ÜNİVERZETE 156

Page 1

/156

zete

e t e z r e v i n 端


19 Mayıs 2016 Sayı: 156 Genel Yayın Yönetmeni İlgi Özdikmenli Yazı İşleri Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Tuğçe Kılınç

MARKA TANINIRLIĞI VS LOGO DEĞİŞİKLİĞİ

Yazılar Arzu Cahide Öz, Berk Özdemir, Cenk Bonfil, Dalia Kittani, İlgi Özdikmenli, Şila İpekçi Ön Kapak: Ali Güler Arka Kapak:

BREZİLYA’DA ADALET RÜZGARLARI

Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş, Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Arzu Cahide Öz

GODOT’YU NE ÇOK BEKLEDİK

GECE, BİR PAVYON VE DÖRT KİŞİ

EVRENİN MERKEZİNE YOLCULUK 3: SİYAH VE BEYAZ

KELİMELER Mİ YETMİYOR?

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin:

Twitter: http://goo.gl/4WDwpo

Facebook: http://goo.gl/jx7hxb

Instagram: https://goo.gl/JT0p59 İletişim: univerzete@gmail.com

/ifbilgi

@ifbilgi


Her aşaması İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencileri tarafından gerçekleştirilen “Joytürk Akustik’’ projesi, 13.sü gerçekleştirilen Radyo Boğaziçi Ödül Töreni’nde “En İyi Müzik Programı” ödülünü aldı! Öğrenci emeğiyle yapılan her işin ne denli zor ve aynı zamanda keyifli olduğunu Üniverzete’deki çalışma ortamımızdan biliyor ve projede emeği geçen tüm arkadaşlarımızı tebrik ediyoruz. Yarınların iletişimcileri olarak üniversitede attığımız adımların ve elde ettiğimiz başarıların daim olmasını umuyoruz. Üniverzete Ekibi


4

MARKA TANINIRLIĞI VS LOGO DEĞİŞİKLİĞİ Instagram’ın logo değişikliği çok konuşuldu, peki bu değişimin altında yatan sebepler neydi? / Arzu Cahide ÖZ Markaların hedef kitlelerini ayakta tutabilmek ve kurumsal kimliklerini hafızalara yerleştirmek için yürüttükleri birçok politika var. Marka farkındalığını yaratmak için hedef kitlelerinin aklında kalacak logolar, renkler ve isimler kullanılır. Bu yazıda ele alacağımız yönleri ise markaların, marka tanınırlıklarını hangi şartlarla sağladıkları ve bazı markaların bu şartlara kafa tutan tutumları olacak. Markaların logolarıyla bütünleşmesi

ve logonun markayı tam anlamıyla ifade etmesi büyük önem taşır. Ayrıca logo, markanın değerini ve vizyonunu anlatan en iyi araçlardan biridir. Bu yazdıklarımı göz önünde bulundurarak tüm markaların hayali olan bir durumdan söz etmek istiyorum. İnsanların, logonuzu gördükleri anda markanızın kimliğini bildiklerini düşünün, şirket ve marka sahipleri bu marka tanınırlığını elde etmek için farklı medyalardaki çeşitli kuruluşlara bol sıfırlı


5

paralar ödüyorlar. Peki global şirketler tarafından bu kadar arzulanan bir olayın ansızın zıt yönde bir değişikliğe gitmesi sizde de çelişki uyandırmıyor mu? Gelin Instagram özelinden, markaların amaçlarını ve değiştirmek istedikleri vizyonlarına birlikte göz atalım. Instagramın logosunu ve arka yüzünü değiştirmesi farklı sosyal medya kanallarında bile yankı uyandırdı, oldukça konuşuldu. Kare retro fotoğraf makinesi görünce aklımıza gelen ilk şey Instagram oluyordu. Peki Instagram’ın logosunu değiştirmesindeki amacı neydi? Hangi özelliğini, farklılığını ve vizyonunu öne çıkarmak istiyordu? İncelemeye başladığımızda benim gözüme takılan ilk nokta yeni logonun daha modern oluşuydu. Eski retro fotoğraf makinesi havasından çıkmış ve daha çok inovasyona yönelmiş olan bir Instagram ile karşılaştım. Yeni logonun renklerine baktığımızda turuncu,

sarı, mor ve pembe karşımı olan bir logo ile karşı karşıyayız. Fakat bu renklerin insanların beyninde çağrıştırdıkları anlamın ne olduğuna bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Sonuçta markanızın logosunu yani bir nevi kimliğini değiştiriyorsunuz ve psikolojik olarak bu renklerin insan beyninde ne gibi anlamlara geldiği son derece önemli bir konu haline geliyor. Instagram’ın yeni logosunu çok renkli olduğunu düşünürsek, bunun algımızdaki karşılığı çok yönlü, pozitif, eğlenceli, cesur ve sınırsız kelimelerine karşılık geliyormuş. Renklerin insanların algılarında bir farklılık yarattığını tahmin etmek zor değil ancak logolarının şekillerinin bile büyük bir öneme sahip olduğu vurgulanıyor. Instagram kare oluşuyla ne söylemek istiyor derseniz, bizlere istikrarlı ve profosyonel olduğu hatırlatmak için kare şeklini kullandığını söyleyebilirim. Tüm bunlara rağmen bir


6

markanın logosunu değiştirmesine yeterli olmayan bir örnekle karşı karşıyayız diye düşünüyorum. Asıl olarak markanın logosunu yenilemesinin sebebi; gerçekten eskiden kullanıldığı amaçla bugün kullanıldığı amacın farklı olmasında yatıyor. Instagram’ın ilk başta yola çıktığı amaç kullanıcılarına retro efektler katarak fotoğraflar paylaşmalarını sağlamaktı fakat bugün geldiği nokta ile kendi başına milyonlarca kullanıcı olan bir uygulama. İnsanların amacı da fotoğraflarını retro bir görüntüye kavuşturmak değil, artık birçok sosyal medya kanalına kafa tutan Instagram’da kendilerine ait bir nevi sanal fotoğraf albümü oluşturmak. Böyle olunca Instagram’ın neden logo değişikliğine gittiğini anlamak çok da zor değil. Başladığı noktayla bugün vardığı nokta arasında vizyon farkı oluşunca, markanın en mantıklı hamleyi yapmış olduğunu anlıyoruz.


7


8

Brezilya’da Adalet Rüzgarları Brezilya Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff’e yolsuzluk suçlamasıyla dava açıldı. Dava sonuçlanana kadar Rousseff’in görevi askıya alındı / Dalia Kittani Dilma Rousseff ismini Brezilya Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra 2013’ten bu yana gerçekleşen pek çok skandal ve protestolarla duyduk. Anlaşılan 12 Mayıs 2016 tarihinde Brezilya senatosunun verdiği kararla bu ismi daha çok duyacağız. Bütçe yasalarını çiğnemek suçlaması yöneltilen Rousseff’in görevi senatodan çıkan 22’ye karşı 55 oy ile askıya alındı. Peki nedir bu işin aslı? Arka planda neler oldu? Aslında ülkenin ilk kadın cumhurbaşkanı olan Dilma Rousseff’e karşı ilk tepkiler 2013 yılında başladı. O yıllarda hali hazırda ekonomik krizde olan Brezilya’nın “2013 Dünya Kupası” ve “2016 Rio Olimpiyatları” için yaptığı harcamalar halkın yoksulluğu karşısında büyük tepki topladı. Bunların üzerine bir de ulaşıma zam gelince halkın tepkisi sokağa sıçradı. Aslında halkın istediği basitti: Öncelik onlarda olmalıydı. Ülke prestijinde değil. 2013 yılının Haziran ayında ulaşım zammını protesto etmek için sokağa

çıkan Brezilya halkına polis şiddeti eklenince olaylar devlete karşı bir eyleme dönüştü. Bu tarihlerde bizim ise aklımıza gelen ilk olay Gezi Parkı protestoları. Hatta bence bu iki protestonun başlangıcıyla gelişimi tamı tamına aynı. “20 cent” ile başlayan protestoların polis şiddetiyle devlete karşı bir eyleme dönüşmüş olması bana “Derdimiz tek bir ağaç değil.” günlerini hatırlattı. İki eylem ne kadar benzerse benzesin sonuçları bir olmadı. Eylemler sonucunda Brezilya


9

hükümeti, metro ve otobüs ücretlerine yapılan zammın iptal edildiğini bildirdi ama sonrasında Dilma Rousseff’in “Halkımla gurur duyuyorum.” söylemi fazlasıyla alaycıydı. Bir tek ben değil Brezilya halkı da böyle düşünüyor olacak ki eylemleri olumlu sonuçlanmasına rağmen tepkileri azalmadı.Hatta bu tepkilerin 2014 Petrobras olaylarıyla iyice büyüdüğünü söyleyebilirim. Petrobras, Latin Amerika’nın en büyük enerji şirketi. Çoğunluk hissesi de hükümetin elinde.

Rousseff’in Petrobras’ın yönetim kurulu başkanı olduğu dönemde 800 milyon dolarlık yolsuzluk yaptığı ve ihale yetkililerine rüşvet verdiği iddia ediliyor. Son olarak 2016 Mayıs ayında Dilma Rousseff 2014’te yeniden iktidara geldiği genel seçimler öncesinde, kamu açığını gizlemek amacıyla bütçede usulsüzlük yapmakla suçlandı. Bunun sonucunda Rousseff’e azil davası açılmasına karar verildi. İddiaları reddeden Dilma Rousseff oturumu iptal ettirmek için Yüksek


10

Mahkeme’ye başvurdu ama başvurusu reddedildi. Rousseff’in görevinin askıya alınmasıyla Brezilya’da 13 yıldır devam eden İşçi Partisi iktidarı da son bulmuş oldu. İşçi Partisi başa gelirken, iktidarın yolsuzlukları sebebiyle destek görmüştü. Şimdi aynı suçlamaların içinde kendini bulmuş olması Brezilya halkı için ikinci bir hayal kırıklığı. Onların içini rahatlatabilecek tek unsur, ne olursa olsun hükümetin er ya da geç sorgulanıyor ve denetlenebiliyor oluşudur diye düşünüyorum. Bilinen o ki hükümetlerin sorgulanmayışı ve denetlenmeyişiyle başlayan

körü körüne bağlılık ülkeyi hızlıca geriye götürür, götürüyor da. Halkın çoğunlukçu kararıyla seçilen iktidarlar, halka zarar verdikleri noktada dokunulmaz olmamalıdır. Onları koruyacak ve dürüst çalışacak güçlere ihtiyaç vardır. Brezilya’da da bu durum geç olsa da tam böyle olmuştur. Her ne kadar Rousseff destekçileri bunu bir “demokrasi savaşı” olarak görse de bu aslında halkın kendisi için daha rasyonel kararlar verebilecek devlet sisteminin doğru getirileridir. Destekçiler olduğu kadar olayların farkında olan protestocu gruplar da var. Onlar da bu olanlar doğrultusunda sessiz


11

kalmadı. “Dilma git!” sloganlarıyla beş senedir, farkında olarak veya olmayarak, bir nevi yaşadıklarının hesabını sordular. Şu anda tam anlamıyla geleceğinde soru işaretlerinin bulunduğu Brezilya’nın ileriki günlerinin gündemi hem bizim

hem tüm dünyanın merak konusu. Dilma Rousseff’in davasının sonucu ne olur bilemem ama bu gibi adalet yapıları, hakkını arayan topluluklar umuyorum ki bastırılan adaletsiz toplumlara hem bir umut hem bir örnek olur.


12

Godot’yu Ne Çok Bekledik Şahika Tekand ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum Studio Oyuncuları, 20. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Samuel Beckett’in en önemli tiyatro metinlerinden olan Godot’yu Beklerken ile festivalin perdelerini açtılar / Yazar: İlgi Özdikmenli Fotoğraflar: Ali Güler


13

Provaları başladığı günden beri yaratım sürecini yakından takip ettiğimiz ve heyecanla beklediğimiz oyunun gösterim tarihine kadar tüm Studio Oyuncuları ile geri sayım yaptık adeta. Beklenen gün geldiğinde ise beklediğimize fazlasıyla değmişti. Bizlere bu işi bu kadar tutkuyla yapmayı hem derste, hem de sahnede öğreten tüm hocalarımıza teşekkür ediyor ve bu güzel uyarlama için onları tekrar tebrik ederek yazıma başlamak istiyorum. Şahika Hoca’nın Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi ile sahneye koyduğu oyunda, yalnızca beklemek eylemi dahi izleyicide bambaşka birçok kapı aralıyor. Kendi adıma umut ve umutsuzluğu sahneden okumanın daha önce hiçbir oyunda bu oyundaki kadar keyifli olmadığını söyleyebilrim sanıyorum. Usta yazar Beckett’in metninde var olan durağanlık ve monotoni unsurları, Şahika Tekand’ın her durağanlığa bahşettiği bir performatif nedenle ve Esat Tekand’ın sahne dekorunu oyunun

yorumuna uygun ve onu tamamlar nitelikte yalın yapması ile birlikte bambaşka anlamlar kazanıyor ve seyir zevki doruklara çıkıyor. Işık ve seslerin kullanımından, yönetmeni tanımanın/tahmin etmenin mümkün olduğu bir oyun izliyoruz. Rejinin bir metni ne denli özgün yorumlayabileceğinin kanıtlarından biridir benim için bu uyarlama. Vladimir ile Estragon karakterleri ve yaşadıkları döngü tıpkı metindeki kadar üzücü bir etki yaratıyor izleyicide. Oyuncular Onur Berk Arslanoğlu, Cem Bender, Sedat Kalkavan, Mehmet Okuroğlu ve Yiğit Özşener’in performansları oyunun yorumlanması kadar etkileyici. Ünlü tiyatro eleştirmeni Metin Boran’ın bu konuda köşesine yazdığı “Tekand’ın reji yorumuna en büyük destek kuşkusuz oyunculardan geliyor. Oyuncular abartıya ve yalana başvurmadan sahici bir yaklaşımla hareket, tavır ve sesleri ile karakterlerin iç dünyalarını, boşunalık duygusunu, tek düzeliği, iletişimsizliği, komik olma halini, sıradanlaşmış durumları, absürtün


14


15

alışılmadık eylemi olarak harekete dönüştürüyorlar. Oyuncular bir takım ruhu ile oyundaki her durumu, (anlamsızlık, mizah ya da ironi veya komik olanı) ölçülü bir anlatımla görselleştirerek oyunun ruhuna ve üslubuna uygun olarak ortak bir hareket dili oluşturuyorlar.” yorumunu paylaşmak sanıyorum ki sahne üzerindeki başarıyı özetler nitelikte olacaktır. Ancak kendi adıma Lucky karakterini canlandıran Onur Berk Arslanoğlu’nu monoloğu sırasındaki performansı ve o zorlu performans esnasında artikülasyonunu da bir hayli korumayı başardığı için tekrar ayakta alkışlıyorum. Şahika Hoca’nın yorumunda, sahne iki boyuta indirgeniyor. Tüm diyalogların yalnızca iki boyutta gerçekleştirilmesi sahne üzerinde bambaşka bir dünya kuruyor. Oyuna özenle ve son derece organik bir

şekilde yerleştirilmiş karşı gerçekçi noktalar uyarlamanın özgünlüğünün en önemli parçası diye düşünüyorum. Kör olduğu halde havanın kararıp kararmadığını sorduktan sonra Vladimir ve Estragon ile aynı anda gökyüzüne bakan Pozzo, kahramanların izleyicide uyandırdıkları umutsuzluk ve üzüntü atmosferini bir anda yok ederek güldüren bir sahne olarak yer ediyor hafızalarımıza. Oyun, bugün izlediğimde bende sanata dair bıraktığı etkinin yanında birçok sorgulama da getiriyor önüme. Godot’yu ne kadar daha bekleyeceğimizi, umutsuzluk içinde ne kadar çok umut barındığını düşünürken bir yandan daha nesnel olana takılıyor ve böylesine zengin soyutlamaların, bu denli iyi oyunculuk performanslarının ve özgün bir uyarlamanın dahi oyunu dakikalarca ayakta alkışlayan seyirci dışında


16

kaç kişide yer ediyor olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bu mesleği kendi ülkesinde icra etmek için çabalayan ve çalışan bir genç olarak keşke bu festival, keşke bu oyun ve diğer

bazı oyunlar daha çok kişinin hayatında bu denli anlam taşısa diye geçiriyorum aklımdan. Godot’yu Beklerken, yoğun istek üzerine konan ek gösterim ile 28 Mayıs


17

2016 tarihinde Uniq İstanbul’da Tiyatro Festivali’nin kapanış oyunu olarak tekrar sahnelenecek.Tükenmeden bilet almanızı içtenlikle tavsiye ediyor ve bu ülkede yarınların sahne emekçilerinden olma

gayreti gösteren biri olarak, tiyatronun daha büyük bir kitle için vazgeçilmez yerinin olacağı günler diliyorum. Şimdiden herkesle Uniq’te görüşmek üzere diyor ve iyi seyirler diliyorum.


18


19

Gece, Bir Pavyon ve Dört Kişi 20. Tiyatro Festivali kapsamında gösterilen “Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi” oyununda kalbini kapatmış üç kişi ve dışarıdan gelen dördüncünün izlerini seyrediyoruz / Cenk Bonfil


20

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği 20. Tiyatro Festivali yerli ve yabancı oyunlarıyla, yan etkinlikleriyle açılışını 3 Mayıs’ta yaptı. Gidebildiğim ilk oyun ise prömiyerini festival kapsamında yapmış, 11-12 Mayıs tarihlerinde Moda Sahnesi’nde oynanmış olan, “biriken”in “Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi” adlı oyunu oldu. “biriken” adlı sanat topluluğunu oluşturan Melis Tezkan ve Okan Urun’un yazıp yönettiği oyunda; gecenin bir anında, bir pavyonda sıkışıp kalmış üç kişiye dışarıdan katılan bir dördüncü gelir ve böylece, tekinsiz bir sığınak olan bu pavyon dışarıdaki felakete açılmış olur. Tezkan ve Urun’un Tiyatro Dergisi’nde Didem Boy’a verdikleri röportajda da söyledikleri gibi, pavyondaki bu insanlar, “aşkta, ilişkilerde, dünyada ve bu ülkede” yapamamış

insanlar. Dışarıdaki “felaketten” kaçıp bu unutulmuş pavyona sığınmışlar ve “kalplerini kıyamete kadar kapatmışlar”. Ne var ki birden bire dışarıdan biri geliveriyor. Okan Urun gelen kişiyi “bir tür melek” olarak nitelendiriyor. Yani illa felaketi değil, hem iyiliği hem ölümü getiren biri olarak. Bu da ne zamandan beri içeride olduğunu bilmediğimiz üç kişide bir dönüm noktası oluyor. Oyun, yazılma sürecinde, sağlam bir çıkış noktası yakalamış gibi duruyor. Karakterler “dışarıda” olan genel bir felaketten bahsederken toplumun en altından, pavyondan gelen ve bunun sertliğini gösteren bir toplumsal eleştiride bulunuyorlar. Aynı zamanda oyun bu üç karaktere ve dışarıdan gelen yabancıya odaklanarak aslında gayet bireysel bir hikaye anlatıyor. Oyunun isminin


21

birincil tekil şahıs bir cümle olması da –Melis Tezkan’ın aynı röportajda belirttiği gibi- bunu destekliyor. Ne var ki her ne kadar sağlam bir çıkış noktası elde edilmiş olsa da oyun akışındaki kesintiler seyirciyi oyundan uzaklaştırıyor. Oyunun bölümleri arasında kopukluk

olması, oyunu takip etmeyi zorlaştırmış. Ekibin Belçika’da geçirdiği iki haftalık prova süreci; oyunu metni, ışığı, müziği ve oyunculuğuyla bir bütün olarak hazırlamaya imkan sağlamış olsa da bu kopuklukların sebebi belki de –şahsen bu yöntemi gayet ilginç bulmam ayrı bir


22 konu- bu çalışma tekniğidir. Oyun hakkında üstüne düşünülmesi gereken bir diğer tartışma konusu derdini anlatmada ne kadar başarılı olduğu olabilir. Toplumsal ve bireysel birçok konuda birçok derdi olan, farklı kavramlar üzerinden çok farklı açılarda izleyiciyi sorgulamaya iten bir oyun olduğunu söyleyebileceğimden, “derdini anlatma” meselesi benim için ayrıca önem kazandı. Oyunda belirgin bir şekilde hissedilen içerisi-dışarısı karşıt ikiliğinin içinde gri alanlara da girilmeye çalışılmış. “Karakterler sahne üzerinde varlıklar ve cinsler arasında gidip geliyorlar. Kadın, kadın olarak var ama başka bir alana da açılabilir. Erkek ona biçilen kılıktan daha farklı belirebilir.” diyor Okan Urun. Karakterlerin


23

bu gri alana girmeleri, dışarıdan gelen kişi pavyona girdikten sonra olsa da “kalbini kıyamete kadar kapatmış” kadının başka bir alana açılması, erkeğin ona biçilen kılıktan daha farklı belirmesi kafamda soru işaretlerine neden oldu. Bu soru işaretleri, karşıt ikilikten o kadar uzaklaşmayıp gri alanlara girmeden veya tam tersine, gri alanları daha iyi açıklayarak giderilebilirdi belki. Örneğin oyunun sonlarına doğru kadın elbisesi giyen bir erkek, gri alanlarda dolaşmaktan çok bir oyun boyunca sürmüş bir dönüşümü çağrıştırıyordu. Bunun yerine gri bölgede ileri geri veya bir oraya bir buraya dolaşmalar bu derdi daha iyi anlatabilirdi diye düşündüm. Oyunculuklardan da bahsetmemiz

gerekirse, bireysel performansları metinden daha başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyuncuların performansları, oyunu izlenir kılan önemli unsurlardandı. Dikkatimi özellikle çeken performanslar, karakterlerin maske takarak oynadıkları kısım ve “dışarıdan gelen kişi”yi oynayan Efecan Şenolsun’un oyunun sonundaki performansıydı. Sezonda oynamaya devam edecek olan “Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi” -bazı yerlerde kafa karışıklıklarına sebep olsa da- seyirciyi kapandığı yerler ve dışarıda olanlar hakkında düşünmeye itmeyi amaçlayan bir oyun. Alıntılar: http://goo.gl/qEt4HF


24


25

Evrenin Merkezine Yolculuk 3: Siyah ve Beyaz Mezarlıktan fabrikaya evren mükemmel bir geri dönüşüm merkezidir / Berk Özdemir İnsan aklının sınırlarını zorlayan uzay ve içindeki şeyler insanlığın en büyük meraklarından biri olmuştur. Evden, Dünya’dan başladığımız bu yolculukta Güneş Sistemi’ni aştık, hatta başka yıldız sistemleri de gördük. Şu ana kadar keşfettiğimiz en büyük yıldız olan Uy Scuti bu yolculuğumuzda bize eşlik etti. Şimdi yola devam etme, uzayın asıl tehlikelerini ve güzelliklerini görme zamanı. Dünya’dan yaklaşık 1500 ışık yılı uzaklıkta bir fabrika var. Bir yıldız öldüğünde uzaya içindeki maddeler saçılır. Birden fazla yıldız öldüğündeyse bu maddeler çoğalır ve bulutsu dediğimiz cisimleri oluşturur. Cisim demek ne kadar doğrudur bilinmez ama yıldızlararası boşlukta uzanan bu gaz ve toz bulutları mükemmel görüntülere sahne olurlar. Aynı zamanda bu bulutsular (nebula da denir) içerisindeki maddelerle yeni yıldızları, gezegenleri oluşturmak için evrendeki


26

en verimli alanlardır. Bir nevi yıldız fabrikalarıdır. Bu 1500 ışık yılı uzaklıktaki bulutsu da Orion Nebulasıdır. Hubble Uzay Teleskobuyla elde edilen görüntülerde yeni yıldızların çevrelerinden hala gaz ve tozları çektikleri görülür. Ölen bir yıldız mezarlığından doğan yeni, genç ve parlak yıldızlar. Çapı yaklaşık 15 ışık yılı olan Orion fotoğraftan anlaşılacağından daha büyüktür. En ünlü nebulalar arasında At Başı nebulası başı çekenlerdendir. Şahlanan bir at görünümünde olan nebula yine Dünya’ya 1500 ışık yılı uzaklıktadır. Yüksek manyetizma ve radyasyondan dolayı şekil alan; nitrojen, oksijen, helyum ve hidrojen gibi maddelerin oluşturduğu bu nebulalar belki de evrendeki en güzel şeylerdir.

Peki bir yıldız nasıl doğar, yaşar ve ölür? Basitçe anlatmak gerekirse; nebulaların yoğun maddeli bölgelerinde maddeler kütleçekimsel etkiye girerek birbirlerini çekmeye başlarlar. Bir süre sonra şiştikçe şişen oluşumun içerisindeki sıcaklık atomlar için dayanılmaz düzeye geldiğinde ilk füzyonlar oluşur ve böylelikle uzaya ısı ve ışık yaymaya başlarlar. Çevresinden aldığı maddelere göre büyürler ve farklı renkte ışık yayarlar. İçindeki yakıt olan hidrojeni tüketirken yıldız büyümeye devam eder. Daha sonra yakacak hidrojen kalmayınca yıldız helyum yakmaya başlar. Sırasıyla karbon, oksijen magnezyum gibi elementleri oluşturur. Son olarak demiri oluşturan yıldızda bu sefer yakacak hiçbir şey kalmaz. Kütleçekimiyle (yerçekimi) hidrojenin helyuma, onun da karbon ve diğer elementlere dönüşmesiyle oluşan füzyonun sağladığı basınç dengesi sona erer ve yıldız kendini kendi içine çekmeye başlar. Yani kütleçekimi kazanmış olur. Beklenen son gelmiştir. Kütleçekimsel çöküş bir şok dalgası yaratır ve evrendeki en şiddetli patlama gerçekleşir. Bu patlamaya süpernova denir. Ayrıca yolculuğumuzun Güneş Sistemi’ndeki ilk bölümünde bahsettiğim gibi evrendeki her bir atom ve madde yıldızların içinden gelmiştir. Süpernova ile evrene saçılan elementler sizi ve beni oluşturmuş, içtiğimiz su, taktığımız kolye olmuştur. Yıldızlar öldüğü zaman geriye kalan sadece uzaya saçılan elementler değildir. Ardında çok ilginç cisimler bırakır. Bunlar beyaz cüceler ve pulsarlardır. Bizim yıldızımız Güneş de öldükten sonra (korkmayın daha en az altı milyar yılı var) beyaz cüceye dönüşecektir. Beyaz cüceler de


27

yıldızdır. Fakat çok küçüktürler. Örneğin Güneş öldüğünde Dünya kadar bir beyaz cüceye dönüşeceği tahmin edilmektedir. Bu meydana geldiğinde çekirdeğindeki atomlar sıkışır ve kütleleri inanılmaz derecede artar. Öyle ki bir beyaz cücenin bir çay kaşığı dolusu bir ton gelmektedir. Küçük olmasına rağmen ağırdırlar. Ayrıca beyaz cüceleri oluşturan karbon soğuduğunda içerisindeki çekirdek kristalize

olur. Yani bildiğiniz elmas. Pulsarlar ise çok tuhaf cisimlerdir. Nebulaların kalbinde gizlenmiş pulsarlar bulabilirsiniz. Çünkü süpernova patlamasından arta kalan gök cisimlerinden biri pulsarlardır. Kendi etrafında çok hızlı bir biçimde dönen yıldızlar kutuplarından uzaya madde saçarlar. Her dönüşlerinde -ki bu dönüşler saniyede bin tur gibi çok minik sürelerde ve inanılmaz hızlarda meydana gelebilir- radyo dalgaları oluştururlar. Öyle ki uygun ekipmanlarınız varsa bir pulsarın kalp atışlarını dinleyebilirsiniz. Pulsarlar, beyaz cücelerden yüzlerce kat daha ağırlardır. Bir iğne başı kadar pulsar milyonlarca ton ağırlığında olabilir. Her yıldızın boyutu ve içindeki malzeme aynı değildir. Tabii bu durumda ölümleri de aynı olmayacaktır. Bizim yıldızımız Güneş bir beyaz cüceye, Güneş’ten çok daha büyük yıldızlar ise pulsara dönüşecektir. Bir de muazzam büyüklükteki yıldızların ölümü vardır. Bunlarsa öldüklerinde hipernova patlaması meydana gelir ve insanlığın idrak sınırlarını zorlayan şey oluşur: Karadelik…


28

Kelimeler mi Yetmiyor? Yoksa siz de mi emojilerden vazgeçemiyorsunuz? / Şila İpekçi

Kelimelerin tahtına aday bu minik resimler -“emojiler”- önüne geçilemez bir hızla yayılırken, duyguların sanal ortama teslim edilmesinin altında yatan psikolojik nedenleri mercek altına alıyoruz. Beni, size Whatsapp’tan yazan bir arkadaşınız olarak düşünün. Size çok üzgün olduğumu söylesem ve yanına emoji koymasam beni inandırıcı bulur muydunuz? Bu yazıyı okurken kendinizi aktif bir emoji kullanıcısı olarak düşünün. Bütün bir gün boyunca emoji kullanmadığınızı hayal edin. Yapabilir misiniz? Eminim herkes bu cümleyi okuduktan sonra içinden “Tabii ki bir gün boyunca emojisiz yapabilirim” diyebilir fakat uygulamaya geçtiğimizde emojilerin farkında olmadan hayatımızdaki yerini ve onlara olan bağımlılığınızı fark edeceksiniz. Eski zamanlara dönersek kendimizi edebi sözlerle veya düzgün bir yazımla ifade etme devrini teknolojiyle birlikte çoktan bitirmiştik fakat Whatsapp uygulaması ve akıllı telefonların günümüzde yaygınlaşmasıyla hayatımıza giren yeni emoji klavyemiz artık yazı yazmadan bizim duygu ve düşüncelerimizi tarif etmeye yetiyor.


29


30

Emojiler herkesin sanal dünyasındaki yazışmalarında kullandığı, kelimelerimizin yetersiz kaldığı noktalarda hayatımızı kurtaran, bizim yerimize ruh halimizi ifade eden bir araç haline geldi. Artık onlar hayatımızın bir parçası! Peki, neden bu kadar ilgimizi çekti acaba? Helpa Akademisi eğitmenlerinden Kişisel Gelişim Uzmanı Gülşah Sam Orhan, “Emojiler aslında kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlarda çok işimize yarıyor. Teknolojik ilerlemeler dünya üzerinde her ülkede sosyal paylaşımın önünü tıkıyor maalesef. Eskiden insanlar mektupla da duygularını dile getirirdi ve emoji kullanmazdı. Şimdi en küçük bir mesajda dahi onlarca emoji kullanabiliyoruz. Bunun sebebi daha az mimik gözlemlememiz, sosyalleşmenin azlığı ile birlikte daha az insan tanımamız, daha az insanın tepkilerini ölçüyor olmamız. Birinin yazdığı mesajın sonunda ağlama varsa kişi üzgündür, gülüyorsa gülüyordur gibi

canlandırıyoruz çünkü insan azlığımız buna sebep olmaya başladı.” diyor. Emoji kullanımı dilimizin gerilemesinde de etkili, aynı zamanda insanların yaratıcılıklarında ve bakış açılarında gerileme yarattığı düşünülüyor. Yeni neslin teknolojik aletlerle olan bağı sayesinde okuma yazmalarında veya yaratıcılıklarında kesinlikle gerileme oluyor. Kişisel gelişim uzmanı Gülşah Sam Orhan’a göre “Emoji kullanmak, başta duygusal zekamızı elbette etkiliyor. Aslında yazarken hiç gülümsemediğimiz bir şeye gülen emoji gönderiyoruz. Bazı yalanlarımız bile emojilerin arkasına saklanıyor. Emojilerden ziyade sözsüz iletişim metotlarının tümü aslında duygusal yaratıcı zekamıza zarar veriyor. Aynı zamanda nörolojik egzersiz yapmama durumuna sebep olduğu için aslında beynimizin kireçlenmesine, sebep oluyor. Bugün Avrupa’da pek çok şehirde zihin egzersizleri yaptıran yerler var.


31 Sudokular ve çeşitli bil bul oyunları gibi çünkü yaşlıların çoğu Alzheimer hastalığından muzdarip. Artık beynimizi daha az kullanıyoruz, bizim yerimize düşünecek aletler yapıyoruz. Emojiler de bizim yerimize hissediyor adeta. “Mutlu olmayı, üzülmeyi, ağlamayı, kızmayı yani kısacası tüm duygu ve düşüncelerimizi emojilerle ifade etmek karşımızdaki insana çok daha gerçekçi geliyor. Örneğin, bir arkadaşımıza Whatsapp’tan onu ne kadar çok sevdiğimizi ifade etmeye çalışıyoruz, “seni seviyorum” yazdıktan sonra eğer yanına kalp emojisi koymuyorsak karşımızdaki kişiye bu söylem yetersiz geliyor ve sizi inandırıcı veya samimi bulmuyor fakat bazı insanların gözünde ise emojiler fazla kullanıldığında ciddiyetsiz bir görünüm oluyor ve karşısındaki insanı ciddiye alamıyor. Emojilerin artık evrensel bir dil olduğunu biliyoruz, emojilerin dünyada bu kadar yaygınlaşmasından sonra yeni

sürümüyle beraber altı farklı ten rengi seçeneği eklenmiş oldu. Bu gelişme de günümüz dünyasında hala yaşanan ırk ayrımını yok etme konusunda önemli bir adım. Sosyolog ve Sosyal Medya Uzmanı Işıl Yılmaz Sümer’in bu konudaki yorumu şöyle: “Apple, Nisan ayındaki güncelleme ile LGBTİ bireyler ve farklı ırklar için yeni emojilerin varlığını duyurduğunda olumlu ve olumsuz birçok tepki almıştı. Biz olumlu yanından bakalım. Bu güncelleme ile farklı ırklar için eklenen yeni emojiler küresel çapta önemli. Sarı, hispanik, farklı siyahi ten tonlarındaki emojiler beyaz adamın egemenliğini biraz da olsa kırması bakımından önemli bir adım. LGBTİ bireyler için de aile kavramına dikkat çekilmiş. Eşcinsel çiftlerin kendileri ile özdeşleştirebileceği farklı emojiler mevcut. Hem farklı ırkların hem de cinsel yönelimlerin kabulü açısından insanları olumlu etkileyeceğini düşünüyorum.” Emojiler sosyal medyada ve sanal ağlardaki yazışma ortamlarında büyük bir çağ atlayışı olarak değerlendiriliyor. Teknolojik dünyanın getirdiği hızlı yaşam ve insanların aceleci, üşengeç ruh halleri için emojiler büyük rahatlık. Uzun uzun yazılar yazmadan anlatmak


32

istediğimizi bir sembolle anlatıyoruz. Örneğin “gözümden yaş geldi” cümlesini yazmak bazı insanlar için uzun olabilir. Onun yerine gülen ve ağlayan bir emoji koyduğumuzda yazmak istediğimizi belirtmiş oluyoruz çünkü emojilerin kendimizi ifade etmemize yarar sağladığını, ifade edemediğimiz zamanlarda da bizi yönlendiren yeni bir dil haline geldiğini düşünüyoruz. Kişisel gelişim uzmanı Gülşah Sam Orhan: “Kelimelerimiz maalesef çok azaldı. Bazen yazılan bir mesaja, tek bir emojiyle cevap verdiğimiz de oluyor. Kelimelerimizin yanında sosyalliğimiz, insani ihtiyacımız olan topluluk olma gibi pek çok vasıflarımız azalıyor. Zihnimizi kullanıp cümle kurup kendimizi ifade etmemiz gereken bir durumda, iki sarı suratla işi çözüyoruz. Mesaj ve mailleşmenin ilk çıktığı dönemlerde, hatta mektuplaşma dönemlerinde ‘karşımızdaki bu yazıyı yazarken ne düşünmüştür’ diye

düşünürdük. Tıpkı sınavlarda çıkan ‘yazar bu sözüyle ne ifade etmiştir?’ sorusu gibi fakat şu an karşımızdakinin duygularından emin olmak istiyoruz. Artık düşüneceğimiz, eyleme geçireceğimiz çok az iş kalmasını istiyoruz hayatta. Emojiler bizi yormadan hissetmeye sürüklüyor. Emoji de sen anlatmadan seni anlatabiliyor bu anlamda” diyor. Emojiler sadece Whatsapp’la bitmiyor Emojilerin insan psikolojisi üstündeki önemini bilen büyük markalar ise bu klavyeyi, pazarlama tekniği olarak bile kullanmaya başladı. Gıda sektöründeki bazı büyük markalar artık emojileri kullanarak internetten sipariş verme taktiğini geliştirdi ve sonuç ne oldu dersiniz? Markaların bu pazarlama taktiği sonucunda sipariş oranlarında büyük bir artış gözlemlendi. Giyim markaları da insanların bu kadar çok sevdiği emojiler üstünden hemen girişimde bulundu. Kıyafetten ayakkabıya, ayakkabıdan çoraplara kadar


33 emojilerin her türlü gücünü ve popülerliğini kullanıp insanlara sevdirmeye çalıştılar. Sonucunda da tabii ki hepimiz bu ürünlerden aldık. Gülşah Sam Orhan ise büyük markaların bu pazarlama tekniği ile ilgili şunları söylüyor: “Emoji kafalara sahip insan bedenleriyle eğlenceli reklamlar yapıldı. Bu global olarak duygusuzlaştığımızın bir ifadesi aslında çünkü bu reklamları Türk’ü de Amerikalı’sı da Hint’i de Alman’ı da hepsi izliyor. Burada aslında bir telkin tekniği uygulanıyor. Kişilerin bilinçaltına duygular çok şiddetli veriliyor ve o ürünü almaya heveslendiriliyor. Reklam sektöründe kullanılan bu psikolojik baskı uygulamasına 25. kare deniliyor. Biz de bilinçaltı seanslarımızda hastalarımıza olumlu telkinler vermek amacıyla bu yöntemi kullanıyoruz. Burada emojiler bu telkini çok daha etkili veriyor ve siz ürünü almak için istek duymaya başlıyorsunuz.” Hollywood dünyasında da ünlüler gerek kliplerinde, gerek günlük

hayatlarında emojilere bürünmüş kıyafetler giyinmeye başladılar. Daha da üstüne gittiğimizde bazı ünlülerin kendi adına bir marka çıkartıp emojileri kullanarak moda dünyasına adım attığını görüyoruz. Emojiler gıda ve tekstil sektöründen sonra sinema sektörüne de girmiş bulunmakta. Emojilerin film olacağını biliyor muydunuz? 2016 yılının sonunda vizyona gireceği konuşulan filmin nasıl olacağı ve hangi karakterlerin olacağı son derece merak konusu. Filmin yapımcısı ise bu filmden sonra emoji çılgınlığının daha da artacağını söylüyor. Yani anlayacağınız emojiler, günümüz dünyasında başrol oynuyor. Kelimelerin yerine geçmesinden tutun, markaların para kazanma tekniğine, film gişelerinin kar oranına kadar büyük önem taşımakta. Yani olay artık sadece Whatsapp’ta bitmiyor. Yaşadığımız bu teknolojik dünyada emojilerin önemi seneler geçtikçe artacak gibi duruyor. Emojilerin yerine daha ilgi çekici bir şey keşfedilene kadar, emojileri daha çok görmeye devam edeceğiz.


e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)

zete


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.