/112
e t e z r e niv
端
zete
Sayı: 112/ 2015 Genel Yayın Yönetmenleri Demet Açıkgöz Yazı İşleri Cenk Bonfil, İlgi Özdikmenli, Tuğçe Kılınç Yazılar Demet Açıkgöz, Deniz Eroğlu, Dilara Muslu, Melisa Tunalı Arka Kapak: Demet Açıkgöz Teşekkür Sarper Durmuş
BİR GENEL YAYIN YÖNETMENİNDEN SON SESLENİŞ
KATLİAM GİBİ BİR FESTİVAL
BİR NEFRET TOPLUMU OLARAK TÜRKİYE
YAKINIMIZDAKİ CENNET; AĞVA
Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek Sosyal Medya Yöneticisi Sezin Katalon
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Üniverzete’yi Takip Edin: Twitter: http://goo.gl/4WDwpo
Facebook: http://goo.gl/jx7hxb
Instegram: https://goo.gl/JT0p59
/ifbilgi
@ifbilgi
/
v i 端n
e t e z er
4
Bir Genel Yayın Yönetmeninden son sesleniş / Demet Açıkgöz
5
Genelde böyle şeyler yapmıyoruz. Ekip olarak birkaç GYY değiştirdiğimizden, buna alışığız. Sıramız gelince ofis anahtarlarını bir diğerine devrediyor ve bunca sayıdır böyle ilerliyoruz. Bir değişiklik yapıp, mezuniyet hormonlarıma yenik düşerek küçük çaplı bir “veda yazısı” yazmaya karar veriyorum. Dışarıda pek ses yok, akşama doğru, keyfim oldukça güzel… Dile kolay diyeceğim de, yalan olacak. 63. sayıdan beri genel yayın yönetmenliği yapıyorum. Mükemmel insanlarla tanışıp, aynı mükemmellikte insanlara veda ettim. Her seferinde dergi “biraz daha iyi olsun” diye sürekli yeni şeyler ürettik. Kimi zaman dergiye yazı lazım diye iki yazı birden yazdık, o da yetmedi derginin arka kapağını kendi çektiğim fotoğraflarla parselledim (Zararsız Haller), “Şimdi Reklamlar”ı yazarken bir gün gelecek sektöre girmeye çalışacağımı hesaba katamadım, ajanslara, reklam verenlere giydirdikçe giydirdim (şimdi iş arıyorum) ama sonunda her şey mükemmel oldu ve bugün okuduğunuz sayıyı çıkardık. İşte tam da acil servisi çağırmalık olan 112. sayımızda ben bu
mükemmel aileye veda ediyorum. (rica ediyorum kapıda bir ambulans bekletin) İşin aslı bir üzüntüm yok, son dönem çalıştığım ve şu an derginin yönetiminde var olan mükemmel ekibin dergiyi çok güzel yerlere taşıyacağına eminim. Üniverzete’de ki görevimin sonlarına doğru gelirken, konuyu uzatıp azıcık daha Genel Yayın Yönetmeni olarak kalmak istemiyor değilim... Tamam, mezuniyet, kep iyi güzel de insan hiç okuldan ayrılmak istemiyor, bunu fark ediyorum. Sanıyorum özellikle de dergiden, ofisten… Peki, artık teşekkür kısmına geçip dergiyi güzel insanlara bırakıyorum… Şu zamana kadar yanımda olan, bana inanan, gerektiğinde azar yediğim üç şahane insana teşekkür etmek istiyorum: Sevgili mükemmel dekanım Halil Nalçaoğlu’na, “the One and Only” Aylin Dağsalgüler’e ve “the Best Supervisor” Sarper Durmuş’a her zaman her şeyi yapmamıza izin verdikleri, sürekli yanımda oldukları için çok teşekkür ederim. Üniverzete her hafta çıkmaya ve bir önceki haftadan daha da iyi olmaya devam edecek, bu arada dergi tasarıma gönderildi mi?
6
Katliam Gibi Bir Festival İnsanın kanını donduran görüntülere sahne olan köpek yeme festivali bu yıl da engel tanımadan devam ediyor / Melisa Tunalı
7
500 yıldır Çin’de bir gelenek olan köpek eti yemek 2009 yılından günümüze bir Köpek Eti Yeme Festivali olarak karşımıza çıkmaya başladı. Her sene 21 Hazirana denk gelen yaz gün dönümünde başlayan festival 10.000’in üzerinde köpeğin işkence edilerek öldürülmesiyle sonuçlanıyor. Bu festival Çin’in Yulin kentinde yapılmasının yanı sıra ne yazık ki sadece Çin ile sınırlı kalmıyor, bir çok uzak doğu ülkesinde de sürdürülüyor. Çin’deki festivalin bu kadar dikkat çekmesinin sebebi bunun bir gelenek olarak adlandırılıp yasallaştırılmaya ve masumlaştırılmaya çalışılmasıdır. Çin halkı bu festival için ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmı bu durumun gelenek olduğunu söyleyip kabul ediyor, diğer bir kısmı ise bu festivalin bir cinayet ve hayvan haklarına aykırı bir şey olduğunu savunup şiddetle
karşı çıkıyor. Bu festivali kabul edenlerin en yaygın savunmaları ise köpek etinin çok lezzetli olduğu, cinsel gücü arttırdığı ve kötü ruhları uzak tuttuğu yönünde oluyor. Yapılan araştırmalara göre bu geleneğe karşı çıkanların sayısı yeni nesil ile birlikte gittikçe artıyor. Ancak ne yazık ki yine de bu geleneği sona erdirmeye yetmiyor. Festival geçtiğimiz senelerde olduğu gibi bu sene de dünyanın dört bir yanındaki hayvanseverler tarafından fazlasıyla tepki çekiyor. Özellikle de sosyal medyada ve sosyal kampanya sitelerinde bu festivalle ilgili kınama dolu yazılar artmaya devam ediyor. Çin hükümeti bu festivalin yapılmasını kesin bir dille yasaklamış olsa da bu, canileri durdurmaya ne yazık ki yetmiyor. Festivalin tam olarak neden yapıldığı
8 ya da amacının ne olduğuna dair kesin bilgiler de yok. Yani basitçe bu festival bir cinayetten fazlası değildir diyebiliriz. Sokak hayvanlarını toplayıp küçücük kafeslerin içine koyup günlerce aç bırakıyorlar. Yavru ya da yetişkin ayırt etmeksizin hepsini vahşice öldürüyorlar. Bazı hayvanlar canlı iken kol ve bacaklarını kesme ya da tüylerini yakma suretiyle işkenceden farksız işlemlere tabi tutuluyor. Sosyal medyada bu festivalle ilgili yayınlanmış bazı videolara baktığımızda bazı insanların bunu yaparken soğukkanlı hatta - belki biraz ileri gitmek olacak ama - zevk alır gibi bir halleri olduğunu görebiliriz. Festivalde yem olarak kullanılan köpekler sadece sokaklardan toplananlarla sınırlı kalmıyor. Bazı evlerden kaçırılan evcil köpekler de bu acımasız festivalde kullanılmak üzere öldürülüyorlar. change.org sitesinde başlatılan kampanyada 1 milyonun üzerinde imza toplandı, Twitter’da tepki çekmek amacıyla bu festivalle ilgili binlerce vahşet fotoğrafları paylaşıldı ve kullanıcılar #StopYulin2015 etiketiyle binlerce paylaşımda bulundu. Ancak ne yazık ki bu festivali, her sene olduğu gibi bu sene de durdurmaya yetmedi. 2011 senesinde işe yaramış olan imza kampanyası bu sene işe yaramadı. Hayvanseverler ve batı ülkelerinden gördükleri tepkiden rahatsız olan ve bu katliamdan bozma festivali gelenek olarak gören yerel halk bu konuda kendilerine saygı duyulmasını istiyor. Bu katliamı, cinayeti festival olarak görmek nasıl bir zihniyet gerektirir gerçekten merak ediyorum. Söz konusu gelenek
olunca saygı duyulması gerekir. Her ülkenin kendine has, benzersiz gelenekleri vardır ancak bu festival hayvanları toplayıp işkence etmeyi kapsıyorsa ne yazık ki kimsenin buna saygı duyması beklenemez.. Kendini savunamayan bir canlının hakkını savunan insanlara karşı, kendi geleneklerine saygı duyulması talebi gösteren bu insanları anlamak mümkün değil. Bir festivalde savunmasız hayvanlar dövülerek öldürülmemeli, derileri canlı canlı yüzülmemeli, acı çekmemelidir. Hiçbir canlı bu muameleyi hak edecek bir şey yapmamıştır. Köpek gibi zararsız bir hayvanı öldürmek kimsenin eline bir şey geçirmez. Ne yazık ki Çin halkı bunu anlayamayacak kadar geleneklerine bağlı(!). Hayvan hakları aktivistlerine göre, ilk
9
kez 2009 yılında düzenlenen festivalin amacı köpek eti ticareti yapanlara daha fazla iş olanağı sağlamak. Diğer yandan, köpek eti yemenin tarihi milattan önce 200 yılına dek uzanıyor. Festival herhangi bir cezaya tabi tutulmadığı için bu vahşetin içinde bulunanlar da bu vahşete göz yumanlar da bu işten elini kolunu sallayarak kurtuluyor. Ancak umut hiçbir zaman tükenmiş değil. Yerel basında yer alan habere göre, bir kadın festival için getirilen yüz köpeği 1000 dolar (2 bin 700 TL) karşılığında satın alarak kurtardı. Altmış beş yaşındaki Yang Xiaoyun’un kurtardığı köpeklere evinde bakacağı belirtildi. Aynı kişi geçen yılki festivalde yaklaşık 150 bin Yuan yani 25 bin dolar harcayarak 350 köpeği ölümden kurtarmıştı. Bunun yanı sıra yirmi beş hayvan hakları
savunucusu Yulin’deki hükümet konağı binası önünde festivali protesto etti. Böyle insanlar var oldukça belki de bir gün bu vahşet sona erer ve savunmasız, masum köpekler insanların akşam yemeği olmaktan kurtulur. Nereden bakarsak bakalım bu festivalin savunulacak bir tarafı söz konusu bile olamaz. İster gelenek denilsin, ister festival; bu olayın katliam ve cinayetten bir farkı yok. Kendi adına konuşamayan, kendini savunamayan, zararsız hayvanlara işkence edilmesi hiç bir mantığa ve vicdana sığamaz. O hayvanların hiçbiri bunu hak edecek bir şey yapmadı. Umarız ki gelecek senelerde bir daha böyle manzaralarla karşılaşmayız. Ve o masum canlıları hak ettikleri güzel, özgür dünyaya kavuşturabiliriz.
10
Bir Nefret Toplumu Olarak Türkiye Medya ve siyaset kanalıyla körüklenen şiddet, bireylerin tahammülünü sıfıra indiriyor ve doğurduğu nefret cinayetlerini günbegün izliyoruz / Dilara Muslu Cansu Kaya’nın acı haberini duyduğumda yalnızca “yine mi?” diyebildim. Gün geçmiyor ki bir kadının şiddet, ölüm, tecavüz haberini almayalım. Bir süre protesto ediyoruz, empati kuruyoruz, içimiz yanıyor, zanlıların ceza aldığını görmek istiyoruz içimiz soğusun diye; yalnızca bu kadar. O kadar kanıksamışız ki tecavüzleri, nefret cinayetlerini, kadına, çocuğa şiddeti, hiçbir olay bize “Yok artık bu kadarı da olmaz!” dedirtmeye yetmiyor. İnsan haklarının içselleştirildiği bir ülkede yaşansa kitlesel tepkilere neden olacak durumlar bizde
manşet malzemesi olmaktan öteye gidemiyor. Sonuç olarak insanlar bu vahşete alışıyor, toplum bozuluyor da bozuluyor… Cansu’yu kaybetmemiz üzerinden birkaç gün geçti, hala düşünüyorum: Toplumumuz ne zaman, camına yanlışlıkla kartopu attı diye gazeteciyi kalbinden bıçaklayan, sevmediği spor kulübü şehrine geldiğinde onlara suikast düzenleyen, toplumun ahlakını bozduğuna inandığı trans bireyleri öldüren insanlardan oluşmaya başladı? Balık baştan kokar derler ya, yıllardır bizi yönetenler tarafından subliminal bir şiddete
11
maruz kalıyoruz. Onlardan olmayan ötekileştirilmeye çalışılıyor, onlardan olanlar ise sevgilerini göstermek için dans etmek gibi tuhaf aktivitelere zorlanıyor. (bkz.https://www.youtube.com/
watch?v=-4jLKwiGMvw) Bizi temsil edeceğine inanıp TBMM’ye gönderdiğimiz vekiller, bakanlar meclis oturumunun ortasında birbirlerine baltayla saldırıyorken, sokaktaki adamın camı kırıldı diye cinayet işlemesine şaşmamak gerek. Peki toplumumuz ne zaman kendi içinden düşmanlar yaratan, nefreti körükleyen bir toplum oldu? Ülke yıllardır tarafların ismi değiştirilerek bir çatışma içinde tutuluyor; sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Türk-Kürt gibi. Bu çatışmaları Ortadoğu konumundan dolayı dışarıdan empoze edilen suni çatışmalar olarak ya da tarihi iç hesaplaşmalarını yaşayamamış bir toplumun doğal bir olgusu olarak değerlendirebilirsiniz ama bence asıl sorun bu kutuplaşmanın bir şekilde var olması ve günümüzde insan canını tehdit eder boyutta bir nefret canavarına dönüşmesi. Toplum bilimciler nedenlerini tartışadursun; biz biraz sonuçlarından bahsedelim. Toplumsal fikir çatışmalarında tarafların başlarda savunduğu tezler vardır. Bu zıt fikirleri ölümüne savunan insanlar,
12
demokratik tartışma ortamından uzaklaştıkça ortama fanatizm hakim olur. Bundan sonraki adımlarda düşüncelerin içeriği tartışılmaksızın kişiler futbol takımı desteklercesine, birbirlerine düşmanlık gütmeye başlarlar. Artık tartışılan konunun içi boşaltılmış, konu sembolik bir hal almıştır. Birinci planda, grupların birbirlerine sağlamaya çalıştıkları üstünlük vardır. İşin içine fiziksel şiddet de girdikçe toplumda kutuplaşma başlar. Bu durumun insanlarda diğer fikirlere tahammülsüzlüğe yol açtığı da aşikar. Bu noktada fanatizme değinmekte yarar var. “Fanatizmden barbarlığa tek adımda geçilir” diyor, Fransız düşünür Diderot. Kişiler düşüncelere körü körüne bağlandıkça fanatikleşmeye başlar, insanı şiddetten uzak tutan mekanizma ortadan kalkar ve kişi kendisi gibi düşünmeyenin canını yakan her türlü kötü olaydan haz
alabilir hale gelir. Sonuç olarak devamlı körüklenen nefretin; hümanizmi, demokrasiyi, hoşgörü ortamını baltaladığını söyleyebiliriz. Nefret ve yol açtığı eşitsizlik hakim olduğu toplum üzerinde sonsuza dek hüküm süremeyeceğinden eninde sonunda bir patlak veriyor ve kitlesel hareketlere yol açıyor. Geçtiğimiz birkaç yıla damgasını vuran Arap Baharı, Occupy Wall Street hareketi, Ukrayna protestoları ve Gezi Direnişi’ni bu patlamalara somut örnekler olarak verebiliriz -hepsinin görünen nedenleri aynı olmasa da-. Bize en yakın örnek olduğundan Gezi’yi el alalım. Gezi Parkı Protestoları, şehrin yeşilini korumaya yönelik bir eylemken, ağacın ötesinde, çok daha büyük anlamlar taşıyan kitlesel bir harekete dönüştü.
13
Polis müdahalesinden doğan çatışmaları saymazsak, Gezi’de öne çıkan en önemli kavramın hoşgörü ve dayanışma olduğunu görürüz. Bu yüzden direnişi ülke gündeminde biriken nefrete ve ötekileştirmeye bir “dur” deme şekli
olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Öyle ki normal şartlarda birbirinin tam zıttı görüşlere sahip insanlar, bu süreçte hegemonyaya omuz omuza direnir oldular. Park’ta ve ülke genelinde meydanlarda insanların tamamen hoşgörüye dayalı kolektif bir yaşam sürdüğünü gözlemledik. Bu durumu halkın “barış”a olan özleminin bir dışa vurumu olarak yorumlayabiliriz. Tabii ki bu eylemlerin nihai bir sonuca oluşması en güzel senaryo olurdu. Gündelik hayatta ve bulunduğumuz durum içerisinde eylemlerimizi ve söylemlerimizi sorgulamadan davranabiliyoruz. Ama özellikle toplumsal konularda, olayları geniş bir perspektif içinde irdelemek gerekiyor. Çünkü toplumsal iyileşmeler ancak farkındalıkla mümkün olabilir. Ve unutmamalıyız ki: Nefret cinayetleri politiktir!
14
Yakınımızdaki Cennet;
Ağva
Ağva demek, huzurun iki nehir arasında kalan hali demek! / Deniz Eroğlu
15
Havalar ısındı, İstanbul’un şehir karmaşasından kaçmak istiyorum, adalar ise tıklım tıklım. Peki nereye gideceğiz? Pazartesi iş var, çok uzaklaşamam diyenlere; isminin anlamı iki nehir arasında kalan yerleşim yeri olan Ağva’yı tavsiye ediyorum. Ağva, Şile’ye bağlı bir semt. İstanbul’a 97 km uzaklıkta. Ağva’ya giderken yol boyunca size ağaçlar eşlik eder, daha varmadan içiniz doğanın temizliği ve huzuruyla dolar. Bu yüzden gitmesi de vakit geçirmesi de ayrı keyiflidir. Eskiden İstanbullular için yazlık bir yer olarak sayılan, şimdi ise şehirden kaçmak isteyen herkese kapısını açan bir yere dönüşmüştür. Televizyondaki dizilerde de tercih edilen yerler arasına girmiştir. Talep arttığı halde kendinden bir şey kaybetmeyen nadir sayfiye yerlerinden biridir. Ağva, İzmit’in Çal Tepesi’nden doğan Göksu ve Yeşilçay derelerinin Karadeniz’e döküldüğü yerde oluşan deltadır. Ağva’nın asıl özelliği Göksu Deresi’nin kıyısına kurulan otelleridir. Yeşilçay Deresi’nde daha çok balıkçılar bulunur. Dere dedik ama derenin döküldüğü bir
de Karadeniz var. Karadeniz’in kıyısındakindeki plajı 3 km’dir. Ancak plajın bazı bölümleri, yüzmek için pek elverişli değil çünkü zaman zaman oluşan içe doğru akıntılar, yüzenler için tehlike oluşturabiliyor. Ama yüzülebilecek geri kalan kocaman bir plaj var. Ağva’da yiyeceğiniz balıkların tadının farkını, doğallığını yediğiniz an hissedebilirsiniz. Şehir balıkçılarından çok farklı, balığın tadını gerçekten alabileceğiniz şekilde. Genellikle Ağva otellerinde sabahları köy kahvaltısı servis edilir. Bu kahvaltılarda; meyve reçelleri, organik sebze ve meyveler ve tabii ki köy ekmeği vardır. Bu meşhur Ağva ekmeğinin yapıldığı fırına da dönmeden uğramalı, bir tane de kendinize almalısınız. Ağva deniz fenerinin bulunduğu mendirekte de, el yapımı gözleme ve mantısı çok güzel olan, minik bir restoran-kafe var. Yanınız deniz, karşınızda deniz feneri... Kafamı oturarak dağıtamam, hareket etmeliyim diyenlere, bir çok etkinlik alternatifi sunuluyor. Doğa yürüyüşleri, nehirde deniz bisikleti veya kano yapabilirsiniz.
16
17
Bunları yaparken nehir kıyısında güneşlenen kaplumbağaların fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bunları tercih etmezseniz, önceden planlanmış tekne turlarına katılabilir, doğa güzelliklerini bir bilenin yönlendirmesiyle gezebilirsiniz. Yürüyüşe çıktığınızda Aşıklar Yolu’nda yürümeden tatilinizi bitirmeyin. Yeşilçay Deresi’nin kıyısında olan bu yolda yürürken tekne yapım atölyelerini, balıkçıları ve iskeleleri görebilirsiniz. Civar köyler
arasında tavsiye ettiklerimiz ise Hacıllı Köyü ve Kalemköy. Kalemköy’de Romalılara ait kilise kalıntılarını, Hacıllı Köyü’nde ise mağara ve şelaleleri gezebilirsin. Gezilecek çoğu yeri yürüyerek gezebilirsiniz ama aynı zamanda ATV ve bisiklet kiralayabileceğiniz yerler de mevcut. Bol oksijenli geçecek bu tatilde mutlaka sakinliği ve huzuru bulacağınızı düşünüyorum. Keyifli tatiller!
ü
e t e z r e niv
Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)
zete