Sürdürülebİlİr yaşam dergİsİ
Temmuz 2015
SayI: 2
KUZGUNLAR DIYARINDAN İSKANDINAV MITOLOJILERI
RADYOAKTIF TÜRKIYE’NIN
NÜKLEER TARIHI
GELIŞMIŞ TÜR
TÜRKIYE’DE
“INSAN” MI?
KADIN MATEMATIĞI:
BIZ ALMAYALIM!
ŞIDDET VE CINAYET
TEŞEKKÜRLER
ÇOCUK GELIN,
Fiyatı: 8 TL ISSN:2149-4940
gaiadergi.com
9 772149 494002
Editörden Merhaba, Ankara’ya henüz uğrayamamış olsa da yaz mevsimi geldi diyebiliriz. Konuştuğum çoğu kişi haziran ayının bu kadar yağışlı geçmediğini söylüyor. Yoksa iklim mi değişiyor? Değişti desek belki de daha doğru olur. Teşekkürler insan ırkı! Başlangıç düğmesine basmayı başardın. Lakin bunu yavaşlatmak ya da biraz olsun buna engel olabilmek ise yine bizim elimizde. Her şeyden önce “Benim bireysel uğraşımla mı değişecek, peah!” düşüncesinden kurtulmamız gerekir. Değişim “birey”le başlar, “biz”le devam eder. Bir nükleer eylemi dönüşü yılların aktivist ablasına sordum: “İnsanlar yıllarca mücadele etmiş ve şimdiye baktığımızda değişen bir şey yok gibi sanki. O zaman ne için bu çabalarımız?” Bunun üzerine “Bir kişi bile bir umuttur!” diye verdiği cevap beni derinden etkilemiştir. Uzak ve yakın tarihte “bir şey değişmez” düşüncesiyle mücadele edilmeseydi, değişmezdi gerçekten. Ciddiyetin farkına bir an önce varmalı ve harekete geçmeliyiz. Ekolojinin ne sağı ne solu ne de ortası var! Doğadaki ufak değişim hepimizi etkileyecek.
Künye İmtiyaz Sahibi Gaia Medya adına Adem Aykanat Genel Yayın Yönetmeni Burak Avşar Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Gamzegül Kızılcık Editör Yeşim Özbirinci Tasarım Sasun Bazaryan Kapak İllüstrasyonu Sercan Uysal Katkıda Bulunanlar Ayça Alaylı, Beril Tezel, Engin Düz, Neriman Arslan, Selma Çam, Sevcan Karadağ Pelin Aydın Teşekkürler Alakır Nehir Kardeşliği, Ayça Şahin, Mete Gürkan Telefon 0532 577 87 89 Reklam ve İletişim iletisim@gaiadergi.com
En uzun süreli etkiyi ise çocuklarımızı bu farkındalıkla büyütürsek sağlayabiliriz. En azından anlamaya çalışın. O zaman bile kendinizdeki ve çevrenizdeki değişimi göreceksiniz. Bunlar bazılarına komik gelebilir ama seçim sizin. Dostluklar,
Yeşim Özbirinci
Basım Yeri Azim Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cad. Alibey İşhanı No: 99/33 İskitler - ANKARA Adres GMK Bulvarı, Neyzen Tevfik Sk. No: 26 D:12 PK: 06570 Maltepe Çankaya - ANKARA ISSN 2149-4940
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 1
DOĞANIN VE YAŞAMIN RENKLERİNİ
‘NİN
GÖZÜNDEN TAKİP EDİN ABONE OLMAK İÇİN İNTERNET SİTEMİZİ ZİYARET EDEREK ABONELİK SAYFASI ÜZERİNDEN DERGİMİZE ABONE OLABİLİRSİNİZ.
Sayı: 2
Temmuz 2015
DOSYA KUZGUNLAR DIYARI:
İSKANDINAV MITOLOJILERI Sayfa: 38 Yazar: Burak Avşar Kuzeyin insanlarının hikâyeleri alışagelmişin dışındadır. Odin’in, Olwen’in, Eanan’ın çocuklarının; toprak tutan, deniz aşan efsaneleri, ilham olmuştur gezegene. Diyarları birbirleriyle bağlayan kutsal Yggdrasil, saflığı ve canlılığıyla köklenir Kozmos’a. Tek gözlü bilge dolaşır Asgard salonlarında, izler tüm diyarları kuzgunları aracılığıyla. Valhalla savaşçıları bir ölür, bir dirilirler; Ragnarök yaklaşana kadar. Valkürler besler onları, bir taraftan tek gözlü bilgeyi tüm diyarlar üzerinde korurken. Skald (şair) girer hanın kapısından, anlatır o çağın masallarını…
12 Gelİmİş tür “İnsan” mI? Teşekkürler bİz almayalIm! Sığdıramıyor kendini “hayvan” sınıfına ve yine kendini kapattığı betonlar arasında öyle büyük duvarlar inşa ediyor özündeki tabiata, ardından ekliyor: ‘’Her şey medeniyetleşme uğruna!”
22 Doğa ana çocuklarına her Daİm BakIyor! »»Syf. 12
»»Syf. 22
İstanbul’dan doğaya, özlerine dönmeye seneler öncesinden karar veren, aslında bunun bir ütopya olmadığını kanıtlayan ve aynı zamanda HES mücadelesi veren Alakır Nehri Kardeşliği’nden Birkan Erkutlu Gaia Dergi’nin sorularını yanıtladı.
54 Türkİye’de kadIn matematİğİ: Çocuk gelin, Şiddet ve Cinayet
»»Syf. 54
Çocuk gelinler Türkiye’nin kanayan yarası. Baskı ve zorbalığın en vicdansız fotoğrafı… Çocuk gelin sadece erken evlendirilme ve okuyamama durumu değil, bu mevzuu içinde istismarı da barındırıyor, tecavüzü de. Türkiye’de kadın olmanın güçlüklerine ilk adım. Erken evlilik, şiddet ve sonunda muhtemel bir cinayet…
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 3
BÖLÜMLER 18 Eko kent kavramI ve Türkİye’dekİ beledİyelerİn Eko kent Projelerİ Gelecek nesillerin ve bugünkü canlıların doğanın nimetlerinden yararlanıp, rahatça nefes alması için elimizdekilerin kıymetini bilmemiz gerekir. Elimizdekileri hunharca tüketmeyip, sonraki nesillere aktarabilmemiz ise sürdürülebilirliktir.
»»Syf. 18
30 Radyoaktİf Türkİye’nİn nükleer Tarİhİ Türkiye’de nükleer konusu bir muamma, devamlı bir tartışma ve aslında bir facia. Nükleer santral arzusunun yaklaşık 40 yıldır devam etmesine karşın, nükleer karşıtlığı da arzuya oranla her geçen gün artıyor.
»»Syf. 30
60 Doğaya “Bakma” Arzusu Bütün aile toplanırdık. Bir akşam önceden hummalı bir hazırlık olurdu. Karpuzlar kesilir, ekmekler alınır, zeytinyağlılar pişirilir, kaplara konur. Yere serilecek örtüler ayarlanır, okunacak kitaplar, oynanacak kartlar… Biz çocuklar inanılmaz heyecanlı olurduk.
64 Âşık Veysel: Gaİa’nın SadIk Dostu »»Syf. 60
»»Syf. 64
Toprağı ile insanı iyi bilir ve onları iyi görür. Topraktan ve insandan hiç kötülük görmemiştir. Çiçek hastalığından tedavi edilebilir bir hasarla kurtulmuşsa da; gözüne batan şey onu tamamen kör etmiştir ama insanın hiçbir hareketi gözüne batmamıştır.
68 Her türlü ayrImcIlIğa karşI: Queer
»»Syf. 68
4 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Queer teori, daha öncesinde tartışılan birçok düşünce, tartışma ve kuramın üstüne Michel Foucault ile soluk kazanıp cinsiyet kategorilerinin yeniden değerlendirilip sarsıldığı eleştirel bir teoridir.
Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz! /dergigaia
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com
/gaiadergi
UZAYDAN CANLI DÖNEN
AHESTE GEZGINLER: SU AYILARI Bir yağmur damlasından bile küçük elleriyle yosunların arasında, Dünya’nın en yüksek dağının tepesinde ve okyanusun en derin çukurlarında yaşayabilir su ayıları. Hatta uzaya gönderilip canlı döndükleri bile olmuştur. Su ayıları o kadar küçük hayvanlardır ki Yeni Türkü’nün sözlerini Murathan Mungan’dan aldığı bir şarkısı gelir akıllara: “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur.”
T
ür olarak keşfedilmeleri 1773’e dayanır fakat 500 milyon yıldır var oldukları bilinmektedir. Hayvanlar aleminin bu mikroskobik üyeleri genelde yarım milimetre boyundadır. Yaşam ağacının “Tardigrada” kolunda sınıflandırılırlar. Latincede “Tardigrada”, “yavaş adımlayanlar” anlamına gelmektedir. Derilerinin dış katmanı, böceklerde olduğu gibi kitinden oluşmaktadır; dolayısıyla su ayıları göründüklerinden çok daha sert canlılardır. Su ayılarının kendilerini gerektiği zaman kurutarak korumak gibi ilginç bir özellikleri vardır. Vücutlarındaki suyun yüzde 97’sini saldıkları bu evrede, DNA’yı dış etkenlerden korumak için özel protein ve karbonhidratlar üretilmiştir. Elverişli ortama yıllar sonra bile kavuştuklarında, eski hallerine dönme becerileri vardır.
Muhteşem kuruma yetenekleri sayesinde, 2007 yılında İtalya Uzay Ajansı desteğiyle yapılan TARDIKISS deneyinde uzaya gönderilip canlı olarak geri dönmeyi başarmışlardır. Yolculuk bitiminde Dünya’ya geri getirilen koloniler incelendiğinde, bu ufak astronotların hayatta kalmanın yanı sıra üremeyi sürdürdükleri tespit edilmiştir. 151 derecede ya da eksi 273 derecede, uzayın vakumlu ortamında, insanın kaldırabileceğinin 500 katı radyasyona ve atmosfer basıncının iki bin katına maruz kaldıklarında bile hayatta kalan küçük aheste gezginler, adeta Doğa Ana’nın kaleme aldığı bir pasif direniş şiiridir. Öyle ki hiç kimsenin, Murathan Mungan’ın bile böyle güzel bir şiiri yoktur. Yazar: Selma Çam
6 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Eylül 2015’te
çocukların okulunu
açıyoruz Ekolojik dengeye saygılı, alternatif eğitim yöntem ve tekniklerini kullanan, özgün finansmanla yönetilen, ticari kâr amacı gütmeyen ve katılımcı demokrasiyle yönetilen BAŞKA BİR OKUL MÜMKÜN!
www.bbomankara.org /meraklikediler @meraklikediler @meraklikediler
YEŞIL KITAPLIK
Bir Tweet’lik Öyküler
Toplumsal Ekolojinin Felsefesi
Ağaca dönüşen ilk kitap: Yitik Öykü
Doğa nedir? İnsanlığın doğadaki yeri nedir? Toplumun doğal dünya ile ilişkisi nedir?
Twitter üzerinde Yitik Ülke (@yitikulkeyayin) okurlarıyla beraber hazırlanan bu kitap yaratıcı kısa öykülerden, hatta tam anlamıyla kıpkısa öykülerden oluşuyor. Birkaç cümle ile bir öykü dünyası yaratmanın ne kadar zor olduğunu bilmeyen yoktur, işte bu kitapta yazılan öyküler bu türün hem iyi hem de keyifli yeni örneklerini bir araya getiriyor.
Bir ekolojik çöküntü çağında bu soruları yanıtlamak gündelik yaşamlarımız açısından ve bizimle birlikte diğer yaşam biçimlerinin yüz yüze geleceği gelecek açısından büyük önem taşımaktadır. Bu soruları şiirsel eğretilemelerle veya düşüncesiz, sıradan tepkilerle, rastgele bir tarzda da yanıtlayamayız. Bunları yanıtlarken kullanacağımız tanımlar ve etik standartlar, sonuçta insan toplumunun doğal evrimi yaratıcı şekilde destekleyeceğini mi, yoksa, kendimiz de dahil olmak üzere, bütün kompleks yaşam-biçimleri açısından gezegenimizi yaşanmaz hale mi getireceğine, karar verebilir.
“Yitik Öykü” kitabının tüm geliri ile ağaç fidanları ve çeşitli tohumlar alıp hep birlikte bir “orman” kurmak istiyorlar. Kısa öykünün çarpıcı ve çekici yolculuğuna davetlisiniz.
8 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Sürdürülebilir Tarım Mümkün Mü? bir ilk kitap. Çünkü tarım meselesine "yeşil politika" perspektifinden bakıyor. Yeşillerin karakteristtik özelliği, eleştirinin ötesine geçip, uygulanabilir çözüm önerileri sunmaları, hatta bu uygulamalarının dünya üzerindeki başarılı örneklerini göstermeleridir. YENİ İNSAN yayınevi www.yeniinsanyayinevi.com www.facebook.com/Yeni-İnsan-Yayınevi
GÖZÜMÜZDEN KAÇMAYANLAR
Asya’da köpekleri onurlandıran bir festival: Tihar Çin‘de gerçekleşen “Köpek Eti Festivali“ bu ayın gündemine damgasını vuran olay oldu. Fakat Asya kıtasında köpeklerin onurlandırıldığı gelenekler ve festivaller de var. Bunlardan biri de Nepal‘de.
Yazar: Mete Gürkan
Diwali, Hindu takvimindeki büyük birkaç kutlamadan biri. Diwali, beş günlük bir festival olarak kutlanıyor. Aynı zamanda “Işık Festivali” olarak da biliniyor. Bu festivalde; Hinduizm’in inançlarına göre her günün farklı bir teması, odak noktası ve bunlara göre de özel kutlaması oluyor. Nepal’de Diwali, Tihar olarak biliniyor. Tihar’da da bütün Diwali kutlamalarında olduğu gibi lambalar gece boyunca yanıyor. Temel fikir ise karanlığın içindeki aydınlığın, cehaletin içindeki bilginin öne çıkarılması. Festivalin ikinci günü, köpeklerin varlıklarına da adanıyor. Hindu geleneğinde köpeklerin yeri çok ayrı. Festivalin ikinci günü köpeklerin insan hayatındaki rolü kutlanıyor. Hindu geleneğine göre köpekler, Ölülerin Tanrısı ve hâkimi olan Yama’ya koruyuculuk ediyor ve aynı zamanda ölümden sonraki hayatın kapılarının koruyucuları oldukları da belirtiliyor. Her ne kadar Nepal’de köpekleri onurlandırmak için kutlanılan festival varlığını sürdürse de, bir taraftan da her yıl binlerce ineğin korkunç bir şekilde katledildiği Gadhimai Festivali gerçeği gözlerden kaçmıyor.
Amerikan Yüksek Mahkemesi eşcinsel evliliği ülke çapında yasallaştırdı ABD Yüksek Mahkemesi, 26 Haziran Cuma günü, cinsel yönelimi ne olursa olsun tüm Amerikan vatandaşlarının âşık olduğu insanlarla evlenebileceği hükmünü verdi. 10 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Tom ve Mişa artık özgür! Türkiye’de iki yunus Ege Denizi’ne bırakıldı
Yazar: Ayça Şahin
Tom ve Mişa 2006 yılında Ege kıyılarında yakalanıp esarete mahkum edilen onlarca yunustan sadece ikisi. Gösteri dünyası onları ilk defa Kaş’taki bir yunus parkında, 50 dolar karşılığında turistleri eğlendirmek amaçlı kullandı.
H
bir süre rehabilite edilip doğal yaşama alıştırılmaya çalışıldı. Bu sürede ortaya içler acısı bir tablo çıktı.
Öfkeli halk ve yunussever yöre sakinleri tarafından organize edilen sosyal medya kampanyası, birkaç hafta içinde bu havuzu kapanmaya zorladı. Yunusların ölmesinden duyulan endişe üzerine de hayvanların yabanıl doğada korunmasına adanmış İngiltere merkezli Born Free Vakfı, eylül başında olaya el koyarak Tom ve Mişa’yı koruma altına aldı. Soğutma sistemli bir tıra yüklenen iki hayvan, Karaca açıklarındaki kafese götürüldü. Burada
Tom ve Mişa eğitmenin elinden ölü balık yemeğe o kadar alışmışlardı ki canlı balığın yiyecek olabileceğini bile düşünemediler. Aslında bu durum esaret altındaki birçok yunus için geçerli. Örneğin; yabanıl ortamda yaşayan yunuslar zamanlarının tahmini yüzde 80’ini suyun altında geçirirken, esaret altındakiler yaklaşık yüzde 80’ini yüzeyde ve yüzey yakınında geçiriyor. Ayrıca bütün ihtiyaçları karşılandığından zamanla avcılık özelliklerinde de azalma oluyor ve yunuslar yaradılışlarından uzaklaşmış oluyor. Bu yüzden esaretten kurtarılan yunusların belli bir süre rehabilite edilmesi çok önemli. Tom ve Mişa da bu süreçleri geçirdikten sonra Ege kıyılarına bırakıldı. Bırakıldıktan sonra belirli aralıklarla onları takip eden deniz memelileri uzmanı Jeff Foster ise yaşananları şöyle anlatıyor: “Tom ve Mişa, Ege’ye salınmalarından kısa bir süre sonra yollarını ayırdı. Tom, balıkçıların tehdidine maruz kaldığında farklı bir yere taşındı –ancak yeniden yakalanmaya karşı direndi. Gözlerindeki ifade tamamen yabanıl bir hayvana aitti ve inanılmaz güzeldi.”
aziran 2010’da da, Kaş yakınlarındaki Hisarönü Köyü’ne kamyonlarla taşınarak korkunç bir beton havuza hapsedildiler. Burada da yine ücret karşılığı turistler, Tom ve Mişa’nın yüzgeçlerine tutunup 10 dakika yüzme şansı elde ediyordu. Gönderildikleri yüzme havuzunda turistleri daha fazla eğlendirsinler diye çeşitli hareketleri dövülerek, aç bırakılarak öğrendiler. Dahası, köyün tatil beldesi olmasından kaynaklanan, otellerin ve eğlence mekanlarının gürültüsü ve içine sıkıştıkları küçücük havuz, okyanuslarda doğan bu iki canlının zamanla akıllarının karışmasına ve psikolojilerinin bozulmasına, yetersiz filtreleme sistemi de kısa süre içinde havuz dibinin ölü balıklarla ve yunus pisliğiyle dolmasına sebep oldu.
K
arar, yıllarca daha düşük mahkemelerde hak savaşı veren eşcinsel hakları savunucuları için bir zafer niteliği taşıyor. Hakimler, 14. Tebdil’in ışığında, eyaletlerin eşcinsel birlikteliklere evlilik belgesi verip, evliliklerini tanımalarının şart olduğunu belirtti. Başkan Barack Obama ise eşcinsel evliliği destekleyen ilk başkan oldu.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 11
GELIŞMIŞ TÜR “INSAN” MI?
TEŞEKKÜRLER BIZ ALMAYALIM! Yazar: Beril Tezel
Uzayda süzülen dev bir kaya ve gaz kütlesi olmaktan farklı karşılıklar bulabilecek gezegenimiz, milyarlarca türe eşsiz bir yuva olmakta. Atmosfer altında 4 milyar yıldır yaşamayı başarmış olağanüstü canlıların en küstahı ve belli ki azımsanamayacak kadar kibirlisi insan, mevcut zincirin 200 bin yıllık halkası olarak, dünyanın her gün yeniden doğan sıra dışı var oluş hikâyesini yok oluşa yöneltmiş, yeniden yazıyor adeta. Sahip değil ait olduğu yeryüzü, emrine amade olmaktan başka bir çare bulamamış; tahakkümü altında ezilmiş durmuş yıllarca.
T
oprağı ehlileştiren, suların kaderini çizen, dünyaya hükmeden hayret verici perspektifi eleştirilere mahkûm, kendi merkeziyetçiliğinden ise sarhoşken adeta, varlığı 510 bin 072 milyon km2 alanın efendisi ona sorarsan! Yer çekimine aldırmadan ve acelesiz, güneşe uzanan ağaçların yaşam ömrü keyfinde ya da tüm tahribatları için hazırolda bekleyen doğal alanlar, bir tek onun için işlenmiş mavi küreye. “Gelişmişliğinin geriliğinde”, egosunun peşine düşmüş zavallılığı bir tek geleceğini utandırmıyor; tasması elinde âlem turlarıyla maymunundan hamam böceğine kadar tüm canlıları karasıyla boyuyor kimi zaman.
S
ığdıramıyor kendini “hayvan” sınıfına ve yine kendini kapattığı betonlar arasında öyle büyük duvarlar inşa ediyor özündeki tabiata, ardından ekliyor: ‘’Her şey medeniyetleşme uğruna!”
12 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Ben sİze İnsan olmayIn demİyorum, hobİ olarak yİne olun.
Bizim büyük cinsiyetçiliğimiz, ay ırkçılığımız, ay türcülüğümüz!
M
uhteşem gezegenimizin bazı kötü anıları var; belki minik minik yeşeren iyileşmeleri söz konusu ama aklımızda kalan hep hakiki çirkinlikleri! Tarih boyunca nefreti sergilemiş ırk üstünlük pratikleri, akabinde gözyaşı, ah ne acı! Nazi kampları, boyunlarında zincir yerli sömürüsü; işte renk ve fiziki şekil esas alınarak birbirlerinden üstünlük paranoyası… Kabul edilemeyecek bir şey değil mi insanın insandan büyük kılınması?
Hoop Orta Çağ’ın sisli manzarası… İşte, orada dumanlar tüten bir kadın bedeni ve çevresinde yuhalayan erkek kahkahası! Şifacısına “ne haddine” diye, güzeline “şehvetinden günah saçıyorsun” diye, çirkinine “lanetli görünümün canımı sıkıyor” diye cadı yaftası ve adı da “cinsiyet ayrımcılığı.” Kadınların hâlâ yoksun kaldıkları eğitim imkânları, iş dünyasında haksızlıkları, sosyal yükümlülükleri, mahalle baskıları ve dahası. Aslında bitmedi, ya bu zincirleri kıranların hakları… Yaşama gibi, sağlık gibi, barınma gibi. Bir trans bireyin
dövülmediği, lezbiyenin özgürlüğü inkâr etmediği gün gösterelim vicdanlarımıza. Pek yazık ki yok, ne de sıktı canımızı büyük cinsiyetçilik tekrarları. Eşitlik yoksunu şeylerden haz etmediğimiz ortada. Belki siyah değiliz, interseks veya kadın... Ama maruz kaldıkları haksızlık hepimizin mücadelesinde. Çünkü eminiz “iyiliğimizden”, acıyı çeken olmasak da acı hepimizin acısı. Peki, ya bu merhametimizin dünyayı paylaştığımız diğer dostlarımıza yansımaması? Kızgın demirlerle boyunlarının altından işaretlenen “endüstriyel” ineklerin uyuşturulmadan kerpeten ile boynuz çekme operasyonları neden bizim acımız değil? Kısacık ömürleri boyunca güneş ışığı görmeyen tavukların kanatları kırılırken neden ağızlarımızın suyu akıyor? Bir annenin kendi bebeği için sahip olduğu sütünü neden çalıyoruz? Sokakta bir köpek tekmelendiğinde sinir krizleri geçirirken öğle yemeğimizde kuzu ceseti neden yiyoruz?
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 13
E
Belki de bizim büyük ikiyüzlülüğümüz…
şitlik prensibi, acının sahip olduğu kimseye göre işlemezken; cinsiyetçiliğin yahut ırkçılığın karşısında durmak bir kese tutarlılık gerektirir. Eğer ki “başkasının acısından keyif alan“ kimseler tanımı için uygun hissetmiyorsak, kadının maruz kaldığı şiddetten, ırkçı saldırılardan ve mezbahalardan sorumluyuzdur.
S
üt sektörü için kadınlığı ve varlığı metalaşmış bir inek, “tecavüz rafları” ile zorla gebe bırakılması ardından hareket edemediği hücrevari birimlerde acı dolu bir hamilelik sonrasında acı dolu bir doğum gerçekleştirir. Anneden zorla ayırılan yavru erkek olması üzerine kesime, dişi olması üzerine süt sektörüne kazandırılır. Acı dolu annenin memeleri, sonu gelmeyen süt sağmalar sonucu kurur ve vücudu yıpranır. Doğada bir ineğin daha yetişkinlik çağına gireceği bir yaşta, bir süt sığırının hayatı bitmiştir. Birisi buraya feminizm gerekiyor mu dedi?
Donanımlı aklımız, dâhiyane adımlarımız ve yaşasın bilimin yol göstericiliğinde vücuduna zehirli iğneler daldırılan maymunlar ! Etik normların özgürleştirilmesini savunanlardan Einstein ve Tolstoy, kendimizden güçsüzlere davranışlarımızı sert cümleleri ile eleştirirken paydaya ırkçılıkla türcülüğü yan yana koyar. İş gücü olarak adaletsiz koşullarda çalıştırılmış yerlilerin kozmetik ürünlerde insan refahı için gözlerini kaybeden tavşanlardan ne farkı var? Irkçılık karşısında dururken türcülük karşısında duramamak evrenin en tuhafı mı?
“Beşeriyet dünyayı zincirleyen bütün güçlerden, iradesini kazandığında kurtulur.” Goethe
14 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Ve kusura bakmayIn, kİbrİnİzde boğulacaksInIz! “Aşağılama veya küçümseme” hayvanlar ile aramızdaki bağı niteleyecek en çirkin lakin en doğru kelimeler olmakta iken; “karıncayı bile incitmem”lerimiz süren sahnenin samimiyetsiz perdelerini aralamakta. “Yücelik” sanrımız “düşünebilme” yetimizin ipleri ile kukla ederken bizi, attığımız her adımdaki “biz üstünüz” tafralarımız hastalıklı ruhumuzun imdadı olabilir mi?
Kendinden öteki canlıların yaşayacakları süreyi yazarken, ölecekleri zamanı çizen beşer; bu haddini tabii ki kibrine borçlu. Boğazına kadar kendini beğenmişliğe batmış çaresizliğinde, kimin cildi onun giysisi olacak, kimin kafatası duvarlarını süsleyecek veya kimin bedeni tabağını dolduracak kararını çoktan vermiş. Utancını sıyırmış teninden, bir de demez mi “onlar, faydalanmamız için yaratılmışlar” diye.
Fotoğraf: Robin Boot
“Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri bakımından bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebekle kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki öyle olmadığını farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru, ‘akıl yürütebiliyorlar mı’ ya da ‘konuşabiliyorlar mı’ değil, ‘acı çekebiliyorlar mı’ sorusudur.” -Jeremy Bentham
Öpmeyİm, bulaşmasIn. Bİraz hayvan özgürlükçüsüyüm de!
K
orkuların celallisi, ön yargıların enginler boyuncası merhametin peşinde. Köpekleri sevip, inekleri yemiyorsan fobilerin âlâsı geliyor sana, gelmesin…
Mezbahaları değil, ormanları savunanlardan fellik fellik kaçan insanlar, bunun bir hastalık olmadığını işitirlerse kırıp da öldürmenin normalliğini, yaşatmanın ekstremliğini; o vakit tüm yeryüzü kıracağız zincirleri yemin ediyorum.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 15
Güya gelişmişliğimizden kucaklar. Doğru ve yanlış kavramını bilen, yine de yanlışı yapmaya devam eden tek tür sıfatımızı yıktığımız günlerden öperim! Rutinimize işlemiş türcülük, iki yüzlülük, zulüm. Güya gelişmiş canlılarız. Doğru ve yanlış kavramını bilen, yine de yanlışı yapmaya devam eden tek tür biziz! Yeryüzündeki diğer canlılardan pek farkımız yok genel endişemiz karnımızı doyurmak. Bugün insan, 4 milyar yıldır yaşamayı başarmış sayısız canlının oluşturduğu tek bir zincirin halkası. Dünya varoluş hikâyesini yok oluşa yöneltmiş yeniden yazıyor.
16 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
A
lbert Einstein ve Leo Tolstoy ahlâkın temel özünün, gücümüzü masum ve zayıflara karşı nasıl kullandığımızla ilgili olduğunu söylemişti. Tolstoy, durumu “vejetaryenizm insancıllığın köküdür” diyerek özetliyordu. Einstein, bizi diğer türlerden daha üstün gören insanın kendini beğenmişliğinden dem vurarak diğer canlıları sömürmemize yönelik meşrulaştırmalara ”bilince yönelik optik bir yanılsama” adını veriyordu. Einstein, görevimizin, merhamet çemberimizi büyüterek kendimizi bu hapisten kurtarmak olduğunu biliyordu. Gerçekten özgür olmak için toplumumuzun şu anda geçerli etik normlarının ötesine geçmek zorundayız. Kendini savunamayan bir kurbanın cesedini yemeye devam ederken iyi bir insan olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz ki? Sonunda bütün mesele ne türden bir insan olmayı seçtiğiniz sorusuna geliyor. Zulme karşı mı çıkıyoruz, yoksa katliamı destekliyor muyuz? Kendi kararlarımızı mı veriyoruz, yoksa yapmaya alışık olduklarımızı meşrulaştırıyor muyuz? Sadece veganizm her öğündeki zulme karşı katıksız bir duruş sergiliyor. Tutarlı ve etik bir yaşamla uyum sağlayan tek seçenek bu. Zulüm yerine inceliği savunduğunuzu, ölümü yaratmak yerine yaşamı onayladığınızı ve yaşam alanı değil yaşam bağışlayan bir toplumun oluşmasına yardım ettiğinizi bilmek insana son derece tatmin hissi veren bir şey.
Yahu, yiyecek-giyecek her şeyin veganı (ve zulümsüz üretimi) var. Hayvanlara zarar vermeden yaşamak huzurlu, kolay, ucuz, lezzetli, sağlıklı... Sadece bilmediğini öğrenmen gerek. Düşünerek ve merhametle yaşamak ne zamandan beri insana göre değil? “Öldürmek normal, yaşatmak ekstrem” sanmaya devam edin, sonra neden toplumda şiddet bitmiyor, (cevap burada dururken) sonsuza dek merak etmeye devam edin sevgili insanlar... Güya gelişmiş canlılarız. Doğru ve yanlış kavramını bilen, yine de yanlışı yapmaya devam eden tek tür biziz! Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 17
Eko kent kavramI ve Türkİye’dekİ beledİyelerİn
Eko Kent Projelerİ Yazar: Yeşim Özbirinci
Gelecek nesillerin ve bugünkü canlıların doğanın nimetlerinden yararlanıp, rahatça nefes alması için elimizdekilerin kıymetini bilmemiz gerekir. Elimizdekileri hunharca tüketmeyip, sonraki nesillere aktarabilmemiz ise sürdürülebilirliktir.
S
anayi Devrimi ile birlikte artış gösteren kentleşmeler, plansız sanayi–kent yerleşimlerine dönüştü. Hızlı nüfus artışı ile ekonomik faaliyetlerin de merkezi haline gelen kentler, enerjinin en çok tüketildiği yer ve küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin en büyük sebeplerinden biri oldu. Uluslararası Enerji Ajansı’nın son tahminine göre, dünya enerji tüketiminin yüzde 60 - 80’i kentlerde gerçekleşiyor. Karbon salımlarının yüzde 80’i ise kentlerden kaynaklanıyor. Enerji ve su ihtiyacı sürekli artan kentlerde nüfus arttıkça kaynakların tüketimi de hızlanıyor. Çarpık ve yanlış kentleşme ile de aynı hızda doğamızı mahvetmeye devam ediyoruz.
18 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
K
ent ekolojik sorunları 1950’li yıllarda üçüncü dünya sorunu olarak görülüyordu ve ülkeler için önemli bir sorun teşkil etmiyordu. Olayların ciddiyetinin fark edilmesi ise 1930 yılında Belçika’nın Meuse Vadisi’nde, 1948’de Pensilvanya’nın Donora kentinde ve 1952 yılında Londra’da hava kirliliğinden dolayı meydana gelen kitle ölümleriyle anlaşıldı. Problemin kaynağı kentler ve kent yönetimleri üzerine kötü yönde giden değişimlere farkındalığın artması ile birlikte geleceğin kent anlayışını yaratmak için yeni bir fikir olarak eko kent kavramı ortaya çıktı. İnsan, kent ve çevrenin birbirileri ile ilişki ve etkileşim içerisinde ele aldığı eko kent tasarımları, artan nüfusun kontrolünü ve sürdürülebilir bir yaşamı bizlere sağlayabilir.
E
bozuldu. Enerjinin en çok tüketildiği ve karbon salımının en çok gerçekleştiği kentler kendilerine çekici düzen vermez ise gelecek için tehdit olmaya devam edecek.
Yanlış uygulamalar ve politikalar nedeniyle doğal kaynaklar ciddi boyutta tehlike altına girerken, ekolojik denge de insan ve çevre sağlığını etkileyecek düzeyde
Yeterli düzeyde olmasa da ülkeler karbon salımını azaltmaya yönelik kararlar almaya devam ederken, bazı belediyeler de küresel çevre sorunları ve iklim değişikliği konusunda etkili olacak, farklılık yaratacak projeler ve tasarımlar üretiyor. Yapılan projeler güzel adımlar olsa da ekolojik açıdan sürdürülebilirlik bir kentsel gelişme ile mümkün olabilir.
ko kent kavramı, Richard Register’ın 1987’de yayınlanan “Ecocity Berkeley: Building cities for a healty future” kitabında ilk defa geçiyor. Eko kent konsepti, eko kent gelişmesine odaklanmış ilk organizasyonlardan biri sayılan “Kent Ekolojisi” tarafından ortaya kondu. “Kent Ekolojisi” ise doğa ile denge içinde şehirlerin yeniden kurulması fikri ile Kaliforniya’da Richard Register tarafından kuruldu.
TUİK
verilerine göre 2011 itibariyle, Türkiye nüfusunun yüzde 76,8’i kentlerde yaşıyor. Peki, eko kent ve sürdürülebilir yaşam kavramlarının önem kazandığı son yıllarda Türkiye’deki belediyelerin çalışmaları ne yönde oldu?
Belediyelerin proje ve çalışmalarını incelediğimizde dünyadaki çalışmalara istinaden geride kaldığını görebiliyoruz. Daha çok çevre temizliği adına çalışmalar yürütürken, karbon salımını azaltmak ve sürdürülebilir yaşam için proje üreten belediye neredeyse yok. Yine de sevindiricidir ki eko kent dönüşümü adına bazı belediyelerimiz adım atmış.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 19
Gazİantep Büyükşehİr Beledİyesİ
Ekolojİk Kent Projesİ
G
aziantep Büyükşehir Belediyesi ile Gaziantep Üniversitesi’nin ortak gerçekleştirdiği ve İpekyolu Kalkınma Ajansı’nın 2011 yılı Turizm Mali Destek Programı kapsamında desteklediği Gaziantep Ekolojik Bina Projesi, “Sıfır Enerji ve Pasif Ev Derneği” tarafından Ankara CerModern’de düzenlenen “Pasif Ev Semineri ve Ürün Sergisi”nde Türkiye’nin ilk Pasif Ev sertifikalı binası ödülünü aldı. Enerji tüketimlerinin düzenli izlenmesi ve takip edilmesi, kayıt altına alınması, tüketimi azaltmak için tasarruf yöntemlerinin araştırılması için bünyesinde Enerji Takımı kuran Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, ISO 50001 belgesini alan ilk kamu kurumu. 2012’de inşasına başlayıp 2013’de tamamlanan bu ekolojik bina, kamu yararına Tanıtım ve Bilgilendirme Merkezi hizmeti verecek. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Ekolojik Bina Proje Koordinatörü Yeşil Bina Uzmanı Yüksek Mimar Seda Müftüoğlu Güleç’in Gaziantep Belediyesi internet sitesinde yaptığı açıklamaya göre; enerjinin tamamı yenilenebilir enerji sistemi olan fotovoltaik panellerden üretilecek.
20 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
ISO 500001 Enerji Yönetim Sistemi Sertifikası, kuruluşların enerji politikalarını belirlenmesi, enerji tüketimini yönetmesi ve enerji yönetim sisteminin performansını değerlendirerek iyileştirmelerin sağlanması esasına dayanır. Pasif evler, en az miktarda enerji ile ısınma ve soğutmayı sağlarlar. Aynı zamanda mevcut bitki örtüsüne uyumlu bitikler seçilerek, yeşil çatı detayları da unutulmamış. Sera gazı emisyonlarının ve olası iklim değişikliğinin azaltımı ve uyum politikaları için bir iklim eylem planı ile 2023 yılına kadar kişi başına, karbon ayak izini Aynı zamanda 3,200 ha alanı kapsayan sürdürülebilir yerleşme ilkelerine göre şekillenen ekoloji kent projesi ise 2010 yılında onandı.
F
ransız Kalkınma Ajansı tarafından finansmanı desteklenen projenin amacı, alandaki su ve enerji bakımından tasarruf sağlayacak çözümler ortaya koymak ve aynı zamanda alandaki öngörülen yapılarla ilgili su, güneş, rüzgâr ve diğer yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili elverişli olanlar proje kapsamında değerlendirilecek. Eko kent projesi, insan ve doğa arasında dengeyi kurmak, karbon salımını azaltmak, atık yönetimini sağlamak, bölgenin ekolojik değerlerini korumak gibi sürdürülebilir kent özelliklerini barındırıyor. Proje; Gaziantep İli, Kilis Devlet Karayolu üzerinde, Serince-Kızılhisar kavşağından başlayarak, güneydoğuda Zeytinli Kavşağına kadar uzanıyor.
Nİlüfer Beledİyesİ Eko Kent Projesİ
Nilüfer Belediyesi çevre konusunda aktif çalışmalar yürüten kurumlardan biri. Yayalaştırma, çevre ile uyum, entegre ulaşım sistemleri, yaşama ve çalışma birlikteliği gibi ilkeler önem verilerek, Nilüfer ilçesinin Kayapa ve Görükle beldelerini içeren bir eko kent projesi oluşturulmuş.
sinin Akçalar, Hasanağa, Kayapa, Çalı, Görükle, Gölyazı beldelerini içeriyor. Nilüfer İlçesi’nin Kayapa ve Görükle beldelerinin sınırları içinde bütünsellik gösteren Eko Kent Proje alanı 2,150 hektar büyüklüğünde.
1998 yılında onaylanarak yürürlüğe giren Bursa 2020 Çevre Düzeni Planı amacı şöyledir:
Ülke politikası çerçevesinde ekoloji, karbon salımı, iklim değişikliği gibi konulara önem verirsek belediyelerin de daha çok bu tarz projeler üreteceğini düşünüyorum. Tabii bu noktada sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere ve meslek odalarına da fazlaca görev düşüyor. Belediyeleri etkileyip, teşvik etmeliler.
“Çevre Düzeni Planı 2020 yılını hedef alarak, Bursa İlinde sürdürülebilir, yaşanabilir bir çevre yaratılmasını; tarımsal, turistik ve tarihsel kimliğinin korunmasını ve Türkiye’nin kalkınma politikası kapsamında sektörel gelişme hedeflerine uygun olarak belirlenen planlama ilkeleri doğrultusunda sağlıklı gelişmeyi ve büyüme hedeflerini sağlamayı amaçlamaktadır.”
Ayrıca eko kent projeleri içinde yeşil alanları çoğaltmakla iş bitmiyor. Yapılan yeni konutların yeşil bina standartlarına göre inşa edilmesi gerekir. Toplu taşıma ve özellikle bisiklet yolları arttırılmalıdır. Bunun gibi diğer parçalara da önem verilmeli yoksa projelerin adı eko kent olmaktan öteye gitmez.
Çevre Düzeni Planı’nda yedi planlama alt bölgesi var. Eko Kent Proje Alanı da Batı Planlama Alt Bölgesi içerisinde yer alıyor. Batı Planlama Alt Bölgesi Nilüfer İlçe-
Eko kent projelerinin detaylarına ilgili belediyelerin internet sitelerinden ulaşabilirsiniz.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 21
DOĞA ANA ÇOCUKLARINA
HER DAIM BAKIYOR! İstanbul’dan doğaya, özlerine dönmeye seneler öncesinden karar veren, aslında bunun bir ütopya olmadığını kanıtlayan ve aynı zamanda HES mücadelesi veren Alakır Nehri Kardeşliği’nden Birkan Erkutlu Gaia Dergi’nin sorularını yanıtladı. Şehir yaşamından vazgeçiş sürecinde, parasız ve alternatif yaşama başladığınızda, alışma sürecinde sizi zorlayan ne oldu? Aslında tüm canlılar için en temel ihtiyaçlar olan sağlıklı, temiz ve bedava içme suyu, gıda ve barınma hakkınız elinizden alınmışken bunu bir vazgeçiş, terkediş, kaçış, alternatif ya da ekolojik yaşam gibi kelimelerle tanımlamaktan çok, en doğal ve yaşamsal bir refleks olarak görüyorum, şehrinden ayrılarak doğa anamızın kucağına sığınmamızı. Bir düşünün. Plastik şişe içinde “su” denilen bir sıvıyı içmeniz bekleniyor sizden ve bir de bu para ile satılıyor. Türlü zehirlere bulanmış, genetiği ile oynanmış gıdaları tüketmeniz, nefes almayan beton duvarlar içinde yaşamanız bekleniyor ve tüm bunlar için birçok para talep ediliyor bir de üstüne. Belki de bunlardan da önemlisi, tüm bu ürünleri kullanırken ortak olduğumuz doğal yıkımlar ve işçilerin emeklerinin sömürüsü. Bunun katlanılabilecek bir yanı olmadığını fark ettik biz. Yaşamımızı sorgulamaya başlayınca, daha dürüst olabilmek adına en basitinden bir karar verdik: “İnandığımız gibi yaşamadığımız sürece, karşı çıktığımız düzen kadar ikiyüzlü oluruz.” Kendimiz için en temel ihtiyaçlarımızı nasıl bedava elde edebiliriz ve tüketici olarak yarattığımız bu yıkımın içindeki ortaklığımızdan nasıl çıkabiliriz? Bu sorunun cevabını aramak bizim için en önemli yaşamsal değerdi. Cevap, zaten yüz binlerce yıldır olduğu gibi, sizi Doğa Ana’nın bereketli ve şefkatli kollarına yönlendiriyor. Doğa Ana çocuklarına her daim bakıyor. Suyunu, gıdasını ve yuva-
22 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
sını kuracağı malzemelerin tamamını sağlıyor. Bedava ve en basit hâliyle. Biz yola çıkarken şunu demiştik kendimize: “En azından bir deneyelim. Hep dilimize, sloganlarımıza dolanmış olan başka bir dünya gerçekten mümkün mü? Kendimize, düşüncelerimize ve hayal ettiğimiz dünya görüşüne karşı dürüst olalım. Deneyip de yapamazsak ‘en azından denedik yapamadık’ deriz. Ne olacak ki? Şehir ve sistem bizi geri mi almayacak?” Doğaya adım attığımız ve doğada geçirdiğimiz ilk kışta ise düşünce ve sevgi ile hayallerimizi süsleyen doğada yaşamın tahminlerimizin ve hayallerimizin de ötesinde olduğunu gördük ve âşık olduk. Doğaya alışma sürecini hiç yaşamadık. Aslında hepimizin doğası gereği ait olduğumuz yuvamıza dönmüştük sadece. Şehrin sistemine alışamamıştık asıl biz. Alakır’da neler yapıyorsunuz? Hayatınız nasıl geçiyor? Doğada yaşamın her anı doğanın ritminde devinenler için hep değişken ve öngörülemez, çok da planlanamaz bir şekilde ilerler. Etrafımızdaki tüm canlılar gibi en temelde basitçe yaşamak için gün içinde ne gerekiyorsa onu yaparız sadece. O gereklilikleri şekillendiren de o günün kendisi olur. Kışın başka, yazın başka, yağmurlu ya da güneşli havada başkadır. Hiçbir an diğeriyle aynı olamaz. Her şey birbirine uyumlu şekilde devinir. Siz de o ritme uyumlanırsınız. Ritim, yaşamı ve yapılacakları belirler. Plan yapılamaz. Günümüzde insanlar para kazanmak için çalışırken biz parayı hayatımızdan çıkarmak ve paranın yıkımını durdurmak için çalışıyoruz. Alakır yaşantımızda yaptığımız özetle bu.
En azından bir deneyelim. Hep dilimize, sloganlarımıza dolanmış olan başka bir dünya gerçekten mümkün mü? Kendimize, düşüncelerimize ve hayal ettiğimiz dünya görüşüne karşı dürüst olalım. Deneyip de yapamazsak ‘en azından denedik yapamadık’ deriz. Ne olacak ki? Şehir ve sistem bizi geri mi almayacak?
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 23
“Nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusuna evrensel ve kişisel boyutta cevaplarınız nedir? Doğadaki yaşamımızı kişisel boyuttan çok evrensel bir yaşam boyutu olarak betimleyebiliriz. Doğadan gelmiştik zaten, yine yuvamıza dönüyoruz yavaş yavaş sadece. Teknolojiyi hangi amaçlarla ve nerelerde kullanıyorsunuz? Alakır’a yerleştikten sonra senelerce çıkmadık yaşam alanımızdan. Beş yıl boyunca ne elektriğimiz ne bilgisayarımız ne de internetimiz vardı. Hiç ihtiyaç duymadık. En yakındaki köye bile gitmedik. Niye gidecektik ki? İhtiyacımız olan her şey fazlasıyla vardı yaşam alanımızda ve çok huzurlu, mutluyduk. Ta ki HES şirketlerinin saldırısı başlayana kadar. O zamana kadar barış, kardeşlik ve uyum içinde yaşadığımız yaşam alanımızdan, onca canlının yaşamını korumak için çıktık ilk defa. Hayatımızda ilk defa mahkeme salonlarına girdik. Hukuk ve yasa maddelerini çalıştık. Küçük bir güneş paneli, telefon, bilgisayar edindik. Bu eko kırımı duyurmak ve destek sağlayabilmek için. O zamana kadar ihtiyaç duymadığımız elektrik ve teknolojiyi bu yüzden edindik ve sadece bu amaç doğrultusunda sınırlı şekilde kullanıyoruz hâlâ. İki arkadaşınız, Tuncay Korkmaz ve Kris Manvell ile Alakır’ın Sesi 4 isminde bir albüm çıkartmışsınız, şarkılar nasıl oluştu? Albüm içerisindeki şarkıları yaparken günlük hayatınızda nasıl bir hava hâkimdi, nasıl yansıdı? Alakır’daki canlıların yaşamını HES şirketlerinden korumak için başlayan mücadelenin hukuki ayağında gereken dava masraflarını karşılayabilmek adına çıkarmaya başladık “Alakırın Sesi” müzik albümlerini. Bizlerden on binlerce lira para talep edildi mahkemeler tarafından; bilirkişi ücreti, dava giderleri... Biz de o zamana kadar Alakır’da besteleyerek çalıp söylediğimiz parçalarımızdan bir albüm yapıp, bağış karşılığında vermeye başladık, destek olmak isteyenlere. Hem kuru kuru bağış toplamanın samimiyetsizliğinden hem de sanat yoluyla mücadeleyi daha derinden paylaşabileceğimize inandığımızdan. Bu süreçte 40 bin lirayı aşan tüm masrafları albümlerin satışından, sokak müziğinden ve düzenlediğimiz etkinliklerden elde ettiğimiz gelirlerle karşıladık. Son çıkan albüm bunların dördüncüsü. Bu albümün özelliği ise Gezi Parkı direnişi sırasında, doğup büyüdüğümüz İstanbul’a 10 yıl sonra
24 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
ilk defa gittiğimizde, parkta besteleyip sonra Alakır’da çalıp söylerken kaydettiğimiz parçalardan oluşması. Gezi Parkı direnişinin mutlaka herkes için ayrı bir önemi vardır. Bizim içinde öyleydi. Çünkü senelerdir bir kıyımın içinde bir barikatta yaşıyorduk. Tek başımıza senelerdir direnmeye çalışıyorduk. Parkta olan her şey Alakır’da da olmaktaydı. Alakır’da eksik olan o kitlesel duruş, Gezi Parkı için gerçekleşmiş ve park korunabilmişti. Bu refleksi her nehir, her orman içinde gösterebilmeliyiz artık. Alakır’ın Sesi’nin son albümü, şehrin parkı ile doğanın nehrini notalar ve ritimle birbirine bağlayan bir direniş hikâyesini anlatır. Elif ve çocuğunun yeryüzü evindeki hayatları nasıl devam ediyor? Maruz kaldıkları muameleyi neye bağlıyorsunuz? Elif zaten Cana Işık’a hamile kaldığını öğrendiğinde karar verdi Alakır’a gelip kendine bir yeryüzü evi yapmaya, Cana Işık’ı orada doğurmaya ve büyütmeye. Hiç unutmam, şöyle demişti: “Doğaya yerleşmek için bir türlü harekete geçmeyişimin bahanelerini bulmak kendim için kolaydı. Ama bir anne olarak bunu çocuğuma yapamayacağımı hissettim. Ya doğada doğurup yetiştiririm ya da hiç doğurmam...” Elif benim için gerçek bir anne, Cana Işık da dünyanın en şanslı çocuğu. İnanılmaz güzel bir yaşam sürmekteler Alakır’da başından beri. Şirketlerin operasyonu ile maruz kaldıkları şeyler ise maalesef günümüzde bir sürpriz değil. Yaşama sadece kâr ve rant odaklı bakan bu insanlar, bizler gibi barışçıl bir yaşam içinde doğayı korumaya çalışanları önlerinde engel görmekteler. Bizleri mücadeleden vazgeçirmek, yıldırmak ya da provoke ederek tuzağa düşürmek için ellerinden geleni yapmaktalar. Bilmedikleri birçok şeyden belki de en önemlisi ise bu yaşam mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğimizdir. Mücadeleden vazgeçmek yaşamdan vazgeçmek, nefes alıp vermekten vazgeçmek ve zaten ölmek demektir. Elif ile Cana Işık’ın ve Tuğba ile benim maruz kaldığımız bu muameleler; yaşamımızı, duygumuzu, mücadelemizi en ufak bir şekilde etkilememekte. Biz doğaya uyumlu yaşamımıza ve onu koruma mücadelemize her zamanki gibi devam etmekteyiz. Çünkü asıl olan burada sürdürdüğümüz ve mevcut sisteme alternatif bir yaşam. Bunu yok etmek istiyorlar. Ama artık zaten birçok yerde bu yaşamların tohumu atıldı, yeşermeye başladı bile. Gittikçe yozlaşan, tıkanan ve eninde sonunda ölecek olan günümüz sistemini değil, her geçen gün aydınlanan, kardeşleşen ve uyumlanan bu yaşamları beslemeye başladı artık insanlık. Neyi beslersek onu büyütürüz sonuçta. Umudu besliyoruz her birimiz.
Siz de çocuk yapmayı düşünüyor musunuz? Neden?
gerçekleşecek. Aynı zamanda Alakır’daki alternatif yaşam deneyimlerinin ilgi duyanlarla paylaşılmasını da
Dünyada yeteri kadar çocuk var olduğundan, kendi ka-
amaçladık. Hem doğa koruma mücadelesini yerinde
nımızdan olsun diye bir içgüdüye sahip olmadığımız-
hissetmek, düşünmek ve mücadelenin bundan sonrası-
dan, gerçekten de tüm çocukları kendi çocuklarımız
nı kurgulamak hem de doğayı yok eden sisteme alterna-
gibi gördüğümüzden ve hatta tüm deneyimlerimizi ve
tif yaşamın yerinde görülmesi ve deneyimlenmesi asıl
tohumlarımızı gelecek kuşaklar için biriktirdiğimizden
amaç. Bu konularda atölyeler yapıp, bereketi; herkesin
hiç çocuk “sahibi” olmayı düşünmedik biz.
getireceği doğal ürünlerle kuracağımız vegan yeryüzü sofralarında paylaşacağız.
Alakır Nehri Kardeşliği nasıl oluştu? Kardeşlik nasıl bir yapıda?
Uygarlık ötesi bir yaşamınız olduğunu söyleyebilir miyiz? Daha da büyük özlemleriniz neler?
Alakır Vadisi’ne HES şirketlerinin eko kırım boyutlarındaki saldırısı gerçekleşmeye başladığında, 2009 yılında
Alakır’a ilk yerleştiğimiz zamanlardı. Bölgenin orman
bir savunma hattı olarak oluştu Alakır Nehri Kardeşliği.
müdürü bizi duymuş, bir gün özel makam aracı ve şofö-
Tamamen gönüllülerden oluşan bir yapı. Alakır’ın ko-
rü ile gelmişti. Oturduk sohbet ettik. O sordu biz anlattık.
runması mücadelesine destek olmak isteyen herkesin
Giderken şöyle demişti: “Öyle bir anlattılar ki sizi bura-
az ya da çok demeden elinden ne geliyorsa yaptığı bir
ya gelmeden, sizleri gerici ilkel insanlar olarak düşün-
can kardeşliği. Alakır’ı şu anda koruyan yapı bu.
müştüm. Şimdi anladım ki siz biraz fazla ilericisiniz...” Yaşamımızı bir yerlere ya da belli ideoloji ve tanımlama-
Alakır’daki Canlılarla Dayanışma Kampı’ndan biraz
lara yerleştiremiyorum. Bana sorsan biz zaten olması
bahsedebilir misiniz?
gerektiği gibi yaşayıp, yapılması gerekenleri yapıyoruz. Evrimin bir halkasıyız biz de. Kendi adıma bir özlemim
Alakır’da nelerin yok edilmek istendiğinin yerinde gö-
yok. Hayal zannettiğim her şeyi gerçeğe dönüştürdüm
rülmesi, yaşam mücadelesi veren canlılar ile doğrudan
ve yaşıyorum. Şimdilerde ise can kardeşlerim ile ortak
bir yaşamın paylaşılması ve neyin mücadelesinin veril-
tek özlemim, yürüttüğümüz yaşam mücadelesinin tüm
diğinin hissedilmesi için bu buluşmayı gerçekleştirme-
canlılar adına zaferle sonuçlanmasıdır. Birçok insan
ye karar verdik. Buluşma Alakır Vadisi’nin HES tehdidi
için bu da bir hayal gibi geliyor. Ben kazanacağımıza
altındaki bölgesinde, hâlâ özgürce akan Alakır Nehri’nin
eminim. Bunun daha başlangıç olduğunu biliyorum.
kenarında, vahşi tabiatın ortasında üç gün boyunca
Onun için mücadeleye devam ediyorum zaten.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 25
Medeniyetten uzak, kaossuz, hırssız, sınıfsız çocuk yetiştirmenin; öğrenilmiş yetiştirme tarzları ile zıtlıklarından bahseder misiniz? Zaten siz bahsetmişsiniz bile. Medeniyet diye tanımlanan yıkıcı, ayrıştırıcı ve türcü sistemin, kaosun, sınıf bilincinin tertemiz bir çocuk zihni ile ne alakası olabilir ki? Çocuklar özgür olursa bu dünya özgürleşebilir ancak. Kendimize yaptıklarımızı ve layık gördüğümüz bu yaşam tarzını bir kenara koyun. Bir de bunu tertemiz ve saf çocuklarımıza yapıyor ve dayatıyoruz. Günümüzü yok ettiğimiz gibi umudumuz olabilecek yarınları da yok ediyoruz. Asıl kötülük burada. Bunun bahanesi olmaz, açıklaması dahi yapılamaz. Bu sistemin en kötü yanı çocukların zihinlerini, hayal güçlerini, yaratıcı zekâlarını ve özgürlüklerini çalıyor olması. Burada özellikle annelerin daha büyük sorumlulukla davranması gerekiyor. Özgür bir kadının takip edeceği içgüdüsü onu hakiki ve doğal anneliğe yönlendirecektir. Geleneksel aile yapısına baktığımızda çocuklardan kopamayan ve onların hayatına sürekli karışan bir ilişki görülüyor. Aileleriniz duruma nasıl tepki verdi? Aileleriniz ile görüşüyor musunuz? Bizim belki de en şanslı yanımız, bizleri her canlıya karşı ayrımsız sevgi ile büyüten ve tüm seçimlerimizde bizi özgür bırakarak bizlere destek olan bilinçli ailelerimizin olmasıdır.
26 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Alakır’da kurduğumuz yaşamımızın başından beri en büyük destekçilerimiz onlardır. Her fırsatta gelip kalırlar Alakır’da. Bizim mutlu ve sağlıklı olmamız onlar için fazlasıyla yeterli. Her anne ve baba için normalde de kıstas bu olmalı. Şu fakülteden mezun olup, şuraya müdür olup şu kadar malı mülkü olup da mutlu ve sağlıklı olamayan bir evlattan hangi anne baba gurur duyar? Bizim ailelerimizin kıstası mal, mülk, mevki ya da diploma değil; bizim mutlu, huzurlu ve sağlıklı olmamızdır. Düşünsenize kaç anne ya da babanın evladı sağlıklı su içip, sağlıklı gıda tüketip sağlıklı bir yuvada mutlu bir birliktelik sürdürüyor? Çocuklar özgürleşirse, anne ve babalar da özgürleşir. Dünyaya şöyle bir baktığınızda sizi umutlandıran ve korkutan şeyler neler? Umutlandıran şey dünyanın dört bir yanında filizlenen Alakır gibi yerleşkelerdeki yaşamlar. Bu yüzden korkutan hiçbir şey de kalmadı artık. Tek korkutucu şey umutsuzluğa kapılmak olabilirdi. Şehirlerdeki insanlara alternatif yaşam nasıl özendirilir? Kaçmak isteyen insanlar nasıl cesaretlendirilir? Belli bir yaşamın özendirilmesi, insanların buna tek doğru gibi yönlendirilmesi, günümüz sisteminin pek hoşuma gitmeyen tek tipçi yönlerinden biri.
Biz yeryüzü evi ve yaşamından tek doğru yaşam biçimi olarak bahsetmiyoruz. Sadece aynı bizim gibi birileri de böyle bir yaşam niyetindeyse deneyimlerimizi paylaşarak başka bir yolun da mümkün olduğunu söylüyoruz. Bunlar bize zamanında söylenmemişti. Biz 12 yıl önce bu yola çıktığımızda hiçbir örneğimiz ve herhangi bir bilgimiz yoktu doğada yaşam ile ilgili. Kendi evimizi nasıl yapacağımızı, kendi yiyeceğimizi nasıl yetiştireceğimizi, kendimiz deneyimleyerek gördük. Bu güzel yolculukta herkes kendine özgün, kendi özgür yoluna çıkmalı. Bunun cesaretle de bir ilgisi yok bence. Asıl cesaret şehirde yaşamak. Asıl o kaosun içinde yaşamak cesaret ister. Doğada yaşamak için, cesaret, sahip olunması gereken en son özellik olabilir. Doğada “cesur” ne bir bitki ne de bir hayvan gördüm. Hiçbir bahane de kalmadı artık. Örnekler var. İnternet var. İnternette bu örneklerin en ayrıntılı tarım, inşaat gibi gerekliliklerin modellemeleri var. Gerçekten dürüst bir niyeti olan için artık günümüzde doğal yaşam adına özendirilecek ya da cesaretlendirilecek daha ne olsun? Eğer gerçekten niyet varsa tüm bahanelerin ötesinde “Yol açık. Yola çık!” diyoruz biz genelde.
Oraya gittikten sonra elbette şehirdekinden farklı bir hayat yaşamaya başladınız. Bunun vücudunuzda ve metobolizmalarınızda nasıl etkileri oldu, ne gibi değişiklikler hissettiniz?
Geri dönmeniz için sizi ikna etmeye çalışanlar oldu mu? Eğer olduysa onlara nasıl açıkladınız gerçek ile alışkanlık arasındaki farkı?
Keşke çok daha önce doğa ile uyumlu olan bu yaşam yoluna çıksaymışız...
Vücudumuz, ruhumuz kendini ve ritmini buldu. Kavramlar yerine oturdu. Kelimeler manalarını buldu. İdeolojik, felsefi tüm tanımlamalar yeniden doğdu. Ruhumuzla vücudumuz bir oldu. Daha berrak bir zihne ve daha atletik bir vücuda sahip olduk. En çok hangi alışkanlığı terk etmek sizi zorladı veya alışkanlıklarınız ne yönde değişti? Hiçbir alışkanlığımızı terk etmedik. Doğup büyüdüğümüz şehre ait hiçbir alışkanlığımız olmadı. Sadece doğamız ile özdeş olanına dönüştürdük bazı şeyleri. Örneğin; tatlandırıcı şeker kullanımımızı üzümden yaptığımız pekmeze dönüştürmemiz gibi... Şimdi durup geriye baktığınızda “Keşke...” cümlesini nasıl tamamlarsınız?
HES şirketleri dışında hiç olmadı. Onlara da hâlâ anlatamadık bu farkı...
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 27
And DağlarI’nIn gİzlİ hazİnesİ:
Machu Piccu
28 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
2 bin 300 metre yükseklikte, And Dağları’nın ortasında, 14. yy’dan 1913 yılına kadar insanlıktan izole bir biçimde kalabilmiş antik İnka kenti Machu Piccu, günümüzde Peru hükümetinin “turizm” açlığı sebebiyle tehlike altında. Fotoğraf: John Kutcher
Yazar: Sasun Bazaryan
UNESCO Dünya Mirasları’ndan biri olan ve günümüze kadar çok iyi bir biçimde korunarak gelmiş Machu Piccu kenti, Peru hükümetinin bölgeye daha fazla turist çekebilmek için inşa ettiği teleferik hattının toprak kaymasına sebebiyet vermesinden ötürü tehlike altında. UNESCO kentin zarar görmemesi için günlük maksimum ağırlanacak turist sayısını 800 olarak belirlemesine rağmen günde ortalama 2 bin kişi kenti ziyaret ediyor. Peru hükümeti ise halen turist sayısını arttırmanın yollarını arıyor.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 29
DIKKAT!
RADYOAKTİF
TÜRKIYE’NIN
NÜKLEER TARIHI Yazar: Gamzegül Kızılcık
Türkiye’de nükleer konusu bir muamma, devamlı bir tartışma ve aslında bir facia. Nükleer santral arzusunun yaklaşık 40 yıldır devam etmesine karşın, nükleer karşıtlığı da arzuya oranla her geçen gün artıyor. Yani nükleeri isteyenlerin geçmişi çok yıl iken istemeyenlerin geçmişi az ama öz, sayıları da her geçen gün artıyor.
B
üyük bir alternatifimiz var: Güneş. Bir düşünsenize; bedava, garantili ve zararsız. Kimse Güneş’ten elektrik ürettiğimiz taktirde bize fatura yollamayacak, ödenmemiş faturalardan kimse mağdur olmayacak, harcadığımız elektrik vicdan sızlatmayacak. Üstelik güneş her sabah doğacak, doğmazsa da zaten elektiriğe ihtiyacımız kalmamış olacak. Pekâlâ bu büyük mutluluk ve gurur kaynağı her sabah baş ucumuzda bizlere gülümserken biz ne yapıyoruz? Bir aksilik hâlinde; patladığı, sızdığı, hava kaçırdığı takdirde yüz binlerce insanı öldürecek, ölenlerin tesadüfen hayatta kalan aile bireylerinde kalıcı genetik hasarlar bırakacak ve asla ucuz olmayan, asla yerli olmayan gereksiz, zararlı bir mücadele veriyoruz 40 yıldır. Üstelik bu ısrarın sebebi enerji üretimi mi, silah üretimi mi, diğer ülkeler ile idrar yarıştırma hevesi mi? Doğrusu pek de belli değil...
30 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Nereden geldİ bu heves?
İ
nsanlığın farkına vardığı ilk nükleer olay radyoaktivite. 1896’nın Şubat ayında Fransız bilgini Henri Becquerel ile asistanı Marie Curie’nin keşfini takip eden 15 yıl içinde bilim insanları alfa, beta ve gama ışınlarını ve diğer bulguları incelediler. E=mc² formülü ile önce umursanmayan genç fizikçi Einstein ve onun maddeyi enerjiye dönüştürdüğü düşleri yıllar sonra Nobel ile ödüllendirildiğinde aradan yıllar geçmişti. 1919 yılında bir elementin komşusu elemente dönüştürülebileceğini, yani seyreltilebileceğini bulan Rutherford sayesinde insanlık ikinci nükleer olay ile tanıştı. Atomun parçalanması anlamındaki fisyon ise nükleer tarihimizin üçüncü büyük olayı. Fisyonla birlikte her şey değişti. 1939 yılında bilim insanları atomun parçalanabildiğini bulduktan sonra hiç vakit kaybetmeden 1945-46 yıllarında Amerika-Kanada iş birliğinde atom bombası yapıldı ve tabii kullanıldı.
Bu hem bir ego hem bir politik güç hem de bir merak içeriyor. 6 Ağustos 1945’te ilk atom bombası Amerika’nın Enola Gay isimli bombardıman uçağıyla önce Hiroşima’ya, üç gün sonra da Nagasaki’ye atıldı. 1941’den beri Amerika ile savaşta olan Japonya dünyada nükleer silahla saldırıya uğrayan ilk ülke oldu. Saldırının sonuçları ise aradan 70 yıl geçmesine karşın unutulmadı, yaralar tam anlamıyla sarılmadı. Bombanın düşmesi anında 70 bin kişinin öldürüldüğü nükleer saldırı sonucunda ölenlerin sayısı yaklaşık 140 bini buldu. Nagasaki’de ise coğrafyanın dağlık olması sayesinde ölü sayısı nispeten az fakat 74 binden fazla, şayet düz bir alan daha büyük bir felaketin sebebi. Bilim insanları radyasyon kaynaklı hastalıkların hâlâ sürdüğü belirtiyor.
TÜRKIYE NÜKLEER ÇALIŞMALARA BAŞLIYOR
Tarihin faciasından sonra, 1954 yılında Nisan-Temmuz ayları arasında Cenevre Konferansı toplandı. Türkiye’de nükleer çalışmalar tüm dünya ile eş zamanlı, “atom enerjisinin barışçıl amaçlarla kullanılabileceği” konusunda düzenlenen Cenevre Konferansı’ndan sonra başladı. İlk adım mahiyetinde, 1957 yılında oluşturulan Türkiye Atom Enerjisi Kurulu ise pek işlevsel olmadı. Elektrik üretmek amacıyla kurulan ilk deneme reaktörü 61 yılında işletmeye alındı ve ilk fizibilite etüdleri 68 yılında yapıldı. Tartışmalar uzun zamana yayıldı ve sonuçta 1976 yılında Akkuyu, ilk kuruluş yeri seçildi. Akkuyu’nun acıları 39 yıl önce başladı. Çeşitli ülkelerin değişik firmaları ile anlaşmalar yapılsa da nükleer tesis bir türlü kurulamadı. Bazen ihale açıldı, bazen teklifler geldi Akkuyu için. Kimi zaman devlet sorun çıkardı, kimi zaman şirketler. Bazen para olmadı, bazen siyasi şartlar zorladı. Ardından, 1986 yılında ilahi bir işaret gibi binlerce insanın radyasyondan adeta buharlaştığı “Çernobil Felaketi” yaşandı. Felaketin ardından Türkiye’deki nükleer çalışmalar askıya alındı ve 1988’de TEK Nükleer Santraller Dairesi kapatıldı. Ancak hükümet, ülkenin siyasi durumu ve halkın tepkisi sürekli değişiklik gösterdi. Bir nükleer santral inşasına karar verildi, ihaleler açıldı, ihalaler sonuçlandı sonra projeden vazgeçildi. Hem de bütününden: 2000 yılındaki üçlü koalisyon 97’de sonuçlanan ihaleden, projeden ve hatta ülkeye bir nükler santral yapmaktan vazgeçtiğini açıkladı.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 31
BIR ILERI, İKI GERI
Ü
lke şartları değişmeye ve evrilmeye devam ediyordu. Ancak bu evrilme ileriye değil geriye doğru oldu. 2002 yılında “yalnız” iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte ülkenin dokusu ince ince yenilendi. 2004 yılındaki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler nükleerin geri dönüşünün sinyallerini verdi: “Yakında bu santrallerin üretici ülkeler ile görüşeceğiz.” Güler geçen yıllar içinde çeşitli açıklamalar yaptı, son açıklaması 2006 yılında verdiği haberdi. Güler, ilk nükleer santralin 2007’de açılacağını söyledi. Ocak 2007’de, 2010-2020 arasında 5 bin megavatlık üç nükleer santral kurulmasını amaçlayan “Nükleer Enerji Yasası” çıktı. Ancak nükleer destekçileri için işler yine yoluna gitmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, santrali kuracak şirketin yapısı, denetimi, söküm masrafı gibi alanlarda anayasaya aykırılıklar olduğu gerekçesi ile yasanın üç maddesini veto etti.
32 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
İyİ de oldu! Ancak böyle bitmedi Nükleer tartışmalarımız. AKP nükleer çalışmaları hızlandırdı. İnatçı olması ile dikkat çeken Türkiye Cumhuriyeti’nin 58’inci hükümeti nükleer karşıtlarının tepkileri üzerine adeta azimle çalıştı ve başarılı da oldu: 14 Nisan 2015 tarihinde Akkuyu Nükleer Santrali’nin temelleri dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın da bulunduğu bir törenle atıldı. Lisansının alındığı yılın, 1970 yılının üzerinde geçen sular çok olsa da hükümet çok kesin bir tavırla nükleer santral için çalışıyor. Programa göre, Akkuyu’da ilk elektrik 2019 yılında üretilecek. Ancak biz, kömürlü termik santrallerden dahi güven, huzur ve kazançla çıkamamış bir ülke bu ağır yükü nasıl taşıyacağız, bilemiyorum.
TÜRKIYE’DE NÜKLEER KARŞITLIĞI
N
hükümde halkın söz hakkı olacağıdır. Ayrıca halkın söz hakkının gasp edildiği noktalarda halk hareketleri pek tabii devreye girecektir.Çünkü dünyayı sevmek demek, parayı sevmek demekten ötede, çok başka bir noktadadır.
Nükleer hareketi, Çernobil Felaketi’nden etkilenen 23 ülkeden biri olan Türkiye’de 86 yılından sonra büyük ivme kazandı. Yıllara yayılan anti nükleer karşıtlığı tarihimizdeki en büyük halk hareketlerinden biri ile körüklendi. Gezi Parkı Direnişi ile geniş kitlelere ulaşan ekolojik bakış açısı ülkemiz insanınca kazanılmış durumda. Bunun anlamı, bundan sonra verilecek yasal karara ve karar bağlanacak her türlü
“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar‘a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
ükleer enerji severlerin en büyük savunmalarından biri dışa bağımlı olmamak üzerinde kuruludur. Oysa ki bu savunmaya inanmak büyük bir yanlış. Çünkü ülkemizde bulunan radyoaktif element Toryum’dur ve Toryumla çalışan nükleer santral bulunmamaktadır. Sonuçta nükleer santraller için gereken Uranyum da petrol gibi dışarıdan temin edilecek. Üstelik dışa bağlılığımız iyice artacak çünkü nükleer santrallerde kömür madenlerinde yaptıklarınızı yapamazsınız. İnsanları ekmek parası için sigortasız çalıştırıp, bir kazada öldüklerinde geride kalan akrabalarını görmezden gelmeniz mümkün olmayacak. Artık kömürlü termik santrallerde de bu tarz uygulamalar yapmanız mümkün olmayacak. Çünkü Türkiye’de halk hareketleri her geçen gün büyüyor.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 33
UNUTULMUŞ BAĞLARIMIZ:
GAIA TEORISI
U
zayda hayali bir yolculuğa çıktığımızı varsayalım. Yıldızların arasında süzülüyorsunuz, gök taşlarının arasından ustaca kıvrılıp kurtuluyorsunuz ve daha fazlası geliyor. Donmuş katrilyonlarca parçacığın arasından titreyerek geçiyorsunuz ve önünüzde küçük bir cüce gezegen beliriyor. Kırçıllı kahverengisiyle önünüzde beliren, Plüton’dan başkası değil. Daha ileri gittiğinizde Neptün, Uranüs, Satürn ve Jüpiter’i de arkanızda bırakıyorsunuz. Hepsi oldukça büyüleyici görünüyor gözünüze, uzayda salınan devasa bilyeler gibiler; üstelik Neptün’ün göz alıcı maviliği içinizi açıyor, Jüpiter’in büyük kırmızı gözü size bakıyor fakat bir şeyler eksik gibi. Süzülmeye devam ederken Mars’a el sallıyorsunuz fakat selamınıza karşılık veren olmuyor. O sırada karşınızda renkli bir misket gibi Dünya beliriyor. Bu gezegen diğerlerinden farklı, bunu ilk görüşte anlıyorsunuz. En azından başka bir gezegende canlılık bulunana kadar bunu böyle kabul ediyoruz. Hareket eden beyaz bulutların arasından, okyanuslar ve kıtalar görünüyor. Sanki bütün gezegen nefes alıyor, sanki gezegenin kendisi başlı başına canlılığı çiziyor. Gaia Teorisi’ni ortaya attığı ilk zamanlarda kimyager James Lovelock’un hissettiği duygular da tam olarak böyleydi. Lovelock’a göre Dünya canlılığı barındırmakla kalmıyor, canlılığın ta kendisi olarak karşısında duruyordu. Lovelock 1965’in Eylül ayında NASA’nın gezegen araştırmaları projelerinden birinde, Mars’ın atmosferini inceliyordu. Atmosferik gaz yoğunluğu hiç değişmeyen Mars’tan gözünü Dünya’ya çevirdiğinde ise aklında bir soru belirdi. Ağaçlar ve diğer fotosentez yapan canlılar tarafından sürekli oksijen üretildiği ve canlılar bu oksijeni sürekli tükettiği halde, ayrıca Dünya üzerinde bulunan canlıların sayısı da sürekli değiştiği halde, nasıl oluyordu da binlerce yıldır gezegenin atmosferik oksijen seviyesi belli bir aralıkta sabit kalabiliyordu? Bu sorunun ardından Lovelock daha sonradan bilim camiasında kabul görecek ve teori olarak anılmaya başlanılacak Gaia Hipotezini ortaya attı. Gaia Hipotezi’ne göre canlılar ortam şartlarını, canlılığın devam edebileceği bir seviyede tutuyorlardı. Bu da demek oluyordu ki her canlı gezegenin döngüsüne, canlılığın yarar sağlayacağı bir noktadan dahil oluyordu. Gaia Teorisi gezegenin kendisinin, kendi şartlarını düzenleyebilen bir süper organizma gibi işlediğini öne sürüyordu. Teoriye göre ormanlar gezegenin akciğerleri, derelerin denizlere döküldüğü yerler ise böbrekleri olarak görülebilirdi.
34 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Yazar: Selma Çam
Lovelock Gaia’nın, canlı ve cansız sistemlerin bilinçsiz bir şekilde canlılar tarafından çeşitli geri bildirimlerle düzenlendiğini öne sürüyordu. Teoriye göre özellikle mikroorganizmaların eylemleri sonucunda, atmosferdeki bileşiklerin konsantrasyonları, yüzey ısısı ve okyanus tuzluluğu, canlılığın devam edebileceği bir seviyede tutuluyordu. Canlılığı korumak için canlılar adeta kendi aralarında madde alış verişleriyle yardımlaşıyor ve dev bir organizma gibi davranıyordu. . Böylesine bir teoriyi ortaya atan Lovelock, ilk etapta bilim camiası tarafından sert eleştirilerle karşılaştı. Bilimsel açıdan bakıldığında bu düşünce havada kalıyor ve fazlasıyla spiritüel kaçıyordu.
Başta Richard Dawkins olmak üzere dönemin pek çok bilim insanı, Lovelock’u bilim dışı konuşmakla suçluyordu. O dönemde Lovelock büyük bir itibar kaybı yaşıyor, makaleleri basım aşamasından geri çeviriliyordu. Bazıları Lovelock’u tehlikeli buluyor, onun yeni bir din yaratmaya çalıştığını söylüyordu. Mikrobiyolog Lynn Margulis ise en başından beri Lovelock’u anlıyor ve hipotezi geliştirmek için, en az Lovelock kadar emek harcıyordu. Eleştiri yağmuruna tutulan Lovelock, sadece bir benzetme kullanarak yeni bir araştırma alanının kapısını açmaya çalışıyordu. Küçüklüğünden beri sezgisel davranmaya alışmış olan ünlü kimyager, kendisini ifade ederken de sezgisel davranıyor ve henüz destekleyemediği görüşünü metaforlarla ortaya koyuyordu. Daha sonraları evrim, jeokimya ve sistem biyolojisi gibi pek çok alana nüfus edecek teori, o zamanlar Lovelock’un zihninde kopuk silüetlerden ibaretti, bir şey bulduğunu hissediyor fakat anlatamıyordu. Daha sonrasında Lovelock teorisine, Yunan Mitolojisi’nde yerküreyi yani Doğa Ana’yı temsil eden Yunan Tanrıçası Gaia’nın ismini verecekti. Tanrıça Gaia yeryüzünün ilk oluşturucusuydu, yani her şeyin annesi. Lovelock ve Margulis çok geçmeden Papatya Dünyası modelini ortaya attılar. Model, Gaia Teorisi’nin geçerliliğini destekleyebilecek en uygun ve basit tasarılardan biriydi. Modelde, sadece iki papatya türünün yaşadığı bir dünya varsayılmıştı. Beyaz papatyalar ve siyah papatyalar bu dünyada bulunan tek canlı türleriydi ve ikisinin yaşaması için uygun olan sıcaklık aralıkları birbirinden farklıydı. Siyah papatyalar soğuk havalarda daha iyi yayılım gösteriyor, beyaz papatyalar ise sıcak havalarda daha çok hayatta kalabiliyordu. Beyaz papatyaların baskın oldukları sıcaklıklarda, dünya yüzeyi beyaz rengin sayesinde Güneş ışınlarının çoğunu yansıtıyorlardı, dolayısıyla papatyalar çoğalıp dünya yüzeyini kapladıkça dünyanın ısısı daha fazla artamıyordu. Teorik dünyada havalar çok soğuk olmaya başladığında ise bu sefer siyah papatyalar artıyor ve siyah rengin ışığı geri yansıtmaması sayesinde yüzey ısı kazanıyordu. Böylece her iki durumda da teorik dünyanın ısısı belli bir aralığın dışına çıkma fırsatı bulamıyordu. Bu basit model, çevre şartlarının Dünya yüzeyindeki canlılık ile nasıl belli aralıklarda tutulduğunu açıklamaya elbette yeterli değildi fakat olayın özünü kavramamıza yardım ediyordu. Modellenmiş Papatya Dünya’sında iki bilim insanının öne sürdüğü sabit aralıkta sıcaklık değerleri, canlılık sayesinde korunabiliyordu.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 35
G
erçek dünyada ise işler bu kadar basit değildi. Pa-
Gaia Hipotezine şu sözlerle karşı çıkıyordu; “Canlı olarak
patya Dünyası modeline daha sonradan eklenen
adlandırdığımız varlığın üreyerek çoğalması ve diğer
tavşan, tilki ve diğer hayvanlar şaşırtıcı sonuçla-
gezegenlerle bu konuda rekabet içinde olması gereki-
rın elde edilmesine sebep oldu. Sonuçlara göre, ekosis-
yor. Bu durumda Dünya’nın canlılığı söz konusu ola-
temde ne kadar çok tür bulunuyorsa, sistemin kendisini
maz.” Lovelock ise bu karşı argümana “Gaia’nın sizin ve
iyileştirmesi o kadar kolay oluyordu. Zaman içerisinde
benim gibi bir canlı olmadığı doğrudur. Kendi kararla-
oksijen, karbon dioksit ve sıcaklık değerleri daha da sa-
rını veremez, istediği yere hareket edemez ve üreyemez
bit hale geliyor ve bu da türlerin daha fazla çeşitlenmesi-
fakat pek çok bakteri de böyledir. Ya da büyükanneniz.
ne izin veriyordu. Yani bir ölçüde çevre şartları ile türler
Onlar da canlı değiller mi? Ekosistemleri de canlı kabul
eş zamanlı bir evrim içerisindeydiler. Buradan yola çıkı-
ediyoruz, bu özellikleri olmamasına rağmen. Hayat ge-
larak daha sonrasında Lynn Margulis evrimle ilgili çok
zegen boyutunda bir oluştur. Bu boyutta, hayat neredey-
ilginç bir bakış açısı ortaya koydu. “Evrim doğrusal bir
se ölümsüzdür ve üremeye ihtiyaç duymaz” şeklinde
aile ağacı değildir, çok boyutlu bir varlığın Dünya yüze-
cevap veriyordu. Doğrusu Lovelock’un bu denli eleştiril-
yini kaplayacak derecede genişlemesidir” diyordu Mar-
mesinin sebebi, belki de konuşurken mizahı ve sanatsal
gulis. Bakterilerden, devasa balinalara kadar, hepimizin
bakış açısını çok kullanması olabilirdi. Lovelock bir süre
Gaia Teorisi’ne göre önemi büyüktü. Bunlardan biri bile
sonra eleştirilere cevap vermeyi bırakıp, keşfettiği doğal
yok olduğunda dünyadaki canlılık, sağlığından bir şey-
döngüler ve organizmaların bunları oluşturuş şekilleriy-
ler kaybetmiş oluyordu.
le hipotezini desteklemeye devam etti. Yıllar içerisinde sayfalar dolusu bilimsel formülle görüşlerini destekledi.
1980’lere gelindiğinde James Lovelock bir hayli yıpranmıştı ve hâlâ hipotezi bilim camiasında eleştiriliyordu
Tanımladığı süper organizmanın sadece bir benzetme
fakat vazgeçmeye de niyeti yoktu. Richard Dawkins,
olduğunu, bilimsel açıdan Dünya’daki başka bir bütünlü-
36 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
ğü ortaya koymaya çalıştığını artık pek çok kişi anlamış-
ya aday teori, hepimizi gezegen için endişelenmeye ve
tı. Bu süre zarfında pek çok Gaia Konferansı düzenlendi
Dünya için önemsiz olmadığımızı anlatmaya çalışıyor-
ve saygı duyulan pek çok bilim insanı konferanslara ka-
du.
tılım gösterdi. 2001 yılında Avrupa Jeofizik Birliği’nden bin kişilik bir bilim insanı grubu, Amsterdam Beyanı’nda yer alan; “Dünya Sistemi tek ve kendisini düzenleyen, fiziksel, kimyasal, biyolojik ve insan unsurları barındıran bir sistemdir” yazısının altına imzalarını atarak, Lovelock’un hipotezini teori olarak adlandırdılar. 2005 yılında yorgun savaşçı Lovelock, Amerika Ekoloji Derneği tarafından birliklerine davet edildi ve 2006’da ise Londra Jeoloji Derneği tarafından Wollaston Madalyası’yla onurlandırıldı.
Endüstri Devrimi’nden sonra artan ekolojik sorunlar şimdi bizleri insan eliyle var edilmiş altıncı kitlesel soy tükenmesinin ve İklim değişikliğinin ortasında, başımız ellerimiz arasında ve telaş içinde bırakmış durumda. Bu telaş içerisinde Gaia Teorisi bizleri bütünlüğe ve Doğa Ana ile aramızdaki kaybolan bağları kurmaya çağırıyor. Amerika’lı yazar Edward Abbey; “Büyümenin uğrunda büyümek, kanser hücrelerinin ideolojisidir” der ve bu gerçekten doğrudur. Belki bizler de artık gezegenimiz için bir kanser hücresi gibi davranmaktan vaz-
Günümüzde ise Gaia Teorisi artık pek çok bilim dalının
geçip, iyileşebiliriz. Bilinçsiz bir biçimde yardımlaşarak
içerisinde yer alıyor. 2006 yılında düzenlenen dördün-
kendisini cıvıl cıvıl kılan bu gezegenin, somurtan oyun
cü Gaia Konferansı’nda bilim insanları, teorinin İklim
bozanları olmayı bir kenara bırakıp, diğer canlıların da
Değişikliği ile mücadelemizde nasıl kullanılabileceğini
en az bizim kadar önemli olduğunu hep beraber kabul
tartıştılar. Gaia Teorisi gezegensel bilgeliğin bir tem-
etmeye ne dersiniz? Artık elimizdeki gücü düşüncesiz
silcisi olmuş, gezegen sağlığı için, onu bir bütün olarak
bir inat uğruna kullanmayı bırakıp, bu güzel gezegende
algılamamız gerektiği bilimsel kanıtlarla desteklenmiş-
daha uzun ve mutlu nesiller yaşayabilmek için Gaia’ya
ti. Vahdet-i Vücut tanımının bilimsel bir eşleniği olma-
sahip çıkalım mı?
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 37
KUZGUNLAR DIYARINDAN İSKANDINAV MITOLOJISI Bekler sessizlikle Kuzey ormanları arasında. Bakar gözleriyle görünmeyene. Bekleyen vardır dizeleri. Bilge olan, 7 diyar gezer, çırpar kanatlarını, devler ve cüceler hazırlanır usul usul. Tanrılar dinginleşir, çalar Heimdall sûru, toplanır tüm nefes alanlar. Savaşırlar iyilik ve kötülük, ta ki güneş yeniden doğuncaya kadar... Yazar: Burak Avşar
38 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Kuzeyin insanlarının hikâyeleri alışagelmişin dışındadır. Odin’in, Olwen’in, Eanan’ın çocuklarının; toprak tutan, deniz aşan efsaneleri, ilham olmuştur gezegene. Diyarları birbirleriyle bağlayan kutsal Yggdrasil, saflığı ve canlılığıyla köklenir Kozmos’a. Tek gözlü bilge dolaşır Asgard salonlarında, izler tüm diyarları kuzgunları aracılığıyla. Valhalla savaşçıları bir ölür, bir dirilirler; Ragnarök yaklaşana kadar. Valkürler besler onları, bir taraftan tek gözlü bilgeyi tüm diyarlar üzerinde korurken. Skald (şair) girer hanın kapısından, anlatır o çağın masallarını…
K
uzey diyarları nice masalın, efsanenin, hayatta kalmanın ve doğanın bir araya gelmesiyle vücut buldu. İnançların, yaşayışın ve kültürün birer ritüele dönüştüğü İskandinav toplumları, sahip
oldukları semboller ile her zaman gizemini korudu. Tarihin ortanca döneminde yaşayan kadim birliktelikler, yaşam ve ölümün bilgilerini günümüze kadar getirdiler.
Bilgeliğin, Başlangıcın ve Sonun Ritüeli
E
ski Cermen inanışlarından ilham alarak oluşan İskandinav Mitolojisi, uzun süre bölge halkları arasında ağızdan ağıza yayıldıktan sonra bilinen ilk yazılı kayıtlarını 13. yy’da vermiştir. 1179-1241 tarihleri arasında yaşamış İzlandalı tarihçi, şair ve politikacı Snorri Sturluson’un kaleme aldığı Prose Edda, İskandinav Mitolojisi’nin ilk yazılı kayıtlarını barındırır. Eski İskandinav edebiyatının derlemeleri ile oluşan Poetic Edda ile birlikte İskandinav Mitolojisi’nin yazılı kaynağı olarak bilinirler. Poetic Edda ile Prose Edda’nın arasında da bağlantılar bulunmaktadır. Snorri Sturluson’un derlediği geleneksel şiirlerin kaynağı, Poetic Edda gösterilir.
İskandinavların günlük yaşamlarını etkileyen inançlar bütünü, hayatlarının ayrılmaz bir parçasıydı. Ektikleri topraklardan verdikleri kararlara, çıktıkları seferlerden ikili ilişkilerine kadar her yerde bu mitolojinin izine kolayca rastlanabilir. İskandinav Paganizmi, 12. yy’da bölgenin Hristiyanlaşmasıyla etkisini kaybetmeye başladı. Her ne kadar Paganizme inanan kitle, varlığını devam ettirse de inanışın bölgedeki hükmü, giderek azaldı. Tanrılar ve tanrıçalardan, orman perilerinden, ölümsüz savaşçılardan, kutsal ağaç Yggdrasil’den, 9 farklı formun birbirleriyle olan etkileşiminden ve sayısız efsaneden oluşan köklü mitoloji, var olduğu süreç boyunca Kuzey topraklarında yaşayan insanların kültürünü oluşturdu.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 39
Başlangıç ve Yaşamın Kökeni
D
okuz diyarın ilk ineği ve Ymir’in besleyicisi Auðhumla, bu dönemde yaratıldı ve Ymir’e sütünden verdi. Daha sonraları tuzlu kırağı kümelerini yalamaya başlayan Auðhumla; tanrıların ilki yüce Buri’yi ortaya çıkardı. Buri’nin oğlu Borr, bir dev kadını olan Bestla ile evlendi ve üç çocukları oldu. Çocukların ikisine Vili ve Ve isimleri verildi, üçüncüsü ise gelecekte dokuz diyara hükmedecek ve tüm varlıkların babası Odin’di. Odin, Vili ve Ve, sayıları giderek artan devlerin varlığından rahatsız olmaya başladı ve bir çözüm düşündüler. Ymir sürekli devler yaratıyor, dev nüfusunu hızla arttırıyordu. Düşüncelerini birleştiren üç kardeş, Ymir’i öldürmeye karar verdi. Bir gece Ymir’in uykuya dalmasını bekleyen kardeşler, onun uyuduğundan emin olunca Ymir’e var gücüyle saldırdılar. Ymir ve kardeşler arasında büyük bir savaş başladı. Ellerindeki tüm güçleri Ymir’i öldürmek için kullanan Odin, Vili ve Ve, savaş sırasında bitap düştüler; ancak Ymir’i öldürmeyi başardılar. Arkasından tüm dev soyunu ortadan kaldırmayı planlayan Bestla’nın çocukları, bütün dev soyuna saldırdılar. Bu savaşta tek bir dev oradan kaçabildi ve bu devden türeyen yeni soy Jötunheim diyarına yerleşti. Ymir’i öldürmeyi başaran Borr’un çocukları, onu Ginnungagap’ın ortasındaki boşluğa taşıdılar. Ymir’in ölü bedeni burada infilak etti ve bilinen tüm dünya Ymir’in vücudundan şekil aldı. Bedeni topraklara, kemikleri dağlara, dişleri kayalara, saçı çimler ve ağaçlara ve kaşları insanların dünyası Midgard’a dönüştü. Ymir’in dağılan beyni gökyüzündeki bulutları, akan kanı ise denizleri yarattı. İnsanların dünyası Midgard, devlerin soyunun ilerleyişini engelleyecek ve tanrılar diyarını koruyan bir görev üstlenecekti. Dünyanın üzerinde henüz beşeriyetten eser yoktu. Tanrılar varlığını sürdürüyor, ancak bir şeylerin eksikliğinden hayıflanıyorlardı. Bir gün Odin, Haenir ve Lodur yolculuğa çıktılar ve yolculuk boyunca konuştular. Deniz kıyısı boyunca yaptıkları seyahat sırasında Odin bir ağaç farketti ve bu ağaçtan insan ırkını yaratmaya karar verdi. İlk insan çiftinden erkek olanına Ask, kadın olanına Embla dendi. Odin onlara ruhu, Haenir zekayı, Lodur ise ten rengini ve kanı bağışladı. Midgard’ı beşeriyetin evi seçen tanrılar, bu diyarda insan soyunun türemesini sağladı.
40 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
İskandinav mitolojisinde kim kimdir?
İ
skandinav mitolojisi, Aesir ve Vanir isimli tanrı sınıflarından oluşur. Tıpkı Yunan mitolojisindeki Olimposlular ve Titanlar ayrımı gibi İskandinav mitolojisinde de Aesir ve Vanir ayrımı görülür. Aesir tanrıları daha yüce bir sınıfı betimler ve kozmolojinin başlangıcındaki tanrılar Aesir’i oluşturur. Vanirler ise ikinci sınıf tanrılar olarak geçer. Aesir ve Vanir tanrıları arasında yine Olimposlular ve Titanlar’ın arasındaki gibi savaşlar yaşanmış ve anlaşmalar yapılmıştır. İlk Aesir tanrılarını Odin, Vili ve Ve kardeşler oluşturur. Aesir tanrıları ve tanrıçaları Asgard denilen ve dokuz diyarın en tepesinde bulunan diyardan tüm kozmosu yönetirler. Burada tek gözlü bilge vardır yani tüm varlıkların babası: Odin. İskandinav kozmolojisinin temel taşı olan Odin sembolü, oldukça kudretlidir. Diğer mitolojilerdeki ölümsüz tanrılar bir yana İskandinav tanrı ve tanrıçaları ölümlüdür. Her ne kadar en büyük güç Odin’e de ait olsa günü geldiğinde o da ölecek, görevini başkalarına teslim edecektir. Odin yazılı kaynaklarda tek gözü gören bir tanrı olarak sembolize edilir. Mimir kuyusuna verdiği bir gözü, ona sahip olduğu bütün bilgeliği kazandırmış, ancak, diyarları oturduğu tahttan görebilme yetisini kaybettirmiştir. Bu sebeple Huginn (Düşünce) ve Muninn (Akıl) isimli iki kuzgun yaratan Odin, diyarlardaki bütün kuzgunlar ile iletişime geçer. Dokuz diyarda her ne yaşanıyorsa hızlı bir şekilde Odin’e yetiştiren kuzgunlar, kozmolojideki tanrının elçisi rolünü oynarlar..
Aesir sınıfı tanrılar listesinde Odin’den sonra kozmolojinin en kudretlisi ve Odin’in ve eşi Frigg’in oğlu Thor vardır. Thor, gücünü ona babası tarafından verilen Mjöllnir isimli çekiçten ve Megingjord adlı kemerden alır. Mjöllnir, Odin’in emri ile Brokk ve Eitri isimli iki cüce kardeş tarafından yapılmıştır. Çekiç, Thor istediğinde küçülüp, büyüyebilen bir yapıya sahiptir ve fırlatıldığında tıpkı bir bumerang gibi Thor’a dönebilir. Thor aynı zamanda çekiciyle fırtınaları kontrol eder, yağmurları yağdırır. Bu yüzden Thor yıldırımların ve yağmurun tanrısı olarak da bilinir. İskandinav mitolojisindeki Aesir sınıfından ve kozmolojiye önemli ölçüde şekil vermiş bir diğer tanrı ise Loki’dir. Loki asıl olarak bir Jötun yani dev soyundan gelmektedir. Loki karakteri bakımından İskandinav tanrıları arasında en dikkat çekici tanrılardan biridir. Loki’nin davranışları hiçbir zaman tutarlılık göstermez. Zaman zaman Aesir’in yanında savaşa giren Loki, bazen de tüm tanrıların karşısındadır. Bunun sebebi ise Loki’nin sahip olduğu kibirdir, bu kibir ondaki kurnazlığın asıl sebebidir. Tanrıların İftiracısı ismi Loki’nin bir diğer ismidir ve düzenbazlığıyla nam salmıştır. Bu namını, Odin’in oğullarından Balder’i, Tanrı Hodr’ı kandırarak öldürtmesinin ardından perçinlemiştir. Kozmolojide yaşanan bu trajedi, Odin’in Loki’yi kan kardeşlikten çıkarmasına ve onu Ragnarök (Tanrıların Kıyameti) gününe kadar bir taşın üzerinde cezalandırmasına sebep olur. Ragnarök geldiğinde Loki, tanrı Heimdall ile dövüşecek, savaşın sonunda her ikisi de ölecektir.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 41
Çizim: Nils Asplund
L
oki ile Ragnarök’te karşı karşıya gelip, amansız bir savaş verecek olan Heimdall, Midgard ile Asgard arasındaki Bifrost (Gökkuşağı) köprüsünün bekçisidir. Duyuları oldukça kuvvetli olan Heimdall’ın gözleri en uzak diyarları görebilir, kulakları ise en sessiz çıtırtıları bile duyabilir. Yaşamı sırasında ölen savaşçılar, Valkürler tarafından yaşamındaki erdeme uygun olan bir makama taşınır ve burada birer “einherjar” olarak Odin’in yanında Ragnarök gününde savaşmak için Heimdall’dan eğitim alırlar. Heimdall aynı zamanda kıyamet gününü haber verecek ve tüm diyarları savaşa davet edecek sûru çalacak tanrıdır. İskandinav kozmolojisinde tanrılar kadar tanrıçalar da büyük rol oynarlar. Tanrıçalar; bereketin, evliliğin, kehanetin ve gençliğin bilgeleri gibi rollere sahiptir. Özellikle Pagan tarihindeki kadın önemi, ilhamını Cermen mitolojisinden alan İskandinav ve Kelt mitolojilerinden gelmektedir. Kadının Viking toplumundaki etkin rolü ile İskandinav mitolojisindeki kavramlar arasında ciddi bir bağ bulunur. İskandinav halkları her ne kadar anaerkil bir yapıya sahip olmasa da ataerkil bir yapıya da sahip değildir. Çünkü kadınlar,
42 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
evin yönetimini çoğu zaman elinde bulundururken köy, kasaba ve bölgelerin lideri olarak da hüküm sürdükleri görülmüştür. Viking ve Kelt toplumlarında kadının toplum hiyerarşisindeki yerine bir ışık tutmak istersek, bu kültürü betimleyecek mitoloji, bütün soruların cevabı olabilir. En önemli tanrıçalardan biri olan Frigg, mitoloji kaynaklarının pek çoğunda Odin’in eşi olarak betimlenir. Bilgeliği ve önseziyi sembolize eden Frigg, İskandinav topraklarının Hristiyanlaşması ardından bile adından bahsettirmeyi başarmıştır. Frigg’in aynı zamanda Fensalir’de kendine ait bir sarayı bulunmaktadır. Fensalir, kaynaklarda Midgard’ın üzerinden süzülen bulutların içindeki bir saray olarak nitelendirilmiştir. Ömür boyu birlikte yaşamayı dilemiş evli çiftler, öldükten sonra bu saraya davet edilir. Loki’nin büyük hilelerle öldürdüğü Baldur’un annesidir. Baldur’un ölümünü engelleyebilecekken bunu yapamaması daha sonraları onda büyük bir hüzün bırakmıştır. Odin, Baldur’un ölümününden sonra Ragnarök’ün daha da yaklaştığını anlar. Tek gözlü bilge hazırlıklarını yapmaya başlamıştır.
N
eredeyse bütün mitolojilerde bir aşk tanrısı ve tanrıçası figürleri bulunmaktadır. Ancak herhangi bir mitolojide bir aşk ve güzellik tanrıçası, sadece tek yönüyle sembolize edilir. İskandinav halklarında, özellikle Vikingler’de kadın savaşçılar oldukça meşhurdur. İsimleri “shieldmaiden” olan bu kadınlar, evlerinden ve geleneklerinden uzakta, erkeklerle birlikte savaşmışlardır. Doğal olarak bu bölgede hayat bulmuş tanrıçalar, bir yandan güzelliği ve aşkı sembolize ederken bir yandan da savaş ve ölümü sembolize ederler.
Bir yılan ve bir de kurt çocuklarının yanı sıra bir de tanrıça çocukları vardı: Hel. Araf’a sıkışanların yol göstericisi, Odin’in emriyle Nifleheim’da yaşar. Savaşarak ölmeyenlerin, kadınların ve çocukların gittiği Nifleheim’a semavi dinlerdeki Araf benzetmesi yapılmaktadır. Ancak bilinen Araf’tan farklı olan Nifleheim, karanlık ve soğuktur. Hel ise görünüş bakımından ürkütücü bir yapıya sahiptir. Bedeni sağ ve sol olmak üzere iki farklı görünüşe sahiptir. Bir tarafı tamamıyla ölü dokuya sahipken diğer tarafı canlıdır.
Bunlardan en önemlisi Freyja’dır. Freyja eski İskandinav dilinde kadın yönetici, efendi gibi anlamlar taşır. Snorri Sturluson’un yazdığı Prose Edda’ya göre, Freyja’nın Odr isminde bir kocası vardı. Sürekli evden uzak seyahatler geçiren Odr ne zaman evden ayrılsa Freyja kırmızı altın gözyaşları dökerdi. Modern paganizmde dahi adından söz ettirmeyi başaran Freyja, aynı zamanda pek çok sanat eserine ilham kaynağı oldu.
Tanrılar, tanrıçalar ve diğer varlıkların hepsi bir kozmosun içerisinde yaşarlar. Kozmosun içerisinde dokuz diyar vardır. Bunların hepsi birbirine bağlı şekilde kutsal dişbudak ağacı Yggdrasil’in (Dünya Ağacı) üzerinde durur. Ağacın tam ortasında insanların dünyası Midgard, en tepede ise tanrıların meskeni Asgard vardır. Ateş devlerinin diyarı Muspelheim, ölüler diyarı Nifleheim ve cüceler diyarı Nidavellir ağacın köküne yakın bir yerde bulunur. Işık elflerinin diyarı Alfheim ve devler diyarı Jötunheim, Midgard ile birlikte ağacın gövde kısmında bulunurlar. Aesir’e kapılarını açan Asgard’ın yanında, ikinci sınıf tanrılar olan Vanirler’in diyarı Vanaheim vardır. Ağacın tepe kısmını oluşturan diyar ise karanlık elflerin diyarı Svartalfheim’dır. Ragnarök geldiğinde Surtr, ağacı ateşe verecektir. Sibirya ve Orta Asya kültüründe de kendine yer edinen hayat ağacı figürü, Kelt mitolojisinde de yaşam ağacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üzerinde yaşayan diyarları büyük bir dinginlik ile barındıran bu tip ağaçlar, mitolojilerde bilgeliğin ve kadimliğin sembolü olmuşlardır.
Düzenbazlığı ile bilinen Loki’nin Angrboda isminde bir eşi vardı. Bu ikilinin çocukları, tüm kozmolojinin kaderini belirleyecek öneme sahiptiler. Kurt Fenrir, Ragnarök günü Bilge Odin ile savaşacak ve onu öldürecek güce sahipti. Bu nedenle kıyamet günü gelene kadar tanrılar tarafından zincirlenecek ve hapis altında tutulacaktı. Bir diğer çocukları ise Jörmungand’dı. Loki ve Angrboda’dan olma Jörmungand, çeşitli inançlarda ve mitolojilerde kendi kuyruğunu yiyen bir yılan olarak sembolize edilir. Ragnarök günü geldiğinde zehriyle Thor’u öldürecek, ancak Thor’un kudretinden o da nasibini alacak ve kendisi de ölecekti.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 43
Çizim: Nich Olaskay
Tanrıların Kıyameti:
Ragnarök ve Yeni Dünya 44 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
İskandinav mitolojisi hakkında anlatılabilecek yüzlerce hikaye, efsane ve masal bulunmaktadır. Bu efsanelerin içerisinde şüphesiz ki en güzeli Ragnarök’tür. Ragnarök, semavi dinlerdeki kıyamet anlayışına benzer, ancak semavi dinlerde yok olan beşeriyet iken İskandinav mitolojisinde tüm tanrılar da yok olur, ta ki yeni evren yeniden doğana kadar.
R
agnarök, İskandinav mitolojisinde kozmosun sonu anlamına gelmektedir ve olacağına dair çeşitli kehanetler vardır. En uzun kış (Fimbulvetr), Ragnarök’ten hemen önce yaşanacaktır. Üç yıl süren bu kış döneminde hiç kimse yaşadığı diyarlarda verim alamaz. Kış çetin, şartlar ise zordur. Bu kehaneti ailelerin bile kendi aralarında çıkan anlaşmazlıkları ve uzun süren düşmanlıklar takip eder. Edda’ya göre; ne zaman ahlak ortadan kaybolur, işte bu sonun başlangıcıdır. Tanrıların kıyameti başladığında çeşitli vakalar gerçekleşecektir. Kurt Skoll ve kardeşi Hati birlikte hareket ederler. Skoll Güneş’i, Hati ise Ay’ı yiyecek ve yeryüzünü karanlıklar içerisinde bırakacaklar. Yıldızlar gökyüzünden kayıplara karışacak.
Büyük ve hiddetli depremlerin yaşanacağı kozmosta bütün zincirler kırılacak ve böylece Odin’in celladı Fenrir serbest kalacak. Loki’nin diğer evlatlarından Jörmungand denizi yara yara karaya doğru ilerlerken büyük dalgalar yaratacak. Aldığı her nefes toprağı ve gökyüzünü zehiriyle kirletecek. Hemen arkasından Naglfar gemisi ve geminin komutanı dev Hymir serbest kalacak, o da savaş alanına doğru yelken açacak. Ölüler diyarından topladığı orduyla savaşa katılacak olan düzenbaz tanrı Loki, gemilerle harekete geçecek. Dev Surtr önderliğinde Muspelheim’dan ayrılacak olan devler, dokuz diyarın ortak savaşına katılacak. Ateşle özdeşleşmiş Surtr, güneşten bir kılıç taşıdığı için tüm dünyayı kavuracak. Tehlikenin farkında olup Odin’in çocuklarını ve diğer kahramanları savaş alanına çağıracak olan Heimdall, sûra üfleyecek. Dünyanın tüm köşelerinden tanrılar, devler, cüceler, iblisler ve elfler, destansı savaşın yapılacağı Vigrid Ovası’na doğru yolculuk edecekler.
Büyük savaşın başlaması Loki’yi oldukça heyecanlandırmıştı. Loki’nin savaşı kazanacağına olan inancı tamdı. Devler, cüceler, elfler ve insanlar; tanrılar ve tanrıçalar büyük bir harbe girmişlerdi. Her şey yok olacak, düzen değişecek, bilinen bütün kozmoloji sular altında kalacaktı. Kehanetler birer birer gerçekleşmeye başladı. Bilge tanrı Odin ile Loki’nin evlatlarından Fenrir karşı karşıya geldiler ve amansız bir mücadele verdiler. Mücadeleleri oldukça uzun sürmesine rağmen en sonunda Fenrir Odin’i yakaladı ve onu tek bir hamlede yutuverdi. Bunu gören Odin’in oğlu Vidar bulunduğu mesafeye aldırış etmeden tek bir zıplamayla Fenrir’in üzerine atladı ve çenesini yerinden söktü. Odin de Fenrir de orada öldü. Heimdall ve Loki’nin karşılaşması ise dillere destandı. Loki her ne kadar kurnazlığını kullanmaya çalışsa da karşısında Heimdall vardı. Duyuları oldukça güçlü olan Heimdall ve hileci Loki arasındaki savaşın bir galibi olmadı. Savaşın sonunda ikisi de öldü. Loki’nin diğer evladı Jormungandr ise Thor ile karşı karşıya geldi. Bu savaşta her ne kadar Jormungandr Thor’a zehrini boşaltmayı başardıysa da, Thor Jormungandr’ı öldürdü. Ancak karşı karşıya gelenler arasında bir galibiyet çıkmıyordu, zaten böyle bir kehanet de hiçbir zaman var olmamıştı. Yeryüzü sallanıyor, tüm evren tek bir noktada savaşıyordu. Tanrılar ölüyor, savaş sona yaklaşıyordu. Muspelheim’dan devlerin liderliğinde yola çıkan Surtr kılıcını sallamaya başladı ve tüm evreni ateş topuna çevirdi. Her şey yangın içerisindeydi, kurtuluş ise oldukça uzaktaydı. Dokuz diyar yandı ve herkes oracıkta öldü. Dünya denize doğru batmaya, bir hiçe yolculuk etmeye başladı. Ragnarök bitiyor, kötülük yeryüzünden siliniyordu. Yok oluşun ardından denizi boylayan dünya, yeniden yükseliyordu. Bu dünyada kurnazlık, kötülük ve kibir bulunmayacaktı. Tanrıların pek çoğu ölmüştü, ancak yeni dünya ile birlikte bazıları geri dönecekti. Odin, çok daha önceden bir kahine sorduğu soruda Ragnarök sırasında başına ne geleceğini merak ediyordu. Kurt Fenrir tarafından yutulacağını belirten kahin, oğlu Vidar’ın Fenrir’in çenesini çıplak elleriyle kıracağından bahsediyordu. Odin’in Ragnarök başlamadan önce vaat ettikleri ise bir muamma. Bazı tarihçilere ve mitoloji araştırmacılarına göre; Odin, Baldur’un Ragnarök’ten sonra tekrar dirileceğini söylemişti.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 45
O
din’in oğulları Vidar ve Vali de Ragnarök’ten kurtulanlardandı. Thor’un oğulları Modi ve Magni, babalarının çekici Mjöllnir’e hükmedecek, Baldur’un dirilmesinden sonra katili Hodr da yeryüzüne dönecekti. Büyük savaş sırasında Hoddmimis holt ormanına saklanan Lifthrasir ve Lif insan soyunu yeniden oluşturacaklardı. Yeryüzüne tekrar musibet gelmeyecek, tanrılar ve insanlar arasında sonsuz bir barış hüküm sürecekti. Kendine has özellikleriyle İskandinav mitolojisi, oldukça ince detaylara sahip bir mitolojidir. Her sembolizmi ayrı ayrı incelenmeli, hiçbir detay gözden kaçırılmamalıdır. Kuzey topraklarını ve yaşayışını şekillendirmiş mitolojinin etkileri günümüze kadar devam etmektedir. Bölgenin 12. yy’ın sonlarından itibaren Hristiyanlaşmaya başlaması, Paganlar ve Hristiyanlar arasında savaşlar çıkartmış, kaybeden taraf ise genellikle Paganlar olmuştur. Asimilasyona uğratılmaya çalışılan kültürleri ve tarihleri hakkındaki kitaplar, yaşanabilecek bir trajediye engel olmuştur. Geçtiğimiz aylar içerisinde 1,000 yıldan sonra İzlanda’da ilk Pagan tapınağının açılması haberiyle birlikte kökleri kadim çağlara dayanan paganizm yeniden alevlenmiştir. İstatistiklere göre, son yıllarda Hristiyanlığın azalıp Paganizmin yeniden arttığı kuzey topraklarının mitolojik birikimi kısaca böyledir.
46 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Çizim: Solfour / DeviantArt
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 47
Çizim: Solfour / DeviantArt
KUZEY’DE EDEBİ VE GÖRSEL SANATIN GELİŞİMİ Yazar: Sevcan Karadağ
İ
skandinav dünyasıyla ilgili yazılı kaynaklar büyük ölçüde yabancı gözlemcilerden gelir. İskandinav cephesinde, yazılı belgeler ancak 13. yy’dan başlayarak Latince ilk tarihsel anlatıların kaleme alındığı dönemde daha bir önem kazanmıştır. İskandinavya Bölgesi’nin bilinen en eski tarihi MS 800 yılıdır. Ancak arkeolojik kazılarda daha önceki dönemlere ait eserler bulunmuştur.
B
ilindiği üzere Arkeoloji Bilimi, bir halkın maddi kültürü, gelenek görenekleri, inançları, ekonomik, sosyal ve politik gelişimi, başka halklarla olan ilişkilerini ve bölgedeki sanat tarihinin gelişimini algılamamız açısından önemli veriler sunmaktadır. Yazıda, bölgedeki sanat dallarının gelişmesi izlenirken arkeolojik kazılardaki buluntulardan ve elbette bu bölgenin kültürünü günümüze taşımış İskandinav mitlerinden faydalanılmıştır. Sanatı ne kadar kategorilendirilemez kalacak kabul ediyorsam da bu tarihi gelişimi yazıya aktarırken bazı sanat dallarını kendi alanları içinde zaman zaman da birbirlerini hangi noktada etkiledikleri konusuna değineceğim.
48 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
G
enel olarak bakıldığında İskandinavya’da sanat tarihi, zaman açısından belli farklar olsa da bütün olarak Avrupa kıtasındakine paralel bir gelişme izlemiştir. İskandinav sanatının en bariz özelliklerinden biri, insan tasvirlerinin üstünde görülen süs motifleridir. Klasik kültürün hâkim olduğu bin yıl boyunca (MÖ 5. yy – MS 5. yy) Antik Yunan ve Roma sanatının İskandinavya’yı çok az etkilediği halde MS 5. yy’dan 8. yy’a kadar bölge pek çok sanat etkinliğinin beşiği oldu. 5. yy boyunca İskandinav sanatına hâkim olan karakteristik Kuzey üslubu bu dönemde ortaya çıktı. Taşların yüzeyine Viking Runic alfabesi kazınayak yapılmış Runestone.
Edebİyat
A
re öğretmektir. Ancak iki kötü cüce tarafından öldürülür, kanı sihirli bir kazana doldurularak balla karıştırılır ve güçlü bir içki elde edilir. Bu içki onu içen herkese ilham ve bilgelik verecektir. Sonunda Bilgelik Tanrısı Odin tarafından içki çalınır.
ntik İskandinav halkları, Runik yazı olarak adlandırılan harflerden oluşan bir yazı kullanırdı. Runik yazıya büyük bir güç yüklemişlerdi. İletişim ve sihir. Kökenini açıklayan en meşhur mit, savaş ve bilgelik tanrısı Odin’in Runik yazı bilgeliğini kazanmak için önce tek gözünü feda ederek bilgelik çeşmesinden bir yudum alması ve daha sonra da kendini dokuz gün dokuz gece hayat ağacına asmasıdır. Bu fedakârlığı sonunda Runik harflerin sırrını ve bilgeliğini elde etmiştir.
Sagaların ve Eddaların (Pagan Tanrılarının serüvenleri ve kozmoloji mitlerini dile getiren şiirler) çeviri yazıları yalnızca 13. ve 14. yy’larda İzlanda’da gerçekleştirildi.
Şiir İskandinav kültürünün önemli bir parçasıydı. Bir mit, şiirsel esin kaynağının “ilham içkisi” olduğunu anlatır. Bu mite göre Tanrılar bir kazanın etrafında toplanırlar ve huzurlarını kazana tükürerek mühürlerler. Tükürükten Kvahir isimli bir dev meydana gelir ve bu dev, bilgelikle dolu bir şair olur. Görevi ise etrafındakile-
“Völuspá (Sibly’nin Kehaneti) Elder Edda”yı oluşturanların arasında en etkileyici şiirlerden biridir. 13. yy İzlanda el yazmasında korunan MÖ 800 – 1100 yıllarına ait isimsiz bir şiirdir. Kehanet şeklinde, bir kadın tarafından Tanrı Odin’e yazılmıştır. Dünyanın yeniden doğuşundan önce son bir savaşın olacağından bahseder.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 49
B
ir kahramanlık şiiri örneği ise Beowulf’tur. Eski İngilizce ile yazılmıştır. İsviçre’nin güneyinde yaşayan Geats isimli bir halkın savaşçısıdır. Kendi ülkesine dönüp oranın kralı olmadan önce Danimarka’ya gider. Halkı canavar Grendel’den kurtarmak ister. Uzun ve başarılı bir hükümdarlıktan sonra bir ejderha tarafından öldürülür. Son olarak da kuzeyde ün salmış bir kahramanlık destanından bahsedeceğim: Kalevala. 22 bin satırdan oluşan ve birçok farklı hikâye anlatan şiirdir. Yunan İlyada ve Odysseia ile İskandinav Eddası
gibi Kalevala da Finlere efsanevi bir kahramanlık tarihi hediye etmiştir ve Finlilerin ulusal dilini oluşturmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca ün salmış Finli sanatçılara ilham kaynağı olmuştur. Ressam Akseli Gallen-Kallela genellikle eserlerine konu olarak Kalevala’yı seçmiştir. Bestekâr Sibelius Luonnotar (1913) gibi birçok eserinde Kalevala’dan esinlenerek senfonik şiirler bestelemiştir. Elias Lönnrot, Finlandiya-Rusya sınır bölgesinde çalışırken Kalevala’nın temelini oluşturan birçok şiir toplamış ve kaydetmiştir.
MİmarlIk
İ
skandinav topraklarının büyük bir kısmında ormanların bol, maden, kil ve yontma yapı taşlarının az olması nedeniyle mimarîde ve uygulanan diğer sanat dallarında ahşap malzemeler Avrupa’nın diğer bölgelerine oranla çok daha fazla kullanılmıştır.
K
ent olgusu İskandinavya’da Viking Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. İskandinavya’nın güneyinde toplu yerleşim uygulaması yaygındı. Toprakları verimli bölgelerde Viking Dönemi sonlarında köyler kurulmaya başlamıştır.
Pierre Boudin’in Vikingler kitabında şöyle bir kent betimlemesine rastlıyoruz: “… esas yerleşim kuzeyde, 9. yy başından itibaren düzenlenen bir sitte oluşmuştur. Burada da kent alanı tahta döşemeli sokaklar ve düzenli bir bölünmeyle son derece titiz düzenlenmişti. Bütün kent, 10. yy ortalarında inşa edilen ve Danevirke’ye bağlanan bir tabyayla çevrilmişti.”
50 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
900’e doğru ise bazı kesimlerde “el sanatları semtleri” diyebileceğimiz türden semt gelişmeleri olmuştur. Bu semtlerde örgücülük, sepetçilik, seramik, camcılık, metal, kehribar, kemik, ağaç işleri gibi el sanatları icra edilmiştir. Yapılan arkeolojik kazılar sonunda sosyal düzeyleri yüksek savaşçıların muazzam konutlarda yaşadıkları ve bu konutların büyük salonlarında dini törenlerin kutlandığı açığa çıkmıştır. Mezar yapıları da bu dönemde farklılık göstermektedir. Taş bir anıtla, gemi figürleriyle, tümsek ya da tümülüsle gösterilir. Mütevazı mezarların yanında basit aletler, kral mezarlarının yanında gösterişli mobilyalar bulunmuştur. İskandinavya’daki Viking Mezarlığı bölgedeki en büyük mezarlık alanıdır. İskandinav mitolojisinin en parlak dönemi olan 8. yy’a kadar uzanan 600 mezar vardır. Bu mezarlıktaki taşların gemi şekilli düzeni Viking toplumunda iyi bir savaşçının istirahat yeri olduğunu göstermektedir. Ayrıca Viking Dönemi’ne ait birçok gemi arkeolojik kazılarda ortaya çıkmıştır. Genelde esnek ve dengeli gemiler tasarlamışlardır. Kare biçimli yelken tasarımları da en büyük yeniliklerden biri olmuştur.
Yol ve köprü yapımlarına değinecek olursak ulaşım koşulları tüm İskandinavya’da aynı olmadığı gibi dağlar, ormanlar, bataklıklar kara ulaşımının önündeki ciddi engellerdir. Bu nedenle şoseler çok erken dönemde yapılmıştır. İlk, köprüler 9. yy başlarında yapılmıştır. Yol donanımının gelişmesi, krallık iktidarının gelişmesi ve 11. yy’da Hıristiyanlık’ın yayılmasıyla orantılı gider. Köprü inşaatları ise kilise yönetimi tarafından destekleniyordu. Su değirmenlerinin ise İskandinavya’da 9. yy’dan beri kullanıldığı bilinmektedir. Viking Dönemi sonunda bölgede Hristiyanlık’ın kabul edilmesiyle Avrupa dinsel mimarisi de benimsenmiş oldu. Önce, bazilika planı ve roman üslubu Kuzey ülkelerini özelliğini oluşturan ahşap yapılara uygulandı. Yaklaşık otuz Norveç Stavkirke’si (ağaçtan yapılmış kiliseler), günümüzde bu mimarinin özgünlüğüne tanıklık eder. Kırsal kesimdeki stavkirkelere kısa süre sonra roman ya da gotik üslupta, taştan yapılan ve doğrudan doğruya anglonorman üslubundan esinlenmiş olan dinsel yapılar eklendi: Hamar Katedrali, Trondheim’deki Aziz Olav Katedrali, Stavanger’deki Aziz Svithun Katedrali. Cîteaux mezhebine özgü manastır mimarisi ilkeleri bu dönemde ağır basmıştır.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 51
Resİm
B
ölgede rastlanan Arktika sanatını (buzul sonrası çağdan kalma bütün kaya resimleri merkezlerinde ele geçen bulgular) bazı uzmanlar, buzulların çekilmesinden sonra mağara duvarlarına kazınmış hayvan resimlerinin, taş devrinin başlangıcındaki büyük kaya resmi sanatının uzantıları olduğu şeklinde değerlendirmişlerdir. Söz gelimi, Norveç’in kuzeyinde bulunanlar İ.Ö. 5000 yılından önceki dönemden kalmadırlar. Bütünüyle değişik bir üsluptaki başka gravürlerinse, Tunç Devri’nden kaldıkları kesindir. Profilden çizilmiş en eski büyük hayvan çizimleri (kenar çizgileri oldukça derin olan bu resimler mağara duvarlarına ve yere yapılmışlardır), Norveç’in kuzeyindeki sitlerde ortaya çıkarılmıştır.
52 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Heykel
B
ölgedeki granitten yapılma kiliseler, oymalı kapılardaki hayvan motifleri, sütun başlıkları, özellikle de vaftiz kurnalarıyla roman heykelciliğinin gelişimini açık bir biçimde ortaya koyar. İskandinav heykelciliğinin gotik üsluptaki başyapıtını, taştan yapılmış ve az sayıda, Norveç’teki Aziz Olav Katedrali’nin (Trondheim) batı cephesini süsleyen anıtsal heykeller oluşturur. 13. yy’da Norveçli ressamlar muazzam mihrap arkalıkları ve eşsiz freskler yaptılar. İsveçli ressamlar da aynı dönemde, özellikle Germen Bizans sanatından esinlenerek çok güzel tavan resimleri oluşturdular. Ortaçağ Danimarka resmi, önceleri Bizans üslubuna yaklaşırken daha sonra Avrupa üslubunun evrimini izledi. 12. ve 13. yy’larda büyük etkisi olan Batı Avrupa kültürü de yavaş yavaş yerini Baltık uygarlığının geleneklerine ve sanat anlayışına bıraktı.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 53
Türkİye’de kadIn matematİğİ: Çocuk gelİn, Şİddet ve Cİnayet Yazar: Gamzegül Kızılcık
Çocuk gelinler Türkiye’nin kanayan yarası. Baskı ve zorbalığın en vicdansız fotoğrafı… Çocuk gelin sadece erken evlendirilme ve okuyamama durumu değil, bu mevzuu içinde istismarı da barındırıyor, tecavüzü de. Türkiye’de kadın olmanın güçlüklerine ilk adım. Erken evlilik, şiddet ve sonunda muhtemel bir cinayet…
E
rken evlendirmeler tabii ki sadece kız çocuklarını etkilemiyor. Erkeklerin de çocukluklarından itibaren maruz kaldıkları “erkeklik yüklemesi” nedeniyle psikolojileri bozuluyor. Gerçeklik algısını kaybeden erkek çocuğunun büyüdüğünde kadınlara fiziksel ve psikolojik şiddet göstermesi, hayvanlara ve doğaya saygısız tutumu ve bir cinayet işleme ihtimali de artıyor. Suça itilen çocuğun, bir suçluya dönüşme hikâyelerinden biri. Reşit olmamış, yasalara göre borç altına bile giremeyecek bireylerin evlendirilmeleri, her iki tarafın da fiziksel ve ruhsal istismarı anlamına geliyor. Ancak erkek çocuk için durum biraz daha farklı. O, Türkiye gibi bir ülkede erkek doğduğu için ülke şartlarına göre şanslı, tabii bireysel hak ve özgürlükler göz önünde bulundurulduğunda, oldukça şanssız. Çünkü o, hayatının geri kalan kısmında kendisine uygulanan haksızlıkları başkalarına uygulayarak, erken yaşta sahip olduğu çocuklarını ve karısını dövecek; hep içinde kalanları, yaşayamadıklarını yaşayanlara zulmeden bir bireye dönüşecek. Türkiye’de erkek olmanın, ailelerin yetiştirme tarzıyla perçinlediği “erkekliğin üstünlük kazandırdığı” hissiyatını her başarısızlığında, her haksızlığında gündeme getirecek. Her geri kalmış çabası, erkek olduğunu bir daha hatırlatacak; kendisine de, karısına da, yaşadığı toplumdaki diğer insanlara da. Erkek olduğunu hatırlayınca savuracağı iki güce sahip, yumruğu ve cinsel açlığı. Aşağılık komplekslerini örtecek iki güç. Zayıflığının açık tablosu.
54 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Türkiye ekseninde konuşmamın nedeni Türkiye’de yaşamam ve bu ülkede yaşanan sorunların bir yandan benim de sorunum olması. Toplumun geleneklerini körükleyerek, kör cehaleti sürdürme hevesine sahip bu ahlak sürdürücüsü namus askerleri, etik kuralları ile şahsi zıtlıklarına hiç bakmıyorlar. Gerçek ahlâksızların, diğer insanları rahatlıkla sorgulayabilmesi bir kadın ve gazeteci şahsımı rahatsız ediyor, moralimi bozuyor, yaşam umutlarımı kökünden kavuruyor.
B
ulunduğumuz çağ, o şarkıdaki gibi, yanıyor. Bu çağ yangınında Ünzile kaç koyun ediyor? N.Ç. 13’ünde kaç adamla rızasıyla yatıyor? Bunların yanında bir Nevin var namusuna dil uzatanı ebediyete yolluyor... Ülkem ve kadınları, ülkemin erkek manzaraları... Ülkemde kimin belirlediği belli olmayan ahlak kuralları... Ülkem yakıyor aydınları, ülkem öldürüyor kadınları ve ülkem cezalandırmıyor bu “adamları!” Çocuk gelin haberleri; kadına yönelik şiddet, erkek cinayetine kurban giden kadın haberleri gibi erkek adaletin kolladığı, gün geçtikçe meşrulaşan, üçüncü sayfa haberine dönmeye yüz tutmuş, değişmesi için hiçbir yetkili makamın harekete geçmediği tabularımızdan. Yargının da kadın özgürlüğü önünde bir engel teşkil etmesi kadın cinayetlerini indirimli cezalar ile ödüllendiriyor. Geçtiğimiz ay alınan karara göre imam nikâhından önce resmi nikâh zorunluluğu kaldırıldı. Bundan sonra devletten habersiz gerçekleşen pek çok erken evlilik cinayet ve intiharlar ile sonuçlanacak. Devletin şırrak diye ortaya koyduğu bu aşılması güç engel, gelenek bağnazı aile çocuklarının kurbanlığa dönüşmelerinin de alarmı. Kimilerine göre talih kuşu. Kızlarını satan babalara gün doğacak iyice. Resmi nikâh zorunluluğu varken dahi binlerce erken, zorla evlilik mevcut.
Kadına yönelik şiddetle tanışma:
Çocuk gelin
T
ürkiye’de kadın olmanın güçlükleri çoğu ilde henüz bir kız çocuğu iken baş gösteriyor. Eğer ailenizin törelere olan inancı hak ve özgürlüklere besledikleri inançtan daha büyükse ilk regl olduğunuz gün muhtemelen kendinizden yaşça büyük ve zengin bir “adam” ile evlendiriliyorsunuz. Bu adam muhtemelen çok ahlâklı. Bu ahlâk sınırları dahilinde sizin tesettüre girmenizi istiyor, çünkü siz onun namususunuz. Sokağa çıkmanız, ekonomik özgürlüğünüz, başka cinsiyetten arkadaşlarınız ve kendi tercihleriniz olamaz bu adam ile yaptığınız evlilik süresince. Dayak yersiniz. Dayağa ses çıkarırsanız tekrar dayak yersiniz. Evden çıkıp ailenize koşarsanız, kapıda kalırsınız. Çünkü artık bir kocanız var ve siz onun sorumluluğundasınız. Bundan böyle beyaz gelinlikle çıktığınız o baba evine ancak beyaz kefene sarılı cenazeniz girer. Eğer o çocuk gelin oranı yüksek illerde veya köylerinde değilseniz belki biraz şansınız var ve kurtulmuş gibi hissedebilirsiniz. Ancak fazla sevinmeyin, hâlâ Türkiye’desiniz ve 18’inize dek özgür sayılırsınız. Bu özgürlük babanızın, erkek kardeşinizin, amcanızın, dedenizin ve erkeklerden oluşan diğer karar vericilerin emirleri doğrultusunda şekillenecek. Eğer gençliğinizi yaşama arzusu içinde birini sever ve bir birlikteliğe başlarsanız, medeniyet çıtası pek fark etmeksizin ondan da baskı göreceksiniz. Kimlerle görüştüğünüz, etek boyunuz, yaka açıklığınız, göğüs ve kalça ölçüleriniz, duygusal geçen regl günleriniz hakkında yaptığınız konuşmalar hep sizin fiziksel veya psikolojik şiddet görme nedenleriniz olacak.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 55
Ç
ünkü siz artık onunsunuz, onun namususunuz. Açılan bacağınızın bekçisi bu insan açılan başka bacaklara bakan ve belki de bir tecavüz fırsatını da severek değerlendirecek potansiyelde bir erkek. Bunu bilemeyebilirsiniz. Başınızageleceklerinsorumluluğuyinesizde.Sizecinselveya psikolojik bir zarar veren bu insanla kurduğunuz ilişki sizin
rızanızın da göstergesi. Öldüğünüz veya tecavüze uğradığınız takdirde fail birkaç sene yatıp iyi hal ve rıza indirimleri ile sizden çaldığı hayatı gül gibi yaşayacak. Olan size olacak. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını hâlâ hayatta iken tamamlarsanız ne mutlu. Siz Türkiye standartlarına göre özgür sayılabilirsiniz. Hayattaki “teğet özgürlüğünüz” için “şükretmeye” yönlendirecek sizi herkes.
Bir yapbozun ikâmesiz parçaları: Kadın ve erkek Kadınların şiddet görmesi gerçeğini son tahlilde kadınlar değiştirecek. Kadınların gördüğü şiddete sessiz kalanlar sadece erkekler değil, bunun önemli sürdürücüleri şiddetin de öznesi kadınlar. Hatırlarsınız “Öyle bir geçer zaman ki” adlı bir dizi yayınlanıyordu geçtiğimiz yıllardan birinde. Bir dizi üzerinden sürdürdük şiddeti hep birlikte. “Aman canım abartmayın, Ali kaptanın karısı Cemile, ona tecavüz denmez, zaten üç çocukları var defalarca seviştiler ne olur bir kere daha sevişseler?” Oysa rıza dışında gerçekleşen bütün cinsel birleşmeler tecavüzdü, bunu belirleyen ise kadının beyanı olmalıydı. Olmadı. Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Belenoluk Köyü’nde, teyzesinin oğlu Faruk B. ile imam nikahı kıyılarak evlendirilen 14 yaşındaki Zeynep İnan, banyoda kendini tavana iple asarak intihar etti. 56 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
C
ep telefonunuza istediğiniz gibi davranabilirsiniz, bir ipe bağlayıp denize atabilirsiniz, duvardan duvara vurabilirsiniz, dostlarınızla dönüşümlü de kullanabilirsiniz. Çünkü o sizin para ile satın aldığınız, duyguları olmayan malınızdır. Fakat eşiniz sizin malınız değil. Ortak bir hayatı paylaşmak için devlet kurumları da tanısın diye resmi nikâh kıydığınız, inançlarınız doğrultusunda bu nikâhı pekiştirebildiğiniz, aynı yatağı ve evi kullandığınız ortağınızdır. Bu resmi veya dini nikâh, size onu bir mal gibi kullanma ve ona kafanıza esen yönde hükmetme hakkı doğurmaz.
Ancak erkek zihniyetin değiştirilmesi de hayati önem taşıyor. Olayın iki öznesi; katil ve maktul, mağdur ve fail, suçlu ve masum. Bir tanesinin bozuk kalması sonucunda özne yüklem uyumsuzluğundan yine sınıfta kalırız. Kadınların isyanı tabanlı olmalı. Eğitim, yargı ve yönetim kademelerindeki erkek zihniyetin kökten yok edilmesi gerekli. Kadınların devletten koruma isteyip, alamaması üzerine kendisinden kaçtığı erkekler tarafından öldürülmeleri, katillerin de adeta ödüllendirilmesi olayları erkek adaletin sorumluluk alanında tutuyor. Yok olmaktaki kadınların isyanı ile yok eden erkeğin değişimi birleşince kadının doğuştan maruz kaldığı bütün iğrenç geleneklerden kurtulacağız.
Nevin Yıldırım’a “ne” oldu? Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 57
TECAVÜZE REST ÇEKEN KADIN:
NEVİN YILDIRIM İlk aşaması çocuk gelin olan kadın şiddeti, psikolojik baskı ve fiziksel taciz ile tecavüzden sonra üçüncü ve son aşamasına geliyor: Kadın cinayetleri.
K
adın cinayetleri, şiddetle mücadele sonuçsuz kaldığında kadının başına gelen son şiddet olayı. Polise başvurup evine gönderilen, savcılıktan koruma isteyen kadınlar devlet yetkililerinin yalnız bırakışları ile ölüme sürükleniyor. Toplum baskısı sebebiyle anlatılamayan şiddet öyküleri cinayetler ile ebediyete gömülüyor. Türkiye’de yılın ilk altı ayı doymadan 158 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Kadınlar sığınırken, sessizlikte, pes etmişken, direnirken her an öldürülüyor. Kadınların
ölümünü erkek adalet ne yazık ki engellemiyor, ceza sistemi cinsiyetçi, ayrımcı bir katmanla bezenmiş adeta. Bu kaderci ölümlere bir alternatif Nevin Yıldırım’dan geldi. Kendisine defalarca tecavüz eden erkeği öldürüp kafasını kesen, gidişata dur diyen Nevin Yıldırım, kendisi için ön görülen müebbet cezasını savcı az bulduğu için şimdi ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanacak. Erkek katilleri, tecavüzcüleri ödüllendiren erkek adalet, kadınları cezalandırmaya devam ediyor.
Yıkanınca çıkmıyor, Nevin size bakıyor! 58 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
TEORİDEKİ FEMİNİZMİN PRA-
TİĞE DÖKÜLMESİ:
KURTULUŞ! Çocuk gelinler bizim ülkemizin bir gerçeği. Kız çocukları henüz oyuncaklarına doymamışken, henüz kadınlığın ve erkekliğin manasını kavrayamamışken evlendiriliyor. Çocukluğunu yaşayamadan önce kadın, akabinde anne oluyorlar. Kişisel ve fiziksel gelişimini tamamlamamış bu bireyler anne oldukları zaman çocuk gelin ve kadının şiddet görme oranları da artıyor. Anneliğin ne olduğunu kendi annesinden de göremeyen bu çocuklar kendi çocuklarına kendilerinde de eksik olan sevgiyi nasıl verebilirler?
G
ünümüzde en çok konuşulan, çok satılan ve güya çok önem verilen konuların başında çocuk yetiştirme geliyor. Ancak istatistikler ve anlatılan yaşanmışlıklar gösteriyor ki kişisel gelişim medyalarında verilen öneriler yeterli değil. Soyut bilgi pratiğe dökülmediği müddetçe hiçbir işe yaramıyor. Erkek egemen zihniyet, erkek adalet ve diğer bütün erkek yetkililerin çıkarları sürdürülebilir gelenekler ile her geçen gün meşrulaşıyor. Kadına yönelik şiddetin ilk adımı çocuk gelin. Erken yaşta evlendirilen bu çocuklar hayatlarının devamında da her cepheden şiddet görüyorlar. Çocuk gelinlerin olduğu iller, büyük şehirlerde şiddet gören
kadınların önüne şükür unsuru şeklinde koyuluyor. Kadınların yaşadığı şiddet; kadının cehaleti, bilgi eksikliği, isyansızlığı veya “kaderinden” ileri gelmiyor. Bu çok önemli. Ancak eğitim şart klişesinden önce ulaşılması gereken en önemli amaç erkek zihniyetini geleneklerden arındırmaktır. Kurtuluş, hepimiz için! Kadın kadına kurtuluş altın gününden öteye geçmez, mühim olan dayanışma ile hep birlikte kurtulmak, kadınların yanında erkekleri de kurtarmak! Hedefimiz sınırların olmadığı bir dünyanın, cinsiyetsiz ilişkiler ile sürdürülebilir temellerini atmak! Kadının kurtuluşu, dünyayı da kurtaracak!
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989’da benimsenip 2 Eylül1990 tarihinde yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre 18 yaşına gelmemiş her insan çocuktur. Sözleşmenin en temel dört maddesi; ayrım gözetmeme, çocuğun yüksek yararı, yaşama ve gelişme hakkı ile katılım hakkıdır.
13 yaşında 24 kişinin tecavüz ettiği N.Ç. davası on yıl sürdü. Tecavüzcülerin arasında asker, muhtar, korucu ve devlet memurlarının da bulunduğu davada NÇ’nin “rızası var” denildi, yaşı küçültüldü, 26 sanıktan 24 tanesine iyi hâl indirimi uygulandı. N.Ç.’nin avukatları tarihi bir konum kazanan bu davaya iyi hal indirimleri ve rıza saçmalığı yerine emsal bir karar bekliyorlardı. Ancak, davanın bitmesini Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Bele- N.Ç.’nin daha fazla hırpalanmaması açısınnoluk Köyü’nde, teyzesinin oğlu Faruk dan sevindirici ancak bir çocuğun tecavüze B. ile imam nikahı kıyılarak evlendiri- uğramasında rıza olduğunun konuşulmasını len 14 yaşındaki Zeynep İnan, banyoda ise üzücü olarak nitelediler. Yaşadığı kötü kendini tavana iple asarak intihar etti. olayların üzerinden on yıl geçti, on yıl aynı kabusu yaşadı N.Ç. Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 59
DOĞAYA “BAKMA” ARZUSU Yazar: Ayça Alaylı
Bütün aile toplanırdık. Bir akşam önceden hummalı bir hazırlık olurdu. Karpuzlar kesilir, ekmekler alınır, zeytinyağlılar pişirilir, kaplara konur. Yere serilecek örtüler ayarlanır, okunacak kitaplar, oynanacak kartlar… Biz çocuklar inanılmaz heyecanlı olurduk. Top aldık mı? İp aldık mı? Ertesi gün yeşile yolculuk var diye, erkenden yatardık. Doğada geçirdiğimiz o günler hiç unutulmazdı. Ağaç gölgesinde boylu boyunca serilmek, çim kokusunu duymak, dere kenarında koşmak, hayvanları veya bitkileri gözlemlemek…
Ç
oğu “şehir” çocuğunun böyle hikâyeleri vardır. Şu
altında da olsa piknik yapmaya çalışan ailelere mutlaka
anda şehirde yaşamaya devam eden yetişkinler için
denk gelmişizdir. Hatta The Washington Post’un haberi-
pikniğe, parka veya yeşil alanlara gitmek çok heyecan
ne göre koruma altındaki doğal alanları her yıl 8 milyar
verici aktivitelerdi. Şimdilerde de değişen bir şey olduğu-
insan ziyaret ediyor. Neden peki? Ne gibi amaçlarla in-
nu düşünmüyorum. İstanbul’da yaşayanlar bilebilir. Hafta
sanlar yeşil alanlara hücum ediyor? Hem de özellikle bü-
sonları veya tatil günlerinde Emirgan Parkı dolup taşıyor.
yük şehirlerde insanların “eğlencesi” için bir sürü seçe-
O kadar kalabalık oluyor ki artık park kaldırmaz hale ge-
nek sunulmaya çalışılırken, insanlar neden çocuklarını
liyor. Yol kenarlarında, küçücük yeşil alanlarda tehlike
parklara götürmeye çalışıyorlar?
60 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
C
evabı insan varlığı düşüncesinde gizli. İnsan doğadan üstün değil, onun bir parçası olduğumuz cevap niteliğinde. Doğada vakit geçirmenin, doğa ile bir olmanın yararları, çevresel ve fiziksel olduğu kadar, psikolojik ve sosyolojik açılardan mevcut. Doğada bulunmanın insan davranışında ne gibi değişiklikler yapacağını merak eden araştırmacılar bu iş için kolları sıvamış ve ilginç (?) bulgular ortaya koymuşlar. Çıkış noktasındaki sordukları soru ise şu: Doğayı tecrübe eden veya maruz kalan kişiler, kalmayanlara göre iş birliğine daha açık ve dolayısı ile sürdürülebilir kararlar alabiliyor mu? Environmental Psychology dergisinde yayınladıkları çalışmalarının bulguları bu soruya olumlu yanıt veriyor.
Çalışmada bir gruba doğa temalı bir video, diğer gruba ise New York’un oldukça “şehirleşmiş” hallerini içeren bir video göstermişler. Bu videoların ardından ise katılımcılar balıkçılık yaptıkları bir oyun oynamış.
H
er sezonda ne kadar balığı yakalayacaklarına karar vermeleri gerekiyormuş ve balıklara ulaşmak için balık başına beş sent harcamaları gerekiyormuş. Yakalanan her balık için on sent kazanabiliyorlarmış ve “okyanus” 50 balık içeriyormuş. Her sezonda da balıkların çoğalma hızı sabit kalıyormuş. Oyun sırasında katılımcılar, simülasyona karşı oynamışlar. Oyundaki simülasyon balıkçılar, aç gözlü ve kâr etme hırsına sahip kişiler yerine, işbirliğine açık ve uyumlu balıkçılar şeklinde tasarlanmışlar. Sonuç? Doğa videosunu izleyen kişiler daha az balık yakalamış ve okyanustaki sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik kararlar almışlar. Peki, şehir videosunu izleyenler? Tahmin ettiniz, daha fazla balık ve daha fazla para peşinde olmuşlar. Sonunda da okyanuslarının yarısındaki türleri tüketmişler! Yaptıkları devam çalışmalarında da bulgular aynı. Bir adım daha öteye taşıyıp, doğanın olumsuz koşullarını da işin içine sokmuşlar. Örneğin; yıkıcı bir sel senaryosu. Şehrin ne kadar güzel olduğu fark etmeksizin sonuçlar aynı olmuş.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 61
B
u çalışma tek değil. Destekleyici birçok çalışma da var. Örneğin; basitçe yeşil alanlara “sadece bakmak” bile bilişsel becerilerde büyük etki yaratıyor. Günümüzün şehirlerinde sandalyesine ve bilgisayarına mecbur bırakılan ofis insanını ele alırsak, yeşil alanlara bakma sıklıklarının az olduğunu tahmin edebiliriz. Bunun için Avrupa’daki bazı şehirler “yeşil çatıları” yaygınlaştırmaya, şehrin içindeki yeşil alanları artırmaya çalışıyor. Yeşil çatılar, binaların tepelerinde bitki yetiştirmeye olanak sağladığı gibi güzel de bir görüntü ortaya çıkarıyor. Bu, hem de fiziksel fayda sağlıyor tabii; binalar ısınmıyor, enerji harcanmasını azaltıyor, hava kirliliği azalıyor… Ama psikolojik etkileri de yadsınamaz ilginçlikte. Aynı bilimsel dergide çıkan bu çalışma da şehir içindeki bu yeşil çatılara kısa süreli de olsa bakan insanların, dikkatlerini toplama ve belirli sürelerde sürdürme becerilerinde etkisi olduğunu gözlemlemişler.
62 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
D
urum yetişkinler için böyleyken çocuklar için nasıl? Bu soru da bilimsel girişimler sayesinde cevapsız kalmıyor. Proceedings of the National Academy of Sciences’ta yayımlanan bir çalışmaya göre, okullarının içinde veya çevrelerinde yeşil alanlar bulunan çocukların bilişsel gelişimleri olumlu etkileniyor. Bu çalışma Barselona’daki 36 okulda ve 2 bin 593 çocuk ile yapılmış. Çocuklara kısa süreli bellek, çalışan bellek ve dikkat gibi bilişsel becerilerini ölçen testler uygulanmış. Çevredeki yeşil alanların orantılı olarak her birim artışı, çocukların bellek becerilerinde gelişime katkı sağlamış. Ayrıca diğer çalışmayı destekler nitelikte bir bulgu da var. Çocukların dikkat problemlerinde de azalma sağlamış. Tabii ki bilim insanları yeşil alanların fiziksel yararlarını (mesela temiz hava) ve bunların getirdiklerini (mesela çocukların daha sağlıklı beyin gelişimi) yadsımıyor, ama bu etkiler kontrol edildiğinde de psikolojik etkilerin olması küçümsenemez bir bulgu.
B
ütün bu etkilerin altında yatan esas neden ise tartışma konusu. İlk çalışmanın yazarları bu durumu “biyofili hipotezi” kapsamında ele almışlar. Biyofili terimi ilk Erich Fromm tarafından kullanılmış bir terim. Yaşayan bütün sistemlere karşı duyulan sevgi anlamında ifade edilmiş. Daha detaylı olarak ise Edward Wilson tarafından işlenmiş ve evrimsel psikoloji ile ilişkilendirilmiştir. Bu düşünceye göre biyofili, insanın bilinçaltından gelen, yaşam sistemlerine yakınlaşma arzusu veya güdüsü. Bu sayede hayatını devam ettirebilme şansı artıyor. O nedenle de yeşil alanlardan farkında olmadan da olsa olumlu etkileniyoruz ve doğa bizi cezbediyor. Görünen o ki doğa bize değil, biz ona mecburuz.
İ
nsanlık olarak hayatlarımızı ve yaşam alanlarımızı yapaylaştırdıkça da kendi doğamızı bile inkâr eder hale gelmişiz. Gittikçe betonlaşan ve grileşen şehirlerde, kendimizi geçtik, çocuklarımız mutlu olsun istiyoruz çaresizce. Doğaya “bakabilmek” bile bir lütuf haline gelmiş. Belki bütün bu bilimsel çalışmalar aklımızı başımıza daha çabuk getirmemize yardımcı olur. Bu çalışmalar ışığında şehirleri daha sürdürülebilir hale getirmenin önemini bir kez daha anlamıyor mu insan? Veya çocuklarıyla doğa gezileri yapmanın, onlara doğayı nasıl koruyacağını öğretmenin getirilerini düşünemiyor mu? Temennim, şehir planlarının bu önceliklere göre yapılması ve hatta politikaların da bunlara göre şekillenmesi. Ama umut da yok değil, doğa hayranlığını inkâr etmeyen, biyofili tanımına uyan on binlerce insan elbet var. Elbirliği ile doğaya “bakacağız.”
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 63
ÂŞIK VEYSEL: GAIA’NIN SADIK DOSTU Yazar: Engin Düz
“Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.” Mevlana
“Karnın yardım kazmayınan belinen Yüzün yırttım tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim kara topraktır…
İşkence yaptıkça bana gülerdi Bunda yalan yoktur herkes de gördü Bir çekirdek verdim dört bostan verdi Benim sadık yârim kara topraktır…”
Âşık Veysel köylüdür. Toprağı ile insanı iyi bilir ve onları iyi görür. Topraktan ve insandan hiç kötülük görmemiştir. Çiçek hastalığından tedavi edilebilir bir hasarla kurtulmuşsa da; gözüne batan şey onu tamamen kör etmiştir ama insanın hiçbir hareketi gözüne batmamıştır. Öyle ki onu terk edip giden ilk eşinin, onu başka biriyle olmak için bırakıp kaçacağını bildiği hâlde ayakkabısının içine “Bunca yıl bana emeği geçti, gideceği yerde başkalarına muhtaç olmasın” diye bir tomar para koymuştur. İnsan zaten zamanı gelince öğrenir, başkalarına kötü baktıktan sonra ne anlamı vardır ki gören gözün?
64 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 65
Çizim: Pelin Eren
Koyunlarının yanına giden anası yolda doğurur Veysel’i, toprakla ilk dostluğu böylece 1894 yılının Ekim ayında başlamış olur. O sıralar salgın olan çiçek hastalığı Sivas’ın bu köyüne kadar ulaşmıştır. Veysel’in iki kardeşi bu hastalıktan ötürü ölürler, toprağa öykünen Veysel’in de sol gözünde “çiçeğin beyi” çıkar kendi deyimiyle. Sol gözünü tamamen kaybeder, sağ gözüne de perde iner. Sağ gözünü tedavi edecek bir doktor olduğunu öğrendikten kısa süre sonra talihsiz bir olay sonucunda bu gözünün de akmasıyla görmez olur gözleri.
V
eysel’in babası deyişlerle ve türkülerle iç içe yaşam süren bir adamdır. Oğlunu avutmak için ona bir saz alır, kendisinin bildiği ve evlerine misafir olan ozanlarının söylediği türküleri öğretir ona. Babasının da arkadaşlarından Âşık Âlâ, Veysel’e saz dersleri verir. Bütün zamanını sazıyla geçirmeye başlayan Veysel, sazı kendisine alan babasını ve derdine ortak olan sazının kıymetini hiç aklından çıkarmaz.
“Sen petek misali Veysel’de arı İnleşir beraber yapardık balı Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı Ben babamı sen ustanı unutma”
66 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Veysel uzun süre kendi bestelerini yapmaya çekinir ve öğrendiği halk türkülerini söyleyerek devam eder saz çalmaya. İlk eşinden doğan ilk çocuğunun ölmesi, sonra eşinin onu bırakıp gitmesi, kalan diğer çocuğuna kendisinin bakmaya çalışması ama onun da ölmesi ve annesiyle babasının da kısa aralıklarla peş peşe ölmesi Veysel’in başına gelen üzücü olayların devamıdır. Veysel’in, hayatı ikinci evliliği ve Ahmet Kutsi Tecer’in Sivas’ta öğretmenlik yapmaya başlamasıyla beraber değişmeye başlar. Tecer ve arkadaşlarının kurduğu Halk Şairlerini Koruma Derneği’nin bir etkinliği sayesinde Tecer ile Veysel’in tanışıklığı başlar. Tecer’in yönlendirmeleri ve
D
desteğiyle kendi şiirlerini yazmaya başlar. Böylece toprağa olan sevgisini rahatlıkla dile getirebilir. Kendi gördüklerini anlatmaya başlayınca köyünden çıkıp birçok şehri gezdirecek kadar duyulur olur sesi. Sahip olmaya başladığı ün bile uzak tutamaz onu sadık dostundan. Veysel saz tutmuyorsa eğer topraktan hiç çekmez elini, bir tek meyve ağacı bile olmayan köyüne ağaçlar diker. İlk başta köylüler pek de iyimser bakmaz bu çabasına ama zaman geçip bahçesinde farklı meyve ağaçları büyümeye başlayınca herkesin fikri değişir. Dostu mahcup etmemiştir Veysel’i onu izleyen gözler karşısında.
oğduğu ilk an başlayan bu dostluk öyle derindir ki geçen zaman ve ilerleyen teknolojiyle beraber Veysel’in gözlerinin tekrar görmesini sağlayacak gelişmeler olur ve gözlerini ameliyat etmek isteyen doktorlara hiçbir zaman olumlu cevap vermez.
“ … Afyon’da oteldeyken birkaç gazeteci, bir tane doktor geldiler, gözlerini açalım dediler; istemem dedim. Sebebine gelince gözlerim açık olsaydı ben bir köyde Veysel olarak kalırdım ve bu toprağın da ne olduğunu bilemezdim, toprağın kıymetini anlayamazdım. Çünkü benim
kafamda öyle bir dünya var ki o sizin dünyaya benzemiyor. O benim kafamdaki dünya her şeyi bana gösteriyor ve ilhamımı oradan alıyor, ona göre düşünüyor meydana çıkarıyorum. Gözlerim açılırsa bu yuvayı dağıtırım tekrar bir yuva kurmama imkân yok istemiyorum “
“Bir küçük dünyam var içimde benim Mihnetim ziynetim bana kâfidir Görenler dar görür geniştir bana Sohbetim ülfetim* bana kâfidir” Doğadan gittikçe uzaklaşan insanın tek değişeni yaşama şekli olmuyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız, dokunduklarımız değiştikçe ister istemez konuştuklarımız da değişmeye başlıyor. Aklımız ve gönlümüz gibi dilimiz de sadelikten uzaklaşıyor. “Mutluluğun sırrına ermek istiyorsan eğer basit ol, basit yaşa” deniyor bir yerde ama bu sefer basitlik anlamını yitirmiş oluyor insan dilinde. Uzun ince bir yolda bütün türlerle kardeş olmak varken, kim neye/kime gücü yeterse onu bitiriyor. İnsan en güçlü oluyor, temeline kötülük döktüğü aklının fikirlerinin izinde. “Hepimiz” demeyen insan bizden uzaklaşıp “ben“ diyor, hem kendine hem de önüne gelene. Kendi bulduklarıyla kendini kendine köle yapan insan, ölüsü-
nü bile uzak tutacak kadar kopuyor topraktan. Betonlar önce toprağın üstündeyken her yerde olmaya başlıyor. Toprağa binbir isim takılıyor ama kendisi unutuluyor. Adı bazen gurbet, bazen vatan oluyor. Vatan olanın uğruna ölmek vatanın kendisinden kıymetli oluyor. Vatanın toprağı kutsaldır deniyor hep bir yerlerde, öyle olmasa duyulmazdı her gün. Vatan toprağı kutsaldır deniyor ama hepsinin üstü örtülüyor, oysa Veysel de seviyor toprağı hem de ona karışıp tekrar ondan olacak kadar. Sadık dostunun güzelliğiyle beraber, varlığının esrarının aydınlanacağını biliyor Âşık. 1973 yılının Mart ayında dostunun kollarına sonsuza kadar bırakır Veysel kendini.
“Ben öldükten sonra mezarımın üstünü taş ile beton ile kaplamayın; böcekler, bitkiler faydalanamaz bir işe yaramaz. Ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın; taş kapatır, hiç kimse istifade edemez (…) Ben orda taşın altında yatmakla bir istifadem yok, bunun için üstümü kapatmayın, vatanıma hizmet olsun” “Aslıma karışıp toprak olunca Çiçek olur mezarımı süslerim Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar Gökyüzünde dalgalanır seslerim” Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 67
Fotoğraf: Sasun Bazaryan
HER TÜRLÜ AYRIMCILIĞA KARŞI:
QUEER Yazar: Neriman Arslan
Queer teori, daha öncesinde tartışılan birçok düşünce, tartışma ve kuramın üstüne Michel Foucault ile soluk kazanıp cinsiyet kategorilerinin yeniden değerlendirilip sarsıldığı eleştirel bir teoridir. Temelinde cinsiyet kavramını, norm ve normun yarattığı normal kavramını, bunun bir sonucu olarak ötekiyi ve yabancıyı ele alır. Feminist ve LGBTİ mücadeleye karşı olmaksızın, birtakım yönlerine eleştiri sunar ve o yönleri için tamamlayıcılık görevi görür. Felsefesi itibariyle, azınlığın tarihsel sürecinde birçok toplumsal ve bireysel mücadelenin temelini oluşturmuştur. Birçok yazar ve düşünüre göre bir dönüm noktası ve olmazsa olmazdır. Önceleri LGBTİ bireyleri aşağılamak için kullanılan “queer” sözcüğü, LGBTİ mücadele sonucunda bu olumsuz anlamından sıyrılmış ve içerdiği felsefe ile gerek LGBTİ bireyler gerek “öteki” sayılan başka çevrelerce benimsenmiştir.
68 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Queer’İn Felsefesİ
C
olacaktır. Ayrımcılık ise hiyerarşiyi, alt ve üstü doğurur. Eğer bir birey veya topluluk alt olmak, ötekileştirilmek, azınlıklaştırılmak, ayrımcılığa uğramak istemiyorsa önce etiketinden ve kategorisinden sıyrılmalı ve özgürce “neyse o” olmalıdır.
insiyet kavramı, yalnızca cinsel organla bağdaşmaması sebebiyle, “olan” değil “oluşturulan”dır. Queer teori, cinsiyet kimliğinin baskıcılığını ve hem cinsiyet kavramının hem cinsel yönelimin düşünüldüğü kadar “sınırları belli” olmayabileceğini; “ne?” sorusunun baskıcı ve belirlenmiş bir soru olduğunu söyler. Queer teori, toplumsal cinsiyeti yıkar ve kişiyi özgür kılar çünkü bu teoriye göre özgürlük, eğer gerçekten özgürlükse, zincirsizdir. Bu anlamda ne heteroseksüelliğe ne LGBTİ’liğe; ne kişinin dişi veya erkek oluşuna karşıdır. Fakat bu kavramların, sıfatların -politikliği vurgulamak amacıyla kullanılmadığı sürecebirer etiketleme olduğunu, “olmak”ın sınırlarını çizdiğini ve özgürlüğü kısıtladığını ileri sürer. Bu anlamda “oluş”a değil ama her türlü kategoriye karşı durur. Kategorize etmek veya edilmek grupları ve gruplaşmaları ortaya çıkarır; “kadınlar”, “erkekler”, “eşcinseller”... Gruplar oldukça gruplaşmalar; gruplaşmalar oldukça ayrımcılık
Toplumun yarattığı “norm”lara, normdan doğan normal kavramının yapısına ve işleyişine karşı durur. “Normal” topluma ve döneme göre değişkendir. Toplumun kabulü ile ilgilidir ve özgür bir birey kendini etiketlediği veya etiketlendiği zaman farkında olarak veya olmayarak kendini bir güce “kabul ettirme”, bir “kabul görülme” çemberine dahil olur. Bu da toplumu/gücü otorite ve karar-yargı mekanizması kılar ve toplumun/ gücün böyle devamına hizmet eder. Bu anlamda her türlü “normalleşme”ye karşı çıkar, kimi örgütlerin veya mücadelelerin kendilerini “normalleştirerek” kötü kahramana hizmet ettiği ve ona dönüştüğü gerekçesiyle bu yönleriyle onları eleştirir. Çemberin dışında bırakılanı, çemberin merkezindekilerin arasına karışmasını sağlamaz; merkezi alt üst eder.
Cİnsİyet
Bİyolojİk cİnsİyet
Cinsiyet, en basit tanımıyla, erkekle dişiyi ayırt etmeye yarayan yapı özelliğidir. Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet olarak ikiye ayrılmakla birlikte tanım olarak, bu ikisinin etkileri sonucu oluşan cinsel kimliği de kimi zaman kapsayabilir.
Biyolojik cinsiyet; canlının doğuştan ve gen ba-
n
kımından er, dişi veya erdişi (interseks, hemafrodit) olma durumunu sağlayan biyolojik özelliklerdir. Buradaki cinsiyet kavramı, erkek cinsiyet hücreleri ve erkek cinsel organı ile dişi cinsiyet hücreleri ve organıyla bağlantılıdır.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 69
Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel kimliklerin hiçbirinin “doğal” olmadığını; tarihsel, kültürel ve toplumsal süreçte “yapay” olarak “oluşturulduğunu” dolayısıyla onu “oluşturan” otoriter/iktidar güce ait olduğunu söyler. Bu anlamda, herhangi bir kimlikle özdeşleşmenin bizi ne kadar kısıtladığını ve o otoriteye/iktidara oyuncak ettiğini söyler. Yani bir odanın içindesiniz ama o oda koca bir binanın içinde ve siz o odada binaya karşı yumruklarınızı savurup onu yıkacağınızı söylüyorsunuz. Ancak siz o odada olarak yine o binanın içinde olmuş oluyorsunuz; o matristen çıkmadan, o binadan çıkmadan onu yıkamazsınız, onun bir parçası olarak onu yıkamazsınız.
“Bak ben de senin gibiyim beni dışlama” politikası yerine “Ben senden olmayacağım, sana dönüşmeyeceğim. Ben senin beni konumlandırdığın yerde ve beni gördüğün şekilde değilim. Ben neysem oyum. Kimseye kendimi kanıtlamak zorunda değilim çünkü ortada doğruluğu kanıtlanacak bir yanlış yok ve ben bu matrisin içinde değilim” der ve bu politikayı güder.
LGBTİ ve Queer Q
ueer teorinin “olmak”la hiçbir problemi yoktur fakat “kimlik” bir kişinin en büyük zinciri ve kısıtlayıcısıdır. Yani homoseksüel-oluş’a değil homoseksüel kimliğe karşı durur. Bu sebeple “yabancı” ve “öteki” hatta “anormal” olan LGBTİ bireylerin yanında fakat -politik anlamı dışında- “LGBTİ” adının karşısındadır. LGBTİ örgütlenmelerinin -özgürlüklerini savunmalarına karşı olmadan- kendilerini kategorize etmelerini eleştirir. Toplum bir kadının bir erkeği sevmesini normal fakat bir erkeğin bir erkeği sevmesini anormal görüyorsa burada problem sevmek değil, kimin kimi sevdiğidir. Buradaki tanımlayıcı olan “Kim?/Ne?” sorusu kısıtlayıcı ve baskıcıdır, sınır çizer. Zira bir erkeğin bir erkeği sevmesi de bir sınırdır. Erkek de bir sınırdır. Sınırlar ve zincirler ise özgürlüğün bir parçası olamaz. Queer teoriye göre toplumun bunu anormal bellemesi ve ötekileştirmesi yanlıştır fakat o erkeklerin kendilerini erkeği seven erkek (eşcinsel,
70 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
biseksüel vb.) olarak tanımlaması da bir o kadar yanlıştır çünkü böylelikle topluma ve toplumun normal ve anormal kavramına hizmet eder, devam ettiricisi ve tetikleyicisidir. O kişilerin erkek/kadın oluşuna bakıp bir kategoriye dâhil etmek de en az o kadınları/ erkekleri anormal görmek kadar kısıtlayıcıdır. Onun yerine, bir insanın bir insanı sevme özgürlüğü önemli olandır. Queer teoriye göre verilen mücadele, buradaki örneğe göre eşcinsellerin anormal görülmesini yıkmak değil, anormal kavramını yaratan algının yıkılması üzerine olmalıdır. Mesele “Bir erkeğin bir erkeği sevme özgürlüğü” değil, etiketi önemli olmaksızın “sevme özgürlüğü”dür. Kadın, “kadın” kaftanından; erkek, “erkek” kaftanından çıkarsa zaten toplumun anormal gördüğü kadının erkek gibi hissetmesi veya erkeğin erkeği sevmesi kavramları da yıkılmış olur ve geriye özgürce adsız, etiketsiz “neysen o” olmak kalır.
“Kendi özgürlüğünü istemek diğerlerinin özgürlüğünü istemektir.” -Simone de Beauvoir
Fotoğraf: Neil Hollier (1972)
Ben Erkek Değİlİm (I’m Not a Man) -Harold Norse Ben erkek değilim. Aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara. Sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var. Ben erkek değilim. Futbolu, boksu ve arabaları sevmem. Duygularımı ifade etmeyi severim. Hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı. Ben erkek değilim. Bana verilen rolü oynamayacağım – Madison Avenue, playboy, Hollywood ve Oliver Cromwell’in yarattığı o rolü. Televizyon bana nasıl davranacağımı söyleyemez. Ben erkek değilim. Bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim. Et yemeyi bıraktım. Kan midemi bulandırır. Çiçekleri severim. Ben erkek değilim.
Askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse düştüm. Gerçek erkekler beni dövüp bana ibne dediklerinde kavgaya karışmam. Şiddetten hoşlanmam. Ben erkek değilim. Bir kadına tecavüz etmedim hiç. Siyahlardan nefret etmiyorum. Bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum. Amerika’yı sevmem ya da terk etmem gerektiğini düşünmüyorum. Bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum. Ben erkek değilim. Hiç frengi olmadım Ben erkek değilim. En sevdiğim dergi playboy değil. Ben erkek değilim. Mutsuz olduğum zaman ağlarım. Ben erkek değilim. Kendimi kadınlardan üstün görmem. Ben erkek değilim. Kasık desteği giymiyorum. Ben erkek değilim. Şiir yazıyorum. Ben erkek değilim. Barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum. Ben erkek değilim. Seni yok etmek istemiyorum.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 71
Cİnsİyet, Femİnİzm
ve Queer
Fotoğraf: Burak Avşar
F
eminizm, kadın başta olmak üzere herhangi bir cinsiyetin hiçbir fiziksel özellik veya sosyal algı sebebiyle diğerinden daha aşağıda veya üstte olmadığını söyler; buna kati suretle karşı durur. Erkeğin otorite olduğu toplumda kadın öteki olduğu için önceliği kadının, zaten sahip olduğu ama suistimal edilen ve ona iade edilmesi gereken haklarını (kazanması değil!) geri almasıdır.
72 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Queer teori elbette ki feminizme karşı değildir fakat yine yönelttiği birtakım eleştiriler mevcuttur. Feminizmi özgürlüğü cinsiyete indirgeyen feminizm olarak değil, cinsiyeti yıkan ve indirgemek yerine özgürleştiren “Queer Feminizm” olarak savunur. Kadının, erkeğin ve tüm cinsiyetlerin gerçek eşitliğini savunmak için önce kadının, erkeğin ve tüm cinsiyetlerin “kategori” olarak ayrılmasını ortadan kaldırmak gerekir.
B
u anlamda cinsiyetlerin kendisine değil cinsiyet kavramına karşı durur. Yani bir dişinin dişi oluşuna, bir erkeğin erkek oluşuna değil fakat “kadın” ve “erkek” adıyla yer almaya karşı durur çünkü Simone de Beauvoir’un da dediği gibi “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Queer teoriye göre; onca organ arasından, yalnızca neslin devamını sürdürme amacıyla evrimsel süreçte ortaya çıkan birbirinden farklı iki organ, kişinin seçimlerini tercihlerini ve “oluş”unu etkileyemez ve etkilememelidir. Toplumsal cinsiyet sebebiyle ortaya çıkan cinsiyet eşitsizlikleri feminizmin temasıdır ve queer teori de bu eşitsizliklerin olmaması gerektiği konusunda hem fikirdir fakat bunun kadını erkeğin seviyesine(!) taşımakla değil, toplumun yarattığı o kadın ve erkek kavramlarını yıkmakla mümkün olacağını söyler. Kadının kadın olmayı bırakıp özgürleşmesi, erkeğin “erkek adam(!)” olmayı bırakıp özgürleşmesi gerekmektedir.
Queer Feministlerden biri ve “Cinsiyet Belası”nın yazarı olan Judith Butler, kadınların erkeklere oranla eşitsizliklere maruz kalmasıyla mücadele edilmesi gerektiğini ancak bunun toplumsal cinsiyet kategorilerine dahil olarak mümkün olmayacağını söylüyor ve bu konudaki düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor: “Çünkü bu kategoriler kendi içlerinde bir baskı ve düzenleme türü olarak işliyor. Bu yüzden, biz ‘kim kadın’ ya da ‘kim erkek’ diye sorduğumuzda, bazen kendilerini farklı kategorilerde tanımlayan ya da tanımlama arzusu olan insanları dışlamış oluyoruz.” Bir kategori, ne kadar barışçıl olursa olsun “kategori” haliyle bir başka “kategori”yi dışlar, kategori oldukça bu matristen çıkmak mümkün değildir demek istiyor ve güya karşı durduğu dışlama, ötekileştirme çemberinde yer aldığını; kategori olmadığı sürece dışlamanın da mümkün olmadığını söylüyor.
Toplumsal cİnsİyet
Cİnsİyet kİmlİğİ
Toplumsal cinsiyet ise anne karnında oluşan biyolojik cinsiyete karşılık, doğduktan sonra edindiğimiz hatta bize “edindirilen” cinsiyet kavramıdır. Kişinin içinde yaşadığı toplum ve kültürün, o cinsiyeti nasıl tanımladığı ve ona hangi rolleri biçtiğiyle ilgilidir. Dişi veya erkek doğan bir bireye biçilen kaftandır. Yani bireyin biyolojik cinsiyetine, organına göre, doğumundan itibaren tüm yaşamı boyunca nasıl giyineceğine, yürüyeceğine, konuşacağına hatta güleceğine, neleri seveceğine, kullanacağına, nelerle ilgilenip uğraşacağına toplum tarafından karar verilmesidir. Bireyin içinde yaşadığı topluma göre değişkenlik gösterir ve birey doğumundan itibaren hayatının her anında medya, eğitim ve iş hayatı, akraba gibi çevreler vb. yollarla bu sosyal rollere maruz bırakılır.
Cinsiyet kimliği, kişinin biyolojik cinsiyetinden ziyade kendisini ait hissettiği cinsiyete ilişkin kimliği ifade eder. Dişi veya erkek cinsel üreme organından hangisine sahip olduğu gözetilmeksizin kişinin kendini kadın veya erkek oluşla özdeşleştirmesidir. Bu, tamamıyla kişinin benlik algısıyla ilgilidir, asla ilgi duyulan cinsiyetle değildir. Yani kişinin kadından mı erkekten mi hoşlandığı değil, kendisini kadın mı erkek mi olarak gördüğüyle ilgilidir. Cinsiyet kimliği, vajinası olan bir kadının yine kendini kadın olarak görmesi gibi kimi zaman biyolojik cinsiyetle örtüşürken kimi zaman örtüşmez. Örtüşmesi de örtüşmemesi de normal veya anormal değildir. Dünya Sağlık Örgütü’ne ve çoğunluk tarafından kabul gören olguya göre bir hastalık veya psikolojik bir sorun da değildir.
Cinsel yönelim nedir?
Cinsel kimlik nedir?
Cinsel yönelim, kişilerin herhangi bir cinsiyete karşı duygusal veya cinsel çekim hissetmesidir. Dışarıdan anlaşılır bir şey değildir, davranış veya görünüşten kaynaklanmaz. Cinsel yönelim; cinsiyet kimliği, biyolojik veya toplumsal cinsiyet özellikleriyle ilişkili değildir. Çevresel, duygusal, hormonal ve biyolojik faktörler sonucunda açığa çıkabilir ancak temel bir sebebi yoktur; kişinin yetiştirilme tarzı gibi sebeplerle ortaya çıkmaz. Yönelimlerin hiçbiri diğerinden daha kalıcı, daha doğal, daha sağlıklı, daha üstün veya daha “normal” değildir. Kişinin yeteneklerini ve işlevselliğini etkilemez. Ön yargı veya yanlış bilgilendirmeler sebebiyle içinde bulunulan sosyal yapılar kişiler için sosyal sorunlar ortaya çıkarabilir.
Cinsel kimlik, cinsiyet kimliğinden daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Kişinin, cinsel yönelim hissettiği kişilerle ilgili kendisini nasıl tanımladığıdır. Bireyin cinsel eğilimlerini, dış görünüşünü ve bunların toplum içindeki yansımasını da içerir. Bir kişinin biyolojik cinsiyeti dışarıdan kimi zaman gözlemlenebilir fakat cinsel kimlik kişinin hissettiği içsel bir durumla ilgili olduğundan cinsel kimliği dışarıdan anlaşılamaz.
73 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
GÜNEY KUTBU VE AURORA BOREALİS Yazar: Sasun Bazaryan
74 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
K
uzey kutup dairesi yakınlarında gözüken bu eşsiz doğa olayına gökbilimciler Latince “Kuzey Işıkları” anlamına gelen Aurora Borealis adını vermiştir. Dünya’nın manyetik alanının en kuvvetli olduğu yer olmasından ötürü Güneş’ten gelen kozmik ışınımlar ve güneş rüzgarları kutuplarda manyetosferimize kapılıyorlar. Sonuç olarak da bu eşsiz görüntü açığa çıkıyor. Yılda birkaç defa gerçekleşen Güneş püskürmelerini takip eden birkaç günde ise Aurora Borealis, normalden altı kat daha göz alıcı gözükebiliyor. Ancak bu durumda; püskürme sırasında yıldızımızın ortalama bir günde uzaya saçtığı enerjiyi bir saniyede yoğunlaştırıp savurması, gezegenimizdeki iletişimin ve güç şebekelerinin olumsuz etkilenmesine sebebiyet verebilir. Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 75
KENDIN YAP! Yardımını güneşten alan fırın Yazar: Pelin Aydın
Başka bir dünya her zaman mümkün. Elektrik olmadan yemekler pişirmek kulağa ne kadar da hoş geliyor. Üstelik ihtiyacımız olan tek enerji kaynağı Güneş! Güneş enerjisi ile çalışan bu fırınlara “solar fırın” da deniyor. Üç adet solar fırın çeşidi var: Panel, parabolik ve kutu fırınlar.
Panel fırınlar, kenarlarındaki yansıtıcılar sayesinde güneş ışığını ortasına koyduğumuz tencereye yansıtarak pişirme işlemini gerçekleştirir. Parabolik fırınlar çanak antenlere benziyor. Güneş’ten aldıkları ışınları orta noktada toplayıp pişirme işlemini gerçekleştiriyor.
76 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Afrika’da elektrik olmayan yerlerde parabolik fırın çok yaygın durumda. Yıllardır kendi yaptıkları güneş enerjili fırınlarla yemeklerini hazırlıyorlar. Gelelim yapımı kolay, en kullanışlı kutu fırına. Kutu fırınların sıcaklığı ortalama 150 dereceye kadar çıkabiliyor.
Malzemeler: Orta kalınlıkta mukavva plakalar Eski dergi veya gazete kâğıtları Siyah duvar kâğıdı Cam veya mika Ayna veya reflektör 4 adet tekerlek (dayanıklısından) Matkap, çekiç, vida ve çiviler
Hazırlanışı: İlk olarak mukavvalarımızdan iç içe geçebilecek iki adet kutu yapmamız gerekiyor. İçeride kalacak kutunun iç kenarlarını siyah duvar kâğıdı ile kaplayıp büyük kutunun içine yerleştiriyoruz. İç içe yerleştirdikten sonra kenarlarda kalan boşluklara dergi ve gazete kâğıtlarını dolduruyoruz. Böylece ısı yalıtımını sağlamış olacağız. Cam veya mika gibi bir malzemeden dışta kalan kutumuza uygun kapak yapıp bir noktasından monte ediyoruz. Sıra Güneş ışığını alabileceği ayna veya reflektörümüzü kutumuza sabitlemekte. Alüminyum folyo ile kaplanmış plakalar da işimizi görebilir. Fırınımız hazır! İsterseniz kutuların alt kısmına tekerlekleri monte edebilir, fırını daha kolay hareket ettirebilirsiniz. Pişirme esnasındaki tencere tava kalıplarında ve koyu renkleri tercih ederseniz ısıyı daha çabuk çekeceği için lezzetli yemeklerinizi daha kısa sürede yapabilirsiniz.
Gaia Dergi • Temmuz 2015 • 73
YEŞIL MUTFAK Burger yemeyi hangimiz sevmeyiz ki! Ekmek arasında kolay tüketilen, işyerine, pikniğe ve gezilere götürmekte zorluk çıkarmayan bir kültürdür burger kültürü. Ne yazık ki henüz ülkemizde vegan gıdaları servis eden mekânlar oldukça az. Sadece vegan ürünler satan restoranlar ise bir elin parmaklarını geçmez. Vegan burgerlerde çeşit o kadar bol ki hangisini yiyelim diye düşündüğümüzde kararsız kalabiliriz. Vereceğimiz iki tarifi siz de deneyebilir; besin deposu, enerji küpü burgerleri siz de tadabilirsiniz.
ISPANAKLI VEGBURGER Yazar: Selma Çam
Malzemeler: 4 adet hamburger ekmeği Yarım su bardağı nohut Çeyrek su bardağı doğranmış kuru soğan 1 su bardağı körpe ıspanak 2 çorba kaşığı ay çekirdeği içi Çeyrek su bardağı kepekli un Yarım su bardağı kepekli ekmek içi kırıntısı 1 yemek kaşığı zeytinyağı Yarım yemek kaşığı soya sosu 1 çay kaşığı kekik 1 çay kaşığı paprika baharat 1 tutam tuz, bulabilirseniz deniz tuzu 1 tutam taze çekilmiş karabiber
Hazırlanışı: Nohut ve soğanı mutfak robotundan geçirin. Sonra mutfak robotuna ıspanak yapraklarını, zeytinyağı, soya sosu, kekik, paprika ve ay çekirdeğini de ekleyerek çekmeye devam edin. Unu, tuzu, karabiberi ve ekmek içini de son olarak ekleyerek bir tur daha mutfak robotunu çalıştırın. Ellerinizi ıslatarak köfteleri burger köftesi haline getirin. Tavaya biraz zeytinyağı koyup ısıttıktan sonra, köfteleri arkaları ve önleri güzelce pişecek şekilde 6-8 dakika pişirin. Şimdi artık ekmeğinizin arasına istediğiniz süslemeyle birlikte koyup yiyebilirsiniz.
78 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
YEŞIL MUTFAK PANCARLI VEGBURGER Yazar: Selma Çam
Malzemeler: 1,5 bardak pişmiş ve soğutulmuş kahverengi pirinç (bulgur da olur) 1 bardak pişmiş ve soğutulmuş yeşil veya kahverengi mercimek 1 bardak parçalanmış pancar Yarım çay kaşığı tuz Karabiber Bir çay kaşığı ufalanmış kekik Yarım çay kaşığı iyice ufalanmış rezene 1 çay kaşığı hardal 3 yemek kaşığı küçücük doğranmış soğan 2 baş iyice dövülmüş sarımsak 2 yemek kaşığı tatlı badem yağı Yarım bardak ufalanmış ekmek Tavayı yağlamak için ise zeytinyağı
Hazırlanışı: Pancarları soyun ve mikserden geçirip kenara ayırın. Daha sonra ise kahverengi pirinç ya da bulgur kullandıysanız bulguru, mercimekle birlikte mikserden geçirin. Karışım iyice birbirinin içerisinde dağılana kadar işlemi devam ettirin fakat tam lapa gibi de olmamasına özen gösterin. Şimdi bu malzemelerle diğer bütün malzemeleri bir karıştırma kabına alarak bir iki dakika temiz ellerinizle yoğurun. Yoğurduğunuz karışımı birkaç dakika buzdolabında bekletin. Daha sonrasında tavanızı biraz ısıtın ve içerisinde zeytinyağını gezdirin çünkü şimdi burgerlerimizi kızartacağız. Burgerleri yuvarlak plaka haline getirmek için el becerinizi veya disk şeklindeki herhangi bir kalıbı kullanabilirsiniz. Burgerleri 12 dakikaya yakın bir süre boyunca arkası önü iyice kızaracak şekilde pişirdikten sonra burger ekmeğinin arasına alın. Yeşilliklerle de süsleyerek burgerinizin görüntüsüne ve lezzetine eklemelerde bulunabilirsiniz
80 • Gaia Dergi • Temmuz 2015
Eylül 2015’te
çocukların okulunu
açıyoruz Ekolojik dengeye saygılı, alternatif eğitim yöntem ve tekniklerini kullanan, özgün finansmanla yönetilen, ticari kâr amacı gütmeyen ve katılımcı demokrasiyle yönetilen BAŞKA BİR OKUL MÜMKÜN!
www.bbomankara.org /meraklikediler @meraklikediler @meraklikediler
Gaİa Dergİ’yİ sosyal medya üzerİnden takİp edebİlİrsİnİz. /gaiadergi
@gaiadergi
@gaiadergi
www.gaiadergi.com
/gaiadergi