ZETEMAG ŞUBAT 2016

Page 1

zete

12

zete


Merhaba! Genel Yayın Yönetmeni Oğulcan KELEŞ

Yazıişleri Müdürleri İrem Boza Hazal Tükel

Yazarlar Mehmet Celal ARKIŞ Canberk BEYGOVA Ahmet AĞDOĞAN Ece ELMAS Mutlu SAÇ

Okurlarından gelen motive edici ve ilham verici yorumlardan aldığı güçle, Galatasaray Üniversitesi’nin el emeği göz nuru zetemag, şubat sayısıyla yine dopdolu. Canberk Beygova’nın, yazısında “Hayattan zevk almak onlar için bir yaşam gayesi” tanımıyla yer alan “Y kuşağı kahramanları” olarak, en büyük zevklerimizden biri kuşkusuz KAHVE! Bu ay kahve içmek için ilk durağımız öğrenci mekanı Beşiktaş. Hepimizin en az bir kez gittiği ya da arkadaşlarından duyduğu Okkalı Kahve’nin bilinmeyen kahve hikayleri ve müşterilerinin en yakın arkadaşı olan Cupper’s Coffee Station’un enfes kurabiyeleri bu sayıda sizlerle. Kahvenin en yakın arkadaşı film için bu ayki önerilerimiz ise, daktilodan beyaz perdeye geçenlerden. Kameralar ABD’ye çevrilmişken sloganları ve milyon dolarlık harcamalarıyla 2016’ya damgasını vuran seçim kampanyalarına dikkat çekmemek olmazdı. ABD seçime hazırlanırken biz rotamızı UNESCO’nun 9 gastronomi kentinden biri olan Gaziantep’e döndürelim dedik ve bu güzel şehre biraz da zetemag sayfalarından bakın istedik. Oryantalizmin sıcacık dokusu bizi sararken kendimizi Galata’da zamanda yolculuk yaparken bulduk! Büyülü hikayeleriyle Velvet Kafe’yi okur okumaz soluğu sarayın Afrikan kahvecibaşısının torunun yanında alacağınızdan eminiz.

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır.

Akşam maç var! Yoksa siz de milyon euroluk transferlerin verimsizliğinden maça konsantre olamıyor musunuz? O halde derginin sonunda, Mutlu Saç ile devre arası kaybolan milyonlar hakkında biraz dertleşin. Keyifli okumalar dileriz.


01

ABD’De SeÇİM KAMPANyALARI

03

İŞ DÜNyASININ NevI ŞAHSINA MÜNHASIR yeNİ KAHRAMANLARI: y KUŞAĞI!

04

RoTAMIZ GAZİANTeP

02

05

veLveTCAFe GALATA: ZAMANDA yoLCULUĞUN KeyİFLİ HALİ

DAKTİLoDAN BeyAZ PeRDeye

06

KAHve AŞKINA!

07

DevRe ARASI KAyBoLAN MİLyoNLAR


4

ABD’de seçim kampanyaları Neredeyse tüm dünya için 2016’yı önemli kılan: ABD Başkanlık seçimleri. Sadece 320 milyon ABD vatandaşını değil tüm dünya siyasetini ve dolaylı yoldan tüm insanlığı etkileyecek bir seçim. Mehmet Celal ARKIŞ Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu yazının devamında, her 4 yılda bir, Kasım ayının ilk pazartesi gününden sonraki ilk salı günü yapılan bu seçim sistemin anlaşılması oldukça zor ve karışık olan özelliklerini bulamayacaksınız. Bu yazıda, kampanya dönemlerinde milyar dolarların tabir-i caizse su gibi aktığı, tüm iletişim araçlarının etkin bir biçimde kullanıldığı, alanlarında uzman ekiplerin herşeyi en ince ayrıntısına kadar tasarladığı, bazen nüansların seçimin kazananını belirlediği ABD Başkanlık

Seçimlerinin seçim kampanyalarını ele alacağız. Ünlü gazeteci William Safire’e göre bir seçim sloganının başarılı olması, kafiye, ritm ve ses uyumunun akılda kalıcı olmasına bağlıdır. ‘’Ekmek için Ekmeleddin’’ sloganı ülkemizde pek başarılı olmasa da, Cumhuriyetçi aday Herbert Hoover’a 1928 yılında ABD Başkanlığını kazandıran ‘’Hoo but Hoover’’ (Hoover’dan başka kim olabilir) sloganı, Safire’in önemini belirttiği işitsel uyuma dayanıyordu. 1864 yılında Abraham Lincoln’ün insanlığa


5

armağanı, bir uluslararası atasözüne dönüşen ‘’dont’t change horses in midstream’’(derenin ortasında at değiştirmeyin) sloganı ise ona seçim kazandırmıştı. Bu tip örneklerle geçmiş yıllarda bir çok sloganın seçimlerin sonucunu belirlediğini görüyoruz. Bununla birlikte, seçim sloganlarının belirlenmesinde, o günkü ülke şartlarının etkli olduğu da ortada. 1916 seçimlerinde yeniden aday olan

Woodrow Wilson’un ‘’He kept us out of war’’ (Bizi savaştan uzak tuttu) sloganı ve 1920 seçimlerinde Wilson’un türbanslı yıllarına atıfta bulunarak, Warren Harding’in ‘’Return to normalcy’’ ( Normale dönüş) sloganını kullanması bunun tipik örnekleri. Fakat o günlerden bu güne, herşeyin değiştiği bir dünyada, liderleri zafere ulaştıracak parametrelerin değişmemiş olması mümkün değil. Artık halkın algısını yönetebilmek, bu tip basit sloganlarla oldukça


6

zor gözüküyor. Ve bu nedenle, Amerikan seçim kampanyalarının çok ciddi bir endüstri haline geldiğini açıkça söyleyebiliyoruz. 2012 seçimleri nasıldı? Bu noktada elimizdeki en büyük kanıt, en son yapılan Başkanlık seçimleri yani 2012 seçimleri. 2012 seçimlerinde, her iki adayın seçim kampanyasının toplam bütçesi 6 milyar dolar civarındaydı. Bu inanılmaz bütçeyi oluşturan en önemli kalem ise televizyon reklamlarıydı. İlk kez 1964 yılındaki seçimlerde kullanılan televizyon reklamları, 2012 seçimlerinde Obama ve rakibi Romney tarafından 600’den fazla reklam spotu çekilerek kullanıldı Adayların bütçesinde aldıkları bağışlar önemli bir yer tutarken, küresel mali krizin etkisini gösterdiği bir dönemde, her iki adayın da kantarın topuzunu kaçırarak bu denli harcamalar

yapması oldukça şaşırtıcı bir durum. Özellikle Cumhuriyetçilerin adayı Romney, bu noktada rakibini geride bırakarak çok ciddi harcamalar yaptı. Bunun en önemli nedeni Romney’in Obama’ya göre oldukça fazla bağış toplamasıydı. Fakat buna rağmen sonuç değişmedi. Obama’nın bu zaferini, sadece karizmatik liderliği ve seçim sonucunu doğrudan etkileyen eyaletlerdeki gücüyle açıklayamayız elbette. Believe in America En başa dönersek, seçim sloganlarının bu seçimin sonucuna bir tesiri olduğunu kabul etmeliyiz. Romney’in ‘’Believe in America’’( Amerika’ya inanın) sloganı oldukça olumsuz ve yetersiz bir slogandı.Çünkü bu slogan, bazı kesimler tarafından ‘’biz zaten Amerika’ya inanmıyor muyuz?’’şeklinde algılandı. Obama’nın 2008’deki ‘’Change’’(Değişim) sloganının ardından 2012’deki ‘’Forward’’ (İleri) sloganı da oldukça basit ama akılda kalan ve


7 Obama’nın politikalarıyla örtüşen başarılı bir slogandı.2012’deki bu pozitif slogan, Romney’in talihsiz sloganı karşısında epeyce fark yarattı. Birleşik Devletlerin 58. başkanının belli olacağı 8 Kasım 2016’ya, artık 11 ay gibi kısa bir süre kaldı. Partilerin adayları ise henüz belli değil. Yapılan anketlere ve bahis şirketlerinin oranlarına bakarsak, DemokratlardaHillary Clinton’ın epeyce şanslı olduğunu görüyoruz. Cumhuriyetçilerde ise durum Demokratlar kadar net değil. Birçok aday ve kıyasıya bir rekabet var. Seçilecek Cumhuriyetçi adayın, bu rekabetten güçlenerek mi yoksa yıpranarak mı çıkacağını zaman gösterecek. 2012 seçimlerinin ardından geçen dört yılda, dünyada yaşanan değişimleri, teknolojik gelişmeleri ve sosyal medyanın artan gücünü göz önüne alırsak, sıradışı bir seçim kampanyasının bizi beklediğini söyleyebiliriz. Bu kıyasıya rekabetin hangi boyutlara çıkacağını ve adayların yapacağı masrafları kestirmekse epeyce zor gözüküyor.


8


9

İş dünyasının nevi şahsına münhasır yeni kahramanları: Y Kuşağı! ‘Büyüklerimizin’ hem Türkiye’de çok fazla olmasıyla övündüğü, hem de rahatlığını, keyfine düşkünlüğünü dert edindiği bir grup var: Gençler. 1980-2000 arasında doğan bugünün gençleri, yani bizler, kendimize özgü tüketim, çalışma, giyim alışkanlıklarımızla ‘göze batıyoruz’. Daha da ‘fenası’, büyüklerimizin ‘tembel’ diye nitelediği kuşağımız bugün çalışanların yüzde 35’ini oluşturuyor, 10 yıl içindeyse bu oran yüzde 58’e çıkacak. Peki, kim bu Y kuşağı? Biz kimiz, ne bekliyoruz, ne istiyoruz? Canberk Beygova


10

Bir anlamda ‘sabırsız’, ‘tatminsiz’, ‘egosu yüksek’ bu kuşak, aynı zamanda ‘girişimci’, ‘yaratıcı’, ‘özgüvenli’ bir kaynak: Y Kuşağı... Y kuşağını anlatırken upuzun bir makale yazmak, jenerasyonumuzun ruhuna ters olurdu, haliyle biz de dışarıdan bakarak kuşağımızın özelliklerini madde madde yazdık! Kim bunlar ? Anne ve babalarıyla aynı zamanda arkadaş oldular, yöneticisi dâhil herkes onlar için ‘birey’ Öz saygıları yüksek. Bilgiye hızlı ulaşabiliyorlar. Bu, güç ve özgüven kaynağı. Bazen de ukalalık… Yokluk görmediler ve hızlı tükettiler. İstediklerini elde etme konusunda sabırsızlar, bu önemli bir dezavantaj. Aynı zamanda zor olan için çabalamaktan kaçınmaları ve şikayetçi olmalarının altında da bu sebep yatıyor. Hayattan zevk almak onlar için bir yaşam gayesi. Diğer kuşaklara göre daha zor ‘yönetilebilirler’,

önceki kuşakları öğrenip anlama konusunda pek hevesli de değiller. Bağımsızlığına düşkün, girişimci ruhlu, yüksek özgüvenliler. Ancak bu aynı zamanda bir handikap, “Ben oldum” diyerek eksiklerini gözden kaçırabiliyorlar. Otoriteyi tanıma, kurallara bağlılık ve sadakat konularında önceki kuşaklardan ayrılıyorlar.


11

Araştırmacı, sorgulayıcı ve paylaşımcılar. Aile ve arkadaşlarına düşkünler. Hem teknolojiyi iyi kullanıyorlar, hem de kendilerine yaşamak için zaman ayırmaları gerek. Haliyle işte kısa ve pratik yolları bulabiliyorlar. Aynı zamanda birden çok iş yapabiliyorlar, yani toplantıda tweet atıyorsa onu kendi haline bırakın. Esnekler ve hızlı uyum sağlayabiliyorlar

Adalet duyguları yüksek. Sonuç odaklılar, ancak iş yapmak onlar için tadını çıkarabilecekleri bir süreç. Eğitim ve gelişim odaklılar. Ne istiyor bu Y Kuşağı? 1) Kişisel Gelişim: Tarihin en eğitimli bu kuşağı,


12

belki garipseyeceksiniz ama, okumaya doymuyor. “Eğitim şart” lafta kalmıyor: PwC’nin 2011’deki araştırmasına göre yeni mezunlar iş seçerken “çalıştığı şirketin kişisel gelişimine yaptığı yatırıma” bakıyor. Bu; pozisyon, ücret, iş güvencesi, çalışılacak faktörlerden çok daha önemli olarak görülüyor. Çalıştıkları şirketlerden koçluk ve rotasyon talep eden Y kuşağı temsilcileri,

yöneticisinde de kendisine katkı yapabilecek bir yetkinlik bekliyor. 2) İş-Yaşam Dengesi: Y Kuşağı “Çalışmak, çalışmak, çalışmak” diye ezbere konuşmuyor, çalışmak ‘hayatı yaşamak’ için bir araç. Amaç hayattan keyif almak olunca, çalışmaktan da keyif almak istiyorlar, yani uzun mesai, ek mesai, rutin mesai gibi şeyler


13 değerlendirilmesini, kattıklarıyla yükselmeyi istiyorlar. Haksızlığa gelemeyip seslerini yükseltiyorlar. Başarıyla bitirdikleri bir projenin takdir edilmesi, onlar için en önemli motivasyon kaynağı; hatta bu, onlar için ücretten bile önce geliyor. 4) Anlamlı iş: İş hayatında Y Kuşağı için “Yap geç” gibi bir şey yok, “Şimdi bu iş de neyin nesi, n’apıyorum ben?” gibi sorgulamalar var. Onlara makul gelmeyen bir işi yaptırmak zor, hatta mantıklı bulmadığı işi yapmayanların olduğu bile söyleniyor! Bardağın dolu yanıysa şu, mantıksız buldukları işlere pratik yol ve çözümler bulduklarındaysa şirketlerine kazanç sağlayabiliyorlar.

Cesaretliler. Fikirlerini savunuyorlar. Aktivistler, hemen harekete geçiyorlar. Bizler gibi sıkılgan ve ürkek değiller, öz güvenleri yüksek. En üst yöneticisine bile “neden” diye sorabiliyorlar. Evrim Altan, Ürün Geliştirme Uzmanı, X Kuşağı

pek onlara göre değil. Arkadaşlarıyla yaptıkları programlar için şirketteki mesai saati dışında çıkan ani işleri ‘ekmekte’ bir sorun görmüyorlar. Çalışmak lazım, çünkü arkadaşlarla gezip yeni yerler görmek için para lazım oluyor! 3) Adalet: Katıldıkları işlere fikirleriyle katkı yapmak, performanslarının rasyonel şekilde ölçülüp

5) Rahat Çalışma Ortamı: Amaç hayattan keyif almaksa, çalışmak da hayatın bir parçasıysa, işten neden keyif alınamasın? Mecbur muyuz ‘lacileri’ çekmeye? Y Kuşağı rahat davranabileceği, özel hayatında arkadaşlarıyla kurduğu samimiyeti bulabileceği bir ortamı arıyor iş yerinde de. Google ofisini görünce o da aynısından istiyor, haliyle klasik ofisler yerine eğlenceli kafe gibi dizayn edilen ofisler Türkiye’de dahi yaygınlaşmaya başlıyor. Şirket içinde sosyal medyanın yasaklanmasıysa ters tepebiliyor. Unutmayalım, Y Kuşağı insanı, sohbet muhabbet insanı. Paylaşmayı seviyor, ortak iş yapmayı önemsiyor. İletişime ne kadar açık olduklarını, sosyal medyanın bu kuşakta patlamasından


14 Kuşaklar

Yaşları

Z Kuşağı (Generation Z)

15-20

Y Kuşağı (Millenials)

21-34

X Kuşağı (Generation X)

35-49

Patlama Kuşağı (Baby Boomers)

50-64

Sessiz kuşak (Silent Generation)

65+

İnternetin iş dışı kullanımını sorguladığımda Y Kuşağı çalışan arkadaşımdan gayet sakin bir şekilde, “Alışveriş yapıyorum” cevabını aldım. İnterneti yasakladım. Bir gün bölüme kahve alalım dediğimde, “İnterneti yasakladınız ya, nasıl alalım?” şeklinde bir ifade ile karşılaştım. (Fikret Güçlüer, IT Yöneticisi, Patlama Kuşağı) Çalıştığım kişilerle iş yaparken eğlenmek, onlarla şakalaşabilmek isterim. Somut bilgiye ulaşırken hep birlikte yaptığımız çalışmalar ve başarıya hep birlikte sevinebileceğimiz bir yer isterim. (Gökhan Türkmen, İş Geliştirme Sorumlusu, Y Kuşağı) Başka bir firmada kısa bir süre tecrübesi olan genç bir arkadaşla iş görüşmem oldu. Bizden beklentisini sordum, brüt

maaşının 3 katını beklediğini, zaten firmasından memnun olduğunu söyledi. “Peki, bu maaşı verirsek biz ondan ne beklemeliydik?” sorusunu sordum. “Beni alıyorsunuz ya” dedi. (SatışYöneticisi, İlaç Sektörü, X Kuşağı) Yöneticim ve iş arkadaşlarımla kurduğum sağlıklı ilişki, emek-ücret dengesi ve yetkilendirme iş ortamındaki beklentilerim. (Ezgi Gangal, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü Öğrencisi, Y Kuşağı) Yöneticimin saygı ve sevgi sınırını bilmesini, otorite ile değil sevgi ile iş yaptırmasını isterim. (Gazi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Öğrencisi, Y Kuşağı) “İŞ”TE Y KUŞAĞI, İnan Acılıoğlu, Elma Yayınevi, Ekim 2015


15

anlamak da mümkün. Firmalarla, hatta yöneticileriyle ilgili düşündüklerini dahi sosyal medyada duyurabiliyor, beğendiği kahveyi, beğenmediği yemeği duyurur gibi! 6) Hareket Alanı: Hem ‘özgür’, ‘girişimci’, ‘yaratıcı’ olduklarını söyleyip hem de yapacakları işleri A’dan Z’ye bir liste halinde vermek ve tastamam o şekilde yapıp getirmelerini beklemek gerçekçi olmazdı, değil mi? Y Kuşağı yaratıcılığını işe katmak istiyor, yöneticisinden kendisine alan açmasını bekliyor. İlginç olan bir diğer nokta da, hemen terfi etmek yerine hemen yetki sahibi olmak istemeleri. Önceki kuşakların terfi etmek istemelerinin sebebi ekip yönetmek iken, Y Kuşağı bunu hareket alanını genişletmek için istiyor. Çalışanlara daha çok yetki ve

sorumluluk verilmesiyle işte verim ve zamandan tasarruf sağlamak da çok daha muhtemel. Özetle “Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım,” Y Kuşağı artık yeni şeyler söylüyor ve geldikleri kurumları da bugüne uyarlıyor. Kuvvetli bir değişim var ve buna ayak uydurmak gerekiyor. Y Kuşağının özelliklerini sorun olarak değil de kaynak olarak gören yöneticiler ve şirketler diğerlerinin önüne geçiyor. Y Kuşağı yeni olduğu iş hayatında yöneticilik pozisyonlarına adım adım ilerliyor. Bu kuşağın beklentilerini çalışma ortamlarında sağlayabilen firmalar, ‘özgür ruhlu’ elemanlarını kaybetmekten korunup onların yaratıcılıklarını değerlendirme fırsatını elde etmiş olacaklar. Bu da daha çok başarı demek. Önceki kuşakların yazdıkları kurallar, Y Kuşağıyla değişiyor.


16


17

VelvetCafe Galata:

Zamanda yolculuğun keyifli hali

Osmanlı Sarayı’nın Afrikalı kahvecibaşının torununun torunu, bir gün Galata’da anne eli değmiş bir kafe açmış; içine alabildiğince hatıra, yaşanmışlık, ruh katmış ve ortaya müze tadında bir kafe çıkmış. Özetle VelvetCafe’nin hikâyesi bu. Hazal TÜKEL Sarayın Afrikalı kahvecibaşısının torununun kahveciliğe doğru serüveni VelvetCafe Galata Kulesi’ne çıkan Kuledibi Çıkmazı’nda bulunuyor. Girişi bile öyle sevimli ki içeri girmeye heveslendiriyor insanı. Bu kafe sıradan bir kafe değil yalnız, neresinden tutarsanız tutun

hikâyeleriyle sizi şaşırtıyor, büyülüyor; kendinizden bir şeyler katmaya ve bulmaya teşvik ediyor! İşletmecisi Yüksel Kukul’un anneannesinin dedesi Osmanlı Devleti zamanında Sudan’dan saraya bir yolculuğun sonunda, sarayın kahvecibaşısı olmuş; ancak altı kuşaktır İstanbul’da yaşayan


18

bu ailenin Sudan ile iletişimi kalmamış ve büyük dede hakkında detaylı bilgi günümüze taşınamamış olsa da Yüksel Bey büyük büyükbabasının mesleğini devralarak onun mirasına sahip çıktığını belirtiyor gururla. Yüksel Bey 12 senelik otelcilik kariyerinde epey de yol almışken, mekân değişikliği yapmak istemiş. Karşısına Galata’daki bu yer çıkınca, moda sektöründeki mesleğine tutkuyla bağlı annesinin de aklını çelmiş. Teyzesinin de katılımıyla mekânı işletecek üçlü ortaya çıkmış. Yüksel Bey kendisine kafenin sahibi denmesini istemiyor ve ekliyor: “Hepimiziz sahibi; çünkü herkes bir şeyler bulabiliyor kendisine dair...” Yüksel Bey’in annesi Firuzan Hanım’ın “Bir kafemiz olsa, kek, börek yapsak!” diye hayalden öteye geçmeyen düşüncesini gerçekleştirmişler üçü beraber. Bu kafeyi açarken hiçbir hedef koymadıklarını, buna rağmen çok güzel tepkiler aldıklarını söylüyor. “Bazı şeyleri çok fazla planladığınız ve hedeflediğiniz zaman o planladığınız şeylere ulaşamadığınız

takdirde gerçekten büyük üzüntüler yaşıyorsunuz, hayalkırıklıklarınız daha çok oluyor. Biz hiçbir şey planlamadık ve o kadar güzel şeyler oldu ki” derken coşkusu gözlerinden okunuyor doğrusu! Gıpta edilen bir anneanne figürü ve bizi doyuran hatıralar Velvet’in hikâyesine eğildikçe öğreniyoruz ki, Yüksel Bey’in hayatında önemli bir yeri olan anneannesi Şermin Hanım ilham vermiş bu kafeye bir nevi. 5 yıl önce kaybettikleri anneannesi için maddenin arka planda kaldığını söylüyor Yüksel Bey; anneannesinin bu yönüne her zaman gıpta etmiş ve onun gibi yaşamak istediğini söylüyor. Şermin Hanım sakin kişiliği, pozitifliği, hemşirelik yaparken gönüllü olarak hastalara bakması ile Yüksel Bey için bir rol model olmuş. İşte bu mekân bu güzel ailenin hatıraları ile dolu. Aile fotoğrafları da sergileniyor kafede. “Hayatımızda çok tüketiyoruz. Paylaşmadan, bireysel ve anlık şeyler yaşıyoruz. Geriye baktığımızda


19

bizi doyuran, yaşatan aslında hatıralarımız oluyor bir anlamda. Dolayısıyla biz bunları paylaşmak, bir hatıra bırakmak istiyoruz birilerinin hayatında” diyor Yüksel Bey. Buraya ilk gelen eşya anneannesinin 1978 yılından 5 sene öncesine kadar kullandığı kadife kanepeymiş. Sonra yine anneannesinin bastonu ve sandığından çıkardıkları el işlemesi ipek gelinliğini annesi ve teyzesiyle gidip çerçevelettirmişler. Eteğinin nereden kıvrılacağına, kolunun nerede duracağına karar vermek için bir saat harcamışlar hep beraber, “Sanki anneannem yaşıyormuş da üzerine elbise giydiriliyormuş gibi” diyor Yüksel Bey. Velvet isminin hikâyesi: Kadifemize sevgilerle Anneannesinin kadife koltuğu geldikten sonra diğer koltuklar da uyumlu olsun diye kadife olmuş. Bu nedenle Yüksel Bey’in de aklına ilk olarak ‘Kadife’ ismi gelmiş fakat turistlerin çok uğradığı bir yer olduğundan telaffuz edebilirler mi diye tereddüt etmiş ve böylece İngilizce kadife demek olan

‘Velvet’ fikri aklına gelmiş. Annesine ve teyzesine danıştığında “Velvet nedir Yüksel?” demişler. Yüksel Bey açıklayınca annesi ve teyzesi büyük bir heyecanla onay vermiş isme. Yüksel Kukul neden bu denli heyecanlandıklarını sorduğunda öğrenmiş kadifenin hikâyesini: Anneannesinin annesinin yani Sıdıka ninesinin cildi çok pürüzsüz ve parlakmış. Bundan dolayı yakınları ona kadife anne, kadifem, kadife nine diye hitap ederlermiş. Bunu öğrenince Yüksel Bey de heyecanlanmış bu isim için. “Hatta menülerimiz albüm şeklinde ve o menülerimizden biri aile albümüydü eskiden. Fotoğrafların arasında bir çiftin nikâh fotoğrafı vardı. Sıdıka nineme yazılmış bir not ile: ‘Kadifemize sevgilerle, en güzel günümüzden bir hatıra’ ” Kahvenizi hangi fincanda arzu edersiniz? Kafede hangi fincanla kahve içmek istediğinizi kendiniz belirliyorsunuz üstelik bunu seçmeden size fincanların ne zaman ve nerede üretildikleri anlatılıyor. Bu eski fincanlarından kimler kahve içmiştir


20


21 ve bu fincanlar nelere tanık olmuştur diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Başta Yüksel Bey, sadece dekor amaçlı evdeki eski fincanları getirmiş ve rafa koymuş. Bir arkadaşını ağırlarken kafede “Hadi” demiş “Gel kahvemizi bu fincanlarda içelim!”. Arkadaşının kırma endişesine karşın diretmiş ve o kahveden çok keyif almışlar. İçerlerken kahvelerini hangi fincanın kimin fincanı olduğunu, kimin hediye ettiğini hatırlamışlar sonrasında hangi yıldan olduğunu, nerede üretildiğini merak edip bakmışlar. Aldıkları bu inanılmaz keyfi başkalarının da yaşamasını arzulamışlar ve kahveleri bu fincanlarla sunmaya başlamışlar. Böyle bir servise başlayınca annesinin arkadaşları, arkadaşlarının anneleri, halalarından, dedelerinden kalma bütün fincanları onlara hediye etmeye başlamış ve böylece hatıra fincanlar oluşmaya başlamış ki bu fincanlar onlar için özel anlam ifade ediyor. Aynı zamanda seyahatleri sırasında antikacılar, pazarlar vesaire derken böyle bir koleksiyon oluşmuş ve 9 fincanla başlayan bu serüven şimdi 100 fincanı aşmış. Bu işe merak salınca onlarda bir fincan kültürü de oluşmuş haliyle.

Yüksel Bey şu anda fincanı gördüğünde evet bu fincan burada üretilmiş; ama şuranın esintisi de var diyebilecek kadar iyi tanıyor artık fincanları! Kahve içerken örgü örmeye ne dersiniz, hem de ihtiyacı olanlar için? Bu kafede kendinizi gerçekten evinizde gibi rahat; ama bir o kadar da keyifli hissediyorsunuz. Yüksel Bey’in yeni yılda başlattığı bir proje bu kafede vakit geçirmeyi değerli kılan bir diğer unsur! Malum havalar iyice soğudu, kış epey sert geçiyor. E böyle olunca almışlar yünleri, hadi demişler, isteyen istediğini örsün, biz de yollayalım ihtiyaç sahiplerine. Mesela Kahramanmaraş’taki bir köy okuluna gidecek kazaklar, atkılar, bereler örülüyor şu an. Daha bir ay olmamışken epey de ilgi olmuş. Misafirler bir iki sıra da olsa katkı sağlıyor, kimisi evinden yün getiriyor, kimisi saatlerce oturup örüyormuş. Velvet’te mutlaka yapılması gerekenler Velvet’te Yüksel Bey’in annesi ve teyzesi her şeyi kendi elleriyle yapıyorlar. Bir tek lokum ve suyumuz hazır diyor Yüksel Bey. Ee anne eli değmiş ürünlerin


22

tatları da bir başka haliyle. Kaymaklı un helvası en çok beğenilen tat. Ben de bu lezzeti kaçırmayın derim. Anne pudingi de un helvasıyla yarışıyor, doğrusu seçmek çok zor. Yanında kahvenizi seçtiğiniz fincanınızla içme zevkini kesinlikle kaçırmamalısınız. Ayrıca gün boyu kahvaltı, çorbalar, kurabiyeler, kekler mevcut. Hepsi de taptaze. Menüde yazmasa da bu tatların yanında, pozitif enerji, güleryüz, samimiyet her zaman mevcut. Duvardaki fotoğrafları inceleyebilir, raftaki

kitapları okuyabilirsiniz burada. Yüksel Bey misafirlerin keyif almalarının başat hedefi olduğunu söylüyor. “Kafe açıldığında ilk gelen misafirimiz bir turistti. Çok iyi hatırlıyorum cappuccino içti ve on dakika sonra kalktı. Ben niye kalktı, neden bu kadar az oturdu, keyif alamadı mı? diye panikledim. Yanımdaki arkadaşım “Yüksel deli misin? Demek ki vakti o kadardı” dedi; ama ben yine de az oturmasına üzülmüştüm. Yani bu kafede ay yedim içtim, masa işgal etmeyeyim korkusuna da kapılmayın,


23

onlar siz ne kadar güzel vakit geçirirseniz o kadar mutlu oluyorlar! İlginç bir öneri yapayım: Velvet’ten çıkmadan bir de tuvalete uğrayın. Buraya geri bildirimlerinizi postitlerle duvara, aynaya yapıştırabilirsiniz, bu kafeye siz de bir hatıra katabilirsiniz, tabii yer bulabilirseniz. Yüksel Bey’in bir projesi de bu yazıları bir kitap haline getirmek, ona göre. 2015’in en iyi kafesi: Velvet Kafe “Mekan.com”un foodie’ler, blogger’lar tarafından hazırlanan listesinde 2015’in en iyi 8 mekanı arasında aday gösterildiklerini öğrenince çok sevinmişler, birinci olduklarını duyduklarında ise çığlık çığlığa karşılamışlar bu haberi; bu sevincin arka planında yatan neden ise çok az olan reklam bütçesine rağmen; samimiyetle, iletişimle, başka zenginliklerle seçilebilmek olduğunu belirtiyor Yüksel Bey.

Hoşlarına giden bu iletişimin, bu duygunun kazanmış olması. Öyle görünüyor ki verilen oy mekânın ruhu ve enerjisiyle alakalı. Mekânın ilhamı Şermin anneanne kazanmış aslında, maddenin zaferi değil bu; ruhun, enerjinin zaferi. Müze tadında bir Kafe Bu kafe küçücük bir mekânın ne denli derin olabileceğinin kanıtı gibi. Her köşesinde bir hatıra, bir hikâye çıkıyor. Bir müze tadı alacağınız, zamanda yolculuk yapacağınız, sizi hayallere daldıracak bir obje bulabileceğiniz VelvetCafe, işletmecilerinin mutfağından, bulaşığına kadar her şeyiyle kendileri ilgilenmeleri sebebiyle haftaiçleri 10.00-20.30, haftasonları ise 10.00-21.00 arası açık. Pazartesi kapalı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bunu duyan misafirlerin tepkisi “Heh işte tam müze oldunuz!” olmuş.


24

Rotamız Gaziantep Gaziantep, tarihi İpek Yolu üzerine kurulmuş ve önemini günümüze kadar koruyan en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Kent, geçmişten günümüze gelen birikimiyle kendisini keşfe çıkacak yolcularını bekliyor. Ahmet AĞDOĞAN


25


26

giderseniz Zeugma Mozaik Müzesi’ni mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Evliya Çelebi ‘Seyahatname’sinde o zamanki ismiyle Ayıntab’ı şöyle betimler: “Bu şehri anlatmaya, ne dil ne de kalem yeter. Dünya yüzünde geniş bir ili, göz alıcı büyük yapıları, her yerde aranan eşyası, birçok mezraları, bolluk, verimliliği, bitimsiz yiyecek, içecek pınarları ve ırmaklarıyla burası ‘Şehr-i Ayıntab-ı Cihandır.” 1921 yılına kadar Antep ya da Ayıntab olarak anılan kente Kurtuluş Savaşı’nda göstermiş olduğu mücadeleden dolayı ‘Gazi’ unvanı verildiğini herhalde bilmiyen yok. Birçok uygarlıktan izler taşıyan Gaziantep, Hitit, Asur, Roma ve Osmanlı medeniyetlerinin önemli eserlerine evsahipliği yapıyor. Roma döneminden kalan Zeugma antik şehrindeki Çingene Kızı mozaiği, artık Gaziantep’in simgesi sayılıyor. Gaziantep’e

Nerelere gidilebilir? Tarih, şehrin merkezinde size kendini Gaziantep Kalesi ve kalenin etrafında eski zamanı anlatan yapılarıyla gösterir. Bakırcılar Çarşısında ustaların çalışırken çıkardığı tınıyı dinleyip bakırcılık zanaatının en güzel örneklerini görebilirsiniz. Zincirli Bedesten’de baharat kokusu eşliğinde gezerken çeşitli gıda ürünlerini özellikle dükkanların önüne asılan kurutmalıkları (patlıcan ve biber) inceleyebilirsiniz. Ayrıca yine bu bölgede bulunan cami ve hanları ziyaret edebilirsiniz. Şehir merkezindeki gezintiden sonra mutlaka otomobil kiralayarak Rumkale, Zeugma antik kenti ve Halfeti’yi görmelisiniz. Fırat Nehri’nin kıyısındaki bu üç güzergaha giderken yol boyunca size fıstık ağaçları eşlik edecek. Yolculuğunuz ağustos, eylül aylarında denk gelirse Antep fıstığını dalından yeme şansını da yakalayabilirsiniz. Antep mutfağı da bir başkadır Gaziantep’e gidip de ünü dünyaya yayılan ve


27

sayısız çeşitler sunan yemeklerini tatmadan dönmek olmaz. Özellikle yuvalama, içli köfte ve patlıcan kebabı ile ünlü olan mutfağıyla Gaziantep, Unesco’nun 9 gastronomi kenti arasında yer alıyor. Gelelim restoranlara... İmam Çağdaş ve Bayazhan’a mutlaka uğramalısınız. Yemekten sonra baklava çeşitleri arasında seçim yapmakta zorlanabilirsiniz. Baklava için Koçak, kadayıf için ise Erçelebi vazgeçilmezdir. Buradan yolunuzu Tahmis Kahvesi’ne doğru çevirin. Hem biraz dinlenin hem menengiç kahvesini yudumlayın. Gaziantep’e ulaşım oldukça rahat. İstanbul, Ankara ve İzmir’e her gün direkt uçuşlar bulunuyor. Havalimanı da şehre yakın bir mesafede. Konaklama

için kaliteli oteller mevcut. Ayrıca, eski Antep evlerinden bazıları butik otel olarak hizmet veriyor. Rotanızın Gaziantep olması dileğiyle.


28

Daktilodan beyaz perdeye Kitaptan sinemaya aktarılan filmlerin kimisi okuru mutlu etmez ya da hayal kırıklığına uğratır. Kimiyse kitabın önüne geçip ondan daha popüler hale gelir. Beyaz perdeye romandan aktarılan filmlerden bazılarını sizin için derledik. Ece ELMAS Breakfast at Tiffany’s Truman Capote’nin 1958 yılında yazdığı aynı adlı kısa romanından senaryolaştırılan Breakfast at Tiffany’s 1961 yapımı romantik bir Blake Edwards filmi. Audrey Hepburn’ün hayat verdiği New York sosyetesinin dikkat çekici yüzü, biraz çılgın, biraz da umursamaz Holly Golightly ile apartman komşusu genç yazar Paul Varjak (George Peppard) arasındaki ilişkiyi anlatır. Holly, küçük yaşta evlendirilmiş bir taşra kızıdır. Hollywood’da aktrist olmak için evden kaçar, sonra da New York’a gelir. Ne zaman kendini kötü hissetse, şehirdeki hayatta kalma mücadelesi canını

sıkmaya başlasa soluğu ünlü mücevher dükkanının vitrininde alır. Elinde bir çörek ve kahveyle o pırıltılı camekanı izleyerek sıkıntılarından kurtulmaya çalışır. Daha önce pek çok yol denese de, tek çare olarak elinde yalnızca bu zenginlik saçan dükkan kalır. Buraya bakarken öyle huzur bulur ki Holly, ‘’Bu kadar güzel şeylerin bir arada bulunduğu bir yer asla kötülük barındıramaz’’ der Tiffany’s için. Paul Varjak tek bir kitap yayımlayabilmiş genç bir yazardır ve geçimini kendinden yaşça büyük kadınlarla birlikte olarak sağlar. Zamanla komşusu Holly’nin davranışlarını tuhaf bulmaya başlar, fakat bu tuhaflıktır esasında onu etkileyen. Dışarıda


29

alaycı ve vurdumduymaz tavırlar sergilerken, birlikte kaldıklarında ne kadar çocuksu ve yumuşak huylu olabildiğini görür. Gelelim filmle kitap arasındaki benzerlikler ve farklılıklara... Capote aslında yarattığı Holly karakteri üzerinden Amerikan rüyasına eleştirel bir gönderme yapar. Filmde bu göndermeleri anlamak pek mümkün değil, daha çok Paul ve Holly arasındaki romantik ilişki dikkat çeker. Karakterlerin filmde, dönemin Amerikan sineması pratiklerine göre biraz daha yumuşatılarak betimlendiğini söyleyebiliriz. Ayrıca romanda eşcinsel olan Holly karakteri ironik bir biçimde Audrey Hepburn’ün meşhur siyah elbisesi ve şık topuzuyla kadın zarafetinin timsali haline gelir. Kitap görece mutsuz sonla biterken, Amerikan sinemasında o dönem mutlu son trendi olduğundan bir kavuşma söz konusu. Filmi kitabının önüne geçen uyarlamalar arasında gösterebileceğimiz Breakfast at Tiffany’s, gerek Holly’nin kendisi kadar sempatik kedisi, gerek Hepburn’ün filmin unutulmaz soundtrack şarkısı Moon River ile üzerinden elli küsur yıl geçmesine rağmen keyifle izleyebileceğimiz bir film.

Trainspotting Trainspotting, 1996 yılında Danny Boyle tarafından yönetilen ve Irvine Welsh’in İskoçya gençliğinin


30

o günkü durumunu sorgulayarak yazdığı aynı isimli romandan sinemaya uyarlanan, Edinbourgh’da yaşayan bir grup madde bağımlısı gencin hayatından bir parçayı anlatan bir film. Oyuncu kadrosu biraz kalabalık diyebiliriz. Ewan McGregor (Mark Renton), Ewen Bremner (Spud Murphy), Jonny Lee Miller (Sick Boy), Kevin McKidd (Tommy), Robert Carlyle (Begbie) ve Kelly Macdonald (Diane) oldukça genç halleriyle karşımızda. Bir grup uyuşturucu bağımlısı arkadaşın başından geçenlere oldukça gerçekçi sahnelerle tanıklık ettiğimiz film, o kadar inandırıcı bulundu ki birçok ülkede özendirici olabileceği tartışmalarına yol açtı. Esasında, genel olarak, grubun merkezindeki Mark Renton’ın uyuşturucuyu defalarca deneyip bırakamaması ve bir gün altın vuruş yapıp ölümle burun buruna gelmesini konu alır. Ölümün kıyısından dönmesinin ardından Renton başka biri olmaya karar verir. Film, senaryosu ve oyuncularıyla olduğu kadar soundtrack’leriyle de dikkat çeker. Özellikle iki yıl

önce hayatını kaybeden Lou Reed’in Perfect Day ve Iggy Pop’ın Lust For Life adlı şarkısı filmle müziğin bir araya geldiğinde ne kadar etkili olduğunu gösterir niteliktedir. Merak edenler için, Trainspotting’in devam filminin çekimlerine yine aynı kadroyla ve aynı yönetmenle (Danny Boyle) 2016 yılının sonbaharında başlanacağı, 2017’de orijinal filmin yayımlanmasının 21. yıldönümünde vizyonda olacağı açıklandı.


31

The Shining Stanley Kubrick’in 1980’de sinema tarihinde, romanları en çok sinemaya uyarlanan yazarlardan Stephen King’in aynı adlı adlı eserinden beyaz perdeye aktardığı film. Başrolde yazar Jack Torrance’ı canlandıran Jack Nicholson ve eşi rolünde Shelly Duval yer alır. Film aynı zamanda üzerinde en çok inceleme yapılan, alt metinleri anlaşılmaya çalışılan filmlerden biridir. Filmi izlemeyenler bile Nicholson’ın banyoya baltayla giriş sahnesini bilir. Enteresan olansa o meşhur sahnenin tam 127 kez tekrarlanmış olmasıdır! Bol katmanlı bir yapıya sahip filmde, Torrance ailesinin Rocky Dağları’nın eteğindeki Overlook Oteli’ne bekçilik yapmaya gitmeleri ve baba Jack Torrance’ın bunalıma girip cinnete sürüklenmesi anlatılır. Detaylara inildiğinde aslında işaret ettiği çok farklı noktalar bulunur ve izleyiciyi şaşırtan noktalara parmak basar. Örneğin; otel müdürü, otelin bir Kızılderili mezarlığının üzerine inşa edildiğini söyler ve otelin birçok yerinde Kızılderililere ait semboller bulunur. Halılar, duvarlar, kapılar hep onların motifleriyle bezenmiştir. Burada asıl işaret edilen nokta, temelde

Amerika’nın bir Kızılderili mezarlığı üzerine inşa edimiş olduğudur. Filmde masallara ve çizgi filmlere de göndermeler yapılır. Overlook Otel”inde (overlook ”göz ardı etmek” demektir) kaybolmamak için ekmek kırıntılarının yere bırakılması gerektiğinden bahsedilerek bir “Hansel ve Gratel” metaforu ortaya konur. Ardından Jack, karısıyla oğlunun sığındığı tuvaletin kapısını kırmaya hazırlanırken elindeki baltayla “Küçük Domuz! Beni içeriye al! Yoksa üfleyip evini başına yıkacağım!” diyerek ”Üç Küçük Domuz” masalına selam yollar. Filmin sonunda ise bir resim görünür. Bu resimle reenkarnasyona gönderme yapılır. Jack, balo salonunda görülen resimlerden de anlaşılacağı üzere, kışı geçirmek için ailesiyle gittiği otelde zaten daha önce yaşamış, çalışmıştır. Bunu ise otelin eski çalışanının “Siz aslında hep buradaydınız.” cümlesinden anlayabiliyoruz. Yine kitabının önüne geçmiş filmlerden biri diyebiliriz The Shining için. Fakat kitabın yazarı Stephen King filmi beğenmemiş olmalı ki televizyon için kendi uyarlamasını çekmiştir. İyi seyirler!


32


33

Kahve aşkına! Son yıllarda kahveye ve kahve kültürüne olan rağbetin sebebi ne olabilir? Kahve aşkının peşine düşmeye ne dersiniz? Zetemag bu ay Beşiktaş’ın incileri “Okkalı Kahve” ve “Cupper’sCoffeeStation”ın konuğu. İrem BOZA Her şeyin ihtiyaca, verimliliğe ve hıza kurban edildiği çağda Beşiktaş da kitap kokusunu kahve kokusuna tercih etti. Nerede yıkılan dökülen bir yer görürseniz bilin ki kısa bir süre sonra oradan kahve içeceksiniz bu semtte. Bana bi’ “okkalı” ! İlk durağımız Beşiktaş’ın ilk kahvecisi Okkalı Kahve. Sahibi Mehmet Sekman sayıları hızla artan kahvecilerden kahve kültürünün gelişmesi adına son derece mutluluk duyduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bizim amacımız kahveyi sevdirmek. Kahve başlı başına bir kültürdür. Biz bunu kazandırabilirsek ne mutlu bize. Hem rekabet daha iyiye götürür.” Mehmet Sekman, çalışanlarıyla aile olduklarını söylüyor: “Burası bizim evimiz sizler de misafirlerimizsiniz.” Bir kahvede en önemli şeyin çekirdek olduğunu belirten Mehmet Bey yeşil kahve

çekirdeklerini kendilerinin kavurup öğüttüklerini ekliyor. “Okkalı’nın gerçek sahipleri buraya gelen herkestir ve asıl kahveci onlardır” demeyi de ihmal etmiyor. Mehmet Bey, “Bana göre İstanbul’un en güzel en cıvıl cıvıl yeri Beşiktaş” diyor. Mekanı açmaya karar verdiğinde ona ‘arka sokak burası, iş yapmaz’ diyenlere “Siz burayı bir de gece görün” demiş; “el ayak çekildiğinde tüm sokak bizim!” “Okkalı”, Osmanlı’dan gelir. Okkalı fincan, normal fincanın iki katı büyüklüğündedir ve kulpsuzdur. Okkalı Kahve’de her kahvenin bir de “okkalı”sı mevcut. Türk kahvesine şöhretini yeniden kazandırmayı, bir anlamda bizim kahvelerimizi bize tanıtmayı amaçlıyor Okkalı Kahve. Bu nedenle ilk kez gelen her misafirlerine menülerindeki kahveleri özenle tanıtıyorlar: “Kervansaray, Cilveli Kahve, Tatar Kahvesi, Dibek Kahvesi, Yandan Çarklı, Menengiç, Hatay, Adana Gar…” hepsinin ayrı ayrı hikayesi ayrı ayrı tatları var. Hiçbir kahvede esans veya aroma kullanmadıklarını özenle belirtiyor Mehmet Bey. Kakuleli kahve kakuleden, damla sakızlı damla sakızından! Kahve çekirdeği ne kadar kavrulursa o kadar sert olurmuş. Müessesenin en acı kahvesi Hatay, sert ve sütsüz kahve severlerin favorisi. Kervansaray ve Menengiç ise yumuşak içim ve süt severlerin ortak tercihi. Ne zaman bir mide sorunu yaşasanız kakuleli kahve içmeniz gerektiğini söylüyor Mehmet Sekman. “Biz Kervansaray’ı çıkarttıktan sonra Adana ve Maraş’ta


34

Kervansaray adında kahve çıkardılar” diye de ekliyor. Kışın gerçek salep içmek isteyenler içinse tek adres Okkalı Kahve olmalı. Okkalı’da su ve soda dışında başka içecek bulmanız mümkün değil. Hele asitli içecekler asla! “Bizim kültürümüz değil” diyor Mehmet Bey. Yazın karadut şurubu ve limonata servis etmek içinse şimdiden gün saymaya başlamış bile. Gelelim tatlılara… Tiramisu ve havuçlu tarçınlı kek benim favorilerim. Günlük yapılan tatlılar neredeyse iki saat içinde müdavimleri tarafından tüketiliyor. Bunun bir sebebi de porsiyonların büyüklüğüdür belki. Tatlıseverlerin tek isteği ise geldiklerinde “bitti” kelimesini duymamak… Beşiktaş’ta samimi ortamıyla “bizim kahveleri” içmek için bu ayki adresiniz Okkalı Kahve olsun. Adres: Sinanpaşa Mahallesi, Ihlamurdere Caddesi, Yeni Hamam Sokak, No:3, Beşiktaş Merkez Tel: 0212 236 95 06 Cupper’sCoffee Station Doğu-batı sentezinden kimseye zarar gelmez. Gelenekselden yeni nesil kahveciye çeviriyoruz rotamızı. Bir günlüğüne Beşiktaş meydana, Necdet Ozalit’e gelmeden Cupper’sCoffeStation’da bir bardaklık soluklanın. İddia ediyoruz, kahvenin güzelliği karşısında çok şaşıracaksınız. Cupper’sCoffee’nin sahibi aynı zamanda tam bir spor tutkunu olan Rıdvan Yekta Acaroğlu, elektrik elektronik mühendisi. On beş yıl mesleğini yaptıktan sonra bir gün “ben bu işi yapmayacağım” demiş. Bir arkadaşının da teşvikiyle Beşiktaş’a butik bir kahve dükkanı açmaya karar vermişler ve ortaya kendine has maskotları ve beş altı masasıyla samimi ve sıcak bir istasyon çıkmış. “Etrafta doğru düzgün barista yok, öğrencilere yaptırıyorlar bu işleri” diye sitemle başlıyor söze Rıdvan Bey. Kaliteli kahvelerle işini iyi

yapan Cupper’s iyi bir kahve deneyimi yaşatmak için her gün keyifli farklılıklar hazırlıyor müşterileri için. Ünlü filtre kahvelerin yanına her gün kendi elleriyle brownieler, cookieler ve kekler hazırlıyor Rıdvan Bey. Filtre kahve deyip geçmeyin! Kahvelerin hepsi özel çekim ve demleme. Türlü türlü şurup ve aromaların müdavimlerine rağmen Rıdvan Bey onların hepsini atmak istiyor. “Gerçek kahve şurupla sütle içilmez” diye de ekliyor. İnsanlarla iç içe olmayı çok sevdiğini ve


35

müşterileriye bir süre sonra arkadaş olduğunu her an sezebiliyorsunuz Rıdvan Bey’in. Eşsiz kahvenizi yudumlarken yoldan geçerken selamlayanlardan tutun da hiçbir para almadan boş vakitlerinde gelip yardım edenlere, ayaküstü derdini anlatanlara kadar bir sürü ana tanıklık edebilirsiniz. Hatta sevgilisiyle gelenler kendi kahvelerini kendileri hazırlayabiliyorlar J “Bazen eve gitmek çok zor oluyor, burada yatıyorum” diye belirtiyor Rıdvan Bey uyku tulumunu göstererek. İyi kahveyi arzu

eden herkes gelsin, iyi kahve değerini bilene ulaşılabilir bir şey olsun istediğini ekleyerek. Cupper’sCoffee Station, fiyatları 6 – 10 TL arasında değişen filtre kahveleri ile ünlü. Şekersiz ve sütsüz alsanız bile yumuşak içimine doymanız mümkün değil. Hele ki ev yapımı brownieyle! Adres: Cihannüma Mahallesi, Eski Yıldız Caddesi, No 40/B, Beşiktaş, İstanbul Tel: 05326405609 – 05414572123


36

Devre arası kaybolan milyonlar Futbolda bu ay, Türk takımlarının devre arası yaptığı transferlere harcadığı parayla aldığı verimle yabancı kulüplerin bu bir aylık süreçteki politikalarına bir göz atalım. Mutlu SAÇ


37


38

Futbol dünyasında transferin yeri tartışılmaz. Ülkemizde bu dönemi en aktif şekilde kullanan takım kuşkusuz ki Galatasaray. 2013-2014 devre arası transfer döneminde Alex Telles, İzet Hajrovic, Salih Dursun, Koray Günter, Lucas Ontivero, Oğuzhan Kayar, Veysel Sarı, Umut Gündoğan ve Guillerme Burdisso (Kiralık ) olmak üzere 9 futbolcuyu katan Galatasaray, bu transferler için 19 milyon euro harcamış ve bu oyuncuların hepsini daha sonra yine ücretlerinin büyük bir kısmını kendi ödeyeceği çeşitli takımlara kiralamıştı. Daha gerilere gidersek, 2011/ 2012 sezonunda Yiğt Gökoğlan için Manisaspor’a 2.5, 2010/ 2011 sezonunda Bogdan Stancu için Steaua Bükreş takımına 5, yine aynı sezonda Yekta Kurtuluş için Kasımpaşa takımına 3.75 milyon euro ödenmişti. Tüm bu futbolcuları aldığının çok daha azına satan ya da kiralayan kulüp, bugünlerde finansal fair-play kapsamında UEFA organizasyonlarına katılamama durumu ile karşı karşıya. Bu nedenle yeni sona eren 2015-2016 transfer döneminde harcamalar en aza indirilerek sadece Ryan Donk ve Martin Linnes toplamda 4.5

milyon euro ödenerek transfer edilebildi. Biraz gerilere giderek, Galatasaray’ın devre arasında sattığı yüksek maliyetli oyunculara bakalım. Bu sezon daha maça bile çıkmadan Stuttgart’a 2.17 milyon euro karşılığında satılan Großkreutz hariç; yapılan en yüksek satış, 2010/ 2011 sezonunda Misimovic’in Dinamo Moskova’ya 4.5 milyon euro karşılığındaki verilmesiydi. Misimovic’in önceki sezon Wolfsburg’tan 8.5 milyon euro verilerek alındığını düşünülürse bu, pek de karlı bir satış değildi. Galatasaray’ın devre aralarında yaptığı en olumlu adımı, Wesley Sneijder’in 2012/ 2013 sezonunda 7.5 milyon euro karşılığında İnter’den transfer edilmesi oldu. O dönem kadrosuna Drogba’yı da katan kulüp sezonu şampiyon tamamlamıştı. Diğer büyük kulüplere bakıldığında biraz daha farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Fenerbahçe, 2015/ 2016, 2014/ 2015, 2013/ 2014 sezonlarının devre arasında kadrosuna tek bir oyuncu dahi katmazken, 2012/ 2013 sezonunda sadece Pierre Webo için 3, 2011/ 2012 sezonunda ise Moussa Sow için 10 milyon euro verdi. Fenerbahçe’nin devre arası sattığı


39

bu dönemde yapılan karlı bir satış bulmak istersek 2003/2004 sezonunda İlhan Mansız transferine kadar gitmemiz gerekecek. Taraftarın o dönemde çok sevdiği futbolcuyu Beşiktaş 5 Milyon Euro karşılığında Japon ekip Vissel Kobe’ye satmıştı.

yüksek maliyetli oyunculara baktığımızda Ariel Ortega’ya kadar gitmemiz gerekecek. Ortega 2002/ 2003 sezonunda Newels takımına 5 milyon euro karşılığı transfer olmuştu. Geçirdiği zor dönemleri yavaş yavaş atlatmaya başlayan, ligin ilk yarısını lider tamamlayan Beşiktaş ise en hareketli devre arası dönemlerinden birini geçiriyor. Denys Boyko, Aras Özbiliz, Alexis Delgado ve Marcelo için 5.7 milyon euro harcayan Beşiktaş, Ersan Gülüm’ü çok konuşulacak bir transferle 7 milyon euro karşılığında Çin’e sattı. Fenerbahçe gibi devre arası transfer dönemlerini sakin geçirip yaz dönemini kullanan siyah beyazlı ekip, 2010/ 2011 sezonunda Almeida, Simao, Fernandes üçlüsünü transfer etmiş ancak o süreçle başlayan bir mali krizin önüne geçememişti. Ersan’ın dışında

Sorumlu Kim ? Tabi ki kulüp yönetimleri. Bu kısa döneme girilmeden, scout ekibi tarafından transfer edilecek oyuncular çok önceden belirlenmeli, transferler aceleye getirilmemelidir. Ayrıca taraftarın ilgisini çekmek, gazını almak, tribüne daha fazla taraftar çekme adına yüksek maliyetli transferler yapılmamalı, eğer yapılacaksa 1-2 takviye yapılıp kadronun kemik yapısını oluşturmak yaz dönemine bırakılmalıdır. Bu dönemde yapılan transferlerin daha sonraki satışlarından kar edilmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz, transfer yapılırken oyuncunun satışı da düşünülmeli, ortaya çıkabilecek zarar böylece minimuma indirilmelidir. Bunların yanı sıra, Türk takımlarının Güney Amerika’dan getirdiği futbolculardan (Alex Telles , Pedro Franco , Cristian Baroni vs.) da ciddi zararlar edildiğini gördük. Bu kıtanın daha iyi araştırılmasını yönetimlerden istemek de sanırım haklı bir istek olacaktır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.