/130
端n
e t e z r ive
zete
12 Kasım 2015 Sayı: 130 Genel Yayın Yönetmeni Cenk Bonfil Yazı İşleri İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç Yazılar Cenk Bonfil, İrem Koca, Sezin Katalon,
ANTİKA” FESTİVAL
Sırma İshakoğlu Ön ve Arka Kapak: Sedef Akalın Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon
BİRAZ CAZ, BOLCA KEYİF İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59
/ifbilgi
@ifbilgi
LONDRA’DA HAYATTA KALMA REHBERİ - 1
“BEĞENİ”DEN ÇOK DAHA FAZLASISIN!
Sokaktaki adamı, yoldaki kadını, şiire büyüyle taşıyan şair; yıllar geçtikçe dizelerin kaybolmuyor, anılarımızla tekrar canlanıyor ve hatta çoğalıyor sanki. Söylediğin gibi şimdi ‘hangimiz bilir senin kadar karpuzdan fener yapmasını” Gittiğinden beri saygı, hasret ve şiirle anıyoruz.
4
Antika” Festival Beyoğlu Belediyesi’nin düzenlediği Antika Festivali 3-15 Kasım tarihleri arasında Tepebaşı’nda ziyarete açık olacak / Yazı ve fotoğraflar: Sırma İshakoğlu Antika, bir tutkudur. Yaşanmışlıklarını seven de vardır, yatırım olarak gören de. Koleksiyonerliğin baş tacıdır ve koleksiyonlara sınırsız alternatif üretir. İnsanların geçmiş yüzyıllarda evlerine aldıkları dekoratif ya da kullanım amaçlı objeler günümüzde daha da kıymetleniyor. Bu obje markalarının başını Alman markası Meissen çekiyor. Fransa’da bir bölge olan Limoges porselenleri, Macar markası Herend ve İtalya’nın Capo di Monte’si de değerli markalardan. Antika bir objeye baktığınız zaman hangi bölgeye ve hangi markaya ait olduğunu, hangi yüzyılda yapıldığını tarzından anlayabiliyorsunuz. En önemlisi de altındaki imza niteliğindeki damgalar. Bu damgalar aynı zamanda objenin
değerini de arttırıyor ve antika meraklıları aradıkları parçalarda özellikle bu damgalara dikkat ediyorlar. Osmanlı’dan günümüze kalanlar dışında antik porselen, mobilya ve cam Avrupa’da üretildiğinden Türkiye’de antika merakı daha azdır. Yine de Beyoğlu Belediyesi bu yıl İstanbul’daki 36 antikacıyla antika severleri buluşturan bir festival düzenliyor. Bu festivalde antika satışının yanı sıra sanat tarihi profesörleri ve hattat sanatçılarının da bulunduğu söyleşiler gerçekleştirilecek ve çok sayıda mezat yapılacak. Festivaldeki antika objelerin değeri 5 TL ile binlerce lira arasında değişiyor. 5 TL’ye eski bir fotoğraf ya da eski tip bir çakmak da alabiliyorsunuz, 15.000 TL’ye
5
6
antika bir kapı da. Bütün dükkanlarını minik standlara taşıyamadıklarından, özellikle aradığınız bir koleksiyon parçası varsa antikacılarla konuşuyorsunuz ve istediğiniz parçalar ellerindeyse ertesi güne getiriyorlar. Bir şey almayı düşünmeseniz bile hem objeleri hem de mezatı seyretmek ve onların hikayelerini öğrenmek bile güzel. Bavulların içine yığılmış eski kartpostalları, fotoğrafları ve aşk mektuplarını karıştırmak hazine aramaya benziyor. Festival, 8 Kasım’da bitmesi gerekirken yoğun ilgiden dolayı ayın 15’ine kadar sürecek. Bu ilginç festivali gezmek için son üç gün, kaçırmayın derim!
7
8
9
Biraz Caz, Bolca Keyif
“Bir gün bizim evin karşısında uygunsuz bir yapı yapılıyordu ve ben vincin altına oturup tek kişilik bir protesto yaptıktan sonra bunun yapılmasını engellemiştim ve pijamalarımlaydım. Demek ki ‘bunun oluru yok’ diye düşünmeyip denemek lazım.” / Cenk Bonfil Başak Yavuz’la öğretmenim olarak tanıştım ilk. “Şarkı Yazımı” dersini geçen sene, sadece cüret ederek, konu hakkında piyanodan bildiğim sınırlı nota bilgisi dışında hiçbir temelim olmadan, ilgimi çektiği için aldım. Müzik konusunda yaptığım en zor ve en doğru işlerden biri olduğunu, ilk şarkımı güç bela, bin bir destekle yazdıktan sonra anladım. Geçtiğimiz yaz albümünü aldım, böylece bir kez daha, bu sefer müzisyen olarak tanıştım. Things”, dürüst konuşuyorum, yazın en çok dinlediğim albüm oldu sanırsam. Yine dürüstüm, bu kadarını beklemiyordum bu albümden. Sanırım müzisyenleri çok tepeye bir yere koyduğumuz, şahsen tanıdığımız müzisyenleri ise müzisyen değil de “insan” olarak tanıdığımız için beklemiyordum. Bu sebeple ikinci kere, bu sefer müzisyen olarak tanışmak çok iyi oldu Başak Yavuz’la. Daha sonra Grammy’de jüri üyesi
olduğunu öğrendim. Artık onu derginin bu sayfasında ağırlamak kaçınılmaz olmuştu. Açık Radyo’daki “bi’ şarkım var” programından önce buluştuk. Şansa bakın ki onu radyonun kapısında, müzik eleştirmeni Naim Dilmener’le birlikte yakaladım. Sohbetlerini istemeyerek yarıda kesmek zorunda kaldım ve biz, program saati gelip o haftaki konuğu Robert Schild’i karşılamaya gidene kadar, gayet keyifli bir muhabbete başladık. Müziğe nasıl başladınız? Siz de çoğu kişi gibi sanırsam geç başlayanlardansınız. Aslında geç başlamadım. Kariyer olarak geç başladım. Kısaca özetlemek gerekirse, müziğe ben aslında ilkokulda piyano dersleriyle başladım. İlkokul üçteydim sanırım. Solfej de çalışıyorduk, ben sonrasında gitara heves ettim. O ara rock gruplarına, Ortaçgil’e merak saldım. Bu yüzden hemen gitar öğrenmek gerekti. Birkaç akor öğreniyorsun, okul
10 grubu kuruyorsun derken şarkı yarışmalarına bile katılmıştık, güzel bir süreçti. Sonra biraz daha ciddileştim ve dedim ki kompozisyon okumak istiyorum çünkü baktım tek bir şeye ilgi duyamıyorum. “Sadece şarkı söylemek istiyorum” gibi bir durum yoktu. Kompozisyon hepsini kapsayan bir dal. Aslında güzel bir netice de elde etmiştim sınavdan ama bizimkiler bildiğimiz Türk ailesi, kendimi mimarlık okurken buldum. Daha sonra yüksek lisans tezimi yazarken, müzik terapi olsun derken Sibel Köse’nin caz vokal atölyesine başladım. Ondan sonra her şey çok çabuk ilerledi. Yani tabii ki caz vokalle kalmadı. Hemen teori de öğrenmek istedim, tekrar piyanoya başladım, tekrar bestecilikle ilgili çalışmalar da yapmaya başladım derken baktım herkesten ders alıyorum. Her akşam birine gidiyorum. Gerçekten çok kıymetli insanlardan ders aldım. En sonunda Randy Esen dedi ki sen artık Amerika’ya git. Sorduğun sorular bir şarkıcının soracağı soruların ötesinde. Bu soruların cevabını orada bulabilirsin. O yüzden git orada oku dedi. Tabii ki “Tamam o zaman, gideyim.” şeklinde gelişmedi. Bir hazırlık süreci oldu, aileyle yine bir tartışıldı, edildi. En sonunda gittim, Manhattan School of Music’te, caz performans dalında müzik master’ı okudum. Şu ana kadar yurt içinde ve dışında yaptığınız konserler, çalışmalar neler oldu? Bayağı bir şey oldu aslında. Yurt içinde zaten konser veriyordum. Yani gitmeden önce kariyerim başlamıştı. Nardis Vokal Yarışması’nı kazanmıştım. O sıra haberlerde çıkmıştı. Sıkça Nardis’te sahne alıyordum. Festivalde (İstanbul Caz Festivali) sahne alma olanağım oldu. Yurt dışına gidince yine, oradaki arkadaşlarımla olsun, hocalarımla olsun, birlikte sıkça sahne alma fırsatımız oldu. Mezuniyet sonrasında tabii Amerika’da okuyan herkes orada kalmadı. Avrupalı birçok
arkadaşım kendi memleketlerine döndüler veya Avrupa’nın başka şehirlerinde yaşama kararı aldılar. Onlarla görüşürken “gel şurada çalalım, burada çalalım” gibi gitmeli gelmeli durumlar oldu. En son Laia Genç isminde bir piyanist tarafından Istanbul Composers Ensemble kuruldu. Laia aslında Almanya’da yaşıyor. Onunla bir konser yapacağız Köln’de. Gitmişken çok sevdiğim piyanist arkadaşımın yanına Belçika’ya uğrayacağım. Belçika’da bir konser yapacağız. Yani kurduğunuz
11
ilişkilerle birlikte konserler oluyor. Bir yandan Türkiye’de de tabii devam ediyor. Geçtiğimiz sene yine İstanbul Caz Festival’den çağırdılar. Müzikte ilerlemek istediğiniz tarzın caz olduğuna nasıl karar verdiniz veya böyle bir karar verdiniz mi? Aslında kahramanlar burada çok önemli bir rol oynuyor. Derste de yapmıştık ya. Sibel Köse’yi, bunu söylemekten hiç sıkılmıyorum, sahnede dinlerken ondan o kadar çok
etkilendim ki… Karizmasından, sesinden, vokalinden, yorumundan… Sanıyorum biraz o sayede caza başladım. Öyle tahmin ediyorum. Sonra da o şekilde devam etti. Ama artık daha çok sorguluyorum, stilden bağımsız düşünmeye çalışıyorum. Caz da aslında çok geniş bir alan. Tek bir stili barındırmıyor içinde. Müzisyen ana başlığı altında çok farklı işler yapıyorsunuz. Vokal, şarkı yazarlığı,
12 aranjman, eğitimcilik, radyo programcılığı… Bu çeşitlenme nereden kaynaklanıyor ve müzikle uğraşırken karşılaşılan maddi imkansızlıkların bunda etkisi var mı? Bir seçim yapıyorsun, evet. Bir takım insanlar sadece performans yaparak hayatlarını idame ediyorlar. Bu da bir seçim. Benim kesinlikle saygı duyduğum bir seçim ama benim gitmek istediğim yol o değil. Bence bu iş çok katmanlı bir iş. Biz okulda da bunu bu şekilde çalıştık ve öğrendik. Yani herkes hayatının bir döneminde mutlaka eğitmenlik de yapar, bir döneminde mutlaka beste de yapar - ki bunu üzerine de eğitildik zaten - ve performans yapar. Ben buna bir dördüncüsünü de ekledim. Yani müziği “yaymakla” ilgili olan kısmı. Bu konuda da sağ olsun, Açık Radyo kollarını açtı. Hem bir caz programım var hem de şarkı yazarlarıyla ilgili bir programım var. Şarkı yazarları programında, birazdan ona gideceğim, stilden bağımsız davranabiliyorum. Çok daha farklı kriterlerim var. Bunları da bir şekilde programıma dağıttım, hepsini birlikte sürdürüyorum. Çok da eğleniyorum bu şekilde. Öbür türlü belki de çok sıkılacaktım. Sadece öğretmenlik yapsam veya sadece sahne alsam çok kısırlaşıyor. Sürekli aynı şeyi yapınca bir kısır döngünün içine giriyorsun ve üretkenliğin zedeleniyor diye düşünüyorum. Şimdi, “Things”. Albümünüzü Caz Festivali’nde aldım. O zamandan beri bayağı bir dinliyorum. Daha sonra içeriğiyle ilgili de soracağım ama önce, bu nasıl oldu kısaca bahseder misiniz? Öncelikle, “Things”i çok seviyorum. O konsepti çok seviyorum. Things yani “eşya”, şeyler. Aslında şey’in çoğulu eşyaymış. Beni de TRT’de bir spiker düzeltti. Hani derslerde de hep konuşmuştuk ya. Somutla soyutu anlatmak. Yani bir duygunu anlatırken sadece bir objeyi söyleyebilirsin ve o senin o anki
hissini anlatabilir. Things şarkısında da aslında evdeki eşyaları sayıyorum ve dikkat edersen o anki hayatımla ilgili olan şeyleri özetliyorum. Mesela bir yerde diyorum ki “NYC guide”. Yani New York’ta yaşayan birinin neden New York rehberi olur? Yabancıdır. “Ben aslında bu şehirde yabancıyım” diyorum ya da başka bir kitap ismi söylüyorum: “Great Philosophers Who Failed at Love”. Yani “aşkta kaybeden ünlü filozoflar”. Yani demek ki aşk hayatım çok iyi gitmiyormuş o sıralar. Aslında onu demeye çalışıyorum. Bu şekilde ipuçları veriyorum. Albümün birkaç yerinde de bu var. New York’ta yabancı olmak, yalnız olmak, veya bir şeyleri sorgulamak. İnsanın kendi benliğini sorgulaması… Albümün içinde bunlar
13
var. Tabi o sırada çok ciddi çalışıyorduk. Klasik orkestrasyon dersi bile aldım. Bir taraftan “world music” dersi alıyordum, bir taraftan klasik orkestrasyon dersi alıyordum. Hepsi harmanlandı. İlk albümde zaten öyle olurmuş, öyle söylüyorlar. Bildiğin her şeyi, içini dökermişsin. Ben de Things’de içimi döktüm. Şu anda müzikal olarak her seçimime yüzde yüz katılmıyorum ama o albümün dürüstlüğü… O kadar dürüst bir albüm ki benim için hep çok özel olacak diye düşünüyorum. İkinci albümü şimdi kaydettik. Ocak gibi basacağız. O da çok dürüst bir albüm ama Things kadar kaygısız değil. Albümde, her işte görmeye
alışık olmadığımız çok fazla enstrüman var. Türkiye’den ve Amerika’dan birçok sanatçı var. Aranjmanların da hepsi size ait. Afrikalı bir koracı da var. Yacouba Sissokko. Ben “World music” derslerinde Batı Afrika müziğiyle ilgilenmeyi seçmiştim çünkü çok hoşuma gitmişti o müzik. Bunun etkileriyle albümde mesela kalimba da var. O da bir Afrika enstrümanıdır. Bu enstrümanları da kullanmak istedim. Bunları kullanınca müzik çok zenginleşti. Sanatçı seçiminde ve aranjmanlarda bu çeşitliliği nasıl sağladınız? Kora gibi bir enstrüman kullanırken armonik olarak daha kısıtlı bir yüzeydesiniz.
14 Aslında eminim araştırılsa farklı bir şekilde kullanılır ama ben bunu yerel olarak kullanan bir insanla çalışmayı seçtiğim için o şarkı iki akor sadece. “Sen ve Ben”. Ama çok daha kompleks armonileri denediğim başka şarkılar da oldu. Mesela “Hezarfen” bunlardan biridir. Benim şarkım olmayan ama benim yeniden armonize ettiğim “Peacocks”ta da kompleks armoniler denemiştim. Bu da o sırada birlikte çalıştığım büyük üstat David Liebman sayesinde olmuştur. David Liebman’ın da ismini söylemekten, ondan bahsetmekten sıkılmam. Üç gün boyunca durmadan ondan bahsedebilirim. David Liebman’la yaptığımız kayıtlar, ondan öğrendiklerimi uyguladığım kayıtlardır. Sonrasında da çok destek oldu bana. Farklı ülkelerden insanlarla çalışmanın artıları ve eksileri neler? Kültür farklılıkları, müzikal ve kişisel olarak aranızdaki iletişim… Bence artık ülkeleri geçtik. Müzikte bir takım temel stiller vardı. Belli ülkelerin belli stilleri. Artık her şey birbiriyle karıştı. Ben öyle düşünüyorum. O insanlarla benim kurduğum bağ… Bir kayıt var diye çağırmadım bu insanları. Yıllarımı bu insanlarla birlikte geçirdim. Orada birlikte çaldık, vakit geçirdik, arkadaşlık ettik, müzik yaptık. Kimi üstadım oldu. Başka boyutta bir ilişki oluştu. Bu nedenle ülkelerden bağımsız düşünüyorum. Dinlerden de keza. Albümde farklı dinden birçok insan var. Güzel bir zenginliktir ancak. Başka ne olabilir? Onların “şu ülkeden gelmiş” olmalarının dışında insaniyet olarak bana kattıkları çok şey var. Bakış açısı. Albümün “teşekkürler” kısmında müziğin peşinden gittiğiniz için kendinize teşekkür ediyorsunuz. Oradaki “müziği” nasıl konumlarsınız? Peşinden gittiğiniz müzik nedir? Şu soruya çok benziyor: Birisini neden
seviyorsun? Eğer ben buna “Seviyorum çünkü bana kendimi böyle hissettiriyor” diye cevap veriyorsam o zaman sevmiyorumdur diye düşünüyorum. Aslında o kişiyi sana hissettirdikleri üzerinden seviyorsundur. Sen öyle hissetmek istiyorsun, o da sana öyle hissettiriyor. Bunun o kişiyle bir alakası yok. Tamamen seninle alakası var. Müziği de insanlar farklı sebeplerle yapıyor. Kimisi sevilmek, ilgi çekmek istiyor. Kimisi sahnede olmayı, herkesin ona bakmasını istiyor. Kimisi paylaşmak isteyebiliyor. Ben buna cevap veremiyorum. Müzik öyle bir şey değil benim için. Bir sebebi veya sonucu olan bir şey değil. Bir şekilde peşine düşüyorsunuz ve öyle, hipnotize olmuş veya uyurgezer bir insan gibi gidiyorsunuz ve sadece insanlarla çoğalmak istiyorsunuz. O zaman rekabeti de aşmış
15
oluyorsunuz. Hepimiz yapalım, çoğalalım. Belki radyo programcılığının da bununla bağlantısı var. Orada sürekli yeni şarkı yazarlarını tanıtıyorum. Çoğalalım, yayılalım istiyorum. Radyo programlarınızdan ve “bi’ şarkım var”dan bahsedebilir misiniz biraz da? Bununla ilgili güzel bir bağlantı oldu bu. “bi’ şarkım var” aslında bir açık sahne olarak başladı ve hala devam ediyor. Üçüncü sezon 8 Kasım’da başladı. Türkiye’de şarkı yazarlarının, illa ki popüler olması şart değil, çıkıp şarkılarını çalabileceği ve diğer şarkı yazarlarıyla tanışabileceği bir platform yok. Ben de tam olarak bunu yaratmak istedim. Yurt dışında da örneklerini görmüştüm ve çok üretken bir ortam oluyor. Tek amaç çıkıp şarkını söylemen değil, seninle aynı yolda
yürüyen başka insanları tanıman, onlarla arkadaş olman, yoldaş olman aslında. Bu da radyo programıyla şenlendi diyebilirim çünkü orada tanıştığımız şarkı yazarlarını radyoya çağırabiliyorum. Onlar için küçük bir tanıtım olabiliyor. Buna biraz belgesel gözüyle de bakıyorum. Bu yılların şarkı yazarları belgeseli. Bunları kaydetmiş oluyorum ve belki ileride bloga da çevirebilirim. Bir radyo programım daha var, “Dünyanın Cazı”. Orada da caz çalıyorum. Onun misyonla ilgili çok bir tarafı yok. Şöyle var, caz albümü çıkaran kişileri çağırabiliyorum civarımdalarsa. Sevdiğim cazları çalıyorum. Bu da her zaman çok popüler bir şey olmayabiliyor. Belki bu sayede hiç duymayacağın birini duymuş oluyorsun. Tanıtım konusunda çok başarılı olamamış birini duyma fırsatı buluyorsun.
16 Şarkıları hem İngilizce hem Türkçe yazıyorsunuz. Derslerde de hem Türkçe hem İngilizce prozodi ve dil yapıları üstünde durduk. Şarkılar neye göre İngilizce veya Türkçe oluyor? Bunun tam bir cevabı yok aslında. Aklıma öyle esiyor. Şarkıyı öyle söylemeye başlıyorsun ama genel olarak İngilizce’de derdini daha az heceyle anlatabiliyorsun. Türkçe’de daha fazla hece kullanman gerekebiliyor. Tabii bu ancak bir genelleme. Onun dışında iki dile de hakim olduğum için yazıyorum ve öğretiyorum çünkü Türkiye’de de insanlar iki dilde de şarkı yazıyor, hatta başka dillerde de. Keşke başka diller de bilsem çünkü prozodi konsepti her dilde olan bir konsept. Fransız prozodi yöntemini kullanabiliyorum. O da çok eskilere dayanıyor. Bizde de aruz var mesela ya da hece ölçüsü. Yabancı bir dilde şarkı yazmanın artıları ve eksileri neler? Bu soruyu çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Eksisi tabii ki – tahmin edeceğiniz üzere – o dil ana diliniz olmadığı için çok geniş bir kullanıma sahip olamıyorsunuz. Dili tam manasıyla kullanamayabiliyorsunuz. Çok büyük bir artısı var. Dile bambaşka bir bakış açısından yaklaşıyorsunuz. O dili ana dili olarak konuşan bir insanın hiçbir zaman aklına gelemeyeceği bir metaforu kullanabiliyorsunuz mesela. Şunu çok duydum: “Biz aslında onu öyle demeyiz böyle deriz ama senin söylediğin gibi daha mantıklı oluyor. Daha farklı oluyor.” Böyle şeyler duydum. Senin kullandığın yabancı dil dinleyicinin ana diliyse o da hiç duyamayacağı tarzda sözler duymuş oluyor ve konuya bambaşka bir bakış açısıyla yaklaşmış oluyor. Çok keyifli oluyor ama tabii biraz daha sade olabiliyor. Derslerde konuştuğumuz başka bir konu
da popülerlik meselesi. Ben konuştuğumuzdan beri bu konuyu hep düşünüyorum. Sizce kaliteden ödün vermeden popüler olmak mümkün mü? Popüler olmak kişinin elinde olan bir şey mi? Büyük kitlelere ulaşmak mümkün. Bunu yapmış insanlar var. Bir sürü insan var hem de. Mesela (elimdeki sorulara bakarak) oraya da yazmışsın. Michael Jackson. Michael Jackson vefat ettiğinde hepimiz üzülmüştük. Hepimizin sevdiği, saygı duyduğu biridir. Müzik altyapısı da çok kuvvetli biridir. Devamı neydi sorunun? Popüler olmak kişinin elinde olan bir şey mi? Tam olarak değil. Popüler olma yoluyla seçimler yapan kişiler var. Buna da karşı değilim. Hedefi oysa seçimlerini o doğrultuda yapabilir ama öyle yapmasına rağmen
17
popüler olamayabilir. Birden çok beklenmedik biri popüler olabilir. Bu biraz şansla da ilgili bir şey. Şansın da ötesinde bu işin yönetimi çok önemli. Bunu yapabilen çok fazla kişi yok. Müzisyenlerin de bu konuda pek fikri yok. PR dediğimiz şey pahalı bir şey. Tanıtımcılık yapan insanları senenin on iki ayı seninle çalışması için, hem maddi hem manevi, yanında tutabiliyorsan şansın biraz daha artıyor. Böyle bir imkanın veya vizyonun olmayabilir, şarkıların çok iyi olabilir ama kimsenin haberi yoktur. O zaman şansın azalır. Şimdi Grammy’ye geleceğim. Sonra bunu popülerlikle bağlayacağım. Nasıl başladı bu Grammy hikayesi? Şu an neler yapıyorsunuz bununla ilgili? Ben Grammy’yi iki senedir düşünüyordum. “Nasıl bir ağ acaba bu?” diye. Benim çok dışımda bir ağdı. Nasıl olduğunu çok merak
ediyordum. Bir ara hatta e-posta yazmıştım. Sanırım bir seneyi aştı. Ben bir Türk olarak “voting member”, oy veren kişi olabilir miyim yoksa sadece Amerikalılar mı olabiliyor diye. Cevap bile yazmamışlardı. Muhtemelen çok e-posta alıyorlar. Daha sonra bir gün yine kurcalıyordum çünkü bu konu benim çok ilgimi çekiyor. Bu dediğin soruları ben de hep kendime soruyorum çünkü bu biraz bilgisayarda oyun oynamak gibi bir şey. Bir gün nasıl üye olacağım diye araştırayım dedim internetten. Başvurabileceğim bir bağlantı buldum ve başvurdum. Bir takım kriterleri var. O kriterleri de karşılamışım, kabul ettiler. Bu sene de oy vereceğim. Güzel bir şey yani. Ben genel olarak böyle şeyleri hep araştırıyorum. İlgimi çekiyor, hoşuma gidiyor. Aynı sebeple bir plak şirketi de başlatıyorum. Bunun sebebi çok başarılı, çok büyük bir plak şirketi sahibi olmak değil. İşleyişi anlamak, tanımak çünkü
18
müzik maalesef odamızda yaptığımız bir şey değil. O sahneye çıkıyorsun. Başka dinamikler var. Onlara dahil oluyorsun. O dinamikler de hayatının bir parçası oluyor. İşin “iş” tarafı da bunlardan biri. Okulda bunların derslerini mutlaka alıyorsun ama gerçekten yaşamak, tecrübe etmek bambaşka bir şey. Grammy’yi de tam bu sebeple kurcaladım. Sürekli e-postalar geliyor. Tanıtım mesajları. “Şöyle bir albümüm var, bana oy verebilir misin? Böyle bir albümüm var, bana oy verebilir misin?” E-postaların içeriklerini okuyorum. Bazıları “Senin şu şarkını dinledim, şu sebepten dolayı çok beğendim.” diyor. Senden sadece bir şey istemiyor, seninle gerçekten iletişime geçmeye çalışıyor. Bu daha değer verdiğim bir şey. Michael Jackson gibi adını tarihe yazdırmış insanların ödül kazandığı bir yarışmada oy kullanıyorsunuz. Düşününce bu gerçekten çok büyük bir sorumluluk. Bu size kişisel olarak ne kazandırdı? Bana kişisel olarak şöyle bir şey
kazandırdı: Kendini sorguluyorsun. “Ben nasıl oy vereceğim?” Bunun açılımı şu: “Ben nasıl bir müziğe değer veriyorum ya da vermeliyim?” Benim bütün geçmişim, yaşadığım her şey, müzikle ilgili ya da değil, beni nasıl bir insan yaptı ve ben nasıl bir müziğe inanıyorum? İşte bu noktada benim vereceğim oy başka birinin vereceği oydan çok farklı olabilir, tam tersine hiç farklı olmayabilir. Mesela Michael Jackson gibi bir adama hepimiz oy verebiliriz. Beni çok olgunlaştırdı. Önümde dinlemem gereken çok kalabalık bir liste var. Binlerce kişilik. Burada benim duruşum önemli. Oradaki bir ismi sadece tanıyorum diye ona oy veremem. O insanları dinlemem lazım. Az önce konuştuğumuz sebeplerden dolayı, hiç duymadığımız bir insan çok güzel müzik yapıyor olabilir. Hasbelkader albümü oraya girilmiştir. Kendisi üyedir veya birini tanıyordur. Bir şekilde albümünü oraya sokmuştur ve bir sürü insan sırf liste kalabalık diye bu kişiye hiç şans vermeyebilir. Ben o kişiye şans veren kişi olmak istiyorum. Bu sayede de çok iyi müzisyenler tanıdım, dinleme fırsatı buldum. Özellikle cazda. İsmini hiç duymadığım insanlar. Önceki konuyla bağlarsak, Grammy kazanmanın veya jüri üyesi olmanın popülerlikle ilişkisi nedir veya var mıdır? Vardır çünkü az önce de konuştuğumuz gibi birçok insan tanıdığı insanlara oy veriyor, bununla uğraşmıyor olabilir veya bu konuda ilgisi olmayabilir. Bu da zaten tamamen popülist bir bakış açısının ürünüdür ve yine popülerliğe oynayacaktır o kişi. Ben herkese eşit şans verip, dinleyip popülerlikten bağımsız olmak üzere gerçekten iyi olduğunu düşündüğüm kişilere oy vereceğim. Bu kişi popüler birisi de olabilir tabii ki. Kafamda birkaç kişi var. İçlerinde popüler olan kişiler de var.
19
Böyle deyince şunu düşündüm: Michael Jackson’ın sadece popüler olduğu için oylanmış ve sadece bunun için kazanmış olması düşüncesi çok üzücü olurdu. Evet ama bunu hak etmeyen birisi değil. Ama hak etmeyen birisi olabilirdi. Olabilirdi. Ama Oscar’da da gördük, Once diye son derece düşük bütçeyle çekilmiş bir film başvurduğu sene ödül aldı. Bir sokak şarkcısının hikayesi. El kamerasıyla çekilmiş çok basit bir film. O nedenle bence Grammy jüri üyelerinin dünyaya yayılmış olması ve farklı arka planlardan gelmesi aslında çok kıymetli. Albümde, albümün Randy Esen’e ithaf edildiği yazıyor. Evet. Randy benim meleğim. Hala öyle. “Bazen hayalinizi gerçekleştirmeniz için birinin size inanması yeterlidir. Hatta bir bakmışsınız siz de kendinize inanmışsınız.” yazıyor albümde. Gençler, gerçekten istedikleri işi yapmak için – müzik veya başka bir
şey – nereden cesaret alabilirler? Kendilerine inanmak için ne yapmalılar? Herkesin böyle bir meleği olmayabilir. Evet. Umarım olur çünkü Randy olmasa yurt dışındaki okullara başvurmak aklıma bile gelmeyebilirdi. Bu özgüveni içimde hiçbir zaman hissetmeyebilirdim. Doğrudan “böyle bir şey zaten olamaz” diyebilirdim. Hayatımda, en azından kendi adıma, olamaz denen birçok şeyi inatlaşarak yaptım. Mesela, Manhattan School’a başvurup o sene mezun olan iki vokal öğrencisinden biriyim. Aslında on beş kişilik kontenjanı olan bir okul olmasına rağmen benim girdiğim sene sadece üç kişiyi almış. Bu üç kişi arasında ben vardım ve müzik okumamış biriydim. Okul yönetimi ilk başta beni kabul etmek istememişti ama hocalar bir toplantı yapıp beni mutlaka kabul etmelerini istediklerini söylediler ve ben o şekilde okula alındım. Demek ki böyle bir şey olabiliyor. Aslında kuralın dışında bir şey olabiliyor. Ben bunu denemeseydim bu hiçbir zaman olmayacaktı ya da bir gün bilgisayara oturup Grammy’yi araştırmasaydım hiçbir zaman böyle bir üyeliğim olmayacaktı.
20 Ne bileyim, sahneye çıkmaktan korksaydım bunların hiçbiri olmayacaktı. Okuduğum sene boyunca klasik orkestrasyon dersi alan tek cazcı bendim. Şarkıcı da olduğum için hoca biraz değişik davranmıştı bana. Çok ciddiye almamıştı ama ben o sınıfı birincilikle bitirdim. Aklıma hepsi gelmiyor tabii ama bu bana çok oldu ve hepsi kişisel tarihimde önemlidir. Her biri kendi Robinson Crusoe hikayem. Olmayacak bir şeye karşı direnç göstermemden olmuştur. Bir gün bizim evin karşısında uygunsuz bir yapı yapılıyordu ve ben vincin altına oturup tek kişilik bir protesto yaptıktan sonra bunun yapılmasını engellemiştim ve pijamalarımlaydım. Evde pijamalarımla oturuyordum. Demek ki “bunun oluru yok” diye düşünmeyip denemek lazım çünkü çok zor olmayabiliyor. Yani Grammy’ye başvurmak benim on beş dakikamı aldı. Bazısı daha zor, bazıları daha kolay oluyor tabii ama sizin düşündüğünüz kadar imkansız olmayabiliyor. O yüzden çok absürt şeyleri bile hayal etmekte, bolca araştırma yapmakta fayda var. Artık internette her şeye ulaşabiliyoruz. Bunu önerebilirim. Hakikatten şuursuzca bir şey denenebilir çünkü olabilir. Bence bütün keşifler de bu şekilde olmuştur. Düşünsenize, hiç olmayan şeyler keşfedildi. Birisinin aklına geliyor, acaba diyor ve yapıyor. Acaba demese, sorgulamasa hiçbir zaman yapamaz. Sorgulamak lazım, cesur olmak lazım ama bu da kaderin bir parçası. Bazıları da korkuları yüzünden bunları hiçbir zaman yapamıyor. Bazısı yapacak, bazısı yapamayacak. Yapabilenleri değerli kılan bir yandan da bu oluyor. Evet, aynen. Bence değerli olan, yapılamayan bir şeyi üstüne giderek yapmak veya gerçekten olmadığı noktada da kesip atmak.
Benim albümden çıkardığım iki şarkım oldu mesela. Çok zor oluyor onun olmadığını kabul etmek. Kaydedilmiş, çok iyi bir şarkı ama bir sebepten o olmuyor. İlk albümde de ikinci albümde de böyle şarkılar var. Belki bir gün kaydederim ama şu an yok çünkü hala bir sorun var ve çözümünü bulamadım. Böyle cebelleştiğin işlerden de çok güzel şeyler çıkabiliyor veya sırf o yaşadığın duygudan bambaşka bir şarkı çıkabiliyor. O “başarısızlık” duygusu çok güzel bir şarkıya dönüşebiliyor. Yaptım, oradan biliyorum. Başarısızlık üzerine bir şarkı yazıp başarılı olabilirsiniz o şarkıyla.
21 Son olarak, gelecekteki çalışmalardan bahsedebilir misiniz? Konserler, yeni albüm… İkinci albümü kaydettik. Şu an bu konuda çok yorgunum. Onu da burada senelerdir birlikte çaldığımız insanlarla kaydettik. Onu çıkaracağım, eşelenmeye devam edeceğim. Radyo programlarına, eğitmenliğe, bi’ şarkım var’a… Çünkü bunlara hala inanıyorum ve yapmaya devam etmem gerekiyor. Ve biraz daha kendime zaman ayırmaya çalışacağım. Gelecek planlarım bunlar. Konser var mı? 20 Kasım’da Yel Değirmeni Kilisesi’nde bir
konser var. Normalde çok çalmadığımız stilde bir konser. Davul yok mesela. Kilisenin yankısı sebebiyle. O yüzden ben de değişik şarkılar çalacağım. Normalde çalmadığım şarkıları seçeceğim. Her zaman yaptığımın dışında bir şeyleri müziğe de uygulamaya çalışacağım. Sürekli çalmadığım iki müzisyenle çalacağım mesela. Ayrıca Köln’e gideceğiz. Bakalım. Grammy’nin aday adaylarını oyluyoruz, sonra adayları oylayacağız. Onun işi var. Hepsinde başarılar. Zaman ayırdığınız için teşekkürler. Ben teşekkür ederim.
Fotoğraf: İrem Koca
22
Londra’da Hayatta Kalma Rehberi - 1 Kimisinin kopamadığı kimisinin ise duramadığı bir şehir Londra. Yağmurun çamurun, sütlü çayın, sıcacık pub’ların, bir de benim Britanya adasındaki evim / İrem Koca Üniversitedeki üçüncü yılımda (yani Erasmus’a gidebileceğim ilk fırsatta) kendimi Londra’ya, Kingston Üniversitesi’ne atmayı başardım. Erasmus benim gözümde Avrupa macerası fırsatından daha fazlası, ileriki hayatımın ön izlemesi gibiydi. Daha önce lisedeyken tatil/iş amaçlı gittiğim için zaten Londra’yı az çok biliyordum. Başta zorla gitmiş olsam da Bank, Paddington, Kensington, Southbank falan derken sokaklarda kaybola kaybola olmak istediğim yeri bulmuş ve hedefimi çoktan koymuştum. Burada yaşamam lazım. Büyük Harry Potter fanı olmamın bu hikâyedeki önemini de unutmadan belirtelim. Bütün hazırlıklar bittikten, (gitmeden önceki tüm hazırlıklar başka bir yazıda gelecek) sevdiklerimin bazılarına ebediyen,
bazılarına bir yıllığına veda ettikten ve dört buçuk saatlik korkunç bir hava yolculuğundan sonra Heathrow’a ayak bastım. Londra hikayem başladı. Harika insanlar tanıdım, güzel şehirlerde uyandım, farklı bir sürü şey denedim ve her anlamda kusursuz geçen bir yılın sonunda İstanbul’a döndüm (maalesef). Bildiğimiz, hep duyduğumuz Erasmus hikâyelerinden bir tane de ben edindim. Döndükten iki ay sonra tecrübelerimden “hayatta kalmak için şart” olan bir iki tanesini de paylaşmak istedim: Londra’da yaşayacaksanız Citymapper adlı aplikasyonu bir de Oyster’ınızı (yani oradaki akbil) yanınızdan asla ayırmayacaksınız yoksa kaybolmaya, tren kaçırmaya mahkumsunuz. Ben Heathrow’dan iner inmez
23
Fotoğraflar: İrem Koca
Kingston Universitesi’nin karşılama ekibiyle buluşup özel bir servisle yurduma götürüldüm. Ancak böyle bir imkânı olmayanların ilk işi Citymapper/Oyster ikilisini acilen edinmek. Havaalanından şehrin her yerine nasıl, ne kadar sürede, hatta ne kadara gidebileceğiniz bu aplikasyonda mevcut ve şehir içinde ulaşım için Oyster kesinlikle şart. (Oyster’ı havaalanından kolayca temin edebilirsiniz. Okul başladıktan sonra öğrenci kartı için başvurarak %30 indirimli seyahat edebilirsiniz.) Yurdunuzu/evinizi önceden ayarladınız, sıra geldi ihtiyaçların giderilmesine. Evinizi yaşanır hale getirmek için ihtiyacınız olan her şeyi Wilko, IKEA vs. gibi büyük marketlerden tutun da lokal mağazalara kadar kalite ve fiyat açısından geniş bir skalada bulabilirsiniz. Ben bütün alışverişimi öğrenci bütçesine uygunluğu bakımından Wilko’dan yapmayı tercih etmiştim. Aradıklarımın bir kısmını da (Eylül ayı boyunca üniversite öğrencileri taşınma sürecinde olduğu için) Sainsbury’s, M&S gibi gıda marketleri’nde bulmuştum. Erasmus sırasında hayatınızın üçte biri Skype yapmakla geçecek olsa da yeni edindiğiniz Erasmus arkadaşlarınızla iletişimi sağlayabilmek, WiFi olmayan alanlarda internet kullanmak için bir telefon hattı edinmeniz çok önemli. Ben başta yurdumun bana hediye ettiği “giffgaff” kontörlü hattını kullandım ancak sonra çekim gücü daha iyi olan “Three” isimli en yaygın hatlardan birine geçtim. Vodafone, O2 gibi başka alternatifler de mevcut. Banka hesabı açmak meselesi benim için açıkçası biraz zor oldu. İngiltere’deki bankalar bu işlem için size iki ila dört hafta sonrasına randevu verilebiliyor. Ben, bu durum hibemi almamı geciktireceği için yeni açılan
Fotoğraf: İrem Koca
24
Fotoğraf: Uğur Akcan
özel bir banka olan Metrobank ile anlaşıp hesap açtırmak gibi bir hataya düştüm. Müşteri hizmetlerinden banka işlem ücretlerine her şey tam bir fiyaskoydu ve Türkiye’ye havale yapamıyordum. Banka meselesi çok önemli olduğu için acele etmemenizi ve HSBC, Barclays vs. gibi saygın ve enternasyonal bankalarla iş yapmanızı öneriyorum.
Londra’da Erasmus yapacaklara en önemli tavsiyem etkili ve uyabilecekleri bir finansal plan yapmaları. Para yönetimi benim genel olarak çok zorlandığım bir konu olsa da kesinlikle bu konuda çok iyi düşünmeniz ve destek almanız gerektiğine inanıyorum çünkü sadece AB’den gelen (çoğunlukla geç, eksik gelen) hibeye dayanarak Londra’da yaşayabilmek imkânsız. Kendi tecrübeme dayanarak ailenizden destek almayı ya da hiç değilse part-time olarak çalışmayı gözden geçirin derim. Tabii ki harcamalarınız Londra içinde yaşadığınız semte, yurdunuzun kirasına, gittiğiniz okula göre değişecektir ama her halükarda dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde yaşıyor olacaksınız ve kur farkı bunu kolaylaştırmayacak. Hem de birçok Erasmus öğrencisi gibi Avrupa içinde sıkça seyahat etmek gibi bir planınız varsa ayda en az 500 pound harcamanız kaçınılmaz olacaktır. “Keşke biri bana gitmeden söyleseydi” dediğim bir diğer şey de hasta olmamak için alınabilecek tüm önlemleri alma meselesiydi. İngiltere’deki sağlık hizmetlerinin iyi olmadığını sıkça duyacaksınız. Reçetesiz ilaç almak biraz zor. Bu yüzden giderken mutlaka bunu düşünerek hazırlık yapın ve Londra’nın soğuğunu hafife almayın. Devamı diğer sayılarda.
25
26
“BeĞeni”den Çok dAHA FAzlAsIsIn! Instagram modeli Essena O’Neil’ın sosyal medyayı bırakacağını ve nedenini açıkladığı videosu interneti kasıp kavurdu! / Sezin Katalon Essena 19 yaşında. Hayatını sosyal medya üzerinden kazanan bir model. Yani geçen haftaya kadar öyleydi. Instagram’da 500.000 üzerinde takipçisi, her fotoğrafının ya da Youtube videosunun altında binlerce beğeni ve bir de modellik kontratı vardı. Önce sosyal medyayı bırakacağını açıkladı, sonra takipçilerine nedenini anlatma gereğini duydu. “Her şeyim vardı. Hayali kurulan bir hayatı yaşıyordum” diyordu Essena videosunda. Gördüğü ilgi hoşuna gidiyor ve yaptığı her şeyi sosyal medyaya içerik üretmek adına yapıyormuş. 12 yaşında diğer kızlardan uzun olduğu için garipsenmiş ve dışlanmış. Bunun üzerine “İnsanlara kendimi nasıl beğendirebilirim?” sorusunun cevabını arar olmuş. Çok takipçisi olan insanlara hep imrenerek bakmış ve onlar gibi olması için neler yapabileceğini düşünmüş. Modellerin vücut ölçülerini öğrenip toplun standartlarına göre “güzel” olmak için elinden geleni yapmış.
Sosyal medyada ünlü olunca kendini değeli hissedeceğini ve mutlu olacağını düşünmüş. “Sayıların beni tanımlamasına izin verdim” diyor. Bu ilgi onu doyumsuzlaştırmış ve git gide daha fazlasını istemeye başlamış. Videoları daha çok görüntülendikçe, fotoğrafları beğeni aldıkça mutlu olduğunu sanmış. Aslında ne kadar yalnız olduğunun farkına sonradan varmış. Instagram’dan 2000 fotoğrafını silmiş ve bıraktıklarının altındaki yazıları da düzenlemiş. Örneğin plajda çekilen bir fotoğrafı için “Doğal gibi görünen bu
27
fotoğraf için kardeşimin, sıkılsa da beni çekmesini istedim, karnım böyle gözüksün diye o gün hiç yemek yemedim ve bu açıyı bulabilmek için çok uğraştım” yazmış. Üzerinde gördüğümüz kıyafetlerin çoğunun markaların gönderdiği ürünler olduğunu, o kıyafetleri sadece fotoğraf çekmek için giydiğini, hatta dışarıda hiç kullanmadığını söylemiş. Vermek istediği mesaj özetle şu: Sosyal medyada kendinizi kanıtlayacaksınız diye hayatı kaçırıyorsunuz, bunu yapmayın.
Essena herkesi bir haftalığına sosyal medyayı bırakmaya ve mutlu bir hayat yaşamaya davet ediyor. www.letsbegamechangers.com sitesini geçen hafta kurmuş. Artık sadece blog yazısı olarak söylemek istediklerini, şiirlerini, ilham kaynağı olarak gördüğü TED konuşmalarını ve hayattan keyif aldığı şeyleri paylaşıyor. Essena’nın bu hareketini oldukça cesur bulduğumu söylemem gerek. Hayatını sosyal medyadan yürüten birinin iş imkanlarını reddetmesi, bir kalemde fotoğrafları silebilmesi beni
28
oldukça etkiledi. Aslında herkesin düşündüğü ama dillendiremediğini açık açık söyleyebilmesi düşünülmesi gereken bir nokta. Bir fotoğraf yüklediğimizde genelde insanların beğenmesini ya da iltifat dolu yorumlar yapmasını bekleyerek yüklüyoruz. Ailemiz ya da yakın arkadaşımız olmayan birinden iltifat almak bizi tatmin ediyor bir yerde. Başkasının takdirini görünce insan kendini iyi hissediyor. Buna göre yaşamaya başlamak ve hayatını kendini en iyi şekilde gösteren fotoğraflar çekmeye
adamak elbette aşırılık olur. Essena bize çok önemli bir şey öğretiyor: Bir insanın değeri takipçi sayısı ya da aldığı beğenilerden ibaret değildir. İnsanlar konuşup paylaştıklarıyla, düşünceleriyle değer kazanırlar. Popülerlik ve dış görünüşünün beğenilmesi çok sevenin olduğu anlamına gelmez. Aksine seni yalnızlaştırır ve gördüğü ilgiyle yetinmeyen birine dönüştürür. İnsan kendi değerini sosyal medyada arar duruma gelmişse; kullanımı azaltma fikrini düşünmekte fayda var. Videosunun tamamını linkten izleyebilirsiniz: https://vimeo.com/145100063
29
e t e z r e v i n 端
zete