ZETEMAG EYLÜL-EKİM 2014

Page 1

zete

8

zete


01

04

07

İnsan Ne İle Yaşar?

Hastane Koridorlarındaki Kahkahanın Mimarları: Sevgi Doktorları

‘Yüzyıllık Aşk’ olmaz mı, olabilir...

02

Röportaj / Rue de Pera’dan Harbiye’ye Zamanda Yolculuk

05

Her Mevsim Bir Başka “Parisien / Parisienne

08

Bir sinemaseverin Gözünden: Filmekimi

03

06

Cemal Süreya: Aşk Bitene Kadar

Saklı portreler

Genel Yayın Yönetmeni Ayşenur Tuncay Yazı İşleri: Huriye Gül - Yasemin Badem Yazarlar: Ayten Demir Özge Tuncay Beste Eşerler Merve Ateş Şeyma Özin Yağmur Yılmaz

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Nurcan AKAD Hocamıza teşekkürlerimizle…



4


5

İnsan ne ile yaşar?

Ayten Demir 9 Eylül günü google, Rus yazar Lev Tolstoy’un 186’ncı doğumgünü nedeniyle 8 sayfadan oluşan özel bir doodle hazırladı. Bu vesileyle edebiyata ölümsüz eserler bırakan büyük yazarın Anna Karenina ve Savaş ve Barış gibi çok bilinen romanlarına değil, öğretici kısa altı öyküden oluşan ‘İnsan Ne İle Yaşar’ kitabını bir göz atalım. Ne ile yaşar sahi insan? Para ile mi, su ile mi, ekmek ile mi? Sen, ben hepimiz birer insanız; hiç sordun mu kendine bu soruyu, sorduk mu hiç? Hadi soranlar oldu diyelim, onlar bir cevap bulabildi mi?


6 Yüzlerce yıl önce, 1881 de Tolstoy hem bu soruyu sorup, hem de cevabı üzerine bir kitap yazmış. Bir hikâye demek daha doğru olacak sanırım; “İnsan Ne ile Yaşar”. Bu hikâye, yanında 5 farklı hikâyeyle birlikte okuyucuya sunulur kitapta; Kıvılcımı Söndürmeyen Ateşi Zapt Edemez, Mum, Kızlar Büyüklerden Akıllıymış, İnsana Çok Toprak Gerekir mi ve son olarak İlyas. Yaşamının son 30 yılında özellikle insanlığın çeşitli meseleleri üzerine eğilip, din, sanat devlet, sanat ve estetik konuları üzerine kuramsal çalışmalar yapan Tolstoy, İnsan Ne ile Yaşar eserini de hayatının bu döneminde yazar. 19. yüzyıl Rus köylüsünün yaşamını gerçekçi bir kurgu içerisinde yansıtarak, okuyucuya her bir hikâye ile farklı bir kıssadan hisse çıkartır. 1862 de evlenen Tolstoy en kuvvetli iki romanı olan Anna Karanina ve Savaş ve Barış’ı da eşinin büyük yardımlarıyla bu dönemde yazar. 12 yıl süren bu uzun dönemin ardından yine durup bıkmadan çeşitli türlerde yazmaya devam eder. İnsanlığın çeşitli meselelerinin yanı sıra sanatsal ve fikirsel değerde yapıtlar da ortaya koyduğu için gerçekçi edebiyatçı kişiliğinin yanı sıra bir filozof ve bir eğitmen olarak da anılır Tolstoy. Ancak bir süre sonra şiddetli bir moral bozukluğuna sürüklenir. Soylu sınıftan giderek kopar, tüm servetini Marksizmden de etkilenerek yoksul Rus köylüsüne dağıtır. Yaşadığı bu ‘taraf’ değişikliğini ve Rus soylu sınıfından sıradan çalışan halk kesimine geçişini “İtiraflarım” adlı eserinde anlatır. “İnsan ne ile Yaşar” da bu moral çöküntüsü içerisinde yazdığı eserlerden biridir. Kitaba da ismini vermiş olan ilk öyküsüyle, gerçekliği masumane bir bakış açısıyla çarpıtarak, bir meleğin Tanrı tarafından 3 soruya cevap bulması için dünyaya gönderilmesiyle başlayan olaylar dizisini anlatır.


7


8

Meleğin “İnsanda ne var?” “İnsana ne verilmemiş-

Kitabın son hikâyesi olan “İlyas” ile de aynı konuyu

tir?” “İnsan ne ile yaşar?” sorularının her birinin ceva-

işlemeye devam eden Tolstoy, maddi zenginlikten çok,

bını öğrenmesiyle okurlara, Tanrı’nın insana bağışlamış

yoksulluğun yeğ olduğu mesajını verir.

olduğu en yüce değer olan sevginin, insanlar arasında vazgeçilmez birleştirici değer olduğunu anlatır.

Tüm ömrünü tanrıyı arayış macerası ile geçiren Tolstoy, zaten kendi yaşam hikâyesi ile de yoksullukta

“Kıvılcımı Söndürmeyen Ateşi Zapt Edemez” hikâyesi ile kişinin kötülüğe karşın iyilikle cevap vermesinin

tanrıya yakın olmanın daha mümkün olduğu anlayışını savunur.

gerekliliğinden ve kin tutmanın yersizliğinden bahseder. Bir sonraki “Mum”da da aynı düşünce ile kötüye karşı

Aslında Tolstoy’un kendi hayatında da kitapta verdiği mesajların örneklerini bulabiliriz.

direnmenin faydasız olduğunu anlatır. “Kızlar Büyükler-

Kimilerine göre Tolstoy ömrü boyunca anlaşılama-

den Akıllıymış” ile kin tutmama konusunda çocukların

dı. Etrafındaki hiç kimse; karısı bile onu anlayamadı.

büyükler için ne kadar güzel bir örnek olacağına deği-

Sürdürdüğü burjuva hayatını terk etti. 82 yaşında bir

nip, “İnsana Çok Toprak Gerekir Mi” ile insanın açgözlü

gün evden kaçtı ve bir tren istasyonunda hayata veda

olmaması gerektiğini vurgular. Hikâyenin son cümle-

etti.

lerinde dillendirildiği gibi, ana karakter ve ne kadar toprak elde ederse etsin doymak bilmeyen Pohom için

Doğum gününü Eylül ayında kutladığımız Tolstoy

“Uşak küreği aldı, tam Pohom’a göre bir mezar kazdı:

vasıtasıyla kendimiz için de dileyelim ki, hakikat ara-

Üç arşınlık toprak parçası yetti Pohom’a” cümlelerini

yışımız cevabına ölümle birlikte ulaşmasın. Daha önce

yazar.

olsun ki gerçekten anlamlandırıp tadını çıkartabilelim.


9


10


11

Rue de Pera’dan Harbiye’ye zamanda yolculuk Ayşenur Tuncay Hollywood’dan Beyaz Saray’a birçok ünlüye el işçiliği smokinlerini giydiren Levon Kordonciyan, hala dedelerinin mirası bir asırlık makasını kullanarak kumaşlarını hazırlıyor, beş yaşındaki kızının evde kuruttuğu sabunlarla çalışıyor. Kendi siftahından sonra gelen müşteriyi yan komşusuna gönderen bir nesille büyümüş. 124 yıllık eskimeyen bir mirasın varisi İskender Smokin’in sahibi. Cumhuriyet Caddesi üzerindeki önünden geçerken küçücük diye tabir edebileceğiniz ancak içine girdiğinizde duvarları sayısız çerçevelerle bezenmiş dükkâna benzersiz hikâyeler, unutulmayacak anılar ve dostluklar sığmış. Gelin işinin çırağı olmadan usta olunamayacağını benimsemiş, iğneyle kuyu kazarak kumbarasına insan biriktiren Usta’dan dinleyelim bu kökleri Cumhuriyet’e uzanan aileyi…

Babadan oğula geçen bu aile mesleğinin olmazsa olmazı sizce nedir? Mütevaziliğinizi nereden geldiğinizi ne günlerden geçtiğinizi unutmamanız lazım. Dükkânımın kapısını açtığım zaman beni burada çalışan bir kapı görevlisi zannedip, anahtarı verip ‘Levon Bey ile randevuya geldim’ diyen kişileri gördükçe keyif alıyorum. Yetiştirdiğim, yetiştiğim çevreye çok önem veririm. O da olmazsa olmazlarımdandır. Çevre arttıkça bereketi artar işinizin. Mesela birkaç gün makas eğitimi verdiğim iki kız sayesinde yine Hoollywood’a adım attık. Casino Royal filminde dövüş sahnelerinde yırtık smokinler yaptım.

Sonra Soysuzlar Çetesi, Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Avustralya var. Son olarak geçen sene Oscar’ı da 141 smokinle noktaladık. Geçmişi kuşaktan kuşağa aktarılan ailelerden biri sizinki, el emeği smokinin ustaları babanız veya büyük büyük dedelerinizle ilgili anlatılagelen bizimle paylaşabileceğiniz bir hikâyeniz var mı? Bir gün kıyafetlere kollar takılacakmış. Dedem kalfalarına çocuklar yorulmayın sabaha kadar biter onlar kendisi demiş, kalfaları eve yollamış. Tüm kıyafetleri de evine götürmüş babaannem ile yapmışlar sabaha kadar. İlikleri açmışlar. Sabah kalfalar gelmiş ‘haklıymışsın Ustam’ diyerek. İşi riske atmayacaksınız işte, aldığınız gibi bitireceksiniz. Cumhuriyet Terzihanesi Müzesi girişiminiz var. Şu anda ne durumda bu proje? Hala dedelerimin diktiği kıyafetleri basına verdiğim röportajlar, çıkan haberler yoluyla görüp bize getirip bırakıyorlar. Ben bunlar gibi birçok ürün ve terzilik malzemesiyle birlikte bu müzeyi bir sponsor bularak hayata geçirmek istiyorum. Bir başka gelişme CNN Türk yeni bir teklif verdi yirmi altı bölümlük bir moda programı yapmamız için. Bunun gelirini de bu projelere aktaracağım. Bir ansiklopedi hazırlatacağım. Eskilerden yadigâr halen dedemin makası, dedemin gözlüğünü kullanırım. Mezuralar, cetveller var. Geçen sene Palm Spring’deki garaj atölyemde çalışırken 85 yaşındaki bir usta dedemin kalfasıymış, kızı Türkiye’ye geldiğinde yüzüğünü hediye yollamış, hatıra kalması için getirmiş. ‘Terzilik iğneyle kuyu kazmaktır. Kanıtı da yüssüğün üstündeki deliklerdir’ diye de bir not yazmış. İnternet siteniz üzerinden neredeyse 24 saat hiz-


12

met veriyorsunuz. Bugüne kadar yaşadığınız en ilginç “acil smokin” vakası hangisiydi? Dört kişi Bebek’te çakırkeyif olup bir smokin iddiasına giriyorlar. Böyle bir iddiaya vesile olmuşuz böylelikle. ‘Bakın size smokin bulacağım ama iddiayı ben kazanırsam siz hepiniz smokin giyeceksiniz’ diyor içlerinden biri. Ve bizi buluyorlar. Cep telefonumdan beni arıyorlar akşam saat 22.30’da. Şirket sahipleriymiş kendileri. Evvela gelip takım diktiriyorlar. Hadi gelin bakalım diyorum. Şimdi lazım diyerek o kadar tatlı istediler ki biz hanımla kabul ettik. O zaman daha Kurtuluş’ta 20 metrekare ufacık bir dükkânımız vardı Beyoğlu’ndan sonra buraya gelmeden hemen önce. Biz gece yarısına kadar beraber yetiştirdik. Hemen ütülerini yaptık. Dükkandan tünele kadar smokinlerle yürüdüler. Değişik bir bahis koymuşlar ki smokinlerin hepsi kazanan kişi ödedi. Böyle bir maceramız var mesela. Bir keresinde de bir firma vardı. Bütün satışçılar İstanbul’da toplanmışlar ve yılbaşı partisi yapacaklar ve smokin giymeye karar vermişler. Saat yine 23.30 civarındaydı. Biz sabaha kadar onlara yaklaşık 35 tane kıyafet hazırladık. İlk röportajımda

hürriyet gazetesinden Savaş Özbey çok güzel özetlemişti. Gerçekten smokin kardeşliği yayılıyor. 120+1 Salon Kıyafetleri – Levon Kordonçiyan Defilenizden, hazırlık süreci ve sonrasından biraz konuşacak olsak, 120 sayısı bu meslekteki geçmişinizi tanımlarken +1 neyi simgeliyor? 124. Yılımızda gerçekleştirdik. +1 i de kızım Nora içine pay koydu. Kadınlar için bir smokin tasarladı. Hemen alt katta zaten atölyem. Smokin giymenin inceliklerini, gerçek bir centilmenin giymesi gerekenleri öğreteceğiniz The Gentlemen Club projeniz var. Bundan biraz bahsedebilir misiniz? Hem okul, hem dergi hem televizyon programı olarak patentini aldım bu projenin. Bu kulüpte birbirini tanımayan on – on beş kişilik gruplar halinde oturulan herkesin kendi bilgisini hobisini paylaşacağı ve insanların bilgisini arttırabilecekleri, çevrelerini genişletecekleri bir kulüp olacak. Bir otel lobisinde gerçekleştirilecek muhabbetler dizisi olacak. İnsan paylaştıkça büyüyor. Bununla beraber insanın aklına çoğu fikrin genellikle bir anda tuvalette geldiğinden yola çıkarak


13

“Tuvalet Dergisi” patentini aldım. Hatta bu tuvalette okunacak dergi fikrimi Cem Yılmaz’a söyledim Pek Yakında filminin kıyafetlerini hazırlarken. Tabi bunun gibi projelerime bu tip kişileri de katacağım ki bu muhabbetler renklensin. İki ayda bir, ayda bir olarak başlanır sonrasında talebe göre şekillenir. Düşünsenize bir Aydın Boysan, bir Şener Şen’in olduğu sohbet masasını. “Yeter ki üzerinizde taşımak isteyin, her vücut tipine uygun smokin yapılabilir” diyorsunuz, sizin kendinizle özdeşleştirdiğiniz tarz, favori smokininiz hangisi? Sinan Çetin’in Film Gibi programı için şal yaka smokinler hazırlamışımdır mesela. Sonra yaptığım modele o kadar âşık oldum ki düğünümde de şal yaka bir smokin yaptım kendime. Smokinin babası şal yakadır. Her erkeğin dolabında şal yaka smokini olması gerektiği gibi şal yaka da bir takımı olmalıdır. Dedem Frank Sinatra’ya bir tane şal yaka smokin ceketi yapıyor. Kendisi ölünceye de o ceketi üzerinden çıkartmıyor. Hem satenlisi hem de mat satensizi olabiliyor. Malum geçtiğimiz ay mezuniyet baloları sezonunu kapattık, herkesin şıklık yarışına girdiği bu özel gece


14

için sizin tavsiyeleriniz, yapılmaması gerekenler neler? Mezuniyet döneminde bu işin sırrı siyahtır. Vals yapmaları gerektiği takdirde frak ya da ikinci bir smokini kiralıyorlar. Arkadaşlarının elbise rengine uygun papyonlar çok moda. Mendil yerine artık canlı çiçekler kullanılıyor ceplerde. Çok güzel bağcıklı rugan ayakkabı giymeyi öğrendiler. Bir kadının çantasındaki ayna nasıl olmazsa olmazı ise bir erkeğin de ayakkabısının rugan olması ve saçları taranmış olması bu şekildedir. Diğer olmazsa olmaz pantolonun yanında mutlaka şerit olmalıdır. Şimdilerde özellikle bağlamalı papyonu çok sevmeye başladılar. Bağlamayı öğrenmeyi de ayrıca heves ediyorlar. Kuşak muhakkak takılmalıdır. Yelek son iki senedir gündemde. Yaz için terletmeyen astarsız, kuşak görünülü yelekler tasarladık. Yenilik hiç bitmiyor.


15


16

CEMAL SÜREYA: Aşk bitene kadar Özge Tuncay Şair adamlara güvenilir mi? Soracak olsan onlar hep âşık. Diyorsun ki sevgi bu denli çok olur mu? Bu kadar çoksa, kıymeti olur mu? Ama onlar şairler işte. Sevmek onların işi, en az yazmakta olduğu gibi. Ya da onlar yazarken daha çok seviyorlar. Yazdıklarına, onlara şiirler yazdıranlara âşıklar. Hep buğuluysa bakışlar ve derinse ömürler, yazıyorsa şairler güzelse şiirler ve en sonunda okutturuyorlarsa kendilerini acıtsalar da, o zaman şiirler, yaşatılsınlar.

Cemal Süreya, bir ömrün çalkantılarına olduğundan fazlasını sığdıranlardandı. Sevdi daha çok sevdi ve en çok yazdı. Şiirleri binlerce ağza hayat oldu. Sevenler onun şiirleriyle sevdi ve kadınlar onun şiirlerinde özeldi. Belki gerçek yazılanlardan puslu, belki kayboluyor renkler hayata gelince ama Cemal Süreya aşka her zaman ışık olmaya devam ediyor. Hafızalarda yüzlerce dizesi var. Ve bitmeyen hayranları her seferinde o dizeleri başa çalıyor. Şairler hep anlaşılmazdı, Cemal Süreya da mutlak hep öyle kalacak. Değişmeyen tek gerçeğiyse, derine haykıran satırları. Her şiiri özel de bu adamın, birkaçına yeniden bakalım. Doyumsuz olanlarına. İKİ KALP’ten; “Ancak parmak uçlarıyla değebilen İki kol” Şiir akıp giderken, bu dizeye gelince, duraksamamak olmaz. Çünkü okudukça bana bazen ayrılık diyor. Parmak uçları ulaşıyor sevene bir de kalbin kıyıları. O kadar-

cık işte. Olduğu kadar ve kaderden gerisi elbet sadece teferruat. Ne hayaller tam kalıyor bazen hayatta ne de yaşanılanlar. En çok yarımı seviyor yaşam. Yarım kalan şiirleri ve gizemlidir ya hep yarım kalan sevdaları. SEVGİLİM, BİR GÜNÜN’den; “Aşkı anılar besliyor düşler kadar Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır Sevgi eskidikçe sevgi” Zaman durmuyor. Dostlar geliyor kaybediliyor bir köhne sokakta ya da ömürler sönüyor bitmez dediğin anlarda. Aşklar geliyor ve onlar da gidiyorlar. Her şey zamanlı bu dünyada her şey tükenmek için ama diyor ki şair ‘’ Aşk eskidikçe aşktır’’. Biliyor çünkü hafızada çoksa yeri, sürekli ağza düşen anılar varsa, bu aşk, olmuş diyorsun işte. Eskitmişsin, çoğuna göre bitmeli artık ama tadı da nasıl mayhoş değil mi. Aşk, yemiş yıllarını belki ama sana duyumsanacak kocaman anılar vermiş. Tüketmenin en güzeli de bu değil mi ki?


17


18

BİLİYORUM SANA GİDEN’den; “Ne kadar yakından ve arada uçurum” Cemal Süreya diyor ki; “Biliyorum sana giden yollar kapalı. Ve üstelik sen hiçbir zaman sevmedin beni” Aşkın tek taraflısına dokununca şair, daha bir dolu oluyor okunanlar. O da diyor işte; “Tek yanlı aşk nasıl aptallaştırıyor insanı. Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini” Şiir sadece gözlerinize dolmuyor, nefesinize sığıyor ve bir soluk verilince şiir okunurken, sizin de anılarınız omuzlarınıza yeniden yük oluyor. Şair de bilmez tabi ama bazı şiirler işte adamı böyle dertli yapıyor. Hüzün muhteşemdir çünkü kalp hüzne hep daha bir meyillidir. Belli ki onu hep daha birçok sevmiştir. Hani köşede unutulduğunuzu hissettiğiniz anlar var ya işte onlar kadar ayaz bu şiir, sevginizin karşılığını bulamadığınız anlardaki kadar soğutuyor ellerinizi. Şiir bitince kimi gözlere durmak geliyordur şüphesiz kimilerine coşmak. Cemal Süreya bu şiirinde de bizi bilmiştir. Aynı ortak binlerce biz gibi, sevdiklerimize haykırdığımız cümleler gibi; ÇOCUKÇA VE SENİ ÜZEN GİRİŞİMLERİM OLDU, BAĞIŞLA BİR DAHA TEKRARLANMAZ HİÇBİRİ HÜZNÜN KUŞLARI’ndan ; “Sen tutar kendini incecik sevdirirdin Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat”

Haydi diyor Cemal Süreya çık gel, beni bozguna uğrat. Bilirim sevdirirsin kendini. Bir medet daha umuyor hayattan şiir, haykıran bir yanı var, bekleyen. Yalnızlığına iyi geleni bekliyor, çünkü onun kim olması gerektiğini de biliyor. Geldi mi o “İncecik sevdiren” bilinmez ama şiiri okurken bizlere bir ‘sevmek’ geliyor. ÜSTÜ KALSIN’dan; Şairin en bilindik şiirlerindendir Üstü kalsın. Onun yaşamına duyduğu doygunluk şiiridir. Bir başkasına değişmediği yaşamına ki o “Demek ki çok da mutsuz değilmişim” demişti. O zaman hayat; “FENA DEĞİLDİR, ÜSTÜ KALSIN” Ve her ölüm erken ölümdür biliyorum tanrım.


19


20

Hastane Koridorlarındaki Kahkahanın Mimarları: Sevgi Doktorları Hayriye Gül Birçoğumuz sevmeyiz hastaneleri. Kokusu, havası hep daha çok hasta eder insanı. Bana göre ne kadar farklı tasarlansalar da hastanedir orası, içindeki kasveti değiştiremezsiniz. Biz yetişkinler bile böyle düşünürken, minicik hastalar nasıl sevsin buraları…

Thedora Vakfı’nın Sevgi doktorları… Merkezi İsviçre’de bulunan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu farklı çok sayıda ülkede faaliyet göstermekte olan Theodora Foundation tarafından başlatılmış bu proje. Türkiye’de ise Kanserli Çocuklara Umut Vakfı – KAÇUV çatısı altında hizmet veriyorlar. Onlar doktor ancak bizlerin bildiği doktorlardan değil. Reçetelerinde ilaç yerine bir doz kahkaha yazıyor. Stetoskopları yerine balonları, ponponları ve boyaları var ellerinde. Yatarak tedavi gören çocuklara moral

vermek, onları eğlendirmek ve sosyal yaşamla bağlarını güçlendirerek hastane ortamlarını daha eğlenceli yerler haline getirmek amacıyla çıkmışlar yola. Hepsi özel eğitimli, profesyonel sanatçılar arasından, uzman eğitmenler tarafından seçilmiş doktorlar. Vakıf tarafından görevlendirilen uzmanlar aracılığıyla öncelikle illüzyon, yüz boyama, balondan şekiller yapma gibi el yetenekleri eğitimini ardından çok daha önemli olan çocuk psikolojisi, hasta davranışı ve çocuk hastalara nasıl yaklaşılması gerektiği ile ilgili eğitim-


21


22

lerle bu süreci tamamlıyorlar. Son etapta ise 3 aylık bir deneme süresinden geçtikten sonra uygunluğa göre çocuklarla çalışmaya başlıyorlar. Hepimiz farkındayız aslında, hastalıkları yenmenin ilk şartının moral olduğunun ve yüzlerdeki tebessümün acıyı ne derece iyi ettiğinin. Yaptıkları işte tam da bu. Minicik, belki de hastalıklarından haberleri dahi olmayan çocukların hayatlarına renk katıyorlar. Reklendirdikleri tek bir çocuğun dünyası ile sınırlı kalmıyor oysa, çalışanından ziyaretçisine hastanedeki herkese umut saçıyorlar. Palyaço doktorlar her hafta aynı gün ve saatte belirlenen hastanelere giderek hastaneye adım attıkları

andan itibaren gösterilerine başlıyorlar. Varlıkları koridorlarda çınlayan kahkaha seslerinden hemen anlaşılıyor çoğu zaman. Hastaneye adım attıkları gülme seslerinden belli oluyor hemen. Gülümsettikleri yalnızca hasta çocuklar değildir eminim; kimi zaman çocuğunu kahkahalar içinde gören bir annenin yanaklarından süzülen mutluluk gözyaşları da onların eseri. Bu mutluluğu paylaşma projesinin de tabii ki destekçilere ihtiyacı var. İster bir etkinlik başlatarak, ister palyaço doktor olarak, isterseniz de maddi destek verebilirsiniz. İnternet sitelerindeki http://tr.theodora.org/tr kendi deyişleriyle “Çocuklar için bizi anlatın”


23


24

Her mevsim bir başka “Parisien / Parisienne Beste Eşerler Dört mevsim, dört yaşam tarzı… Ortak noktası ise mekânın değişmemesi… Dünyanın en çok turist alan şehirlerinden Paris, kimilerine göre aşk, kimilerine göre lüks ve moda şehri… Kimilerine göre ise abartılmış bir demir yığını. İşte bir yarı-Parisienne’in gözünden dört mevsim, dört hayat tarzı ve Paris gerçekleri…

Sonbahar - La rentrée – Geri Dönüş! Eylül ayında okulların açılmasıyla birlikte şehre genel olarak hakim olan kaos yeniden başlıyor. Ağustos ayında Paris’te kalmayı tercih edenlerin bir ay boyunca alıştığı dinginlik, sonbaharın gelmesiyle yerini bir sonraki yaza kadar devam edecek bir koşuşturma ve metropol ritmine bırakıyor. Mevsimle ilgili hiçbir sorunum olmasa da tatilden döndüğüne pek de memnun olmayan metropol insanının en çekilmez olduğu dönem bu sanırım. Bir de üstüne hiç ummadığınız zamanlarda başlayan ve bazen günlerce devam eden yağmur, var olan depresif havayı iyice tetiklemek için birebir. Ancak işin aslı ben, ilkbaharın polenli havasındansa sonbaharı yeğlerim. Üstelik benim gibi yağmur seven bir


25

insansanız bu mevsimde Paris’e aşık olabilirsiniz. Aklınızda bulunsun, yapmak istediğiniz her kültürel etkinlik için en uygun zaman sonbahar. Nedeni ise, tatilden yeni dönüp şehrin sunduğu etkinliklere katılmak için motivasyonunu henüz toparlayamamış insanlar sayesinde mevcut değerinin yarısına kadar indirimli alabileceğiniz opera, konser, bale, tiyatro biletleri ve sanat etkinlikleri… Eğer Ekim ayındaysanız ve en sevdiğim bölgeler içinde hatrı sayılır bir yere sahip ‘Marais ve Montmartre’ arasında sınırsız küçük galeri ve sergi salonları bulunan bu yerde mutlaka bir vernisaja katılın. Kış – Açık Ayakkabı Giyebilmek! Soğuk. Hatta bazen o denli soğuk ki kalabalık bir grupla dahi gece saatlerinde dışarıdaysanız kimsenin ağzını açmaması nedeniyle ortama mutlak sessizliğin hâkim olması son derece mümkün. İnsanın içine işleyen o soğuk bazen o kadar sert ki kimi günler evden çıkmak istememek bile oldukça olağan bir durum. Ama unutmayın ki gerçek bir Parizyen olmanın üç şartı var: sigara

içmek, ne kadar popüler ve ‘aranan’ kişi dahi olsanız yalnız takılmayı ve yabancıların garip bulabileceği derecede bireysel olmayı başarabilmek ve en önemlisi soğuğa duyarsız olmak. Bunu biraz ileri taşırsak en soğuk sayılabilecek günlerde bile açık ayakkabı giyebilmek! Evet, doğru, sıfırın altındaki derecelerde kalın kazaklar ve atkıyla sarılmış paltoların altına açık ayakkabı giymiş insanları görmek başta garip algılansa da zamanla alışacağınız bu durum bir süre sonra sizin de istem dışı ortama ayak uydurarak içinde yaşadığınız topluluk üyeleri gibi stilinizi soğuk geçirmez olarak değiştirmenizi sağlıyor. Başka bir deyişle benim gibi yaz günü montsuz çıkmayan bir insan, eksi derecelerde açık ayakkabı giyebilecek duruma geliyor. Gerçek nedenini bilmesem de şahsi görüşüm bu durumun düzenli tüketilen kırmızı şarabın kan oranına olumlu katkısı. Eğer bu şehre bir kış günü geliyorsanız ve özellikle Noel dönemiyse kesinlikle çok şanslısınız. Işıklar şehri, Noel zamanı mevcut ışıltısını ikiye katlayacak kadar güzel ve parlak… Concorde Meydanı’nın sonuna kurulan


26

devasa dönmedolap ve Champs Elysée’nin ikinci yarısı boyunca uzanan Noel pazarı kesinlikle görülmeye değer. Eğer kış sporlarına ilgiliyseniz Hotel de Ville’in önüne kurulan açık hava buz pistini mutlaka deneyin; tabi gitmeden tarihlerini kontrol etmekte yarar var. İlkbahar – Piknik, Bisiklet Turu ve Çimlerde Kitap Okuma Sezonu Havalar ısınmaya başladığına göre kışın yarattığı negatif etkiden kurtulabiliriz. O zaman yapmamız gereken şey paten ya da kaykaylarımızı alıp Seine Nehri kıyısına inmek. Yine de çok kaptırmamalısınız; zira Nisan ve Mayıs aylarının soğuğu varlığını hissettirmeye devam eder. Yine de hafta sonlarının güneşli olduğu dönemlerde ilkbahar bir park mevsimine dönüşür. Kitabınızı alıp Jardin de Luxembourg ya da Tuileries’ye gitmek, Eiffel’in tam önündeki Champs de Mars’da arkadaşlarla piknik yapmak ya da Saint-Michel kıyısında en güzel günbatımını izleyebileceğiniz Seine’e nazır şarabınızı yudumlamak size önerebileceğim seçenekler arasında.


27

Sonbaharda yağmur nedeniyle sekteye uğrayan bisiklet turlarına devam edebilirsiniz; özellikle Paris’in doğu ve batısında bulunan korular bu turlar için şehirden çok daha elverişli. En boş sezonda bile Paris, İstanbul’la karşılaştırılamayacak olsa bile diğer birçok şehre göre oldukça kalabalık.

Yaz = Teras Sonbahar ve hatta daha çok Yaz insanıyım ben. İstisnasız, manzaralı terasa sahip olan her yerde bulundum diyebilirim. Günbatımının saat on çeyreği bulduğu bu şehirde yaz akşamları tam anlamıyla nefes kesici. Ağustos’ta normalden çok daha boş olan şehrin tadını çıkarmaksa sadece size kalıyor; tabi bir de her mevsimin gerçeği turistlere. Metro kullanmak zorundaysanız yazdan nefret edebilirsiniz; ama Trocadéro Meydanı’nda her saat başı yinelenen ışık gösterisi altındaki Eiffel Kulesi’ni izlemek, sıradan bir yaz akşamında gün boyu yaşadığınız tüm sıkıntıyı unutturacaktır. Nasıl oluyor bilemesem de ne kadar kalabalık olursa, etrafta ne kadar insan olursa olsun ne zaman bu devasa yapıya baksanız, sanki dünyada sadece siz varmışsınız hissi uyanıveriyor içinizde. Yaz’ın diğer güzel tarafı da kışın olmayan, sadece

yazın Invalides’e kurulan Seine Nehri kıyısındaki geçiçi barlar… Hep kalabalık; ama Seine’e en yakın tek eğlence yeri olduğu için kalabalığı katlanılabilir buluyorsunuz. Ayrıca gün içinde de şezlonglarınıza uzanıp fondaki müziğin tadını çıkararak güneşlenebilirsiniz. Unutmamak lazım; Yaz demek bir Parisien için aynı zamanda yılın diğer mevsimlerinde oldukça utangaç olan güneşten maksimum fayda sağlamak demek. Bunun başka bir yöntemi de yine Seine Nehri kıyısına kurulan yapay plajlar… Gerçek kum ve güneş ihtiyacını karşılamada etkili olsa da maalesef deniz ya da yüzme şansımız yok. Kişisel fikrim, eminim sırf kumda oturabilmek için saatlerce sıcakta sıra beklemek yerine yapacak daha yaratıcı şeyler bulabilirsiniz. Sonuç olarak Paris’te dört mevsim, tüm bunların dışında sınırsız seçenekle çeşitlendirilebilir. Önemli olan, bu ışıklar şehrinde geçirdiğiniz her dakikayı gerçekten sonuna kadar yaşayabilmek… Her mevsimin kendine özgü bir güzelliği olduğu bu şehrin yine her mevsime uyan sınırsız arzı hiç şüphesiz herkes için içinde bir şey barındıran bir yelpaze. Daha önce Paris’te bulunup burayı sevmeyen ya da hiç gelmeyip merak etmeyen var mıdır bilmiyorum ama en azından şunu biliyorum ki benim için bu şehrin en zor yanı, buradan ayrılmak olacak…


28

Saklı portreler Merve Ateş Miras bıraktıkları birçok eserin, imza attıkları sayısız başarılarının anısına Eylül – Ekim ayının saklı kalmış portrelerine bir göz atalım…

ÖMER LÜTFİ AKAD (1916-2011) Sinemacılar Kuşağı’nın ilk temsilcilerinden, Türk sinemasının “Koca Çınar” ı olarak bilinen Akad, 2 Eylül 1916 İstanbul doğumlu. 1950’li yıllardan itibaren Türk Sinemasını farklı bir boyuta taşımış ve kendinden sonra gelen birçok yönetmene ışık tutmuş bir usta. Türk Sineması’na “sinemacı” bakış açısı, polisiye filmleri ve uyarlamalarıyla yenilik getiren Akad, özellikle de Yılmaz Güney’le giriştiği ortak çalışmalarla, onun çizgisini geliştirerek sürdüren Güney’in başlatacağı yeni dönemin de hazırlayıcısı olmuş, ayrıca çeşitli belgeseller çekmiş, senaryo yazarlığı yapmıştır. Türk sinemasının gelişimi içinde önemli bir yeri olan ve Ayhan Işık’ı üne kavuşturan film Kanun Namına, İngiliz Kemal Lawrens’a Karşı, İpsala Cinayeti / Altı Ölü Var, Katil, Çalsın Sazlar, Oynasın Kızlar, Öldüren Şehir, Yalnızlar Rıhtımı, Üç Tekerlekli Bisiklet, Yangın Var, Beyaz Mendil, Anadolu Üçlemesi Akad’ın eserlerinden bazılarıdır.

ALEV SEZER (1945-1997) 1945 İstanbul doğumlu Alev Sezer, yıllarca izlediğimiz Bruce Wills, Mel Gibson filmlerinin vazgeçilmez seslerinden biriydi. Ankara Devlet Konservatuvarı, Tiyatro Yüksek Bölümü’nden mezun olan sanatçı, Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatrosu ‘nda oyunculuk, yönetmenlik yaptı ve bununla beraber başta Bruce Wills, Mel Gibson filmleri olmak üzere birçok filmi seslendirdi. Türkiye’nin en iyi sesi olarak anılan sanatçı 3 Eylül 1997 tarihinde hayata gözlerini yumdu.


29

MAHMUT TALİ ÖnGÖREn (1931-1999) Atatürk’le birlikte Bandırma Vapurundan Samsun’a çıkan İbrahim Tali Öngören ‘in yeğeni, Türkiye’de iletişim, gazetecilik ve insan hakları konusunda birçok ‘ilk’in sahibi. Gazeteci - yazar Metin Aksoy Öngören’in deyimiyle “Tek başına orkestra” TRT televizyonunu, Türkiye’de ilk Sinematek’i, Ankara Uluslararası Film Festivali’ni, Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı’nın kurmakla beraber; İnsan Hakları Derneği, Dayanışma Yayınevi, İnsan Hakları Vakfı ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu – TİHAK’ın kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel başkanlığı görevinde de bulunan Öngören, 1979 yılında “Bereketli Topraklar Üzerinde “ ve ”Demiryolu “filmlerinin senaryosunu yazmıştır. 13 Ekim 1999’da ise vefat etmiştir.

FERİH EGEMEn (1917-1978) Türk tiyatro tarihinde önemli bir yere sahip olan Egemen, Selim Naşit, Suna Pekuysal, Adile Naşit, Gazanfer Özcan, Feridun Karakay gibi birçok ünlü sanatçının yetişmesinde büyük katkı sahibidir. Ferih Egemen, Şehir Tiyatroları’nda öğretmenlik, yönetmenlik, çocuk oyunları yazarlığı, oyunculuk da yapmıştır. Emekli olduğu kurumun bir atölyesine sanatçının adı verilmiştir. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Gaziosmanpaşa Belediyesinin yaptığı sanat kompleksini 2009 yılında Gaziosmanpaşa Ferih Egemen Çocuk Sahnesi olarak açmıştır. Sinema kariyeri 1932-1951 yılları arasında sürmüş, bu süre zarfında da 5 filmde rol almıştır. 13 Ekim 1978’de vefat etmiştir.


30 U stalara S ayg ı yla … Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) Ben aşk adamıyım, Sevmeye geldim insanları, Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye; Hesapsız, karşılıksız, Ayrılık gayrılık gözetmeden. Gün gelip gidersem şayet, Öyle severekten gideceğim ki, Karanlık kıyılardan bile olsa, Candan selamlarım, Civarımdan geçecek gemileri;

Berkant (1938-2012) “Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek. Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek.” Çok uzak bir zaman değil, Ekim 2012 de kaybettik Samanyolu’nu… Şarkısında da belirttiği gibi yıllarca dudaklardan düşmeyen akıllardan silinmeyen parçalara imza attı. İlk kez 1957 yılında Ankara’da bir düğün salonunda “Üstün Poyrazoğlu Orkestrası” ile sahneye çıkmaya başladı. Aynı yıl kurduğu “Jüpiter Kenteti” adlı müzik topluluğu ile gece kulüplerinde çalıştı. Yurdaer Doğulu, Vasfi Uçaroğlu Orkestrası, Sezen Cumhur Önal, Metin Bükey ve Teoman Alpay ile de çalışan sanatçı, 1967 yılında çıkardığı Samanyolu adlı şarkısıyla tanındı. Aynı yıl sinemaya da giriş yapan Berkant, 1971 yılına kadar çeşitli filmlerde rol aldı. Beste ve şarkı uyarlaması ve söz yazarlığı yaptı.

Güneşli gemileri; Şarkılı gemileri; İçlerinde kendim varmışım gibi! Halikarnas Balıkçısı (1890-1973) “Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin Senden öncekiler de böyleydiler Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler”


31

VIctor Jara (1932-1973) Commandante Che Guevara, Yarım Kalan Şarkı’nın sahibi Victor Jara, Eylül 1932’de dünyaya geldi. Tiyatroyla demlenen gençlik yılları sonrası Şili siyaseti ve müzikle tanışması Jara’nın hayatını bambaşka noktalara götürmüş ve gerek şarkılarında gerek siyasi düşüncesinde sınıf farkının olmadığı, herkese eşit bir dünya istemeye başlamıştır. Şili Askeri Darbesi’nin gerçekleştiği 1973 yılında tutuklanarak Şili Ulusal Stadyumu’nda uzun süre işkenceye maruz kalmıştır. 16 Eylül 1973’te tarihinde bir makinalı tüfekle öldürülen sanatçının cesedi Santiago Mezarlığı yakınında bulunmuştur.


32

‘Yüzyıllık Aşk’ olmaz mı, olabilir... Şeyma Özin Her bir replikleri aklımıza kazınmış karakterlerle çocukluk ve ilk gençliğimizi renklendiren, defalarca ağlatan, defalarca güldüren ve yıllar geçse de eskimeyen siyah beyaz başyapıtlar… Siz de Yeşilçam’ın ustalarını minnetle selamlamak ve bir an için onlarla aynı havayı solumak isteyenlerdenseniz Yüzyıllık Aşk’ı kaçırmak istemeyeceksiniz.

İstanbul Modern, kuruluşunun 10. yılında Türk sinemasının 100. Yıl dönümüne ithafen ‘Yüzyıllık Aşk: Türkiye’de Sinema ve Seyirci İlişkisi’ başlıklı bir sergiye imzasını atıyor. Serginin küratörleri Gökhan Akçura ve Müge Turan, proje yöneticisi ise Anlam Arslanoğlu. Sinemaseverlerin ilgi odağı olan sergide, Türk sinemasının önemli kişileri, mekânları ve olaylarıyla ilgili pek çok şey bulabilirsiniz. Neler mi? Mesela, güzel İstanbul’u henüz AVM’ler işgal etmemişken Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki 10’dan fazla sinema salonunun film biletlerini… Bu biletler sergiyi gezenlerin hatıra olarak götürebilmeleri için özel olarak bastırılmış ve herkes alabiliyor. Türk sinemasının ilk dönemlerinde

ve dahi Yeşilçam döneminde sanatçılara duyulan hayranlık o kadar büyükmüş ki, insanlar sevdikleri sanatçıyla ilgili her şeyi saklarlarmış. Sergi için o insanlarla iletişime geçilmiş ve hatıra olarak sakladıkları parçalar korumalı olarak sergilenmek üzere getirilmiş. Türkan Şoray’ın şalı mı dersiniz, Yılmaz Güney’in ayakkabıları mı yoksa sanatçılara gelen hayran mektupları mı? Hepsi sergi süresince görülebilir. Dönemin dergileri de sanatseverler için hazırlanmış, dergileri karıştırdığınızda o yıllarda yaşamamış olmanıza rağmen zamanın atmosferine bir anda dâhil oluyorsunuz. Haliyle “sinema mikrobu kapmak” kaçınılmaz oluyor. Galiba o yıllarda her şey daha


33

güzel ve sahici olduğu gibi sinema sevgisi ve sanatçılara duyulan hayranlık da daha sahici, daha içtenmiş. Öyle ki sanatçılar, hayranlarının ilgisini asla küçümsemez, kendilerine gönderilen mektuplara cevap verirlermiş, sergide görebileceğiniz şeylere bu mektuplar da dâhil. “Film sona erince herkesi garip bir hüznün sardığı” o yıllara gidemesek bile, sergiyi gezerek kendimizi bir anda o yıllarda bulabiliriz… “Çok merak ettim, ben de gitmek istiyorum.” diyenler için sergi 04 Ocak 2015 tarihine kadar devam ediyor.


34

Bir sinemaseverin Gözünden: Filmekimi Yağmur Yılmaz Sinemaseverlerin en sevdiği aylardandır Ekim ayı. Film ekimiyle sıralanan filmler fakat ön satışta tükenen biletler. Yine bir Ekim ayı yine Filmekimi ve kronikleşen problemler.

İstanbul’da yaşıyor ve sinemayla ilgileniyorsanız, Ekim ayı geldiğinde aklınıza gelen ilk aktivitelerden biri şüphesiz Filmekimi’dir. Muhtemelen aklınıza düşen sinir bozucu soru ise bu sene gitmeyi en çok istediğiniz filmlerden hangilerinin biletlerinin Lale Kart sahipleri tarafından ön satışta bitirileceği. Senelerdir bu dertten mustarip olanların da çok iyi bildiği gibi, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde de, Filmekimi’nde de bu durum kronik bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Öncelikle, izninizle, 13. Filmekimi’nin ardından bu film festivalinin neden önemli olduğuna dair birkaç kelam edelim. Neden bir süre sonra vizyona girecek olan, en kötü ihtimalle edinilip evde izlenebilecek filmler

bizi bu kadar heyecanlandırıyor? Bu noktada festivalin izleyicilerin işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Sadece bir hafta sürmesine ve istenilen her filme gidilememesine rağmen birçoğumuz için, izlemeyi büyük heyecanla beklediği filmleri programına dâhil etmesi bu festivali sonbaharın vazgeçilmezi yapıyor. Daha romantik bir yerden bakacak olursak, artık kışın geldiğine kendimizi ikna etmeye çalıştığımız bir zamanda heyecanla film listesi yapmamıza ve festival ruhunu yaşamamıza izin verdiği için bile Filmekimi’ni ayrı bir yere koyabiliriz. Nisan’dan Nisan’a İstanbul Film Festivali’ni beklemek zorunda kalmadığımız için de aynı şey geçerli. Atlas, Beyoğlu ya da Rexx’te günde birkaç festival filmine gitme keyfi paha biçilemez - hatta muhafazakar


35 davranıp, salonlarını festival ruhuna uygun olmak için fazla rahat bulduğum Nişantaşı City’s dahi artık neredeyse kendine alıştırdı. Birkaç senedir olduğu gibi, bu sene de İstanbul dışında gösterimler yapıldığını da atlamamak gerekiyor: 13. Filmekimi Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Trabzon illerinde birkaç günlük bir mini-festival şeklinde gerçekleşiyor. Hepimizin bir çözüm bulunması için sabırsızlıkla beklediği sorunların başında ise İKSV’nin bilet politikasının yarattığı memnuniyetsizlikler geliyor. Biletlerin satışa (daha doğrusu, “genel” satışa) çıktığı sabah erkenden Atlas Sineması’na gitmiş olmanıza rağmen, sıra size geldiğinde gitmek için en çok heyecanlandığınız filmlere bilet kalmadığını görmeniz çok olası. Lale Kart sahipleri için 2-3 gün önceden başlayan ön satış günlerinde birçok filmin biletlerinin bitmesi artık kanıksadığımız bir durum haline geldi. Herkes vakfın bağışlarla işlediğini biliyor ama konu sanat olduğunda, öncelik satmanın son derece yanlış olduğunu düşünen birçok kişi var. Bir çözüm olarak belli başlı filmler için daha çok gösterim konulması talep ediliyor, ancak bu da İKSV’nin bilet satışlarının durumuna göre festival tarihlerinden bir gün önce ya da bir gün sonraya ek gösterimler koyması şeklinde gerçekleşiyor. Sosyal medya üzerinden takip etmiyorsanız, ek gösterimlerden vaktinde haberinizin olmaması ve haberiniz olduğunda biletlerin tükenmiş olması çok uzak bir ihtimal sayılmaz. Sabah sıraya giremeyip, biletleri Biletix üzerinden almaya çalışma durumu ise bambaşka bir şikâyet konusu. 5 liralık işlem bedelinin yanında, her film başına hizmet bedeli alınması özellikle çok sayıda filme gidenler için caydırıcı oluyor. Gündüz ve akşam gösterimlerinin biletlerinin arasındaki fiyat farkı da benzer eleştirilere hedef oluyor. Akşam gösterimlerine talebin daha fazla olması ve İKSV’nin bunu göz önünde bulundurarak bu gösterimlerin biletlerine gündüz gösterimlerininkinin iki katı fiyat belirlemesi, gün içinde vakti olmayanlara haksızlığa uğradıklarını düşündürüyor. Sonuç olarak, tüm bunlar birçokları tarafından “birinci dünya problemi” olarak yaftalanacak olsa bile,

sanata erişimin daha demokratik olması gerektiğinin altını çizmekte bir sakınca yok. İKSV’nin İstanbul ve diğer büyük illerde film festivalini düzenlemeyi üstlenmiş olması gerçekten çok önemli, ancak biletlerle ilgili düzenlemelerin birçok potansiyel festival takipçisini baştan küstürdüğünü görüyoruz. Senelerce bilet kuyruğunda beklemiş, genel satış sabahı uyanamadığında Biletix’e hizmet bedeli ödemek zorunda kalmış, sonunda direnememiş ve istemeye istemeye Lale Kart almış bir öğrenci olarak, İKSV’nin tüm bu sorunlara sağlıklı çözümler bulması gerektiğini düşünüyorum. Not: İç rahatlatacağını düşünerek ekleyeyim, Lale Kart’ınız olsa da bilet alabilmek için Atlas’a en az eskisi kadar erken saatte gitmek gerekiyor.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.