın, saçma sapan el hareketleri yaparken abartılı bir ses tonuyla dua okuyuşunu izlemeye gitmesi, beni hasta ediyor. Kilise ve sinagogların, gelenleri otomatik bir robota dönüştürmektense, sadece iyi insan olmayı öğütleyen yerler olduğunu hayal etsenize. İnsanların ağlama duvarı, incil veya diğer kutsal kitaplar gibi veya tapınaklar ya da İsa’nın üzerinde öldüğü söylenen granit levha (Kutsal Kabir Kilisesi, Kudüs) gibi insan elinden çıkmış şeylere tapınmayı bir an önce bırakması gerekiyor. Hayvanlar, okyanuslar, yıldızlar, güneş, gökyüzü, dağlar ve ormanlar gibi Tanrı’nın yarattığı şeyleri koruyarak ve hayran olarak, Tanrı’ya hak ettiği onuru ve saygıyı göster-
memizin zamanı gelmiştir. Her şeyden önce, eğer Tanrı’nın yarattıklarını yok ediyor ve öldürüyorsanız, Tanrı’yı da parça parça öldürüyorsunuz demektir! Tanrı’ya inanan biri olarak Hristiyanlık’ın ve diğer dinlerin temelini reddetmiyorum. Reddettiğim tek şey, saçma sapan dini gelenekleri ve caniliği geçerli kılmak için insanların Tanrı adını kullanmaları. Eğer insanlar hayvanların gözlerinin derinine bakarlarsa, Tanrı’yı bu harikulade canlıların gözünde görebilirler. İncil’de “Hayvanlara sorun ve onlar size öğretsin ya da havadaki kuşlara sorun ve onlar size söylesin ya da toprakla konuşun ki size göstersin ya da izin verin denizlerin balıkları size haber versin” sözleri geçer. Tanrı hiçbir kitapta değildir ya da bir binada. Tanrı, hayvanları ölüme gönderin diyen bir papazda, hahamda veya imamda da değildir. Tanrı gönüldedir ve şefkattir. Mürekkep ve kâğıda inanmıyorum ya da insanlara. Benim Tanrı’ya inancım var ve ben şefkate inanıyorum.
Semavi dinlerdeki “Hayvanlar, insanların yararlanması için yaratılmıştır” inancı, veganizmin yayılmasını nasıl etkiliyor sizce? Dünyanın ilk vegan cennetinde, gezegenin ilk veganları Âdem ve Havva, cennet bahçesinde yaşıyorlardı. Eski Ahit’in 1:29’uncu bölümünde, Tanrı’nın beslenme ile ilgili ilk yasası; “İşte yeryüzünde tohum veren her otu ve tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak” olmuştur. Kibrin en son noktasında bulunan et, süt ürünleri ve yumurta tüketen insanlar, hüküm sahibi olmanın kendilerine hayvanları tutsak etmek ve onlara işkence yapmak için hak verdiğini ve ceza almayacaklarını düşünmektedir. Kitapta geçen hükmün asıl anlamı, insanların Tanrı’nın masum yaratıkları olan hayvanları koruması gerektiğidir. İnsanların hayvanlar üzerindeki hükmü, ebeveynlerin çocukları üzerindeki hükmü ile aynıdır. Eğer canilik şeytani ise ve Tanrı da çok bağışlayıcı ve merhametliyse insanlar nasıl olur da Tanrı’nın hayvan katlini isteyecek, kana susamış, cani bir Şeytan olabileceğine inanırlar? Eğer hayvanları parçalara bölmek Tanrı tarafından onaylanılıyorsa o zaman Şeytan kim bilir hayvanlara neler yapardı? Bir diğer deyişle, eğer
Kaynak: Edgar’s Mission
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 29
Yeryüzünde yalnızca
880 dağ gorili kaldı!
Rwanda Development Board (RDB) için 14-28 Mayıs tarihleri arasında dağ gorillerini gözlemlemek, fotoğraflamak ve belgesel çekmek amacıyla altı kişilik bir ekiple bulunduğum Rwanda’da, nesli tehlike altındaki dağ gorillerine yönelik farkındalığı daha da artırabilmeyi ümit ediyorum.
R
wanda’daki üçüncü günümüzde ziyaret ettiğimiz Kwitonda Ailesi’yle karşılaştığımızda yağmur yağıyordu ve ailenin dominant erkeği de dahil bütün bireyler, sessiz ve kımıltısızca yağmurun dinmesini bekliyordu. Bu fotoğrafın çekildiği zamandan kısa bir süre sonra, yağmurun dinmesiyle gümüşsırt besin bulmak için hareketlendi. Ardından onu takip eden tüm aile, pek de sık rastlanmayan bir davranış sergileyerek ağaca tırmandı ki yaklaşık 260 kiloluk bir gümüşsırtın bunu kolaylıkla yapması, dağ gorillerinin sahip olduğu kas gücünü, bir kere daha fark etmemizi sağladı. Böylesine güçlü bir türün, yüzyıllarca kendini şuursuzca katleden diğer bir tür olan insana karşı, her şeye rağmen hala uysal ve nazik davranması ise gerçekten oldukça düşündürücü! Fotoğraf: Süha DERBENT
30 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 31
H
Doğanın bize sunduğu kaynakları yaşatmaya devam edersek, bizler de yaşamaya devam edebiliriz. Bundan dolayı, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeli, en düşük düzeyde atık üretimi yapmalı ve geri dönüşümlü malzemeler kullanmalıyız. Aynı zamanda insanları atıkların nasıl azaltılacağı konusunda bilinçlendirilmeliyiz. Kentlerimizi de bu doğrultuda tasarlamalıyız. Birey olarak her birimize düşen görev de ekolojik ayak izimizi minimum düzeyde tutmaktır.
ŞEHIRLER EKOLOJIK AYAK IZINI AZALTMAYA ÇALIŞIYOR Kophehang, Bonaire, Münih, Sidney, San Diego ve San Jose gibi şehirler yüzde yüz temiz enerjiyi amaçlıyor.
Y EKOKENTLER
HIZLI NÜFUS ARTIŞINA ÇÖZÜM OLABILIR MI? Kentler devletlerden de fazla yaşarlar. Kentlerin ve yaşamın devamlılığı için sürdürülebilir adımlar atılmalı ve ekokent kavramı daha iyi özümsenmeli.
H
ızlı nüfus artışı, doğal çevrenin giderek yok olmasına neden oluyor. Bugünkü ve gelecek kuşaklar için en yararlı bir şekilde, sürdürülebilir ilkeler ile içinde bulunduğumuz kentlerin doğal çevreye göre tasarlanması ekokent kavramını doğurmuştur. Kent, içinde insan ve doğanın etkileşim halinde yaşadığı tasarım ve planlardır. İklim değişikliği gibi hayati konulardaki istatistiklerin korkutucu boyuta ulaştığı günümüzde ekolojik olana yönelme son zamanlarda birçok ülkenin politikaları arasında. Çünkü insan doğadan üstün değil, doğanın bir parçasıdır. Doğanın efendisi gibi görmeye devam ettiği sürece acı çekerek ani bir yok olmanın eşiğinde bulacaktır kendisini.
32 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Faroe Adaları
Şikago Belegdiye Binası
er geçen gün yaşadığı insanı özünden koparan, onu canavarlaştıran kentler, aslında doğru tasarlandığında hızlı nüfus artışına rağmen sürdürülebilir bir yaşamı sağlayabilir. Ayrıca Murray Bookchin Kentsiz Kentleşme kitabında, doğa ile toplumun arasındaki bütünletici ilişkinin sağlandığı dönemlerde kültür, teknik ve toplumsal özgürlük alanlarında en hayranlık uyandıran girişimlerin gerçekleştiğini söyler.
Biyolojik çeşitliliği koruyan yeşil duvarlar, yeşil çatılar, ekolojik köprüler gibi ekokent tasarımları ile sera gazı salımını yapan uygulamaları sıfırlayarak yüzeysel ısınmanın önüne çok geç olmadan geçilebiliriz. Sıfır karbon ilkesi devlet politikalarının başına getirilerek; yollar, yürüyüşe ve bisiklet kullanımına uygun hale getirilmeli, binalar hava akımı ve enerji kullanımına göre tasarlanmalı, kent bahçeleri yaygınlaştırılmalı.
E
KOLOJIK AYAK İZI
(Ecological Footprint) Tüketilen tüm doğal kaynakların üretilmesi ve oluşan atıkların geri kazanımı için gereken kara ve su alanını gösteren ölçüye denir.
eni Zelanda’nın enerji ihtiyacının yüzde 80’ini temiz enerjiden sağladığı haberini daha geçtiğimiz Nisan ayında okuduk. Ülke çoktan, 2025 yılına kadar yüzde 90’lık bir hedef belirledi bile. Yine Nisan ayında Vancouver Konseyi, oybirliğiyle yüzde 100 yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanma kararı alarak, dünya üzerinde tamamen yenilenebilir enerji kaynağı kullanan 50. şehir oldu. Birleşik Krallık da her sene sera gazı salımını düşürmek için politikalar üretiyor. Avustralya’daki Melbourne Kent Konseyi’nin çatısındaki yağmur suyu kolektörleri ihtiyacı olan suyun yüzde 70’ini biriktiriyor. Yüzey sıcaklığı 2°C’yi geçtiği takdirde geri dönülmez bir boyuta girmiş olacağız ki 0.85°C’lik artış çoktan gözlemlendi. Bundan dolayı birçok ülke sera gazı emisyonlarını azaltma çalışmaları yapıyor ve Türkiye’nin de bu yönde adımlar atması gerekiyor. 2°C geçtiği takdirde bile distopya karşımızda bizi bekliyor olacak. Özellikle büyük şehirler sera gazı salımına en çok neden olan oluşumlardan biri. Bu noktada başta yerel yönetimlere büyük görevler düşüyor. Bu yüzden ekokentleşme tasarımları geleceğimiz için çok önemli. Alınacak birçok önlem varken; dünyanın birçok şehri ekolojik ayak izini azaltmaya yönelik kararlar almasına rağmen ülkemizde hâlâ kayda değer çözüm arayışları içine girilmemekte. Kitlesel bir yok oluşun eli kulağında. En hızlı şekilde doğa ile aramızı düzeltmemiz gerekiyor. Gaia Dergi • Haziran 2015 • 33
Toprağı sürme ya da herbisit** kullanma yoluyla yabani otları temizlememek Yabancı otların yok edilmemesi ve kontrol altında tutulması gerektiğini düşünen Fukuoka, toprağın sürülmesine son verildiği zaman yabani otların sayısının ciddi ölçüde azalacağını söyler. Hasadın hemen ardından sapla örtülen bütün tarlada yabani otlar filizlenmez ve aynı zamanda ekinle birlikte beyaz yoncanın ekilmesi de yabani otları kontrol altında tutar.
DOĞAL TARIMLA YAŞAMI
FILIZLEYEN INSAN: MASANOBU FUKUOKA
**Yabani otları öldürmek için kullanılan kimyasalların ortak adı.
Kimyasallara bağlı kalmamak Tarımsal kimyasallar kullanmak sorunu çözmektense daha çok zarar veren bir yöntem. Suni gübre ve toprağın sürülmesi zayıf bitkileri ortaya çıkartır; toprak bu olaya bağımlı hâle gelir bu bitkilerin düzenli ilaçlanması gerekir.
Kim bu doğal tarımın babası Masanobu Fukuoka?
Doğal tarımının Masanobu Fukuako için aynı zamanda bir yaşam felsefesi de olması, bu düşünce çizgisinin yalnızca tarım için değil insan toplumunun diğer yönleri için de geçerli olması gerektiğini savunmasından.
F
ukuoka, Ekin Sapı Devrimi kitabında da belirttiği gibi “İnsanlar hastalıklı bir çevre yarattıkları zaman doktorlar ve ilaçlar gerekli hâle gelir. Resmi eğitimin hiçbir temel değeri yoktur ama insanlık, insanın hayatta kalması için eğitimli olmasını gerektiren koşulları yarattığı zaman gerekli hâle gelir.” Fukuoka’ın doğal tarım* çalışmalarının özünde “hiçbir şey yapma” yöntemi yatıyor. Modern tarımın çiftçiyi daha meşgul bir insan hâline getirmeye yaradığını düşünen Fukuoka, modern tarımın karmaşıklaşan teknikleri yerine doğal bir çevrede ve doğa ile iş birliği içinde olabildiğince sade bir şekilde tarım uygulamasını tercih ediyor. Doğa kendi hâlinde iken kusursuz bir denge içinde, bundan dolayı doğaya en az müdahale ile tarım yaparak en iyi sonucu elde edebiliriz. Kendi tarlasında yürüttüğü fikirleri deneyerek, kimi zaman mahsulleri kaybederek en sonunda doğru yollara ulaşmış. İnsanın gelişmiş teknikleri, doğal dengeyi bozuyor ve toprağın bu yöntemlere bağımlı hâle gelmesine neden oluyor.
34 • Gaia Dergi • Haziran 2015
*Natural Farming, the Fukuoka Method ya da Do-nothing Farming / shizen nōhō Fukuoka’nın en sonunda vardığı ve doğal tarımın da ilkeleri hâline gelen sonuç şöyleydi:
Toprağı işlememek Kimyasal kullanmak ve toprağı makineyle sürmek, doğal ortamı tanınmayacak şekilde değiştirir. Bunun yerine; sapları yaymak, yonca ekmek gibi doğal yollar denenirse sorun çıkaran yabani otlar bile denetim altına alınabilir.
Suni yani kimyasal gübre ya da hazırlanmış kompost kullanmamak Dağlarda, suni gübre olmadan ve toprak sürülmeden büyüyen dev ağaçları gördüğünüzde toprağın doğal verimliliğinin ne kadar yüksek olduğunu fark edeceksiniz. Yonca, burçak ve çevrince gibi yeşil gübre örtüsü ile tüm sap ve kabukların tarlaya geri verilmesi yeterli olacaktır. Dolayısıyla Fukuoka’ya göre kompost ve suni gübreye gerek yok.
2 Şubat 1913 yılında, Iyo’da dünyaya gelen Masanobu Fukuoka, Japonya’nın güneyindeki bir adada çiftçilik yapan bir aileden geliyordu. Mikrobiyoloji ve tarım bilimi eğitiminin ardından kariyerine araştırmacı bilim insanı olarak başlayıp, bitki patolojisi üzerinde uzmanlaştı. 1934 yılında Yokohama Gümrük Bürosu’nun Bitki Kontrol Bölümü’nde tarım gümrük müfettişi olarak çalıştı. 1937’de zatürreden hastaneye yatırıldı ve iyileşme sürecinde, yaşadığı içten ruhani deneyim sonucunda hayat görüşünün dönüşüme uğradığını açıkladı. Modern “Batılı” tarım biliminin uygulamalarından şüphe duymaya başlamıştı. Hemen işinden istifa etti ve Güney Japonya’daki Shikoku Adası’nda bulunan ailesinin çiftliğine döndü. 1938 yılında Fukuoka, organik narenciye üzerinde yeni tekniklerini denemeye başladı. Kōchi Şehri Tarım Deney İstasyonu’nda tarım araştırmaları ve gıda üretimi de dâhil bu konular üzerine çalıştığı süre boyunca çabaları, II. Dünya Savaşı ile kesintiye uğradı. 1940 yılında, eşi Ayako ile evlendi ve dünyaya beş çocuk getirdiler. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerikan işgal güçlerinin zorla yeniden dağıtım politikaları nedeniyle babası aile toprağının çoğunu kaybetti. 1979’dan itibaren Fukuoka dünyayı gezerek; dersler verdi, doğrudan bitki tohumları ve yeniden bitkilendirme konusunda çalıştı.
E
şi ile ilk yurt dışı seyahati sırasında, makrobiyotik diyet uzmanları Michio Kushi ve Herman Aihara ile tanıştı. Kaliforniya Üniversitesi’ni, Yeşil Gulch Çiftliği Zen Merkezi’ni, Lundberg Aile Çiftliği’ni ziyaret etti; çölleşmiş arazilere tohum ekti; Fukuoka’nın “Çölleşme ile Mücadele Eylem Planı” dahilinde Birleşmiş Milletler UNCCD temsilcileri Fukuoka ile bir araya geldi. 1983 yılında eğitimler, atölyeler ve tohum ekme kapsamında 50 gün Avrupa’da seyahat etti. 1985 yılında, 40 gününü Somali ve Etiyopya’da geçirdi; çölleşmiş arazileri ekip, yeniden bitkilendirmeye çalıştı. Takip eden yıl içinde Amerika’ya dönerek üç uluslararası konferansta doğal tarım üzerine konuştu. 1990 ve 1991 yıllarında Tayland’da gitti. Hindistan’da ise çiftlikleri ziyaret etti; yeniden bitkilendirme için tohum topladı. Kasım ve Aralık ayı boyunca geri dönerek yeniden bitkilendirme için çalışmalar yaptı. Bir sonraki yıl Japonya’da, Rio Dünya Zirvesi (Earth Summit) ile ilişkili resmi toplantılara katıldı. 1996 yılında Afrika’ya geri döndü, Tazmanya’nın çölleşmiş arazilerini ekti; ülkenin ormanlarını ve Baobab ağaçlarını gözlemledi. 1998’de doğal tarım araştırmalarını yürütmek için Filipinler’e yolculuk etti. Yunanistan’ı ziyaret ederek, Vegoritis Gölü çevresindeki 10 bin hektarlık alanı yeniden bitkilendirmeye yardım etti. Bija Vidyapeeth Earth Üniversitesi, Navfanya Çiftliği’nde “Doğa öğretmeni” atölyesinde konuşma yapmak için 2002 yılında Hindistan’a geri döndü. Yaşamının son zamanlarını tekerlekli sandalye ve yatakta geçirdikten sonra Masanobu Fukuoka, 16 Ağustos 2008 yılında dünyaya gözlerini kapattı. Yaşadığımız dünya kendi kendini devam ettirebilecek şekilde tasarlanmış. Dışarıdan müdahaleye gerek olmasa da geçen yıllar içinde yeterince dengesini bozmuşuz. Masanobu Fukuako da kusursuz doğanın farkına vararak bu yönde yaptığı denemelerle umduğu sonuçlara başarı ile ulaşmış. Ardındaki bizlere de tarımdan da öte çok hassas mesajlar bırakmış.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 35
TÜRKIYE’DE KORUMA BIYOLOJISI VE NESLI TÜKENMEKTE OLAN TÜRLER
B
ilim kurgu filmlerinin bize hayal olarak sunduğu pek çok şeyin gerçekleşmekte olduğu bir devirdeyiz. 1865 yılında Jules Verne, “Ay’a Yolculuk” kitabını yazdığında, dönemin insanları bunu çok uzak bir ütopya olarak görmüşlerdi ve hatta gerçekleşeceğine imkan vermeyenler bile olmuştu. Şimdi baktığımızda ise NASA, “Mars One” projesi ile Mars’ta koloni kurmaya hazırlanıyor. İnsanlığın bu noktaya erişmesi yüz binlerce yıl aldı ama sonucunda, neredeyse bütün insanların bir “tıklama” ile dünyanın diğer ucundaki insanlara ulaşmasını mümkün kılan bir medeniyet kurduk.
Yine bilim insanları ve düşünürler, son otuz yıldır bizlere, gelecek olan başka bir gerçekliği anlatmaya çalışıyor. Son yıllarda iklim değişikliği ve canlıların neslinin tükeniyor oluşu, gerçeği görmekten uzak olmayan kesim tarafından sık sık gündeme getiriliyor. Bu yılın sonlarına doğru, 30 Kasım ile 11 Aralık tarihleri arasında, Birleşmiş Milletler tarafından, Paris’te gerçekleştirilecek Paris İklim Zirvesi’ne ise pek çok ülkenin yönetimden sorumlu kişiler, bilim insanları ve ilgili insanlar katılacak ve gidişatın önüne nasıl geçilebileceğini tartışacaklar. Bu işin şakası yok, bazılarımız hâlâ inanmasa da dünya çapında etkili olacak bir yokluk ve tükenme krizi yaşanmak üzere. Bilimsel alanda yapılan analizler, daha önce yaşanmış beş kitlesel soy tükenişi kadar büyük olacak altıncı bir kitlesel tükenişin şu anda çoktan başlamış olduğunu ortaya koyuyor. Bu sebeple koruma biyologları alarm halindeler. Evrimsel olarak zaman zaman, az sayıda türün hayatta kalamayıp, neslini sürdürememesi doğal bir şey olsa da doğadaki türlerin büyük bir kısmının, 20-30 yıl gibi kısa bir süre içerisinde topluca yok olacağı gerçeği, olağanüstü hâl ilan edilmesi için yeterince geçerli bir sebep. Tür çeşitliliğinin azalması, ekosistemlerin zayıflaması anlamına geliyor. Bu durum, ekosistemlerin kendilerini toplayabilmek için yeterli zamanı bulamamasına ve yok olmasına sebebiyet veriyor. İnsanlar ise aldığı nefesin ve içtiği suyun nereden geldiğini unutmuş vaziyette kayıtsızlar. Modern dünyamızda doğayı, göze ferahlık veren bir manzaraya indirgemiş; onun bir parçası olduğumuzu ve ondan doğduğumuzu sürekli inkar etmişizdir. Öte yandan 19. yüzyılın sonlarına doğru, biyolojinin diğer dallarından ayrılmaya ve gelişmeye başlayan koruma biyolojisi, bizlere doğayı korumak için neler yapabileceği mizi belirleme şansı veriyor. Ekosistemlerin, türlerin ve doğa değerlerinin korunması için geliştirilmiş pek çok yöntem ile Dünya’nın almış olduğu yaraları iyileştirmeye çalışan bu dala, ülkemizde gereken önem verilmiyor. Yine de ülkenin ileri gelen bilim insanları, konunun ciddiye alınması için hummalı bir çalışma içerisindeler. Konu içerisinde vereceğim pek çok bilgi için kaynak oluşturan makalenin yazarlarından ve National Geographic tarafından 2011 yılında “yükselen kâşif” ünvanını almaya hak kazanmış ekologlarımızdan Prof. Dr. Çağan Şekercioğlu bunlardan biri; ama Türkiye’ye geçmeden önce canlılığın hikayesine bir kez daha göz atalım.
36 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 37
Geçmişten günümüze gerçekleşmiş iklim değişikliğini takip etmek açısından 1950’lere ait kayıtlar incelendiğinde Karadeniz kıyılarında kış sıcaklık ortalamalarının 1951’den itibaren düşüş gösterdiği gözlemlenmiştir fakat bununla beraber, ülkenin Batı ve Güney Doğu Bölgeleri’ndeki yaz sıcaklık ortalamaları artmıştır. 1960’lardan itibaren, ısı dalgalarının boyu ve sayısı yedi katına çıkmıştır.
Dinle, anlatılan senin hikayendir!
H
er şeyin en başına dönecek olursak 4,5 milyar yıl önce, Dünya’mız kavrulan bir ateş topuydu. Üzerine göktaşları yağdıkça gezegen yeni elementlerle doluyordu. Bu sırada Dünya dönmeye devam ediyordu, hem de şimdikinin dört katı bir hızla, hem dönüyor hem de soğuyup katılaşıyordu. Sağanak göktaşı yağmurları devam ederken zaman geçti, Dünya hâlâ şimdiki halinden çok uzaktı.
İç kesimlerde sonbahar yağışları artış göstermiş, daha batıda bulunan alanlarda ise kış yağışı artmıştır. Ağrı Dağı’nın tepesinde bulunan buz kütlesinde, 1976 yılından günümüze yüzde 30 oranında kayıp yaşanmıştır.
Yüzeyde çok şiddetli kasırgalar geziyordu. Aklımıza gelebilecek bütün doğa olayları, şimdikinden defalarca daha yıkıcıydı. Bu sebeptendir ki Dünya henüz bomboştu, üzerinde hiçbir canlının yaşaması mümkün değildi. Ay ise o zamanlar gezegenimize çok yakındı, zamanla uzaklaşıyor ve gelgitler yaratıyordu.
Gelecekte olması beklenen değişiklikler ise ekolojik ve matematiksel modellemeler kullanılarak hesaplanmıştır. Modellemelere göre, kış yağışlarının genel itibari ile artması; fakat Akdeniz kıyılarında azalması beklenilmektedir.
Günümüzden 3,8 milyar yıl öncesindeydik artık ve Dünya’nın yüzeyi tamamen sularla kaplıydı. Çekirdekten gelen patlamalarla suların yüzeyinde adalar ve kıtalar oluşuyordu. Püsküren lavlar yüzeye çıkıp katılaştıkça bugün yeryüzü dediğimiz tabaka oluşmaktaydı. Atmosfer hala oldukça zehirliydi ve ozon tabakası henüz oluşmamıştı. Sıcaklıklar ise hâlâ üç haneli rakamlarla ifade ediliyordu. Sonrasında canlılığın nasıl oluşmuş olduğu ise bilim tarafından hâlâ araştırılan bir konu. Bu konuda, tarihin başından beri pek çok düşünce ortaya atıldı; fakat 1953 yılında yapılan Miller-Urey deneyi, elektrik yardımıyla sadece metan, su, amonyak, karbonmonoksit ve hidrojen gazı konulmuş bir tüpte, ilkel organik bileşikler oluşturulabileceğini gösterdi. Buradan yola çıkarak, belki bir şimşek yardımıyla canlılığın temellerinin atılmış olduğunu düşünen bilim insanları, “Abiyogenez”, yani cansız moleküllerden canlı moleküllerin oluşumu fikrini pekiştirmiş oldular. Bunun sonucunda günümüze kadar, bilim insanları pek çok deney yaparak yeni fikirler ortaya koydu. Bir kısım bilim insanı canlılığın kil üzerinde, cansız moleküllerin bir araya gelmesiyle oluşmuş olabileceğini savunurken, bazıları da canlılığın okyanusların tabanındaki, patlamakta olan küçük volkanların etrafında oluşmuş olabileceğini savunuyordu. Hepsinde ortak olan nokta ise canlılığın çok ama çok basit ve küçük nükleik asitlerle başlamış olmasıydı. RNA veya şu an henüz bilmediğimiz daha basit nükleik asitler, zamanla kendi aralarında yardımlaşmaya ve bir araya gelmeye devam ettikçe canlılık gelişiyordu.
38 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Akdeniz Bölgesi’nde azalması beklenen kış yağışlarının, tatlısu ekosistemlerini baskı altına alabileceği ve buna bağlı olarak, büyük ekolojik değişikliklere sebep olabileceği öngörülmektedir.
Bu esnada pek çoğu yok oluyordu, pek çok birleşim ise canlılığa yol açmıyordu. İnsanlığın şu ana kadar keşfetmiş olduğu en eski canlı olan, stromatolit benzeri canlılar oluştuğunda ise canlılığın yeryüzüne yayılması için gereken kritik dönüm noktası gerçekleşmişti. Fotosentez yapan ve ortama oksijen salan ilkel su canlılarının çabasıyla ozon tabakası oluşmaya başladı. Dünya artık daha yaşanılabilir bir yerdi ve günümüze kadar süren türleşmeler, milyonlarca canlının oluşmasına sebep olmuştu. Şimdiye kadar yaşanılan beş kitlesel soy tükenmesi ve onun dışında neslini devam ettiremeyen türleri de sayarsak günümüze gelmiş olanlar, var olanların sadece yüzde biriydi. Karşımızda gördüklerimiz, milyonlarca yıl süren yolculukta, her türlü doğa olayından sağ çıkıp bugünlere gelebilenlerin çocuklarıydı. Sevimliliğine kapıldığımız kedilerimiz, balkonumuzda beslediğimiz menekşe ve köyümüzdeki yaşlı çınar ağacı... Hepsi, zamanında hayatta kalmayı başarmış olanların soyundan geliyor. Bu sebeple sadece biz değil, var olan bütün canlılar, hayallerimizin ötesinde bir kutsallığı ve saygıyı hak ediyor.
Ağrı Dağı
İklim Değişikliğinin Türkiye Üzerindeki İzdüşümü
D
oç. Dr. Çağan Şekercioğlu ve 12 başka bilim insanının ortak çalışması ile hazırlanan ve 2011 yılında yayımlanan “Turkey’s globally important biodiversity in crisis” makalesi, konu hakkında yazılmış güncel ve kapsamlı bir makaleledir. Makale kapsamında yapılan araştırmalar ışığında Türkiye’nin gelecek 30 yıl içerisinde, ortalama sıcaklık değerlerinin 0,5 ile 1,5 derece arasında bir artış göstermesi öngörülmektedir. Ülkenin kıta levhasının yapısı, çeşitli değişik iklimlerin var olmasına olanak sağlamıştır. Coğrafyaya, değişik yönlere bakan pek çok dağ ve yükselti hâkimdir. Dağların üzerinde, aldıkları rüzgar, yağış ve yükselti miktarına bağlı olarak, çeşitli ekosistemler oluşmuştur. Ülke sınırlarının büyük bir kısmı denizler ile çevirili olduğu için de pek çok kıyı ekosistemi gözlemlenir. Ülke çapında göller ve akarsular oldukça sıktır ve sulak alan iklimleri de kendi içinde farklılıklar göstermektedir.
Coğrafi açıdan değerlendirildiğinde çeşitlilik göstermesi, ülkenin biyolojik çeşitliliğini arttıran bir unsur olmuştur. Çeşitlilik gösteren ekosistemlerin bir arada bulunması ve ekosistemlerin de kendi içerisinde çok sayıda ve çeşitte canlı barındırması, iklim değişikliğine karşı belli ölçüde tampon etkisi yaratmaktadır. İklimsel çeşitlilik ve dağların yaratmış olduğu sığınak potansiyeli sayesinde bitki türleri, buzul periyotlarında saklanacak yer bulabilmiş; bu sebeple bitkiler çeşitliliği büyük ölçüde korunmuştur.
Türkiye Canlı Çeşitliliği Açısından Başlıbaşına Bir “Sıcak Nokta” İngiliz çevre bilimci Norman Myers, 1988 yılında “The Environmentalist” dergisinde yayınladığı iki makalesiyle, “biyoçeşitlilik sıcak noktası” terimini bilime katmıştır. Tanıma göre bir bölgenin “sıcak nokta” olarak anılması için bölgenin sağlaması gereken iki kriter vardı. İlk kriter, bölgenin bulundurduğu damarlı bitkilerin, en az binde beşinin sadece o bölgeye ait olmasıydı. Diğer kriter ise bölgenin bitki örtüsünün, en az yüzde 70’inin yok olmuş veya yüksek tehdit altında olmasıydı. Daha sonrasında, geliştirilen kriterler kullanılarak Dünya’da en acil korunması gereken 34 sıcak nokta belirlendi.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 39
T
ür çeşitliliği ve karşı karşıya olduğu tehlike göz önüne alınarak belirlenen sıcak noktaların üç tanesi, Türkiye’nin neredeyse tamamını kaplamaktaydı. İran-Anadolu, Kafkas ve Akdeniz sıcak noktalarını barındıran Türkiye, başlı başına bir sıcak nokta sayılabilirdi. Ülke coğrafyası içerisinde, 2011 yılında belirtilen veriler ışığında 10 bin adet bitki türü vardır ve 80 bin adet hayvan türü de buna ek olarak biyoçeşitliliği arttırmaktadır. Bilinen 9 bin damarlı bitki içerisinden, yaklaşık olarak 3 bini sadece bu topraklara özgüdür. Buna ek olarak 2014 yılının sonuna kadar isimlendirilmiş, 2158 tür yüksek mantar türü bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından belirtiltildiği üzere; milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma sahaları, yaban hayatını geliştirme sahaları, tabiat anıtları ve sulak alanlar, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından denetlenmekte ve yönetilmektedir. Ülke coğrafyasına dağılmış, 47 civarında milli park, 193 tabiat parkı, 31 tabiatı koruma sahası, 80 yaban hayatını geliştirme sahası ve 111 tabiat anıtı bulunmaktadır. İran’ın Ramsar şehrinde, sulak alanların korunması ve akılcı kullanımı için yapılan Ramsar Antlaşması ise Türkiye tarafından 1994 yılında kabul edilmiş ve 14 sulak alanımız Ramsar Bölgesi kategorisinde koruma altına alınmıştır. Bunlara ek olarak tarihsel, arkeolojik ve jeolojik açıdan değerli olduğu belirlenen, bilimsel ve kültürel açıdan korunması gerektiğine karar verilen 1,273 adet doğal sit alanı bulunmaktadır. Doğal sit alanlarının imâra açılması, doğal bitki örtüsünün bozulması ve üzerinde zarara sebep olacak değişikliklerin yapılması yasal açıdan bir suçtur. Var olan genlerin çoğaltılması ve yok olmalarının önlenmesi için ayrıca, çeşitli tohum koruma parkları, tohum meşcereleri ve gen koruma ormanları da bulunmaktadır.
2012’de yapılan “Türkiye’nin Korunan Alanları Bilgi Sistemi” Projesi kapsamında gerçekleştirilen araştırmalara bakıldığında Türkiye’nin yüzde 7,24’ünün koruma altında olduğu görülür. Barındırdığı çok sayıda koruma alanına rağmen, sahip olduğu ekolojik değerleri koruması açısından değerlendirildiğinde ise ülkemizin hâlâ kat etmesi gereken bir hayli mesafe bulunmaktadır.
40 • Gaia Dergi • Haziran 2015
IMF ve Birleşmiş Milletler’in yaptığı ülkeler arası 2014 Gayrısafi Milli Hasıla Listesi’nde 18. sırada bulunan Türkiye, maalesef 2010 Çevresel Performans Endeksi’nde 163 ülke arasında 77. sıradadır. Yale Üniversitesi’nin, Çevre Yasaları ve Yönetmelikleri Merkezi tarafından 2010’da düzenlenen listede ise daha da gerilerde, 140. sırada bulunmaktadır.
Nesli Tükenmekte Olan Canlıları Belirlemek Açısından IUCN Kırmızı Listesinin Önemi Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) verilerine bakıldığında, dünyada bilinen türlerin 16 bin 928’i yok olmak üzere, tehlike altında ya da hassas türler arasında yer almaktadır. IUCN tarafından yayınlanan Kırmızı Liste’ye göre ülkemizde, küresel ölçekte tehlike altında olan 134 tür ve alt tür yer almaktadır. IUCN Kırmızı Liste’yi yaparken, türlerin popülasyon büyüklüğünü, üreme kapasitesindesindeki bireylerin sayısını, türlerin nesil sürelerini, üreme sıklıklarını, üredikleri takdirde artış oranlarını, bulundukları bölgenin bulundurduğu riskleri ve popülasyon biyolojisi kullanılarak yapılan bazı hesapları temel almaktadır. Kırmızı listeye göre canlılar, bazı kategorilere ayrılmaktadır ve kategorilere göre, koruma açısından önem sıraları belirlenmektedir. Koruma sırasında önem sırası belirlenmesi, gerçekte bir türün diğerinden daha önemli olduğu anlamına gelmemektedir. Koruma çalışmalarına ayrılan ekonomik bütçe ve koruma çalışmalarını yapabilecek insan sayısı sınırlı olduğundan dolayı, en acil koruma ihtiyacı içerisinde olan türleri diğerlerinden ayırmak önemlidir. Kırmızı Liste’de yer alan dokuz ana kategori vardır. Kesin kanıtlar ile tükenmiş olduğu tespit edilmiş türler, Tükenmiş (EX) kategorisine alınmaktadır.
Doğal ortamında neslinin tükenmiş olduğu düşünülen Hazar Kaplanı.
Biyolojik Çeşitliliği Tehlikeye Sokan Etkenler
bulunmaktadır. Bu kategori, Kritik Tehlikede (CR) olarak anılır. Vahşi yaşamda soyunun tükenme tehlikesi çok yüksek olan türler, Tehlikede (EN) kategorisinde yer almaktadır. Bir basamak aşağı indiğimizde önceki saydıklarımızdan nispeten daha iyi durumda olduğu hâlde, vahşi yaşamda soyunun tükenme tehlikesi büyük olan türler yer almaktadır. Bu kategori, Hassas (VU) olarak anılır.
Vahşi yaşamda soyu tükenmiş olan; fakat koruma alanlarında veya hayvanat bahçelerinde varlığını sürdüren türler ise, Doğal Ortamında Tükenmiş (EW) kategorisinde yer almaktadır. İran, Irak, Pakistan, Rusya’nın bir kısmı ve Türkiye’de yaşayabilen Hazar kaplanı (Panthera tigris virgata), en son 1968 yılında görüntülenmiştir. Bu sebeple doğal ortamında tükenmiş olabileceği düşünülerek bu kategoriye konulmuştur.
An itibari ile tehlike altında olmayan; fakat yakın gelecekte daha ciddi bir kategoriye girebileceği ön görülen türler, Neredeyse Tehdit Altında (NT) kategorisine, yaygın bulunan türler ise Asgari Endişe (LC) kategorisine alınmaktadır. Bunlara ek olarak, bazı türler hakkında yeterli bilgi bulunmadığı için onlara özel olarak, Yetersiz Veri (DD) kategorisi oluşturulmuştur.
Bir sonraki önem sırasında ise vahşi yaşamda soyu tükenme tehlikesi aşırı derecede olası olan türler
Üzerinde değerlendirme yapılmamış türler Belirlenmedi (NE) kategorisine konulmaktadır.
ise
T
ürlerin yaşam alanlarının insan etkisiyle zarar görmesi, salgın hastalıklar, aşırı otlatma, baraj ve hidroelektrik santralleri, ormansızlaştırma, erozyon, çölleşme, kentleşme, çevre kirliliği, yerel olmayan türlerin istilası, avcılık ve kaçakçılık gibi etkenler biyolojik çeşitliliği tehlikeye sokmaktadır. Doğal örtünün bozulması ve kontrolsüz yapılaşma, türlerin yaşam alanlarını bölmekte ve azaltmaktadır. İmarlaşmanın büyük bir çoğunluğu, özellikle toplu konut inşaatları ve kentsel dönüşüm, biyolojik korunum yeterince ön planda bulundurulmadan gerçekleştirilmektedir. Yapı projelerinin ve şehir atıklarının doğaya karışması, buna ek olarak sanayi yapılarından doğaya karışan kirlilik, toprağı, suyu ve havayı etkilemektedir.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 41
İnsanların genel itibari ile hayvan avına bir spor olarak veya sıradan bir olay olarak bakması genel bir kayıtsızlık ve bilinçsizlik yaratmaktadır. Doğal hayatı ve tarım ürünlerini etkileyen salgın hastalıklar ise popülasyonların ani bir şekilde azalmasına sebep olmaktadır ve hızlı yayılım gösterdiği takdirde kitlesel yok oluşları olası kılmaktadır. Tarım bitkilerinde oluşabilecek hastalıkları engellemek için kullanılan tarım ilaçları ise doğal ortamdaki diğer canlıların neslini tehlikeye atmaktadır. Dünya çapında ciddi bir öneme sahip olan ve bilim insanlarının çözüm bulmaya çalıştığı “Koloni Çöküş Sendromu”nun büyük ölçüde tarım ilaçlarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Arı kolonilerinin telef olmasına sebep olan sendrom, bitkilerin döllenmesinde çok önemli değişikliklere sebep olmakta ve bitkilerin de soylarını tehlikeye atmaktadır.
Türkiye’nin Nesli Tükenmekte Olan Canlıları Kardelen Çiçeği
N Enerji santralleri, yollar ve havalimanları yapılırken verilen Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporları, hukuksal alanda sık sık dava konusu olmaktadır. Ülkenin pek çok köyünde ve ilçesinde, doğal değerlerini koruyabilmek adına insanlar mücadele vermekte fakat doğal oluşu bozacak, yüksek gelirli projeler hâlâ önerilmekte ve başlatılmaktadır. Bunun yanı sıra, özellikle Akdeniz Bölgesi’nde gözlemlenen orman yangınları biyolojik çeşitliliği riske atmaktadır. Akdeniz iklimine uyum sağlamış türler, her ne kadar yangın sonrasında kendisini tekrar oluşturmaya elverişli olsa da artmakta olan sıcaklıklar ve kuraklık, yangınların şiddetini ve sıklığını arttırmaktadır. Bu sebeple yangına dayanıklı türler de yangın sebebiyle oluşan hasarı telafi edememeye, dolayısıyla azalmaya başlamıştır. 1945 yılında yürürlüğe giren yasa ile Türkiye’deki bütün orman arazileri devletleştirilmiştir. Orman vasfını kaybetmiş arazilerin (2B arazileri), ormanın bağlı bulunduğu bölgenin köylüleri dışında, üçüncü şahıslara satılması Anayasa’nın 169. ve 170. maddeleri gereği yasaktır.
42 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Ormanların gelirleri de tamamıyla Türkiye Cumhuriyeti Hazine’sine aktarılmaktadır. 2009 yılında onaylanan torba yasa sonucunda, 2B topraklarının satışları mümkün kılınmıştır. Yasada yapılan değişiklik, orman vasfını kaybettiği öne sürülerek pek çok arazinin özel yatırımcılara satılmasına sebep olmuştur. Hatta bazı arazilerin satışını mümkün kılabilmek için, özellikle tahribi veya ihmali gerçekleştirilmeye başlanılmıştır. Ormanlara yönelik yapılaşmadan kaynaklanan en ciddi tehditlere, “Kanal İstanbul” ve İstanbul’un Karadeniz kıyılarına yapılması planlanan “İki Yeni Şehir” projesi örnek verilebilir. İstanbul’un biyolojik çeşitlilik ve barındırdığı temiz su kaynakları açısından çok değerli olan Kuzey Ormanları’nı korumak ve orada gerçekleşecek tahribatları önlemek için, halk tarafından “Kuzey Ormanları Savunması” adı verilen bir direniş başlatılmıştır. Bütün bunlara ek olarak avcılık da ülkenin biyolojik çeşitliliğini azaltmaktadır. Av yasağı ile korunmakta olan ve hatta nesli kritik düzeyde tükenmekte olan türler bile korunamamaktadır.
esli tükenmekte olan türler ile ilgili araştırmalar, Türkiye’de genel olarak bitkiler ve hayvanlar üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Deniz ekosistemleri, kıyı ekosistemleri, sulak alan ekosistemleri ve karasal ekosistemleri araştırmaları devlet, üniversiteler, özel araştırma ekipleri ve çevre kuruluşları tarafından yapılmaktadır. Bilinçlendirilmenin artması açısından paneller ve etkinliklikler düzenlenmektedir. 2013 yılında Türkiye’de, nesli tükenme tehlikesi altında olan canlılar toplamda 134 adet iken, 2014 yılına gelindiğinde 45 yeni türün listeye eklenmesiyle bu sayı, 179’a yükselmiştir. Türkiye’ye özgü ve yalnızca bu coğrayada bulunan damarlı bitkilerin, yüzde 70’i soy tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Çok yıllık bir ağaç türü olan Anadolu sığla ağacı (Liquidambar orientalis), kritik düzeyde tehdit altında bir türdür ve “CR” kategorisinde değerlendirilir. Dünya üzerinde sadece Fethiye ve Muğla bölgelerinde bulunur. Sığla ağaçlarından elde edilen yağ, antiseptik özellik gösterdiği için ilaç yapımında ve şifacılıkta kullanılır. Geçmişte de Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın “aşk iksirinin” içerisine konulduğu düşünülmektedir. Batmış Fenike gemilerinden çıkarılan ve üzerinde sığla yağı kalıntıları bulunan amforalar, sığla yağının tarihte çok eskiden beri kullanılmakta olduğunu kanıtlamaktadır.
Kadıncık çalısı (Flueggea anatolica Gemici) da nesli tehlike altındaki türlerdendir ve “EN” kategorisinde yer almaktadır. Türün tek örnekleri Türkiye’de bulunmaktadır. Mersin ilinin Tarsus ilçesinde bulunan Kadıncık I Barajı etrafında yayılış gösteren türe, Adana ili Kozan ilçesi Gedikli köyünde de rastlanılmaktadır. Toros dağlarının önemli bölümünün 2,5 milyon yıl önce bu bitkilerle kaplı olduğu sanılmaktadır. Yaşanmış bir buzul çağı sonucunda, türün büyük kısmının yok olduğu, sadece belirtilen bölgelerde hayatta kalmayı başardığı düşünülmektedir. Göl soğanı (Leucojum aestivum), Alzheimer ve çocuk felci tedavisi için ilaç yapımında kullanılan ve genellikle beyaz çiçekleri olan bir bitki türüdür. Yıllık olarak 4 milyon adetinin ihracat için doğadan koparıldığı bilinmektedir. Bitkinin en çok ihraç edildiği ülke Bulgaristan’dır. Çiçek, Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşam Ortamlarının Korunması (BERN) sözleşmesi tarafından korunmaya alınmıştır. Kar çiçeği (Eranthis hyemali), 16. yüzyıldan bu yana yetiştiriciliği yapılan bir bitkidir. Sırbistan ve Macaristan gibi bazı ülkelerde koruma altına alınmıştır ve Türkiye’de de nesli hızla tükenmektedir. Pek çoğumuzun evlerde süs bitkisi olarak rastladığı Yabani siklamen (Cyclamen coum) de tehlike altındadır. Bu bitkilerden üretilen çiçekleri satın almayı reddederek, onların varlığını sürdürmesine küçük de olsa bir katkı yapabiliriz. İsmini, sudaki kendi yansımasına aşık olan Yunan mitolojik karakteri Narsis’ten alan harikulade güzellik ve kokuya sahip nergisler (Amaryllidaceae) de tehlike altındaki canlılardır. Özellikle beyaz çiçekli Çakal nergisinin (Sternbergia candida) korunması gerekmektedir. Bu tür, dünyada sadece Muğla ve Fethiye civarında bulunmaktadır. Narin acı çiğdem, süsen, İstanbul nazendesi ve sevgi çiçeği de nesli tükenmekte olan çiçeklere verebileceğimiz diğer örneklerdir. Çorak gülü, yonca, erzincan süt otu, yabani karanfil, eberin sarı çiçeği, çan çiçeği, çöven otu ve kilyos peygamber çiçeği de listede yer almaktadır. Türkiye, ev sahipliği yaptığı böcekler açısından da yüksek çeşitliliğe sahiptir. IUCN Listesine göre kelebek türlerinden 26’sı “EN”, yani tehlike altında olarak sınıflandırılmaktadır ve dört tür de neredeyse tehlike altında, yani “NT” olarak belirlenmiştir. Bunun dışında “VU” kategorisine giren, hassas türler de bulunmaktadır.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 43
M
S
ezopotamya çokgözlüsü (Polyommatus dama), “EN” kategorisinde korumaya alınan bir kelebek türüdür. Adana, Kahramanmaraş, Malatya, Adıyaman, Mardin ve Erzincan bölgelerinde görülür. Sadece Türkiye’de bulunan bu türün popülasyonunun 100 ile 500 birey arasında bir sayıya düştüğü düşünülmektedir. Kelebekler dışında kalan omurgasız hayvanlar incelendiğinde de hassas türlere rastlanılmaktadır.
aka kuşu (Carduelis carduelis); avlanması, yakalanması ve bulundurulması yasaklanmış olan bir ötücü kuştur. Nesli tükenmekte olan bu türe, Türkiye’nin hemen hemen her yerinde rastlanılabilmektedir. Yılan kartalı (Circaetus gallicus) da atmacagiller ailesine ait nesli tükenmekte olan orta büyüklükte bir kartal türüdür. 500 metreye kadar yükselip ve süzülerek avlanmalarını gerçekleştirirler.
Geyik böceği (Lucanus sarvus), ağaç gövdesiyle beslenen ve geyik boynuzlarına benzeyen çene uzantıları olan bir böcektir. Nesli büyük ölçüde tehlikede olmasına rağmen, çocuk sahibi olamayanların tıbbi sorunlarına çözüm olacağı safsatası ile ticareti yapılmaktadır.
Kelaynak (Geronticus eremita), Dünya’da sadece Urfa Birecik’te ve Fas’ta koruma altında az sayıda bulunan bir kuş türüdür. Dünya’da kalan birey sayısının 500 civarı olduğu düşünülmektedir.
Hatay’ın Amanos Dağları’nda görülen bu böceğin sahte bilim alanında edindiği ün, Japonya’ya bile ulaşmıştır. Binlerce dolar fiyat konularak, yabancı ülkelere ihracatı yapılmaktadır.
Memeli türlerine göz attığımızda, Türkiye’de büyük etçil memelilerde inanılmaz bir çeşitlilik gözlemlenmektedir. Ülkede görülen 14 tür, küresel çapta tehdit altındadır, 11’i ise “NE” kategorisinde yer almaktadır. Deniz memelilerinden 11’i “CR” kategorisinde değerlendirilmektedir. Diğer kategorilerde yer alan memeli türleri de bulunmaktadır.
Deniz ve sulak alanlarda yaşayan omurgasızlar, belki de en hızlı soyu tüketilen canlılarımızdandır. Özellikle de balık türleri, yok oluşa doğru hızlıca sürüklenmektedir. Türkiye’de bilinen 694 balık türünün 252 tanesi IUCN Kırmızı Listesi’nde yerini çoktan almıştır. Greenpeace’in başlatmış olduğu “Seninki kaç santim?” kampanyası, balıkların belli bir boyuta gelmeden önce avlanmasının önüne geçmek ve insanların konu üzerindeki bilincini arttırmak amacıyla yapılmış ve büyük ölçüde de dikkat çekmeyi başarmıştır. Kolan balığı (Acipenser sturio), Avrupa kıyıları ve Karadeniz’de bulunan nesli tükenmekte olan bir balık türüdür. Yıldızlı mersin (Acipenser stellatus), Rus mersini (Acipenser gueldanstaedti), Şip balığı (Acipenser nudiventris) ve Mersin morinası (Huso huso) da “EN” kategorisinde yer almaktadır. Orfoz balığı (Epinephelus guaza), hayatının belirli bir dönemini dişi olarak geçirdikten sonra 18. yaşına geldiğinde dişi cinsiyet organlarını kaybederek hayatının geri kalanını erkek olarak geçiren bir balık türüdür. Ne yazık ki nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Rize Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Mesut Rakıcı’nın belirttiğine göre; avlanmaların sınırlanması yönünde getirilen düzenlemeler, kağıt üzerinde kalmakta ve balık avı denizdeki türleri tehlikeye sokmaktadır. Amfibi ve sürüngenler de hayvanların aleminin önemli sınıflarındandır.
44 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Alageyik
Türkiye’de bulunan amfibilerden 2’si “CR”, 5’i “NE” kategorisinde değerlendirilmektedir. Sürüngenlerin ise 7’si “CR”, 9’u “NE” kategorisinde ele alınmaktadır. Fazıla kara salamanderi (Lyciasalamandra fazilae), sadece Türkiye’de yaşayan bir salamander türüdür. Fethiye’nin Kuzeybatısı ve Köyceğiz Gölü’nün doğu kıyısında görülür. Buna ek olarak, Tersane ve Domuz Adaları’nda da rastlanılması mümkündür. Toros kurbağası (Rana holtzi), altı santimetrelik boyuyla küçük bir kurbağa türüdür. İnsanların bilinçsiz davranmaları sonucunda, kurbağanın bulunduğu ve ürediği göllerde aynalı sazan balığı türü aşırı derecede çoğalmış, bu da Toros kurbağasının neslini büyük ölçüde tehlikeye sokmuştur. Çinigöl ve Karagöl’de Toros kurbağasına rastlanılmaktadır. Sini kaplumbağası (Caretta caretta), belki de en çok duyduklarımızdandır.
Akdeniz foku (Monachus monachus), sadece Doğu Akdeniz sahilleri ile Batı Afrika’nın bir sahilinde yaşamaktadır. Aşırı avlanma, yaşam alanları kaybı ve deniz ekosisteminin bozulması nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Araştırmacıları göre günümüzde yaşayan Akdeniz foklarının tahmini sayısı 600’dür.
Köyceğiz Dalyan sahilinde sıklıkla görülen ve Akdeniz kıyılarında yayılım gösteren hayvan, koruma çalışmaları kapsamına alınmıştır. Üreme dönemlerinde sığındıkları pek çok koyda, insanların herhangi bir faaliyette bulunması yasaklanmıştır.
Büyük kulaklı yarasa (Myotis bechsteinii), “NT” kategorisi altında değerlendirilen bir memeli türüdür. Ortalama yaşam süreleri 21 yıldır. Avrupa ve Kafkaslar’da yayılış gösteren türe Türkiye’de, İstanbul, Kırklareli, Antalya, Bartın, Zonguldak ve Artvin’de rastlanılmaktadır.
Ülkemizde bilinen 468 kuş türü bulunmaktadır ve diğer sınıflarda olduğu gibi, kuşlarda da henüz keşfedilmemiş türler bulunmaktadır. Göç güzergahları üzerinde Türkiye’de konaklayan kuşlardan 3’ü “CR”, 3’ü “EN”, 8’i “VU”, 17’si “NE” kategorisinde değerlendirilmektedir. Ana yaşama alanı Türkiye olan türlerden ise 23’ü “CR”, 26’sı “EN”, 51’i “VU” ve 15’i “NE” kategorisindedir.
Vaşak (Felis lynx), kedigiller ailesine ait bir türdür. İzmir, Mugla ve Antalya’nın bataklık bölgelerinde; buralardaki nehir ve göl kenarlarında bulunurlar. Göller Bölgesi ve Sultansazlığı bölgelerinde de numunelik olarak, az sayıda yaşamaktadır. Soyları tükenmeye yüz tutmuş olup yasayla korunmaktadırlar. Adıyaman, Adana, Kahramanmaraş ve Malatya’da nadir olarak bulunduklarına dair de kayıtlar vardır.
Pek çok halk türküsüne konu olan Telli turna (Anthropoides virgo) da tehlike altındadır. Türkiye’de şu anda kaç tane telli turna olduğu net olarak bilinmemektedir; fakat 11 civarında kalmış olması olasıdır. Türkiye üzerinde sadece Bulanık Ovası’nda görülürler.
Alageyik (Cervus dama), Akdeniz bölgesinin makilerden oluşan kızılçam ormanlarında yaşar. Akdeniz kıyılarından İzmir’e kadar olan bir alanda görülebilir. 1960 yılından sonra ülkemizde yok olmanın eşiğine gelmişlerdir.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 45
P
Doğal Değerlerin Korunması Açısından Neler Yapılabilir?
ek çok sayıda koruma alanı olmasına rağmen, koruma alanlarının yönetiminde ve ihtiyaçlarının giderilmesinde eksiklikler sayılabilir. Koruma alanlarının durumu ile ilgili planlamalar, ekonomik açıdan devletten yeterli kaynak alamamakta, bu sebeple özel şirketlerden yardım talebinde bulunmaktadır. Ekonomik yetersizlikler kaygı yarattığından, koruma programlarının bilimsel yanı eksik kalmakta ve yeterince özen gösterilmemektedir. Ülkemizde doğal kaynakların ve canlı çeşitliliğinin durumu değerlendirilirken, gerçekte olduğundan daha güllük gülistanlık bir tablo çizilmekte, bazı istatistikler gerçeği yansıtmamaktadır. Önemli büyük memeli türlerinin bulunduğu; fakat birbirinden ayrık olan koruma alanlarının, ekolojik koridorlarla birleştirilmesi yararlı olacaktır. Örneğin, Sarıkamış Ormanı Allahuekber Dağları Milli Parkı’nın Karadeniz ormanlarına veya Toros Dağları’nın bulunduğu bölgeye bağlanması verilebilir. Arada kalan alanların, doğal bitki örtüsüne uyacak şekilde tekrar ormanlaştırılması, hayvanlar için kolaylık sağlayacaktır.
Av turizmini canlandırmaya çalışan devlet bir an önce kararından vazgeçmeli, onun yerine ekoturizmle gelir elde etmenin yolunu düşünmelidir. Av yasakları arttırılmalı ve hatta avcılık yasak olarak kabul edilmelidir. Avcılığa bir spor olarak bakan zihniyet azalarak bitmelidir. Türleri tek tek korumaktan ziyade, ekosistemleri bütün olarak koruma yoluna gidilmelidir. Şehirlerin ve diğer yerleşim yerlerinin atık su ve çöp sorunları, en akılcı yöntemlerle ve mümkün olduğu kadar geri dönüşüm sağlanılarak yapılmalıdır. Sokaktaki insanın konu ile ilgili yapması gereken şeylerin başında ise dönüp aynaya bir bakmak gelmektedir. Hiçbirimiz mükemmel çevreciler değiliz fakat insanlara yaptıkları bazı hareketlerin ekolojik açıdan çok yanlış olduğu ve büyük bir felaketin yaklaşmakta olduğu söylenildiğinde, “Aman benden sonrası tufan zaten, ben mi kurtaracağım dünyayı” şeklinde cevap verecek kadar umursamaz oldukları görülebiliyor.
İ
nsanların bu yaptıklarının bencillik olduğunu ya da en azından bencilliğin sosyal ortamda geçerli olmadığını anlamaları gerekmektedir. Bu kadar rahat bir biçimde umursamazlığımızı belirtebiliyor ve bundan hiç çekinmiyor olmamız gerçekten endişe verici bir durumdur. İnsanların yapabilecekleri bir diğer şey de tüketim alışkanlıklarını değiştirmektir.
Aldığımız ürünlerin içinde ne olduğunu, nereden geldiğini, üretilme aşamasında doğaya ne zarar verdiğini araştırmak çok zor değildir. Buna ek olarak, artık kullanmadığımız bazı eşyalarımızı, kesip biçerek yeni şekillere sokabilir ve yeni tüketimlerden kaçınabiliriz. Eğer ki illa bir ihtiyacımız var ise elbette tüketim yapılabilir; fakat geri dönüşüm ve israfın önüne geçilmesi burada çok önemlidir. Küresel ısınmaya en büyük katkıyı sağlayan sektörün et sektörü olduğu düşünüldüğünde, vegan olmayı da önermek doğru olacaktır; fakat diyelim ki bu sizin gözünüzde çok büyük bir adım, o zaman en azından bitkisel ürünlere ağırlık vermeye özen gösterebilirsiniz. Bunun dışında arıların sevebileceği, lavanta ve sarmaşık çeşitleri gibi bitkileri bahçenize dikerek onların hayatta kalma şansını arttırabilirsiniz. Evdeki kedi dostlarınızı sokağa bırakmanız, sadece kedi için değil, sokaklarda yaşayan kuşlar için de sıkıntı olmaktadır. Sorumluluklarımıza sahip çıkmaya özen göstermemiz hepimiz için iyi olacaktır. Son olarak, ailece yapabileceğimiz doğa gezileriyle, doğanın güzelliğini tekrar keşfedebilir, ağaç dikimi ve bostan yapımı etkinliklerine katılarak doğadan aldıklarımızın yerine yenilerini bizzat koyabiliriz. Her şeyin de ötesinde, konu hakkında araştırmalar yaparak ve kendimizi bu konularda eğiterek, bir insanın yapabileceği en değerli şeyi yapabiliriz.
Kelaynak | Fotoğraf: Mark Walker
Buna ek olarak bütün Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarının, ekoloji ve popülasyon biyolojisinden çok iyi anlayan ve işini dürüstlükle yapmayı kendisine ilke edinmiş bilim insanları tarafından düzenlenmesi yararlı olacaktır.
Yapılan yol inşaatlarında, hayvanların yaşam alanlarının bölüneceği hesaba katılmalı ve bunun önüne geçmek için ekolojik köprüler, bir diğer ismiyle yeşil koridorlar yapılmalıdır.
46 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 47
TASMAYI
Ne demİş Ahmed ARIF: “Öyle yıkma kendini Öyle mahzun, öyle garip...
KÖPEKLERIMIZE DEĞIL ERKEKLIĞINIZE
TAKINIZ
Malumunuz mayıs zamanı, ısınan havanın uzun pantalonların paçalarını rüzgârla alıp götürdüğü, göbek deliğimizin Güneş’e merhaba demek istediği ve kolların cıbıldakça salınmaya başlandığı bir dönem.
H
riyle” ilişkilendiren dümbelekler zincirleri hayvanların boyunlarına geçirmiş, kabaran küçüklükleriyle caka satma peşinde. Az ötede bir zavallı, arkadaşlarıy-
48 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
Yansıttığım çirkin kelimeler adına af dilerim fakat yazma sürecinin tam da bunu yansıtması gerektiğine inandığım için bu denli normalleştirilmiş şiddet barındıran dil ve mimiklerin tehlikesinin anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.
İki ayak üstünde yürüyen sosyal varlığın, sosyalleşe-
en sevdiğin şarkıyı adımlarının ritmine uydurmaya
gerçekleştirmede büyük zorluklar yaşar. Bu yüzden
çalışırken çalınan bir ıslık asla ve asla sessiz kalma-
laf atma, ıslık çalma, cinsel içerikli hareketlerde bu-
manı gerektiren bir hakaret ve sözsel bir şiddettir.
lunma ve hatta şöyle bir süzüp geçme eylemleri ile
Senin bulunduğun ortamda hedefi sen olmayan bir
kadının kişisel sınırına müdahale edilmesi, düşük
küfür senin kadınlığını hedef alan bir tehdittir, asla
düşürülmesi, korkutulması ve ayıplanması kadının
susmamalısın! Salyaları direk ya da dolaylı yoldan
kişilik geliştirememesinde büyük rol oynamaktadır.
sana doğru akanın boynuna tasmayı sen bağlayacak-
Biz kadınlar olarak sonu gelmeyen erkeklik salyala-
sın.
rek varolabilitesinden nefret eder halde rahatını bozmamla sosyal hayvan, s*kmeli cümle
üzerime çekmiş, olağan bir bacak gö- Yürü üstüne - üstüne, kurmaktan başka bir becerisi olmadığı rünce alarm veren salyalıların dört bir Tükür yüzüne celladın, için bir süre sonra ortamından ayrılıFırsatçının, fesatçının, yana açılmış gözlerinden beyinlerine yor. hayının... Tasmaladığı köpeklerin büyüklüklerini “erkeklikle-
Yürü üstüne - üstüne,
hâkimiyettir. Sen şen şakrak giyinmiş kafanda çalan
gruba müdahil olana kadar s.kme şiddetini kurulabi-
gidebilen yegane mesaj olmuşum.
lanmadığı takdirde birey kişiliğini geliştirip kendisini
larına dışkılıyor, yüzlerine tükürüyor; bir diğer erkek
maya başlamış, güvercinler yemek peşinde
rahatsızlıkla teyzelerin “cık cık”larını
İçerde, dışarda, derste, sırada,
üçüncü sırada gelmektedir. Bu gereksinmeler karşı-
biselerinin üzerine rengarenk çiçeklerini tak-
ya gelene kadar ise açık olan göbek deliğimin verdiği
lecek envai farklı cümleyle tükürüyor.
la muhabbette. Birilerinin bir yerlerine koyuyor, ağız-
öterlerken ben de salıvermişim bedenimi. Bu aşama-
Nerede olursan ol,
M
ava mis gibi, kışın soyunan dallar en yeşil el-
kucağına kadar tırmanabilme cürreti içinde vıcır bıcır
Fiziksel zarar ve rahatsızlığının bulunmadığı sözel ve görsel eylemler de psikolojik şiddetin daniskası konumunda olduğu için cinsiyetimiz ne olursa olsun bakışlarımızın “Yavrrruuum” mesajını vermemesi gerektiğine dikkat etmeliyiz.
aslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre; teh-
yalım ki sevgiliden gelen “belini kapat” çağrısı bile
likeden uzak yaşama gereksinimleri ikinci
ne kadar masum ve düşünceli gözükürse gözüksün
sırada, ait olma ve sevgi gereksinmleri ise
bizim beden ve karakterimizin üzerinde kurulmuş bir
rının karşısında sağlam halde durabilmek ve kişiliğimizi erk etkeninden bağımsız halde geliştirebilmek için kendimizi eğitmemiz gerekmektedir. Unutma-
Erkeklik dediğin apış arasına tekmeyi basıncaya kadardır! Gaia Dergi • Haziran 2015 • 49
Soraya’dan Farkhunda’ya Ortadoğu’da
Kadın, Namus ve Recm
Recmin tanımı, tarihteki konumu ve uygulanması
R
ecm taş atmak, taşlamak, kovmak ve bütünüyle terk etmek anlamında bir sözcük. Fakat nedense “Recm”i taşlayarak öldürmek şeklinde uygulayan bir vahşi toplulukla karşı karşıyayız. Yüzyıllardır acımasızca uygulanan, günümüzde dahi örnekleriyle karşılaştığımız bir dram, bir acı öyküsü recm. Son örneği Farkhunda oldu bu vahşetin. Bir iftira sonucu halk tarafından linç edilen Farkhunda, 27 yaşında bir Afgan kadını idi. Bir caminin önünde muska satan bir adamla tartışmasının bedelini tekme ve sopalarla dövülerek, yerlerde sürüklenerek, araba ile ezilerek ve son olarak çatıdan atıldıktan sonra benzinle yakılarak ödedi. Farkhunda’nın vücudundan kalanlar nehre atıldı. Geçtiğimiz Mart ayında yaşanan olay, bazı kimselerce cep telefonu kameralarından çekilen görüntüler ile bizlere kadar ulaştı. Bütün dünyada öfkeyle karşılanan görüntüler sonucunda olayın failleri idam cezasına çarptırıldı.
50 • Gaia Dergi • Haziran 2015
P
eki, bu neye yarar? Tabii ki hiçbir işe yaramaz. Farkhunda bir yobazlığa kurban giden yüz binlerce insandan, gündeme ulaşabilenlerden sadece bir tanesi. Farkhunda’yı linç ederek öldürdüler ve biz modern dünyanın modern insanları, bu görüntüleri sosyal medyada izledik, Farkhunda için üzüldük, olaya şaşırdık, yapanlara kızdık ve sonra her zaman olan oldu: Unuttuk! Soraya’yı taşlamak adlı bir film çekildi bundan yedi sene önce. Büyük beğeni alan bu film; Amerika’nın İslam düşmanlığını yansıtan bir film olduğu eleştirileri almış olsa da, başta İran olmak üzere herkesi rahatsız eden ama gerçek olduğu da herkesçe bilinen unsurlarla dolu. Soraya bir iftira sonucu, köydeki erk sahiplerinin işine gelecek boyutlarda bir linç gösterisine dönüşen olayın kurbanı oluyor. Filmin sonunda iftira ortaya çıkıyor.
İranlı Soraya Manutchehri, 35 yaşında yedi çocuk sahibi bir kadın.
K
ocası Soraya’ya; onu sürekli dövmenin yanında, aldatmak, erkek çocuklarını kendisine karşı kışkırtmak ve kız çocuklarını değersiz saymak gibi çeşitli yollardan şiddet uyguluyor. Soraya’nın gardiyan olan kocası, idam mahkumu bir adamın 14 yaşındaki kızını beğeniyor ve Soraya’dan ayrılıp onunla evlenmek istiyor. Boşanmak istiyor fakat Soraya’ya nafaka ödemek istemiyor. Soraya’nın da geçinebilecek bir parası olmadığı için her gün dayak yediği kocasından ayrılamıyor. Filmde toplumsal yaşayışın ne kadar baskıcı olduğu çok çarpıcı şekilde anlatılmış. Soraya’nın kocası başka yol bulamayınca bir iftira atıyor ona ve vahşet başlıyor. Soraya’yı, onu çok da iyi tanıyan insanlar taşlıyor; başta babası, komşuları, arkadaşları. İftira Soraya’nın canını alıyor. Film oldukça etkileyici ancak bir de gerçek bir hikaye olduğunu öğre-
nince uykularınız gidiyor, geceler boyu gelmemek üzere. Soraya’yı Taşlamak, bir gerçekle yüzleştiriyor hepimizi. Farkhunda ile. Farkhunda da “yalancı olduğunu ve insanları kandırdığını” yüzüne çarptığı bir muska satıcısı tarafından, kutsal kitaplardan Kuran-ı Kerim’i yakmakla itham ediliyor. Oysa Farkhunda masum. Ancak kalabalık, dine laf edilince din bitiyormuşçasına, dini değerler sözler ile değiştirilebiliyormuşçasına, galeyana gelip Farkhunda’yı linç ederken polisler de aynı galeyan hissiyatı ile öylece bakıyor. Olayın devamında devlet yetkilileri Farkhunda’nın dindar ve iyi bir kadın olduğunu, masum olduğunu açıklıyorlar. Dört sanığa idam cezası veriliyor, polisler açığa alınıyor. Ama Farkhunda adlı genç kadın bir cinayetin kurbanı olmaktan kurtulamıyor.
Semavi Dinler ve Recm İncil’de Recm Yahudiler, İsa’ya zina ederken yakalanmış bir kadın getirmişler ve Musa peygamberin bu gibilere recm cezası verdiğini ileri sürerek buna ne diyeceğini sormuşlardır. İsa onlara, “İçinizde günahsız olan önce taş atsın” deyince başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, “Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri, efendim” dedi. İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, artık bundan sonra günah işleme!” (Yuhanna 8/3-11).
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 51
Kuran’da Recm İslamiyeti’n kutsal kitabı kabul edilen Kuran-ı Kerim’de recm ile ilgili bir şey geçmezken, bazı uygulamalar mevcut olup, hadislere yani peygamberin örnek alınması gereken sözlerine dayandırılmıştır. Recm cezasını ilahiyatçılara soruyorum. “Doğru” diyorlar, “İslamiyet’te recm cezası var. Ancak en az dört kişinin zina adı verilen nikahsız cinsel birleşmeyi gözleriyle canlı canlı görmesi gerekiyor.” Bir İlahiyat Fakültesi’nden bir Doçent ile görüşüyorum. Diyor ki; “Bak yavrum, öncelikle sözlerim için affola. Ancak insanlar her şeyi işlerine geldiği gibi değerlendiriyorlar. Recm cezası bu değil; bu vahşet, bu haksızlık. Dinde geçerli recm için Ankara Güvenpark’ta cinsel bir birleşme olup bunu herkesin görmesi lazım.” İslam Peygamberi Muhammed’in yaşadığı anlatılan bir olayı anlatıyor Doçent Doktor Hoca, “Bir kadın varmış, zina yaptığı herkesin bildiği konuştuğu bir durummuş. Bir adam Muhammed’e ‘Efendim izin verin gidip alayım kellesini’ demiş, peygamber izin vermemiş. Bir şeyi ne kadar açık biliyorsanız da, onu gözlerinizle görmeden ondan emin olamazsınız. Hele de zina gibi ciddi bir meseleyle, en az dört şahit görmeden asla kimseyi suçlayamazsınız, öldürmek bir yana.” Ben görülse dahi birinin öldürülmesinden yana değilim. Ama bu vahşeti uygulayıp yanına da herhangi bir dinin kuralı olduğu yazıldığı zaman, bunun yalan olduğunu görüyor ve çıldırıyorum. Din insanlar tarafından yüz yıllarca; para için, kıdem için, koltuk için, kısaca çıkar için kullanılmıştır. İnsanlığın en büyük zayıf noktası olan dinler yoluyla insanlar örnekleri saya saya bitmeyecek defa çığrından çıkmıştır. Buna bir son vermenin tek yolu zaaflardan kurtulup doğru yola doğru bilgi ile ulaşmaktır!
Tevrat’ta Recm Yahudi şeriat kitabı olan Talmut’ta konuyla ilgili hüküm şöyledir: 22: 22 Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail’den kötülüğü atacaksınız. 22: 23 Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı ergen bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa. 22: 24 İkisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız.
Basın yoluyla öğrendiğimiz recm olayları incelemesi Humus’ta eşcinseller recm edildi: Videonun açıklaması: “Resulullah (s.a.v) “Her kim Lût Kavmi’nin yaptığını yaparsa, faili ve mefulu (yapanı da yapılanı da) öldürün” buyurmuştur. (Ebu Davud, İbni Mâce Hadis No: 2561. )” enfalmedya.com Taliban korkunç recm cezası (Video): Türkiyeli olduğu anlaşılan bir kişinin videonun altına yaptığı yorum: “Her ülkenin belirli bir yasası vardır recm cezasıda kuran ve şeriatta mevcuttur bu cezaların ince detaylarını oranın halkı bilerek bu tür suçlar işleniyorsa bunun sonucunada katlanmak zorundalar. o zina eden kadının birde kocasını düşünelim aldatılan kocanın ruh hali neolabilir dışardan davulun sesi kulağa hoş gelir yapmasınlar kardeşim zina edeceksen evlenme.” Zina yapan adam böyle recm edildi: İran’da, evli bir kadınla ilişkiye girdiği için ölüm cezasına çarptırılan evli bir erkek taşlanarak öldürüldü. Taşlanacağı yere kefene sarılarak getirilen ve omzuna kadar toprağa gömülen adam öfkeli kalabalık tarafından taşlanarak öldürüldü… İşte o görüntüler… (video.habervitrini.com) Pakistan’da 25 yaşında bir kadın, sevdiği erkekle evlendiği
52 • Gaia Dergi • Haziran 2015
için “namus” sebebiyle ailesi tarafından taşlanarak öldürüldü. (Hürriyet Mayıs 2014) Basın, duyarlı olmak gereken her konuya yaptığı gibi recm konusunda da popülist ve reytingci bir yaklaşım sergiliyor. Recm görüntülerinin apaçık gösteriliyor olması, recmin aşağıda vereceğim tanımının kullanılıyor olması; recm zihniyetindeki insanlara yol açtığı gibi vahşi görüntülere de zihnimiz alıştırarak durumu meşrulaştırıyor.
Recm uygulama şekli basın tarafından referans alınarak ve sürekli gösterilerek zihinlerde istemeden bile olsa meşrulaştırılıyor. “Recm cezası değişik şekillerde uygulanır: 1- Failleri toprağa göbeklerine kadar gömerek taşlamak suretiyle veya gömmeksizin taşlamak suretiyle: İkrarlarından dönerlerse kaçabilmeleri için. 2- Faillerin üzerine taştan bir duvar devirmek suretiyle -hadise değil ictihada dayanan bir görüş- eskiden bunun uygulandığına dair bilgiye, bilinen kaynaklarda rastlanmıyor. 3- Failleri yüksek bir yerden taşların üzerine atmak suretiyle -hadise değil ictihada dayanan bir görüş-, ki bununda eskiden uygulandığına dair bilgiye bilinen kaynaklarda rastlanmıyor.”
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 53
İ
B
nsanlar paylaşılan videolara yorum yaparken yanlış kalıplaşmış düşünceleri tekrarlıyorlar. Çoğunluk recm ile öldürülmenin bir vahşet olduğunu düşünüyorsa dahi; koyulan bu sert, vahşi ve haksız kurallar çoğunluğu azınlığın esiri haline getiriyor. Ayrıca verdiğim örnek yorumun şekline yani imlasına ve içeriğine baktığımız zaman anlıyoruz ki bu tarz düşünceye sahip kimseler genel olarak eğitimsiz kişiler. Eğitimden kasıt üniversite ile sınırlı değil, daha çok kişisel ailevi eğitim söz konusu. Kişiler yüzyıllar öncesinden yüz bin defa değişerek gelen kör geleneklerin uygulayıcısı olma eğilimleri ile aslında kendi yaptıkları “ahlaksızlıkları” hasıraltı ederek, açık zina olarak adlandırılan davranışların taşlanarak öldürülmek ile cezalandırılmasını hoş görmekteler. Bir suç açık işlenince suçtur, görünürleşmediği zaman suç değil midir? Sevişmek nikahsızsa zina, nikahlıysa serbest midir? Zinayı halkça görünür ve duyulur şekilde yapmak suçtur, ama gizli zina suç değil midir?
u tarz davranış örneklerini Müslüman nüfusunun çoğunluk olduğu Ortadoğu ülkelerinde sıklıkla görüyor olsak da olayı tamamen Müslümanlar’a mâl etmek yanlış bir davranıştır. 2000 yılında Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Asma Jahangir, keyfi yargısız infaz uygulamalarıyla ilgili yıllık raporunda şu ifadelere yer verdi: “Namus cinayetleri uygulaması, nüfusun çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda daha yaygın olsa da sadece bu ülkelere özgü değildir. Bu bakımdan bir takım tanınmış İslami liderlerin ve âlimlerin bu pratiği alenen kınadığının ve bu pratiğin dini bir temeli olmadığını açıkladıklarının kaydedilmesi gerekir.” Her ne sebepten olursa olsun bir insanı öldürmek başka bir insanın kontrolünde değildir, olmamalıdır. Bunu bilimsel olarak da dini olarak da açıklamak oldukça mümkün. Açıklaması zor olan şey ise; zihniyet. Recm cezası genellikle ahlak kuralları ve dini unsurların yaygın toplum kanaatlerine ters davranışlar sergilenmesi halinde uygulanıyor. Yaygın sanılan bu eksik fikirlilik aslında mücadele edilmesi gereken başlıca unsur.
Türkiye’de, bir insan hakkı ihlali olarak recm uygulanmamıştır. Şeriata daha yakın olan Osmanlı döneminde dahi “recm cezasının” kayıt altına alınmış sadece bir örneği bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Ömer Menekşe “Marife” isimli dergideki makalesinde recmin resmi belgesini yayımlamış.
Günümüz dünyası, teknoloji ve bilimin gelişmesiyle her geçen gün gerçek bilgiye daha da yaklaşıyor. Hızlı bilgi akışı sayesinde dünyada neler olup bittiğinde haberdar olabiliyoruz, artık bilmediklerimiz öğrenmek için daha az çaba sarf etmemiz yeterli oluyor.
Kadın ve Namus “Recm” uygulaması hakkında konuşurken bahsedilmesi gereken iki önemli nokta var. Bunlardan biri ana muhatabın çok büyük bir farkla kadın olması ve “ceza” diye adlandırılan bu hak ihlalinin, genel olarak “namus” kavramının sözüm ona korunması amacıyla, büyük çoğunlukla da kadınlara uygulanmasıdır. Klasik bir örnek olarak; bir kadının evlilik öncesi veya evlilik dışı bir cinsel ilişki yaşadığında veya yaşadığından şüphelenildiğinde; o kadının babası, erkek kardeşi veya kocası tarafından öldürülmesini ele alabiliriz.
1- Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet. 2- Dürüstlük, doğruluk. İffet: Cinsel konularda ahlak kurallarına bağlılık.
54 • Gaia Dergi • Haziran 2015
B
u tip olaylar Türkiye’de yaşandığı zaman bile sonunda namus cinayeti olarak haberlerde izliyoruz, “ama” ile başlayan cümleler kurarak bir hak ihlalini, bir cinayeti haklı bulduğumuzu gösteriyoruz, cinayeti meşrulaştırıyoruz. Peki, namus nedir? Namus kimindir? Namus var mıdır, varsa sadece kadın için mi konuşulur? Erkeğin namusu nikahsız sevişmeler ile kirlenmeyen bir yapıda mıdır? İrade sadece kadın da mı vardır?
Türk Dil Kurumu sözlüğünde namus kelimesinin iki anlamı yazıyor. Birbirine bağlı iki kelime ve bir kısır döngünün içine hapsolmuş zihniyet: Namus ve iffet. Toplumun ahlak kurallarını kim belirliyor? Toplumsal değerler bireysel değerler ile ters düştüğü zaman toplum bir durup düşünüyor mu, yoksa birey davranışından vaz mı geçi(rili)yor?
İ
ffetli olmak bir mecburiyet midir? Herkes kiminle sevişeceğini bir imzalı nikâh ile bildirmeli midir? Özel hayat bu mudur? Özele girildiğinde namus nerede kalıyor, herkesin bildiği sır değilken iffetli nasıl iffetli kalabiliyor? Namus, din ve milliyetçilik birlikte gezen arkadaşlar gibidir. Birine bir şey olduğunda hemen diğer ikisi harekete geçer. Kadın ise ortak ve en küçümsedikleri hedefleridir. Kadın her türlü namus eksikliğinin sorumlusu, ahlaksızlığın öznesidir bu zihniyete göre. Bir erkek bir kadına tecavüz eder fakat namussuz olan tecavüz eden erkek değil, etek giyen kadındır. Böyle bir olayın yaşandığı bir Ortadoğu ülkesinde kadının recm edilmesi muhtemel bir ihtimaldir. Namus suçlarının cezaları, caydırıcı ve korku salıcı olması bakımından serttir. Zina yaptığı belirtilen yalnızca kadın değildir, çünkü sevişmek en az iki kişilik bir eylemdir. Dolayısıyla erkeğe çapkın diyerek övgü yağdırmak, kadına namussuz diyerek can güvenliğini tehlikeye atmak insani erdemlere dahil bir davranış olamaz.
Kadın cinayetlerini namus ve töre gibi çatıların altına sokarak bu cinayetlerin meşrulaştırılmasına asla izin verilmemeli. Ahlak ve namus gibi soyut konular bireylerin onları nasıl anladığıyla alakalıdır. Herkesin ahlak anlayışı farklıdır. Kimine göre ahlaksızlık; yüz binlerce euro ederindeki arabalarla dolaşıp tatil köylerine servet dökmek, yüzlerce ağaçtan oluşan ormanları kesip oralara yüksek kuleler dikip insanları üst üste yerleştirmek, denizleri kirletip balıkları öldürmek, yaban hayatın içine sızıp fildişinden kolye yapmak ve onu satın almaktır. Kimi namussuzluğu; yolda yürüyen ve şans eseri etek giyen bir kadına etraftakileri tahrik ettiği için ona her istediğini yapabileceğini düşünen kişinin karakteri olarak tanımlar. Bazıları için ahlaksızlık yalan söylemektir, bazılarına göre yolsuzluktur, uçan dairedir, HES’tir kimilerine göre. Bir masum köpeğin kulaklarını kesebiliyor olma ruh halidir bence ahlaksızlık. Dünyanın kendi kurallarına göre ve kendi etrafında, başka kimse yokmuşçasına, saygısızca döndüğünü zannedenlerin ortak adıdır aslında namussuz ve ahlaksız.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 55
Kitaplardan çocuklara:
Hayvanlar konuşur mu? A A Şöyle barışçıl bir senaryo hayal edelim:
nnesi ve çocuğu oturup birlikte kitap okuyorlar. Çocuk henüz küçük, daha okula başlamasına çok var. Meraklı gözlerini kocaman kocaman açarak kitabın sayfalarına heyecanla bakıyor. Annesi okuyor: “Baba ördek, çocuklarına kahvaltı hazırladı ve çocuklarına seslendi: Günaydın! Uyanın haydi, kahvaltı hazır!” Çocuk, kitapta insanların giydikleri giysileri giyen ördekler görüyor. Aynı insanlar gibi kahvaltı hazırlıyorlar, işe veya okula gidiyorlar, evleri tıpkı onlarınki gibi. Bir zaman sonra, hikâye bu ya, anne ve çocuk gerçek bir ördek ve yavruları ile karşılaşıyorlar. Anne gururlu: Çocuğuna hayvanlar ve çevre ile ilgili bir sürü kitap okuyor. “Oğlum/ kızım, neydi bunlar söyle bakayım hadi?” diyor çocuğuna. Çocuğun kafası karışık, ses yok.
56 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Vik vik miydi, cik cik mi? Kuş muydu? Evet kuş! Kuş olmalı. “Kuş!” diyor çocuk, “Bunlar cik cik cik!” anne düşünceli ve sabırsız: “Aaaa ama hani kitapta vardı ya, babaları uyandırıyordu, okula gidiyorlardı sonra. Neydi onlar?”
Çocuk kitaplarındaki hayvan görsellerinin ne kadar gerçekçiyse bir o kadar öğretici olduğu keşfedilmiş. Çocuk sıkılgan bir hale gidiyor, susuyor. Dikkati başka yere çekmek için parmağıyla bir şeyler işaret edip “Bu ne, bu ne?” lere başlıyor. Bugüne kadar birçok yerde okumuştur ilgili anneler: Çocuklarınıza bol bol kitap okuyun. Hem dil gelişimi ve sosyal gelişim adına elzemdir kitap okumak.
ma okumak önemli olduğu kadar, o kitapların nasıl hazırlandığı, hangi mesajı vermeyi amaçladığı ve ne gibi görseller ile bezendiği de oldukça önemli. Çünkü bu tür şeylerin onların farklı kavramları öğrenmesi ve iletişim becerilerinin artmasına etkisi var. Gözünüze çarpmıştır kitapçılarda, tabii çocuk kitapları reyonları ilginizi çekiyorsa, çocuk kitaplarını oluşturan ögeler genelde gerçekçi bir tarzda işlenmez. Hayal gücünü güçlendirmesi ve çocuklara renkli bir dünya sunması amaçlanır; olaylar ve karakterler fantastik bir biçimde resmedilir. Şimdi gelelim esas soruna: Çocuklar kavramları, çevrelerini, dünyayı öğrensin diye tasarlanan “Ördek Bey” gibi hikâyeler düşünüldüğü gibi bunu öğretmede etkili değiller aslında. Annemiz şaşırmasın. Çünkü çocuk kitaplarındaki hayvan görselle-
rinin ne kadar gerçekçiyse bir o kadar öğretici olduğu keşfedilmiş. Frontiers in Psychology dergisinde yayınlanan bir çalışma, çocuk kitaplarındaki hayvan tasvirlerinin çocukların öğrenmesi üzerindeki etki ile ilgili çok ilginç bulgular sunuyor. Çalışmada, çocuk kitaplarında hayvanların resmediliş şekli iki açıdan ele alınmış: Biri, hayvanların gerçekçilikten uzak bir şekilde resmedilmesi (örneğin; insanlara özgü giysiler giymeleri), ikincisi ise insanlar gibi konuşturulması veya insanlara özgü aktiviteler yaparken gösterilmesi. Bu durumların okul öncesi yaşlardaki (3, 4, ve 5 yaşlarındaki) çocukların hayvanları ne derecede öğrenebildiğine etkisini incelemişler. Sonuçları çok ilginç: Kitaplarda hayvanlar resmedilirken konuşturuluyorsa çocuklar gerçek dünyada hayvanlara insana özgü özellikler yükleyebiliyor ve ne kadar çok gerçekten uzak resmediliyorsa hayvanlara özgü gerçeklikleri daha sonra öğrenmede sıkıntı yaşıyorlar. Yani, kitapları okuduktan sonra, orada resmedilen hayvanların özelliklerini öğrenirken, daha gerçekçi kitaplara maruz kalmış çocukların öğrenme seviyesinden geride kalıyorlar. Çalışmayı yürütmüş olan bilim insanlarının da bu doğrultuda, özellikle okul öncesi yaşlarındaki çocuklar için önerileri de bulunuyor. Eğer bir kitap hem hayvanların resmedilişi hem de kullanılan dil ve içerisinde geçen aktiviteler bakımından hayvanlara özgü gerçeklikten ne kadar uzaksa, çocukların gerçek çevrelerinde hayvanlara özgü nitelikleri öğrenmeleri o kadar zorlaşıyor.
O nedenle, okul öncesine yönelik kitap yazarken veya seçerken, özellikle de amacımız hayvanların niteliklerini onlara öğretmek ise fantastik kurgu ve görsellerin ilgi çekiciliğine karşı koyup, daha gerçekçi kitaplara yönelmeliyiz, günümüzün bol reklamlı, ilgi çekme yarışına kapılmış medyatik dünyasında zor olsa da. Bu bulgular başka çalışmalarla da desteklenmiş durumda. Child Development dergisinde yayınlanan bir başka çalışmada da, okul öncesi yaştaki çocukların, gerçek resimli kitaplardaki bilgileri, günlük yaşamlarına ve çevrelerine daha iyi transfer edebildikleri bulunmuş. Yani, gerçek hayvan resimlerini gördüklerinde, hayvanları daha iyi öğrenebiliyorlar. Ama burada da şöyle bir önemli nokta var: Hayvanları gerçek çevrelerinde görmeleri gerekiyor. Yani kitaptan öğrenilen bilginin, gerçek çevresinde o hayvanı görene kadar işlenmesi tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Örneğin; kitapta resmedilen bir tırtılı öğrenmek ile bahçede yaprakların üzerinde gezen bir tırtılı görerek öğrenmek arasında fark oluyor. Tabii bu farklar okul çağına gelmiş çocuklar için tartışma konusu. Daha büyük yaştaki ço-
cukların fantastik kurguları algılaması, okul öncesi dönemdeki çocuklara göre çok daha farklı olabilir. Gerçeklik ile kurguyu ayırabilme becerileri daha fazla gelişmiş olabilir. Ama bu, çocuklara hayvanları öğretmek için okul çağını beklememiz gerektiği anlamına gelmez.
B
Görsel: The Oracle’s Fables
u bulguların bize gösterdiği çok değerli şeyler var. Çocuklar çevreyle iletişime geçebilmeli. Hayvanları olabildiğince gerçekçi öğrenebilmeli. Günümüzün hem avantajlı hem dezavantajlı teknolojinin dünyasında, çocuklara teknolojinin hangi yönünü sunacağımızı çok titiz seçmeliyiz. Kitapların öğretici gücü yadsınamaz ama bazen de kitapların amaçlarına ulaşıp ulaşmadığını incelemek gerekiyor. Her şeyden önemlisi, naçizane fikrim şudur: Çevresindeki canlıları onlara özgü özellikleri ile tanıyan çocuklar, ancak gelecekte çevreleri konusunda gerekli duyarlılığa sahip olabilir ve doğal yaşam ortamlarını koruyabilmek için ne yapması gerektiğini bilir.
Gelin o zaman çocuklarımızı alıp dışarılara çıkalım, doğal ortamlarını gösterelim, keşfetmelerini sağlayalım. Her çocuğun buna hakkı olduğunu unutmayalım. Onları dört duvarlar içerisinde, ekranlara mahkûm etmeyelim. Belki annesinin peşinden giden “çocuk” ördekler görürüz, kim bilir? Gaia Dergi • Haziran 2015 • 57
“Mutsuzluğa dayanamıyorum” dedi köpek, “İnsanların
“Anlatamazsın” dedi baykuş, “Kelimelerle olmaz. Rüzgâr
kuyrukları yok, biliyorsun. Hepsi çok mutsuz, biz olma-
kendi dilinde anlatır, su, toprak anlatır. Onları yeniden
dan yapamazlar. Hem burada kimsenin bana ihtiyacı
dinlerse hissedebilir insanlar. Ama beton ormanlarda
yok!”
rüzgâr, su ve toprak kalmadığında tek bir anlatıcı kalır; Ateş! Ve ateş, yakarak anlatır; susuz, havasız bırakarak
“Ama bunu hep unutuyorlar” dedi, ateşe sırtını vermiş
anlatır. Beden alev aldığında, kıyafetlerini çıkartmaz, o
yatan çatal dilli yılan; “Onlar soğuk, lanet yaratıklar, kuy-
yapay toplumsal rollerinden sıyrılmazsa kavrulup gider
rukları olmadığı için kuyruk kesen yaratıklar.”
insan!”
O sırada, birden görmüş gibi yerden yükselterek başını,
“Ben ateşi hissediyorum” dedi adam. “Evet, elbette, o
insana döndü yılan; “Senin burada ne işin var?”
yüzden buradasın” dedi baykuş, “O yüzden seninle konuşuyoruz. Ateşi taşı, var ol ve savun. Kimseye bir şey
“Ben” dedi insan, “Bu inşaatı durdurmak için geldim.
anlatamazsın ama seni gördüklerinde, senin üzerine
Doğanın ve insanın bir arada olduğu bir yaşamı savunu-
oturtamadıkları kendi kıyafetlerini de göreceklerdir. Bu
yorum.”
sizin savaşınız, bizim değil! Var edin, var olun ya da yok edin, yok olun!”
“Doğa ve yılan bir arada olsa nasıl olur?” dedi yılan. Sonra
ONLARA NASIL ANLATACAĞIZ? Köpek, adam, baykuş ve yılan ateşin başında oturuyorlardı. Aşağıda, girişinde ufak bir kulübe, içerisinde ise iki iş makinesi olan, geceye bırakılmış bir inşaat vardı. “Onlara nasıl anlatacağız?” dedi adam. Köpek, “Ah evet, insanlar hiçbir şeyi anlamıyorlar. İşleri güçleri emir vermek” dedi. “Siz nasıl anlıyorsunuz?” diye sordu adam. “Her şey zaten apaçık görünür” dedi köpek, “Bakmak yeterli ama insan gördüğü her şeye kendini de yansıtıyor, neye baksa kendi aklındaki ile denkleştirmeye çalışıyor. Biz renk körüyüz, insansa yansımalar yüzünden göremiyor”
58 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Yanlarındaki ağacın dalında tünemiş olan baykuş, “Pek bilgece” diyerek söze girdi. “Köpekler kokular içinde esas olanı seçer, insanın zihnine girip kalbi atan kelimeyi görür ama neden insanlarla bu kadar yakınlaşırlar, onu anlamam. O şehirlerde vahşi bir yaşam var. Taş ve demir ormanlar! Bak işte o demir ağızlılarıyla şimdi de buradalar! Aklınız olsa onları bir seferde terk edip bizimle yaşarsınız ama safsınız işte, yakında sizi de toplayıp bir yere kapatırlar!”
dikkat kesilerek, adamın gözlerine sabitlenerek “Çatal
Baykuşun sözlerinden sonra derin bir sessizlik oldu.
dil” diye fısıldadı. Eski bir hikâyeydi yılanın hatırladığı.
Arkalarında kalan ormanın ürkütücü karanlığını, insanın
Engereklerin ve çıyanların dilini öğrenen ilk insanın
yansımalarıyla dolduramadığı o boşluğu hissetti adam.
hikâyesi! Aynı dilde konuşuyorlardı, iki uzak akraba gibi.
Sonra toprakta yürüyen bir gececi böcek gördü. Bir süre
Engereğin aynı anda doğruları ve yalanları apaçık söy-
onun sabit hedefli adımlarını izleyerek rahatladı. Köpek
leyen dili, insanda görünen ve görünmeyen iki dil olarak
burnunu ayaklarının üzerine yasladı, yılan ve baykuş
çatallanmıştı.
kendi içlerine kıvrıldı. Adam da iki elini atarak ensesine yüzünü gökyüzüne döndü. Yıldızlar ince ince kıpırdar-
“Ah!” dedi, hikâyeyi hatırlayan yılan, “Hiçbir zaman hiçbir
ken, ateşin gittikçe azalan çıtırtıları duyuluyordu.
şeyi anlamayacaklar.” Gökyüzünün altında uykuya dalarken adam, ormanın ka“Evet” dedi, gözlerinde bir mutsuzluk okunan köpek, “Hiç-
ranlıklarından gelen adımlar duyuldu. Yıldızlar, adamın,
bir zaman hiçbir şeyi anlamıyorlar.”
köpeğin, baykuşun ve yılanın etrafında bir yarım çember oluşturan onlarca hayvanı izledi. Kirpiler, kurtlar, sin-
“Ama yetenekleri var” dedi baykuş, “İçlerinde hala ateş
caplar, ceylanlar... Gördüklerini adamın rüyasına serpti
var. Onların beton ormanlarda yaşadığını ve en çok da
yıldızlar. Rüyasında ormanın tüm seslerini duydu adam,
birbirlerinden korktuklarını unutmayın. Aklını, dengesini
tüm hayvanların nefesini ensesinde hissetti. Döndü ve
kaybetmiş kafes hayvanları onlar! Elim kalem tutsaydı
yüzlerine dokundu. O hayvanların, hayvanlar onun...
‘Kafesler Boşalsın’ diye bir kitap yazıp anlatırdım durum-
Sonra, çok az sonra içine bir acı saplandı. Beton bir or-
larını ama ben sözlerimi rüzgâra bırakırım”
manda, beton bir odada kendi yüzü ellerinin arasındaydı.
“Ben onları doğal bir türeden saymıyorum” dedi yılan,
“Hiçbir zaman anlamayacaksınız” demişti rüyadaki kirpi;
“Burada işleri yok, geçmiş ola!”
“Hiçbir zaman anlamıyorlar” demişti sincap ve kurt “Bu sizin savaşınız” demişti, “Bu demir canavarlar sizin. Var
“Ben doğa için buradayım” diye söze karıştı adam,
ettiğin şey sensin, yaşam senin kabul ettiğin...”
“Söyleyin bana; onlara, insanlara tüm bu yaptıklarının bir dönüşü olmadığını, her şeyin daha kötüye gideceğini
“Ben bunu kabul etmiyorum!”
nasıl anlatabilirim?” “Evet, elbette. O yüzden seninle konuşuyoruz!”
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 59
JAPONYA’DA ŞİNTO İNANIŞI VE MİYAZAKİ
FİLMLERİNDEKİ YANSIMASI Bir çocuğu büyüten ve kişiliğini oluşturan temel etkenler ona yanı başında öğütler veren büyüklerinin desteği, paylaşmak kavramının benliklerine yer etmesini sağlayan arkadaşlıkları ve hayal dünyasının sınırlarını sonsuza dek genişleten, rengarenk diyarlara yolculuklar yapmasını sağlayan kitapları ve çizgi filmleridir. Çizgi film sektöründen birçok noktada ayrılan anime dünyası, her yaştan ve kesimden insana hitap edebilme gücü ile milyonlarca kişinin yaşamına etki etmiştir. Anime filmleri ile bu hitap gücünü milyonlara ulaştırmış yönetmen ve senarist Hayao Miyazaki, Japonya’nın Walt Disney’i olarak biliniyor.
Ç
ocukluğunu İkinci Dünya Savaşı‘nın ülkedeki yıkıcı etkisiyle geçiren Miyazaki, Japonya’nın savaşla birlikte her alanda değişiminin ülkenin kültürel zenginliğini zedelediğini vurguluyor filmlerinde. Miyazaki’ye göre ülkesinin insanları endüstrileşmeyle birlikte tüketime ve yozlaşmaya mahkûm olmuş, modernleşmeyle kültürel değerlerini unutmuş bir halk. Doğa ve insan ilişkisinin saygı temelli olması gerektiğini her seferinde vurgulayan, ekolojik bozulmaya dikkat çeken Miyazaki, bunu filmlerine yerleştirdiği Şinto inanışına ait ögelerle sağlıyor.
“Tanrıların Yolu” anlamına gelen Şinto felsefesi, bir din olmaktan çok altıncı yüzyıldan beri Japonlar arasında yaygın olan bir hayatı algılama biçimi. Herhangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmayan bu inanış, sözlü öğretiler ve geleneklerle günümüze kadar hayatta kalmış durumda. Şu an dünya üzerinde yaklaşık beş milyon takipçisi olan Şinto inancının temeli, “Doğada var olan her objenin bir ruha sahip olduğu ve bütün varlıkların birbiriyle saygı içerisinde yaşaması gerektiği” düşüncesine dayanır.
K
utsal ruh anlamına gelen “Kami” bu inanışın en temel ögesidir. Kamiler, genellikle doğadaki varlıkların ruhuna atfedilmiştir. Dağlar, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, denizler, nehirler, güneş ve hatta pirinç tarlaları bile birer kamidir. Tek tanrılı dinlerin aksine bu inanışta birden fazla kutsal öge vardır ve çeşitlilik zenginliğe işaret eder. Doğa ve insanlar, kamilerin çocuklarıdır. Bu yüzden kardeş gibi saygı ve sevgi içerisinde yaşamalılardır. Dengenin ve bütünselliğin bozulmaması esastır. Doğanın ruhu, kamilerle varoluşa yansımıştır ancak bu inanışta hiçbir materyalist anlayışa yer yoktur; tamamen ruhani saflık ve temizlik anlayışıyla dünyaya bakmak gerekir. Bu felsefenin dini ritüelleri, arınmadan ve temizlikten köken almıştır. Tapınaklara temiz olmayan kimse giremez. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi keskin ayrımlar yoktur. Her varlığın içerisinde temiz bir ruh vardır ve bu ruh kirlenmeye başladıkça “kokoro” adı verilen benliğin saflığı bozulmaya mahkûmdur. Bu nedenle arınma ritüelleri bu inanışta çok önemli bir yere sahiptir. Japonya’da birçok insan Budizm anlayışını benimsemeye başladıktan sonra iki inanışı perçinleyip hem geleneklerine bağlı kalmış hem de yenilikçi bir din yapısına kavuşmuştur. Günlük yaşamda evlilik, doğum gibi yeni şeyleri sembolize eden olaylar için Şinto inanışına sadık kalınırken, ölüm ve diğer dünya ile ilgili konularda Budist öğretilere uygun ritüeller izleniyor. Şinto inancını bir din olarak benimsemediğini ancak bu felsefeye saygı duyduğunu belirten Miyazaki, büyükanne ve büyükbabasının zamanında, her nesnenin bir ruh içerdiğine inanıldığını ve bu sebeple her şeyin içinde yaşamdan izler görülebileceği düşüncesine sadık kalarak bu öğretileri filmlerine yansıtmaya çalıştığını söylüyor. Miyazaki’nin rahatsızlığı noktada Japonya’nın yeni neslinin teknoloji ve modernleşmeye ayak uydurarak kültür birikimini unutmaya yüz tutmasıdır. Filmlerinde seçtiği ana karakterlerin ortak özelliği, saf ve insani özelliklerini kaybetmemiş çocuklar olması. Şinto inanışına göre kamilerle iletişim kurabilen, onların ruhani varlıklarını hissedebilen insanlar ancak masum ve doğaya saygı barındıran ruhlara sahip olanlardır. Bu nedenle Miyazaki filmlerinde çocuklara hitap ederek onların kendilerini ana karakterlerle özdeşleştirmelerini ister.
60 • Gaia Dergi • Haziran 2015
2003 yılında Oscar kazanan Spirited Away, Şinto felsefesinin yansımalarının en yoğun olarak karşımıza çıktığı Miyazaki filmidir. Filmin giriş sahnesinde dağa tırmanan bir arabanın içinde ana karakter Chihiro ve ailesini görürüz. Batılı yaşam tarzını benimseyen ve özlerini kaybederek yozlaşmış bir mizaca sahip olan bu aile, dağda yollarını kaybeder ve eskiden eğlence parkı olarak kullanılan bir yapının karşılarında bulur kendilerini. Bu parkın içerisinde satılan yiyeceklerden sınırsızca yiyen anne ve baba figürlerinin domuza dönüşmesinin ardından Chihiro onları kurtarmak için bu parkın derinlerine gider ve oranın aslında kamilerin dinlenme ve arınması için kullanılan bir banyo evi olduğunu keşfeder. Bu evin sahibi olan Yubaba ile ailesini tekrar insana döndürmek için anlaşma yapmak zorunda kalır. Yubaba’nın müşterileri ise arınmaya gelen kamilerdir, tüm hikâye bu banyo evinin odağında geçer. Spirited Away, hayvanlar ve dağın ruhani ağırlığının yanında esas olarak temeli su ve nehir tanrılarının ruhuna dayandırarak ilerler. Chihiro’ya yardım eden Haku adlı karakter Şinto geleneklerinin eşsiz bir timsalidir. Giyimi, konuşmasının resmiyeti, Chihiro’nun küçükken düştüğü nehrin ruhu oluşu bize birçok şey anlatmaktadır. “shinjin-gouitsu” kami ve insan ruhunun biraraya gelişini temsil eden bir söz dizisidir, Chihiro’nun saf ruhu Haku’yla bir bütün olmalarını sağlamıştır ve bir insan için kaminin kutsallığına ulaşabilmek çok büyük bir ruhani güç gerektirir. Filmin en dikkat çekici sahnelerinden bir diğeri ise banyoya gelen kamilerden biri çok kötü kokmaktadır ve perişan bir halde olmasına rağmen insanlar ondan kaçışır. Ancak Chihiro onun çok ağır kirler taşıyan bir ruh olduğunu fark eder ve arınmasına yardımcı ve saflık olduğu düşüncesine yeniden tanıklık ederiz.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 61
Komşum Totoro
Miyazaki’nin başyapıtlarından bir diğeri ise sanayileşmenin etkisiyle insanın doğadaki tahribat gücünün anlatıldığı Prenses Mononoke filmi. Şinto felsefesi hayatı; ke, kegare ve hare kavramlarından oluşan bir döngü şeklinde açıklar. Yaşamsallık, günlük hayat anlamına gelen “Ke”, rutinde yaşanan her şeydir ve hayatın süregelme gücünü simgeler. “Kegare” ise kaos anlamını taşır ve günlük hayatta yaşanan bozulmaları, çürümeleri temsil eder. Kegare sonucu oluşan çürümeyi ve yozlaşmayı düzeltmek için “matsuri” adı verilen festivaller yapılır ve bu yenilenme ritüeli “hare” konseptini oluşturur. Prenses Mononoke bu kutsal döngünün seyirciye en güzel şekilde yansıtıldığı filmdir.
tapınaktır.” der. Ayrıca Şinto felsefesinin doğadaki bütün varlıklarla kurulan ortak yaşamda esas olan şeyin sevgi ve saflık olduğu düşüncesine yeniden tanıklık ederiz.
Bir diğer ilgi çekici nokta ise ikiz kardeşler olan Yubaba ve Zeniba iyi ve kötü gibi keskin sınırlarla çizilmiş karakterler değildir; bu da bize Şinto inanışının hiçbir zaman iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi net yargılara varmadığını, olayları kirletici ve arındırıcı bakış açısıyla ele aldığını gösteriyor. Eğer bir ruh arınırsa tekrar iyiliğe ve güzelliğe kavuşabilecektir. Nehir Tanrısı’nın temizlendikten sonra beyaz bir ışık huzmesi şeklinde dışarı akışı da bu felsefenin temel yansıtıcı ögelerindendir.
Minik kardeş Mei, tek başına ormanda dolaşırken bir mağaraya girerek yerin altına iner, burada toprak ve ağaç kamisi olan Totoro’yla tanışır. Totoro’nun yaşadığı yer, aynı zamanda bölgedeki kutsal tapınağın olduğu devasa ağacın köküdür. Bu ağacın altındaki dünya, kamilerin ve ölü ruhların yaşadığı bir başka evreni simgeler. Kardeşlerin yaşadığı dünya ile kamilerin dünyası arasında seyahat eden şişman büyük tavşan Totoro, Mei ve Satsuki ile yakın bir dostluk kurar. Bu da bize kutsanmış ruhlara ancak yüreğinde hiç kötülük bulunmayan, masum canlıların ulaşabileceği mesajını bir kez daha verir. Filmde Totoro’nun doğaya can verme gücüne çoğu kez şahit oluruz. Kimi zaman ağacının tepesine çıkıp rüzgârı kontrol eder, kimi zaman tohumlara hayat verip onları kocaman ağaçlara dönüştürür.
Spirited Away’deki nehir ve su odaklı ruhların ardından Komşum Totoro filmini ele aldığımızda, daha çok toprak ve ağaçların kutsallığına değinildiğini görürüz. Filmin ana karakterleri, Mei ve Satsuki çocukların Şinto öğretilerini içselleştirmesi açısından rol model olacak kızkardeşlerdir. Hikâyemiz, annelerini kaybetmiş Satsuki ve Mei’in babalarıyla birlikte yeni bir eve taşınmalarıyla başlar. Kısa süre içerisinde bu eve alışan çocuklar evlerinin etrafındaki ormanı keşfetmeye çıkarlar ve ormanın içinde devasa bir ağaç görürler. Ağacın üzerinde gördüğümüz beyaz kâğıtlardan yapılma süsler ve halatlar “shimenawa” denilen simgelerdir. Bunlar üzerinde bulunduğu nesnenin kutsanmış olduğuna işaret eder. Babaları ağaca saygı göstermeleri gerektiğini belirterek, “Bu ağaç, insanlar ve doğanın dost olduğu çok eski zamanlardan beri burada bulunan kutsal bir
62 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Spirited Away
olur. Miyazaki bu sahneyi evinin yanındaki bir nehrin atıklardan dolayı kirlenmiş olmasından esinlenerek yazdığını belirtiyor.
Hikâyeyi ele alacak olursak; ana karakterlerden biri olan Ashitaka, köyünün hastalanmış orman kamisi Nago adlı yaban domuzu ile savaşırken lanetlenir ve köyden ayrılmak zorunda kalır. Geyiği ile çıktığı yolculukta büyük bir ormanın içinden geçerken bir kız görür ve ona âşık olur. Bu kız; kurtlar tarafından büyütülmüş, güçlü ve asil Prenses Mononokedir. Kurtlar ve prenses ormanın ruhunun koruyucularıdır. Orman ise Lady Eboshi tarafından yürütülen maden çalışmaları nedeniyle tehdit altındadır. Ormanın içerisindeki demir madenini işleyerek doğayı sanayileşmenin kurbanı haline getiren Lady Eboshi, Shishigami adlı doğanın kutsanmış ruhunu fiziksel olarak da öldürmeyi planlamaktadır. Shishigami, gündüzleri babun yüzlü bir geyik olarak ormanda dolaşırken geceleri ağaçların beş katı büyüklüğünde devasa bir yıldız huzmesine dönüşür ve canlıların hayat akışını kontrol eder Ancak Miyazaki saf iyi ve saf kötü algımızı Lady Eboshi karakteri ile bir kez daha yıkmayı başarır. Toplumun cüzzamlı ve fahişe diye adlandırarak dışladığı, ötekileştirdiği insanlara bu maden kentinde kendi dünyalarını yaratma imkânı verir. Yine de ötekileştirilmiş insanlara yarattığı bu güzel dünya Lady Eboshi’nin demir madenlerini işlemek için ağaçları kesmesini, hayvanları öldürmesini ve silahlar üretmesini görmezden gelmemize yetmez. Filmin başında Ashitaka’nın lanetlenmesine sebep olan Nago adlı kaminin hastalanması bile Lady Eboshi’nin ürettiği silahlar yüzündendir. Filmin ana yapısına yansıyan Şinto felsefesinin somut olarak yansımasını ağaçların ruhları olan minik Kodamalarda, kurt kabilesinin soylu ruhunda, yaban domuzlarının mağrur ve asil mizacında ve en yoğun olarak da Shishigami’nin sonsuz gücünde görürüz. Şinto felsefesinin temelinde yer alan doğanın harikulade gücünü en yoğun ve acı şekilde hissettiğimiz bir diğer Miyazaki filmi ise: Rüzgârlı Vadi.
Dünya, Ateşin Yedi Günü adlı apokaliptik bir savaşın ardından devasa mantar ormanlarının yeryüzünü yaşanılmaz hale getirmesiyle nefes dahi alınamayacak bir gezegene dönüşmüştür. Çöller, tehlikeli büyük böcekler, zehirli bitkiler ve bazı mantar türlerinin yaydığı zehirli gazlar atmosfere yayılarak gittikçe azalan insan ırkını tehdit etmektedir. Nausicaa, az sayıda insanın tarımla uğraşıp böcek ve mantarlarla mücadele ederek yaşadığı Rüzgârlı Vadi’nin prensesidir. Bir gün vadiye Pejite adlı krallığın uçağı düşer. Uçak tamamen yanıp kül olurken geriye sadece kargosu sağlam kalmıştır. Bu kargonun içinde bulunan antik bir silahla tüm böcekleri ve mantarları yok etmeyi amaçlayan başka bir krallık, askerlerini vadiye göndererek burayı işgal eder. Rüzgârlı Vadi bu iki krallık için hedef haline gelirken Nausicaa dünyayı eski haline getirmenin yolunu keşfetmiştir. Bu güçlü kadın karakter, doğaya duyduğu saygı ve canlılarla kurduğu tinsel iletişim yoluyla eşsiz bir kahraman haline dönüşür. Miyazaki bu filmi civanın yarattığı toksik etkinin vücutta birikerek yol açtığı Minamata Hastalığından esinlenerek oluşturmuştur. Rüzgârın efendisi olarak bilinen prenses, Şinto geleneğindeki mükemmel insanın yansımasıdır. Miyazaki’nin yarattığı hayaller ülkesi saygı, hoşgörü, arınma ve saflık üzerine kurulu olup dünyanın yozlaşmış halini insanların kötülüğünden kurtaracak bir serap gibidir. İnsan ırkının en saf ve masum temsilcileri olan çocuklara Şinto inancının kutsal ruhunu aşılayarak kültürel zenginliği yaşatmak isteyen Miyazaki 2013 yılında Venedik Film Festivali’nde emekli olduğunu duyurmuştur. Ortağı Isao Takahata ile birlikte kurduğu Stüdyo Ghibli, yirmiden fazla filme ve birçok anime dizisine imza atarak dünyanın daha yaşanılır bir yer hâline dönüşmesi için insanlara yol göstermiştir.
FİLM ÖNERİSİ Endüstri ve kentleşmenin doğayı derinden yaraladığına şahit olduğumuz bir diğer Stüdyo Ghibli filmi olan 1994 yapımı Pom Poko’da, rakunlar ve insanlar arasındaki savaş anlatılmaktadır. Filmde Tokyo’nun yakınına yapılması planlanan yeni şehir için devasa bir orman katledilmektedir ve bu ormanda yaşayan rakunlar yaşama alanları daraldığı için açlık ve barınma sorunları sebebiyle insanlara karşı kendilerini savunmak zorunda kalır. İnsanlığın doğaya verdiği zararın büyüklüğünü gözler önüne seren bu film, hayvanlarla empati yapabilme olanağı sağlamaktadır.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 63
TEHLİKELİ OYUNLARLA YAŞAYAN BİR TÜR:
DISCONNECTUS ERECTUS
• TUTUNAMAYANLAR •
İnsan neden oyun oynar? Aklıyla dünyayı kontrolü altına almış bir varlık için cevaplanması zor bir soru. Gerçeklerin katlanılamaz olmasını sağlayan nedir? “Tehlikeli bir şey değil canım. Oyun oynuyoruz” diyor Atay kitabın bir yerinde. Oyunlar ne zaman tehlike taşımaya başlar? “Oğlum Hidayet. Biz burada gerçek, hayal ve anılarla birlikte gayet sıkışık bir vaziyetlerde bulunuyoruz” derken dünü, bugünü ve yarınıyla yaşayan bir canlının aklı yüzünden zamanı bilmemezlik edemeyeceğini hatırlatır. “Aklımız en büyük hazinemizdir” ve sahip olduklarımızın bize sahipliğini engellemenin sonunu deliliğe vardırmak sadece bir övgü müdür?
T
utunamayanlar, Türk edebiyatının zeminini darmadağın eden, zamanını içinde taşıyan bir kitap. Her açtığımızda bildikleriyle bizi etkileyen bir derviş gibi. Bildiklerini hiç unutamayan, dağ başında yalnız kalmış bir derviş. Okuyucunun seçtiği değil, okuyucusunu seçen; size yaklaşmak için önünüze benzerlikler sunmak yerine, var olanı da yıkarak size tutunamayacağınız bir boyut yaratan bir eser. Bir durumu olağan-olağan dışı, iyi-kötü, çirkin-güzel, doğru-yanlış gibi yönlendirmelere başvurmadan, sadece görünen şekliyle anlatmanın karşılık bulmasını sağlayacak tek şey anlatanın gözlerine inanılmasıdır. Çünkü bütün insanlık aklıyla başbaşa kaldığı zamanların bir kısmında toplum içerisindeki rolüyle yüzleşir. İnsanın bir rolünün olması ortada bir oyun olduğunu göstermektedir. Bunun oyun olduğunun kabul edilmemesini sağlayan şey; kişi, aile, toplum ve devletten oluşan gücün varlığıdır. Bu gücün en zayıf halkası olan kişi, aynı zamanda en aciz olanıdır. Kişi bunun ortadan kalkmasının tamamen kendisine bağlı olduğunu sezer ama bu sezisini kendisinden bile saklamak zorundadır. Çünkü bu gücün bütün basamaklarında yer almaktadır. Topluma yabancılaşmaya başlayan bir kişi, eninde sonunda bu toplumun içinde şekillenmiş kendisine de yabancılaşacağını anlar. Tutunamayanlar benzer aşamalardan geçmiş herkes için bir aynadır. Oysa insan aynada görünen istediğine benzemiyorsa, aynada-
64 • Gaia Dergi • Haziran 2015
kinin gerçek olmadığını sadece aynanın gerçek olduğunu kabul etmiş bir oyunbozandır.
“Benimle savaşma Olric!
Çünkü kazanırsan kaybedersin” “Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Çünkü, insan nedir biliyor musun? Ağaçları kesip kağıt yapan, sonra o kağıda ‘ağaçları koruyun’ yazandır.” Bu çatlamış/çatlak/çatlayan/çatlayacak yapının seslerini artık duymazdan gelemediğinizi gösterir. Aklı başındaki akıl, kendi varlığı için kendine saldırmaktan çekinmeyendir. Çünkü yalnızlık, gerçeği savunmaktan vazgeçmek için korkutucu bir ceza değildir ama bu noktada akıl kendine ihanet eder. Yalnız kalmayı ceza görmedikten sonra sıradaki hamle aklın cezalandırılması olacaktır, bunu bilir. Selim’in ve Selimliğin peşinde yol alan Turgut, bir süre sonra kendisiyle baş başa kalır ve Olric’le tanışır. Olric; Turgut’un duyduğu bir ses olmaktan öte, onun artık ceza olarak görmediği gerçekliğinin yol arkadaşıdır. Çıkacakları yol Turgut’un sonu gibi görünse de aslında kitabın başına dönüştür. Bu, kitabın sıralı sayfalarla baştan sona gitmediğini, içine gireni de alıp büyüyen sonsuz bir döngü olarak genişlediğini gösterir. Çünkü artık ya içindesindir çemberin ya da dışında.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 65
“Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezasının ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın. Her zaman, suç işlediği hâlde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ‘ilk günah’ımız budur: Cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. Hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır.” “Bat dünya bat! İki gozun kör olsun da piyango bileti sat!” “Bu kitap ne ciddi kavgaların,ne büyük ve yaygın sıkıntıların ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır.” Oğuz Atay kendisine yöneltilen, bu kitapla ne anlatmak istediniz sorusuna, “Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, ‘Peki herkes ne yapıyor?’ diye öfkeleneceğini bildiğim hâlde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum” cevabını verir. Atay’ın suçu işini çok iyi yapmaktan öte değildir. İnsanı insana insanla insanca anlatma yolunu seçmiştir. Bunun bir insanı rahatsız etmesi, beklenen bir sonuçtur. Oysa insanlar gündelik rollerini gerçekleştirirken rahatsız edilmek istemezler; çünkü bu, onların varlıklarının canlı canlı temsilidir. Bu temsilden başarısız çıkarlarsa seyirci koltuklarında oturan ve aynı zamanda kendi rollerinin de akışını sağlamaya çalışan toplumdaşları tarafından ötelenirler. Kimse durup dururken köşeye itilmek istemez, üstelik kendisi bunu istediği ve kendinde yapacak gücü bulamamışken. “Yaşamak her gün girilen bir imtihan olursa buna kimse dayanamaz” denilirken de vurgulanmaya çalışılan nokta yine aynıdır. İnsanlar gündelik koşuşturmalarının zorunluluğuyla başlayacağı hiçbir gün rolünü tam olarak gerçekleştiremez ve toplum onu ilk aşamada “başarısız” olarak nitelendirir. Bu ne yazık ki sadece malumun başlangıcıdır. Tutunamayanlar, bozulmuş düzenin ve bu düzenle beraber kendini var etmeyi öğrenmiş insanların karşısına çıkıp “Sadece bir dakika durur musunuz?” demeyi çok isteyen, ama ne bunu yapacak gücü ne de hakkı kendinde bulamayanların, düşünmekten yaşamaya fırsat bulamamış hayat acemilerinin, Selimliğin hep aynı sesi duymaya alışmış kulaklara/akıllara/vicdanlara duyurmaya çalıştığı alışagelmişin dışındaki çığlığıdır. Tutunamayanlar, edebiyatı seven birisi için festival alanı gibidir. Bir festivale gidip bütün olan biteni keyifle izle-
66 • Gaia Dergi • Haziran 2015
mek, dâhil olmak yerine “Bu nasıl bir karmaşa!” derseniz bu tavır ya sizin neden orada bulunduğunuzu bilmediğinizi ya da daha önce hiç festivale katılmadığınızı gösterir. Kitabın anlattıkları sizi hayatla ilgili yazının en başında dile getirdiğimiz gibi bir sürü soruya yöneltecekken, tek bir kitabın edebiyata dair her şeyi devrimci bir tavırla kapsaması da sizi acıyla karışmış bir mutlulukla baş başa bırakacaktır. Güzelliğin esrarıyla aydınlanmış gözlerimize emanettir bütün bu yazılanlar, karanlığın bütün ürkütücü gücüne rağmen. “Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkinda bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yapıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu hâlde, anlaşıp gidiyorlar. Bir –miş gibi yapmak tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya... Mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve Batı’ya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (bir futbol maçında yeniveriyoruz onları) ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılar’a iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.”
“Masum insanlara kötülük ediyorlar, gerçek olaylara karşı güvenimizi sarsıyorlar.” Göz ucuyla Metin’e baktı, “İnanarak dinlememizi güçleştiriyorlar. İnsan her sözü kuşkuyla karşılıyor artık. Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.”
TUTUNAMAYAN B
(Disconnectus erectus)
eceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı kayarak iner (Bu arada sık sık düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse acıktıklarını anlamazlar (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez). İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat –gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler). Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, beledi-
ye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir). Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. Başları daima öne eğik gezdikleri için çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir). Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 67
Dünyanın En Huzurlu Ülkesi Yüksek seviye demokrasisi, cinsiyet eşitliği ve az sayıdaki tutuklanma vakaları ile dünyanın en huzurlu ülkesi İzlanda. 2015 Küresel Barış İndeksi’ne (GPI) göre ilk sırada bulunan İzlanda’da, kadınların politika, eğitim ve sağlık alanlarındaki varlığını rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Fotoğraf: Blair Fraser
68 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 69
V
incent’ın annesi, oğlunu ölü doğan bebeği kadar çok sahiplenmemişti. Anne sevgisinden çoğunlukla yoksun büyüyen Vincent, annesiyle olan ilişkisinin izlerini ve hayatı boyunca sabırla aradığı sevgi eksikliğini diğer kadınlarla olan ilişkilerinde de yaşadı. Saplantıyla değil tutkuyla sevdiği kadınlarda aşkına karşılık bulamamış; birlikte olduğu kadınlarla olan bütün ilişkileri ise hayal kırıklığı ve acı ile bitmiş, umutsuzluğunu daha da derinleştirmişti. Fahişeler hayatında önemli rol oynadı. Vincent insanların içindeki huzursuzluk ve cezalandırmaların, fiziksel görünümlerine ve yüzlerine yansıdığını düşünüyordu. Örneğin; Sien’in yüzünde çiçek hastalığının izleri vardı ve zührevi hastalıklarından muzdaripti. Vincent, Sien’in ve kendisinin mutsuz iki ruh olarak birbirlerinin yükünü taşıdıklarını yazmıştı.
Van Gogh: Yıldızlı Gece
Vincent’ın akrabaları galericiydi ve önceleri galerilerde çalıştı fakat sonra dinsel mistisizm dönemi başladı. Kadınlardan görmediği sevgiyi dinde arıyordu ancak vaizlik yaptığı yerlerden aşırı hevesli çalışmasından dolayı çıkarıldı. 1880’de Vincent ağır bir depresyona girdi. Ailenin galeri işinde, bir öğretmen olarak, aşkta ve misyonerlikte de başarılı olamadığından, ressamlığı meslek edinmeye karar vermişti.
DELİLİĞİN SINIRINDA: VAN GOGH “Ruhumu ve yüreğimi resmime verdim ve bu uğurda aklımı kaybettim.”
V
incent van Gogh, 30 Mart 1852’de Hollandalı bir Prostestan papazı olan Theodorus ve Anna van Gogh’un ölü doğan, Vincent isimli bebeğin doğumundan tam 1 yıl sonra 1853’te dünyaya geldi. Bu trajik rastlantının sorumluluğunu da yüklenen Vincent yaşamını, çalıntı bir yaşamı sürdürdüğü düşüncesinin altında ezilerek geçirdi. Dört yıl sonra Theo dünyaya geldi. Theo, Vincent’ın kimsesiz, yoksul ve yapayalnız sürdürdüğü hayatta sahip olduğu tek şeydi. Kendisini, kendisinden başka bilen tek kişi; derdini, umudunu, ayçiçeklerinin hüzünlü güzelliğini anlattığı tek insan... Hiçbir varlığı olmadığı şu dünyada, yokluğunu kaldıramayacağı tek dostu, tek ailesi; “kimsesizliğinin içinde kimsesi...” Vincent’in yaşamı karmaşık ve duygusal çalkantılar,
70 • Gaia Dergi • Haziran 2015
depresif dönemleri izleyen manik heyecanlar, dinsel uğraşlar ile geçmişti. Halüsinasyonlar, hezeyanlar, kimlik kaybı ve kendine zarar verme, geçirdiği psikoz benzeri dönemsel reaksiyonların özellikleriydi. Ölümünün ardından birçok teori ortaya konduysa da Vincent bipolar bozukluk, şifozreni ve borderline kişilik bozukluğundan muzdaripti. O bir deliydi. O bir hastaydı. Deliliği onu hayatı boyunca adım adım izlemiş, son yıllarında yakasına yapışmıştı. Sanata, çizmeye olan deliliği... Kafasının içinde bir böcek gibi onu yavaş yavaş kemiren deliliği... Beyninin içinde taşıdığı uçurum kenarı. Hep sınırında olduğu, çoğu zaman içinde kaybolduğu. Kendisiyle başa çıkamayan bir adamdı Van Gogh. 37 yıllık yaşamında başını uzattığı her pencere, kolundan tuttuğu her kapı hüznüne çıktı ve bu onu yavaş yavaş kemirdi. Hayatının sadece belli bir döneminde değil tüm yaşamı boyunca bir türlü sahip olamadığı sevgi ve hissettiği yoğun sevme isteği belki de onun en büyük yarasıydı.
Kendisine ekonomik olarak destek olacağını söyleyen ve desteği ölümüne kadar devam eden kardeşi Theo sayesinde resim yapmaya karar vermişti. Resmin üslubundan çok duygusal içeriği üzerinde duruyordu. Hiçbir zaman bir akıma dahil olmayışı; çağın akımını değil duygularını takip edişi ona, hayattayken resimlerinin önemsenmemesine mal olmuştu. “Resimlerimin satmadığı gerçeğini değiştiremem. Ama insanların resimlerimin, üzerinde kullanılan boyanın ederinden daha değerli olduğunu anlayacağı günler gelecek…”
Hayır. Bismarc’ın siyasasını mı inceler? Hayır, bir ot parçasını inceler.” İç dünyasıyla doğa arasındaki bağ çoğu zaman tek tesellisi, onu hayatta tutan yegane şeydi. Sanatın amacının; yeryüzünün ve güneşin ruhunun, servi ağacının, bağların ve zeytinliklerin özünü yakalamak olduğunu düşünüyordu. “Bazen hasattan sonra, ne zaman doğanın bir parçası olacağımı ve sanatımla bir şey yaratacağımı düşünürüm.” “O sadece doğayı resmetmekle kalmamış, ayrıca doğayla bütünleşmeyi de başarmıştır. Ruhunu, hiç çekinmeden, resmettiği ağaçlara, çiçeklere ve tarlalara vermiştir.“
Octave Mirbeau Vincent’ın yaşamını anlamadan sanatını, sanatını anlamadan yaşamını anlamak mümkün değildi. Tüm fırtınalı ruh halleri, içsel bunalımları, sanrıları, hepsi paletiyle suretini bulurdu. Yine hep doğanın ve sanatın dizlerine yattı: “Anladım ki bana bazı şeyler öğretiyor ve hepsinden öte bazen beni avutuyor.” Vincent’ın sanatının etkisi çok uzaklara ulaşan ve derin bir etkiydi. “İnsan ressamların değil, doğanın dilini dinlemeli; varlıkların hissettirdikleri resimlerin hissettirdiklerinden çok daha önemlidir.” “Ama gelişmek istiyorsak toprağın içine dalmalıyız. Onun için sana diyorum ki: Drenthe toprağının içine dik kendini, filizleneceksin, kaldırımın üstünde solup kuruma.” Kardeşine, yazdığı mektuplarında “Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu fark edin. O zaman hayat neredeyse büyülü gözüküyor” ve “Dine çok büyük bir ihtiyaç hissettiğimde, dışarıya çıkıp yıldızları resmediyorum” diyen Vincent, şapkasına iliştirdiği mumlarla geceleyin kasabada resim yapardı. Geceye hayrandı: “Ben çoğunlukla gecenin, günden daha canlı ve daha zengin renklere sahip olduğunu düşünürüm.”
Vincent için Japon sanatının özel bir önemi vardı. Japon sanatçılarının doğanın bir parçasıymış gibi hissederek yaşadıklarını düşünüyordu. Japonların bakış açılarını sıra dışı buluyordu.
“Kendime soruyorum, neden gökyüzündeki parlak noktalar Fransa haritası üzerindeki siyah noktalar kadar ulaşılabilir değil?”
“Japon sanatı incelenince bilge, filozof ve zeki bir insanla karşılaşılır. Su götürmez bir gerçektir bu. Peki, ne yapar bu adam? Neyle vakit geçirir? Dünya ile ay arasındaki aranın ölçümünü mü inceler?
Güney Fransa’nın parlak renklerinin ve güçlü ışığının kendisine “ikinci bir Japonya” sunacağını düşünen Vincent, Şubat 1888’de Arles’a, Sarı Ev’e taşındı. Bir sanat kolonisi kurmayı hayal ediyordu.
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 71
B Van Gogh: Yatakodası
u kriz Vincent’in ölümüne kadar etkisini gösteren krizlerden biriydi ve Vincent’ın deliliği için bir dönüm noktasıydı. Yalnızlık, eksiklik, mahcupluk; bir çığ gibi büyüyen acısının karşısında hissettiği çaresizlik... Sabrıydı, hayata tutunuşuydu Sarı Ev ve şimdi bütün umutları sönmüştü. Yitirmişti... Sahip olduğu tek arkadaşı, peşinden gittiği en büyük hayalini, aklını... “Sen de sessiz, ben de...” (Vincent’in daha sonra Gauguin’e bir mektubundan) Sessizlik... Çaresizlik... Kalp atışlarına, içten içe onu tüketen beyninin her bir kıvrımına ve gittikçe sertleşen yüz hatlarına, hüzünlenen gözlerine sinen bir çaresizlik. Belki şu hayatta en çok sahip olduğu şey çaresizliğiydi ve beş para etmiyordu!
“Gaugin ile birlikte kendi stüdyomuzda yaşayacağımızı umduğumdan, bu stüdyoyu dekore etmek isterim. Fakat bu da büyük ayçiçeklerinden başka bir şey olmayacak.” Gauguin, kendisinin tablolarını sergileyen Theo tarafından ikna edildi ve Theo ekonomik yardımda bulunduğu sürece Vincent’la kalmayı kabul etti. Fakat Vincent’in bir arkadaşa çok ihtiyacı olmasına rağmen iyi geçinemediler. Gauguin’in Arles’ı terk edecek olması Vincent için bir yıkımdı. Vincent bu ani kayıpla başa çıkamadı ve bir cinnet anında jiletle kulak memesini kesti, bir mendile sardı ve bu hediyeyi bölgedeki geneleve gidip “Beni hatırla” diyerek Rachel’a verdi.
“Ne çare ki benden üstün güçlere karşı gelemedim. Bir şeye karşı kendimi savunmak istiyor ve beceremiyordum.” Hastaneye götürüldü, ancak çok hareketliydi ve kontrol altına alınamıyordu. Arles’daki hastanede tek başına bir hücreye yerleştirildi. Theo olayı duyar duymaz Paris’ten Arles’a geldi. Ziyaretinin ardından nişanlısı Johanna’ya şunları yazdı: “Acılarının onu yenmiş olduğuna tanık olmak azap veriyor. Ağlamaya çalıştı, fakat yapamadı; zavallı savaşçı ve zavallı
Vincent iki hafta hastanede yattı. 7 Ocak 1889’da hastaneden eve döndü ve kısa bir süre sonra yeniden çalış maya başladı. Onu diri tutan buydu. Olayları gazeteden öğrenen kasaba halkına göre Vincent bir serseri, bir alçaktı. İmza toplayan Arles halkının baskısı yüzünden Nisan’ın sonlarına dek hastanede kaldı.
Kendine olan güvenini kaybetti, delilik krizlerinin tekrarlanmasından korktu ve bu onda bir saplantı halini aldığından, mayısta kendi isteği ile Saint Remy’deki akıl hastanesine girdi. “Hem aklımın hem de başkalarının hu-
Willem koydu.Vincent, bebeğe dair umutlarını şöyle dile getiriyordu: “Umarım ruhu benimki kadar çalkantılarla dolu olmaz.” 16 Mayıs 1890’da Vincent, St. Remy’deki akıl hastanesinden taburcu oldu. “Yaşadıklarımdan önce, bir kişinin kollarını ve bacaklarını kırıp tekrar iyileşebileceğini biliyordum, fakat kafamın içindeki beynimi kırıp bundan iyileşebileceğimi bilmiyordum.”
“Krizden önce acıdan ziyade korku hissediyorum. Tıpkı intihar etmeyi düşünen ve suyu soğuk bulup tekrar kıyıya çıkmak isteyen biri gibi tüm gücümle iyileşmeye çalışıyorum.”
“Çoğu insanların gözünde neyim ben - değersizin biri ya da tuhaf, aykırı, hoşa gitmeyen bir adam - toplumda kendine bir yer bulamamış, yer bulamayacak bir yaratık, yani hiçten de daha aşağı bir şey.”
72 • Gaia Dergi • Haziran 2015
“Bir boşluktayım; şu anda sadece aklım değil hayatım da belirsiz; fakat her zaman da böyle oldu. Benim için yapılanlara rağmen hayatımı dengede tutamadım.”
Dr. Paul Gachet’ın gözetimi altında kalmak üzere Auvers’e yerleşti. Arles’daki korkunç depresyon ve cinnet döneminden sonra, Vincent Gachet’in yardımıyla Auvers’da yeni bir hayata adım atmaya çalışmıştı ancak ruhunun yükü bedeni için fazla ağırdı. Artık acıyı, aşkı ve ölümü tasvir etmekteydi. Bu döneme ait resimlerinde yoğun bir melankoli hakimdi. Terk edildiğini düşünen Vincent yeniden nöbet geçirmeye başladı. “Bu bir suç mu? Elimde değil...”
ıstırap çeken adam... Şu anda onun acısını geçirebilmek için kimse bir şey yapamaz ve halen güçlü ve derin hislere sahip. Yüreğini açabileceği kişiyi bulabilmiş olsaydı, herhalde durum bu kadar ileriye gitmezdi.”
Aralıkta, Johanna’yla nişanlanacağını haber veren Theo, Nisanda evlendi. Kardeşi Theo, Vincent’in ruhsal yönden en büyük desteği, her şeyiydi. Evlilik meselesi Vincent’te Theo’yu kaybetme endişesi yarattı. Bu Vincent için, Gauguin’in terk kararından da ağır bir yüktü.
H
em sanatsal yetilerinin hastalığından dolayı olumsuz etkileneceğinden endişe ediyor hem de kardeşi Theo’ya dayanılmaz bir yük olduğu üzüntüsünü de derinden yaşıyordu. “Eğer hastalığım geri dönerse, beni bağışla...” Artık var olan gerçek göz ardı edilemezdi. Aralıkta geçirdiği atak, herhangi bir kaza ya da unutulabilecek geçici bir dönem değildi. İyi olma umudunu yitirmişti. Dayanamayacağı bir kısır döngünün içine hapsolduğunu düşünüyordu.
Bu sonradan olacakların bir göstergesiydi. “Ölüm muhtemelen bir ressamın hayatındaki en zor şey değildir.” Vincent için ölüm doğaldı, korkutucu değil, kucaklayandı, ölümsüzlüktü: “Ölümde üzücü bir yan yoktur.” Vincent için yeniden doğuş bir tutkuydu; böylelikle mutlu olacağına, olabileceğine inanırdı. Vincent aynı zamanda, geceyle ve yıldızlarla ölüm arasın-
huzuru için bir süre kapalı kalmayı istiyorum. Beni rahatlatan ne biliyor musun? Artık deliliği herhangi bir hastalık gibi kabul ettim. Fakat krizlerde hayal ettiğim herşey bana gerçek gibi geliyor. Eğer seçim hakkım olsaydı deliliği seçmezdim; fakat böyle bir kaderin olduğunda ona söz geçiremiyorsun. Ve herhalde resim yapmaya biraz olsun devam edebilirim...” Yine yalnız kalan Vincent resimleriyle kendi dışındaki dünya ile ilişki kurmayı arzuluyordu. Deliliğe yaklaştıkça doğayı da içinin derinliklerinde hissediyor; onun hüzünlü güzelliğini ağıt yakar gibi tuvallerine döküyordu. En ünlü eserleri deliliğinin zirvelerinde ortaya çıkardığı eserlerdir. 31 Ocak 1890’da Theo ve Johanna’nın bir bebeği oldu. Ağabeyine çok bağlı olan Theo, oğlunun ismini Vincent
da da bir bağlantı kuruyordu: “Ölüm bizi bir başka yıldıza götürecek.”
“Keşke her şey bitse...” 27 Temmuz’da tarlalarda dolaşmaya çıktığı bir gün yanına aldığı revolveriyle kendini vurdu. İntiharı sürpriz değildi. Vincent son yıllarında ölümü kovalamış; ona, intihar edişinden çok önce kollarını açmıştı. Ateş ederken kalbine nişan almıştı ama kurşun yön değiştirdi. Odasına zorlukla geri döndüğünde yarası ağırdı ve Dr. Gachet ona hemen pansuman yaptı. Ertesi gün Theo onu teselli için geldiğinde halen bilinci açıktı; “Ağlama... Hepimiz için en iyi olanı yaptım.” Kendini vurduktan iki gün sonra, 29 Temmuz’da; zaten 37 yıldır öldüğü yaşamı dünyevi olarak da son buldu. Ağabeyinin ölümünün ardından “Dünyada hiçbir zaman bulamadığı huzuru buldu” diyerek ona olan sonsuz sadakatini ve bağlılığını gösteren Theo, üzüntüsünden Vincent’ın ölümünden altı ay sonra vefat edecektir. “30 yıldır bu dünyanın üzerinde yürüyorum. Ve bir şükran ifadesi olarak bir anı bırakmak istiyorum” Ölümünün ertesi günü toprağa verildi. Auvers toprağının içine dikti kendini, filizlenecek, bu sefer gerçekten kaldırımın üstünde solup kurumayacaktı. Ve ölüm onu bir başka yıldıza taşıyacaktı; hayattayken içinde olduğu sonsuz karanlıktan, gökyüzünün karanlığına... Tüm yaşamı boyunca, hayatın paramparça ettiği kalbini, tüm acısıyla beraber toprağın ellerine teslim edecekti: “Hüznüm sonsuza dek sürer...”
Van Gogh: Sağlık Problemleri
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 73
N
Andromeda Galaksisi’nin tahmin edildiğinden daha büyük olduğu ortaya çıktı
ASA’nın Hubble Uzay Teleskobu Andromeda Galaksisi’nin etrafında bulunan ve önceki hesaplamalara göre bin kat daha büyük olabilecek bir gaz bulutu keşfetti. Keşfedilen gaz bulutu galaksiden ortalama bir milyon ışık yılı uzaklığa kadar uzanıyor. Galaksilerin etraflarında bulunan ve hale olarak da adlandırılan gaz bulutları, özellikleri ve yoğunluklarına göre çevreledikleri galakside oluşacak yıldızların türlerinde ve galaksinin gidişatında önemli bir rol oynuyorlar. Bir noktada galaksinin atmosferidir de denebilir. İçinde bulunduğunuz Samanyolu Galaksisi’ne en yakın galaksilerden biri olan komşumuz Andromeda bilim tarihi boyunca gökbilimcilerin gözdelerinden biri olmayı başarmış durumda. İran’lı gökbilimci Abdurrahman es-Sufî’den William Hershel’a kadar bir çok bilim insanı son bin yılda Andromeda Galaksisi üzerinde gözlem yaptılar.
2,5 milyon ışık yılı uzaklıta olması ve büyüklüğü sebebiyle bulutsuz bir gecede çıplak gözle dahi görülebiliyor olması, galaksilerin yaşamları ve işleyişi ile ilgili bilgi edinebilmemiz için eşi benzeri bulunmayan bir bilgi kaynağı olmasını sağlamıştır. Ancak son yapılan keşif Andromeda hakkında edinilen en önemli bilgilerden biri olma yolunda. Hubble programı kapsamında galaksilerin etrafında bulunan haleleri inceleyen bir grup gökbilimci gözlerini Andromeda’ya çevirdiklerinde daha önce görülmemiş bir keşifte bulundular. Andromeda Galaksisi’nin etrafında bulunan hale, normalde olması gereken uzaklıktan altı kat daha uzağa uzanıyor ve yoğunluğu sebebiyle de normalden bin kat daha büyük bir hal alıyor. Halenin 2 milyon ışık yılı yarı çapında olması, galaksimizle Andromeda arasındaki mesafenin neredeyse yarısını kaplamasını sağlıyor.
Araştırmacılar, Hubble’ın beş yıl boyunca biriktirdiği verilerden yola çıkarak halenin nasıl ve ne zaman oluştuğunu belirlediler. Bulgulara göre hale, Andromeda galaksisi ile hemen hemen aynı zamanda oluşmuş. Hale, galaksinin oluşum sürecinde ve sonrasında ömürlerini tamamlayıp patlayan süpernovaların çekirdeklerinde oluşan ağır elementlerin milyarlarca yıl boyunca uzaya salınması sonucu bu günkü halini almış durumda. Andromeda Galaksisi’nin 220 bin ışık yılı genişliğindeki kolları ve bünyesinde barındırdığı bir trilyona yakın yıldız göz önünde bulundurulunca halenin nasıl bu denli geniş olabildiği anlaşılıyor. İçerisinde bulunmamız sebebiyle ne yazık ki bilim insanları Samanyolu Galaksisi’nin halesi ile ilgili araştırma yapamıyorlar. Fakat yeni bulguların eşliğinde yapılan hesaplamalar, Samanyolu’nun halesinin Andromeda’nınki kadar olmasa da tahmin edildiğinden çok daha geniş olabileceğini gösteriyor. İki galaksinin dört milyar yıl içerisinde çarpışacak olması akla halelerin çoktan birbirleriyle buluşmuş olabilecekleri gerçeğini de getiriyor.
74 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Gaia Dergi • Haziran 2015 • 75
KENDIN YAP! Tohum Bombaları Tohum bombalarını yapmanın yanı sıra uygulaması da bir o kadar kolay. İhtiyacımız olan malzemeler:
• Yabani çiçek tohumları • Saksı toprağı • Su
Havaların ısınmaya yüz tuttuğu ve kırsal yörelerin envai çeşit çiçeklerle süslenmeye başladığı bu günlerde, çevremizi sarıp sarmalayan griliğe farklı renkler katmaya ne dersiniz? Siz de ‘’10 milyon TL’lik dinozora gerek yok, iki papatya görsek yeter’’ diyorsanız, bu çirkinlik abidelerinin konuşlandırıldığı yol kenarlarını yeşiller bürüsün istiyorsanız ya da orda burda gördüğünüz, gözünüze kestirdiğiniz çevrilmiş boş arazileri “kendinizden” yapmak istiyorsanız bu “Kendin Yap” tarifi çok işinize yarayacak.
Hazırlanışı: Öncelikle toprak ve tohumları bir kabın içinde karıştırıyoruz. İhtiyacımız olan oran, yaklaşık olarak beş avuç toprağa bir avuç tohum şeklinde. Daha sonra karışımımızın üzerine toprakla çalışabileceğimiz kıvama gelene kadar su ekliyoruz. Toprağın gerektiğinden fazla ıslak olmamasına dikkat etmemiz gerekiyor. Son olarak karışımı küçük toplar haline getirerek güneşte kurumaya bırakıyoruz. Gerilla bahçecilik olarak isimlendirilen bu yöntem eğlenceli olmasının yanı sıra doğanın işleyişine de yardımcı olabiliyor. 2000’lerin başında ortaya çıkan ve arıların kitleler halinde ortadan kaybolması olarak açıklanan ‘’koloni çöküş sendromu’’nun nedenleri hala kesinlik kazanmamış olsa da, bazı böcek ilaçlarının kullanımındaki yaygınlaşma, parazitler ve stresin yanı sıra arıların doğal yaşam alanlarının azalmasının da bu fenomenin nedenlerinden birisi olduğu düşünülüyor. Tohum bombaları gibi küçük girişimlerle çevrenizi renklendirmenin dışında arı popülasyonundaki azalmanın düşmesi için yapılan çalışmalara bireysel katkınızı da sağlayabilirsiniz.
76 • Gaia Dergi • Haziran 2015
Yosun Graffitisi İhtiyacımız olan malzemeler:
• Bir avuç dolusu kadar yosun • 2 bardak ayran (vegan yoğurtla yapmanız tavsiyemizdir) • 2 bardak su • Yarım yemek kaşığı şeker • Mısır şurubu (isteğe bağlı)
En Son Ne Zaman Dalından Domates Kopardınız? Türkiye çapındaki 93 ekolojik çiftlikten oluşan TaTuTa Ekolojik Çiftlik Ağı sizi bekliyor!
İnsanlar gitgide doğaya ve çevrelerine karşı daha da duyarlı hale geldikçe, yosundan elde edilen bu graffiti spreyi, sanatçıları heyecanlandırmaya başladı. Sokak sanatının sokaklara can verdiğini söyledik durduk. Griliğe başkaldıracak olan bu anarşik yosunlar, sokaklarımızı kelimenin tam anlamıyla yaşayan, nefes alan habitatlara çevirecek.
E
ko graffiti veya yeşil graffiti olarak da bilinen yosun graffitisi; sprey boyaların, rötuş kalemlerinin ve diğer toksik kimyasalların yerini alacak gibi gözüküyor. Yağmur gördükçe büyüyen yosunlar, sokak sanatıyla iş birliği içinde kentlerimizi yeşillendiriyor. Hazırlanışı: 1- Toplayabildiğiniz kadar yosun toplayın. Yalnız, ağaçtan (genel olarak odun, tahta) topladığın yosun spreyde işe yaramayacaktır. Beton, kaldırım gibi rutubetli yerlerden topladıklarınız mükemmel olacaktır. 2- Yosunu kumundan ayrıştırana kadar yıkayın. 3- Yosunu parçalara ayırın ve miksere koyun. Diğer malzemeleri de içine ekledikten sonra boya kıvamına gelene kadar çırpın. 4- Kıvamını tutturamazsanız, karışımın içine biraz mısır şurubu eklemeyi deneyebilirsiniz. 5- Karışımı bir kovaya aktarın. Aktarımı yaparken, iyice sıvılaştırmamaya dikkat edin, çünkü yosun hücrelerinin bir arada kalması gerek. 6- Karışımını bir fırça yardımıyla yetişmesini istediğin yüzeye uygulayın. 7- Haftada bir kez kontrol ederseniz yağmur yağmadığı durumlarda spreyle su püskürtüp yosunun büyümesini sağlarsın. Bazen, ikliminize bağlı olarak yosunun büyümesi zaman alabilir.
78 • Gaia Dergi • Haziran 2015
www.tatuta.org
YEŞIL MUTFAK
Vegan Kurabiye Sauerkraut Laktik asitle fermante edilmiş alman turşusu. Zengin bir B12 vitamini kaynağıdır. Ayrıca A, B ve C vitamini açısından da zengin bir besindir. Malzemeler: • 1 Lahana (sıkı yapraklı) • Tuz (1 kilo lahana için 1 yemek kaşığı tuz) • Ekşi elma (her kavanoz için kalın bir dilim) • Cam kavanoz (1 kiloluk)
Malzemeler: • 2½ su bardağı un • 2 tatlı kaşığı kabartma tozu • ½ su bardağı toz şeker (isteğe göre) • 1 yemek kaşığı toz şeker (iç harcı için) • 1 su bardağı soğuk z. yağı • 100 gr. çekilmiş ceviz-fındık-badem • 1 tatlı kaşığı vanilya şekeri • 1 tatlı kaşığı tarçın 1 tatlı kaşığı limon kabuğu rendesi (ince) • 3 yemek kaşığı pudra şekeri (üzerine serpmek için)
Lahanayı dörde bölün. Kalın kısmını çıkarttıktan sonra ince ince kıyın. Derin bir kapta tuzla karıştırın. Tuz yayıldıktan sonra, avuç içiyle suyu çıkana kadar lahanayı ezin.
Buz gibi soğuk zeytinyağına önce toz şekeri ile vanliya şekerini yedirin. Ardından, un ve kabartma tozunu katarak, kulak memesinden çok az daha yumuşak bir hamur yoğurun.
Kavanozları kaynar sudan geçirdikten sonra, dibine kalın bir dilim (çeyrek dilimden ince olacak) ekşi elma yerleştirin. Üstüne lahanaları 2 parmak boşluk bırakacak kadar bastıra bastıra yerleştirin. En son suyundan da ekleyin ve kavanozun ağzına streç folyoyla geçirdikten sonra kapağını sıkıca (hava almaması lazım) kapatın. 10 gün oda sıcaklığında karanlık bir yerde bekletin. 10 gün sonra 20 gün de biraz daha serin, ışık almayan bir yerde bekletin. Daha sonra buzdolabında uzun süre saklayabilirsiniz.
Yoğurma işlemini çok uzatmayın hamurun soğuk kalması gerek. Hamuru 1 saat buzdolabında beklettikten sonra, ceviz büyüklüğünde parçalar kopartarak tezgahın üstünde küçük daireler açın. Ceviz (veya diğer), tarçın ve toz şekeri bir kasede karıştırın ve dairenin ortasına hazırladığınız karışımdan 1 tatlı kaşığı dökün. Rulo şeklinde yuvarlayarak hafifçe iki ucu aşağı eğip, yarım ay şekli verin. 150 derece fırında 15 dakika pişirin. Soğuduktan sonra üzerine pudra şekeri serpin.
Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz. /gaiadergi
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com 80 • Gaia Dergi • Haziran 2015
/gaiadergi