Univerzete I 31

Page 1

/31

e t e z r e niv

ü

uldu r u K i ğ a Birli y d e M rsite cağız! e a v ş i u l n u Ü _ Gün B let Demek r i B t e b _Elb ek, Ta m e D _Ekim

zete


Sayı: 31 / 2013 Genel Yayin Yönetmenleri Özge Yılancı Yazı İşleri Dilara Şenbilgin Gökberk Ertunç

ÜNİVERSİTE MEDYA BİRLİĞİ KURULDU

ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ!

EKİM DEMEK, TABLET DEMEK

DOKUNMAKTAN KAÇINMAYAN SANAT: MODA SAHNESİ

BİR ORTA ÇAĞ KENTİ: RODOS

MARMARA’YI PEDALLAMAK #1

H&M’DE PARİS KUŞATMASI: ISABEL MARANT

GRUNGE’IN BABASI’NDAN YENİ ALBÜM: LIGHTNING BOLT

Günseli Naz Ferel Yazarlar Ali Berhan Memişoğlu Aybike Işınsu Memiş Bensu Kaplan Berkem Ceylan Demet Açıkgöz Emrecan Kaya Eren Kasapoğlu Günce Kılıç İrem Koca Mert Ofluoğlu Merve Yazkan Simge Gürkan Teşekkür Sarper Durmuş Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Twitter: https://twitter.com/Univerzete Facebook: https://www.face-

book.com/pages/%C3%9Cniverze te/222760591195490

/ifbilgi

@ifbilgi


3

/

v i 端n

e t e z er


4

Üniversite Medya Birliği Kuruldu

26 Ekim Cumartesi günü, Boğaziçi Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı ve otuza yakın üniversitenin iletişim kulüpleri başkanlarının katıldığı Medya Çalıştayı’nda resmi olarak Üniversite Medya Birliği’ni kurduk. Hepimize hayırlı olsun! İrem Koca


5

Bundan birkaç hafta önce Boğaziçi Üniversitesi’nden Atakan Şeniz ve çekirdek ekibi birazdan ayrıntılarını vereceğim medya birliğini bize tanıtmışlar, bizi bu oluşumda kurucu ortak olmaya davet etmişlerdi. Santralistanbul’da gerçekleştirdiğimiz verimli bir toplantı sonrasında Üniverzete ekibi olarak, okulumuzun ve Zete’nin de desteğiyle Üniversite Medya Birliği’ne dahil olduk. Üniversite Medya Birliği, üniversite ve medya arasında köprü olmayı amaçlayan, yaptığı işlerle sektörde yer etmeyi planlayan bir öğrenci topluluğu. Bu doğrultudaki ilk hedefleri arasında medya dünyasına kolektif bir dergi kazandırmak ve medya ödülleri töreni

düzenlemek gibi çalışmalar var. İlk çalıştayımızı 26 Ekim Cumartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde içlerinde Galatasaray, Bilkent, Hacettepe, Ege, KTÜ gibi üniversitelerin de bulunduğu otuza yakın üniversitenin katılımıyla gerçekleştirdik. Açılışı NTV’den Celal Pir’in konuşmasıyla yaptık. Medya dünyasına dair tespitlerini ve önerilerini bizle paylaşan Pir’e veda ettikten sonra proje liderimiz Atakan Şeniz ve ekibi moderatörlüğünde oturum maddelerini tartışarak genel yapımızı ve üç aylık yol haritamızı belirledik. Bir diğer oturumda da komisyon başkanlarını seçip, Üniversite Medya Birliği’ni resmi olarak kurduğumuzu basın


6


7

Celal Pir

açıklamamızla duyurduk. Üniversite Medya Birliği’ne dahil olan her temsilci ve her ekibin nitelikli oluşu, ortaya koyulan çaba, inanç ve isteklilik gerçekten umut verici. Bu ekipte Üniverzete temsilcisi, Yayın Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Kurucu Başkan olarak yer aldığım için gurur duyuyorum. Yakın gelecekte çok iyi işlere imza atacağımıza inanıyorum. Üniverzete’yi ve Üniversite Medya Birliği’ni takip edin.

Atakan Seniz


8

Elbet Bir Gün Buluşacağız! İstanbul’daki WTA Şampiyonası’nı arkada bıraktık ve tenisseverler olarak şimdiden özledik o günlerimizi… Emrecan Kaya


9

Bazen bir spor ile özdeşleştirirsiniz hayatınızı. Mesela bisiklet seven biri büyük ihtimalle ilk bisikletini aldığı günkü çoşkusuyla takip eder yarışları. Basketbol izleyen biri, ilk defa üç sayılık basket atıp kendini Ray Allen zannettiği gün hissetiklerini tekrar yaşayabildiği için sever. Benim tenis ile ilişkim ise 2003 senesine dayanır. İlk kez bir Grand Slam izlemenin yanında Roger Federer ile de karşılaşmıştım. Belki de Wimbledon tarihinin en ilginç senesidir 2003, Roger Federer’in saltanatına ilk adımlarını atacağından veya iki kardeşin (tahmin edersiniz ki Serena ve Venus’ün) Wimbledon finali için oynadığıdından habersiz, babaannem yemek yaparken açık kalan televizyon sayesinde tanışmıştım tenisle. Adeta büyülenmiştim. Seyircilerden tutun, top toplayıcılara, hakemlere kadar herkesin oyuna bakışı inanılmazdı. Kaan Kural’ın, Lebron James üzerine yazdığı yazıda belirttiği gibi, spor karşılaşmaları Makyevelist bir felsefe üzerine yürüyor. “Kazanan haklıdır veya kazanmak için her yol mübahtır.” bakış

açısını tamamıyla reddetmesi, beni tenise aşık etmişti adeta. Sakatlanan oyuncu alkışlar içinde motive edliyor; kaybeden, kazanan kadar alkışlanıyor ve en güzeli seyirciler tarafları değil oyunu izliyordu. Ben ise gördüklerimden mest olmuş bir şekilde, daha sonra spora ve hayata bakışımı tamamıyla değiştirecek oyunla tanıştığımdan habersiz, çok mutluydum. O gün yaşadığım duyguların aynısını Sinan Erdem spor salonunda da yaşadım, üstünden tam 10 sene geçmesine rağmen. 2003 Wimbledon finallerini kazara izleyen biri olarak, hayatımda en huzur dolu hissettiğim anlardan biriydi. İlk gün stada giden yol tarifini aldıktan sonra yola koyulduk hemen. Herkes bana Şirinevler durağında inmem gerektiğini söylemişti ama insan kalabalığından o durakta inemeyip, Yeni Bosna’ya gidip tekrar dönmek zorunda kalmıştım. Çok şükür ki, kulaklığımı yanıma almıştım, zira Led Zeppelin olmasaydı büyük ihtimal bunalıp olduğum yerde bayılacaktım. Sinan Erdem’in içine girdikten sonra ise 19 yaşındaki halim yerine 9 yaşındaki


10

çocukluğum geri gelmişti adeta. İlkler unutulmaz. İlk kez Bach dinlemek, ilk kez sinemaya tek başına girmek, ilk kez Federer’i izlemek, ilk kez canlı bir spor karşılaşmasını izlemek. Bunların insanlara yaşattığı haz hemen hemen aynıdır. Sahaya girdiğimde Serena Williams ısınıyordu, seyirciler ise onun ısınmasını büyülenmiş bir şekilde izliyordu. Çünkü Serena ısınırken bile inanılmazdı! Daha sonra gözlerim, tenis sporunun emekçisi İpek Şenoğlu’nu aradı uzun süre. Kendisi neredeyse bir aydır turnuva ile ilgileniyor ve sosyal medya üzerinden ilgiyi sürekli artırmaya çalışıyordu. Bu turnuva için yaptıkları gerçekten takdiri hak ediyor. Bir tenissever olarak bu yazı vesilesiyle ona da teşekkür etmeden bu yazıyı yazmam olanaksızdı. Kendisiyle tanışma ve yüz yüze teşekkür etme şansını yakalayamadım ama belki bu yazıyı okur. Ne dersiniz?

İlk maç Azarenka ile Errani arasındaydı. Bir ay kadar önce US OPEN’da sarfettiği mücadeleyi görünce Azarenka hayranlığımın tavan yaptığı bu günlerde onu canlı canlı izlemek büyük keyifti. Her ne kadar bu turnuvada ruhsal yorgunluğu nedeniyle sakatlanmadan önceki hali de dahil, beklentilerimizi karşılayamasa da, yazının başında dediğim gibi, seyirci bir an olsun desteğini eksiltmedi. Aksine, motivasyonu azaldığı zamanlar daha çok alkışlandı. Ancak beyaz grupta bir tenisçi vardı ki, ona olan özlemimizi öyle bir giderdi ki, eski günlerini hatırladık adeta. Evet, Jelena Jankovic’ten bahsediyorum. Oyunuyla 1 numara olduğu zamanlarda oldukça keyif almamıza neden olsa da, son bir kaç yıldır büyük düşüş yaşamıştı. “Kendini harcadı” klişesine girmeye gerek yok, zira tenis neticeler kadar haticelere de bakılan spordur. Onun bu performansı ise unutulacak gibi değildi, özellikle Serena’ya karşı


11

yarı finaldeki oyunu efsaneydi! Beyaz grubu domine eden tenisçi ise Li Na’dan başkası değildi. Turnuvada da sık sık söylendi, Li Na şu an en hızlı forehand’e sahip olan oyuncu. Jankovic ile oynadığı maç unutulmazdı, her iki tenisçi için de finalin kapısı bu maçtan geçiyordu, kaybeden taraf Jankovic oldu ve Serena Williams ile eşleşti. Serena ile eşleşmek artık tenis literatüründe şerefli mağlubiyet anlamına geliyor. Ancak Jelena elinden geleni yaptı bunun altını bir kez daha çizmekte fayda var. Radwanska ise büyük hayal kırıklığıydı benim için. Üç maçını kaybetmesi değil, kaybetme şekli üzücüydü. Bir gömlek daha yukarı çıkmak istiyorsa çok çalışmalı zira rakipleri yerlerinde saymıyor. Tıpkı bu turnuvaya sonradan katılma şansını yakalayan Kerber gibi. Kariyerinin ne en iyi sezonu ne de en kötü sezonu diyebileceğimiz bir

sene geçiren Kerber kendi standartlarındaydı ama bu turnuvadaki oyunu bana büyük keyif verdi. Petra Kvitova ile oynadığı maç şahaneydi mesela. Yenilmesine rağmen, sahada her topa koşarak ve güzel bir oyun ortaya koydu genç Alman. Petra Kvitova ise benim bu turnuvadaki finalist adayımdı, grupta sadece Sereana’ya kaybetti ama o da tıpkı Azarenka gibi ruhsal yorgunluğun esiri oldu ve Li Na karşısında sahada çok silik kaldı. Ancak potansiyeli çok yüksek ve daha önünde uzun bir yol var. Pek tabii, Serana’yı en sona bıraktım. Gerçekten inanılmazdı onu izlemek! Jelena Jankovic karşısında bir sıkıntısı vardı ama maç sonrası ne olduğuna dair bir bilgi alamadım ve sosyal medyada göremedim. Maç sırasında kullandığı iletişim tekniklerini canlı görmek inanılmazdı. Tamamen kendi gözlemime dayanan bir kaç tespitimi


12


13

paylaşmak isterim: Yazı tura atılırkenki yüz ifadesi olsun, raketi sallaması ve özgüveni rakibine şu mesajı açık bir şekilde veriyordu: “Hayatının en kötü 1 saatini geçirmeye hazır mısın?” Veya yavaş hareket edişi, rakibini bekletmesi… Bunların hepsi

karşı tarafa vermek istediği mesajların şifreleri. Gerçekten inanılmaz bir oyuncu. 32 yaşında ama tenise olan bağlılığı sayesinde bu seviyeden düşmeyecektir. Rakiplerinin ise onu yenmek için en iyi oyunlarını oynayıp, Serena’nın kötü bir gününde olmasını beklemekten başka çareleri yok gibi. Gerçekten inanılmaz keyifli bir 5 gün geçirdik binlerce tenissever ile beraber. Evde akıl almaz derecede güzel sayıları, çift salto veya sehpaya çarpmadan taklalarla kutladığımız anları, bu sefer avuçlarımız parçalanıncaya kadar alkışlarla kutladık. Şimdi bu turnuva Singapur’a gidiyor 5 seneliğine. Keşke her sene gelebilseler İstanbul’a. Şimdiden özledik.


14

Ekim Demek, Tablet Demek Sonbahar geldi tablet savaşları başladı Ali Berhan Memişoğlu


15

2013 Ekim ayı adeta bir tablet ayı olarak geçti. Birkaç yıl geç kalsa da Nokia bile yeni bir tablet tanıttı ama aynı gün tanıtılan iPad Air ve iPad Mini Retina Display yüzünden belki hiç sesini duyuramadı. Bir hafta önce de Microsoft Surface 2 çıkmıştı görücüye. Tabii ki hiçbir yerden eksik kalmayan Samsung yine ekim ayı ortalarında Galaxy 10.1 tableti tanıttı. Birkaç gün sonra da Asus, “İşte bu da Nexus 10.” derse kimse şaşırmaz. Fakat Temmuz ayında gelen Nexus 7’yi de ben bu gruba dahil etmek istiyorum. Her birinden yalnızca birkaç kısa cümle ile bahsedebileceğim bu hafta çünkü henüz ABD’de bile satışa sunulmayan tabletler var. Samsung’dan başlayalım. Her boy telefonu ve tableti olan Samsung, Galaxy Note 10.1 ile bu kez çok daha güçlü. Belki bu kez olur diyerek iPad satışlarına yetişme ümidiyle yola çıkmış gibi duruyor. Ekranı, kamerası, uygulamaları ve Android’e olan ilginin artmasıyla

çok daha iddialı ancak en büyük hatayı fiyat belirlerken yapmışlar. Bu sektörde her zaman en pahalı olan Apple ürünleri olmuştur ve diğer markalar da ürünleri biraz daha ucuza satarak satış rakamlarını arttırmaya çalışmışlardır; fakat bu kez Galaxy Note 10.1 16GB’lık tabletine $550 fiyat biçerek kendi kendini yakmış gibi duruyor. Microsoft Surface 2. Bu yıl bir önceki versiyonuna göre neredeyse her şeyi düzeltmiş gibi. Zaten daha önce Microsoft Surface hakkında yazarken: “eminim tecrübeyle daha iyisini yapabilirler” demiştim ve gerçekten de bu kez çok daha iyi bir tabletle piyasaya çıktılar. Fakat üreticilerin giderdikleri tüm hatalara rağmen ne yazık ki uygulama eksikliğinden muzdarip olan Microsoft Surface 2 yine beklediği ilgiyi göremeyecek gibi görünüyor. Nokia Lumia 2520. Tablet piyasasına da akıllı telefonlarda yaptığı gibi biraz geç giren Nokia ilk tableti olmasına


16

rağmen ortalamanın üstü bir cihazla giriş yapmış. Windows 8.1 RT işletim sistemi kullanan tablet, Nokia uygulamalarıyla donanmış. Bir Lumia olarak farklı renk seçenekleri sunan 2520, aynı Microsoft Surface gibi bir klavyeyle de uyumlu. Klavye koruyuculu olan tabletler bir laptopa daha yakın olduğu için savaşı daha çok Microsoft Surface 2’yle gibi. İkisi arasındaki fiyatların da oldukça yakın olacağını tahmin ediyorum. Apple her yıl olduğu gibi tabletlerini yenileyerek yoluna devam ediyor. iPad Air adına yaraşır bir şekilde hafif ve oldukça hızlı. iPad Mini Retina Display de iPad Mini’nin ekran kalitesini yalnızca ikiye katlamakla kalmadı. Bir önceki iPad Mini’de, Apple A5 işlemci kullanınca pek çok kez yerilmişti, 2 yıl öncesinin teknolojisini kullanıyor diye. Bu kez iPhone 5S’de kullanılan A7’yi, hem iPad Air’de kullanmış hem de iPad Mini Retina Display’i yetim

bırakmamış. iPhone 5S’le beraber ilk kez karşımıza çıkan Touch ID teknolojisi ise beklenildiği gibi tabletlerde henüz kullanılmamış. Fiyatları ise beklenildiği gibi iPad Air 16GB $499, iPad Mini Retina Display ise $399. Google Nexus 10 henüz ortalıklarda görünmediği için sırada Nexus 7 var. Boyut olarak rekabet edebileceği yalnızca iPad Mini Retina Display gibi gözüküyor olabilir, ancak Asus bilgisayarlarında olduğu gibi Apple’ın karşısına çıkabilecek tek rakip olarak tablet savaşında da oldukça sağlam duruyor. Bir önceki versiyonuna göre çok daha ince, çok daha hafif ve çok daha kaliteli olan Nexus 7’yi belki bu sene Türkiye’de görebiliriz. Kitap okuma alışkanlığı olmayan bir ülkede bu cihazı bulamamak çok da şaşırtmıyor insanı çünkü iTunes Store’daki kitaplarla övünen Apple’ın aslında mesaj gönderdiği tek yer Nexus 7.


17

Bu ay tabletlerle böyle geçerken en çok takıldığım nokta 22 Ekim akşamı Apple’ın iPad 2’si de artık $399 demesi oldu. Her sene yeni bir tablet tanıtan Apple, bundan 3 nesil öncesinin tabletinin fiyatında indirim yaparak farklı bir mesaj mı veriyor? Her sene yeni bir tablet ve yeni bir telefon tanıtan (artık ikiye çıktı sayılar) şirket 3 yıllık bir teknolojiye sahip iPad 2’nin satışına hala internet üzerinden devam ediyor. Üstelik $399 aynı gün tanıttığı iPad Mini Retina Display’le aynı fiyat. Tim Cook, hala talep gördüğü için satışına devam edildiğini söylese de neden New iPad olarak tanıtılan üçüncü jenerasyon iPad değil de, iPad 2 diye düşünüyor insan. Belki de Apple’ın elinden çıkarmaya çalıştığı birkaç bin iPad 2 kalmıştır. Sonuçta “Pazarlama, istekleri ihtiyaçlara dönüştürür” söylemi Apple’ın en başarılı olduğu konu. Ayrıca iPad 2 30pin girişli şarj aleti kullanılan bir tablet,

tıpkı satışına devam edilen iPhone 4S gibi. Apple hem aksesuar satışlarına devam ederken hem de artık onlar için eski olan telefonların ve tabletlerin satışına devam ediyorlar. Zaten iOS 7 yüklendikten sonra işleri bitecek olan iPad 2’lerden ve iPhone 4S’lerden sonra yeni bir ürün satacağından emin olsa gerek Apple. Ayrıca Siri ve AirPlay varken yalnızca boyut mu önemli? iPad Mini Retina Display aynı fiyata çok daha fazla işlevliyken hala iPad 2 satmak Apple’ın en büyük başarılarından biri. Tabletlere geri dönecek olursak temmuz ayında çıkmasına rağmen bunca tablet arasında en iyisi hala Nexus 7. Apple ürünleri ise yine dünyada en çok satan tabletler olsa da bir önceki iPad’den ağırlık haricinde hiçbir farkı bulunmuyor. Ama yeni olması herkese yetiyor.


Dokunmaktan Kaçınmayan Sanat: Moda Sahnesi Kadıköy’ün yepyeni tiyatrosu Moda Sahnesi’ne “hayırlı olsun’’a gittik ve Kemal Aydoğan’dan sahnenin tüm hikayesini dinledik. Sonra bir de baktık Hamlet Kadıköy’ü olup çıkmış; sanat ise artık her şeye dokunmaya bayılan, dinamizmini kaybetmemeyi esas almış bir sahnede. Günseli Naz Ferel Fotoğraflar: Simge Gürkan


19

Moda Sahnesi yeni sezonda Kadıköy Bahariye’de kapılarını açtı. Biz de hem meraktan hem de bu yeni mekanı tanıma isteğimizden, dayanamayıp ziyarete gittik. Kurucu ekipten yönetmen Kemal Aydoğan bize tüm hikayelerini ve yeni fikirlerini baştan sona anlattı. Kadıköy’de artık son derece samimi, haşin ve ‘’dokunmayı seven’’ bir sahnemiz var. Biraz Moda Sahnesi’nin hikayesinden, bu yola nasıl çıktığınızdan bahseder misiniz? Moda Sahnesi’ni kuran on iki kişilik ekibin on bir kişisi Oyun Atölyesi’nde tiyatro yapıyorlardı, bir tek İlksen (Başarır) sinema yönetmeni olarak dışarıdan dahil oldu. Oyun Atölyesi’ni kuran ekip, bu ekip zaten. Oranın inşaatını tamamlayan, sonra da tüm tiyatroyu çalıştıran, işleten, oyunlar yönetip çıkaran, oyunlara ışık ve sahne tasarımı


20

yapan, sahne amirliği yapan, bilet satan yani Oyun Atölyesini ‘’Oyun Atölyesi’’ yapan ekip aslına Moda Sahnesi’ni kurdu. Dolayısı ile tiyatro yapma, bir sahneyi işletme pratiğimiz zaten var. Oyun Atölyesi ile artık devam edemeyeceğimizi anladığımız sırada Eski Moda Sineması’nın mekanı da kiraya verilmek isteniyordu. Biz de gelip görüştük, burayı kiraladık. Yani aslında Moda Sahnesi, Moda Sineması’nı kiralamamızla beraber temelleri atılan ve ismini bundan almış bir sahne. Yani aslında bir arada kalıp tiyatro yapma fikri baştan beri vardı? Tabii. Birlikte yolumuza devam edeceğimiz belliydi. Biz birbiriyle iyi anlaşan, birbirini seven bir ekibiz. Birbirimizle kavga edebiliyoruz. Mutluluğumuzun en önemli nedenlerinden biri de bu. Çok iyi anlaştığımız söylenemez. ‘’Çiçekli böcekli’’ ya da ‘’Ay ben gerginliğe gelemem’’ ilişkilerinden pek hoşlanmıyoruz. Sanat, öyle yapılacak bir hikaye değildir. Onu yapmaya çalışanların hepsi ‘’nazenin’’ varlıklardır, biz onlardan değiliz. Düştüğümüzde bize bir şey olmuyor, dizimiz falan kanamıyor anlayacağın. Dolayısıyla burada kavga edebilen, fikir üretebilen, tartışan bir ekip var. Bunlar dinamik olmamızı sağlıyor. Aynı zamanda on iki kişi bu tiyatroyu kurarken kolektif olanı tecrübe etme isteğine de sahibiz. Çekirdek kadro olarak on iki kişi Moda Sahnesi’nde hak sahibi. Çevremizle birlikte kırk-elli kişiyiz diyebiliriz. Yani hep birlikte bir sanat ortamı yaratmayı da deniyoruz aslında. En çok önemsediğimiz yanlarımızdan

biri de bu: Moda Sahnesi’nin işleyişini on iki kişi hep birlikte yapıyoruz. Peki sahnenin duruşunu biraz da netleştirmek adına, Oyun Atölyesi’nden ayrıldıktan sonra ‘’yeni sahnede bunlar olmayacak’’ ya da ‘’biz bunu farklı


21

yapacağız’’ dediğiniz durumlar oldu mu? Bu konuda ilk olarak tiyatronun fiziki yapısını daha değişik kullanmak üzere tasarladık. Sabit bir tiyatro salonumuz yok: tribünümüz ve sahnemiz hareketli, değişik işlevler kazanabilir durumda. Bu bizim hep kurduğumuz bir düştü. Moda Sahnesi’nde bu değişik sahneleme biçimlerine olanak tanıyan bir salonumuz var.

Bunun dışında bir prova salonumuz var. Provalar dışında, deneysel topluluklarının da gelip sahne alabilecekleri bir alan. Hem büyük salon hem de prova salonumuz dışarıdan gelecek tiyatro topluluklarına açık. Aynı zamanda kendi üretimlerimizi de bu mekanlarda yapacağız. Bu sahnede bir oyun çıkartmak şu ana kadar hiç tecrübe etmediğimiz bir şey. Oyunculuğumuzu, yönetmenliğimizi, tasarımcılığımızı da çok belirleyen bir konu bu. Değişiyoruz ve bu çok heyecan verici. Bir sinema salonumuz var. Bu salonda bağımsız filmler gösterilecek ve beraberinde farklı sinema etkinliklerimiz de olacak. Senaryo yazma, eleştiri ya da yapım atölyeleri gibi etkinliklere yer vereceğiz. Şimdiden bir takım teorik atölyelerin alt yapısını kuruyoruz, çok yakında başlayabilir bu projelerimiz. Çok kıymetli edebiyatçıların,


22

sosyal bilimcilerin burada dersler vermesi söz konusu. Bir atölyenin konusu Shakespeare de olabilir, roman tarihi de. Çeşitli olacak. Tüm bunların yanında bir etkileşim alanı olması; konuşup tartıştığımız, mutlaka kavga ettiğimiz, ‘’saç baş yolduğumuz’’ bir yer olsun istiyoruz. Sanat bu dinamikten ortaya çıkıyor. Az evvel de söylediğim gibi ‘’çiçek böcek’’ talep eden birine çok da güvenmemek gerekiyor, çünkü biliyoruz ki bu taleplerle bizi susturmaya çalışıyor aslında. Moda Sahnesi dinamik bir kültür-sanat mekanı olsun istiyoruz. Bunu istememizin sebebi ise kendi adımıza ihtiyacını duyduğumuz bir şey olması. Kendi alanımızdan farklı sanat dalları ile olan iletişimimiz çok da kuvvetli olmuyordu, burada hepsi bir arada ve iletişim halinde olsun istedik. Farklı sanat ve sosyal bilim dallarının birbirlerine katabilecekleri şeyler olduğunu düşünüyoruz. Zaman içinde oluşacağını umduğumuz, düşlediğimiz bir ortam bu. Sanırım bu düş doğrultusunda müzik etkinlikleriniz başladı bile? Evet, bu hafta Büyük Ev Ablukada’nın performansı ilk konserimiz olacak. Bir sonraki hafta ise İncesaz konseri olacak. Büyük Salon 600 kişilik, ayakta, bir konser salonuna dönüşebilecek şekilde yapıldı. Aynı zamanda salonda çok iyi bir müzik sistemi ile akustik düzenleme sağladık, müzik olarak da altyapının kuvvetli olmasına dikkat ettik.

Biraz da seyirciyle olan ilişkinizi anlatır mısınız? Moda Sahnesi’nin bu anlamda birçok farklı sahneden ayrıldığını söyleyebilir misiniz? Evet, seyirciyle olan ilişkimizin farklı bir yerde olmasını istiyoruz. Moda Sahnesi’nin, bir ücret karşılığında gelip gidilen bir mekan olmasını değil yaşayan bir yer olmasını istiyoruz. Önemli olan o seyircinin buraya bir katılımcı olarak gelmesi. Moda’da, Kadıköy’de profesyonel olanların dışında, burada oturan ve tiyatroyla aslında çok da

fazla ilişkisi olmayan insanlarla birlikte tiyatro çalışmaları nasıl yapılabilir diye düşünüyoruz, bu konuda fikirler üretmeye çalışıyoruz. Biz deniyoruz, belirli kurumların ya da belediyelerin desteği ile daha da mümkün bir hale gelebilirler. İki hafta evvel ilk kez seyircili bir prova yaptık, bu yaratmaya çalıştığımız şeyin bir örneği. Sanatın kutsal, elit, dokunulmaz, kavranmaz olduğunu değil; çok dokunulabilir, temas edilebilir, anlaşılabilir bir şey olduğunu, mekanların da böyle olabileceğini, bir bakkal ya da market gibi içine girilip çıkılabilir bir şey


23

olduğunu göstermek istiyoruz, böyle bir yer var etmek istiyoruz. Bu şekilde dinamizmi de korumak son derece mümkün aslında. Evet, kesinlikle. Aslında bir yandan da burayı nasıl bir mekan haline getireceğimizi bize insanlar söyleyecek. Buraya gelip gidecek olan insanların bize önerecekleri bir hayat var aslında ve bizim tasarladıklarımızla onların fikirlerinin nasıl buluşacağını ve bu buluşmanın ne yöne akacağını biz de merak ediyoruz. Moda Sahnesi’nin ilk oyunu Hamlet’ten biraz bahsedebilir misiniz? Neden Hamlet? Neden olmasın! Hamlet herkesin hakkında bir fikri olduğu ve bunlar yüzünden dokunulması biraz zor bir oyun. Herkesin anladığını sandığı bir oyun, ben de dahilim bu tanıma. Hamlet’i seçmemizde bir sebebimiz Moda Sahnesi’nin bu tür oyunlar yapacağını söylemek istememiz, bir başka sebep oyunculuğa, tiyatroya büyük olanaklar tanıyan, çok güzel bir oyun olması.

Hamlet’i sahnelemeye Mart gibi karar verip Nisan’da çevirisine başladık, sonra birden 31 Mayıs oldu ve biz o sırada hala çeviri yapıyorduk. Biz zaten metnin iktidarla kurduğu ilişki anlamında bir potansiyeli olduğunu anlıyorduk ama Gezi’den, tarihin rafineleştiği o anlardan sonra anladık ki meğer Hamlet tümüyle bu ilişkileri anlatıyormuş. Bunlara değinmesi sebebiyle de bizim için önemli bir hale geldi. İnanılmaz bir tarihsellik barındırdığından; 500 yıldan bu yana ilişkilerin, siyasetin ve iktidarın var olma hallerini göstermesi açısından çok kıymetliydi. Anladık ki Hamlet güncel de aynı zamanda. Yani bir oyunun güncel olması için son iki yılda yazılmış olması gerekmiyor aslında.1600’de de yazılıp bugünü anlatabilirmiş. Bu tür temaslardan, Türkiye’nin içinden geçtiği ortam ve durumlardan bahsetmekten hiçbir zaman kendimizi sakınmadık. Çünkü burada yaşıyoruz ve buradaki dert bizim derdimiz, bunu öteleyip başka bir akıl geliştirmek mümkün değil, en azından benim için mümkün değil.


24

Bir orta รงaฤ Kenti:

rodos


25

Rodos son zamanların en popüler tatil yerlerinden. Fırtınaya bir gün kala, güneşli son gününde Rodos’u keşfe çıktık. Yorgo’nun size selamı var! Mert Ofluoğlu

Yaz sezonunu kapatıp kış uykusuna yatmaya yüz tutmuş olan Marmaris için sonbahar belki de en güzel mevsimdir. Güneş çok yakmaz, deniz suyu ılıktır ve palmiyeli sokaklarda bisiklet sürme keyfi sadece size kalmıştır. Bu cümleler, bundan önceki sonbahara dek doğruluğunu koruyordu ve muhtemelen tarihe yazılacak olan bu istisna dışında bundan sonraki sonbaharlar için de doğru kalacak. Tabii ki ansızın geliveren şiddetli yağmurdan, yakın köylerde çıkan hortumlardan ve fırtınadan hava durumundaki kehanet gerçekleşmeden önce haberdar değildik. Ama hava durumunun böyle olacağını öğrenince,

günübirlik yapacağımız Rodos gezimizi havanın güneşli olduğu bir önceki güne çekmeye karar verdik. Marmaris’ten bindiğimiz feribotta geçen bir saatlik mavi yolculuğun (ve kaptan köşkünü keşfe çıkmaların) ardından, soluğu saat 10:00’da Rodos’ta alıyoruz. Güneş mavi gökyüzünde parıldıyor, yarın çıkacak olan fırtına çok uzak bir gelecekteymiş gibi geliyor. Rodos limanına yaklaşırken feribottan gördüğümüz kale sanki tüm adayı çevrelemiş. Adaya ayak basınca da gölgesi üstümüze düşüyor. Yüzlerce balkonu olan büyük yolcu gemilerinden inen turistler kalenin surları önünde fotoğraf çektiriyorlar. Biz de geri kalmıyoruz. Kalenin içine kurulmuş bir Orta Çağ şehri olan Old Town’da surların arasında yürürken kendinizi büyülü ve gizemli bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz. Enfes taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı ara yollar adeta birer sanat eseri. Taşların üstünde yürümeye, onlara basmaya kıyamıyoruz. Çarşıda


26

dolanırken kalabalık grupların hiç görmeden yanlarından geçip gittiği patika yollar fark ediyorum. Fotoğraf çekmek için bizimkilerin birkaç adım gerisinde kalıp oraların hüznüne tanıklık ediyorum. “Keşke tek başıma olsam da özgürce ve sonunu düşünmeden girdiğim bu dar yollarda kaybolsam!” diye düşünüyorum. Bunu gerçekten diliyorum. Bir sürü ilgi çekici dükkandan oluşan çarşıda gördüğünüz her şeyi satın almak istiyorsunuz. Buzdolabı magnetleri 1 Euro, Rodos temalı kıyafetler 10 Euro, şemsiyeler 10 - 30 Euro, Yunan tanrılarının/şövalyelerin figürleri 20 Euro, nakış işlemeli masa örtüleri 25 Euro civarında. Sahi şemsiye demişken, Akdeniz’de yer alan bir yerin şemsiyeleriyle ünlü olmasının sebebi nedir anlamış değilim. Her köşe başında şemsiye satan mağazalar var! Londra’da değiliz

ki… Çok güzel yağlı boya tablolar yapan, kendi elleriyle küçücük ve özgün heykelcikler üreten yaşlı bir adamın dükkanıyla karşılaşınca zevkten dört köşe oluyorum. Ta ki fiyatlarını duyuncaya kadar: Bir kadın heykelciği 110 Euro idi. Benim almaya param, param olsa da koymaya yerim yoktu; o yüzden sadece bakmakla yetindim. Ama siz de eğer bu tip orijinal sanat eserlerine meraklıysanız, Old Town sokaklarında sakın uyurgezer olmayın. Rodos’ta gerçekten ilginç şeyler görüyorsunuz. Mesela her köşe başında görebileceğiniz ve ellerindeki jöleli topları hızla yere fırlatan satıcılar bunlardan bir tanesi. Jöleli Angry Birds’ler bir süre sonra toz toplayıp işlevini kaybediyor. Ama özellikle çocuklar 3 Euro’luk bu oyuncaklara epey rağbet gösteriyorlar.


27

İlginç şeylerden bir diğeri de balıklı ayak bakımı! Ayağınızı soktuğunuz akvaryumlarda yüzen onlarca balığın dokunuşlarıyla bakım gerçekleşmiş oluyor. Yabancı turistler bu işin ciddi meraklılarından. Bakımı yaptıran turistlerin yüzlerinde bir rahatlama ifadesi aradım. Ama onlar gülmekten rahatlamaya fırsat bulamıyorlardı. Evet: Tahmin ettiğiniz üzere fazlasıyla gıdıklayıcı bir yöntem! Yukarıda da bahsettiğim harika kaldırım taşları meşhur Şövalyeler Sokağı’nı da baştan sona kaplıyor. Sokağın başında kendini beyaza boyamış bir kız çocuğu heykellik yapıyordu, birkaç adım ötede de prenses kostümü içinde yan flüt çalan bir kadın vardı. Sokak öyle kalabalıktı ki arka fonu boş yakalayıp fotoğraf çektirmek pek de mümkün değildi. (Fotoğraf: Rodos.1) Kanuni Sultan Süleyman burayı fethettikten sonra adada bir sürü cami yaptırmış. Yani adada Türklere ait çok iz var, ama hepsini keşfetmeye vakit bulamıyoruz. Old Town’dan çıkınca kendinizi tipik

bir Avrupa şehrinde gibi hissediyorsunuz. Kasaba havası bitiyor ve büyük markaların parlak vitrinlerinin olduğu mağazalarla dolu şehir hayatına adım atıyorsunuz. Kafeler de aynı şekilde, birbirlerinin aynısı ve her yerde görebileceğiniz sıradanlıkta. O yüzden ben oyumu Old Town’daki küçük, yöresel ve özgün restoranlara gitmekten yana kullanıyorum. Rodos’a gelmişiz de yarım saatte şehir turu yaptıran trene binmeyecek miyiz? Kişi başı 5 Euro ödeyerek bindiğimiz bu otobüs-tren, şehrin adeta bir özetini sunuyor. Şoförümüz bir yandan da bilgi veriyor. Şehrin turistik yerleri, kelimenin tam anlamıyla hızlı bir şekilde gözümüzün önünden geçip gidiyor. Rodos Üniversitesi’ni, Rodos Gazinosu’nu, Apollon Tapınağı’nı, Helenistik Stadyum’u görüyoruz. Limanı, kaleyi ve Old Town’ı geride bırakıp şehrin dışına çıkıyoruz. Yer yer kurak, yer yer ağaçlıklı yolları geçiyoruz. Bu manzaraya bahçe içindeki villalar ve evler de eklenince kendinizi Büyükada’da hissediyorsunuz. E ada


28

sonuçta… Aynı hava, aynı atmosfer. Tren Old Town’a geri dönmek için yükseklerden inerken, şoför “Sol tarafta Türkiye’yi görebilirsiniz.” diyor. Çok uzakta, puslar içinde görünüyor Türkiye kıyıları. Bir tuhaf oluyor insan. “Ülkem karşıdan böyle görünüyormuş demek ki.” diye düşünüyor. Rodos’tan Marmaris görünüyor. Ama Marmaris’in merkezinden Rodos görünmüyor sanırım. Denize giren var mı? Tek tük de olsa giren var. Ben de hevesleniyorum, ama vakit kalmıyor. Son saatimizi, trenden indikten sonra hoş bir kafede oturup bir şeyler içerek değerlendiriyoruz. Ben dondurma yiyorum: “Hayatımda yediğim en nefis dondurma bu!” diye düşünüyorum. Saat 17.00 olunca, feribota binmek için limana geri dönüyoruz. Bir saat sonra Marmaris’e vardığımızda, güneş

bulutların arkasında kayboluyor. Bir sonraki günün kara bulutları şehre gelmeye başlıyor. Ben de bu fotoğrafı çekerek: “Rodos’a iyi ki bugünden gitmişiz!” diye düşünüyorum.


29


30

Marmara’yĹ Pedallamak #1 Berkem Ceylan


31

Konstantiniyye’de pedal çevirmek zor iş, malum. Bisiklete karşı özel bir ilginiz yoksa, sizi bisiklete çekebilecek faktörler de yok denecek kadar az; bilinçsiz taşıt fazla, adam akıllı yol yok. Yine de kararlı bir yol bisikletçisi için, Marmara’nın çeşitli ücra noktalarında güzel, sakin sayılabilecek rotalar mevcut. Kızıltoprak - Tuzla Yol bisikletine yeni başlayanlar için ideal bir rota. Başlangıç noktasını kafanıza göre değiştirebilirsiniz. Kızıltoprak’tan sahil yoluna bağlanıp Caddebostan ve Bostancı’dan geçerek Tuzla’ya kadar giden 30-35 km’lik bir rotadan söz etmek mümkün. Git gel, 60-70 km yapıyor; rotanın tamamı düz sayılır. Baltalimanı - Göktürk Başlangıç yerini keyfinize göre, Boğaz’ın herhangi bir noktasından


32

pekala seçebilirsiniz. Baltalimanı, Emirgan, İstinye, Yeniköy, Tarabya rotasını takiben, Bahçeköy’den Belgrad Ormanları yoluna devam edebilirsiniz. Orman yoluna girmeden, asfalt yoldan devam ederseniz, yol sizi Göktürk’e çıkar tacaktır. Bu rota üzerinde, Bahçeköy’den itibaren -özellikle hafta içi- araba sayısı yok denecek kadar az. Cumartesi ve Pazar binecekseniz de, sabahın ilk saatlerinde yola koyulmakta fayda var. Özellikle Belgrad Ormanları yolu 11.00 gibi yoğunlaşıyor. Bu rotanın uzunluğu 50-55 km kadar. Tırmanmayı pek sevmiyorsanız, ilk tercihiniz olmayabilir. Ormanın içindeki serin havaya dikkat.

Baltalimanı - Karaburun Baltalimanı-Göktürk rotasına Kuzey Marmara’nın sessiz köyü Karaburun’un eklenmiş hali. Göktürk’ten düz devam ederek, eski İhsaniye ve Akpınar yollarını takip ederek Karaburun’a ulaşıyorsunuz. Akpınar’dan sonra otoyola çıkmanız gerekiyor. Bu rota şimdilik, hafriyat kamyonları dışında sessiz sayılır. Üçüncü köprü yolu ortaya çıkınca bu rotada bisiklete binmek ne kadar mümkün olacak, pek iyimser değilim. Baltalimanı’nını başlangıç noktası kabul edersek, git gel 130 km yapıyor. İyi bir kondisyona sahip değilseniz, uzak durmanız gereken bir rota.


33


34

h&M’de Paris KuşatMası: ısaBel Marant


35

Kadınların arzu nesneleri arasında yerini alan tasarımların mucidi, son dönemlerin gözde tasarımcısı Isabel Marant, H&M ile tasarım ortaklığına girerek koleksiyonunu oluşturdu. Tasarımların görselleri yayınlandığı ilk andan itibaren herkesin diline düştü, Marant yine yapacağını yapmış

Geçtiğimiz günlerde Paris’te tanıtılan “Isabel Marant for H&M” koleksiyonunu merak ediyor ve Marant’ın stil kodlarını deşifre etmek istiyorsanız sizi böyle alalım. Merve Yazkan

ve mucizevi bir şekilde tam da ihtiyaç duyulan şeyleri tasarlamayı başarmıştı. Marant’ın moda anlayışını tam anlamı

ile algılamak için ilk olarak yaşamına bir bakmak gerek. Çünkü ünlü tasarımcı, koleksiyonlarını hazırlarken kendini “kobay” olarak kullanıyor. Tasarımlarının çıkış noktası ise kendi gardırobu. Annesi model olan Marant’ın, modayı keşfi çocukluk yıllarına dayanıyor. Modayı bir başkaldırı olarak görüyor ve ona ne giymesi gerektiğinin dayatılmasından nefret ediyor. Yves Saint Laurent takıntısı olan üvey annesi sayesinde ise bir başka rol modeli buluyor kendine. Bir tarafta sürekli Kenzo giyen ve daha sportif bir tarza sahip annesi; diğer tarafta ise şıklığı YSL giymek ve çeşitli kurallara bağlı kalmak olarak gören üvey annesi. Bu rol modelleri sayesinde özündeki Fransız kadınını keşfediyor.


36

Bir de dadısı var ki, eline geçen kıyafeti uyumuna bakmadan birbiriyle kombinleyen bir kadın. Marant, yaratıcılığını ve farklı tarzları birbirine entegre etme yeteneğini de ondan aldığını düşünüyor. O bir trend yaratıcı. Şu anda onunla özdeşleşen “şık bohem” trendini kendi başına yarattı. Onun nadir bulunan bir yeteneği daha var: insanların ne giymek istediğini tam anlamıyla bilmek. Bu yüzden de tasarımları ile kadınlar arasında takıntılı bir ilişki söz konusu. Çünkü Isabel Marant, kadınlara kendileri olma fırsatını sunuyor.

Gerçek hayatta, gerçek kadınlar için, gerçekten giyilebilir kıyafetler tasarlamak isteyen Marant, şıklığı ve seksiliği bir duruş olarak görüyor. Kadınlara kendilerini iyi hissetmek ya da şık olmak için süslenip püslenmek gerekmediğini gösteriyor ve onları sürekli bu zahmetin içine girmekten kurtarıyor. Şüphesiz ki uzun bir süre popüler olmaya devam edecek dolgu topuk spor ayakkabılarını tasarlama sebebi de bu. Bu mucizevi tasarımın hikayesi, Marant’ın gardırobuna dayanıyor. Boyunu uzun göstermek için mantar parçalar kesip Stan Smith ayakkabılarının içine koyan tasarımcı, bunun gerçekten de işe yaradığını görüyor ve


37

ortaya da hala satış rekorları kırmakta olan dolgu topuk spor ayakkabılar çıkıyor. Isabel Marant, H&M sayesinde ilk defa geniş kitlelere ulaşma fırsatını buluyor. H&M koleksiyonu içinde kendi dolabını çıkış noktası olarak kullanmış ünlü tasarımcı. En sevdiği parçaları seçip yeniden yaratmış. Koleksiyona baktığımızda, yine o Marant’a özgü havalı, aynı zamanda rahat tarz hakim. Kullanımı zor etnik desenleri öyle ustaca kullanmış ki hayran olmamak elde değil. “Gerçek giysiler anı yakalar.” Isabel Marant’ın H&M koleksiyonunun teması bu. Her bir parça birbiri ile uyum içinde. Bu uyum, kişilerin tasarımları

yorumlamasına izin veriyor. Tişörtler, sweatshirtler, Marant’ın imzası haline gelen bilek hizasında biten jean’ler koleksiyonda yer buluyor. Koleksiyonun en gözde parçası olan Navaho baskılı palto ise edinilmesi gerekenlerden. Bu iş birliğinde Marant’ın bir de sürprizi var. Tasarımcı ilk defa erkekler için kıyafetler tasarladı. Erkeklerin de fazla şık olmasından sıkılmış olacak ki, onların da kendi duruşundan biraz faydalanmalarını istemiş. Erkek koleksiyonu hazırlamakta zorlandığını dile getiren Marant, yakın bir zamanda tekrar erkeklere yönelik bir koleksiyon oluşturmayı düşünmüyor. Bu parçalar, sadece Isabel Marant seven erkeklere güzel bir armağan niteliğinde.


38

Grunge’ın Babası’ndan yeni albüm:

LIghtnIng Bolt Oduncu gömlekleri ve yamalı pantalonları naftalin koktukları dolaplardan çıkartın çünkü Pearl Jam geri döndü. Eren Kasapoğlu


39

cümle kurulabilir. Kitleleri peşinden sürükleyen bir akım olarak uzun uzun tartışılabilir. Ancak bu müzik türünü özetlemek aslında oldukça basittir. Grunge’dan haberi olmayanların ya da bu tür müziklere ilgi duymayanların bile en azından adını bildiği Nirvana başta olmak üzere Alice in Chains, Soundgarden ve Pearl Jam’den bahsettiğimizde zaten genel hatlarıyla bu müzik türünü anlatmış oluruz. Elbette ki Grunge’a önemli katkılarda bulunmuş daha pek çok müzisyen var. Ancak büyük kitlelere oduncu gömleleklerini giydiren bu dört gruptan başkası değil.

Grunge: Seksenli yılların ortalarından itibaren, ilk önce Seattle’ı, ardından doksanların başından neredeyse sonuna kadar tüm dünyayı etkisi altına alan Punk ile Havy Metal arası bir Rock müzik türü. Kelime anlamı dağınıklık ve kirlilik olan ve bu bağlamda başlı başına bir yaşam tarzı ve kültür oluşturan bir müzik akımı. Genellikle depresif bir ruh halinin müzikteki yansıması. Grunge’ı anlatmak için daha pek çok

Bir döneme damgasını vurmuş bu müzik türü artık 80’ler ve 90’lardaki kadar göz önünde değil. Kemikleşmiş dinleyici kitlesiyle her dönem dinlense de son dönemin popüler müzik türleri arasında Grunge’ı sayamayız. Ama bu durum “Grunge’ın Babası”nı üretmeye devam etmekten, her yeni albümleriyle saygınlıklarını ve dinleyici kitlelerini arttırmaktan alıkoymuyor. Bu durumun son örneği ise Pearl Jam’in iki hafta önce piyasaya çıkan albümü: “Lightning Bolt”. Yeni albümle ilgili söylenecek ilk şey grubun müzik tarzındaki hafif


40

değişikliğin bu albümde de devam ettiği. Lightning Bolt, Pearl Jam’in elinden çıktığı için kaçınılmaz bir şekilde klasik Grunge’ın kendine has depresif ve isyankar kimliğini taşısa da albümün Alternatif Rock ile Punk Rock arasında bir yerde durduğunu belirtmek gerek. Grup en son 2009 yılında “Backspacer” ile oldukça başarılı bir satış grafiği yakalamış ve pek çok ülkede listelerin en üst sıralarına yerleşmişti. Bu yeni albümle de durum pek farklı olmayacak gibi gözüküyor. İlk olarak geçtiğimiz Temmuz ayının başında Pearl Jam’den yeni bir albüm geleceği haberini almıştık. Haberin akabinde albümden çıkan ilk single olan “Mind Your Manners” yayınlandı ve grup onu özleyenlerin ağzına bir parmak bal çaldı. Sert bir altyapıya sahip olan parça bizlere nasıl bir albümle karşılaşacağımızın ilk sinyallerini verdi. Ardından Rock müzik dünyası

ekim ayının başına kadar heyecanlı bir bekleyişe koyuldu. Bu bekleyişin sonunda ise içinde on iki şarkı bulunan ve grubun onuncu stüdyo albümü olan Lightning Bolt’a kavuştuk. Albümün piyasaya çıkmasıyla birlikte ikinci single olarak “Sirens” radyolarda çalınmaya başlandı. İlk single’a göre daha yavaş ve yumuşak olan şarkı, içindeki duygu ve ruh sayesinde şimdiden oldukça beğenildi. “Getaway” ve “Pendulum” başta olmak üzere albümdeki tüm şarkılar kendi içlerinde ayrı ayrı karakterler barındırdığını belirtirken, albümün öne çıkan diğer iki şarkısı ise “Sleeping by Myself” ve “Infallible” oldu. “Sleeping by Myself” Country tınıları ile Alternatif Rock’ı harmanlarken, “Infallible” altyapısı ve farklı groove’u ile dinlemesi oldukça keyifli bir parça.


41

Bir paragrafı da tabii ki grup elemanlarına ayırmak gerekli. Yirmi yıldan fazla zamandır beraber çalan bu adamlar, birlikte kelimenin tam anlamıyla bir efsane oluşturdular ve tabii ki bu başarıda hepsinin ayrı ayrı çok büyük payı var. Eddie Vedder’ın yorumu, Mike McCready’nin tuşesi gibi unsurlar elbette ki Pearl Jam’in başarısının en önemli sırlarından. Ancak grubun basçısı Jeff Ament’a da ayrı olarak değinmek gerekiyor. Ament bu albümde yine bir basçının müzikte nerede durması gerektiğini, nerede daha çok öne çıkıp nerelerde daha geri plana düşmesi gerektiğini net olarak göstermiş ve başarılı baterist Matt Cameron ile her şarkıya çok sağlam birer omurga oluşturmuşlar. Bu da maalesef her yeni çıkan albümde bulabileceğimiz türden

bir durum değil. Kısacası Pearl Jam yine klasikler arasına girecek parçaların bulunduğu, her daim tekrar tekrar dinlenebilecek başarılı bir albüm yaratmış. Bu durum grubun müzik dünyasında “efsane” olarak adlandırılması göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı değil.


42


43

Grunge, Yeniden 80’li yıllara müzikle doğan, 90’lı yılların modasına damga vuran Grunge geri döndü. Bensu Kaplan

Agresif, depresif, içe dönük, nihilist ve umursamaz Grunge: Punk’tan daha ağır, Heavy Metalden daha melodik bir müzik akımı. Kelime anlamı, pislik ve dağınıklık olan bu müzik akımı 90’lı yıllarda popülaritesinde zirveye ulaştı. Grunge’ın popüler olduğu zamanlarda müzik akımının öncülerinin kıyafetleri, dinleyecileri tarafından taklit edilmeye başlandı. Böylece 80’lerde başlayan grunge müzik akımı 90’lı yıllarda bir moda akımı haline geldi. Umursamazlığı kendine ilke edinmiş bu moda tarzı “grungie” gençler tarafından çok büyük ilgi gördü. Uzun yıllar içinde bir görünüp bir kaybolan Grunge kıyafetler bu yılın trendlerinde tekrar karşımıza çıktı. Pahalı giyime, gösterişli kıyafetlere başkaldırı olarak çıkan Grunge’ın öncüsü Kurt Cobain olarak gösteriliyor. Hem asiliği hem de salaşlığı içinde barındıran akım, bu aralar büyük bir hızla yayılmakta. Rahat, bol, yırtık, zımbalı, kıyafetler Grunge’ın temelini oluşturuyor. O zamanlar giyilmekten rengi atan kotlar, eskimiş botlar, yırtık gömlekler ve pantolonlari bir


44


45

moda akımı oldu; şimdi de hazır giyim firmalarının sunumuyla mağaza vitrinlerini donattı. 90’lı yılların başında Grunge’ın neredeyse tek bir rengi vardı, o da her dönemin klasikleşmiş rengi siyahtı. Zamanla lacivert, bordo, kahverengi, asker yeşili, gri gibi koyu renkler de eklendi. Grunge parçaların desenlerine gelecek olursak: öne çıkanları ekose ve kamuflaj desenleri. Ekose genellikle oduncu gömlekleriyle karşımıza çıklıyor; kamuflaj ise pantolonlarda ve ceketlerde.

ya da koyu renkli taşlar dikebilirsiniz. Kollarını veya ceplerini makasla keserek değişik bir tarz oluşturabilirsiniz. Ya da üzerinize bol bir tişört giyip gömleğinizi belinize bağlayabilirsiniz.

Dolabı Grungelaştırmak! Gömlekler Koyu renkli, ekoseli bol gömlekler tercih edebilirsiniz. İsterseniz bu gömleklerin üzerlerine koyu renkli zımbalar

Jean’ler Asi ve hırçın iç dünyanızı jean’leriniz ile dışarı vurun. Eğer istediğiniz gibi yırtık pantolon bulamıyorsanız, elinize bir makas alın ve yırtın. Hatta

Tişörtler Yazılı tişörtler ve müzik gruplarının tişörtleri olmazsa olmaz. Tişörtünüz mutlaka bir mesaj vermeli. Renk uyumuna hiç gerek yok. İşi bir adım daha ileri götürmek isteyenler eline bir makas alıp tişörtlerini yırtabilir!


46

jean’lerinize eskimiş bir görüntü vermek isterseniz çamaşır suyu ve taşlar kullanabilirsiniz. Dilerseniz jean’lerinize kumaş parçası dikip yamalı bir görüntü de sergileyebilirsiniz. Ayakkabılar Çıkarın dolaplardan eskimiş botları. Yırtılmış olabilir, eskimiş veya renkleri solmuş olabilir; önemli değil. Artık siz umursamaz ve asisiniz, o yüzden rahat rahat eskilerinizi giyebilirsiniz. Tabanları kalın botlar, asker postalları, eskitilmiş botlar tercihiniz olmalı. Doc Martens botlar Grunge modasıyla

özdeşleşmiş durumda. Aksesuarlar Bu modanın bir diğer olmazsa olması da aksesuarları. Deri bileklikler, ince uzun ipten yapılmış kolyeler, eskitilmiş gümüş yüzükler bu modanın takılarından. Diğer aksesuarlar ise beyzbol şapkaları, fedora şapkalar ve bereler. Yuvarlak çerçeveli, desenli gözlükler kullanarak Grunge tarzınızı pekiştirebilirsiniz. Çanta olarak ise deri veya kumaştan yapılmış çantaları kullanabilirsiniz.


47


48

XXF: Nam-ı Diğer “Very Very French” 1-15 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da ilki gerçekleşecek olan “Very Very French Festivali” ile müziğe ve eğlenceye doymaya hazır olun. Günce Kılıç


49

sanatçılarını İstanbul’un gözde mekânlarında ağırlayacak ve Country’den Caz’a, Funk’tan Indie Rock’a kadar farklı müzik türlerini müzikseverlerle buluşturacak. Bu yeni nesilin meşalesini kimler mi taşıyor?

Fransız Kültür Merkezi, sonbaharın gelişi ile yoğunlaşan günlük temposuna boğulan: “Ne zamandır eğlenceli bir akşam geçiremiyoruz,” cümlesini bu ara sık sık kullanan ve “play” tuşuna basmaktan sıkılıp canlı performans özlemi çeken herkes için kurtuluş çanlarını çalıyor. 1-15 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek olan Very Very French Festivali, 7 konser ile yeni nesil Fransız

Moriarty (1 Kasım Cuma, 22.30, Babylon): 1995 yılında kurulan ve müziklerini Country ve Bulues temeli ile kuran Moriarty, Rosemary Standley’in vokalistliği ile sizlere sıra dışı bir hikâyenin kapılarını aralıyor. Moriarty - Jimmy: http://www.youtube. com/watch?v=lnbl94GZ6TM Mesparrow (2 Kasım Cumartesi, 22.30, Salon İKSV): Soul, pop ve elektro müzikten oluşan eşsiz bir harman dinlemek için Fransa’nın yeni serçesi Mesparrow’u kaçırmamalısınız. Mesparrow - The Symphony (Live): http://www.youtube.com/ watch?v=v8hHeANxu-I#t=10 Mr. Flash + DJ Feadz (8 Kasım Cuma, 23.00, Ghetto): Electro/hip hop sahnesi, enerji yüklü bir gece ve iki önemli Fransız DJ ile Ghetto, sizi unutulmaz bir eğlenceye davet ediyor. Mr. Flash - Reckless: http://www.youtube.com/watch?v=WzQEIOv6gO8 DJ Feadz - Cold as Feadz:http://www. youtube.com/watch?v=TqgMn-gpi7g Boogie Balagan (9 Kasım Cumartesi,00.00, Nublu İstanbul): Farklı dillerin iç içe geçtiği, yüksek


50

tempolu ve sınırların olmadığı bir dünya için Boogie Balagan ikilisi sahnede sizlerle buluşmaya hazırlanıyor. Boogie Balagan - Lamentation Walloo: http://www.youtube.com/ watch?v=a0lh84Xjy4s

22.00, Nublu İstanbul): Avangard elektro sahnelerinin parlayan yıldızı, nam-ı diğer Louis Warynski, festivalin öne çıkan isimleri arasında. Chapelier Fou - Metamorphoses du Vide: http://www.youtube.com/ watch?v=oJHBWXu1CcM

Chapelier Fou (13 Kasım Çarşamba, Poni Hoax (14 Kasım Perşembe,22.00, Nublu İstanbul): Indie müziğine Fransa’dan bir armağan olan Poni Hoax grubu İstanbul’da ilk konserini vermeye geliyor. Poni Hoax - Antibodies: http://www. youtube.com/watch?v=F2t_jIhQLjE Electro Deluxe (15 Kasım Cuma, 23.30, Babylon): Soul, Groove ve Caz türlerini müziğinde buluşturan Electro Delauxe, dilden dile dolaşan sahne performanslarından birini de festivalin kapanışı için sergilemeye hazırlanıyor. Electro Deluxe - Hopeful http://www. youtube.com/watch?v=zLvCZM6AKBs


51


52

Ezgi Karaduman Medya ve Ä°letiĹ&#x;im Sistemleri


53


54

Mertcan Avc覺 End羹striyel Tasar覺m


55


zete

/31

e t e z r e niv

ü

Fotoğraf: Demet Açıkgöz (Zararsız Haller)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.