/21
ü
e t e z r e niv
Var? e N r a t Payid direniş e b e l e l _İ metal e d ’ ü n _İnö bir yaz a d ’ a r _Lond
Sayı: 21 / 2013 Genel Yayin Yönetmenleri Can Olguner Berkem Ceylan Yayın Koordinatörü Özge Yılancı Yazı İşleri Simge Gürkan Tuna Ateş Yazarlar Oğuzhan Karakaş Dilara Şenbilgin Ebru Kentoğlu Teşekkür Sarper Durmuş Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek
İnönü’de metal d�ren�ş
İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.
/ifbilgi
@ifbilgi
İlelebet Pay�dar Ne Var?
Londra’da b�r yaz
3
/
v i 端n
e t e z er
İlelebet Payidar Ne Var? Oğuzhan Karakaş
5
Y
aşam süreklidir. Herkes ve her şey değişime ayak uyduracak veya yok olacaktır. Mustafa Kemal Atatürk fikirleriyle bugün başka bir ete ve kemiğe bürünse yüz yıl önceki teveccühü bulamayacaktır. İslâm dünyası yeniliğe ve değişime kendini kapadığı için asırlar önceki etkisini bugün kaybetmiş durumda. Komünizmin insan doğasına aykırı olduğu fikri antileri tarafından her daim söyleniyordu. Komünist sistem pratik olarak da çöktü, fikren de geriledi. Peki bu çöküş sosyalizmin başarısız bir sistem olmasının sonucu mudur, zamanın ruhuna ayak uyduramaması
mıdır? İslâm 7 ila 13. yüzyıl arasında hakikati söylüyordu da, bugün mü saçmalıyor? Liberal değerleri oluşturan kimi unsurlar 18. Yüzyıldan önce işe yaramazdı da, son iki yüzyıldır mı insanı insan yapan değerler oluverdi? İki yüz yıl önce ulusal kimliğin hiçbir kıymet-i harbiyesi yokken bugün mü bizi dünyaya bağlayan en güçlü olgu? Kürtler bin yıldır iyi insanlardı da son yüz yıldır mı sıkıntı çıkarıyor? Herkesin buna kendince bir cevabı var ama bağlayıcı bir şey çıkmıyor. Bulunduğumuz konumdan bugün için ve bugünden bakarak konuşuyoruz. Yarın yaşanacak sosyal-ekonomik bunalımlar ve rûhi ihtiyaçlar
dünyayı farklı bir yöne götürecektir. Roma’nın çöktüğü bir dünyada her şeyin yerli yerinde kalacağı inancı saflıktan öteye gitmez. Tek Tanrılı dinler de çökecektir. Kur’an-ı Kerim de kıyâmeti böyle açıklamıyor mu zaten? AKP de bir gün silinecektir, Esad da devrilecektir, İran’da rejim değişecektir, Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri de yok olacaktır. Dünyada “ilelebet pâyidar kalacak” hiçbir güç yoktur. Bu yanılgılar 20. yüzyılda kalmıştır. Kimisi Titanik’in batacağına inanmıyordu, kimisi Osmanlı’nın. Kısacık ömrümüzde partilerin, devletlerin, sistemlerin, dinlerin hangilerine denk
6
geldiğimiz de kaderin bize bir piyangosudur. En büyük derdimiz yaşadığımız topraklar kadar onu etkileyen konular üzerinedir. Ortadoğu’da faylar hareketli ve yeni bir dünya kuruluyor. Bir diğer anlamda “kartlar yeniden dağıtılıyor”. Bunun sonucunda Türkiye Cumhuriyeti büyüyecek midir, küçülecek midir? Yoksa başka bir hüviyete mi bürünecektir? Olduğu gibi kalmayacağı mâlum. Apolitik bir insan olsanız dahi yanıtını aramanız ve yaşamınızı onunla şekillendirmeniz gereken sorular bunlar. Ortadoğu’da geniş çapta bir savaş çıkarsa petrol fiyatları tavana vurur ve bu, akbille
otobüse binen vatandaşı bile etkiler. Demek ki politika da, iç-dış fark etmeksizin toplumdaki her bireyi şu veya bu şekilde etkiliyor. AKP doğal olarak her fırsatta eleştiriliyor. Kimileri ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdiğinden yakınıyor, kimileri yeterince demokratik reform gerçekleştirmediği için bombalıyor. Ben ikinciler arasında yer alıyorum. Birey olarak üzerinde yaşamadığım topraklar için sınır çizme haddinde de değilim. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Kürtler nasıl mutluysa öyle yaşayacaktır. Aksi halde isterseniz buna devletin bekası, isterseniz milli birlik ve kardeşlik deyin; bu, zorbalığa
girer. Kürtlerle Türklerin liberal bir demokrasi içinde huzurla yaşayabileceğine inanıyorum. Fakat Kürtler buna inanıyor mu? Bunu saptamak ve sonucuna saygı duymak zorundayız. En yüce değer insandır ve insana rağmen bir şey olacaksa zorbalıkla olur. Dünya tarihi ise zorbaların korkunç şekilde yok oluş öyküleri ile doludur. Kürdistan kurulduğunda o da bir gün parçalanıp yok olacaktır, okuduğumuz planlar da bu yönde, bilmeyen yok. Kurulacak yeni düzen de bir sonrakine sırasını salacaktır. Sahi, ilelebet payidar kalan ne var? n
8
7
İNÖNÜ’DE METAL DİRENİŞ Maiden England turnesi kapsamıyla iki yıl aradan sonra İstanbul’a bir kez daha gelen efsanevi metal grubu Iron Maiden, 26 Temmuz’da İnönü Stadyumu’nda verdiği konserle sevenlerine unutulmayacak bir gece yaşattı... Dilara Şenbilgin
9
Y
iğit Bulut’a dair ciddi bir şeyler yazmak gerçekten çok zor. Nedenini hemen söyleyeyim. Bazı insanların düğmeye basması, lobilerin devreye girmesi sonucunda diğer coğrafyalar üzerinde kararların alındığına inanan ve bu inançtan yola çıkarak siyasi okuma yapanlara meczup diyorum. Her ne kadar bu ‘oyun’ları bozmakla mükellef hissetseler de kendilerini, esasen başka ve bir tek onların üstün zekâlarının çözebildiği odalardan kararlar alındığına inandıkları için kendilerini bir özne olarak kodlamalarına da şaşıyorum. Kendisini Başbakan’ın
başdanışmanlığına yakıştırmışlar. Zamanında yedi düveli yerle bir ederek cumhuriyet kurduğunu iddia eden bir devletin atadığı başdanışmanın, şimdilerde kimi diğer devletlerin sinsi oyunlarından, uluslararası medya kuruluşlarının kumpaslarından ve bilmediğimiz lobilerin çıkarlarından bahsetmeleri bir tesadüf olamaz elbette. Çiçeği burnunda başdanışman hakkında hakarete, karalamaya gerek yok. Kendisi dalga geçilmeye pek müsait tezler ortaya atsa da, bu dalganın vurduğu yerin gene bizler olacağının farkında
olmak gerek. Dolayısıyla işin dalgasına değil, vahametine odaklanalım. Görünen o ki, Erdoğan’ın “başkanlık sistemi” düşüncesi Bulut’un rüyalarını süslüyor. Öyle ya, bu konuda Başbakan’ın “Başkan” olmasını acil bir ihtiyaç olarak sunmakla yetinmeyen Yiğit Bey, “Türkiye’de ‘Establishment’ var mı?” yazısında ‘müesses nizam’ın Erdoğan’ın başkanlığında at koşturamayacağını büyük bir hevesle ilan ediyor. Başkanlık sisteminin tartışılmasında bir sorun yok. Hatta Aysel Tuğluk’un başkanlığında anlaşacaksak neden olmasın? Şaka bir yana, başdanışman’a
10
bir haberim var. Müesses nizamın panzehiri başkanlık sistemi değildir. Müesses nizam dendiğinde benim aklıma 12 Eylül rejiminden kopuk bir şey gelmiyor. Öyleyse, müesses nizama kılıç çekmeye seçim barajının düşürülmesinden, üniversitelerin yapısının düzenlenmesinden, MGK’nın lağvedilmesinden başlayabiliriz. Öte yandan, Yiğit Bulut’un Avrupa’yı da bir hasım olarak bellemesi dikkatten kaçmayacak yoğunlukta kendini
gösteriyor. Yaptığı ekonomik hesapları bilemem; ama işin başka bir boyutu tehlike arz ediyor: Demokratikleşme. Avrupa’nın yaşadığı krizler Avrupa’nın sorunu; ama demokratikleşme sorunu bizi ilk elden ilgilendiriyor. Geçmişte de Avrupa’nın etkisiyle birtakım adımlar atıldığı göz ardı edilemez. Artık demokratikleşme için Avrupa’ya gerek duymuyorsak, mesela ‘Kürt Açılımı’nda Avrupa’nın rolü var da, ‘Barış Süreci’nde yoksa; bu Türkiye
toplumunun iç dinamiklerinin demokratikleşme potansiyelinin arttığını gösterir. Gene de demokratikleşme ihtiyacı her zamanki aciliyetini korurken, danışılacak ilk insanın Yiğit Bulut olması tüyler ürpertici… Kendisinden demokratikleşme meselesinde olumlu bir sinyal almak için telekineziyle düşüncemizin oynatılması gerek! İşin aslı, küresel entegrasyonda Avrupa’ya biçilen değerin artık pek tatmin etmiyor oluşu, o büyük devlet olma arzusunda pek de yer
11
etmemesi… Ve fakat mühim olan devletin güçlenmesi değil, devletin demokratikleşmesidir. Bu da zaten AKP iktidarının yarattığı gerçek ikilemlerden bir tanesi… K ü r e s e l e n teg r a s yo n demişken, sevgili Ahmet İnsel’in geçen hafta yazdığı yazıdan yola çıkarak sorulacak bir soru kaçınılmaz oluyor. İstanbul’u uluslararası finans merkezi yapmayı vaat eden AKP, mali sermaye piyasasının iç ve dış aktörü olan ‘faiz
lobisi’yle ne amaçla uğraşır? Tipik bir AKP özelliği olarak sandık/oy eksenli düşünmek aklıma ilk geren durum. Bir takım mihraklar yaratıp, onlar üzerinden halk nezdinde prim yapmak ise AKP’nin değil, bu devletin klasik bir hastalığı. Bu hastalıkla yola devam etmek de koşu bandında yorar. Ha, eğer yok, o lobilerin oyunlarıyla ilgili kurulan senaryolara inanmıyorsam, Popper’dan yola çıkıp benim görmemem onun olmadığı
anlamına gelmiyorsa, gözlükte bir sorun var demektir. Gözlüğünü değiştirmesi gerekense, Erdoğan’dır. Yiğit Bulut’un gözlüğünün hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bulut’un yeni görevi, kendisi için büyük; ama insanlık için küçük bir adımdır. Muradım, yarın öbür gün kalkıp da “Ne atmışız be kardeşim?” diyerek efkârlanmaması için naçizane bir uyarıdır. Ama ne dostça ne de düşmanca bir uyarı… n
Londra’da bir yaz Ebru Kentoğlu
İ
ngiltere prensesi Kate Middleton ha doğurdu ha doğuracak diyerek geçti yaz mevsiminin yarısı. İngiliz basınının önderliğinde tüm dünya medyasının gözdesi haline gelen bu anlı şanlı kraliyet meseleleri iki gün önce nur topu gibi doğan bir erkek çocuk ile sonlandı nihayet. Bu medyatik kraliyet mevzusu her zaman turistik anlamda favori şehirlerden Londra’yı
tekrar gündeme taşıdı sonuç olarak. Wimbledon’da Andy Murray’nin şampiyonluğu, Hyde Park’taki Rolling Stones konseri ve nicesinin de etkisi vardır bunda elbette. Kıpkırmızı ve davetkar telefon kulübeleri, iki katlı yine kırmızı hafif eski ama karizmatik otobüsleri, insanın kafasını karıştıran ters yönde akan İstanbulvari karmaşıklıktaki trafiği ile İngiltere’nin en büyük
şehri Londra bu nihayetinde. İngilizlere özel lezzetli pastaların eşliğinde 5 çayı, fasulyeli, siyah pudingli ağır ama enerji verici İngiliz kahvaltısı, her yerin yemyeşil olduğu, sürüyle parkların bulunduğu ve British Museum’un önderliğinde görkemli müzeleriyle bir sanat cenneti aynı zamanda. Klasikleşmiş fish&chips, baş döndüren renkte ve çeşitte müzikalleri,
13
alışveriş canavarları için birebir olan Oxford Caddesi’ni de es geçmeyelim. Fakat tüm bu artık klişeleşmiş, her turistin ilk durağı olan Big Ben’i gördükten hemen sonra gerçekleştirdiği turistik adımları bir kenara atalım biraz. Birçok espriye de maruz kalan ciddi İngiliz ‘asilzadeleri’ni de unutalım ve bu şehrin bambaşka yerlerine adım atalım.
VIntage cenneti Camden İkinci el yüzlerce mağazanın bulunduğu, bir açıkhava pazarı cenneti burası. Aslında Londra’nın en popüler alışveriş mekanı, fakat nedense Oxford Caddesi’nin gölgesinde kalıyor. Metroyla birazcık debelendikten sonra ulaştığınız şehrin kuzey doğusunda kalan Camden’da tüm günü geçirmek mümkün. Yan yana dizilmiş
pazarlarda İngiltere’ye göre ucuz ve pek renkli her şey mevcut. Minik minik hediyeliklerden tutun yaratıcı desenlerde T-shirt’ler, pantalonlar ve daha nicesi. Hemen kenarından geçen Thames Gölü’nün bir kolu sayesinde manzaranın keyfini de çıkartabilir, hatta tekne turuna da katılabilirsiniz. Girişteki pazarları gördüm bitti demeyin ama, ilerledikçe hazine bulur gibi yeni yeni
14
özgür diyebileceğimiz sokak sanatı. Londra’nın doğusu, farklı etnik kimliklerin buluştuğu bölge olmasının verdiği bir rahatlıkla grafitti ve duvar resimlerini zirveye çıkartmış resmen! Brick Lane’den başlayan, Hackney ile devam eden, yüzlerce yaratıcı grafittiden oluşan sokaklar şaşırtıyor insanı. Stick-men (çöp adam) çok meşhur mesela bu sokaklarda, yaratıcısı ünlü olmuş, her yere farklı bir çöp adam resmi Şehrin doğusunda çiziyor. Kocaman duvarlar alternatif sanat Londra’nın merkezi sanat kocaman hayvan resimleriyle müzeleri, tiyatro ve opera dolu. Sanat eserine dönüşen çeşitleriyle dolu. Fakat kla- duvarları görünce, sanatçıların sik ve modern sanatın yanı hangi ara ne kadar uğraşarak sıra bir başka sanat da insanı yaptığını anlayamıyorsunuz. etkiliyor: Çılgın ve bağımsız, Gezi Parkı isyanları sırasında
pazarları keşfediyorsunuz çünkü. İkinci el müzik CD’leri, kitaplar, incik boncuk da cabası. Nehrin kenarında kocaman yemek pazarı da kurulmuş, aç gitmek lazım o yüzden. İtalyan, İspanyol, Meksika, Türkiye mutfaklarının yanı sıra fish&chips de bulmak mümkün burada. Alternatif alışveriş, keşfetmeyi sevenleri bekliyor bu sevimli bölgede.
ortaya çıkan, mizahi unsuru güçlü duvar resimleri ve yazıları geliyor aklıma burayı gördükçe. Vyner Street’e doğru devam ettikçe, karşılaştığınız neredeyse yüzlerce galeri ise daha da ilgimi çekiyor. Doğu Londra, alternatif bir sanat merkezine dönüşmüş, sanatı etrafına taşırmış durumda. Renkli mi renkli Covent Garden Londra’nın en meşhur merkezlerinden Piccadily Square ve Leicester Square’e yakın, aslında bir hayli turistik olmuş ama gözden kaçması da muhtemel Covent Garden’ı anmadan geçmemek lazım. 20. yüzyıl başlarında Londra’nın
15
en önemli meyve-sebze pazarının bulunduğu üstü kapalı eski ve büyük bir yapıdan oluşan bu yer bugün de alışveriş için birebir. İçerisinde birçok ünlü markanın bulunduğu, hediyelik eşyadan tutun lüks bir saat dahi satın alabileceğiniz bu yerde benim en çok dikkatimi çeken alt katında bulunan farklı yiyecek alternatifleri oldu. Her çeşit lezzetli krepin bulunduğu bir Creperie’nin yanı sıra, farklı pie’lar da satın alabilir, ya da tam ortada kocaman sac bir ocakta yapılan lezzetli deniz ürünlerinden oluşan paella’nızı alıp ortadaki masalarda oturup keyif çatabilirsiniz. Yemeğinizde size
sokak sanatçılarının müzikleri de eşilk edecektir. Covent Garden’ın tam karşısında bir kilise var, ortada kalan meydan ise sokak eğlencelerinin olduğu, çok kalabalık ve renkli bir alandan oluşuyor. Haftasonu fazla kalabalık olabilir, uyaralım. Portobello Marketi kaçmaz Julia Rober ts ve Hugh Grant’lı Notting Hill filmini hatırlıyorum, ne çok sevmiştim. Londra’nın kuzeyindeki Notting Hill semtine gitmek istiyorum bu yüzden. Çeşitli renkler ve çiçeklerle bezeli, sevimli evlerden oluşan bu semtin en meşhur olayı
kuşkusuz Portobello Pazarı. Camden Town’a nazaran daha lüks kaçan, farklı bir ambiyansa sahip bu alışveriş bölgesi de unutulmamalı. Daha zarif incik boncuklar bulmak ve farklı markalara göz gezdirmek için gidilir buraya, am en çok antika ve ikinci el tezgahlarını görmek için. keyifli bir nehir kıyısı keyfi Thames Nehri, Londra’nın deniz ihtiyacını karşılamaya yetiyor mu bilmem ama hoş bir manzara yarattığı kesin. Bu nehre farklı bir açıdan bakmak ve daha sakin ve şehrin başka tarafını da görmek için Richmond’u keşfedebilirsiniz.
16
Şans eseri gittiğim bu yer, Cuma akşamı olmasından dolayı mı bilmiyorum ama nehir kenarındaki parkta elinde içkisi ve yiyecekleriyle piknik havasında oturan insanları izleme fırsatı verdi bana. İş çıkışı, rahatlamak ve sosyalleşmek için birebir, hem de bir sokak müzisyeninin jazz ile blues ağırlıklı seslendirdiği parçaları da dinleme keyfiyle bir arada. Richmond’un daha ileride koskocaman şehrin en büyük parklarından birisini barındırdığını da hatırlatalım. Karşınıza her an bir geyiğin çıkabileceği Richmond Park. Çılgın SOHO Gay barlarıyla ünlü, egzotik pub’lar ve koskocaman bir China Town’dan oluşan bu semt Londra’nın gözdelerinden elbette. Oxford Street’in hemen yanında, çok merkezi, bir sürü sokaklardan oluşan SOHO’ya hem alışveriş hem de keyifle yemek-içemk için gidebilirsiniz. Hint, Çin ve Japon Mutfakları’nın yanı sıra en iyi İngiliz kahvaltısını yapabileceğiniz Breakfast Club’a da uğramayı unutmayın. n
/21
端
e t e z r e niv