zete
5 Mayıs 2016 Sayı: 154 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç
YENİ DÜNYA TEHDİDİ
Yazılar Arzu Cahide Öz, Berk Özdemir, Oya Zehra Erben, Selin Süler, Tuğçe Kılınç Ön Kapak: Sedef Akalın Arka Kapak: Demet Açıkgöz
EVRENİN MERKEZİNE YOLCULUK 1: BEBEK ADIMI
Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Arzu Cahide Öz
SHAKESPEARE OYUNLARININ YERLİ YÖNETMENİ İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:
Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instagram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com
/ifbilgi
@ifbilgi
BEKARLIK MI İLİŞKİ Mİ?
“MIDNIGHT SPECIAL”
4
Yeni Dünya Tehdidi Her ne kadar gündemde olsa da insanların çok da bilincinde olmadığı Zika virüsü aslında ne kadar tehlikeli? / Selin Süler
5
6
Bugüne kadar insanları etkileyen, gündemi sarsan birçok hastalık ve virüsle karşı karşıya geldik. Bu hastalıklar yeri geldiğinde insanların psikolojisini derinden sarstı ve fazlasıyla paniğe neden oldu. Maalesef günümüzde de bu tür vakala devam etmekte. Kuş gribi, domuz gribi, H3N2 virüsü derken aslında eskiden beri var olan fakat etkisini yeni yeni göstermeye başlayan ve hızla yayılan bir virüsle daha karşı karşıyayız: Zika virüsü. Zika virüsü ilk kez 1947 yılında Uganda’nın Zika Ormanları’ndaki maymunlarda saptanmış olup insanlarda ilk olarak 1954 yılında Nijerya’da görülmüştür. Yirmiden fazla ülkeye sivrisinek ısırığıyla yayılan virüs en çok Brezilya’da insanları etkisi altına almıştır. BBC’ye
konuşan uzmanlar virüsün zarar verici çok sayıda nörolojik bozukluğa yol açabileceğini söylemiştir. Zika virüsü, Flaviviridae virüs familyasının ve Flavivirus cinsinin bir üyesidir. Bu virüs, insanlarda Zika Ateşi (Zika Hastalığı) olarak bilinen bir hastalığa yol açıyor. Özellikle gebelik için büyük bir tehlike arz ettiği, hatta doğmamış bebeklerin beyinlerinde küçülme ve ölüme sebep olabildiği söyleniyor. Ayrıca şimdiye kadar nadir de görülse ölüm riskinin de var olduğu biliniyor. Başlıca belirtilerinden bahsedecek olursak hafif ateş, kızarıklık, kas ağrısı ve göz iltihabı olarak gözlemleniyor. Hatta bu virüs nadiren sinir sistemini etkileyip felce yol açabilen Guillian-Barre Sendromu gibi hastalıklara da neden olabiliyor.
7
Zika virüsünün en fazla görüldüğü ülke olan Brezilya’nın Rio kentinde 5-21 Ağustos tarihleri arasında olimpiyat oyunları yapılacak fakat Kenya Olimpiyat Komitesi Başkanı Kipchoge Keino, Reuters ajansına yaptığı açıklamada, Zika virüsü salgın düzeyine ulaşırsa Kenyalıları oraya götürme riskini göze alamayacağını belirtmiştir. Bu nedenle ülkenin sağlık açısından güvenli olduğuna dair teminat verilmesi gerektiğini kaydetmiştir. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Sağlık Örgütü ise daha önce Kuzey ve Güney Amerika’da bu yıl 3 ila 4 milyon kişinin virüse yakalanabileceği uyarısında bulunmuş ve “Küresel Acil Durum”
ilan etmiş. Zika virüsünün şimdilik bir tedavisi ve aşısı bulunmamakta fakat aşı çalışmalarına devam edilmektedir. Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, Tropikal Afrika, Güneydoğu Asya, Pasifik Adaları ile Orta ve Güney Amerika’da bu virüsün yayılmaya devam etmesi nedeniyle bölgedeki ülkelere gidecek olan kişiler uyarılmış, hastalığın tedavisinde ise istirahat, sıvı alımının arttırılması, ateş düşürücü ve ağrı kesicilerin kullanılması önerilmiştir. Gündemi bu derece etkileyen ve hatta bütün dünyanın izleyeceği olimpiyatlara bile negatif olarak etkisini gösteren bu
8
virüsün şimdilik Domuz Gribi gibi insanları paniğe sürüklememesi ülkece içinde bulunduğumuz durumda anlaşılabilir. Virüsün Türkiye’de görülme oranı her ne kadar az olsa da Dünya Sağlık Örgütü Başkan Yardımcısı Marie-Paule Kieny, Fransa’da yapılan “Zika Zirvesi”nde virüsün önümüzdeki aylarda Avrupa’ya yayılabileceğini söyledi. Daha büyük etkilere
yol açabilecek bu tehlikenin insanlara duyurulması ve insanların bilinçlendirilmesi konusundaki yetersizlik tartışılabilir. En kötü senaryo halinde yeniden bir panik hali yaşanmaması için özellikle bir aşının geliştirilmesinin 5-10 yılı bulabileceği söylenirken buna karşı gerekli önlemler yetkililer tarafından çabucak alınmalı.
9
10
Evrenin Merkezine Yolculuk 1: Bebek Adımı İçeriye bakmayı bitirip dışarıya bakmanın zamanı / Berk Özdemir
(oort bulutu)
11 “Güneş Sistemi’nde Gezinti” yaptık. Yakınımızdaki gök cisimleri; Güneş, gezegenler, uydular hakkında epey bilgi sahibi olduk. Şimdiyse içeriye bakmayı bitirip dışarıya bakmanın zamanı geldi. Güneş Sistemi’nin sınırından başlayıp evrenin merkezine yapacağımız yolculuğun ilk adımı, bebek adımı. Güneş artık sıradan bir yıldız gibi gözüktüğünde gök cisimleri hala onun etkisi altındadır. Milyonlarca asteroit Güneş’in çevresine yayılmış ve tüm Güneş Sistemi’ni çevrelemiştir. Buna Oort Bulutu denir. Bunu hiçbirimiz göremeyiz çünkü bu gök cisimlerinin uzaklığı Dünya ile Satürn arasındaki uzaklık kadardır. Bir teoriye göre Dünya’daki yaşamı oluşturan organik maddeler ve su, göktaşlarından gelmiştir. Dünya oluşumunu tamamladıktan sonra yağmur gibi yağan bu göktaşları içindeki su molekülleriyle okyanusları oluşturmuş, yine göktaşlarından gelen organik maddeler ise okyanusların bulutları oluşturup yağmur bırakmasıyla meydana gelen fırtınalar ve şimşeklerle ilk canlıların yapıtaşlarını oluşturmuştur. Kim bilir belki de bu göktaşları Oort Bulutu’ndan gelmiştir. Neptün’ün çekim etkisine kapılan asteroitler merkeze, Dünya’nın bulunduğu yere savrulmuştur. Böylece bu asteroitler Dünya’ya çarparak okyanusları, denizleri, kahvenizdeki suyu meydana getirmiştir. Sınırdan çıktık. Şimdi yıldızlararası uzaydayız. Milyarlarca yıldız -Güneş’e benzeyen, benzemeyen- gezegenler ve onların uydularıyla birlikte. Başıboş dolaşan yıldızlar ve yıldızsız gezegenler; uzayın uçsuz bucaksız boşluğunda kaybolmuşlar. Peki şimdi nereye? Güneş Sistemi’nden sonra, en yakın yıldız sistemine. Bizden
12 4,4 ışık yılı uzaklıktaki Alpha Centauri’ye. Bu aralar bilim adamları buraya gidebilmenin hesaplarını yapıyor. Ama ilk önce ışık yılının ne olduğunu açıklamakta fayda var. Öncelikle ışık yılı bir zaman değil mesafe birimidir. Bir ışık dakikası dediğimiz zaman örneğin, ışığın bir dakikada kat ettiği mesafedir. Mesela Güneş, Dünya’dan sekiz ışık dakikası uzaklıktadır. Ayrıca bu rakamlar küçük gelebilir fakat ışık saniyede üç yüz bin kilometre yol alır. Yani burada yıllardan bahsettiğimizde bu mesafeler çok yüksek miktardadır. Alpha Centauri’ye gidebilmek için şu andaki teknolojimizle 36 trilyon kilometrelik bir yolculuk yapmamız gerekir ki şu anki teknolojimizle bu yolculuk yüz yıllık bir sürede gerçekleşir. Tabii ışık hızında gitseydik, eğer Dünya’da kalırsak ve bunu görürsek 4,4 yıl sürerdi fakat Centauri’ye
giden mekiğin içindeysek bize çok daha az –sadece birkaç hafta- sürerdi. Bu da Einstein’ın genel görelilik kuramıyla açıklanıyor. Yani bir cisim ne kadar hızlanırsa zaman, çevresinde o kadar yavaşlıyor. Alpha Centauri aslında bir yıldız değil, üçlü yıldız sistemidir. Birbirlerine kenetlenmiş bu yıldızlar, kendilerini savurur ve çekim etkileriyle tutarlar. Eğer bunların arasından geçmeye kalksaydık muhtemelen biri diğerine doğru savururdu bizi. Stephen Hawking ve bir Rus milyarder olan Yuri Milner geçtiğimiz nisan ayında projelerini açıkladı. Tablet büyüklüğünde bir gemi ve onun dört yana açılan yelkenleriyle yapılacak bu projeyle Alpha Centauri’ye gidebilmek sadece 20 yıl sürecek. Dünya’dan gönderilecek lazerlerle hızlanacak bu gemi ışık hızının
13
yaklaşık yüzde 20’sine ulaşacak. Dünya’dan 10 ışık yılı uzaklıkta yeni bir yıldız var. Çevresinde asteroitlerle, gaz ve toz bulutlarıyla yeni gezegenler oluşuyor. Güneş’ten küçük ve daha bebeklik döneminde olan Epsilon Eridani’nin çevresinde oluşmakta olan gezegenlere baktığımızda sanki kendi sistemimizin 5 milyar yıl öncesine bakıyor gibiyiz. Dünya’dan uzaklaştıkça tuhaf yerler keşfetmeye devam ediyoruz. Gliese 581 yıldızı Güneş ile neredeyse aynı yaşa sahip ve çevresinde dönen, bilinen 6 adet de gezegeni var. Onlardan biri olan Gliese 581 c bizim için çok önemli bir yere sahiptir (Gezegenler yıldızların isimlerini alırlar ve yanlarına küçük harf konur). Dünya’nın bir buçuk katı büyüklüğünde
olan bu gezegen beş Dünya kütlesindedir. Bizim için önemiyse şudur: Yüzey sıcaklığı, yıldızına olan uzaklığından dolayı 0 ila 40 santigrat arasındadır. Bu da sıvı halde su bulundurabileceği ve yüzeyinin katılaştığı anlamına gelir. Yani bu gezegen yaşanabilir bir gezegendir. Fakat burada şöyle bir sorun var: Gezegenin bir yılı sadece 13 gündür. Yani yıldızının etrafında 13 günde döner. Bu da orada yaşam olabilir mi sorusuna negatif bir etki yaratır. Güneş Sistemi kozmosta sadece bir kum tanesi. Merkeze yolculuğumuz devam ettikçe daha ilginç cisimler, yerler keşfedeceğiz. Mesafelerin idrak edilemez düzeyde olduğu bu yerlerde kaybolmayın.
14
15
Shakespeare Oyunlarının Yerli Yönetmeni Moda Sahnesi’nin sanat gündemine damga vuran oyunlarının yönetmeni; Kemal Aydoğan / Oya Zehra Erben Tiyatro yaşamına Tiyatro Stüdyosu’nda başlayan ve daha sonra Oyun Atölyesi’nde de birçok oyunun yönetmenliğini yapan Kemal Aydoğan 2013 yılında açılan Moda Sahnesi’nin kurucularından. Moda
Sahnesi’nin “Hamlet” (2013), “Bütün Çılgınlar Sever Beni” (2013), “Palyaçolar Okulu” (2013), “6 Oyuncu Yönetmenini Arıyor” (2014), “Roberto Zucco” (2014), “Parkta Güzel Bir Gün” (2014) oyunlarını yöneten Kemal Aydoğan’ın yönettiği çoğu oyun gerek oyuncuları gerek prodüksiyon açısından iddalı olsa da son marifeti Shakespeare’in “En Kısa Gecenin Rüyası” adlı oyununu uyarlamak oldu. Usta yönetmen Kemal Aydoğan ile mesleği ve yönettiği oyunlar üzerine konuştuk. Sizce oyun yönetmenin ne gibi artıları ve eksileri var? Türkiye’de oyun yönetmek zor mu? Bir geleneği yok ve yönetmenin nasıl bir iş yaptığı, nasıl tanımlandığı bilinmiyor. Bunu son dönemi dahil etmezsek genelde oyuncu da bilmiyordu. Yönetmenin şimdiye kadarki vasfı hep şöyle anlaşılmıştı: Oyuncu ezberini yapar, yönetmen de bunun üzerine, örneğin, “Bu lafı söylerken sağdan sola git”, “şimdi kapıdan çık” gibi bir takım trafik memurluğu yapar. Yönetmenliğin ayrı bir dal olduğu, onun ayrı bir eğitiminin olduğuna dair bir yaklaşım yoktu. Şimdi anlıyoruz ki yönetmenlik oyunculuktan sonra geçilecek bir aşama değil. Yönetmenlik kendine has bir meslek aslında. Oyunculuk yapması gerekmez ama
16
oyunculuk bilmesi gerekir, sahne tasarımı yapması gerekmez ama bilmesi gerekir gibi büyük bir bilgi alanı olduğunu öğrenmeye başladı Türkiye. “Bir zemin yaratıp sonra o zemine oyuncuyu ikna edip o anlamın çıkmasını sağlamaya çalışmak” diyebiliriz. Seyirciye hikayenin neden ve nasıl anlatılacağının biçimini kuran ve hatta içeriğini, anlamını üreten bir yerde duruyor. Bu yüzden daha sorumluluk sahibi bir meslek olduğu anlaşıldı. Aslında zorluğu mesleğin tanınmaması. Yönetmenliğin bilindiği yerlerde bu gibi zorluklar olmuyor tabii. Yönetmenle tasarımcı ego savaşı yapabiliyor burada ya da oyuncu ben onun istediği gibi oynamam diyebiliyor. Hatta artı eksi konusuna gelecek olursak yıllar önce bir oyun çalışırken 10 değişik oyundan 100 sayfalık fotokopi çıkarttırdım ve sonra oyunculara dağıttım çalışırken bize lazım olabilecek bilgiler diye. İçlerinden bir tanesi “bunu sen okuyacaksın çünkü senin görevin” dedi, bende “ben zaten bunu okudum, size de 100 sayfa çıkardım buradan”
dedim. Yine de oyuncu “hayır ben okumam, sen okuyacaksın” diye diretti. İşte yönetmenin işi burada zor çünkü bunu oyuncunun bilmesi gerekiyor, yönetmenin değil. Çünkü seyirci en az oyuncu kadar zeki ve işe vakıf artık. Hal böyle iken nasıl olur da seyircinin senin bu zaafını görmeyeceğini düşünürsün? Ödevini yapmak istemediği için oynarken de aynı problemi çıkarttı ve benim ondan istediğim oyunu oynayamadı çünkü oynadığı karakterin hem nasıl bir fizik hem de metafor olarak ne anlama geldiğini kavrayamadı. Bu açılardan düşünecek olursak zor. Peki, başından beri aklınızda olan bir şey miydi yönetmenlik? Oyunculuğu bu yüzden mi tercih etmediniz? Hayatın bir akışı var, yaşadıkça görüyoruz zaten. Bir de onun bildiği bir şey var. Yani hem özlerin bildiği bir şeyler var hem de hayatın bildiği bir şey var. Bazen hayatın bildiği şey kendini dayatıyor ve onun dışına çıkamıyorsun. Ben İstanbul’a geldim
17 neden yapmalıyım” diye. Belli nedenler sunuldu bana ve ikna edildim. Okulunu okumuştum bunun, o konuda bir sorunum yoktu fakat bunu yapmaya ne kadar yetkiliydim bunu bilemiyordum. Sonrasında yaptım ve yaptığım şey çevreyi tatmin etti. O günden bugüne 16 yıl geçti. Oyuncu seçimini nasıl yapıyorsunuz? Yönetmenin ön yargıları vardır. Mesela şöyle, “Hamlet kim? Neden Timur Acar değil de Onur Ünsal?” O bendeki Hamlet imgesiyle ilgili bir şey. Biraz metne göre de yapıyoruz bunu. Şöyle anlatabilirim: Helena uzun boylu ve açık renkli bir kız, Melis (Birkan) uzun boylu ve açık renkli bir kız. Bunun gibi metinden de yola çıkıyoruz. Mesela ben tipi bulmadan da yönetemiyorum. Hamlet’in Onur olduğunu bildikten sonra bir şeyler üzerine kafayı çalıştırdım. Onu bulamazsam cisimleşmiyor hikaye.
kardeşimle Ankara’dan, dediler ki “Tiyatro Stüdyosu adlı tiyatroda dekor taşınacak”, ben de sordum “ne kadar veriyorsunuz” diye. Her şey uygun olunca dekor taşımaya başladım. Sahne işçiliği yapmaya başladım. “Oyunculuk yapmak istiyorum ama burdan başlayabilirim” gibi bir düşüncem yoktu. Yalandan yapmadım yaptığım işleri. Zaten tiyatronun içinde olduğum için de çok mutluydum. Şimdi iyi ki yapmışım diyorum çünkü sahnenin her köşesinde nasıl çalışıldığına dair çok net fikirlerim var. Sonra da “sen çok iyi bir sahne işçisisin, tiyatro yöneticisi de olabilirsin” dediler çevremdekiler. Ben ilk başta bunu istememiştim ama bu işi yapan kişi işten ayrılınca yerine ben geçtim. Ben her zaman sordum “bunu
Genç bir kadroyla çalışmanın artısı eksisi nedir peki? Artısı çok fazla ama bazen dezavantaj olabiliyor. Tipe uygunluk açısından, yaşlı biri arandığında onu genç biri oynayınca orda bazen küçük şeyler bizi rahatsız edebiliyor ama onun dışında genç kadronun oynama isteği, hevesi, sahnede olma isteği çok güzel. Yaş almış oyuncular, konforu bir parça sahnede bir şey yapmamak olarak da algılayabiliyor. Halbuki oynama duygusunun azalacağı bir durum yok. Mesela bu yüzden “En Kısa Gecenin Rüyası”nda da genç bir kadroyla çalıştım. Sonuçta yoğun bir dans sahnesi var ve bunu oynayabilecek oyunculara ihtiyaç var. Shakespeare oyunlarını tercih etmenizin nedeni nedir? Shakespeare’in insanı çok iyi anlattığını
18
ve anladığını düşünüyorum. Kadim bir anlama hali diyelim. Neredeyse antropolojik bir bilgi gibi,”insan böyle bir şeydir” diyor. Yaşadığı değer dünyasıyla bugün değişmiş değil, dolayısıyla o gün yaşanılan problemler bugün de var. Yani o günkü aşk problemi bugün de var. Bunun yanı sıra çok iyi roller yaratmış da bir adam. Shakespeare insan tutsaklığını çok iyi kavramış ve tutsaklığı göstererek nasıl kurtulacağını anlatmış. Direkt nasıl özgürleşeceğini göstermemiş. Benim için çok eğlenceli bir lunapark gibi Shakespeare. Metin anlamında, oyun anlamında ve anlatma biçiminden dolayı bir lunaparkta gibi hissediyorum kendimi. Bunun için ömrüm yettiğince tüm oyunlarını yönetmek isterim. İnternette prova notlarınıza bakarken, oyunculara ödevler verdiğinizi gördüm. Bu ödevlerin verilme nedeni nedir?
Oyunu daha iyi anlamaları ve oyunla daha çok vakit geçirmeleri. Hatırladığınız bir ödev var mı? Evet var. Mesela oyuna müzik bulunması gibi. Hangi müzik bu oyunun müziği ya da hangi tablo bu rolün tablosu gibi… Soruyoruz “neden bu?” diye ve oyuncudan bunu açıklamasını bekliyoruz. Bu arada tablo üzerinden oyunu daha iyi anlamış oluyoruz. Hücrelerine kadar oyunu anlaması gerek oyuncunun. Sen nasıl kendini biliyorsan, mesela Hermia’nın da kendini bilmesi gerekiyor. “En Kısa Gecenin Rüyası”ndaki cinsellik algısı nedir peki? Yukarıda asılı olan çamaşırlar erişilmek istenen arzu olarak mı görülüyor? Orda 90 çift sütyen ve külot var yani dolayısıyla çıplak 90 kadın var ve çok tehlikeliler. (Gülüyor) Feminist bir eylem biçimi
19 çamaşırları çıkarıp atmak çünkü Hipolita amazondur. Erkeğin egemen olmaya başladığı anda başlar oyun, erkeğin o amazon kadını teslim almaya başladığında başlar. “Parkta Güzel Bir Gün” adlı oyunda politika ve komedi iç içe geçiyor. Sınır, özgürlük, birey gibi kavramlar var. Günümüzde yaşanan olaylara politik kavramlarla mı karşılık veriyor? Zaten oyun da bir sınırla başlıyor. Devletler de öyle oluşuyor, sınırla oluşuyor. Toprağa sınır koymak ne demek ki zaten. Bu oyunda da aynı: “Kurallara uymazsan yaşayamazsın.” Shakespeare kent, vatan
sınırlarını alıyor ve bunu fizik ötesi sınıra, bilinç dışı alana taşıyor. Orada hikayeyi yeniden oluşturuyor. Burada da bizim gerçekliğimizin ortasından geçiyor. Bu tutumların hepsi keyfi çünkü iktidarın şöyle bir şeyi vardır: “İktidar olmayı tanımlayan en temel özellik ‘istisna hali’” diyor Michel Foucault. Evet, anayasa böyle demiş ama ben bir kereliğine bunu bozma veya buna uymama hakkını kendimde buluyorum. “Diktatörlüğün temel özelliği istisna yaratabilmektir” diyor. Bu oyunda da o cahil sınır görevlisi sınırı çiziyor bir anda ama ne zaman istisna yaratıyor? “O kadınla beni tanıştırırsan” diyor. Çıkarları doğrultusunda, ihtiyaçlarını karşılarsa karşısındaki kişiye istisna yaratabileceğini söylüyor. Bu dünyada her şey politik zaten. Bankalar, okullar bunlara örnektir. Bu dünyada ezme ve ezilme varsa politika dışında olmak diye bir şey yok zaten. “En Kısa Gecenin Rüyası”nda ve “Parkta Güzel Bir Gün” oyununda da şive kullanılıyor. Bunun nedeni ne? Neden bazı karakterler şiveyle konuşuyor? Şiveye neden güleriz? Burada bir kibir yok mu? Biz bunu aşağılamaya, buna gülmeye ne zaman başladık? Bunu sağlayan şey “standart”. İnsanlara standart olarak öğretilen İstanbul Türkçesi. Dolayısıyla bu, standart algısının oluşturduğu bir şey. Yurttan sesler korosu mesela, türkülerin nakışını oyasını alır ve onu düz bir yapının içine sokar. Standart türkü üretmek. Sonra Neşet Ertaşı dinleyince “aa türkü farklı bir şeymiş” dedik. Yani standartın dışına çıktık. Dolayısıyla bizim bu iki oyunda da şive kullanmamızın nedeni hem rollerin kimliklerine bir atıfta bulunmak hem de bozuk olanı sahneye getirmek, standartın içinde var olmak istemememiz.
20
Bekarlık mı İlişki mi? How To Be A Single adlı film ile ne bekarlıkla ne de ilişkilerle obsesif olmayı öğreneceksiniz. / Arzu Cahide Öz Türkçe’ye “Bekar Yaşam Kılavuzu” diye çevrilen film “How To Be A Single” ile günümüz ilişkilerine ve bekarlık kavramının bizde çağrıştırdıklarına bakıyoruz. Bir romandan uyarlama olan bu film kitabın orijinal adıyla aynı adı taşıyor. “How To Be A Single” adlı kitabın yazarı Liz Tucillo, HBO dizisi olan Sex and The City’nin de yazarı. Buradan da anlayabileceğimiz gibi film, Sex and The City’nin günümüz haline benzemekte. Başroldeki oyunculardan biri Fifty Shades of Grey ile bir çok yönden eleştirilen Dakota Johanson. Filmde, Johanson’a Rebel Wilson, Leslie Man gibi isimler eşlik ediyor. Film Alice’in (Dakota Johanson) ilişkisine ara verip bekarlıkta kendini tanıma sürecini ele alıyor. Bu süreç içerisinde yan karakterlerin de ilişkilere olan bakış açılarını ve yaşadıklarını öğrenmiş oluyoruz. (Yazının buradan sonrası spoiler içerir.) Alice üniversiteden beri sevgilisi olan Josh’tan kısa bir süreliğine ilişkilerine ara vermelerini ister. Bu isteğin asıl amacı Alice’in kendini birey olarak tanımak istemesidir. Çalıştığı hukuk firmasında ilişki anlayışları birbirinden çok farklı olan Robin ile tanışır. Filmde eğlencenin asıl başladığı kısım da burası oluyor. Robin,
Alice’in aksine uzun süreli ilişkilere sahip olan veya olmak isteyen bir kadın değildir. Alice kendini günlük eğlenceye adamış durumdadır ve filmlerde gördüğümüzün aksine diğer kadınlar gibi tek gecelik ilişkilerden muzdarip değildir. Filmde hoşuma giden noktalardan biri Robin’in karakteri. Günümüzde tek gecelik ilişkilerin yüce karar vericileri erkekler olarak atfedilse de aslında durumun tam tersi yönünde de işleyebileceğini gösteriyor. Kadınların duygusal ilişkilere olan
21
22
tutuculuğunu bu karakter ile öyle bir yıktığını görüyoruz ki bu durum aslında tek gecelik ilişkilerin iki cinsin de tekeline girebileceğini gösteriyor. Öte yandan Alice’in ablası Meg’in ilişkilerden beklediği özellikler çok farklı. Meg karakteri ataerkil dünyada yaşamakta olan ama kendi ekonomik bağımsızlığını elinde tutan olgun bir kadının hayatında kimseye ihtiyacı olmadığını vurgulamak üzerine kurgulanmış fakat Meg her ne kadar bu dünyada bir erkeğe ihtiyacı olmadığını söylese de duygularını ne kadar bastırmış olduğunu görüyoruz. Meg, erkeklerin egemen olduğu bir toplumda kadının kendi başının çaresine bakabileceğini herkese göstermek ve kanıtlamak isteyen bir birey. Hayatında bir erkeğe ihtiyaç duymadığını göstermeyi o kadar istiyor ki sperm bankasından sperm alarak hamile kalıyor. Tam bu
23
olaylar gerçekleşirken hayatının aşkıyla karşılaşıyor. Meg karakteri her ne kadar toplumda özgür bir kadın olarak durmayı temsil etse de aslında kadınların bazen bu sosyal düzen içerisinde benliklerini, kadın olarak bağımsızlıklarını korumak için karşı cinsten tamamen uzaklaştıklarını gösteriyor. Gelelim başkarakterimiz Alice’e. Kendini tek eşliliğe adaması ve dünyasını bir nevi partneri üzerine kurması ile tanıyoruz onu. İstediği birçok etkinliği, yemek pişirmeyi öğrenmeyi, dağa tırmanışa gitmeyi
ve dövüş dersleri almayı hem çok istiyor hem de hayatındaki erkeklerden dolayı bunları yapmayı erteliyor. Bir noktadan sonra farkına vardığı nokta filmin sonu olsa da bizlere yalnız olmanın güzelliğini kendimizi dinleyerek ve istediklerimizi ertelemeyerek gerçekleştiğini anlatıyor. Sonuç olarak, ilişkilere bakış açıları tamamen farklı insanların gözünden bir film izlemiş oluyoruz fakat film sonunda önemli olanın yalnız olmak veya bir ilişki içerisinde olmak değil, insanın kendisini nasıl mutlu hissettiği olduğu anlatılıyor.
24
“MIdnIght SpecIal” Bilim kurgunun dramla harmanlandığı enfes bir ruh hali / Tuğçe Kılınç 66. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yarışan, senaryosunu ve yönetmenliğini Jeff Nichols’ün üstlendiği “Midnight Special”, atmosferiyle insanı büyüleyen filmlerden biri. Film, özel yeteneklere sahip sekiz yaşındaki Alton’ın biyolojik babası Roy ve babasının en iyi arkadaşı Lucas tarafından kaçırılmasıyla açılıyor. Peşlerine düşen dini tarikat ve devletle birlikte bu kaçırmanın aslında bir kurtarma olduğunu anlıyoruz ve işin içine Alton’ın annesi Sarah’nın da
girmesiyle birlikte film yükseliyor. Çoğu bilim kurgu filminde gördüğümüz aksiyon sahnelerinin bu filmde de olduğunu söyleyemeyiz fakat filmin sakin ve sessiz atmosferi insanı en çok etkileyen öğelerden biri oluyor. Bir diğer etkileyici öğe ise kesinlikle müzikler. David Wingo’nun elinden çıkan “soundtrack” sizi adeta olayların içine sokuyor. Film aslında bilim kurgu ve dramın yanında bir yol filmi. Karakterlerin amacı bir yere
25
26
ulaşmak. Karanlıkta araba yolculuğu yapmayı seven biri olarak kendimi de filmin içinde hissettiğimi söyleyebilirim. Müziklerin de bu etkide katkısı çok büyük. Filmin etkileyici yönlerinden bir diğeri ise her şeye cevap kaygısı taşımaması. Bir filmi izlerken bütün olayların neden ve sonuçlarını mutlaka bilmek isteyebilirsiniz fakat bu filmde “öyle her şey açıklanacak” kaygısı yok. Nedenlerden daha çok ruh hallerini ve duyguyu görebiliyorsunuz. Baba-oğul, ayrılmış bir çift, uzun zamandır görüşmeyen arkadaşlar arasındaki ilişkiler filmin içine sıkıştırılmış. Tabii filmin bu kadar yönünden
bahsedip oyunculara da değinmemek olmaz. Roy karakterinde Michael Shannon’ı, Lucas karakterinde Joel Edgerton’ı, Sarah karakterinde Kirsten Dunst’ı ve Alton karakterinde Jaeden Lieberher’ı izliyoruz. Oyunculuklar çok sade, başarılı. Verilmek istenen duygular ne çok abartılı ne de çok düşük olarak perdeye yansıyor. Konu olarak her ne kadar bilim kurgu işlenmiş olsa da filmin son yarım saatine kadar dramın hakim olduğu bir film izliyoruz. Her şeyin nedenini ya da filmin içindeki boşlukları düşünmeden, sadece yaşanan ruh haline kaptırılıp izlenecek bir film “Midnight Special”. Özellikle bilim kurgunun yanında yeni bir tat arayanlar mutlaka izlemeli.
27
e t e z r e v i n ü
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete