Univerzete I 28

Page 1

/28

e t e z r e niv

ü

şuruz u n o k eyken z ü y n z ü _Y ık Olsu ç A z u _Yolum urtiz el K _Tunc

zete


Sayı: 28 / 2013 Genel Yayin Yönetmenleri Özge Yılancı Yazı İşleri Gökberk Ertunç

YÜZYÜZEYKEN KONUŞURUZ

YOLUMUZ AÇIK OLSUN

TUNCEL KURTİZ

GÖKTEN ELMA YAĞDIRAN FESTİVAL: KRİSTAL ELMA

Günseli Naz Ferel Yazarlar Aslınur Sarıca Bercan Aktaş Demet Açıkgöz Dilara Şenbilgin Gökberk Ertunç İrem Koca Mert Ofluoğlu Oğuzhan Karakaş Teşekkür Sarper Durmuş Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler Tasarım Erdal Özbek

BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM

Kapak İllüstrasyon Mert Tanır

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Twitter: https://twitter.com/Univerzete Facebook: https://www.face-

book.com/pages/%C3%9Cniverze te/222760591195490

/ifbilgi

@ifbilgi

GİZEMLİ BAY SNICKET GERİ Mİ DÖNÜYOR?

KRALIN DÜŞÜŞÜ


3

/

v i 端n

e t e z er


YÜZYÜZEYKEN KONUŞURUZ

Denize kıyısı olmayan insanları hiç sevemedik. Aslınur Sarıca

Dinlediğin şarkının bir hikayesi olmalı. Sana bir şeyler anlatmalı. Şarkı anlatmasa bile sen şarkıyı dinlerken kendine bir şeyler hatırlatmalısın. Tat aldığın, üzüldüğün veya sevindiğin şeyler gelmeli

aklına. “… Ne hoş bir melodi baksana!” derken bile sende dokunan yeri hissetmelisin. İşte böyle düşünürken bir gün, önüme gelen şarkıları deniyordum. Birileri çıktı, “Yahu” dedim “melodinin güzelliğine bak!”…


5

derken dinlediğim ses benimle konuşmaya başladı. Bayağı bayağı sohbet ediyorduk biz. “Bakkal Osman” la konuşur gibi. Sonra bir bakmışım ben çay demlemeye başlıyorum. Şarkıyı dinlerken içki falan alası gelmiyor insanın. Bağırasın geliyor yanında

kim var kim yok “koca bir demlik çay çek usta oradan”. Bir de seni sen yapan semtten sesleniyor bu adamlar sana. Kadıköy’ünden. Bizden birileri anlayacağın. Tamam, kim bu adamlar diye sormaya başladığınızı duyar gibiyim. Söylemeyeceğim ama. Grup 2011 yılında kötü geçen kışa tepki olarak kuruldu. Heh! İşte tam böyle başlamıştı macera. Zaten dinlerken içinizin ısınmasından kışa bir ayar vermeye çalıştıklarını anlıyorsunuz. Bu adamlar kendi şarkılarını “samimi sözler, minimalist müzik” olarak tanımlıyor. Grubun solisti diyor ki “Akustik gitarla şarkı söyleyen bir adam ve onu kameraya alan bir adam daha var.” Gerçekten sadece bu kadarlar. Bir gitarlı var, bir de Kadıköy’deki evleri. Bir de yaşadıkları, alışkanlıkları, hissettikleri, söylemek istedikleri şeyler var. Çayları var en önemlisi, hep altı kaynayan. İşte toplamışlar sahip oldukları şeyleri sonra şarkı yapmışlar. Çok bilinmek, çok anılmak, çok para kazanmak


6

gibi bir dertleri yok. Aksine bundan korkuyorlar bile. Müziklerinin değişmesinden. Paranın içinde çayı kaybetmekten. Onlar böyle çok güzeller. Onları dinleyen insanları da çok güzelleştiriyorlar. Onları seven ve güzelleşmek isteyen çok insan var. Öyle ki artık konserlerinde tek bir ağızdan çıkıyor onların şarkıları. Hatta bu adamların henüz yakınlarda bir albümleri çıktı. Bu zamana kadar bütün şarkılarını kaydedip internet üzerinden

paylaşıyorlardı. Ama şimdi ”Evdekilere Selam” isimli yeni bir albümleri var. Albümde on tane şarkı var. Hepsini severek dinledik. Hepsini tanıdık. Nasıl güzel sindirdik. Şimdi 3 Ekim’de Bronx’ta albüm lansmanı var. Ne yapıyoruz? Gidiyoruz. Dinlerken, dinleniyoruz. Gelmeden önce bir iki bardak çay atın önden. Ben şimdi gideyim de bir çay koyayım. Geri kalan şeyleri artık YÜZYÜZEYKEN KONUŞURUZ.


7


Yolumuz Açık Olsun Rayına oturmamış bir trende sallanıp gidiyoruz. Düştü düşecek derken dengeyi sağlıyor, gece karanlığında uzun mesafeler katettiğimizi düşünürken sabah uyandığımızda pek de yol alamadığımızı görüyoruz Oğuzhan Karakaş


9

Kimi zaman önümüze koyulan taşlara çarparak raydan çıkıyoruz. Bazense kendi içimizdeki itiş kakıştan devriliyoruz. Makinist koltuğuna oturup istediğimiz istikamete yol almak için birbirimizi yerken uçuruma sürüklendiğimizi anlamamız geç oluyor. Hayatta kalmak ve her şeyi toparlayıp yola devam etmekse çok zaman alıyor. Şimdi bu yolculuğun heyecanlı bir noktasındayız. İki tepe arasında pek de sağlam görünmeyen köprüden geçersek kurtuluşa erecek, güzel yarınlara yol alacağız. Özgürlüğün baharında tüm renklerimizle birlikte mutlu şekilde yaşayacağız. Hiç kimse birbirini ait ve sahip olduklarından mahrum etmeyecek. Köprüyü geçemediğimiz taktirde tepe takla olacak, sorumluyu da birbirimizi yiyerek bulmaya çalışacağız. Hayatta kalırsak tabii! Türkiye birbirini yemekle çok vakit kaybetti. Medeni ülkeler köprüyü çoktan geçip uzak diyarlarda yuvalarını kurdular bile. Biz bu köprüyü görene kadar çok defa raydan çıktık, yanlış yollara girdik, rotayı kaybettik, mazotumuz bitti…

Karanlık gecede ışığa muhtacız. Pürdikkat göz açtık ve kulak kesildik. Etrafımızı göremiyoruz, sabahı beklemeye vakit de yok. Etrafımızda patlayan çatışmalar bizi içine çekiyor. Düşe kalka ulaştığımız bu köprüden geçmek zorundayız. Geçemezsek herkes birbirini satacak, tetiği ilk çeken bir süreliğine de olsa daha uzun yaşayacak. Herkesin gözü birbirinin üstünde. Bu köprüyü geçmek için kolektif bir irade gerekiyor. Kimse birbirini satmayacak ve köprüyü geçtikten sonra verilen sözler bu sefer tutulacak! Bu savaş ne şartlar altında nihayete erecek, az çok belli. Ortadoğu’nun vatansız çocukları vatan istiyor. Yaşadığı topraklar üzerinde statü istiyor. Çocuklarına kendi dillerinde eğitim vermek istiyor. Hiç kimsenin eline bakmadan, hiç kimseye eyvallahı olmadan yaşamak istiyor. Tıpkı biz Türkler gibi… Daha fazlası değil. Aynı topraklar üzerinde bu hayatı kurabilmek mümkün. Üstelik ölmek ve öldürmekten daha da insancıl. İnsanoğlu doğayla olan mücadelesini yenmişken, birbiriyle olan mücadelesini yenmesi çok mu zor?


10

TUNCEL KURTİZ Ne Hamo’yu tanıdım ne de Adanalı Hasan’ı. Ben yalnız Ramiz Dayı diye bilip sevdim Tuncel Kurtiz’i.. Kulağımda o derin sesi, şiirlerine kapıldım bütün çaresizliğimle! “Bütün çıplaklığımla, kalıyordum karanlığın koynunda, üşüyordum. Tepeden tırnağa buz kesiyordu yalnızlık. Saat on ikiyi beş geçiyordu” İrem Koca


11


12

Tuncel Kurtiz’e veda etmeye çalıştığım şu anda bile içeriden sesini duyuyorum. Maç arası olmuş, Ziraat Türkiye Kupası’nın reklamını veriyorlar. “Kalbinle oyna, sevgiyle alkışla” diyor Dayı. . . O ses öyle inançlı, öyle güçlü ki içim buruluyor. Bu yazıyı ağır bir hüzne düşmeden yazmak mümkün olmayacak sanıyorum. Ömrünü sanata adamıştı Tuncel Kurtiz. Kafka’yı, Nazım’ı ve nicelerini okumuş, felsefeyle ilgilenmiş, Ege’yi, en çok da zeytinini sevmişti. Sosyalizme inanmıştı. Üniversite yıllarında Hukuk’tan İngiliz Filolojisi’ne, Sanat Tarihi’nden Felsefe’ye herşeyi denemişti. Yılmaz Güney ile ve Aydın Engin ile yine bu yıllarda dost olmuştu.

Bir dönem IETT için ışık kontrolü bile yapmıştı. 1950’lerin sonunda Dormen Tiyatrosu’nda oyunculuk serüveni başladı. Sürü ve Umut filmleri ile geniş kitlelere ulaştı. Bu yolda, kimi zaman Almanya’da kimi zaman Amerika’da buldu kendini. İtalya, Fransa, İsveç vs. derken uzun yıllar yurtdışında yaşadı. Muhalif olmaktan korkmadı. Yıllar önce komunist filmi, hristiyan filmi gibi eleştiriler alan Umut filmini Cannes’a götürdü. Bu sırada Türkiye karışık bir dönemden geçtiği için geri dönemedi. Gezi Direnişi’nde biz gençlere verdiği mesajla arkamızda durdu. “Apolitik olarak bilinen gençlerimizin demokratik haklarına sahip çıkmak için verdiği mücadeleyi yürekten destekliyorum. Onların üzerindeki ölü toprağının kalkması ile artık bir şeylerin daha güzel olacağı umudunu taşıyorum. Diren Gezi Parkı diren, çok güzelsiniz, çok güzelsiniz çocuklar.” Hayatına yetmişden fazla filmi, sayısız tiyatro eserini ve ödülleri sığdırmıştı. 2011’de kendisine verilen ödüller arasına bir yenisi katıldı. Altın Portakal Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ne layık görüldü. Son dönemlerde dizilerde rol alarak çok genç bir kitleye ulaştı.. Bu yıl bir çok değerli insanı kaybettik. Ama Tuncel Kurtiz beni en çok üzen kayıplardan biri oldu. Böyle bir birikim, böyle bir yetenek Türk Sineması ve Tiyatrosu için daha neler katabilirdi kim bilir? Daha ne belgeseller yapardı Tuncel Kurtiz zeytin sevgisi üzerine.. Daha ne şiirler seslendirirdi bizim için! Sen haklıydın Dayı, Ne umutlar fısıldarsa fısıldasın sana hayat; çeker gider sadık kalmaz sonunda... Keşke kalsaydın.


13


14

Gökten Elma Yağdıran Festival: Kristal Elma


15

İnsan oradan oraya koşarken “aman dur şunu da kaçırmayayım” derken ne kadar yorulduğunu anca günün sonunda anlayabiliyor. Benim üç günlük Kristal Elma katılımım da adeta bir maratondu. Demet Açıkgöz


16

İlk seminerim heyecanla beklediğim ve sektörün babalarını içinde barındıran “Turkish Madmen Era” idi lakin her şey insanın istediği/beklediği gibi olmuyor. Bu güzel başlık için pek hazırlanılmamış, sohbet üzerine dönmesi planlanmış ama bunun da pek iyi yönetilemediği bir panel oldu. Tabii başlık olarak “Mad Men”i kullanınca insan gözünde büyütüyor konuşulacakları, eskilerden hikayeler dinleyip “vay be, demek o zamanlar böyleymiş” diye çıkışta sohbet edeceğinizi düşünüyorsunuz. Mehmet Vural’ın ve Ersin Salman’ın geçmişe dair anlattıklarından yüzümüz azıcık tebessüm etmiş olsa da; Haluk Mesci’nin günümüz reklamcılığı hakkında yaptığı sert eleştiriler ve durumdan memnuniyetsizliği hak verirsiniz ki bizi biraz sarstı. Gönül istiyordu ki gelecek nesle daha fazla güvensin. Sanırım bu sebeple Nesteren Davutoğlu’nun da dediği gibi bu panelin adını “Babalar sever de döver de…” diye değiştirmek daha uygun olabilirdi. Bu hüzünle “How To Succeed At Cannes Lions?” paneline girdim. İleride ödülleri toplayabilmek için herkesin birkaç tüyoya ihtiyacı olacağını düşünüyorum, gerçi panel tam olarak “şunları şunları yaptın mı ödülü kaptın!” listesi içermiyordu. (İnsanın beklentilerini hep bu başlıklar yükseltiyor zaten.) Gerçi oturduğunuzda karşımızda birbirinden başarılı beş isim duruyor, etkilenmemek elde değil. Sektöre yeni başlayacaklara, sektörde olup hedefi yükseltmek isteyenlere mücadelenin, yaratıcılığın en üst seviyede olduğu bir platformda başarıyı yakalamanın sırlarını ucundan ucundan verdiler, diyelim. Kendim adına keyifli bir panel

oluduğunu söyleyebilirim, panel çıkışında da kendimizi: “pardon, stajyer ihtiyacınız var mı acaba?” diye sormamak için zor tuttuğumuz doğrudur. Tüm gün içerisinde anlatmaya en değer bulduğun en çok keyif aldığım seminer ise Jonothan Mildenhall’ın kırk beş dakikasının hiç bitmemesini istediğim “Content 2020”ydi. Sempatik tavırları, seminere mükemmel hazırlanışı, insanlara yaydığı enerji çok güzeldi. Kendisinin ve bağlı olduğu Coca-Cola markasının başarısını anlattı, ortaklaşa çalıştıkları markalardan, yatıkları projelerden ve geleceğe dair planlarından bahsetti. Geçen sene az ödül


17

yaratıcı işlere göz gezdirdik.

almalarına üzüldüklerini ve 2013 yılında Coca-Cola’nın yaptığı işlerin 52 aslancık kazandığını da araya sıkıştırdı. İlk gün herkesin kalbini çalan kişi şüpesiz ki oydu. Kristal Elma’nın ikinci gününde ise planlar karıştı. İlk olarak, The Hub’da Mark D’arcy’nin “Creativity on Facebook” konuşması ile Brand Room’da Yiğit Turhan’ın “Effective Ways for Brands To Create Content” konuşması arasında seçim yapmak zorunda kaldım. Tercihimi Mark D’Arcy’den yana kullandım, pişman olmadım. Dünya devi markalardan küçük işletmelere kadar Facebook’un markalarla yaptığı

“THIS BUSINESS IS BANNANAS” Kristal Elma’daki ikinci günün acı süprizleri Brand Room’daki iptal olan Sebastian Billing (Absolut Global Communication Director) ve Alexander Matt (Adidas Orginals Global Marketing Director) seminerleriydi. Kristal Elma listesini ilk elime aldığımda “gidilecek” diye işaretlediğim iki seminerin de iptal olması benim ne kadar bahtsız bir insan olduğumun göstergesi sanıyorum. Özellikle Sebastian Billing’den sonra Alexander Matt’e sıkı sıkı tutun-

muş, sosyal medya üzerinden insanlara hava atmıştım ki, olmadı. Yine günü kurtaran seminer The Hub’daki “Wieden + Kennedy”nin dahi beyleri Mark Bernath ve Eric Quennoy’un konuşmasıydı “THIS BUSINESS IS BANNANAS” diyerek başladıkları konuşmaları yaptıkları işler kadar ilgi çekiciydi. İş yaptıkları markaların temsicilerinin sunum sırasındaki tepkisizliklerinden tutun da, yaratıcı süreçlerinin nasıl işlediğine, ekiplerini nasıl kurmayı tercih ettiklerine kadar birçok şeyi paylaştılar. Üçüncü günden en sevdiğim belki de gerçekten en eğlendiğim seminer Emrah Kaya’nın ilkokul öğrencisi İbrahim Zeytingöz ile yaptığı “Understanding Generations Y and Z”


18

konuşmasıydı. Belli açılardan tam olarak Y ve Z jenerasyonu arasındaki farkı anlamak için tercih edilebilecek bir konuşma olmasa da günümüz çocuklarının ne kadar farklı düşündüğünü, planlı ve çoğu şeyden haberdar olduklarını görmüş olduk. Karşımızda 70 yaşına kadar yaşayacağı süreyi planlamış bir çocuk oturuyordu. Bu planlarının hepsini futbol üzerinden yapmış olduğundan Emrah Kaya da tüm sohbeti futbol üzerinden götürdü. Futbol sayesinde dikkatini çeken markalardan, reklamlardan bahsetti. İzlediği programlar kullandığı teknolojik aletler, memnuniyetsizlikleri, arkadaşlarıyla arasındaki farklar, sosyal mecralarda kaç yaşından beri oluşu derken aslında kimileri tarafından eleştirilen bu seminer gerçekten bizlere çok şey öğretti. Her şeye rağmen yapılabilecek tek eleştiriyse İbrahim’in günümüz çocuklarından çok daha farklı oluşudur. 25. Kristal Elma Yaratıcılık Festivali, biraz hayal kırıklığı içeren, azıcık çileden çıkaran, oradan oraya koşturan, fazlasıyla yoran, bol bol tıkınmanızı sağlayan, ellerimizi boya yapan, çoğunlukla eğlendiren ve aslında tatmin edici bir organizasyon olarak anılarımdaki yerini aldı. 26. Kristal Elma’yı sabırsılıkla bekliyorum. NOT: Aşağıda şöyle bir bölüm var. Keyfe kalmış. Kristal Elma Kritiği: Bilet gişesinin yavaşlığı hayata küsmemizi sağladı. Bedavaya bilet bulamasaydım Kristal Elma’ya gitmeyebilirdim, biletler gerçekten el yakıyordu. Black Zone biletlerinin ayrıcalığı

siyah perdeyle ayrılmış bir bölümken, o biletin varlığının sebebini cidden anlamlandıramadım. Sanıyorum ki Kristal Elma’ya herkes bedavaya gelmiş. Kimi sponsor, kimi görevli; kimi biletini bulmuş bir yerden, KİMİ ALMIŞ DEKANINDAN. Herkes beleşe yemek içmek derdinde, The Hub sahnesinden o kadar çok su aldık ki, festivalin bir bölümüne tuvaletten katılmak zorunda kaldık. Festivale dair en hoş anlar yakışıklı beylerli olanlar, en kötüleriyle yakışıklı beylerin giriş kartlarının ters dönmüş olması. Brand Room’daki Sebastian Billing konuşmasından sonra elimizde dövizler “O ŞİŞE BURAYA GELECEK” dediğimiz doğrudur. David Shing’ın parlak ayakkabıları olmamıştı.


19


20

Gizemli Bay SnIcket Geri Mi Dönüyor?


21

Sevgili okur… Okumakta olduğun bu yazının son derece sevimsiz olduğunu gözyaşları içinde söylemek zorundayım. Çünkü hayatımıza kötü anılar katan ve kitap okuma zevkimizi beş paralık eden Lemony Snicket’ın geri dönüşüyle ilgili birtakım uğursuz ihtimaller içeriyor. Sadece bu kısacık yazı sevimsiz Bay Snicket, onun iğrenç karakterleri, bitli kapaklar, ülkemizde yayımlanma tarihi bilinmeyen uyduruk bir kitap ve sonuç olarak asla çözülemeyecek olan bir muammayı içeriyor. Gizemli Bay Snicket’ın geri dönüp dönmeyeceğini araştırmak ve ipuçlarının peşine düşmek benim için üzücü bir görev. Ama bu yazının bulunduğu sayfayı hemen kapatmaktan ve Üniverzete’deki diğer mutlu yazıları okumaktan seni alıkoyan hiçbir şey yok. En derin saygılarımla…

Mert Ofluoğlu

“Sevgili Okur… Elinde tuttuğun kitabın son derece sevimsiz olduğunu üzülerek söylemek zorundayım. Çünkü çok şanssız üç çocukla ilgili mutsuz bir öyküyü anlatıyor. Cana yakın ve akıllı çocuklar olmalarına karşın, Baudelaire kardeşler mutsuzluk ve üzüntü dolu bir yaşam sürüyorlar. Bu kitabın daha ilk sayfasında kumsalda oynadıkları ve korkunç haberi aldıkları andan başlayarak, bütün öykü boyunca felaketler onları kovalıyor. Neredeyse talihsizliği çeken birer mıknatıs oldukları söylenebilir. Üç afacan sadece bu kısacık kitapta açgözlü ve iğrenç bir haydutla, bitli elbiselerle, feci bir yangınla, servetlerini çalmaya yönelik bir entrikayla ve kahvaltı niyetine verilen yulaf lapasıyla karşılaşıyorlar. Bu sevimsiz öyküleri yazıya dökmek benim için üzücü bir görev. Ama bu kitabı hemen elinden bırakmaktan ve daha mutlu bir


22

kitap okumaktan seni alıkoyan hiçbir şey yok. En derin saygılarımla…” der Lemony Snicket Talihsiz Serüvenler Dizisi’nin ilk kitabı olan “Kötü Günler Başlarken”in arka kapağında. Ve o andan itibaren anlarız ki, bu adam bizi “kitabından kovalayarak”, daha doğrusu “kitabından kovalarmış gibi” yaparak aslında bizi kitaba daha çok yaklaştırıyor. Merak uyandırıyor. “Nasıl bir kitap ki bu onu yazan kişi okumamızı istemiyor?” dedirtiyor. Talihsiz Serüvenler Dizisi, Lemony Snicket takma adını kullanan yazar Daniel Handler tarafından yazılan ve Brett Helquist tarafından resimlendirilen bir seri. Belki de baş karakterleri çocuklar olduğundan, bu seri için her yerde “çocuk serisi” sıfatı kullanılır. Kitapçılarda da “çocuk bölümleri”nde yer alır. Oysa yer yer mizaha da yer veren trajik bir olay örgüsünü anlatan bu serinin, hem de cinayet-kundaklamahırsızlık gibi konulara da değiniyorken,

bence “çocuk kitabı” olarak geçiştirilmesi çok üzücü. Evet, Snicket on üç kitap boyunca, asıl okuru olarak çocukları seçtiğinden, Baudelaire kardeşleri hep iyi karakterler olarak karşımıza çıkarıyor. Öyle ki cinayet gibi kötü bir olay genellikle arka planda kalıp yalnızca olaylara yön veren bir gelişme olarak karşımıza çıkarken, çocuk okuyucular da böyle üzücü bir durum karşısında doğru olan şeyleri yapan Baudelaire kardeşleri örnek alıyorlar. Bu nedenle çok ama çok şey öğreten, okura kazanım sağlayan bir seri. Ama bu seri, kesinlikle yetişkinlere de sesleniyor. Ve sıkı durun, “Harry Potter”dan on kat daha iyi bir seri! Sessiz sedasız başarıya ulaşmış bir seri. Evet, sihir yok ama on üç kitap boyunca kelimenin tam anlamıyla peşinden sürüklendiğimiz bir macera var. Hayır, deli değilim. Aslında kitaptaki karakterler gerçek, ama bir yönleriyle de düş ürünü. Yani ya abartılı bir görünümleri var ya da çok


23

ilginç takıntıları. On üç kitap boyunca Violet, Klaus ve Sunny Baudelaire her kitapta olaylara eklenen ama kitap sonunda kötü Kont Olaf’ın öldürmesiyle bir sonraki kitapta karşımıza çıkamayan karakterlerle karşılaşıyorlar. Kont Olaf, Baudelaire Konağı yanıp çocukların anne babası öldükten sonra onların servetini ele geçirmek için çocuklara bakmak isteyen çok kötü bir adam. En azından son kitaptaki gelişmelere dek böyle biliyoruz. Ben bu seriyi ülkemizde dokuzuncu

kitabı olan “Karnaval Ucubeleri” yayımlandığında, yani biraz geç keşfettim. Eh, hatanın neresinden dönersek kardır sonuçta. Dokuzuncu kitaptan on üçüncü ve son kitap olan “Son”a dek peş peşe okumuş, seri bitince başa dönüp okumadığım kitapları okumuştum. Baudelaire kardeşlerin öyküsü 2006’da bitmişti. 60 milyondan fazla satan ve 41 dile çevrilen Talihsiz Serüvenler Dizisi’nin ne yazık ki bizim ülkemizde yayımlanmayan yan kitapları ve müzik albümleri de var. Bir de ilk üç kitaptaki olayları içeren bir film çekildi ve her ne kadar Jim Carrey oynasa da film beklenen ilgiyi görmedi. Şimdi durup dururken neden eski bir kitap hakkında yazı yazdım? 2012’de serinin devamı olan yeni serinin ilk kitabı çıkmış da ondan! Ben bunu öğrenir öğrenmez kaleme sarıldım tabii heyecanla. “All the Wrong Questions” adlı bu dört kitaplık yeni seride hikayenin yazarı ve karakterlerinden biri olan gizemli Snicket’ın gizemli G.İ.T.’teki çıraklık dönemini okuyacağız. Bu, Talihsiz Serüvenler Dizisi’nin arka planında kalmış ve bizleri Baudelaire kardeşler hakkında hâlâ bilmediğimiz gerçeklere ulaştırabilecek olan karakterlerin macerasıyla karşılaşacağımız anlamına geliyor. Serinin ilk kitabı “Who Could That Be at This Hour?” yayımlandığında bu “geri dönüş”ten ötürü yazar büyük ilgiyle karşılandı. Talihsiz Serüvenler Dizisi’ndeki olaylardan önceye ışık tutacak olan bu mini seri, ülkemizde yayımlanır mı bilinmez ama yayımlanır yayımlanmaz listelerde uzun bir süre en tepede kalacağı kesin.


24

Demokratikleşme paketi, Kürtlerin Türkiye’nin demokrasi maratonunun tavşan atleti olduğunu gösterdi Bercan Aktaş

Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam


25

Bir Japon atasözü vardır: “Güneşe tapılan ülkede ısı kanunları tartışılmaz.” Andımız’ın tarihin çöplüğüne karışmasından anadilde eğitim almaya, seçim barajının değiştirilmesinden başörtüsü serbestîsine kadar bir dizi meseleyi tartıştığımıza göre bazı tabuları da arkamızda bırakıyoruz. AKP’nin toplumun farklı kesimlerinin demokratikleşme talebine verebildiği yanıtın sınırını gördüğümüz paket bitmeyecek demokrasi yolculuğunda bir kazanımdır. Paketin en önemli iki noktası Kürt meselesiyle imtihanını ve olası seçim sistemini tartışmadan önce, diğer bazı yenilikleri şöyle sıralayabiliriz: a) Dayatmacılığın her türlüsünün son kullanma tarihi en erken geleceğe çekilmeli. O nedenle Andımız gibi arkaik, dayatmacı ve milliyetçi bir metnin kaldırılması bu yönde atılan bir ön adım olmalı. b) Siyasi partilerin hazineden gelen devlet yardımına %3 oy şartı ile erişecek olması göreli demokratikleşme olarak adlandırılabilir. Fakat burada asıl sorun, devlet ile siyasi partiler arasındaki ilişkidir. Siyasi partiler, üye


26

aidatları ve bağışlarıyla örgütlenirler ve iddialarını öyle taşırlar. Hazineden siyasi partilere para aktarımının kendisi esasta yanlış bir uygulama olduğundan, “göreli demokratikleşme” dediğim adım da usule dair. c) Eş Genel Başkanlık uygulaması yasallaştı. Bu anlamda Barış ve Demokrasi Partisi’nin demokratikleşme meselesine her anlamda ön ayak oluşturabileceğini de görmüş olduk. BDP’nin yanı sıra eş başkanlık, Halkların Demokratik Partisi ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde de uygulanıyor. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nde ise eş sözcülük uygulaması var. d) Farklı dillerde propaganda yasağı zaten fiilen aşılmıştı. Örneğin, BDP’nin Kürtçe ve diğer dillerde bestelenen seçim şarkılarını dinledik. Tıpkı eş genel başkanlık gibi, bu konuda da BDP’nin demokratikleşme maratonunda “tavşan atlet” olduğu ispatlandı. e) Nefret suçlarına dair düzenleme, kulağa demokratikleşmeye doğru önemli bir adım olarak geliyor. Nasıl uygulanacağını seyretmemeli; bu mühim değişikliğin takipçisi olunmalı. Sevan Nişanyan davasını hatırlarsak, bu kavramın kolayca eğilip büküldüğünü görebiliriz. Daha önce defalarca karşılaştığımız Kürtlere dönük gelişen linç girişimleri, trans cinayetleri, üniversitelerdeki ülkücü saldırılar vb mahkûm edilmeli. Paketin Kürt Sorunuyla İmtihanı Anadilde eğitime vakıf okullarında başlanacak. Bunu burun kıvırmadan bir ilerleme olarak görebiliriz. Ancak iş bu kadar basit değil. Bu konuda hükümet

“Ne şiş yansın ne kebap” belirsizliğinde devam ederse, Kürt toplumunun talebine yanıt veremeyecek. Anadilde eğitim, temel hak sorunu olduğundan dolayı, bu eksikliğe “Mevcut durumdan daha iyi” diyerek mazeret üretilemez. Hükümet temel haklardan yana tutum alamadığı için Kürtler tatmin değil. Gerekli düzenleme için anayasanın değişmesi gerek; iyimser olanlarımız bu ilk adımı gerekli anayasa değişikliği için olumlu bir mesaj olarak niteleyebilir. Ne var ki, AKP’nin son dönemde çizdiği tabloya bakacak olursak, iyimserlik lüks kaçar. PKK, barış süreci devam ederken demokratikleşme paketini hükümetin atacağı adım olarak bekledi. Ne var ki TMK’da değişikliğe gidilmedi. Galiba hükümet barışı, ateşkes yapmaktan ibaret sanıyor! Gerillanın dönüşüne dair hiçbir şey söylenmedi. Sadece gerilla değil, Avrupa’da yaşayan binlerce Kürt hakkında tek cümle edilmedi. Hükümet bu anlamda da sınıfta kaldı. Elbette bu paket bir ilk adım; son adım değil. Yani, bu daha başlangıç, mücadeleye devam…


27

Seçim Sistemi Yüzde 10’luk seçim barajı rezaletiyle devam edilemez. Bunu dikkate aldığını ve farklı formüller ürettiğini söyleyen Erdoğan, değişim paketinin seçim sistemi ayağında sunduğu ilk maddede “Böyle devam etsin” diyerek güldürdü. Ama buna şantaj derler. Üstelik “%10’luk seçim barajını biz getirmedik” lafı kabul edilemez. İnsana sorarlar: “1982 anayasasını sen mi getirdin de 2010’da referanduma gittin?” Yenilik olarak sunulan sistemlerden üçüncüsü, yani barajsız dar bölge sistemi, söylendiği haliyle yetersiz; ama olumlu duruyor. Bu durumda 550 seçim bölgesine ayrılacak Türkiye’de bölgede en çok oyu alan kişi milletvekili seçiliyor. Yeni partilerin kurulmasının önünü açabilir; oyları farklı partilere dağıtabilir. Bunun sonucunda bir bölgede, örneğin %20 ile birinci olan parti olursa, geri kalan %80’in temsiliyetinin sağlanmaması gibi bir saçmalığın ortaya çıkma riski var. Yetersizlik de burada. Bu değişimin iki turluluğa doğru genişlemesi gerek. Bu pilav daha çok su kaldıracak. Öte yandan, lider sultasına ve

partilerdeki delege ayaklarına karşı önseçim düşünülmeli. Milletvekilleri, parti merkezlerinden değil, yerellerden belirlenmeli; demokratik olan yol budur. Demokrasi genel başkanlarının iki dudağı arasında ya da adayların cüzdanlarında aranmaz. Sonuç Bazı maddelerin altını çizelim: a) Bu paket, AKP’nin siyasi ufkunun yetersizliğini göstermekle birlikte, mevcut durumdan geriye götürmedi. AKP, kimseye demokrasi lütfetmedi. Demokratik mücadelelere reaksiyonu buydu. b) Demokrasi, sonu olmayan, tamamlanmayacak bir yoldur. c) AKP, Gezi Parkı’nda açığa çıkan potansiyeli gördü. Toplumun kendi hegemonyası dışında kalan kesimleri olduğu gerçeğini önemsedi. Siyasi çatışmanın sonu olmadığından dolayı radikal ve çoğulcu bir demokrasi yolunun da sonu yoktur. Keza bu tür bir demokrasi için de siyasi çatışma gereklidir. 90 yıllık devlette daha yolun başındayız. Siyasi partileri ve iktidarları tartıştığımız kadar devletin yapısını da tartışmamız gerekiyor. Demokratikleşme, temsilde adaletle; temsilde adalet de yerelleşmeyle ilerler ve bu da idari ve yapısal bir sorundur. Toplumsal mücadelelerden ve kurulan kolektif kimliklerden gayrı bir demokrasi güzergâhı yok. Kürt siyasi hareketinin agonist siyaset anlayışı ve devletle siyasi düzeyde çatışması, Türkiye’nin demokratikleşmesinde lokomotif olduğu konusunda malumun ilamıdır.


28

KRALIN DÜŞÜŞÜ


29

Yeteneklerini sergileyemeyeceği bir iş ortamında sıkışıp kalmış, bundan dolayı da hem karısı Skyler’ın hem de kendi beklentilerinin altında bir yaşam kalitesine mahkum olmuş, şanssız bir adamdı Walter White. Hayattan ardı ardına aldığı darbelere bir de akciğer kanseri eklenip iki senelik ömrü kaldığını öğrenince, hayatının en önemli kararını verdi. Geçim sıkıntısı çeken ailesini öldükten sonra yüz üstü bırakmak istememesi, kolay para kazanmak için bir yol bulmasına sebep oldu.

Nasıl biteceği üzerine bolca tartışılan 5 sezonluk televizyon şaheseri Breaking Bad sona erdi. Kral Heisenberg’ün önünde son defa eğiliyoruz. Dilara Şenbilgin

Yüzündeki yorgunluk perdesi yok oldu, yerini kendini kanıtlama ihtiyacının getirdiği bir hırs aldı. İlk bakışta basit bir kimya öğretmeninden ve bir aile babasından başka bir şey olmayan Walter White, uygun durumlar zincir oluşturduğu zaman insanoğlunun değişime açık bir doğası olduğunu beş sezon boyunca bizlere tekrar tekrar kanıtladı. Breaking Bad’in bir dizi olarak başarıları saymakla bitmez, ama bahsetmemiz gereken ilk şeylerden biri, bir dizinin baş karakterini desteklemek için, o karakterin her zaman sempatik olması gerekmediğini göstermesidir. Bazen de, her zaman baş karakteri desteklemenin ne kadar doğru olduğunu izleyicilerine sorgulatması. Walter White “meth” pişirmeye başladığı ilk günlerde kimliğini gizli tutmak için kendine yeni bir ad bulduğunda, bu

-Jesse Pinkman: Biliyor musun, anlamıyorum. Neden biri kalkar da aynı kapının resmini tekrar tekrar çizer ki? -Jane Margolis: Her zaman aynı değildi ki. -Jesse Pinkman: Hayır, öyleydi. -Jane Margolis: Tema aynıydı, ama işlenişi her seferinde farklıydı. Işık farklıydı, ruh hali farklıydı. Her çizdiğinde yeni bir şeyler gördü o kapıda.


30

yeni kimliğin ona getirdiği özellikler, izleyicileri her zaman onu desteklemeye isteksiz hale getirebilecek şeylerdi. Belirsizlik ilkesini öne süren ünlü fizikçiden esinlenerek kendine verdiği Heisenberg adının gerektirdiği kalıba gün be gün daha da uygun bir şekil aldıkça, Walter’ın da bir karakter olarak “belirsizleşmesine” tanık olduk. Marketin en saf kristal meth’ini pişiren Heisenberg’e yaptığı şeyin sanat olduğunun söylenmesiyle Bay White’ın kendisine olan güveninin artmasını izledik. Kendisine olan güveni arttıkça da yüzündeki keskin sırıtışın belirginleşmesini. Ona can veren oyuncu Bryan Cranston’ın sözleriyle “Heisenberg’ü Heisenberg yapan” o fötr şapkasını her taktığında Walter White daha da

acımasız bir anti-kahramana dönüştü. Ama her ne kadar “sorgulanabilir” davranışlarda bulunsa, hakaret etse, yalan söylese, manipüle etse, öldürse de haklı sebepleri olduğuna inandık, onun ardında durduk. Ne de olsa bu hikaye iyi bir adamın, iyi sebeplerden dolayı kötü şeyler yapmasını anlatıyordu. Aynen biz de Walter gibi kendisine tekrarlayıp durduğu “Her şey ailem için.” sloganına bağlı kaldık, Walter’a tezahürat etmeye son sürat devam ettik. Breaking Bad dizisinin aslında yaptığı şey, Walter White’ın haraketleri üzerinden “iyilik-kötülük” kavramları arasındaki ince çizgiyi sorgulatmaktı bizlere. İyi bir adamın, ailesinin refahı için yaptığı şeylerin ne kadarı görmezden gelinebilirdi?


31

Dizi ilerledikçe farkettik ki, Walt’un tek derdi tarihi verilmiş ölümünün ardında bırakacağı ailesinin geçim sıkıntısı çekmesini engellemek değildi. Güç sahibi olmanın, insanın içindeki başka bir potansiyeli de ortaya çıkabileceğini gösterdi. Kendisine tehlike arz edebilecek herhangi birini ortadan kaldırmak için yapmayacağı şey kalmadı. Hepimizin bahsetmekten kaçındığı ölüm anımızı gösteren bir geri sayım sayacı ellerimize verilse, biz de Walter gibi bir saatli bombaya dönüşür müydük, merak ettik. Toplumun dayattığı sınırlamalara uymuş ama bundan herhangi bir şey kazanamamış, aksine hayatın sillesini yemiş bir adamın başına gelen son şanssızlığın ardından, belki de mutlu olmak için her zaman bu sınırlamalar çerçevesinde hayatını sürmesi gerekmediği üzerine bir fikir oluşturması mantıklı bir şeydi. Walter’ın tüm bu sınırlamalardan sıyrılarak yeni bir adama dönüşmesi, başlangıçta yaptığı şeyleri görmezden gelmemize sebep olsa da, zamanla dönüştüğü kişi, izleyicilerin de ona karşı duygularında bir karmaşa yaşamasına sebep oldu. Dizinin yaratıcısı Vince Gilligan’ın sözleriyle “şeytanın ta kendisine dönüşen” Walter White belki de hiçbir zaman basit bir aile babası değildi. Geçmişinde Gretchen Schwarz’a bir kimya formülünü açıklarken rock yıldızı gibi göründüğü sahneyi kim unutabilir? O rock yıldızı tekrar ortaya çıkmıştı işte. Bu noktada Breaking Bad’i diğer dizilerden üstün bir konuma sokan eşsiz kurgusuna da değinmek gerek. Vince

Gilligan’ın gazetede okuduğu basit bir haber üzerinden geliştirdiği bu çetrefilli hikayenin 5 sezon süren bir diziye dönüştürülmesi takdire şayan bir hayal gücünün meyvesi. Dikkatli izlendiğinde, hikaye ilerledikçe teker teker ortaya çıkan kıyıda köşede kalmış detaylar ve önceden verilmiş ipuçları diziyi çok daha keyif verici hale getiriyor. Yüzünün yarısı yanmış oyuncak ayı sembolünden tutun da, karakterlerin kıyafetlerinin sezonlar boyuncaki renk değişimi, bölümlerde kullanılan şarkılar bile dizinin gidişatı hakkında izleyicilerine pek çok şey anlatıyordu. Dizinin belki de Walter yüzünden en çok etkilenen karakteri Jesse ve Walter’ın gazabına uğrayan pek çok kişilerden biri olan Jane’in, Georgia O’Keeffe’in bir resim sergisiden çıktıktan sonra ressamın aynı kapıyı pek çok kez çizmesi üzerine yaptıkları konuşmada, yazarların tüm dizi ve Walter karakteri üzerine yaptıkları muhteşem bir tespit yer alır. Jane’in Jesse’ye söylediği gibi, özne aynı olabilir ama onun dışındaki her şey değişime açıktır. Baktığımız her seferde, yeni bir şey görmemiz mümkündür. Walter da, tanık olduğumuz üç farklı doğum gününde evine her adım attığında içinden geçtiği kapı aynıydı ama geri kalan her şey muazzam biçimde değişmişti. Uzun soluklu dizilerin izleyicilerinin misafirperverliğini suistimal etmeden sona erdiğini görmek, pek karşılaştığımız bir durum olmaz. Genelde bir zamanlar çok güzel giden kurguları, sırf “devam edebildiği” için bitirmeyen yapım şirketleri, ellerindeki


32

materyalden sağabildikleri paranın cılkını çıkarıp izleyicileri kızgın, üzgün ve çoğu zaman bezmiş bir haldeyken veda etmeye zorlarlar dizilere (Yine birkaç hafta önce biten Dexter’ın finalini bilen bilecektir). Breaking Bad’i bu dizilerden ayrı kılan belki en önemli şey de, yapımcı ve yazarların bu hataya düşmemeleri ve dizinin tökezlemeden sona ermesine izin vermeleriydi. Evet, Breaking Bad sekiz sezon sürse de izler miydik, izlerdik. Ama gereksiz yere uzatılsaydı hikayeyle uyum içinde gerçekleşen bir final sezonu ve bölümünü muhtemelen göremezdik. Karşılaştığımız final içinse, bu doğal sana ulaştığını rahatça söyleyebiliriz. Bölüm, yalnızca her karakterin hikayesini bir şekilde sonlandırdığı gibi, gerçekleşen olayların çok ağır olmasına

rağmen diziyi en başta çok sevmemizi sağlayan kara komedi unsurlarını da son anına kadar kullandı. Walter’ın Gray Matter şirketinin kurulmasında pek çok katkısı olduğunu milyonlara inkar eden Schwarz’lara karşı izlediği yöntem, son bölümde bile yazarların izleyicileri şaşırtabileceğini, onlarla oynayabileceğini gösterdi. Elinde kalan tüm paranın bir şekilde oğlu Walter Jr.’a (artık Flynn’i tercih ediyor) gideceğini kesinleştirmesi ve hem Skyler’a hem de kendine nihayet tüm bunları “kendisi için” yaptığını itiraf edebilmesi ise, Walter’ı son sezon boyunca muhtemelen en sempatikleştiren andı. Walter da nihayet meydana geldiği adamın farkına vardı, yaptıklarından aldığı hazzın kendisi için olduğunu ve pek çok kişiyi gereksiz yere


33

suçladığını gördü. Fakat, dizinin bir izleyicisi olarak final bölümünün beni en çok tatmin eden noktalarından biri ise, Jesse Pinkman için yazılan sondu. Özellikle bölümün başında annesine ev ekonomisi ödevi olarak ahşap kutu yaptığı sahnenin birdenbire içine düştüğü hapishaneye dönüşmesi, dizinin en iç burkan sahnelerinden biriydi. Harcadığı yeteneklerinin hatırlatıldığı böyle bir sahnenin ardından Jesse için yazılan sonun tatmin edici olduğunu söylemek, sevindirici. Kralın sonuna gelirsek, o sevgilisine tekrar kavuştu, ne diyebiliriz ki. Hayatını mahvettiğinin farkında olsa da, bunu kabullenmiş bir halde ve (bana kalırsa) bulunduğu yerden memnun bir şekilde hikayesini sonlandırdı. D u r d u r a k b i l m eye n ve n e fe s

aldırmayan aksiyon sahneleriyle boğulmak yerine bağlantı kurulabilen, bir tarafından tutalabilen karakterlerin etki-tepkisiyle doğal bir şekilde gelişen hikayeler izlemek, genelde daha ilgi çekici oluyor. Bu da karakterlere yönelik yazılmış dizileri çoğu zaman, olaylar üzerinden ilerlemeyi seçen dizilerden daha başarılı kılıyor. Bir dizideki kişilerin başına ne geldiğini umursamıyorsak, o diziyi izlemenin ne manası kalıyor ki? Birbirinden farklı ve ilginç karakterlerin peşinde meydana gelen hikayelerle süslenmiş, son derece zekice yazılmış bir dizi olan Breaking Bad, aldığı ödülleri ve övgüleri sonuna kadar hak eden bir diziydi. Onun gibi bir tane daha gelir mi, bilemeyiz ama, Kral Heisenberg’ün boşalttığı yeri doldurmanın kolay bir şey olmayacağı kesin.


zete

/28

e t e z r ive

ün

Fotoğraflayan: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.