Gaia Dergi Sayı: 5 | Kasım 2015

Page 1

Sürdürülebİlİr yaşam dergİsİ

Kasım 2015

SayI: 5

SINIRSIZ GÖKYÜZÜNÜ ŞARKILARIYLA

RENKLENDİREN İNSANLAR: ÇİNGENELER HINT MITOLOJISI:

HER ŞEY

BİR “OM” İLE

BAŞLADI

SEVGININ, EVRENINIZI

KUCAKLAMASINA

IZIN VAR MI?

Fiyatı: 8 TL ISSN:2149-4940

gaiadergi.com

9 772149 494002


ETKİ YARATIYORUZ

Editörden Merhaba, Rengârenk ve heyecan verici bir sayı ile bu ay karşınızdayız. Beşinci sayıda biraz içinizi gıdıklamak istedik. Nerede görsek bizi gülümseten bir topluluğu tüm neşesi ile bu ay dosya konumuzda ele aldık. Çünkü onlar sınırsız gökyüzünü şarkılarıyla renklendiren insanlar… Çünkü Çingeneler, mücadeleleri sırasında bile gülümsemelerini bırakmayan bir topluluk... Unutmadan; 1 Kasım’ın “Dünya Vegan Günü” olduğunu dile getirmek gerek. Geçtiğimiz 1 Kasım seçimle bulansa da dünyada her zaman asıl kaybedenler, bizimle aynı dili konuşmayan canlılar oluyor. Hayvan özgürlükçüsü Gary Yourofsky’nin de dediği gibi:

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com

“İnsancıl kesim diye bir şeyin gerçek olabileceğini düşünüyor musunuz? Sizce insancılın tanımı ne? Mezbahalarda psikolojik ve fiziksel suistimal, işkence, parçalama ve cinayetin dışında hayvanların başına ne geldiğini düşünüyorsunuz? Göbeklerinin gıdıklandığını ve popolarına şaplak indirildiğini mi zannediyorsunuz? Ve eğer insancıl kesim diye bir şey olduğunu düşünüyorsanız merak ediyorum insancıl tecavüz diye bir şey olduğuna da inanıyor musunuz? İnsancıl çocuk tacizi? İnsancıl kölelik? Peki ya insancıl soykırım?”

Künye İmtiyaz Sahibi Gaia Medya adına Adem Aykanat Genel Yayın Yönetmeni Burak Avşar Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Gamzegül Kızılcık Editör Yeşim Özbirinci Tasarım Sasun Bazaryan Kapak İllüstrasyonu Kadir M. Ersoy Katkıda Bulunanlar Ayça Alaylı, Bahadır Cebeci, Batuhan Sarıcan, Bedia Ayanoğlu, Beril Tezel, Emrah Oprukcu, Engin Düz, Esra Aydın, Esra Çelik, Ruken Zilan, Pelin Aydın, Serap Ören Teşekkürler Edgar’s Mission Telefon 0532 577 87 89 Reklam ve İletişim partner@gaiadergi.com Basım Yeri

Dostluklar…

Azim Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cad. Alibey İşhanı No: 99/33 İskitler - ANKARA Adres

Yeşim Özbirinci

GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06570 Maltepe Çankaya - ANKARA ISSN 2149-4940

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 1


DOĞANIN VE YAŞAMIN RENKLERİNİ

Sayı: 5

Kasım 2015

‘NİN

DOSYA

GÖZÜNDEN TAKİP EDİN

SINIRSIZ GÖKYÜZÜNÜ ŞARKILARIYLA RENKLENDİREN İNSANLAR: ÇİNGENELER

ABONE OLMAK İÇİN

Yazarlar: Esra Aydın, Engin Düz

İNTERNET SİTEMİZİ ZİYARET EDEREK ABONELİK SAYFASI ÜZERİNDEN DERGİMİZE ABONE OLABİLİRSİNİZ.

Sayfa: 46 Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler.

16 Ekolojİk ve ekonomİk değerlerİ yükselten başarI: Küba’nIn “ORGANIK DEVRIMI”

»»Syf. 46

Kimyasalsız, ilaçsız, temiz, yerel gıdalarımızı üretebiliriz. Evet, kent bahçeleri ile bu mümkün. Küreselleşme adı altında ülkelere dayatılan tarım politikaları başka bir alternatifin olmayacağı algısını oluşturuyor.

36 HINT MITOLOJISI Her şey bİr “Om” İle başladI

»»Syf. 16

»»Syf. 36

Farklı kültürlerin, inanışların, yaşam tarzlarının, öğretilerin ve mücadelenin coğrafyası Güney Asya. Tarihin en köklü hikâyelerini barındıran bu topraklar, dünyanın en kalabalık şehirlerinden Hindistan’a ev sahipliği yapıyor.

42 İşİnİze yaramayan organlarI bağIşlayIn; toprak olmasIn, can olsun

»»Syf. 42

Yaşamak için tek seçeneğimiz ne yazık ki Dünya; çok güzel bir yer, ama içinde yaşayanların çoğu kötü ve bencil. Üzerinde bulunduğumuz bu gezegenin kapasitesini gerek kendi türümüzün kontrolsüz çoğalması gerek sürekli yenilenen teknoloji ile kirletiyoruz

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 3


BÖLÜMLER 20 Ülkesİz bİr halkIn gezegene sIğmayan müzİğİ Her toplumda, her dönemde geri plana itilen, hor görülen ama yine de her şeye rağmen hayattan zevk almasını bilen bir halkın, gerçekten “dünya müziği” diyebileceğimiz, yeri yurdu olmayan müziği…

»»Syf. 20

26 Uruk-Sümerler ve GIlgamIş DestanI’nIn varoluş serüvenİ Sümerler’e ait meşhur Gılgamış Destanı’nı bilmeyen pek yoktur. Geçtiğimiz günlerde, neredeyse günümüze kadar etkisini hissettiğimiz destanın kayıp dizeleri de bulunmuşken biraz geçmişe, çok değil, binlerce yıl öncesine bir dönüş bu.

»»Syf. 26

72 Tüketİm çIlgInlIğIna entropİ frenİ: HIzlI tüketİrken tükenen bİz mİyİz? Size fizikte çok sevdiğim kavramlardan birinden; Entropi’den ve hayatımızdaki yerinden bahsedeceğim. “Sevilmeyecek gibi mi?” sorusuna yazının sonunda siz karar verin..

76 Tarİhten bugüne “çocukluğu yaşamak” »»Syf. 72

»»Syf. 76

Kendi çocukluğunuzdan hatırladığınız en güzel anı nedir? En çok ne oynamayı severdiniz örneğin? “Oynamayı sever miydiniz?” diye sormayacağım, çünkü bütün çocuklar oyun oynamayı sever, değil mi?

82 Dİkkat! Çocukla konuşuyorsun! İnsanların büyük bir bölümü çocukları sevdiğini söyler ama çoğunluğu onlarla iletişim kurarken çok büyük hatalar yapar veya nasıl davranması gerektiğini bilmez. Bunun nedeni ise çocukların bilişsel, duyuşsal ve psikomotor özelliklerinin bilinmemesinden kaynaklanmasıdır.

»»Syf. 82 4 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


DEĞİŞİMİ TASARLIYORUZ gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!

DÜNYANIN EN BÜYÜK ÇIÇEĞI:

RAFFLESIA ARNOLDII Yazar: Sasun Bazaryan

Yaprakları, kökleri ve gövdesi yok, ama buna rağmen üzerine bir de dünyanın en büyük çiçeği ünvanına sahip. Rafflesia arnoldii, sanki bilimkurgu romanlarından fırlamış gibi değil mi?

D

oktor James Arnold tarafından 1818 yılında keşfedilen ve keşif sorumlusu Sir Thomas Stamford Raffles ile kendi adından ilham alarak ismi konulan Rafflesia Arnoldii, keşfedildiği günden beri “dünyanın en büyük çiçeği” ünvanını itinayla elinde tutuyor.

Bu orman parazitinin çiçeğinin çapı 106 cm’ye kadar büyüyebiliyor ve ağırlığı da 11 kiloya kadar çıkabiliyor. Nadirliği ve boyutları yetmezmiş gibi üzerine bir de iğrenç bir tada sahip. Çiçeği tadan insanlar ağızlarında dışkı ile çürümüş et tadı arasında bir tat bıraktığından bahsediyorlar.

Aslında 1791 yılında kâşif Louis Deschamps tarafından keşfedilmesine rağmen, tutulan notların ve çizilen illüstrasyonların 1803 yılında ortadan kaybolmasının ardından 1861’e dek tarihin sayfaları arasında gömülü kaldı. Rafflesia arnoldii dünya üzerindeki bitkilerin içinde en nadir olanlarından biri ve sadece Endonezya’nın Sumatra ve Borneo adaları ile Tayland’daki Khao Sok Milli Parkı’nda görülüyor.

Parazitik bir biçimde sadece bir asma köküne bağlı yaşamını sürdüren Rafflesia arnoldii’nin ömrü sadece iki hafta sürüyor; bir hafta içinde çiçek açıp ikinci haftada da ölüyor. Nadir bulunan yaşam alanı ve kısa ömrü nedeniyle tehlike altında olan bu çiçek günümüzde kerestecilik ve “hayvancılık” sektörünün yağmur ormanlarını yok etmesinden ötürü tükenme telikesi altında.

6 • Gaia Dergi • Kasım 2015

| partner@gaiadergi.com


YEŞIL KITAPLIK

PARTNERLERİMİZİ ARIYORUZ

Hayvanlardan TanrIlara SapIens Homo sapiens neden ekolojik bir seri katile dönüştü? Para neden herkesin güvendiği tek şey? Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen? Güç elde etmekte böylesine yetenekli olan insanlar neden bu gücü mutluluğa dönüştürmekte başarısızlar? Geleceğin dini bilim mi? İnsanların miadı çoktan doldu mu?
 100 bin yıl önce Yeryüzü’nde en az altı farklı insan türü vardı. Günümüzdeyse sadece Homo sapiens var. Diğerlerinin başına ne geldi ve bize ne olacak? Çoğu çalışma insanlığın serüvenini ya tarihi ya da biyolojik bir yaklaşımla ele alır, ancak Harari 70 bin yıl önce gerçekleşen Bilişsel Devrim’le başlattığı bu kitabında gelenekleri yerle bir ediyor. Harari ayrıca geleceğe bakmaya da zorluyor okuru. Yakın zamanda insanlar, dört milyar yıldır yaşama hükmeden doğal seçilim yasalarını esnetmeye başladılar. Artık sadece dünyayı değil, kendimizi ve diğer canlıları tasarlama becerisi de kazandık. Peki, bu bizi nereye götürüyor, bizi neye dönüştürebilir?

Yuval Noah Harari’nin “İnsanın yükselişini ne açıklayabilir?” başlıklı TED konuşması: “Yetmiş bin yıl önce, atalarımız önemsiz hayvanlardı. Tarih öncesi insanların en önemli özelliği önemsiz olmalarıdır. Dünya’ya etkileri denizanasından veya ateş böceklerinden veya ağaç kakanlardan daha fazla değildi. Bugün tam tersine, gezegeni biz kontrol ediyoruz. Ve soru şu: Oradan buraya nasıl geldik? Kendimizi, Afrika’nın bir köşesinde kendi işine bakan önemsiz maymunlardan Dünya hükümdarlarına nasıl çevirdik?”

8 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com


YEŞIL KITAPLIK

TABAĞINDAKİ YÜZ Jeffrey Moussaieff Masson, yediklerimizin sağlığımızı, ahlaki benliğimizi ve gezegenimizi nasıl etkilediğini gösterirken ağzımıza aldığımız her lokmanın arkasındaki kararların farkına varmamızı sağlayacak sorular soruyor: Hayvanları yemenin toprağımız, sularımız ve hatta küresel ısınma üzerindeki etkileri nelerdir? Çiftçilik yöntemlerinin hayvanlar ve insanları etkileyen sonuçları nelerdir? Aynı zamanda bir psikanalist olan Masson, inkârın bizi çatalımızın ucundaki hayvanı düşünmekten nasıl alıkoyduğunu gösterirken bir yandan da tabağımızdaki etin bir zamanlar duyguları olan bir canlı olduğunu ve tabağımıza gelmeden önce büyük eziyete maruz kaldığını hatırlatıyor ve beslenme şeklimizdeki ahlaki çelişkileri ortaya koyuyor. Tabağındaki Yüz, yazarın yirmi yılı aşan entelektüel, psikolojik ve duygusal deneyimlerini gıda devriminin bu çok önemli kitabında bir araya getiriyor. Gıda seçimi konusunda bilinçli olmak isteyen herkes veganlar, vejetaryenler ve et yiyenler bu kitaptan çok şey öğrenecek.

10 • Gaia Dergi • Kasım 2015


GÖZÜMÜZDEN KAÇMAYANLAR

Tek başına çölleşmeyi durduran adam: Yacouba Sawadogo Organ nakli için yeni umut: 3 boyutlu yazıcılarla organ üretilecek

Yazar: Ruken Zilan

Üç boyutlu yazıcılar, inşaattan yemek yapımına kadar geniş alanlarda kullanılırken medikal sahada da bir çığır açtılar: Prostetik eller, diş implantları, işitme cihazları gibi kişiye özelleştirilerek üretilen cihazlardan sonra, şimdi de çalışabilir organlar yolda.

G

ünümüzde kalp nakli için binlerce insan sıra beklerken birçok başarıya imza atan Carnegie Mellon Üniversitesi (CMU) güzel bir haberle umut kaynağı oldu. Yapılan yeni çalışmayla, CMU önümüzdeki yıllarda hasarlı organlar için gereken organ nakli ihtiyacını ortadan kaldırabilecek bir işe imza attı. Science Advances bilimsel dergisinin 23 Ekim sayısında yayınlanan çalışmaya göre, yakında 3 boyutlu (3B) yazıcılar; çalışabilen kalp, beyin, atar damar ve kemik üretebilecekler. Araştırmacıların kullandığı yeni teknik kısa adıyla FRESH (Freeform Reversible Embedding of Suspended Hydrogels), 3B baskının etrafındaki destek jel yapının vücut ısısı sıcaklığında kolayca erimesini ve ortadan kalkmasını sağlıyor. Bu sıcaklık hassas biyolojik moleküllere ya da yaşayan hücrelere zarar vermiyor.

12 • Gaia Dergi • Kasım 2015

3B biyoyazıcılar 100 bin ABD dolarından daha yüksek fiyatlarıyla dikkatleri çekse ve kullanımları özel uzmanlık gerektirse de ekibin çalıştığı teknik için kullanılan cihaz açık kaynak yazılım ve donanım kullanması sebebiyle bin dolardan daha az bir fiyatla çok daha ucuza mâl oluyor. Açık kaynak yazılım kullanmak sadece fiyatı düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda baskı parametrelerini daha iyi ayarlayarak, üretilen organın kalitesini de en iyi hâle getiriyor. Bir sonraki adım için ekip, 3B doku yapılarının baskılarına, kasılabilir özelliği olan kaslar için bir platform sağlayacak şekilde, gerçek kalp hücrelerini dahil etmenin yolunu arıyor. Bu kadar ilginç ve heyecan verici bir haberi sizlerle paylaşmanın mutluluğunu taşırken bu haberin “yakın zamanda organ nakli için kuyrukta bekleyen kimse kalmayacağının ayak sesleri” olmasını ümit ediyorum.

Burkina Faso’da yaşayan Yacouba Sawadogo olağanüstü biri; bilim insanlarının ve kalkınma örgütlerinin bile çözemediği krizleri tek başına halletti. Yazar: Yeşim Özbirinci

K

uzey Burkina Faso arazilerinin çölleşmesine karşı, eski çiftçilerin yeniden ağaçlandırma ve toprak koruma gibi basit yöntemleri çok etkili.

1980 yılında, Yacouba, kendi elleriyle sorunu çözmeye karar verene kadar; aşırı tarım, aşırı otlatma ve aşırı popülasyon, yıllar boyunca, denize kıyısı olmayan Batı Afrika milletlerinde toprak erozyonuna ve kuraklığına sebep oldu. Diğer çiftçiler, Yacouba’nın çok alışılmamış yöntemleri ile dalga geçtiler. Fakat, onun teknikleri başarılı şekilde ormanları yenilediğinde, bu çiftçiler durumun farkına vardılar. Yacouba, ormanların büyümesini ve toprak kalitesinin artmasını sağlayan, “zai” denilen antik Afrikalı çiftçi yöntemini yeniden kullandı. Zai, basit ve düşük maliyetli bir teknik. Bir balta veya kürek kullanarak, sağlam zemine küçük delikler kazınır ve kompost ile doldurulur. Ağaç tohumu, darı veya süpürge darısı kompost içinde ekilir. Delikler, yağmur sezonu boyunca suyu çeker; bu işlem, rutubet ve besleyici ögeleri kuraklık boyunca muhafaza eder. Zai kurallarına göre; Yacouba, yerel uygulamaların tam tersi toprağı kuraklık sezonuna hazırlıyor. Diğer çiftçiler ve toprak şefleri ona gülseler de yakın zamanda onun bir dâhi olduğu-

nun farkına vardılar. Sadece 20 yıl içinde çorak alanı 60’tan fazla ağaç türü ile 30 dönüm ormana dönüştürdü. Uluslararası İşbirliği Merkezi Doğal Kaynak Yönetimi Uzmanı Chris Reji yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “On binlerce hektar verimsiz toprak, Yacouba’nın tekniği sayesinde verimli hâle geldi.” Yacouba, sırlarını saklamamayı seçti. Dostluk ruhu içinde insanları bir araya getirerek, ziyaretçilerine çiftliğinde eğitim seminerleri verdi. Yaptığı açıklamasında, “Bölge çapında, verimli değişim için başlangıç programı eğitimi vermek istiyorum” diyen Yacouba’yı çeşitli köylerden çiftçiler, tavsiye ve iyi kalitede tohum almak için ziyaret ediyor. 2010 yılında, ödüllü film yapımcısı Mark Dodd, Yacouba’nın deneyimlerini konu alan “The Man Who Stopped the Desert” adında bir belgesel yaptı. Film, tek bir insanın mücadele ederek dünyada çölleşmenin en çok görüldüğü yerlerden biri olan Afrika’nın Sahel bölgesindeki binlerce çiftçiyi nasıl kurtardığını anlatıyor. Aynı zamanda Afrika’nın sorunlarını çözmek için dış yardıma ihtiyacı olduğu düşüncesine meydan okumada da yardım ediyor.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 13


GEZICI FESTIVAL’IN

21’INCI YOLCULUĞU BAŞLIYOR 27 Kasım-3 Aralık Ankara, 4-7 Aralık Bursa, 9-10 Aralık Kastamonu

A

nkara Sinema Derneği’nin TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, 21’inci yolculuğuna başlıyor. 27 Kasım-10 Aralık 2015 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan yola çıkacak. 27 Kasım-3 Aralık’ta başkentteki gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri arasında Bursa’ya konuk olacak. Gezici Festival yolculuğunu, 9-10 Aralık’ta Kastamonu’da tamamlayacak.

Bu yıl 21’inci kez yollara düşen Gezici Festival, dünya ve Türkiye sinemasının seçkin örneklerini ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle buluşturmaya devam ediyor. Festivalin 21’inci yıl teması Güvencesiz Hayatlar seçkisinde yer alan filmler, daha iyi bir yaşam umudunun ortadan kalktığı bir dünyada insanlık durumuna odaklanıyor. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altında, iş güvencesi ortadan kalkmış durumda olan günümüz toplumlarında; vasıfsız işçilerden akademisyenlere, göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun hemen hemen her kesimi güvencesiz hayatlardan ve istikrarsızlıktan payına düşeni alıyor. Gezici Festival de bu yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan filmlere özel bir bölüm ayırıyor. Sosyal statülerini yitiren karakterlerin mevcut duruma uyum sağlama çabalarını konu alan filmler, sürekli risk altında ve belirsizlikle karşı karşıya olan prekaryanın sinemasal portresini ortaya koyuyor. Seçki, kötümser bir dünya tablosu çizmek yerine, var olan siyasal parti ve sendika modellerinin ötesinde yeni siyasi mücadele ve dayanışma biçimlerinin de ipuçlarını gösteriyor. İnsanın Değeri (La Loi du Marche- Stéphane Brizé, 2015), Nefesim Kesilene Kadar (Emine Emel Balcı, 2015) ve Türkiye prömiyerlerini Gezici Festival’de yapacak olan Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream-Peter D. Hutchison, Kelly Nyks, Jared P. Scott, 2015) ile Kralın Yeni Giysileri (Emperor’s New Clothes-Michael Winterbottom, 2015) tema çerçevesinde gösterilecek filmler arasında yer alıyor. Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması, Türkiye 2015, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu yıl da izleyicisiyle

14 • Gaia Dergi • Kasım 2015

buluşuyor. ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan ve ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak olan Caz ve Sinema bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. Ünlü film eleştirmeni, Chicago Reader’ın eski baş sinema yazarı Jonathan Rosenbaum ve Ekhsan Khoshbakht’ın küratörlüğünde gösterilecek filmler hem sinema hem de müzikseverlerin beğenisine sunuluyor. Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues-John Cassavates, 1961) ve Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete Kelly’s Blues-Jack Webb, 1955) filmlerine; Cab Calloway Söylüyor (Cab Calloway’s Hi-De-Ho-Fred Waller, 1934), Black and Tan Fantasy (Dudley Murphy, 1929), Ben Webster Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe-Johan van der Keuken, 1966), Begone Dull Care (Norman McLaren, 1949), Yağmur Yağdığında (When it Rains-Charles Burnett, 1995) ve Canlı Blues (Jammin’ the Blues-Gjon Mili, 1944) adlı kısa filmler eşlik ediyor. Seçkinin sunumunu ise Rosenbaum ve Khoshbakht birlikte yapacak. 
 
Gezici Festival ve Goethe Institut Ankara işbirliğiyle bir de özel gösterim yapılacak. Alman yönetmen Ewald André Dupont imzalı 1925 yapımı sessiz film Varyete (Varieté) canlı müzik eşliğinde gösterilecek. Filme İngiliz müzisyen Stephen Horne ve Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla eşlik edecek. Her yıl özel konuklarıyla dikkat çeken ve 20’nci yılında güncel sanat alanının önemli isimlerinden CANAN’ı ağırlayan Gezici Festival’in bu yılki konuğu ise Işıl Eğrikavuk. Türkiye’de güncel sanat ve sinema arasında bir köprü kurmayı hedefleyen festival, 21’inci yılında Işıl Eğrikavuk’un video sanatı örneklerini sinema izleyicisiyle buluşturuyor. Sanatçı, aynı zamanda SALT Ulus işbirliğiyle düzenlenen sergisiyle de festivale konuk oluyor. Festivalde bu yıl da sinema üzerine söyleşiler ve çeşitli atölye çalışmaları yer alıyor. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, 21’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’e desteğini sürdürüyor.


Oysa dayatılan bu politikalara bağlı kalmadan, yerel yöntemlerle de devamlılık sağlanabiliyor. Bunun en başarılı örneklerinden biri Küba!

Küba; şeker kamışı karşılığında kimyasal tarım ürünlerini, ucuz petrolü ve temel gıda maddelerini satın alıyordu.

Gerçekleştirdiği başarı ile Küba’nın sadece gıda üretimi büyük ölçüde artış göstermedi; ekonomisi, sağlığı, enerji verimliliği ve su güvenliği de kazananlardandı. Bu sayede kentsel göç de tersine döndü.

1980’lerde Küba bin hektar başına 21 traktöre sahipti. 1980’lerin son yıllarında Küba; 1 milyon 300 bin tondan fazla kimyasal gübre, 17 bin ton herbisit ve 10 bin ton pestisit ithal etti. Hemen hemen tüm makine, tarım ilaçları, yakıt ve yedek parça ağırlıklı olarak Sovyet Blok’undan ithal edildi.

Sovyetler ile işbirliği dönemi

A

merika’nın 1960’larda Küba’ya uyguladığı ticari baskılar Küba’yı Sovyetler’in kucağına itti. Hayatta kalmak için Castro’nun tek seçeneği diğer dev blok ile güçlü bağlar kurmaktı. Sovyetler Birliği, ABD ile yapılan yıllık sözleşmeler yerine, beş yıllık bir anlaşma ile Küba’nın şeker hasadını daha yüksek bir fiyattan satın almayı kabul etti. Böylece, 30 yıl sürecek ticaret ilişkisi başladı ve sonunda, neredeye Küba’nın tüm ticareti Sovyet Bloku ülkeleri ile yapıldı.

Sovyetlerin çöküşünden önce Küba tarımı yeterince verimsiz bir hâle gelmişti zaten. Küba devrimin ardından geçen 30 yıl endüstriyel tarım sisteminin yoğun olduğu dönemlerdi. Bundan dolayı kırsal kesimler büyük göçlere tanık oldu. 1956 yılında kırsal kesim nüfusu yüzde 50 oranındayken 1989 ile birlikte bu oran yüzde 28 düşüş gösterdi. Yaklaşık 30 yıl içinde, Küba’nın kırsal nüfusu şehirlere önemli ölçüde baskıyı arttırarak yarıya indi. Aynı zamanda ekonomi de düşüş gösterdi. Ülkenin tarımı, uluslararası piyasalara bağımlıydı.

EKOLOJIK VE EKONOMIK

DEĞERLERI YÜKSELTEN BAŞARI:

KÜBA’NIN “ORGANIK DEVRIMI” Yazar: Yeşim Özbirinci

Kimyasalsız, ilaçsız, temiz, yerel gıdalarımızı üretebiliriz. Evet, kent bahçeleri ile bu mümkün. Küreselleşme adı altında ülkelere dayatılan tarım politikaları başka bir alternatifin olamayacağı algısını yaratıyor. Tekelci tohum şirketleri yüzünden kırsal nüfus tarım yapamaz hâle geliyor. Sanayileşme ile birlikte bir kısım toplum, açlık ve işsizlik mücadelesine giriyor. İş için kırdan kente göçün artması yeni problemleri doğuruyor. Köylü geleneksel tarım bilgisi kaybedilirken, yerel ve endemik çeşitlerimiz de yanlış tarım ve gıda politikaları yüzünden yok oluyor. Çok uluslu tohum şirketleri kullandıkları teknikler ile ikinci kez ekildiğinde meyve vermeyen tohumlar üreterek üreticiyi kendilerine bağımlı hâle getiriyor. 16 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 17


Sovyetlerin çöküşünden önce başlatılan erken tedbirler

Y

oğun kimyasallı ihracat ürünü olan şeker kamışına güven ile ilişkili problemler artıyordu. Böylece, “alternatif tarım” hareketinin ilk kıpırtıları 1982’nin başlarında başladı. 1980’lerin sonunda Küba, Ulusal Gıda Programı’nı başlattı. İlk hedefi de sebze yetiştiriciliği için şeker kamışı üretim arazisinin 20 bin 100 hektarını dönüştürmekdi. Bu arazilerin büyük çoğunluğu gıda ihtiyacının en çok olduğu Havana ve etrafında seçildi.

Kendi kendine yeten yerel gıda üretimini arttırma amacı ile okullarda ve iş yerlerinde “autoconsumos” dedikleri gıda sağlanan alanların oluşturulmasına karar verildi. Ulusal Gıda Programı toplantılarında, modernist tarım modeli sert tepkilerle anıldı. El Poder Popular (“Halk Gücü” anlamına gelen hükümet organı) delegeleri, âdem-i merkeziyetçiliği istiyordu. Yerel üretilen organik gübreler ve biyolojik kontroller de başlatıldı. Böyle erken gerçekleştirilen tedbirler, daha sonra kriz yıllarında ortaya çıkan “yeni tarım modeli”nin öncüleriydi.

Sovyetlerin çöküşüyle açlık sınırına gelen Küba

1989

yılına gelindiğinde ise Sovyet Birliği çözülmeye başladı. Aynı yıl, Küba’nın sosyalist “Karşılıklı Ekonomik Karşılaşma Konseyi” (Council of Mutual Economic Asistance / CMEA) ile olumlu ticaret dönemi aniden sona erdi. Yakın zamanda da Berlin Duvarı yıkıldı; Sovyetler Birliği ve CMEA tamamen parçalandı. Bu, ekonomiyi sarsacak düzeyde, Küba’nın neredeyse bütün ithalat kaynaklarının ve ihracat pazarlarının kaybı anlamına geliyordu.

Küba’nın toplam uluslararası ticaretinin yüzde 85’i Sovyetler ile yapılıyordu. Şekerinin yüzde 66’sını ve turunçgillerinin yüzde 98’ini Sovyetlere veriyordu. İthalata gelince, petrol bir yana, gıdanın yüzde 66’sı, tüm ham maddelerin yüzde 86’sı, makinelerin yüzde 80’i ve yedek parçalar baskın ticari ortak olan Sovyetlerden geliyordu. Sonuçta Sovyet desteği ortadan kalkınca fabrikalar kapanmaya başladı ve petrol odaklı ulaşım durma noktasına geldi.

Hem yakıt hem de temel yedek parça yetersizliğinden traktörler hareket edemez duruma geldi. Zirai ilaçlar artık mevcut değildi. Gıda kıtlığı da yaygınlaşmıştı. Castro’nun liderliğindeki Küba Hükümeti “Barış Zamanı İçinde Özel Dönem”i ilan etti. Krizin etkilerini azaltmak ve adanın ciddi sıkıntılar karşısında hayatta kalmasına yardımcı olmak için normalde savaş sırasında başvurulan sert önlemler alındı.

Tarım ilaçları, yedek parçalar, pestisitler gibi tarımsal ürünlerin, hasat makinelerini ve sulama pompalarını çalıştıran yakıtın kıtlığı ile gıda üretimi çok düştü. Yine petrole bağımlı olan gıda depolama, soğutma ve dağıtım gibi diğer önemli servisler de neredeyse durma noktasına geldi. Ülke genelinde hissedilen gıda krizi özellikle başkent Havana’yı çok etkiledi.

Bitmeyen ambargolar

Ç

aresizlik içinde ülkeyi terk eden insanlar olsa da bazıları bu krize meydan okumaya karar verdi. Beklenmedik felaketin üstesinden gelmek için mücadele ettiler.

1992 yılında ABD, Küba’nın mevcut ticari ambargosunu daha da sıkılaştıran “Küba Demokrasi Yasası”na (Torricelli Bill) karar verdi. Bu şekilde, ABD şirketlerinin yabancı ortaklarının Küba ile ticareti yasaklandı. 1996 yılında Küba Demokrasi Yasası’nı “Küba Özgürlük ve Demokratik Dayanışma Yasası” (the Helms-Burton Act) izledi. Bu yasa ile de herhangi Amerikan veya Amerikan dostu sanayiler tarafından Küba’ya gıda veya ilaç satışı men edildi.

Tüm bu sıkıntıların ardından Küba mücadeleyi elden bırakmak yerine yeni bir devrimi başlattı. 60’lar ve 70’lerde Kübalılar inorganik yöntemlerle tarımsal faaliyetlerde bulunsalar da 80’lerin başında modern tarım yöntemlerinin sonuçları çok memnun edici değildi. Giderek kötüleşen ve kalitesiz sonuçlar ortaya çıkıyordu. Lakin bu yaşanan, tamamen zorunlu hâle gelen temel değişime kadar acil ekonomik ve siyasi çıkardı. Küba’nın organik devrimi ister gönüllü olsun ister zorunlu, burada sorulacak önemli soru şudur: “Organik tarım, bütün ulusa yeterli yiyecek sağlayabilmek için geniş ölçekte başarılı olabilir mi?”

Küba deneyimi; organik yaklaşımın, sadece ulusal gıda güvenliğini değil aynı zamanda sosyal, ekolojik ve ekonomik diğer hayati değerleri de yükselttiğini gösterdi. 1990’ların başında Küba’da baş gösteren ani şiddetli kıtlık sonrasında tarımsal getiri, düzenli artış gösterdi. 90’ların ikinci yarısında ise geniş ölçüde gıda kıtlığının üstesinden gelindi. 1999 yılında Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) yayınladığı rapora göre; 1994’ten beri geçen beş yıl içinde Küba sebze üretimini dörde katladı; yumrukök ürünleri ve muz üç katına çıktı; tahıl üretimi yüzde 80, fasulye yüzde 60, narenciye yüzde 110 oranında artış gösterdi.

Hayat kurtaran kent bahçeleri: Organopónicos

K

ent bahçelerinin otaya çıkması sadece Sovyetlerin çöküşü ile birlikte gerçekleşmese de toplumu tümden yeni bir çözüme itmesinin gücü elbette yadsınamaz. Kübalılar açlık sınırından dönmek için “Organopónicos” denilen kent bahçelerini oluşturmaya başladılar. Kendi gıdalarını yetiştirmeye başlamak zorunda kaldılar. Küba Tarım Bakanlığı’nın desteği ile kent çiftçileri üniversite uzmanlarından eğitimler aldılar. Topraksız araziler bile yükseltilmiş yataklar ile

18 • Gaia Dergi • Kasım 2015

değerlendirildi. Daha sonra parklardan apartman bahçelerine, balkonlardan teraslara, özel alandan kamusal alana kadar tüm alanlar kent bahçeciliği için kullanıldı. Gıda sorunundan önce kimyasallara bağlı olan Küba, hâliyle ekolojik tarıma da yönelmiş oldu. Açlık sınırından kendi kendine yeterliliğe doğru inanılmaz bir süreç yaşayan Küba, 2000’li yıllara geldiğinde çoktan kriz öncesi dönemindeki gıda üretim oranlarını katlamıştı. Kent bahçeciliği, toplumun güçlendirilmesi için özellikle

etkili bir ortam yaratıyor. Hem yaşlılar hem de gençler için tatmin edici çalışmalar sunuyor. Gençler ve çocuklar önemli dersler öğrenip beceriler elde ediyorlar. İnsanların birlikte güzel zaman geçirmesini sağlıyor. Yerel gıdanın, kendi kendine yetebilmenin ne kadar önemli olduğunu Küba yaşadığı tüm çöküş ve yükseliş süreci ile bizlere gösteriyor. Küba’nın bahçelerinden ilham alarak neden bizler de balkonlarımızı ve açık alanlarımızı değerlendirmiyoruz?

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 19


D

ünyanın farklı yerlerinde yaşadıkları benzer problemleri, kendilerine özgü gelenekleriyle müziklerine yansıtarak bir nevi çığlıklar atan Çingeneler, yıllar boyu geçip gittikleri bölgelerden aldıklarıyla müziklerine güzellik kattılar. Sulukule, Türkiye’de Çingene müziğinin en kaliteli örneklerini üretmiş, Balkan müziği kadar Türk makamsal müziğinin de etkisinde kalmıştır. “Kentsel Dönüşüm Projesi” gibi bir gerekçe ile 5 bin Çingene’nin yaşadığı Sulukule’nin dümdüz edilmesi, ülkemizdeki Çingene müzik kültürünün bir süre gerilemesine sebep olmuştur. Genellikle doğaçlamadan oluşan Çingene müziği, cazın doğuşuna yol açan Afrika-Amerika topluluklarındaki doğaçlamalar nedeniyle caz ile benzerlik gösterir.

Yurtlarından zorla çıkarılan, köleliğe zorlanan halk ve doğayla iç içe olma, belli bir yurdu olmama gibi ortak özellikler bu benzerliğin, doğaçlamanın iki toplumda da önemli olmasının göstergesidir. El becerileri ile yaptıkları üretimleri sanayileşme sonrası son model makinelere kaptıran Çingeneler, en güzel yetenekleri olan müziği, bu makineleşmeden ve müzikteki “yersiz” teknolojiden korumayı başarabildiler. Franz Liszt, Johannes Brahms ve Zoltán Kodály gibi birçok klasik besteci, Çigan Müziği (Macar Çingene müziği) başta olmak üzere, Çingene müziğini klasik müzikle çok güzel harmanlamışlardır. Örneğin, Brahms’ın 5 No’lu Macar Dansı’nda Çingene müziğinin esintileri hissedilir.

“Birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerek.” –Goran Bregoviç

ÜLKESIZ BIR HALKIN GEZEGENE SIĞMAYAN MÜZIĞI Yazar: Pelin Aydın

Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neş`eli ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır. (Bize Göre. Milli Eğitim Basımevi. 1986)

Çİngeneler dİyarIndan pek güzel bİrkaç önerİ

Her toplumda, her dönemde geri plana itilen, hor görülen ama yine de her şeye rağmen hayattan zevk almasını bilen bir halkın, gerçekten “dünya müziği” diyebileceğimiz, yeri yurdu olmayan müziği…

Mostar Sevdah Reunion Parno Graszt Esma Redzepova Kalyi Jag Ando Drom

20 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Loyko Kumpania Algazarra Goran Bregovic Kočani Orkestar Fanfare Ciocârlia Gaia Dergi • Kasım 2015 • 21


FELÇLI KEÇIYE YÜRÜTEÇ, TAVUĞA DOĞUM GÜNÜ PARTISI:

SEVGININ, EVRENINIZI KUCAKLAMASINA

IZIN VAR MI? Meşrulaşmış sömürüler, kabullerin derin sularına dalmış katliamlar, acı dolu giysiler, kan kusan tabaklar hayvanlarla ilişik süren yaşayışların özeti niteliğinde. Bütün bu çirkinliklere doymuş, kötülükten başı dönmüş gezegenimizde saçlarını salışıyla yüreklerimizi çimen kokusu ile dolduran iyilikler de var! Adalet, özgürlük ve en çok da ‘’sevgi!’’ Mezbalardan endüstrinin emrettiği tecavüzlere, hareketsizlikten felç kalmış tavuklardan tüm insan tahakkümünün muhattabı dostlarımıza kurtuluşun bir yaşayan cenneti Edgar’s Mission ile gerçekleştirdiğimiz röportaj, “başka bir dünya mümkün” umutlarınıza ilham ışığı olacak. Çocukları mutlu edelim, köpekleri merhametimizle saralım, kedileri doyuralım; peki ya diğerleri?

Edgar’s Mission Farm Sanctuary’nin (EMFS) hikâyesi nedir? İlk kurulduğu günden bu yana neler başarmıştır, ne kadar yol almıştır? Avustralya’da 2003 yılında Pam Ahern, konu hayvanları korumaya geldiğinde insanların taraflı davranmasına karşı farkındalığı artırmak için bir plan oluşturdu. Söz konusu korumamız altındaki hayvanlar olunca, insanlar şunu anlamakta güçlük çekiyor: Hayvanlara gösterdiğimiz davranışlar, onların da acı çektiği gerçeği yerine, onlarla yakınlığımıza, onları kullanış biçimimize ve dış görünüşlerine göre değişkenlik gösteriyor.

M

eslek kuralları gereğince çiftlik hayvanları, evcil hayvanlara sağlanan haklardan mahrum edilmiş durumda. Aktör James Cromwell, Domuz Çiftçiliği Meslek Kurallarının yeniden düzenlenmesi ile aynı zamanda Avustralya’da olacaktı. Bu, James’i bir domuz ile aynı karede fotoğraflayıp, onun şöhretini bu hatalı kurallara dikkat çekmek için kullanma anlamında iyi bir fırsattı. Cromwell’in seve seve bunu kabul etmesinden sonra Pam nereden bir domuz bulabileceğini düşünmek zorundaydı. Pam dünyasının, daha sonradan 500 kiloya ulaşacak minik, pembe ve ciyaklayan bir yavru sayesinde değişmek üzere olduğunun ve kalbinin fethedileceğinin farkında değildi. Pam onu bir domuz çiftliğinden kurtardı, ona “Domuz Edgar Alan” ismini verdi ve uzun ve sağlıklı yaşacağı bir barınak yaptı. Edgar ile çıktığı yürüyüşlerde Pam, Edgar’ın insanları oldukça cezbettiğini gördü. Daha sonra “insanların çiftlik hayvanları hakkındaki düşüncelerini değiştirebileceklerin yine çiftlik hayvanlarının kendileri olabileceğini” fark etti. Bunun üzerine Edgar’s Mission büyüdü. Sadece kurtarılan hayvanlar için barınak değildi, aynı zamanda kurtarılamayanlar için bir ses olmuştu.

22 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Mütevazı girişimlerden sonra Edgar’s Mission büyümeye devam etti, tıpkı ismini aldığı Edgar Alan gibi. Hızlıca artan toplumsal destek ve hayvanların sayısının yanında, Edgar’s Mission bugün dünya çapında destek görüyor. Bu kadar çok insanın destek vermesinin nedenini, bizim sade ve yakın iyilik mesajımız ile bağ kurabilmelerine bağlıyoruz.

Edgar’s Mission’da yaşayan hayvanların çiftliğe katılım süreçleri nasıl gerçekleşiyor? Edgar’s Mission’da yaşayan hayvanların tüylü ve kürklü kulaklarına kapıdan girdikleri sırada “Artık güvendesin” kelimeleri fısıldanıyor. Bizim bu çalışmadaki sözümüz, onların gerçekten yaşamaya değer bir hayata sahip olmalarını garantiye almak. Onları burada bekleyen büyük otlaklar, güzel barınaklar ve kendi türleriyle kuracağı mükemmel bir ilişki var. Edgar’s Mission’ın kendine ait bir veteriner hekim ekibi var ve bu ekip kendi alanında tam anlamıyla uzman.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 23


Biz bir evcil hayvan çiftliği değiliz, aynı zamanda ziyaretçiler boş zamanlarında buraya gelip istedikleri saatlerde dolaşamazlar. Yalnızca belli zaman aralıklarında özel rehberlerle hazırlanan bir turda, burada yaşayan hayvanların neler yaşadıklarını eğitimsel süreçlerle öğrenebilirler. Üzülerek söylemek gerekirse bazı hayvanlar buraya oldukça hasta ve yaralanmış bir durumda geliyor ve onları hayata döndüremiyoruz, ancak onlar için sağladığımız şey; pek çok çiftlik hayvanının hiç karşılaşmadığı sevgi dolu ve acısız bir son.

 İnsancıl eğitim  Eğitimsel turlar ve etkinlikler Hedefimiz, halkın bu hayvanların hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak ve onların hayatında değişiklik sağlayabileceğimiz ilişkileri anlatabilmek. Biri çiftliği ziyaret edip bu hayvanların gerçekten ne kadar duygusal ve zeki yaratıklar olduğunu anladığında, yaşamlarına döndükleri andan itibaren bu gerçeği göz ardı edemiyorlar. Yapmayı umduğumuz aslında şu sorudaki önemi onlara kavratabilmekten geçiyor: “Başkalarına zarar vermeden mutlu ve sağlıklı bir yaşam yaşayabiliyorsak, neden yapmayalım?”

Edgar’s Mission çiftliğinde ne gibi etkin- Edgar’s Mission kurulduğundan beri nasıl likler yapılıyor? Bu etkinlikler ile neler sorunlarla karşılaştı? Kurulma aşamasınhedefleniyor? da olan diğer hayvan kurtarma çiftlikleri için önerileriniz var mı? Edgar’s Mission kurtarılmış hayvanlar için kâr amacı gütmeyen bir rehabilitasyon merkezi. Misyonumuz bir çeşit iyilik çağrısı: Bütün canlıların yaşayabileceği insancıl bir dünya yaratabilmek. Çiftlik hayvanlarıyla bağlantılı olan çalışma alanlarımız özetle şu:  Kurtarmak, rehabilite etmek ve mümkünse bir yuva bulmak  Acil durumlarda tıbbi yardım  Yasal savunma ve halka ulaşmak

Karşılaştığımız sorunlar genellikle finansal, fiziksel, psikolojik ve lojistik anlamda. Bu liste uzayıp gitse de her gün kurtardığımız hayvanları düşününce bizim için hiçbir şey. Hayvan kurtarma çiftliği kurmak isteyenlere ilk önerimiz ödevlerini zamanında yapmaları. Birçok insan bize hayvan kurtarma çiftliği kuracağı haberini veriyor ancak bunlardan çok azı başarabiliyor. Gerçekten çok iyi bir planla başlamanız gerekli, basit düşünmemek lazım, çünkü insanların destekleyeceği çok güzel bir işe kalkışıyorsunuz.

Kâr amacı güden bir vakıf olmadığınız için kalkıştığınız işin sonucunu iyi düşünmek gerekiyor. Eğer kendinizi sorumluluğunu aldığınız hayvanlara bakamayacak bir duruma sokarsanız çok kötü bir sonuçla karşılaşırsınız.

Çiftlikte hiç etçil hayvan var mı? Eğer varsa onları nasıl besliyorsunuz? Etle besleniyorlarsa bu bir tutarsızlık yaratmıyor mu? Köpeğimiz Ruby ara sıra yumurta yemesine rağmen vegan. Şu an yetişkin hâldeki sevgili kedimiz Jessica Kitten, mutlu ve sağlıklı vegan bir kedi. Köpekler için vegan bir diyetle beslenmek çok daha kolay ancak bir kediye etik anlatmak oldukça zor. Jessica için veganlığa geçmenin çok kolay gerçekleşmesi bizim için büyük bir şans. Birçok kedi tadını sevmediği için vegan diyeti istemiyor. Eğer bir kişi birlikte yaşadığı hayvanı vegan diyete geçirmek istiyorsa bunun için görevlerini oldukça dikkatli yerine getirmeli. Hayvan arkadaşının mutlu ve sağlıklı bir şekilde yaşamak için ihtiyaç duyduğu besin değerlerini tamamen aldığına emin olmalı.

Avustralya’daki Hayvan Özgürlüğü Hareketi ne durumda? Hareketin gelişiminde Edgar’s Mission’ın ve benzer diğer çiftliklerin önemi nedir? Edgar’s Mission insanlar ve çiftlik hayvanları arasında bağ kurulması açısından çok kritik bir rol oynuyor. Birçok insan hayvanları sevdiğini ve önemsediğini söylüyor ancak eylemleri bunu yansıtmıyor. Biz bu davranışın kasıtlı olarak yapıldığını düşünmüyoruz. İnsanlar birlikte yaşadıkları hayvan topluluklarından uzaklaştıkça, hayvanların yaşamlarını önemsemeyi ve içinde hayvansal ürün barındırmayan lezzetli ve sağlıklı yiyecekleri de unuttular.

Programınızda gönüllülük servisi de mevcut, yurtdışından başvuru kabul ediyor musunuz? Evet kabul ediyoruz, lütfen internet sitemizdeki stajyerlik detaylarına göz atın.

E

dgars Mission’un hayalimsi mutluluk kareleri, hayvanların bizden farklı olmadıklarını açıkça gösteriyor. Yüreyemeyen bir keçinin yürüteçle koşma anı, yumurta çiftliğinden kurtarılmış tavuğun ikinci yaş günü kutlaması fiilerimizde sevgiyi referans alıp adaletli davranabilmemiz hakkında, belki değişmesi zor görünen konular için bize yol gösteriyor. Varlıklarının mütevazı ihtişamı ve birlikteliğin hep bir ağızdan sevinç ile söylenen şarkısı bir öğününüzden değerli görünmüyor mu? Sevginin peşinden gidin ve bir de zulümsüz vegan burger deneyin!

24 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 25


İ

TARIH ÖNCESINDE KÜÇÜK BIR GEZINTI SONRASI;

nsanlık, evrim basamaklarını tırmandıkça doğayı ve varoluşu anlama arzusuyla perçinlenmiştir. En azından “uygarlık” gelişimi ile birlikte sınıfsal bir toplum mekanizmasında, refah seviyesi yüksek ve eğitimli marjinal bir zümre tarafından bu arzu gerçekleştirilmiştir diyebiliriz. Paleolitik Çağ’da (Yontma Taş) ateşi kontrol altına alarak büyük bir devrim gerçekleştiren ilk atamız Homo erectus, Afrika’dan çıkarak Avrupa ve Asya’da bir yayılım gösterir (1,8 milyon yıl önce: Gürcistan - Dmanisi Mağarası). Ateş; insan atalarımızın beslenme alışkanlığını, yaşam tarzını komple değiştirdiğinden dolayı evrim için çok önemli bir kırılma noktası olarak dikkat çekiyor… Prehistorik insanlar, soğuk havalarda ateş etrafında toplanırken sosyalleşmenin etkisiyle konuşma yetisini geliştirmiş bile olabilir. Daha sonraları, Orta Paleolitik Çağ ile beraber Homo sapienslerin bitkilerden elde ettiği bir çeşit boya maddesiyle çeşitli ritüeller eşliğinde vücutlarını boyadığını tahmin ediyoruz (Güney Afrika’daki Blombos Mağarası). Statü sembolü takılar ile belki de Orta Paleolitik Çağ’dan itibaren bir sınıfsal ayrım baş gösteriyor. Üst Paleolitik’te ise mağara duvar sanatı ile karşı karşıya kalıyoruz.

Yeni bilgiler ışığında; yalnızca sapiens değil, Neandertallerin de mağara duvarlarına çeşitli şekiller çizdiği biliniyor. Fransa’nın La Chapelle-aux Saints mağarasında yapılan çalışmalarla Neandertallerin ve Güney Afrika’da yeni keşfedilen tür Homo Naledi’nin ölülerini gömdükleri teoriler arasında. Ama, Neolitik Çağ (Cilalı Taş) ile beraber ölü gömme adetlerinin somut bir biçimde ortaya çıktığını da görüyoruz. Konya-Çatalhöyük gibi Neolitik Çağ için kent sayılabilecek büyüklükteki (10 bin civarında nüfus) bir yerleşim yerinde, ölülerin evlerin tabanlarına hocker (cenin) pozisyonunda gömülmesi, Çatalhöyük sakinlerinin öldükten sonra dirilişe inandıklarını gösteriyor. Düşünsel gelişim, varoluşu anlamlandırmaya çalışmayı beraberinde getirmiştir, dolayısıyla da ahiret inancını (Birçok farklı görüş olsa da). Şanlıurfa-Göbeklitepe “inanç” kavramı için en erken örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Erken evreleri MÖ 10.000’lere tarihlenen bu tapınaktaki dikilitaşların üzerlerinde yer alan çeşitli hayvan, insan betimlemeleri ve soyut betimlemeler, bize Gılgamış Destanı gibi bir öykü anlatmaya çalışıyor bile olabilir.

URUK-SÜMERLER VE GILGAMIŞ DESTANI’NIN

VAROLUŞ SERÜVENI Yazar: Bahadır Cebeci

Sümerler’e ait meşhur Gılgamış Destanı’nı bilmeyen pek yoktur. Geçtiğimiz günlerde, neredeyse günümüze kadar etkisini hissettiğimiz destanın kayıp dizeleri de bulunmuşken biraz geçmişe, çok değil, binlerce yıl öncesine bir dönüş bu. Binlerce yıl öncesi dedim biliyorum; fakat insanlığı Gılgamış Destanı’nın yazılmasına götüren süreci en başından itibaren özetlemeden edemeyeceğim:

T

eoriye göre; günümüzden 13,8 milyar yıl önce gerçekleşen “Büyük Patlama” sonucu meydana gelen evrende, yaklaşık 3,8 milyar yıl önce, yaşam için atmosferde ve çevrede gerekli koşulların sağlanmasıyla ilkel organizmalar ( bir teoriye göre tamamen “tesadüfen”) oluşur. Bu canlılar için, her şeyin başlangıcı oldular diyebiliriz. Bize çok uzak gibi gelen bu zaman aralığına rağmen şu an bu yazının şekillenmesini bile milyarlarca yıl önce inorganik maddenin organik maddeye geçişine borçluyuz. Canlılığın başlangıcı, sürekli devam eden bir evrim sürecini de beraberinde getirmiştir. Evrim dediğimizde, tabii ki, C. Darwin’in “Türlerin Kökeni” ve “İnsan Soyu” adlı kitapları ve evrim

26 • Gaia Dergi • Kasım 2015

teorisi hakkında yaşanmış hararetli tartışmalar aklımıza geliyor. Ona göre; hiçbir canlı şu anki görünümüyle var olmaz, canlılar milyonlarca yıllık evrimler sonucunda şimdiki en son şekillerini alır. Darwin için evrim süreci “Doğal Seçilim”dir. Yani doğa koşullarına uyum sağlayamayanların yok olması, uyabilenlerin seçilmesi; vahşi bir rekabet. İnsana evrilme sürecinde, çevre koşullarına adapte olmayı başaran memeli primatlar; günümüzden yaklaşık 100 milyon yıl öncesinde girdiği yol ayrımıyla, Prosimiyen (Ön maymun) ve Antropoid (İnsansı) diye iki farklı kola ayrıldılar. Bizler, insansılıktan, insanlığa evrimleşmeyi başararak bu “vahşi” rekabette ayakta kalmış gibi duruyoruz.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 27


U

ruk kentinin oluşumuyla Sümerler’in ortaya çıkışı sürecine gelecek olursak: “Bereketli hilal” diye geçen Mezopotamya’nın güneyinde Neolitik Devrim (Tarım Devrimi) ile beraber avcı-toplayıcı bir kültürden, tarım kültürüne adım atılır. Tarım, yerleşik hayata geçişi hızlandıran önemli bir faktör. (Tarıma geçmeden yerleşik hayata geçmiş kültürler de yok değil.) Zamanla bilgi birikiminin artışı, tarımdan elde edilen ürünün de çoğalmasını beraberinde getirmiş ve “artı ürün” kavramını ortaya çıkarmıştır. Tüketilebilecekten fazla ürünün olması, özel mülkiyeti ve nüfus artışını doğurmuştur. Neolitik Çağ’ın sonu ile beraber Kuzey Mezopotamda Halaf Kültürü (MÖ 60004800) etkisini görürüz. Halaf ile yakın zamanlarda da Güney Mezopotamya’da Obeyd Kültürü (MÖ 5800-4000) bölgede etkili olur ve Obeyd ile beraber Bakır kullanımının da yaygınlaşmasıyla Kalkolitik Çağ (Bakır Çağı) diye adlandırdığımız çağa geçilir. Obeyd yerleşimlerinin köyden farklı bir gelişim sunarak “kent” oluşumuna zemin hazırlaması sonucu, Kalkolitik’in sonlarına doğru Uruk Kültürü (MÖ 4000-3000) ilklerin coğrafyası olan Mezopotamya’da ilk “kent”in temellerinin atıldığı, önemli bir kültür.

Uruk; Fırat nehrinin bugünkü yatağının doğusunda bulunan ve uygarlıkların gelişimi açısından büyük önem taşıyan bir kenttir. Kolektif çalışma prensipleri, sulama kanalları sayesinde gelişkin tarımları, tapınakları, rahipleri, kolonileri, çanak çömlek kullanımında çarka geçiş ile beraber seri üretim kapları, ilk silindir mühürleri, askeri güçleri, hatta ilk okulları ile MÖ 4000’den 3000’lere kadar günümüz kentleşmesine zemin hazırlayan bir yerleşim. Sümerce’de “Gök’ün Tapınağı” anlamına gelen E.anna’dan dolayı çok ünlü olan kenti, önemli kılan büyük faktörlerden bir diğeri de Uruk’ta Piktografik (Resim yazısı) yazının kullanılması ve belki de böylece Gılgamış Destanı’nın ayak sesleri... Sümerlerin MÖ 3000’lerde yazıyı icat etmesi için, insanlığın en “tarihi” olayı diyebiliriz. Sümerler ve Akkadlı Samiler dönemin mezopotamyasında etkili iki unsurdur ve Akkadca ile Sümerce iki alakasız dil olmasına rağmen, iki ayrı kültürün gelişimi iç içe gerçekleşmiştir. MÖ 2000’lere doğru ise belki de bir süredir ağızdan ağıza yayılan Gılgamış Destanı’nın tabletlere ilk defa Sümerce yazıldığını görüyoruz. Sümerce, Akkad ve Babil hâkimiyetlerinde bile bir süre daha edebî metinlerde kullanılmaya devam etmiştir.

Gılgamış, Sümerce’de Bilga.mış, “yaşlı ama (hâlâ) zinde” anlamına geldiği düşünülen bir Uruk Kralı ismi. Destana göre Gılgamış bir “tanrı-insan”. Sümer tabletlerinde Endiku yardımcısıyla ölümsüzlüğü aramak için yola koyulan Gılgamış, Babil metinlerinde ise Endiku ile çok daha samimi bir dost olarak karşımıza çıkar. (Hatta bazı “yorumcu”lara göre ikilinin eşcinsel bir birliktelik yaşama ihtimali de dile getirilmiştir.)

G

ılgamış’ın, tanrılaştırılmış krallığı; Endiku ile beraber Reçineli ağaçların bulunduğu ormanda (Eski Babil dönemiyle beraber “Sedir Ormanı”) yarı insan-yarı tanrı Humbaba’yla (belki de ormanı ve sakinlerini betimleyen bir metafor) mücadeleleri temel olarak aynı kalmıştır. Ve tabii ki “Nuh Tufanı”; dönemde gerçekten yaşanmış bu doğal afet, dönem insanını ne derece derinden etkilemişse, günümüze kadar etkilerini sürdürmüş ve birçok eserde bizzat konu edilmiştir. Gılgamış Destanı; evrenin oluşumundan, yazının

28 • Gaia Dergi • Kasım 2015

icadına kadar geçen sürecin birikimleri sonucunda yaşanan bir “büyük patlama”, bir yaşamı anlamlandırma arzusu. Sümerce, Akkadca, Babilce, Asurca, Hititçe ve Hurrice olarak seneler boyunca birçok dilde nesilden nesile aktarılmış bir destan. Varoluşu anlamlandırma çabası içerisinde, çeşitli sembollere sığınarak, bir şeylere inanma çabası, bir “din” kitabı. Destanın baş kahramanı, zamane Uruk Kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı, fakat ölümsüzlüğü elde etme fırsatı bulsa bile ne yapacağını aslında bilmemesi; aslında çaresizlik, bizim büyük çaresizliğimiz belki de...

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 29


Destandan küçük bir kesit: Ninova Versiyonu 10. Tablet: Amaca Ulaşma Şuruppak kralı Utanapişti, Gılgarnış’a öğüt veriyor: “Ne [geç]ti eline [Kendini] böylesine perişan etmekle? [Eriyip bitersini Üzüm üzüm üzülmekle. K[as]ların sızım sızım sızlar Yorgunluktan, Ve yakla[şırsın] Kaçınılmaz sona! 10’ Kamışlıktaki bir kamış gibi Kınlacaktır insanlık ! Ölüm [alıp götürür (?)] Delikanlıların en iyisini, Genç kadınların en iyisini. Ölüm, Hiç kimsenin görmediği, Yüzünü Kims[e]nin fark etmediği [Se]sini [Hiç kimsenin duymadığı] Zalim Ölüm Yok eder insanları! Ebediyen var olacak Evler inşa ediyor muyuz? Sonsuza dek geçerli Sözleşmeler imzalıyor muyuz? Ebediyen pay edilir mi Bir miras? Sonsuza dek sürer gider mi Kin? Irmak taşar mı Sonsuza dek? Birdenbire Hiçbir şey kalmaz geriye Akarsuya karışan susineklerinden(?), Güneşi gören yüzler(den)! Uyuyan da birdir Ölen de! Asla çizilmedi Ölüm’ün sureti: (Yine de) ezelden beri

30 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Tutsağıdır (?) (onun), insanoğlu! [ 1 den beri Ve bir araya geldi Yüce-Tanrılar Mammetum, Kader tanrıçası Onlarla birlikte belirledi İnsanların akıbetini. Hayat da, ölüm de (Bize) onlardan vergi. Ama bilemeyiz Ne zaman öleceğimizi.” Jean Bottero (Orhan Suda), Gılgamış Destanı: Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, İstanbul 2005

L

ive Science haberine göre; Londra Üniversitesi’nde Orta Doğu Dili ve Kültürü profesörü Farouk Al-Rawi, daha önce de Gılgamış Destanı çevirisi yapmış meslektaşı Andrew George’un yardımıyla, yeni bulunan bir tableti tercüme ederek tabletin Gılgamış Destanı’nın kayıp parçası olduğunu belirledi. Tabletin, müze tarafından MÖ 2003-1595 tarihleri arasında yazılmış olabileceği düşünülse de Farouk Al-Rawi ile Andrew George, tabletin Yeni Babil Dönemi’nde (MÖ 626-539) yazıldığını düşünüyor. Andrew George, “Yeni tablet diğer kaynakların koptuğu yerden devam ediyor. Bu tabletlerde Sedir ormanının durgun, huzurlu bir yer olmadığını öğreniyoruz. Burası gürültülü kuşların yaşadığı, maymunların ağaçlarda çığlık attığı bir yer” dedi. “Yeni tablet, destanda bilinmeyen noktalara ışık tutuyor” ifadeleriyle yeni bulunan tableti anlattı.

 Sümerler ve Akkadlı Samiler tarafından MÖ 4000’den 3000’lere kadar ilk Mezopotamya Uygarlığı kuruluyor. MÖ 3000’lerde Sümerler yazıyı icat ediyorlar. MÖ 2650’lerde ise tanrılaştırılmış Uruk kralı Gılgamış sahneye çıkıyor. MÖ 2330-2000’de ilk Sami İmparatorluk olan Akkad İmparatorluğu kuruluyor ve Gılgamış efsaneleri yazılı hâle getiriliyor. MÖ 1750-1600 tarihlerinde ise Hammurabi, bütün ülkeyi Babil Krallığı çatısı altında topluyor. Destan da değişik versiyonlar hâlinde yayılmaya devam ediyor. MÖ 1000’lere doğru Asur bölgede üstünlük kuruyor. Sinleqe’ unnenni, destanı yeniden yazıyor ve Ninova Versiyonu artık her yere yayılıyor. MÖ 609-130 Babil, Asur Krallığını ortadan kaldırıyor. Sonrasında bölge Pers ve Makedon hâkimiyetleri altına giriyor. MÖ 250’lere doğru destanın bilinen son el yazması da ortaya çıkıyor ve mezopotamya uygarlığı yok oluyor. 

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 31


A ORMANDAN BIR

GÜZ HIKAYESI: İNSAN OLMAMANIN

DAYANILMAZ ŞENLİĞİ Yazar: Beril Tezel

Sabah ışıklarının soluksuz dans ettiği bir beşeri mesai başlangıcı, reddetti insanlığını en büyüğünden Alçin.

Y

ine bebek rüyaları ile uyandığı uykusudan ayılamadan “yeter artık bugün son” diyerek kalktı yatağından. Cuma gününe attığı ilk adım korkunç şekilde canını yaktı, fısıltıyla inledi; konuşmak bile zorlaşmıştı. Bedeninin ona ızdırap vermesi alışmadığı bir şey olmamakla birlikte, anladı ki bugün kurtuluyordu. Heyecanı, bir serçenin ilk uçuşunun heyecanıydı. Sere serpe uzandığı orman göbeği, tüm çiçeklerini onun için açmış; göklerin keyfi yine onunla bahar olmuştu -yıllar önce- altıncı ayının ikinci gününde.

32 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Alçin; kalabalık bir aile pikniğinde, annesinin yanında yerde, hayal ettiği masalın kıyısında gibiydi. Ağaçların şarkısını bu kadar yakından hiç duymamıştı o güne dek. Doğanın Alçin’e ilk kez sırrını söylediği o an, bir tırtıl ağır adımları ile yürüdü yüzüne küçük kızın. Böğürtlen çiçeği burnunun kıyısında durdu, tırtıl oracıkta kayboldu. O kayboluşun büyüsünü öptü ve yanaklarının kırmızısı solana kadar sürüne sürüne, emekleye emekleye, belki sonra koşa koşa, hatta bu yıl bisiklet süre süre bile her yerde onu aradı Alçin. Ve altıncı ayının ikinci gününden bu yaşına, tüm topraklarını yeşillendiren o anı, her gece rüyasında gördü. Bugün ise son olacaktı...

na sınıfında yağmurdan kurtarıp eve getirdiği sokak köpeklerinin yüzünden yediği azarın travması, ilkokulda kara sineklere inen ölüm vuruşlarına şahitliği ile devam etmiş; ortaokulda hayvan yemeyi reddetmesi üzerine maruz kaldığı baskılar ve hayatının her yerinde karşılaştığı insan kötülüğü ile son bulmuştu. Ezdiği çiçekten özür dilemeyen, gökyüzünü ağlata ağlata sanayileşen, kirpikleri bile beton tutmuş bu tür -insan-; onun olmak istediği tarafta durmuyordu. Defalarca denedi, diledi olmamayı çirkinliğin içinde; ama artık her şeyin değişme zamanıydı. Bu sefer başarısız olmayacaktı. Evden koşar adım çıktı, düşe kalka yürüyordu. Vücudunun rengi iyice solmuştu. Saçları rüzgâra sarılıyordu. Sokakları geçtikçe peşine toplanan dostlarını gördü. Devasa nehirler akıyordu göğsünden. Tüm tekir kediler, kuzgunlar, boz renkli köpekler, yavru kirpiler, ateş tahtakuruları, tarla fareleri, karacalar, siyah ayılar, deniz kaplumbağaları ve kuzular ardına takılmışlardı; trafik akamazken koşuyorlardı. Vardığında, güneşe daha bir yaklaştı sanki gezegen, meşeler perdelerini açtı: Burası orasıydı. Altıncı ayının ikinci gününden bu yana ne çok değişmişti, yüz metre ötesine asfaltlar dökülmüş, otel temelleri çoktan dört yana atılmıştı. “Yok etme insan ırkı, kıyma, yıkma, öldürme; yaşat” dedi, son kez, içinden. Gitgide kalabalıklaştılar ayçiçekleri, sihirli mantarlar, efelek yaprakları... Rüyalarında yattığı çimenliği hemen buldu, bir kayın ağacı altında hiçbir bozulma yaşamadan öylece kalabilmiş tek toprak parçasıydı ormanda. Uzandı yere, az önce sesini duyduğu iş makineleri yok oldu. Bir kuşların göğü kaldı, bir de güzelliğin yeşili. Beyaza çalan rengi artık hepten ormana karıştı. Çimenlenen vücudu küçüldükçe küçüldü, hiç korkmuyordu. Acısı kalmamıştı artık, gülümsüyordu. Tüm ıslaklığı toprak ananın; onu yıkadı, saçlarından düzinelerce tohum döküldü yerlere. Canlıların kulakları açıldı, gözleri daha iyi görmeye başladı, daha hızlı soluk alıp verdiler ve Alçin sonunda bir tırtıla dönüştü. Böyle bir hissi tarif edemezdi, “insan olmamanın akıl almaz şenliği” bitmeyen bir gülüş yağmuru yağdırmıştı suratına. İri boğumlu sevimli, iyi kalpli bir tırtıldı artık ve en önemlisi insalığın sahip olduğu nefretten, bencil-

likten, merhametsizlikten uzaktaydı. Ormanın derinlerinden bir ses çağırdı Alçin’i yamacına. Otların altından gittiğinde yanına, gördüğünde onu, düşüp bayılacaktı. Tırtıllar için bu kadar sıcak normal olamazdı. Vücudu yanıyor ve kalbi derinlerde yüzüyordu. Sanki döktüğü tohumlar bir anda yıldızlara tutunan dallar salıvermişti. Sanki galaksinin tüm girdapları beyninin her yerine kamp kuruvermişti. Birlikte ormanı öğreneceklerini hemen anladı, artık daha mutlu olamazdı. Ülgen bir Kudüs cırcırböceğiydi. Buraya birkaç yıl önce gelmişti, hep Alçin’i beklemişti. Ormanın her mis koku zerresini kabuğuna saklayan Ülgen, Andromeda kadar büyülüydü. Alçin ve onun en sevdiği Kudüs cırcırböceği, eğrelti otlarının altında sonsuz huzuru yaşadılar sonsuz vakit boyunca. Alçin ve Ülgen gibi ne çok sonradan hayvan vardı burada. Suyunu kurutan, bahçesine zehir akıtan, denizleri kana bulayan, sürekli kendi kendine kavga edip hesabı tabiata ödeten insanlıktan kaçabilmiş; birlikte var olmanın tadına varabilmiş kişilerle iyiliğin, özgürlüğün ve sevginin mücadelesini verdiler. Sevgi... Nasıl öğretmişti ona yeryüzü sevgiyi... Senelerce, kaçmak istediği bedenine hapsolmuştu. Neler yapmamıştı ki tırtıl olmak için? Her şeyi denemişti, ama sonunda öfkesinin tam karşısında duran “insan türünü” affetmeyi, sevginin iyi kötü seçmediğini öğretmişti Dünya ona. Bu sabah camına konan karga, altıncı ayının ikinci gününde, doğanın onla paylaştığı sırrı anımsatmıştı Alçin’e: “Sevginin ne sonu ne de getiremeyeceği güzellik vardır”, “Sevgin kainatı kucaklasın.” Ömrünü kentten uzak, kutsalı tattığı coğrafyada, kutsalı tattığı biri ve kutsalı paylaştığı arkadaşlarıyla birlikte masal esintisiyle devam ettirebilmesi; sevginin Alçin’e getirdiği en özel güzellikti. Belki hâlâ umut vardı, belli hâlâ insan olmama şansımızı kullanabilirdik. Belki en yakında biz de “Sevginin ne sonu ne de getiremeyeceği güzellik var” diyebilirdik.

Sevginiz kainatı kucaklasın...

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 33


Hindistan’ın kuzeyinde bulunan Kaşmir bölgesi; uzun savaşlar sonrasında Pakistan ve Hindistan arasında kalan, etrafını yüksek Himalaya dağlarının çevrelediği, Asya’nın İsviçre’si denilen doğa harikası bir yerdir. Himalaya dağlarının eteklerinde yaşamlarını sürdüren Çingeneler, doğa ile bir bütün hâlinde yaşar ve Hindistan’ın ölümcül sıcaklarında kurtulmak ve tapınaklara ulaşmaya çalışan yerli turistler için de yol göstericilerdir. Hindu dinine göre Şiva’nın, Himalaya dagları arasında kalan Amarnath Tapınağı’nda yaşadığı düşünülmektedir. Çingeneler zorlu göç yolları sırasında bölgeye hâkim oldukları için bir çeşit yardımlaşma söz konusudur. Şehirlerden gelen insanların, onların zorlu yaşam koşulları için getirdikleri yardımlar sayesinde tapınak yollarını çok iyi bilen Çingenelerden yardım almaktadırlar. Dağlar arasındaki geniş düzlüklerde yürüyen bu adamın durumu bizlere yaşamın ne denli farklılıklar içinde olabileceğini düşündürmektedir. Bir yandan şehir hayatında üst üste yapılmış beton duvarlar arasında yaşamaya çalışmamızı şöyle yorumluyorlar: Ben doğanın içinde ağaçlar arasında bir çadırda doğdum, ölene kadar burada yaşayacağım. Sizler bu güzellerikleri göremeyeceksiniz çok üzülüyorum. Fotoğraf: Emrah Oprukcu

34 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 35


HINT MITOLOJISI

HER ŞEY BIR “OM” ILE BAŞLADI

F

Yazar: Burak Avşar

arklı kültürlerin, inanışların, yaşam tarzlarının, öğretilerin ve mücadelenin coğrafyası Güney Asya. Tarihin en köklü hikâyelerini barındıran bu topraklar, dünyanın en kalabalık şehirlerinden Hindistan’a ev sahipliği yapıyor. İçinde birbirinden farklı pek çok rengin buluştuğu Hindistan’ın beşeri yapısı, dünyanın diğer yerleriyle kıyaslandığında büyük bir zenginlik içeriyor.

H

induizm başta olmak üzere pek çok dini inanışa kucak açmış Hindistan toprakları, dünyaya sunduğu geniş yelpazedeki öğretileriyle çok ayrı bir konumda bulunuyor. Çeşitli inanışların, ritüellerin, inzivaların ve içe yolculukların toprakları, mitolojisiyle de göz dolduruyor. Yaklaşık 3 bin 500 yıl önceye dayanan Hint mitolojisi, tarihin en eski ve zengin mitleri, efsaneleri ve mitoloji yazınları ile o dönemi anlayabilmek, inanç çeşitliliklerini kavrayabilmek ve tarihin dipsiz tünellerinde gezebilmek için bizlere büyük bir ışık tutuyor.

Hint mitolojisi oldukça karışık ve zengin bir mitolojidir. Pek çok tanrı ve tanrıçanın bulunduğu mitler, aynı isimde ancak farklı görünüşteki tanrılar, kapsamlı destanlar ve sayısız metin bulunmaktadır. Hint mitolojisi tek başına İskandinav mitolojisi ya da Yunan mitolojisi gibi incelenemeyeceği gibi Güney Asya topraklarında bulunan Budizm ve Jainizm gibi dinlerin ışığı ile daha da anlaşılabilir kılınır. Ancak Hint mitolojisine kısa bir bakış atarak yaratılış teorisini, tanrı ve tanrıçaları, dişil ve eril enerjilerin nasıl bir arada yaşadığını ve tabiatın mitoloji üzerindeki etkisini anlayabiliriz.

Hint mitolojisinin yapı taşları: Vedalar

leştirilmiştir, bunun en güzel örneğini Rigveda’daki metinlerden elde edebilmekteyiz. Rigveda’daki metinler hem hayatın anlamına dair çıkarımlar yapmakta hem de evrenin başlangıç felsefesine dair bilgiler sunmaktadır. Hinduizm’deki Vedalar; Samaveda, Yajurveda, Atharvaveda ve Rigveda olmak üzere toplamda 4 adettir.

Bu köklü mitolojiye göz atmamız için inanışın en temel kaynağı Vedalar hakkında kısa bir bilgiye sahip olmamız gereklidir. Veda kelimesi Sanskritçe’de “bilgi” anlamına gelmektedir, Vedalar ise Hindu din edebiyatının tümünü kapsayan bir terimdir. Günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyan ve tarihin en eski yazılı dinî metni Rigveda da Vedalar’ın içinde yer almaktadır. 1028 ilahiyi barındıran Rigveda’daki ilahilerin büyük bir kısmı, gökyüzü ve savaş tanrısı Indra’ya adanmıştır. Diğer Vedalar genellikle geleneklere, aile anlayışlarına, günümüz Hint müziğinin kökenlerine, ritüellere ve felsefeye yer vermektedir. Hint mitolojisinde doğa güçleri tanrılaştırılmış ve kişi-

36 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Rigveda’da adı geçen tanrılar ve tanrıçalar, Hint mitolojisin çekirdeğini oluşturur. Mitolojideki baş tanrılar; gökyüzü ve savaş tanrısı Indra, Güneş tanrısı Surya, bilgi ve aklın efendisi Ganeşa ve Trimurti (Üçleme) olarak geçen Brahma, Vişnu ve Şiva’dır. Baş tanrıçalar ise iyiliğin kötülük üzerindeki zaferinin tanrıçası Durga, zaman ve değişim tanrıçası Kali, ana tanrıçaların oluşturduğu Matrikalar grubunun üyesi Varahi ve bir diğer üçlemenin üyeleri (Tridevi); Saraswati, Lakşmi ve Parvati’dir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 37


Gece sona erer, Vişnu uyanır. Şafak sökmeye başlarken Vişnu’nun göbeğinden nilüfer çiçeği çıkmaya başlar. Açan çiçeğin tam ortasında Vişnu’nun hizmetkârı Brahma belirir, efendisinin emirlerini beklemektedir. Vişnu konuşmaya başlar: “Başlamanın zamanı geldi, evreni yarat.” Sert bir rüzgâr suların üzerinde şiddetle eser, Vişnu ve yılan bir anda ortadan kaybolur. Nilüfer çiçeğinin içinde kalan Brahma, denizin üzerine sürüklenmektedir. İçinde bulunduğu çiçeği üçe bölen Brahma, bir parçasından cennetleri, bir parçasından dünyayı ve son parçadan da gökyüzünü yaratır. Yeryüzü yaratıldığında üzeri bomboştur, Brahma’nın çalışması gerekmektedir. Çimenleri, çiçekleri, ağaçları ve her türden bitkiyi; sonrasında da böcekleri ve hayvanları yaratır. Pek çok çeşitte kuş ve balık yaratan Brahma, bütün bu canlılara dokunma, koklama, görme, duyma ve hareket etme hislerini verir. Yeryüzü canlılık ile dolup taşar, tüm gökyüzünde Brahma’nın yaratılış sesi yankılanmaktadır.

Hint mitolojisinin en önemli destanları Derinlerine inildikçe daha da büyük gizemlerle karşılaşılan Hint mitolojisi, kudretinin bir kısmını da sahip olduğu destanlardan alır. Hinduizm tarihinde önemli yer tutan üç destan bulunur. Bunlar; Mahabharata, Ramayana ve Bhagavad Gita’dır.

Hint mitolojisinde evren nasıl var oldu? Her mitolojide olduğu gibi Hint mitolojisinin de kendisine ait bir yaratılış efsanesi bulunmaktadır. Ancak diğer mitolojilerden farklı olarak Hint mitolojisi, çok fazla çeşitlilik göstermektedir. Bunların ortak özelliğine dikkat çekmek gerekirse Hint mitolojisinde her zaman kaostan düzene doğru bir akış bulunmaktadır. Bir anlatıma göre, evrenin başlangıcı Hint mitolojisinin en eski varlıklarından, hatta zaman kavramından bile önce var olmuş Purusha’nın kendisini kurban etmesiyle gerçekleşir. Purusha’nın zihni Ay’a, gözleri Güneş’e, başı gökyüzüne, ayakları ise yeryüzüne dönüşür. Rigveda’da geçen bu bölüm ise Purusha’nın yaratılış mitine denklik göstermektedir: “Önce ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu saran? Neredeydi? Kimin himayesindeydi? Orada mıydı, derinliklerine ulaşılamaz engin deniz? Ölüm de yoktu o zaman, ölümsüzlük de. Geceye ya da gündüze ait olan herhangi bir belirti yoktu, tek olan soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle, bundan başka da hiçbir şey yoktu. Karanlık vardı, her şeyi saran bir karanlık ve her şey ayrışmamış hâldeki denizdi o zaman, boşluğun sakladığı o, gayrete geldi ve var oldu.

38 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Başlangıçta ilahî aşk meydana geldi, gönlün ilksel tohum hücresini oluşturdu, Rişiler gönüllerinde araştırma yaparak keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını. Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı...” (Rig-Veda 10:129) Bir başka anlatıya göre evren bir tanrının rüyası sırasında oluşmuştur. Ancak buradaki yaratılış miti, diğer geleneklerdeki efsanelerle hiçbir benzerlik göstermemektedir. Mitolojiye göre; Tanrı Brahma’nın bir günü, insan zamanıyla yaklaşık 4,5 milyar yıldır. Yaratılış efsanesine göre 100 Brahma yılı uykuya dalan tanrı, kendisiyle birlikte evreni sona erdirir. Büyük bir uyanışın ardından 100 Brahma yıllık büyük ve kozmik bir uykuya dalan Tanrı, nihai evreni oluşturur. Bu anlatıya göre sayısız evren bulunmaktadır ve her biri bir tanrının uykuları ve rüyalarıyla oluşmaktadır.

Ramayana Destanı; edebî kuvveti, konuyu işleyiş tarzı, karakterlerin kendine has yanları ve orman yaşamındaki betimlemeler ile yeryüzünde büyük bir üne kavuşur. Ne zaman yazıldığı tam olarak bilinmeyen Ramayana Destanı’nın MÖ 4’üncü yüzyıl ile MS 2’nci yüzyıl arasında yazıldığı tahmin edilir. Ramayana, yaklaşık 24 bin beyitten ve 7 bölümden oluşur. Üç büyük Hindu tanrısından Vişnu’nun reenkarnesinden biri olan Prens Rama’nın hayatını konu alır. Mitolojik ögelere çok fazla yer verilen destan, günümüz Hindistan’ında halkın yaşamının içerisinde kendisine büyük bir yer eder.

Pek çok çocuk hâlâ Prens Rama’nın hikâyelerini dinleyerek büyükmektedir. Ramayana Destanı, Hint mitolojisinin en önemli ikinci destanı olarak bilinir. En önemli destan ise Mahabharata Destanı’dır. 200 bin mısradan oluşan Mahabharata, dünyanın en uzun destansı şiiridir. MÖ 15’inci yüzyılda yaşanan ve yaklaşık 18 gün süren Kurukshetra Savaşı’nı konu alır. Yaklaşık 4 milyon insanın öldüğü düşünülen bu savaş sonucu ortaya çıkan Mahabharata’da, Ramayana’da olduğu gibi pek çok mitolojik öge bulunur. Aynı zamanda yaşamın amacı gibi felsefelere de değinen Mahabharata hakkında çok önemli araştırmalar bulunur. Bu destan hakkında söylenmiş bazı sözler, destanın önemini anlamak için bizlere yardımcı olacaktır: “Mahabharata’da ne varsa hayatın içinde de o vardır; hayatın içinde ne varsa Mahabharata’da da o vardır.” “Eğer Mahabharata kupkuru bir odun parçasına okunsaydı, o sopa filizlenir ve çiçek açardı.”

Bir diğer anlatı ise evreni yaratanın Vişnu olduğunu söyler. Zaman algısı başlamadan önce ortada ne bir cennet vardır, ne bir dünya ne de ikisi arasındaki engin boşluk. Büyük karanlık okyanus, hiçliğin kıyılarına vurmaktadır. Suyun üzerinde büyük bir kobra yılanı belirir. Sayısız halkalı bu yılanın yumurtalarından Tanrı Vişnu oluşur. Kudretli yılan Vişnu’yu izlemektedir. Her şey oldukça sessiz ve büyük bir huzur içindedir. Çok derinlerden bir ses dalgası titremeye başlar: “Om!” Hızla büyüyen bu ses, daha önce bahsedilen engin boşlukları enerjisiyle doldurur.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 39


M

ahabharata’nın bir bölümü olarak günümüze kadar gelmiş Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi), mitolojik yapısından daha çok felsefi ve mistik yapısıyla öne çıkar. Kurukshetra Savaşı sırasında Vişnu’nun sekizinci reenkarnesi Krişna ve Hint mitolojisinde dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilen Arjuna arasında geçen sohbetten oluşur. Ne zaman yazıldığı bilinmeyen Bhagavad Gita’nın yerli insanlar tarafından MÖ 3000 yılında yazıldığı düşünülse de bilim insanları MÖ 400 ile MÖ 100 yılları arasında yazıldığını belirtir.

Sonuç olarak, buraya kadar anlatılanlar yalnızca Hint mitolojisine küçük bir giriş konumunda değerlendirilebilir. Hint mitolojisi zengin içeriği ile kitaplar dolusu okumaya ihtiyaç duyar. Ancak bilinen bir şey var ki, o da Hint mitolojisinin diğer mitolojilerden çok daha farklı ve özgün olduğudur. Günümüzde hâlâ Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i bu mitolojik hikâyeler çevresinde yaşamlarını devam ettirir. Hint mitolojisinin açmış olduğu yoldan pek çok felsefe türemiş, bu felsefeler günümüz modern yaşamına büyük etkiler bırakmıştır. Bütün bu zengin mitoloji aslında tek bir kelime ile de betimlenebilir: “Om!”

Kİtap Önerİlerİ  Bhagavadgita “Kutlu Ezgi”, Yayınevi: İmge Kitabevi, Yazar: Korhan Kaya (Hazırlayan) Çeviren: Sevda Çalışkan  Hint Sanatı ve Uygarlığında Mitler ve Simgeler, Yayınevi: Kabalcı Yayınevi, Yazar: Heinrich Zimmer  Hint Mitleri, Yayınevi: Phoenix, Yazar: A.L. Dallapiccola, Çeviren: Bilgesu Savcı 40 • Gaia Dergi • Kasım 2015

PARTNERLERİMİZİ ARIYORUZ

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor! | partner@gaiadergi.com


N

e için ve nasıl yaşıyoruz? Bu soru aslında en önemlileri hayatımız boyunca karşılaştıklarımızın içinde. İnsan ne için yaşadığını bilmeli. Neden ve nasıl doğduğum beni ilgilendirmiyor, çünkü iradem dışında gerçekleşti. Ancak ne için yaşamak istediğim ve nasıl yaşadığım tam tamına benimle ilgili. Tek muhatabı kendiniz olan bu soru ölmeden önce, yaşam ilerledikçe en çok aklınızı kurcalayacak, size en çok pişmanlık veya mutluluk yaşatacak cevaba sahip. Yaşamak; bir var, bir de yok olmak, gerçekten. Bunu her geçen gün deneyimliyoruz. Bir gün bir bomba, bir deprem, bir doğal afet veya “cinnet” geçirmiş bir başkası nedeniyle bütün ihtiyaçlar değişebilir. Bazen hasta yakını iken bazen de hastanın “televizyondan izleyeni” veya bizzat kendisi olabiliyoruz.

Bir insanın organlarının bağışlanma ihtimali, aynı insanın organ nakline ihtiyaç duyma ihtimalinden çok daha az. Zaten düşük olan bir ihtimale adımızı yazdırmayarak olasılık çemberini iyice daraltıyoruz. Birilerini yaşatmak varken onların ölmelerine göz yumuyoruz. Birine hayat vermek kadar kutsalı var mı acaba? Ne kadar para ile hayat verilebilir insana? Nerede yapılıyor organ, yok mu bir kan fabrikası? Hayır. Bu yüzden organ ve kan bağışı oldukça önemli. Organ bağışının sağlanabilmesi için beyin ölümünüzün bir “yoğun bakım ünitesinde” gerçekleşmesi gerekiyor. Yolda bir araba çarpınca veya evde kalp krizi geçirip hayata veda ettiğiniz takdirde organ bağışı mümkün olamıyor. Bu nedenle o küçücük ihtimal üzerinden bencillik yapmak çok kırıcı. İnsan türünden soğumamak için değişime kendinizden başlayın.

İŞİNİZE YARAMAYAN ORGANLARI BAĞIŞLAYIN; TOPRAK OLMASIN, CAN OLSUN Yazar: Gamzegül Kızılcık

Yaşamak için tek seçeneğimiz ne yazık ki Dünya; çok güzel bir yer, ama içinde yaşayanların çoğu kötü ve bencil. Üzerinde bulunduğumuz bu gezegenin kapasitesini gerek kendi türümüzün kontrolsüz çoğalması gerek sürekli yenilenen teknoloji ile kirletiyoruz. Bu kirlenmenin sonucunda sakın dünyanın zarar gördüğünü düşünmeyin. Evet, çok büyük zarar veriyoruz ona; ama Dünya kendini bir şekilde kurtaracak. O “kurtuluş” günü geldiğinde biz insanlar yeryüzünden silinmiş veya silinmek üzere olacağız.

42 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 43


O

rgan bağışı yapmak için, önce kesinlikle bol araştırma yapın ve kendinizi rahatlatın. Kimse siz yaşarken gelip böbreğinizi almayacak, kalbinizi çıkarmayacak göğüs kafesinizden veya gözünüzden retinanızı kaçırmayacak. Bağış yapma kararı verdiyseniz, bunun gerçekleşmesi için ölümünüzün bir hastanede olması gerekiyor. Canlı hâlde bağışlayabileceğiniz iki organınız var. Karaciğer ve böbrek yenilenebilme özelliğinden ötürü hayattayken de bağışlanabiliyor. Ancak doku uyuşmazlığı gibi de bir sorun var.

Organ nakli operasyonu Türkiye’de ilk kez 1975 yılında Tıp Profesörü Mehmet Haberal tarafından gerçekleştirildi. Ekim 2015 sonuna itibarıyla 22 bin 146 hasta böbrek, 622 kişi kalp, 2 bin 223 kişi karaciğer, 51 kişi akciğer, 5 kişi ince barsak, 4 kişi kalp kapağı, 265 kişi pankreas ve 2 bin 935 kişi kornea bekliyor. 2015 yılından bu yana (2015 Ekim sonu) beyin ölümü gerçekleşen kişi sayısı 7 bin 900. Beyin ölümü gerçekleşip organları başkalarına hayat veren kişi sayısı ise bin 840. Kişinin ölümünün ardından organlarını bağışlaması yetmiyor, hayatını kaybeden kişinin cansız

bedeni ölümle birlikte, ailenin malı sayılıyor, bu nedenle de aile izin vermediği takdirde organlar bağışlanamıyor. Türkiye’de beyin ölümü gerçekleşen kişilerin ailelerinin yalnızca yaklaşık yüzde 25’i organ bağışına onay veriyor. Bu oranı yükseltmek elimizde. Eğer ölümünüzün ardından organlarınızın “toprağa karışıp ziyan olmasını” değil de bir başka insana hayat vermesini tercih ediyorsanız lütfen, resmi bir sağlık kuruluşuna başvurun. Organ ve/veya doku satmak cezası bulunan bir suçtur. Aynı şekilde, kendinizin veya bir tanıdığınızın organ veya dokuya ihtiyacı varsa resmi bir sağlık kuruluşuna başvurmanız gerekir. Zira kara borsadan konser veya maç bileti almakla organ veya doku almak arasında pahası “can” ile ölçülen çok büyük fark vardır. Organ nakli için sırada bekleyen birçok insan da siz ve yakınlarınız gibi hisseder. Bu empatiyi kurarak organ bağışı konusundaki farkındalığı artırmak için çabalamak da sosyal bir sorumluluktur.. Ben bu yazıyı yazmaya organlarımın tümünü bağışladıktan hemen sonra başladım. Beyin ölümüm bir hastane ortamında gerçekleştiği takdirde organlarım belki de başka insanlara hayat verecek.

Türk Ceza Kanunu’na göre; Hukuken geçerli rızaya dayalı olmaksızın, kişiden organ alan kimse, beş yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Suçun konusunun doku olması halinde, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Hukuka aykırı olarak, ölüden organ veya doku alan kimse, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Organ veya doku satın alan, satan, satılmasına aracılık eden kişi hakkında, birinci fıkrada belirtilen cezalara hükmolunur. Bir ve üçüncü fıkralarda tanımlanan suçların bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. (5) Hukuka aykırı yollarla elde edilmiş olan organ veya dokuyu saklayan, nakleden veya aşılayan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Belli bir çıkar karşılığında organ veya doku teminine yönelik olarak ilan veya reklam veren veya yayınlayan kişi, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu maddede tanımlanan suçların bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, tüzel kişi hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur. Birinci fıkrada tanımlanan suçun işlenmesi sonucunda mağdurun ölmesi halinde, kasten öldürme suçuna ilişkin hükümler uygulanır.

44 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 45


SINIRSIZ GÖKYÜZÜNÜ ŞARKILARIYLA RENKLENDİREN İNSANLAR:

ÇİNGENELER Yazarlar: Engin Düz, Esra Aydın

“Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler.” Değirmen - Sabahattin Ali

Dosya konusunu okumaya başlamadan önce qr koddaki çalma listesini açmanızı tavsiye ederiz.

İ

çinde bulunduğumuz coğrafya yolculukların vazgeçilmez durağıdır. Üstelik öğrenmeye başladığımız zamanların en başında söylenmiştir; “Jeopolitik açıdan önemli bir konumda bulunan ülkemiz, Doğu ile Batı medeniyetleri arasında köprü vaziyeti görmektedir” ya da başka kelimeler eklenmiş hâliyle duymuşuzdur benzer cümleleri. Bu vaziyetin yarattığı zenginliklere inceden değinilip geçilmiştir hep. Belki yine bir yerden duyduğumuz bir sözdür “yetmiş iki buçuk millet”, ülkemizi oluşturan mozaiğin zenginliğini anlatırken bu coğrafyada bulunmuş milletleri ifade eden küsuratlı sayı. Hiç aklınızı meşgul etti mi bilmiyoruz ama Çingenelerin yerleşik bir düzen yerine yolda geçen ve onları buçuk yapan hikâyelerini anlatmak istedik size. Yolculuklar, yolluk ve yoldaşı öğretir ama hepsinden önce insanı öğretir insana. Yalnız insanı öğretmez ama doğanın içinde diğer canlılarla selamlaşmayı, onlarla şarkılar söylemeyi, onlarla insan olan insanı öğretir insana. Yollar, birileri bir yerlere gittiği için yoldur. Yollar, birileri bir yerlere gitsin diye yoldur. Yollar, birileri bir yere gitmek zorunda kaldığı için yoldur. Her ne sebepten olursa olsun yolda olana yolcu denir ve yolculuklar içinde hikâyeler barındırır. Bin yıllık bir yolculuğun

46 • Gaia Dergi • Kasım 2015

hikâyesinin içinde kim bilir neler vardır; aşklar, kuşlar, umutlar, dağlar, savaşlar, özgürlük, atlar, şarkılar, dereler, ölümler, ağaçlar...

Çingeneler Kimdir ve Bu Ne önem Teşkil Etmektedir? Çingene kökenli Ali Mezarcıoğlu, Çingeneleri şöyle tanımlamaktadır:

“Çingeneler insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En gerçek ve doğru manasıyla Çingeneler göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından beri kimi insan grupları, tarım veya hayvancılıkla geçinmişlerdir. Çingenelerse çeşitli nedenlerden dolayı göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Biz Çingenelerin ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay gibi ürün ve hizmetleri meydana getirerek bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır. Bizim atalarımız diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkânı bulamamışlardır. Aslında Çingenelerle Çingene olmayanları birbirinden ayıran yegâne fark budur.”

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 47


Ç

ingenelerin tarihi, belirli bir coğrafyayla veya bir coğrafya üzerinde elde edilmeye çalışılan hâkimiyetle ortaya konulamaz. Sürekli yollarda olan ve geçim derdini sağlamakla meşgul bu insanların kendilerini anlatan yazılı eserler ortaya koyması da pek beklenen bir durum değildir. Yükselen yapılar arasında hapsolmuş bir hayat süren bizler için, toza çamura bulaşmış ama rengarenk ve mutlu olmasını bilen bu hayatlar dikkat çekmeye başlamıştır. Çingeneleri anlatmak bir yerde insanlık tarihini anlatmakla eş değerdir. Hatta insanlık tarihini Çingeneler üzerinden anlatmak; savaşları, hırsları, ırkları, sınıfları insanı önce insan olarak görmekten uzaklaştıran her şeyden bağımsız, salt insanlığın tarihini anlatmak için en doğru ve zorlu yoldur.

Çingene tarihini incelemeye yönelik ve genel kanıyı belirleyen çalışmaların çoğunluğu Avrupa odaklıdır. Bu çalışmalar, Fransız İhtilali’nin etkisiyle hızla yayılmaya başlayan milliyetçilik akımı sonrasında ortaya çıkan ulus-devlet fikri etkisinde başlamıştır. Çingenelerin 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar Mısır kökenli oldukları düşünülmüştür. Son iki yüzyıl boyunca ve genel itibarıyla diller üzerinden karşılaştırmalı araştırmalar sonucunda bu yolculuğun başlangıç yerinin Hindistan olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Başlangıçta fiziksel ve dilsel farklılıkların ortaya konduğu araştırmalarla Hindistan’dan geldikleri savı çürü-

tülmeye çalışılmıştır. Sonraki zamanlarda benzerlikler üzerinden yön alan araştırmalar aracılığıyla bu savın doğruluğunu ispatlar yönde adımlar atılmıştır. Dilbilimciler Çingene dilini; Rom, Lom ve Dom olarak üç ana lehçeye ayırmaktadır. Bu üç lehçe, konuşuldukları coğrafyaların farklılığıyla doğru orantılı, yıllar içerisinde değişimler göstermiş fakat temelde benzerlikler taşımaktadır. Söz konusu üç lehçe üzerine yapılan araştırmalarda da Sanskritçe temellerine ulaşılmış ve bu sayede Çingenelerin, Hindistan orijinli oldukları varsayımı kuvvetlenmiştir.

“ama gerçek yolcular gitmek için giderler; yürekleri balonlar gibidir, hafifçecik, ve niçin olduğunu bilmeden ‘gitsek’ derler yazgıları önünde boyunları hep eğik” Genel kabule göre Çingenelerin Avrupa’ya varışı; hareket noktası, Ermenistan ve Anadolu üzerinden doğu yolu ve hareket noktası Mısır olan batı yolu, iki ana yol ve üç ayrı güzergâhtan olmuştur. Bu güzergâhların ilki Afganistan, İran, Türkiye (Anadolu) ve Balkanlar; ikincisi Afganistan, İran, Ermenistan, Rusya ve Balkanlar üzerinden çizilen hat ve üçüncüsü ise Afganistan, İran, Suriye, Filistin, Kuzey Afrika, İspanya üzerinden olmuştur. Şu an dünyanın birçok yerinde bulunan Çingenelerin göç yollarını belirleyen başlıca faktör maruz kaldıkları dayatmalardır.

5’inci yüzyılda Hindistan’da başlayan bu yolculuğun güzergâhında kendilerine sürekli müdahale edilmiş ve özetle “bize benzemiyorsunuz, bizden uzak durun” denmiştir. Yüzyıllardır süregelen bu ötekileştirme boyunca Çingenelere farklı isimler verilmiştir. Gypsy, Sinti, Zigeuner, Zingari, Tsigane, Tigani, Gitane, Cingan, Çingâne, Manuş, Mırtıp, Poşa, Karaçi, Beyzade, Elekçi, Geynel, Cono, Gurbet, Abdal, Kıptî, Roman, Pırpırı, Karaoğlan, Todi ve Mango, Gitane, Sinti, Calo gibi sözcükler; Dünya’da ve Türkiye’de Çingenelere verilmiş isimlerden yalnızca birkaçıdır.

“İnsan olan insan, sever insanı” Çingenelerin kim olduğuna dair tanımlamalarda fiziksel özellikleri ve meslekleri öncelikli belirtilirken sosyal düzen içerisindeki yerleri ve varlıklarını sürdürme çabalarında önlerine konulan zorlukların ne olduğuna değinmekten kaçınılmıştır. Medeniyet anlayışı, tekleştirme/kendine benzetme anlayışıyla ilerlemektedir. Farklılıkların/güzelliklerin sadece anlatıda bir hoşluk

48 • Gaia Dergi • Kasım 2015

şeklinde kullanılmaya başlandığı bu dönemde Çingenelerin kim olduğuna dair söylemler samimiyetten gittikçe uzaklaşmaktadır. Görünce/duyunca burun kıvrılan, beğenilmeyen hatta genel itibarıyla kötü görünenlere karşı kendi dünyası içinde yer verdiğini iddia eden medeniyetin; özden ve meseleden uzak tavrı bütün ötekileri kendi “şanlı” geleceğinin inşası için tozlu bir tarih sayfası yapmaktan öteye gidemiyor. Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler adlı kitabında Çingenelerin tipini şöyle çizmiştir:

“Çingene, insanın tabiatına en yakın kalan cinstir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş bir takım yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm bahardan bugün hatırımda kalan hayal; yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç ki içinde tahta zurna çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları ardından müşabih akisleriyle vadileri inim inim inleten genç bir Çingenedir.”

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 49


Çingenelerin ülkesi yoktur, çünkü buna gerek yoktur: Yollarının Anadolu’ya düşmesi

Ç

Osmanlı zamanları…

Çingenelerin 9’uncu ve 14’üncü yüzyıllar arasında, Suriye ve Ermenistan üzerinden Anadolu topraklarına ayak bastıkları düşünülmektedir. Kimi araştırmacılara göre, bu topraklara geliş tarihleri Türklerden önce görülmüştür. Birilerinden önce ya da sonra geldiklerini kanıtlar nitelikte yazılı bir Çingene tarihi aramak isteyenlerin karşılaşacağı şey; kocaman bir hiçtir. Çünkü Çingeneler varlıklarını bir alana hâkimiyet üzerinden (savaşlar, yıkımlar, ölümler) devam ettirmek yerine, sahip oldukları (dostluk, üretim, paylaşmak) değerlerle sürdürmek niyetini taşıyan insanlardır.

Osmanlı Devleti zamanında Çingenelerin idari ve hukuki anlamda farklılık gösteren kötü uygulamalara maruz kalmalarına rağmen bu toprakları terk etmedikleri görülmektedir. Bereketli Anadolu topraklarına adım atan Çingeneler, özlerini kaybetmeden göçebe yaşam tarzlarını sürdürmek isterken Osmanlı idaresi tarafından tutarsız yaptırımlara maruz bırakılmıştır. Düzenli vergi toplamak için onları yerleşik hayata geçirmeye çalışan Osmanlı Devleti, fethedilen yerlerden toprak vererek ve ziraata yönlendirerek bunu Çingeneler üzerinde uygulamıştır. Ayrıca Müslüman Çingenelerle, Müslüman olmayan Çingenelerin bir arada yaşamalarını engelleyen idari zorunluluklar ortaya koymuştur. Ülke dışına yapılmak istenen yolculuklara müdahale etmenin de ötesinde ülke içindeki göçlere de yasak koyulmuştur.

ingenelerin hayatı 5’inci ve 11’inci yüzyıllar arasında Hindistan üzerinden başladığı düşünülen ve süregelen büyük bir yolculuktur. Başka bir deyişle de ne bir yeri fethetme duygusu, ne birilerini yerinden etme amacı, ne refahını arttırmak için başkasındakine el koyma arzusu, ne de bir düzeni bozma hırsı taşıyan hareketli ama pasif bir direniş.

50 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Türkiye zamanları…

A

vrupa Roman Hakları Merkezi (ERRC), Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd) ve Edirne Roman Derneği (EDROM) tarafından gerçekleştirilen saha araştırması sonucunda, Türkiye’de yaşayan Çingenelerin karşılaştıkları hak ihlalleri aşağıdaki alt başlıklarda görülmektedir:  Çingene gruplara yerleşim ve barınma hakkı konusunda ayrımcılık  Çingene gruplara karşı şiddet  Çingenelerin eğitimden dışlanması  Çingenelerin işsizlik sorunu  Sağlık ve sosyal güvenlik sisteminde yaşanan ayrımcılık Bu başlıkların dayanmaktadır:

hepsi

temelde

tek

bir

sebebe

Toplumun çoğunluğu Çingenelerle beraber yaşamak istememektedir. Yine aynı çoğunluk Çingenelerin bir

arada yaşadıkları yerleri tehlikeli görüp oralara yakın dahi olmaya sıcak bakmazlar. Toplumun bu tavrının devlet katında farklılık göstermesini beklemek de saçmalık olur. Devlet tarafından yıkılan “Çingene mahalleleri” yaratılan algıda olduğu gibi kısa bir süre önce ortaya çıkmış gecekondular yığını değildir. Birçoğu yüzlerce yıllık tarihe sahip yaşam alanlarıdır.

“düş kuranlarsa çoktandır meczup sayılıyor artık” Sürekli korku içinde tutulan insanların aradığı birinci şey artık güvenlik olmaya başlamıştır. Önce tahta kapılar çelik olmuş, sonra güvenlik alarmları takılmış, duvarlarla mahalleler ayrılmış (modern ve güvenli siteler), ardından bu duvarların içine güvenlik görevlileri yerleştirilmiş ve duvarlardan etrafı gözetleyen kameralara geçilmiştir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 51


D

urum böyle ilerleyince ve şehirlerin merkezleri ya da modern şehrin yeni yapılaşmalarıyla kıymetlenen alanları güvenli kılmak zorunlu olmuştur. Böylece zaten rengi, dili, yaptıkları işleri, kültürleri, hemen hemen hiçbir şeyleri sevilmeyen Çingenelere en acımasız hâliyle yollar görünmüştür. Çünkü, nedendir bilinmez ama, güvenli bir yerde

yaşamayan insanların güvenilir olduğu düşünülmez. Herkesin bir şeylere sahip olmak için ömrünü heba ettiği bu zamanda, sahip olduklarını korumak için de zamanının gerisini harcaması beklenir. Güvenli bir yerde yaşamayan insan, aynı zamanda değerli bir şeye sahip olmayan insan olarak görünür. Yani başka bir sınıfa, alt bir sınıfa, ait olduğu görünür.

Avrupa’da şarkılar söylemeye başladıkları senelerden beridir yaşadıkları travmalar, ne insanlığa ne canlılığa sığacak niteliktedir. Bir şehre girdiklerinde duracakları yerin en dışarıda, en köşede olduğunu öğretmiştir Gaco toplum onlara. Tam rakamlar belli olmamakla birlikte, karanlık Nazi Almanyası’nda geçen 12 senelik süreçte 500 bin ile 2 milyon Çingenenin öldürüldüğü düşünülmektedir. Devletten izinli ve alenen yapılan bu katliamlar, uzun bir kanunlar listesi ile cinayetleri yasallaştırmıştır. Bu kanunlardan başlıcaları:  “Çingenelerle, Serserilerle ve Tembellerle Mücadele”: Çingenelerin sistematik bir şekilde fişlenmesine ve zorla kamu yararına çalıştırılmasına sebep olmuştur.  “Çocukların Kalıtsal Bozukluklardan Korunması”: Bu kanun kapsamında Çingenelikle herhangi bir bağlamda ilgisi olan insanların doktorlar tarafından kısırlaştırılmasına izin verilmiştir.  “Tehlikeli Daimi Suçlulara Karşı Kanun”: Polis, “öteki” ve “rahatsız edici” nitelediği bazı insanları (Çingeneler, fahişeler, dilenciler, alkolikler, evsizler)

tutuklayıp toplama kamplarına göndermiştir.  “Alman Kanı ve Onurunun Korunması Kanunu” ve “Nazi Almanyası Yurttaşlığı Kanunu”: Nuremberg ırksal kanunları adıyla geçen bu acımasız fermanlar, Çingenelerden açıkça bahsetmez ancak onların Aryan ırktaki insanlarla evlenmelerini ve yurttaşlık haklarını yasaklar.  “Çingene Belasıyla Mücadele Merkez Ofisi” ve “Çingene Belasına Karşı Mücadele” talimatları: Mart 1938’de Nazi Almanyası’nın Avusturya’yı bünyesine katmasından sonra yönetim, Nuremberg yasalarını Avusturya Çingenelerine de uyguladı. 16 Aralık 1942 tarihli bir kararnameyle Himmler, Çingene ve kısmen Çingene olanların Auschwitz-Birkenau’ya sürülmesi emrini verdi. Toplanan Çingeneler kamyonlarla sağlık koşullarının içler acısı olduğu ölüm kamplarına gönderildi.

 Porrajmos konusu için sayfalar yetmeyeceğinden özet şeklinde bir yazı hâline getirmeye çalıştık, bahsetmeye fırsat bulamadığımız yüz binlerce can adına üzüntülerimizi sunarız.

Kaybolan renklerin, yok olan nefeslerin bilinmez tarihi: Porrajmos

Ç

ingeneler; ırklar üstü bir insan topluluğu oldukları için yıllarca, ülkelerce, milletlerce tacize maruz bırakılmışlardır. Toprak parçasına gözünü dikmeyip hayatın mucizevî anlarını kavga ve savaşla tüketmek yerine tutkulu bir yaşama dönüştürerek sürdürmeyi hedeflemeleri, dokundukları milletlerde korku yaratmış ve onları saldırıya teşvik etmiştir. Tüm insanları “Tabiat Halkı” adı altında bir çatıda toplayan Romanlar, yolculuklarına başladıkları andan itibaren gördükleri zulmün ve dışlanmanın en sert hâlini 1933-1945 yılları arasında Nazi Almanyası’nda tatmışlardır.

52 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Naziler dev bir dağ yarattıkları önyargılarıyla ve keskin bıçaklarla döşeli zeminlerinde Çingeneleri yüzlerce, binlerce kez katletmişlerdir. “Üstün Aryan Irkı” hayaliyle yarattıkları ceset çölünde Romanlar ve Sintiler (göçebe Çingeneler) sessiz çığlıklarını duyuracak bir mecra bulamamışlardır. Günümüzde de hâlâ pek bilinmez Porrajmos. Çingenelerin bu katliamı duyuracak devletleri, kanunları, paraları ya da medyaları yoktur.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 53


GÖKLERDE YANKILANAN ÇINGENE ÇIĞLIKLARI:

ROMAN MÜZIĞI

Geçtikleri yollardan, bulundukları yörelerden kültürel birikimleri özümseyerek ve renkli benliklerine katarak ilerleyen Roman halkı, müzik konusunda da özgün şaheserler yaratmaktadır. Ortaya konan eserler bölgelere nazaran incelendiğinde algı seviyesi, dil ve müzik konusunda oldukça yüksek bir halk. Hindistan’dan çıkış alan yüzlerce yıllık yolculuklarında, karavanlarında ziyaret ettikleri ülkelerin ezgilerini duymak bizi muazzam bir çeşitliliğe tanık ediyor. 54 • Gaia Dergi • Kasım 2015

K

amp yaptıkları şehirlerde, ormanlarda sesleri gökyüzünün her bir köşesinde yankılanan gökkuşağının çocukları müzikal yeteneklerini çoğu zaman kendileri için kullanırken bazı zamanlarda da para kazanmak için geliştiriyor. Kendi içlerinde müzisyenlerin ayrı bir yerleri ve üstünlüklerinin olması müziğe verdikleri değerin ve duydukları saygının en belirgin kanıtı. Müziklerinin temelinde doğanın fısıltıları, çığlıkları, uğultuları, haykırışları ve nefesi var. Uzun yollar ardından adımlanan her bir ormanda çingenelerin şarkıları dolaşmaya devam ediyor. Müziğin bu kadar baskın bir öge olması ve dünya

çapında güzelliğinin kabul görmesi, doğal yeteneklerin katkısıyla yoğrulan sıkı bir kuşaktan kuşağa eğitim ile sağlanıyor. Doğadan köken aldıkları tecrübelerle müzik eğitimini aile içinde küçük yaştan başlatan çingeneler, bunu oldukça ciddi bir bakış açısıyla işliyor. Bir baba için çocuğuna keman, darbuka ya da kontrabas çalmayı öğretmek büyük bir titizlik ve özen içeren bir eylemdir. Ancak göçebeliğin verdiği yaşam şeklinde eğitimler hiçbir zaman yazılı bir kaynak aracılığı ile ya da belli başlı katı kurallar çerçevesinde gelişmez. Abdal geleneğini Türkiye’de kolaylıkla özümsemiş çingene toplumu, dünyanın birçok bölgesinde temelde bu öğretiye benzer bir yetiştirme tarzı benimsemiştir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 55


Caz tarihinin unutulmaz Çigan’ı:

Django Reinhardt

Ç

ingene cazının en başarılı temsilcisi ise dönemine gitarıyla damga vurmuş Django Reinhardt’tır. Çingene müzik kültürünü caza entegre etmeyi başarmış ve ortaya tamamıyla eşsiz bir akım çıkarmıştır. Swing müzik türünün gidişatına yön veren Reinhardt, 18 yaşındayken yaşadığı karavanın yanması sonucu sol yüzük ve serçe parmağını bir daha kullanamayacak olmasına rağmen müzik hayatına soluksuz devam etmiştir. Bu azimli kişiliğini müziğine de yansıtarak keskin ve etkileyici ritimler yaratan Reinhardt’ı dinlerken adeta piyanoyu çağrıştıran tınılar duyarız. Stephane Grappelli ile birlikte 1938-1945 yılları arasında Quintette du Hot Club de France grubunu kurmasının ardından ünü daha da yayılmaya başlamış ve neredeyse Reinhardt bir caz ilahı hâline gelmiştir.

E

Çingene müziğinde çalgılar

nstrümantal ölçekte müziklerine baktığımızda ise çok geniş bir müzik aleti skalasıyla karşılaşırız. Bazıları tabiatın içinden yaratılmış süt güğümü, kaşık gibi basit aletler; bazıları ise çok daha profesyonel bir görünüm sağlayan pahalı gereçler. Ancak genel çingene müziği olarak adlandırılan melodilerde sık kullanılan dört adet enstrüman göze çarpıyor. Birçoğumuzun tahmin edebileceği akordeonun yanı sıra viel, santur ve kontrabas ana müzik ritmini oluşturan temel enstrümanlardır. Santur, kanuna benzer ufak çekiçler aracılığıyla tellere vurularak ses çıkarılan bir enstrüman. Viel ise kemanın atası sayılan eski bir çalgı aletidir, ortaya çıkışının Bizans İmparatorluğu’ndan önceye denk geldiğine yer veriliyor kaynaklarda. Kemençe gibi aşağıda tutularak çalınmasına rağmen Romanlar bu enstrümanı genelde keman tarzında boyunlarına dayayarak kullanmayı tercih ediyor. El anatomisine pek de uygun olmayan bu tarz, çingene müzisyenlere has bir ezgi oluşmasında da

56 • Gaia Dergi • Kasım 2015

çok önemli. Bu nedenle çocukların müzikal eğitimi çok daha mühim bir hâle geliyor toplumda. Zengin müzik kültürünü yansıtan birçok popüler çingene sanatçı bulabiliriz. Ancak bunların içinden kültleşmiş birkaç isme değinmeden geçemeyiz. Çingene müziğinin en temel özelliklerinden biri kendini doğaçlama ile var etmesidir. Toprak ve mülkiyet düşkünlüğünü asla görmediğimiz bu toplumda müzik de bu fikir ekseninde gelişmiştir. Yazılı bir eser barındırma kaygısından çok, özgün ve kollektif bir yapıt ortaya çıkarma peşindedir. Doğaçlamanın en çok etki ettiği müzik dallarından caz ve flamenko, çingene topluluklarında önemli bir yere sahiptir. Yazının başında da bahsettiğimiz şekilde doğanın gezgin çocukları; yollarının düştüğü bölgelerin müziklerinden hem etkilenmiştir hem de içinde bulundukları topluluklarda derin kültürel izler bırakmışlardır.

Romanya’nın minik kasabasından yola düşen haydutlar: Taraf de Haidouks “Minik kasabamız Clejani, artık bizim sayemizde dünya haritasında yer alıyor. Gazeteciler, akademisyenler kasabamıza ziyarete geliyor. Bu bizim için güzel bir duygu.”

D

aha kalabalık bir çingene grubu Taraf de Haidouks (Haydutlar Orkestrası) ise 25 yıldır bambaşka tarzını Romanya’daki minik kasabaları Clejani’den çıkıp tüm dünyayı dolaşarak dinleyicileriyle buluşturuyor. Tony Gatlif’in herhangi bir filminde sahneye fırlayıp ezgilerini ortaya serpiştirdikten sonra hemen dağılacak gibi duran bir topluluk Haydutlar Orkestrası. Yaklaşık 15 kişiden oluşan orkestra, bünyesinde 12’sinden 75’ine

birçok farklı yaşta müzisyen barındırıyor. Müzikleri tamamen dünyevi duygulardan ve durumlardan bağımsız, insan ve ırklarüstü bir canlılık barındırıyor. 17 Mart’ta çıkardıkları Of Lovers, Gamblers and Parachute Skirts albümleri kaybettikleri üyelerinin ardından tekrar köklerine dönüşü simgelemek için düzenlenmiş. Bu dünyadan göçen yoldaşlarının ardından orkestradaki boşluk, ailede çekirdekten yetişmiş başka biri ile dolduruluyor. Orkestranın 25’inci doğum günü adına hazırlanan albümde vahşi ritimler, coşkulu nağmeler ve alttan sinsice ilerleyen hüzün hâkim oluyor şarkılara.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 57


FLÂMENKO ATEŞİ DAMARLARINDA DOLAŞAN

İSPANYOL ÇİNGENELERİ: GYPSY KINGS

İspanya’ya doğru göç eden Çingenelerin seslerini, kültürlerini bize ulaştıran yegâne grup ise Gypsy Kings. Roman halkının sesleri Romanya ve Balkanlar’da özellikle caz ve folk müziğe doğru evrilirken İspanya’da Flamenko’yu yaratmıştır. Latinlerin ateşi ve Batı’nın pop kültürüne İspanyol Çingenelerinin müzik aşkı eklendiğinde ortaya çıkan bu nadide müzik ve dans türü, uygarlık tarihinde derin izler bırakmaktadır.

58 • Gaia Dergi • Kasım 2015

N

icolas Reyes ve Tonino Baliardo tarafından 1978 yılında kurulan Gypsy Kings, internet sitelerinde yaptıkları açıklamada amaçlarını gezegenin en ücra köşesine bile çingene müziğini götürmek olarak belirlemiştir. Nicolas Reyes ve kardeşleri müzik serüvenine, dönemin ünlü flamenko vokalisti ve aynı zamanda babaları Jose Reyes ile kurdukları Los Reyes adlı minik orkestrayla başlamıştır. Babalarının ölümünün ardından grubu dağıtmayıp kaldıkları yerden devam eden Reyes kardeşler, kuzenleri Baliardo ailesindeki yeteneği bir festival sırasında keşfederek birleşmiş ve ortaya Gypsy Kings adı ile muhteşem eserler koymaya devam etmişlerdir. Günümüze kadar içlerindeki müzik ateşini hiç söndürmeden, azaltmadan devam eden grup en son albümünü 2013 yılında çıkarmıştır.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 59


Klasik Batı Müziği’nde Roman tınıları

B

izzat Roman halkı üyelerinin icra ettiği müziğin yanı sıra bir de Çingenelerden ilham alan müzisyenleri görürüz süregelen tarihte. Bazı kaynaklara göre, bir çingene kadınına âşık olan Franz Liszt, onu ve kültürünü daha iyi anlamaya çalışırken eserlerine Roman ruhunu işlemiştir. Macar Rapsodisi No.2 Çingenelere ithafen yaratılmış, eşsiz bir sanat eseridir.

SINEMADA ÇINGENE YANSIMASI İnsana insanı anlatan Çingene: Tony Gatlif

A

sıl ismi Michel Dahmani olan Cezayirli sanatçı Tony Gatlif, Romanların hayata bakışını ve yaşam koşullarını en iyi ele alan yönetmen olarak nitelendirilebilir. Roman aktivizmini, eylemleri ve eserleri ile tabandan toplumdaki Çingenelere karşı büyük bir reddedişi yıkmak için çaba vermiş insandır. Avrupa’nın korktuğu, belli kalıplara sığdıramadığı için çekindiği bu gökkuşağı kadar renkli ve baharatlı insan topluluğunu anlatmaya adar ömrünü. Değişim nasıl toplumdaki algıları yıkmaktan ve önyargısız bakmaktan başlıyorsa Gatlif de bizlere halkını tanıtmaktan geçirir uçsuz bucaksız yolunu.

“BÜTÜN ÖĞRENCILER SABUN KOKARDI, BEN BIR TUHAF”

K

abiliyeli bir babanın ve Endülüslü Çingene bir annenin çocuğu olan Gatlif, 1948’de Cezayir’de doğmuştur. 1960 yılında Fransa’ya gelerek sanat kariyerine başlayan Gatlif, Çingene oluşunun verdiği farklılık ile sinema tarihinde bambaşka bir çizgi yaratacaktır. Gençlik yıllarında girdiği seçmeleri anlatırken kültürel farklılıklarını, sanata başlangıcının nasıl şekillendiğini ve içinde bulunduğu durumu en güzel şu sözleriyle açıklar:

“18 yaşına kadar tam bir serseriydim. 13 yaşında doğduğum topraklardan kaçıp Marsilya üzerinden Paris’e gelmiştim. Uyumak için girdiğim sinemalarda Godard’ın ‘Serseri Âşıklar’ filmi ve Martial Solal’in müziğine çarpıldım. Bir de (1966’da) ‘Sulardan Kurtarılan Boudu’da görüp serkeş rolüne hayran kaldığım sinema ve tiyatro sanatçısı Michel Simon’u oynadığı bir tiyatrodan çıkarken yakalayıp akıl danıştım. Tavsiyesiyle süründüğüm ıslahhanelerden Simon’un ajanının yönlendirmesi ve bir doktorun tanıştırdığı tiyatro hocası Jacqueline Jabbour sayesinde hayatım kurtuldu. Okuma yazma öğrenmeden önce tiyatro okulunun sınavını geçebilmek için Apollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’ şiirini sesli dinleyerek ezberledim. Bütün öğrenciler sabun kokardı, ben bir tuhaf. Othello’nun provalarında karşımdaki kızcağızı o kadar korkutmuşum ki, gerçekten boğazlayacağım diye kaçıp yatağın altına saklanmış.”

60 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Filmlerinin durmak bilmez akışı ve çarpıcılığı, Çingenelerin ruhunu duyularımızla algılamamıza yardımcı olan tarifsiz yoğunluktaki müziklerle desteklenir. Gatlif; yarattığı şaheserlerinde sadece senaryo ve yönetmenliği üstlenmez. Latcho Drom, Gadjo Dilo, Vengo ve Swing filmlerinin aynı zamanda bestecisi de olmuştur. “Buradan ayrıldığımız ve kimsenin nerede olduğumuzu bilmediği zaman özgürüz.” Uygarlıklar boyu sinema, insani olaylara şahitlik edip yoğun duygulardan beslenmiştir. Birçok sanatçı bambaşka amaçlarla bambaşka eserlerde kendini anlatmaya çalışmış, izler bırakmıştır. Tony Gatlif’i ele aldığımızda ise kökenlerini bilinmeyen, bilinmek istemeyen yönleriyle apaçık ortaya koymak niyetinde olduğunu görürüz. Modern dünyanın içi küf dolu insanlığını filmlerinde kültleşmiş her bir sahne ile bir bir izleyicinin suratına çarpar. Ağaçların bir halkı nasıl etkilediğini görürüz, ölümün ne kadar olağan ve ne kadar ani geldiğini görürüz. Suların özgürce akması gerektiğini, “engelli” bir çocuğun rengârenk dünyasında yankılanan ezgilere verdiği tepkileri, deliliğin insanın en doğal hâli olduğunu görürüz.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 61


ÇINGENE KÜLTÜRÜNE HAYRAN HAYRAN BAKAN BIR ADAM: EMIR KUSTURICA

1954

Bosna-Hersek doğumlu Kusturica, Çingene kültüründen derin izler taşır hayatında. Balkanlarda yaşam alanını var etmesinin etkisiyle bu kültüre temelden pek yabancı olmayan ama hiçbir zaman için Gaco (Çingene olmayan) oluşunu aşamamış bir sanatçı. 1986 yılında gençlik zamanlarını Çingene tekno-rock grubu “No Smoking” orkestrasında gitar çalarak sürdürmüştür. 2001 yılında belgesel çekmeye başlayarak perdelere adımını atmıştır. Gerek politik söylemleri gerek Sırp olduğuna inanışını dile getirmesi sebebiyle toplumdan ve üst düzey yöneticilerden gördüğü, onu daha sansasyonel ve benzersiz bir akıl olarak resmetmiştir.

“Tanrı kör bir kedi en nihayetinde. Beni önce servete boğdu, sonra ruhumu çaldı.”

-peşimizi neden bırakmıyor? -çingene olmak istiyor -çingene mi? bu bir meslek değil ki

H

ristiyanlığı benimsediğini açıklayışı ise din odaklı Müslüman ülkesinde çok daha çarpıcı tepkilere sebep olmuştur ve bu politik tavır, yönetmenin tüm filmlerine yansımıştır. Çingeneler Zamanı ve Kara Kedi Ak Kedi filmlerinde de Çingene kültürünü yansıtması her zaman daha politikaya yakın bir alaycılıkta seyreder. Zekâsını izleyiciye üstünlük kurmadan aktardığı ince anekdotları, Çingenelerin hayata bakışında yakaladığı minik nüanslardır. Bunlar bize, onun aslında bir Gaco’dan fazlası olduğunu hatırlatır her seferinde.

“Çingeneler özgür oldukları için gezerler. Çaresizliklerinden değil.”

Özgürlük hissini derininden kavrayan ve bir bütün hâlinde yolda olmanın tasvirini şimdiye dek en net ifade etmiş sanatçılardan biridir Gatlif. Hem içeriden hem dışarıdan bakmayı bilir Roman insanlara. Savunulacak hakları, kapıları aralanılacak yeni özgür dünyaları anlatır insanlara. İnsana insanı anlatır. Müziği, doğayı, yolları, atları, isyanları, korkuları, tutkulu ruhları, neşeyi, hüznü anlatır.

DÜNYANIN HER TARAFINDA ROMANLAR VAR,

ONLAR OLMAZSA MEDENIYET OLMAZ

2000

yılında İstanbul’a yaptığı ziyaretinde Türkiye’de yaşayan Romanları ziyaret etmesinin ardından, 1970’ten beri süregelen acımasız Sulukule tarihine bakış açısını şu sözleriyle anlatır Gatlif:

“Kentsel yenilemeyle ilgili bu sistemi çok iyi biliyorum. Romanya’da, İspanya’da hep aynı şeyi yaptılar. İnsanları evlerinden, yıllarca yaşadıkları yerden ayırdılar. Herkes biliyor ki ben de Roman kökenliyim, tüm dünyayı dolaşıyorum. Ama at arabasıyla değil... Arkamda hep gazeteciler oluyor. Tüm Romanların durumunu biliyor ve anlıyorum. Bu olanların aynısını Romanya’da kendi gözlerimle gördüm. 1990’da İspanya’da, Sevilla’da da bir temizleme harekâtı yapıldı. Binlerce yıldır orada yaşayan binlerce insanı şehrin 20 kilometre dışına taşıdı-

62 • Gaia Dergi • Kasım 2015

lar. Ama şimdi yönetim çok pişman. Çünkü Romanlar orada işsiz kaldılar, hastalıklar baş gösterdi. Bir halkın düzenini bozarsanız, ki onlar arkadaşları, akrabalarıyla, komşularıyla dayanışma içinde yaşayan bir halk, bir sürü problemin çıkacağı aşikârdır.” Gazetecilerden birinin Sulukule’yi film hâline getirse gözünde nasıl bir sahnenin canlanacağını sorması üzerine ise her zaman olduğu gibi en net anlatım şeklini tasvir eder:

“Bir aile yemek masasında oturup çocuklarıyla yemeğini yiyor. Birden mutfak üstlerine çöküyor. Bu sahneyi çekerdim...” Gaia Dergi • Kasım 2015 • 63


S

avaşın ve şiddetin, milliyetçiliğin ve dinlerin tam karşısında yer alan duruşunu sihirli ve kaotik bir anlatımla sunar izleyicisine. Ülkesinde yaşadığı hayal kırıklığını ve hüznü Romanların vatansızlığında yaşatır. Ölümü alaya aldığı filmlerinde karakterler her daim fantastik gösterilir. Filmleri neşeli, abartılı ve sofistike dokusunu hiçbir şartta kaybetmez. Yönetmenin sürreal bakış açısı, popüler kültürde kendine alışılmışın dışında üstün bir yer sağlar aynı zamanda.

Türk sinemasında çingene algısı

Ancak yine de Gatlif filmleriyle romanların büyülü ve acıklı dünyasında yolculuğa çıkmış izleyiciler Kusturica’yı tam olarak benimseyemez. Onun filmlerindeki abartılı gösteriş, çingenelerin zoru zoruna geçindikleri hayata sığıntı kalır. Çingeneler Zamanı’ndaki Hıdırellez sahnesini Gatlif; “çingene toplumunu yanlış yansıtan abartılı bir sahne” olarak tanımlamıştır.

Şaban Çingeneler Arasında (1952), Çingene Güzeli (1968), Ateş Parçası (1971), Karmen (1972), Gırgıriye (1981), Çingene (1989) ve Dansöz (2001) bugüne kadar yapılmış roman kültürü odaklı filmlerdir. Kendi içinde belli bir akışa sahip olmasına rağmen dönemin kült filmleriyle karşılaştırıldığında sanatsal değeri epey sığ kalmaktadır.

Çingeneleri ayı oynatıcısı, kavruk tenli çalgıcı ve bol etekli güzel çiçekçi ekseninde görmekten ileri gidememiş Türkiye sineması; kültürü tam anlamıyla benimseyip asla sunamamıştır topluma. Bu eksiklik yüzyıllardır birlikte yaşadıkları, hayatları birçok anda birbirine dokunmuş insanları anlatmakta ortaya koyduğu sanatsal eserlerle pek yetersiz kalmıştır.

ÇINGENE TOPLUMUNDA KADININ YERI VE AILE YAPISI Kadın her yerde kadın, belki daha özgür belki daha tutsak

Ç

ingene toplumunun bize yansıtılan kısmında kadınları çoğunlukla özgür ve bir o kadar da girişken ve güçlü görürüz. Bu birçok topluluk ile kıyaslandığında genel geçer doğru kabul edilebilecek bir yargıdır. Roman sözlü gelenekleri aileyi; “Erkek ailenin başı ise kadın ailenin kalbidir” şeklinde tanımlar. Bu tanımda ne erkek ne de kadın birbirinden alt seviyededir. Birbirini bütünleyici ve yüceltici unsurlar şeklinde var olur aile içerisinde. Ancak göçebe hayat tarzı sebebiyle Çingene toplumlarının hepsini birden kapsayan bir aile ve sosyal hayat tanımı yapmak zordur. Lakin tüm kabilelerde gözlenmiş bir gerçeklik vardır ki, aile içinde kadın ekonomik gücü elinde tutan taraftır.

Ali Mezarcıoğlu’na göre; insanlar tabiat halkları altında birdir, ancak kendi içinde Çingene ve Gaco (Çingene olmayan) şeklinde ikiye ayrılır. Gaco toplumlar, toplayıcılığı bırakıp avlanmaya ve tarım yapmaya başladığından beri erk toplum yapısı şekillenmiş ve erkek toplumun baskın ögesi hâline gelmiştir. Çingeneler ise toplayıcılık ve zanaatçılığa devam etmiştir. Tarımın ortaya çıkışı ile insanlığa güneş gibi doğan “Mülkiyet Kavramı” savaşlara ve hırsa gebe olup güç ve toprak aşığı erkekleri yaratmıştır. Çingene toplumunda ise savaş; anlamsız, içi boş bir kelimedir. Hak iddia etmek istedikleri bir toprak parçasının olmayışı ve bir yandan da tüm gezegeni, doğayı evi benimseyişi savaşlara katılmasına izin vermez.

 Bu bİzİm değİl kİ, sİzİn savaşInIz. Çİngeneler tarİhlerİ boyunca kİmseyle savaşmamIştIr. Neden bedelİnİ bİz ödüyoruz?  64 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 65


66 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 67


S

avaşların kazandığı önemle yerleşik hayattaki Gaco toplumlar, kadınlarını aşağılamaya ve hor görmeye başlamıştır. Erkekler ne kadar güçlü olduklarını göstermek için birbirleriyle çarpışırken kadınlar eve hapsedilmiştir. Ancak anaerkil kökenli Çingene toplumunda;

 Kadın, parayı elinde tutandır.  Kadın, erkeğini seçen ve soyadını verendir.  Kadın, çocuklarını büyüten ve bakımını yapandır.  Kadın, kültürel değerlerin muhafızıdır.  Kadın, kabilenin saygı sembolüdür. Kadınların ekonomik hayatın göbeğinde varoluşu ise erkeğin kadınına sunduğu özgürlükçü bir lütuf değildir hiçbir zaman. Kadın, haklarını özünde barındırmakta ve her daim muhafaza etmektedir.

68 • Gaia Dergi • Kasım 2015

K

adının yüklendiği sorumluluklar, kadın istediği için sorumluluktur.

Ancak göçebe Çingenelerin zamanla Gaco toplumlarla etkileşime girmesi, erkekleri olumsuz yönde etkilemiş ve anaerkil aile yapısını çatlatmaya başlamıştır. Medeniyetlerin erkeklere sunduğu nimetleri ve süslü balonlar gibi içi boş egoları gören Çingene erkeği, kadınının liderlik vasfını elinden alıp toplumda yalnızlaştırmaya başlamıştır. Kendisine şanlı erkek çocuğu veremeyen kadını terk etmeye, aşağılamaya, değersizleştirmeye yönelmiştir. Toplumun Çingenelere yönelik olumsuz yargılarını iki kat daha fazla hisseden ve yargılanan kadın, her şeye rağmen kültürünü korumayı başarmıştır.

Çocuklar yürümeyi öğrendikleri andan başlayarak özgürlüklerine kavuşur Roman toplumu çocukların dünyaya gelişini ailenin berekete kavuşması olarak nitelendirir. Çocukların yetiştirilmesinden sadece aile değil tüm kabile sorumludur. Müzik bölümünde de bahsettiğimiz gibi okul kavramının yazılı bir şekilde kendini göstermeyişi, aile içi eğitimleri daha da önemli hâle getirir. 11-12 yaşına gelen çocuklar toplulukta yetişkin kabul edilir. Bu sebeptendir ki, evlilik yaşı çoğu zaman çok küçüktür.

Çingene toplumunda inanışlar ve törenler Gökkuşağının rengârenk ruhlu halkının inanış tarihi, temelde aynı eksende kalıp her göç yoluna göre değişmektedir. Yolculukları süresince geçtikleri yerlerden heybelerine kültür tohumları dolduran bu eşsiz halk, birçok insan grubunun da inanışlarını şekillendiren iyi-kötü kavramlarına sadık kalır. Kutsal ve İyi Tanrı Ruhu “Del” ile Kötü ve Şer Temsilcisi “Beng” arasındaki denge, hayata bakışın temelinde yatar. Kutsal Tanrı’nın çocukları, yolların gidişatına göre geçtikleri bölgenin inanışlarını benimser ve din anlayışını ona göre şekillendirir. Anadolu’dan geçen klanlar Müslüman, Rusya’ya varanlar Ortodoks ve İspanya’ya yolculuk edenler Katolik olarak nesillerini yetiştirir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 69


N

ehirde yüzen insanlar, başlara taç yapılan çiçekler ve söğüt dalları… Soğuk ve karlı zamanlarda yolculuk etmenin güçlüğü ile özgür ruhlarını dizginlemeye çalıştıkları 3-4 aylık süre içerisinde baharı öylesine özlerler ki, gelişini görkemle ve coşkuyla kutlamaya başlarlar. Evlerine asılan çiçekler ve ağaç tomurcukları, çevredeki ağaçlara baharın gelişini haber vermek içindir. Nehirlerde yıkanmaya başlamadan önce suya söğüt dalı ve çiçekler bırakılır. Bu geleneğin, kökenlerinin uzandığı Hindistan’dan geldiği düşünülmektedir.  Dünya Romanlar Günü 8 Nisan’da kutlanmaktadır.

Oysa artık onlar için ne atlar, ne de şarkı söyleyerek ilerleyebilecekleri ormanlar, ne yıkanabilecekleri dereler, ne de dünyanın onlara sunabileceği “insan” tarafından kullanılmamış bir hediyesi kalmıştır.

Ölüme bakış açısı ve doğayla iç içe olmak

Ç

ingenelere göre dünyadaki varlıklar, iyi ve kötü ruhlarla sarmalanmıştır. Geceleri ortaya çıkan kötü ruhlardan korktukları için yerleşik hayata geçemedikleri de düşünülmektedir. Bu inanışa göre; ölen bir insanın ismi anıldıkça ruhunun evi ziyaret edeceğine inanılır. Ölen aile üyelerine bir takma isim bulunur ve bununla yâd edilir. Bu yüzden gece evde kalmaktan ve ölmüş birine saygısızlık etmekten çok korkarlar. Bu dünyayı terk eden insanlar, mutlu bir şekilde uğurlanmalıdır, onlar özgür ve neşeli ruhlardır.

Çingenelerin doğanın göbeğinde seyretmesi, onlara doğa ve benlik hakkında basit ve net yargılar sunmuştur. İnsanın topraktan geldiğine ve yine toprağa döneceğine inanırlar. Bu nedenledir ki ölülerini yakmazlar, tabutla gömerek ruhları kutsarlar. Sadece insan odaklı bir doğa algısı hâkim sürmez. Gökyüzü altında hayvanlar ve bitki örtüsü ile birlikte yaşadığımızı savunup eylemlerini bunun çevresinde ortaya koymuşlardır. Bitki toplayıcılığı ve kimi kesimler tarafından “cadılık” şeklinde adlandırılan şifacılık gelenekleri, Roman topluluklarında oldukça yaygındır.

70 • Gaia Dergi • Kasım 2015

D

“Ben Romanım” demekle “Ben insanım” demek arasında hiçbir anlam farklılığı yoktur. Çingeneler için insanlığın tarihi; sınıflarla, ırklarla, dinlerle ve cinsiyetlerle anlatılmaz. Onların istediği gibi bir dünya hep devam ediyor olsaydı; şu anın görüntüsü, tarihin herhangi bir zamanını bize göstermek için yeterli olacaktı. Yıkılmış medeniyetler, bombalanmış coğrafyalar, şeker bile yiyememiş çocuklar, yarım kalan şarkılar, yasaklanmış hayaller, toplum darbesi yemiş aşklar olmayacaktı. Kendini herhangi bir canlıdan üstün görme niyeti taşımadan “ben insanım” demeyi başardığımızda, birbirimize ilk kez “Merhaba” demiş olacağız. O andan itibaren yapacağımız ilk şey, binlerce yıllık kusurlarımızın affı için yüzümüzü doğaya dönmek olacak. Güzelliğin esrarında aydınlanan engin düzlüklerde atlarla beraber koşarken aynı ateşin başında hep beraber şarkılar söylediğimiz dünyanın hayalini yaşatmaya çalışan insanlara saygımızla…

Bir zamanların doktorları, Orta Çağ’ın cadıları

oğanın akışına kendini bırakıp bir nehir gibi usul usul yeryüzünde seyretmek Çingenelere bitki gruplarını tanımayı ve günlük yaşamda kullanmayı öğretmiştir. Hastalıklarda, açlıkta, doğumda, hayatın her bir anında bitkileri kendilerine rehber bilip varlıklarını sürdürmek için kullanmışlardır. Ancak bu bitkileri çıkarlarına göre kullanmaya başlayan bir grup insan sebebiyle bu büyülü yetenek, Çingene kadınlarının aleyhine dönmüştür. Özellikle Orta Çağ döneminde karşılaştıkları aforoz ve ölüm hükümleri, doğanın insanlık tarihi boyunca bir kere daha derinden yaralanmasına sebep olmuştur.

Çingenelerin Hıdırellez’i: Ederlezi

Y

aprakların ağaçları yeşerttiği, hayvanların uykudan uyanıp güneşin sıcaklığını tatmaya başladığı baharın gelişini birçok insan topluluğu gibi Çingeneler de özel kutlamalarla 6 Mayıs’ta selamlar. Ülkemizde Hıdırellez ismiyle doğaya yapılan bu selamlama Kusturica’nın Çingeneler Zamanı filminde çok özel bir şekilde sahnelenmiştir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 71


E

ntropi zamanın yönü hakkında bilgi verir, ama hızı hakkında bilgi vermez. Yani her olayda entropi artar, bazen hızlı, bazen yavaş. Her doğan bebekle, her yağan yağmurla, sahile vuran her dalgayla... Canlılarda sürekli artan ve canlıları ölüme yaklaştıran entropi artışı, dünyada da sürekli artmaktadır ve her şey bozulma eğilimindedir. Bu yasaya göre, “dünyada herhangi bir yerde bir düzen oluşturulduğunda bu, onu kuşatan çevrede daha büyük bir düzensizliğe sebebiyet verme pahasına” yapılmaktadır. Entropi fizikten biyolojiye, sosyolojiden psikolojiye birçok alanda geçerli evrensel bir yasadır. Peki, toplumsal açıdan entropinin nasıl bir etkisi var? Büyük bir tüketim ve kaos dünyasında ilerlerken insanlar takip ettikleri kültürlere göre, yüksek entropili ve düşük entropili dünya görüşlerine sahip:

Yüksek entropi toplumunda, maddi servetler oluşturmak ve arzuların tatmini için insanların yüksek enerji akışına bırakılması hedeflenir. Emek değersizdir; çılgın bir tüketicilik, tamamen maddesel varoluş, arka planda ise entropiyi olabildiğince hızlı arttırmak ve kaosa doğru hızla sürüklenmek demektir. Toplum dayanabileceği en üst düzey entropiye ulaşıncaya kadar çılgınca koşturmaya devam eder. Tarım, sanayi, eğitim, sağlık, ticaret bu doğrultuda aşırı hızlanır, yenilenemeyen enerji kaynakları tüm hızıyla tüketilip entropi sınırına iyice yaklaşılır. Yüksek entropili yaşam sistemi hastalık, acı, dengesizlik, doğada tahribat gibi sonuçlar sunar. Entropi yasası, her şeyin birbiri ile alakalı olduğunu söylediğinden, doğanın bir parçasının yok edilmesi tüm sistemi etkiler. Yani tüm varlıklar bundan etkilenir. Detaylı incelendiğinde, bu sistemin artan kanser vakalarından garip yeni doğan vakalarına, doğal felaketlerden doğal kaynakların azalmasına sorumlu olduğu gözlemlenebilir.

TÜKETIM ÇILGINLIĞINA ENTROPI FRENI: HIZLI TÜKETIRKEN TÜKENEN BIZ MIYIZ? Yazar: Ruken Zilan

Size fizikte çok sevdiğim kavramlardan birinden; Entropi’den ve hayatımızdaki yerinden bahsedeceğim. “Sevilmeyecek gibi mi?” sorusuna yazının sonunda siz karar verin.

E

ntropi termodinamiğin ikinci yasasıdır ve “işe dönüştürülemeyen enerji miktarının ölçümü” olarak tanımlanır. Termodinamiğin birinci yasası, “mevcut madde ve enerjinin sabit olduğunu, yok edilemeyeceğini” söylerken ikinci yasası, “madde ve enerjinin sadece tek doğrultuda değiştiğini” söyler. Yani ilk yasaya göre madde şekil değiştirebilir, ancak özü aynı kalır. İkinci yasa, yani Entropi yasası ise “madde ve enerjinin faydalıdan faydasıza, düzenliden düzensize, geçerliden geçersize, sürekli kaosa ve tükenmeye doğru ilerlediğini” bildirir. Bu iki yasa Isaac Asimov*’un “Evrenin toplam enerji muhtevası sabittir

72 • Gaia Dergi • Kasım 2015

ve entropi sürekli artmaktadır” cümlesiyle özetlenebilir. Artan entropi, artan düzensizlik olarak algılanabilir. Entropi yasası, enerjinin yalıtılmış bir sistem içinde, düzenliden düzensiz konuma geçmesi olarak da anlatılabilir. Hemen gözünüz korkmasın, bu bir fizik dersi değil. Bu yasayı günlük hayatımızda farketmeden de olsa çok kullanıyoruz. “Sıkılan diş macununun kayıpsız tekrar tüpe geri konulamamasına, yakılan yakıtın geri gelmemesine, kırılan bardağın ve dökülen suyun bardağa geri dolamamasına” entropi diyoruz…

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 73


Y

üksek entropili toplumda, sanayi devrimiyle ve fosil yakıt kullanımıyla entropi artışı hız kazanmıştır. Sürekli tüketim, kayıp enerjileri arttırmakta bu da ekolojik sistemi bozmakta, temiz su kaynakları kirlenmekte, aşırı karbon gazı salımı sonucu iklim değişikliği tetiklenmekte, bu da doğal afetlere davetiye çıkarmaktadır. Düşük entropi dünya görüşünde ise enerji akışı olabildiğince azaltılmaktadır. Bu bakış açısında yüksek servetler, dünyadaki kaynakların telafi edilemeyecek kadar çok hızlı tüketilmesi manasına gelmektedir. Bu sebeple düşük entropi sisteminde “az çoktur”. Azla yetinebilmek takip edilen düsturdur. “Less is more” (az çoktur) sloganıyla ünlü minimalist mimar Ludwig Mies van der Rohe da düşük entropi ekolünden olsa gerek.** Düşük entropi bakış açısında çılgın, ölçüsüz tüketim sorgulanır ve kabul edilemez. İsraf tüm inanç ve

bilgelik sistemlerinde yerilmiştir. Ünlü mistik düşünürlerden Meister Eckhart, “Daha fazlasını sahiplendiğinde, daha azı bizim olur” der. Gandhi, tutumlu ve mütevazi yaşamı seçmiş ve öğretmiştir. Gelmiş geçmiş tüm bilgeler ve dinler, takipçilerine alçak gönüllü, paylaşarak yaşamayı önermiştir ve toplumları düşük entropili yaşamlara yöneltmiştir. Düşük entropi toplumunda, emek kutsaldır ve uyku, düşünme, oyun gibi yaşam için gerekli bir faaliyettir. Düşük entropi toplumunda bireyler doğadan kopuk değil, doğanın bir parçasıdır. Düşük entropi sistemi; kavga etmek, ele geçirmek için değildir, uyum içinde yaşamayı gerektirir. Düşük entropi yaşamı lüks tüketimi değil, sadece gereksinimlerin tüketimini gerektirir. Düşük entropili yaşam; yenilenebilir enerji kaynaklarıyla, ortak değişim pazarlarıyla, doğayla bütün ve hırslardan, mal mülk sevdalarından uzak, sadece ihtiyacın tüketildiği, daha az üretim ve tüketimin söz konusu olduğu bir ortamı gerektiriyor.

D

ünyada son dönemlerde artış gösteren doğayla bütünleşme, tasarruf, azla yetinme, yavaş şehir (slow citta) gibi kavramlar, tüm hızıyla kendini gösteren yüksek entropinin (yüksek düzensizliğin ve sona yaklaşmanın) farkına varılmasından mıdır acaba? Gelecek neslin idamesi için, düşük entropi toplumuna doğru gidilen şu günlerde (kimimiz deve kuşu misali kafasını kuma gömmeyi tercih etse de) düşük entropiye dayalı yeni sistemler ciddi bir ihtiyaç. Yüksek entropi sisteminden, düşük entropi sistemine ne kadar kısa sürede geçilirse ödenecek bedel o kadar az olur. Bu sürenin uzaması süreci daha da zorlaştırır.

Yüksek entropili hayat sistemi, materyal ve tüketim odaklı sömürü sistemi mantığı ile işlerken düşük entropili hayat sistemi; paylaşımcı, doğayla barışık, yenilenebilir kaynaklarla yaşayabilen bir hayat vadediyor. Entropi hakkında az çok fikriniz oldu. Sizce bu tek yönlü süreçleri hızlandırmanın manası var mı? Yani üretimi, tüketimi, hayatı hızlandırmak bahsedilen tek yönlü süreci kısaltmak demek. Gelecek nesillerden çalınan sağlıklı yıllar ve sağlıklı yaşam ortamı demek... Gerçekten de bu kadar aç gözlü müyüz ? Neden? Peki, ya sizin entropik dünya görüşünüz nasıl, hiç irdelediniz mi?

 Rus asıllı Amerikan bilim insanı ve bilim kurgu yazarı.  Yolunuz düşerse Barselona’daki sadelik abidesi meşhur eseri Barcelona Pavilion’u ziyaret etmenizi tavsiye ederim. 74 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 75


Tarihte çocukluğun izleri

Y

akın geçmişteki yüzyıllar boyunca “çocukluk” hakkında bilgilerimizin genelini yazılı kaynaklardan ediniyor olsak da çocukluğun nasıl algılandığı üzerine veya çocukluğun tanımı üzerine bilgilerimiz yakın zamana tekabül ediyor. “Çocukluk dönemi” kavramını araştırma konusunda, insanlık tarihinin nedense biraz geç kaldığını görüyoruz. Orta Çağ’da çocuklara nasıl davranıldığı konusunda çeşitli ressamların çocukları resmedişinden ipuçları edinebili-

yoruz. Bu dönemde çocuklar zamanın yetişkin giysileri içerisinde ve yetişkinlere özgü ciddi yüz hatları ile resmediliyordu. Resimlerden anlaşılacağı üzere, çocukların giyim tarzları yetişkinlerin son modasını takip etmekteydi. Giyimlerinin yanı sıra, onlarla birlikte çizilen objeler incelendiğinde, yetişkinlere özgü semboller de göze çarpıyor. Örneğin elinde vişne dolu bir sepet taşıyan bir kız çocuğu resmi, çocukların vişne toplama işinde çalıştığına işaret ediyor. Tarih bilimcilerin yaklaşımlarına göre çocuklar sadece yetişkin giysileri giymiyordu, “minyatür” yetişkinler olarak da görülüyordu. Hatta resimlere dikkatli bakıldığında çocukların yetişkinlere özgü vücut ölçüleri ile resmedilmiş olduğundan da bunu çıkarabiliriz.

TARİHTEN BUGÜNE “ÇOCUKLUĞU YAŞAMAK” Yazar: Ayça Alaylı

Kendi çocukluğunuzdan hatırladığınız en güzel anı nedir? En çok ne oynamayı severdiniz örneğin? “Oynamayı sever miydiniz?” diye sormayacağım, çünkü bütün çocuklar oyun oynamayı sever, değil mi? Çocuklara nasıl davranılması gerektiğini düşünürken önce “çocukluk” nedir sorusunu cevaplamak lazım. Kime denir çocuk? Kaç yaşına kadar çocuğuzdur? Ne olur da “büyürüz?” Günümüz ebeveynlerinin çocukları için yaptıkları telaş ve yatırım, birkaç yüzyıl öncesine kadar da aynı mıydı? Çocuklar ne zaman büyümüş sayılırdı?

76 • Gaia Dergi • Kasım 2015

A

ncak 17’nci yüzyıl ve sonrasında yapılan resimlerde, artık çocukların oyuncaklar ve hayvanlar ile birlikte çizildiğini görüyoruz. Avrupa’da 1600’lü yıllar boyunca “çocukluk” kavramına bakış açısı ve sosyal tutumlar değişmeye başladı. Örneğin, yetişkinler zamanla çocukların da birer birey olduğunu düşünmeye; onları masum, korunmaya muhtaç ve yetişkinler tarafından yetiştirilen bireyler olarak görmeye başladılar. Çağlar arası değişimlere rağmen, sosyal açılardan “çocukluk” kavramının incelenmesi 1960’lı yılları bulmuştur. Bu konuda bilinen en meşhur isim, 1960 yılında yazılan orijinal adıyla L’Enfant et la Vie Familiale sous l’Ancien Régime kitabının yazarı Philippe Ariés’tir. Ariés’in eseri daha sonra Centuries of Childhood

(Çocukluğun Yüzyılları) adıyla İngilizceye çevrilmiştir. Ne yazık ki henüz dilimize kazandırılmamış bu eser, alanında öncü niteliği taşır. Ariés, orta çağlarda “çocukluk” kavramının var olmadığını ve bu kavramın sosyal ve ekonomik gelişmeler ile değişerek 17’nci yüzyıldan sonra aile yaşamında yer edindiğini ileri sürer. Çünkü çocuklar o zamanlar birey sayılabilmek için fazla güçsüz görülmektedir ve yetişkinliğe ancak kendi başlarına yaşayabildikleri zaman geçebilmektedir. Ariés’in eseri öne sürdüğü bu fikirler ile çocukluk konusunun daha detaylı çalışılmasına öncülük etmiş olmakla beraber, günümüzde çeşitli eleştirilere de maruz kalmaktadır. Örneğin Harry Hendrick, Ariés’in verileri edinme ve anlamlandırma yöntemlerinin güvenilir olmadığını 1992’de yazmış ve zamanın eğitim ve ahlak değerlerini yeterince ele almadığını iddia etmiştir.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 77


Çocukluk döneminin incelenmesi

P

sikoloji alanındaki gelişmeler ile birlikte, insanların doğumdan ölüme kadar uğradıkları değişimleri incelemek de elzem hâle geldi ve bu ihtiyaçlar gelişimsel psikolojiyi doğurdu. Aslında bu bilimin doğuşuna yön veren ilk isimlerden biri Charles Darwin’dir. Bebeklik dönemindeki oğlu hakkında yaptığı gözlemleri 1880’li yıllarda kaleme almıştır. İlginçtir ki, bilim insanlarının kendi çocuklarını gözlemlemeleri daha sonraki yıllarda da devam etmiştir. Gelişimsel psikolojinin ayrı bir disiplin olarak bilim dünyasında yer edinmesine büyük etki eden Wilhelm Preyer da kendi kızını doğumdan 2,5 yaşına kadar inceleyerek “The Mind of the Child” (Çocuğun Zihni) adlı bir kitap yazmıştır. Gelişimsel psikolojinin babası sayılan Jean Piaget de kendi çocuklarını inceleyerek bilime önemli katkılar

sunan bilim insanlarındandır. Çocukların bilişsel gelişimleri ile ilgili bir kuram ortaya koymuştur. Piaget, çocukların belirli bir yaşa ulaşmadan yetişkinlerin sahip olduğu bilişsel yetkinliğe geçemediğini (örneğin, soyut düşünme) ve 18 yaşına gelene kadar çocukların dört dönemden geçtiklerini ileri sürmüştür. Aynı dönemde yaşamış Rus bilim insanı Lev Vygotsky de Piaget’nin çalışmalarına çok benzer çalışmalar yürütmüş, fakat sosyal çevrenin etkisini de göz önünde bulundurması ile farklı bir bakış açısı getirmiştir. Piaget ve Vygotsky’ye göre daha genç olan İngiliz John Bowlby ise “Bağlanma Teorisi” ile çocuk gelişimi alanında çok önemli bir ilerleme kaydedilmesini sağlamıştır. Bağlanma teorisi insanlar arasındaki ikili ilişkilerin yapısını ve oluşumunu açıklar ve bu nedenle çocukluk döneminde oluşan “bağlanmanın” önemine değinir. Günümüzde gelişimsel psikoloji alanında yaptığımız bilimsel araştırmaların hatırı sayılır bir çoğunluğu halen bu bilim insanlarının teorileri üzerine gelişmektedir.

Bugünün çocukluk kavramı

T

arihsel karmaşıklıklar 90’lı yıllara kadar tam çözülmemiş olsa bile bugün çocukluğu tanımlayan mekanizmalar mevcut. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi madde 1, çocuğun tanımını şöyle yapar: “Bu Sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır.” Fakat biyolojik, sosyal, kültürel veya gelişimsel açılardan çocukluk kavramını anlamak için pek de yeterli değildir. Hatta bu tanım, gençlik kavramı ile de yer yer iç içe geçer. Örneğin, UNESCO (United Nations Educational Scientific and Cultural Organization/ Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) 1524 yaş arasındaki bireyleri genç olarak tanımlar, ama aynı zamanda gençlik kavramının değişkenliğini de kabul eder. Artık çocuklara yaklaşımda en önemli yapıtaşlarının neler olduğu daha iyi anlıyoruz. Ailelerin çoğu daha

78 • Gaia Dergi • Kasım 2015

bilinçli veya bilinçlenmeye açık. Eğitimin, özellikle okul öncesi eğitimin değerini yüzlerce bilimsel çalışma ile ortaya koyabiliyoruz. Tabii bunlarla beraber “eğitim sistemlerine” bakış açılarının da hızla değiştiğini görüyoruz. Çocuklardan yetişkin olmalarını, yetişkin gibi davranmalarını bekleyen bir zihniyetten çocukluklarını yaşamalarını teşvik eden ve kendi benliklerini bulmalarına yardımcı bir zihniyete doğru ilerliyoruz. Hiçbir ayrımcılık gözetmeksizin her çocuğun eşit ve özgür bir şekilde gelişmesini sağlamak için umudumuzu kaybetmiyoruz O nedenle, çocukların “çocukluklarını” yaşama haklarının olduğunu unutmamak gerekiyor. Onları keşiften, doğadan, topraktan, insanlarla kurdukları ilişkilerden ve en önemlisi kendi çocukluklarından koparmamak gerekiyor. Okul öncesi eğitimde Montessori Metodunu tanıtan İtalyan eğitimci ve İtalya’nın ilk kadın doktoru ünvanına sahip Maria Montessori’nin da dediği gibi: “Çocukların işi, oyun oynamaktır.”

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 79


Ağaçların yıldırımlardan etkilendiği dağlarda yaşayan çingelenelerin hayatı. Himalaya’nın etekelerinde yaşam onlar için yaz aylarında karların erimesi ile başlıyor ama, kısa süre sonra dağlardan göç etmek zorundalar. Kar birikintileri arasında Şiva’ya ulaşmaya çalışan yerli turistlerin, ısınmaları için yaptıkları çadırın altındaki kalabalığa alışkın olmayan adamın bakışlarındaki sertlik, yaşamının geçmişini gözler önüne seriyor. Kınalı sakalları ve soğuktan korunmak için başını kapattığı poşusu ile aslında ne kadar da renkli kişilikleri olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Çingenelerin hayatlarında alışık olduğumuz serüvenli yaşam hikayelerinden oldukça farklı durumlara sahip Kaşmir Çingeneleri, cennetten bir köşe diyebileceğimiz yerlerde yaşamlarını sürdürmeye devam etmekteler. Kaşmirli Çingeneler yıl boyunca el emekleriyle rengarenk halı ve sal dokumacılığı yapmaktalar. Dünyanın farklı bölgelerindeki Çingeneleri araştırmak ve onların hayatlarını yansıtmak için yaptığım yolcuklar arasındaki en etkili proje çok renkli kıyafetleri ve farklı serüvenleriyle Kaşmir Çingenelerinin yaşamları oldu. Fotoğraf: Emrah Oprukcu

80 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 81


Ç

ocuklarla iletişim kurduğumuzda dikkat etmemiz gereken bazı noktalar var. Bilmeden yaptığımız veya doğru olduğunu sandığımız çoğu yanlış, çocuk üzerinde derin etkiler yaratabiliyor. Çocuklarla nasıl iletişim kuracağımızı öğrenmeden önce çocuğun kim olduğunu, yetişkinlerden farklarını bilmemiz gerekiyor.

Çocuklar tarihi süreçler içinde, değişen anlayışlara ve durumlara bağlı olarak farklı konumlandırılmışlardır. Örneğin; çocuklar Ortaçağ’da eksik yetişkinler gibi ve hatta yetişkinlerin bir minyatürü kabul ediliyorlardı. Yetişkinlerle aynı ortamlarda bulunuyorlardı yani kendilerine ait bir alanları yoktu. Sanayi Devrimi’nde ise gelişen teknolojiye bağlı olarak çocuklar ağır sanayide

çalıştırılmaya başlandı, bununla birlikte sanayide çocuk ölümlerinde artışlar yaşandı. 1900’lü yıllara gelindiğinde çocuk algısında köklü değişiklikler yaşandı, bazı psikologlar çocukların yetişkinlerden farklı olduğunu, kendilerine has özelliklerinin ve haklarının bulunduğunu dile getirmeye başladılar. Bu farkları dile getirenlerin başında da Freud ve Piaget gelmektedir. Peki, günümüzde çocuklar nasıl algılanıyor ve tanımlanıyor? Birleşmiş Milletler’e göre 0-18 yaş arası tüm bireyler çocuktur ve kendilerine has tabi oldukları kanunlar vardır.

Günümüz çocukları Z kuşağı denilen (2000-Günümüz, Bilim Çağı Çocukları) bir kuşakta yaşamaktadırlar. Z kuşağı çocuklarının özellikleri şöyledir:  Bu kuşak çocuklarının motivasyonu oldukça düşüktür.  Bu kuşak çocuklarını şaşırtmak oldukça zordur.  Bu çocuklar bilgisayar oyunları oynarlar, sokakta oynayanları hemen hemen hiç yoktur.  Bilgisayar oyunları yaratıcılıklarını köreltiyor. Çocuklara özel bir ilgi gösterme gerekliliği, 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi’nde belirtilmiştir. Çocuk Hakları kavramı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na 2010 yılında dâhil olmuştur.

DIKKAT!

ÇOCUKLA KONUŞUYORSUN! Yazar: Serap Ören

İnsanların büyük bir bölümü çocukları sevdiğini söyler ama çoğunluğu onlarla iletişim kurarken çok büyük hatalar yapar veya nasıl davranması gerektiğini bilmez. Bunun nedeni ise çocukların bilişsel, duyuşsal ve psikomotor özelliklerinin bilinmemesinden kaynaklanmasıdır.

82 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 83


Her çocuk aynı ihtiyaçlara mı sahip?

O

rtak ihtiyaçlarının yanında farklı özelliklerinden kaynaklanan farklı ihtiyaçlara sahip olabilirler. Fiziksel engelli, sokakta çalışan, işitme engelli gibi farklı çocuk grupları farklı ihtiyaçlara sahip olabilir. Bu nedenle iletişime geçeceğiniz çocukların özellikleri ve ihtiyaçlarını da göz ardı etmemeniz gerekir.

Çocuklar nasıl düşünür ve nasıl öğrenir?  Çocuklar, doğal bir meraka ve öğrenme isteğine sahiptir. Doğal bir çocuğu, her yeni şey heyecanlandırır. Zihinleri yetişkinler kadar kısıtlanmamış, kalıba sokulmamış olduğu için, doğal olarak yaratıcı düşünceye açıktır.  Çocuklar benzetmeler yaparak somutlaştırdığınız şeyleri daha kolay öğrenirler.  Çocuklar, aynı şeyi defalarca tekrarlamaktan hoşlanırlar.  Çocuğa bir şey öğretmenin en iyi yolu onunla oyun oynamaktır.  Uzun süreli yazı yazma ve sayısal işlem yapmayı sevmezler.  Esprisiz, heyecan ve merak uyandırmayan yönergeleriniz yetersiz kalır.

Peki, çocuklarla iletişime geçerken nelere dikkat etmeliyiz? Öncelikle doğru bir iletişim kurabilmek için kendimizi çocuğun karşısında doğru konumlandırmalıyız. Kendimizi konumlandırdığımız ve üstlendiğimiz rol, çocukla sağlıklı bir iletişim kurmak için sağlam bir temel hazırlar.

Çocuğu dinlerken ona, “Buradayım, seni önemsiyorum, seni dinliyorum ve seni anlıyorum” mesajını vermemiz gerekiyor. Çocukları koşulsuz kabul etmeli ve onaylamalıyız. Yumuşak bir ses tonu kullanarak olumlu tepki göstermeliyiz. Çocukla konuşurken başka bir şey ile meşgul olmamalı, tüm dikkatimizi ona vermeliyiz. Ayrıca çocuğu dinlerken ona odaklanmalı, mimiklerimize ve beden dilimize dikkat etmeliyiz çünkü çocuklar beden dilimize ve mimiklerimize bakarak verdiğimiz mesajları çok iyi anlarlar.

İ

letişimde en önemli nokta göz teması kurmamız ve çocukla aynı boy seviyesine eğilmemizdir. Çocuk bir şey anlatırken, anlattığı şeyin sizin üzerinizdeki etkisini ona geri yansıtın. Dil gelişimine katkı sunmak için de bir bilgi ya da kavram ekleyip ona geri yansıtın.

bakış açısıyla bakmışsın” gibi cümleleri kullanmalıyız. Çocuklarla konuşurken kısa ve net cümleler kurmalıyız, soru sorarak yanıtı ona buldurmalıyız, düşünmesi için yeterli zaman vermeliyiz, benzetmeler kullanarak soyut kavramları somutlaştırmalıyız.

Çocuklarla iletişimde dikkat etmemiz gereken en önemli noktalardan biri de kullandığımız övgü sözcükleridir. “Sen çok akıllısın, ne kadar güzelsin” gibi etiketleyici ve özgüvenini zedeleyecek övgülerden uzak durun!

Çocuklarla fiziksel temas konusunda çok dikkatli olmalıyız. Gösterdiğimiz aşırı sevgi gösterisi, çocuğun rahatsız olmasına yol açabilir. Ayrıca unutmamalıyız ki, biz çocukların gözünde birer rol modeliz, bunun bilincinde olup ona göre davranmamız gerekiyor. Son bir nokta ise fotoğrafını çektiğiniz çocukların, ailelerinin yazılı izni olmadan o fotoğrafı herhangi bir yerde paylaşamazsınız, bunun cezai yaptırımları vardır!

Davranışları için övgü sözcükleri kullanın, kişiliği ya da görünüşü için değil. Bunun yerine “Tebrikler, farklı bir

84 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 85


M

atopiba projesi, bölgelerdeki yerel geçim kaynaklarını yok ederek daha fazla gelir anlamına gelen monokültür bitkilerinin yetiştirilmesini gerektiriyor. Bunun anlamı, öncelikle Amazon ormanlarının yok edilmesi, buna bağlı olarak da babassu ürünlerinden gelir elde eden yaklaşık 100 bin yerli aileyi mağdur etmektir. Başka bir deyişle, hükûmetin tarımsal üretime yaklaşımı, babassu ormanlarını ve yarım milyon insanı tehdit ediyor. Endüstriyel tarım şirketleri, koruyucu yasaların gevşetilerek küçük çiftçilerin topraklarından vazgeçmeleri için yıldırma politikası uygulatıyor. Soya ve sığırlar daha kârlı olduğu için ormanlar (dolayısıyla yerli halk) pek de umurlarında olmuyor. Soya, okaliptüs ve şeker gibi monokültür bitkilerinin

yüksek kâr getirmesini sağlayan unsur, az sayıda işgücü ile yüksek oranda hasat elde etmektir. Böyle bir tektipleştirme, toprağı tek bir endüstriyel ürüne bağımlı kılarak bölgenin sadece endüstriyel tarım için kullanılmasını sağlar. Bu da ormanların kesilmesine ve toprağın vasıfsızlaşmasına neden olduğundan sürdürülebilir tarım için doğru bir yöntem değil. Ayrıca, bir de GDO’lu okaliptüs gibi monokültür bitkileri, hızla gelişmesine karşın fazla su istiyor ve bu, su kaynaklarını tehdit ediyor. Yani sonuçta endüstriyel tarım, sürdürülebilir tarım olanaklarına önem vermedikçe zararlı hâle geliyor. En basit anlatımla hem ormanlar kesiliyor hem de toprak aşırı kullanılıyor. Bu sadece Brezilya değil, tüm dünyada önemli bir mesele. Büyük tekellerin kâr elde etmesi için doğanın tahrip edilmesi tarımı öldürüyor ve sürdürülebilir olmayan her türlü kalkınma planı felaketle sonuçlanıyor.

BREZİLYA’DA “SÜRDÜRÜLEMEZ” TARIM Yazar: Batuhan Sarıcan

Brezilya’nın Tarım Hayvancılık ve Tedarik Bakanı Kátia Abreu, geçtiğimiz mayıs ayında yaptığı açıklama ile ülkenin kuzeydoğusundaki Maranhão, Tocantins, Piauí ve Bahia’dan oluşan dört eyaletin, tarımsal iş hacmini genişletmek amacıyla kullanılacağını açıkladı. Bu projeye, eyalet isimlerinin ilk hecelerinden oluşan “Matopiba” adı verildi.

337

belediyeyi kapsayan 73 milyon hektarlık, Brezilya tarımının yeni gözdesi olarak görülen bu bölge soya fasulyesi, pamuk, okaliptüs ve mısır gibi toprağı tektipleştiren monokültür bitkileri için elverişli bir bölge hâlinde. Örneğin, gelecek 10 yıl içinde tarımsal ürün çıktı miktarının en fazla olacağı düşünülen soya fasulyesinde yüzde 21’lik bir artış bekleniyor.

86 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Bakanlık verilerine göre, bölgede 2010-11’de 13,3 milyon ton üretim miktarının, Matopiba sayesinde 2020-21’e kadar 16,6 milyon tona tırmanması bekleniyor. Hükûmete göre bu plan, küçük üreticileri ve bölgeyi kalkındıracak bir niteliğe sahip. Bu açıdan bakılırsa her şey çok güzel gözüküyor, fakat işin içine insan ve doğa ögesi girince işler değişiyor. Gelin, bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım.

O

laya bir de şu açıdan bakalım; Matopiba planının yapılığı yer Mapa, yani Tarım Hayvancılık ve Tedarik Bakanlığı, Federal Başkent Brasília’da yer alıyor. Babassu yetiştirilen Maranhão eyaleti ile arasındaki en kısa mesafe tam olarak 1631 kilometre, yani arabayla yola çıksanız trafiksiz neredeyse tam bir gününüzü alacak bir mesafe. Bu uzaklıktaki bir toplantı salonunun konforlu deri koltuklarından alınan bir karar, doğanın katlini ve yöre insanının aç kalacak olmasını umursamıyor bile. Bu, Ankara’da lüks halıları bulunan, bol ışıklı geniş bir salondan,

934 kilometre uzaklıktaki Rize-Samistal Yaylası ile ilgili karar almaya benzer bir şey, dil ve coğrafyalar başka olsa da kafa aynı kafa. Dök betonu ağam paşam zengin olsun, sök ağacı ekonomiye can gelsin! Yöre halkı aç kalmış, ağaçlar kurumuş, toprak vasıfsızlaşmış kimin umrunda! Bölgede doğanın öğrettikleri ile yüzyıllardır uyumlu bir şekilde yaşayan, doğanın ritmini benimsemiş insanların ne dediği, hangi uyarılarda bulunduğu açıkçası umurlarında bile değil. Hangi ekonomik gerekçe, doğanın katledilmesini ve insanların aç kalmasını haklı çıkarabilir ki?

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 87


H

ükûmetin baskılarının ardından geçim kaynakları -dolayısıyla da hayatları- babassu meyvesine bağlı, çoğunluğu da kadından oluşan yerli halk buna karşı çıkıyor. Babassu hindistan cevizi kırıcıları (quebradeira de coco babaçu) şeklinde anılan bu insanlar, anne ve babalarından devraldıkları bu işi çocukluklarından bu yana söz ve şarkılar eşliğinde, nasırlı çıplak elleri ile yapıyorlar. Burası onların toprakları ve gidecekleri başka bir yer de yok.

Peki, ya gelecekleri buna bağlı ve çoğunluğu kadınlardan oluşan bu insanlar; nasıl bir mücadele veriyor? Bunun için Eyaletler arası Babassu Kırıcıları Hareketi’ne bağlı (MIQCB) bir kooperatif kurulmuş. Matopiba projesinin kapsadığı dört eyalette; Maranhão, Tocantins, Piauí ve Bahia’da faaliyet gösteren bu hareket, hükûmetin kendilerine sormadan bu kararı aldığı konusunda ortak bir fikir ve mücadele alanına sahip.

S

adece babassu işçileri için değil, tüm Brezilya’da tarım işçileri için benzer bir durum söz konusu. Çiftçi aileler ihmal edilmiş durumda ve haklarını savunanlara şiddetle cevap veriliyor. Buna karşın, Topraksızlar (MST) ve Via Campesina gibi yerel ve uluslararası çapta faaliyet gösteren, halkı bilinçlendirme eğitimleri, yürüyüş ve toprak/toplantı işgalleri gibi eylemler gerçekleştiren organizasyonlar mevcut.

D

eutsche Welle muhabiri Nadia Pontes’e konuşan hareketin temsilcilerinden Maria Socorro Teixeira Lima durumu gayet iyi özetliyor diyebiliriz: “Hükûmet, bölgede ağaçlar ve insanlar yokmuş gibi davranıyor. Fakat babassu ağaçları burada ve biz onları koruyacağız. Bu ağaçlar bizim anamız, bizim gelir kaynağımız ve ailemizi beslemenin tek yolu.” Lima, ağaçların varlığını kontrol etmek ve korumak için Babassu Ekolojik Bölgesi haritası hazırladıklarını belirtiyor.

Harita için erişim linki:

88 • Gaia Dergi • Kasım 2015

The Guardian’dan David Hill’e açıklamada bulunan, hareketin kurucularından Raimunda Gomes da Silva ise ülkenin zenginliğine rağmen yaşanan yoksulluğa atıfta bulunarak, “Büyük şehirler dışında ülkenin neresine giderseniz gidin, ızdırap ile karşılaşırsınız” diyor ve ekliyor “Aramızdaki yoksullar, oylarını ve dikkatlerini verseler ellerinde nasıl bir güç bulundurduklarını bilmiyor.” Latin Amerika’da muhalefet edenlerin kaçınılmaz sonu olarak görülen ölüm riski ile ilgili ise şunları söylüyor: “Düşündüklerimi söylüyor olmaktan hiçbir zaman korkmadım. Ölmek için doğdum. Bu bir yılan ısırığı ile mi olur yoksa bir silahla mı bilmiyorum.”

Şimdi kısaca babassu meyvesine ve nasıl bir işlemden geçirildiğine değinerek yazıyı sonlandıralım. Maranhão, Tocantins ve Para bölgelerinde yetişen babassu hindistan cevizi ağacı, Brezilya Amazonu’nun doğu bölgelerinde yetişip 15 metre uzunluğa erişebiliyor. Bu ağacın verdiği meyvenin dönüştürülebildiği birkaç ürün var. İlki, meyvenin mesocarp diye adlandırılan, halk dilinde meyvenin etli kısmı diyebileceğimiz yerinin un hâline getirilmesidir. Besleyici değeri yüksek olan bu un; ekmek, kek ve lapa yapımında kullanılıyor. İkincisi, kabuklarından elde edilen yakacak malzemesidir. Sonuncusu ise çekirdeklerinin yağ yapımı için kullanılmasıdır. Bu çekirdeklerden elde edilen yağlar, yöre halkı tarafından kuru ciltleri nemlendirmenin yanı

sıra, egzama ve iltihapları iyileştirmek için de doğal bir ilaç olarak kullanılıyor. Babassu sadece Brezilya’da da kullanılmıyor. Doğal iyileştirici özelliği bulunan babassu ürünleri, büyük kozmetik firmaları tarafından da tercih edilerek Brezilya’dan ithal ediliyor. Babassu hindistan cevizi meyvelerini ürüne çevirmek için uygulanan işlem ise hiç kolay değil. Kendilerine verdikleri isimle babassu kırıcılar, çekirdeğinden yağ elde etmek için önce yere düşen olgun meyveleri, günde iki üç yüklü sepet olmak üzere kafalarının üzerinde belirli bir noktaya taşıyorlar. Ardından, sadece balta ve sopa gibi ilkel aletlerle kırarak çıplak ellerle işleme tabi tutuyorlar. Bu işlemle meşgul yaklaşık 350 bin kadın olduğu düşünülüyor. Dolaylı yoldan babassu meyvesinden karnı doyan insan sayısı ise 500 bini geçiyor. Bir bilgiyi daha vermeden geçmeyelim: 2 kilo babassu cevizinden 1 kilo yağ elde ediliyor, 1 kilo yağ ise 12 Brezilya Reali (BRL) kazandırıyor. Bu da yaklaşık 9,5 TL’ye denk geliyor. Şimdilik sadece yerel satış mevcut. Kırıcıların isteği, kurdukları kooperatif (MIQCB) vasıtasıyla yasal olarak fuarlara katılabilmek, kendi ürünlerini kendi isimleri ile market raflarında satabilmek.

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 89


“Brezilya’da köylüler sordu. İnsansız bu kadar toprak varken, neden topraksız bu kadar insan var? Onlara kurşunlarla cevap verildi. Ama korku onlara miras kalan tek şeydi ve onu da kaybettiler. Sormaya, toprakları işgal etmeye ve çalışmak istemek suçunu işlemeye devam ettiler. Milyonlarcaydılar ve sormaya devam ettiler. Sordular: Neden kimyasal işkencenin toprağı telef etmesine izin veriliyor? Bir de: Eğer tohumlar tohum olmayı bırakırsa bize ne olacak?”

S

on söz yerine, Amazonlar başlı başına bir su cenneti ve dünyanın akciğerleri… Bu harika doğal zenginlik, insan eliyle yapılmış hiçbir makine ya da aletin yapamayacağı bir şey yapıyor: insanlardan hiçbir talepte bulunmadan sürekli oksijen ve su üretiyor. Buna karşın devlet ve şirketlerin çıkarları uğruna Amazon ormanları yok ediliyor. Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsü’nün (INPE) Brezilya’da ormanlar kesildikçe güncellediği bir veri tabanı olan DETER ve Ormansızlaştırma Uyarı Sistemi (SAD) verilerine göre, bahsi geçen kıyım 2004’den 2014 yılına kadar azalış gösterse de son birkaç aydır yeni bir artış eğilimi söz konusu. Bahsettiğimiz tüm bu zenginliklere rağmen, sırf ekonomik rakamlar artsın

90 • Gaia Dergi • Kasım 2015

-Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları

ve ülkedeki yüzde 1-2’lik kesim “yoğurdun kaymağını yesin diye” bu doğal zenginlik neden bozulur, bölgede yaşayan insanlar neden yalnızlaştırılır? 1 santimetre doğal toprağın oluşması yüzyıllar alırken gelip bu topraklara beton dökmek, pestisit yükleyerek zehirlemek, tektipleştirme ile bu toprakları çölleştirmek niye? Hatta sözlerin ötesinde bu sömürgen kafa yapısı, sel ve heyelan gibi gözle görülür felaketlere neden olurken neden devam eder bu kıyım? Ölümlerden yaşam veren Toprak Ana, yeşilin en doğal tonlarıyla insana bu kadar cömert davranırken neden sahte bir yeşil kağıt uğruna tüm bu hainlikler yapılır? Niye sevilmez yeşil, neden sevilmez şarkılar, çıplak eller…

Gaia Dergi • Kasım 2015 • 91


Mumluk KENDIN YAP! Şarap mantarlarIyla neler yapabİlİrİz? Yazar: Bedia Ayanoğlu

K

endin yap çılgınlarının yeni gözdesi şarap mantarları. Hatta şarabın kendisine gerek duymadan bu mantarlardan her yerde bulabiliyoruz. Peki, bu mantarları nerelerde kullanabiliriz?

Duvar Süsü

A

rtık işinize yaramayan boş kavanozları, kâseleri değerlendirmenin en kısa ve pratik yolu. Şeffaf herhangi birini mantarla doldurun, üzerine de istediğiniz renkte ve kokuda bir mum yerleştirin. İşte size hem şık hem de pratik bir dekor.

Mantar Pano

T

ek ihtiyacınız olan şey aslında mantar, arka fon için karton ve yapıştırıcı. İstediğiniz şekilde kestiğiniz kartonun üzerine mantarları yapıştırın. Eğer renkli veya görseldeki gibi renk geçişli bir görüntü elde etmek isterseniz, zevkinize göre boyayıp yapıştırabilirsiniz.

92 • Gaia Dergi • Kasım 2015

B

oş bir çerçeveye veya herhangi bir arka fona mantarları yapıştırın. Ancak görseldeki gibi düzenli yapıştırın ki arkada karışık bir fon yaratmamış olun. Üzerine de en sevdiğiniz anıları yapıştırdınız mı tamamdır! Gaia Dergi • Kasım 2015 • 93


YEŞIL MUTFAK Arpa Şehrİyelİ IspanaklI Çorba Yazar: Esra Çelik

DEĞİŞİMİ TASARLIYORUZ gaia

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ , Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!

 Malzemeler: • 2 yemek kaşığı zeytinyağı • 1 adet küp şeklinde doğranmış küçük soğan • 1 bardak doğranmış havuç • 1 bardak doğranmış kereviz sapı • 3 diş doğranmış sarımsak • 6 bardak sebze suyu • 250 gram tam buğday arpa şehriye • Yarım çay kaşığı kekik • Yarım çay kaşığı biberiye • 250 gram ıspanak • Tuz ve karabiber

Hazırlanışı: Soğanı zeytinyağıyla kavurduktan sonra havuçları, kerevizi ve sarımsağı da ekleyerek dört dakika karıştırın. Sebze suyu, közlenmiş domates, arpa şehriye, kekik ve biberiyeyi de ekleyin ve kaynayana kadar karıştırın. Kaynadıktan sonra kısık ateşte 10 dakika bekletin. Ispanağı ekleyin ve pişene kadar karıştırmaya devam edin. İsteğe göre tuz ve karabiber ilave edin. Afiyet olsun!

94 • Gaia Dergi • Kasım 2015

| partner@gaiadergi.com


YEŞIL MUTFAK

PARTNERLERİMİZİ ARIYORUZ

KahvaltInIn Vazgeçİlmezİ: VanİlyalI Yulaf Sütü Yazar: Esra Çelik

Malzemeler: • Yarım bardak (3 yemek kaşığı) glütensiz yulaf • 2 bardak su • 1 çay kaşığı akçaağaç şurubu • Rendelenmiş yarım vanilya çubuğu (vanilya özütü de kullanabilirsiniz)

Birçok vegan tarifin vazgeçilmezi olan yulafın vanilya ile buluşması, kahvaltılarınızı çok daha lezzetli kılacak. Enerji sağlayışı ve zengin protein içeriğiyle kış günlerine hazırlanmak içinse yulaf en büyük yardımcınız.

Porsiyon: 2 bardak

Hazırlanışı: Kuru yulafları iyice ufalana kadar (20-30 saniye) mutfak robotunda karıştırın. Suyu ekledikten sonra çekmesi için 10 dakika bekleyin. Hiçbir parça kalmayacak şekilde (2-3 dakika) mutfak robotundan geçirin. İsterseniz karışımı süzebilirsiniz. Son olarak vanilyayı ve şurubu ekledikten sonra kavanoza aktarın ve iyice çalkalayın. Afiyetler!

96 • Gaia Dergi • Kasım 2015

Sürdürülebİlİr Yaşam Dergİsİ gaia, Reklam ve TanItIm Projelerİnİz İçİn Dİjİtal ve Matbû SayfalarInI İşbİrlİğİnİze AçIyor!  | partner@gaiadergi.com


Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz! /dergigaia

@gaiadergi

@gaiadergi

www.gaiadergi.com

/gaiadergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.