SAVUNMA Adalet ve özgürlük için
. . .. .. .. BIZIM DE GUNUMUZ GELECEK!
28 Mayıs 2017 Sayı 11
Nuriye ve Semih tutuklandı. Neden? Savcının sorduğu ve acizliğin belirtisi olan sorular yüzünden değil elbette. OHAL var ne yapılabilir diyen insanlardan bile bir direnişçi ortaya çıkardığı için. Umut olduğu için. Hak aramayı, onuru, adaleti gösterdiği için. Burjuvasi direnişin ne demek olduğunu ve yenileceğini çok iyi bilir. Korkarlar. Gülüşlerinden, bir gitar ezgisinden, sloganlardan, haklılıktan, iradeden ve cesaretten. Yüreklerinin temizliğinden korkarkar çünkü bilirler ki kendi yürekleri gibi kararmış değillerdir. Kendileri gibi katil, işkenceci, sömürücü, hırsız, yalancı değillerdir. Bilirler ki hesap verecekler tüm faşist diktatör ve hükümetler gibi. Sıranın kendilerine geleceklerinden emindirler. AKP de hesap verecek. Döktüğü kanın, yaptığı işkencelerin, çaldığı ekmeğin, sömürdüğü emeğin hesabını verecektir. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça işe geri alınma talepleriyle hesap sormada ilk adımı attı. Faşizm boş durmadı. Defalarca saldırdı, gözaltına aldı, işkence yaptı ama ne yaptıysa teslim alamadılar iradelerini. Bir gün, iki gün geçti aylar geçti mevsim geçti ve bu sağlam irade ve haklılık hesap sormak için yanıp kavrulan halka ulaştı. Kar tanesi yuvarlandı ve Yüksel caddesinde çığ oldu. İktidarın tepesine düştü. Açlık grevi bir çığlıktı. Sağır ku-
laklara bie ulaştı. Görmeyen gözleri açtı, konuşmayan dillere sloganlar attırdı. Sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında duyuldu. Eylemler, açlık grevleri büyüdü, birleşti, güçlendi. Asıl gücün halk da olduğu gerçeği gözler önüne serildi. İki öğretmen onur ve adalet dersini tüm dünyaya tüm halka anlattı. Halka yapılan zulümler, adaletsizlikler anlatmakla bitmez. Adalet isteyen Yüksel’e koştu. Koskoca adalet sarayları diken iktidarın korkusu daha da büyüdü. Eli kanlıydı acımasızdı. Ya benim mahkemelerimde değil de kendileri adalet sağlamaya çalışırsa diye tir tir titriyordu. Aynı zamanda gözü dönmüştü. Saldırılar daha da yoğunlaştı Nuriye ve Semih tutuklandı. Saçlarını yolarak insanları gözaltına aldılar, yerde sürüklediler, tekmelediler, işkence yaptılar. Yetmiş yaşındaki bir anneye bile saldıracak kadar vahşidir iktidar ve o iktidarın kolluk güçleri. Yıllarca baskılarla susturduğu halk şimdi meydanlara dökülmüş hakkını arıyor. Akıllarınca Nuriye ve Semih’i tutuklayarak direnişi bitirmeyi hedeflediler. Faşizm karanlığı aydınlatılmıştı bir kere, burjuvazinin aşılmaz gibi duran duvarları paramparça edilmişti, OHAL’i ise artık kimse dinlemiyor. Direniş ateşi yandı bir
kere. Adalet, onur ve emek karşısında çaresiz kalan bir avuç asalak kendileri gibi menfaat elde edineceğimizi düşünüyormuş. Açlık grevi sonucunda ne elde edeceğimizi soruyorlar. Sınıflarını ne de güzel sergiliyorlar. Halk için, emek için tek bir şey yapmamış. Nereden bilsin ki onurun, şerefin, emeğin ne demek olduğunu. İradeyi ve haklılığı teslim alacak bir hapishane yoktur. Direniş bulunduğun yere göre değil iraden ve haklılığınla zafere ulaşır. Hapsederek bitmez. İşkenceyle yenilmez. Bulunulan her yer direniş alanıdır. Daima devam eder. Ta ki zafere kadar. Kendi emekleriyle, dişleriyle, tırnaklarıyla kazanılmış işlerini geri isteyen Nuriye ve Semih Hoca en güzel cevabı verdi faşizme. Ekmeğimiz onurumuzdur. Emeğimizi kimse bizden çalamaz. Ne ekmeğimize ne de onurumuza o kanlı ve kirli ellerinizle dokunmanıza izin veririz. Giydiğin giysiden, yediğin yemeğe, oturduğun evden, bindiğin arabaya kadar hepsi sömürdüğün emektir, dökülen alın teridir. Yüzyıllardır süren kavgamız bizim olanı geri almak içindir. Faşizm o heybetli kudretini, bitmez tükenmez zenginliğini halkın bilinçsizliğinden ve örgütsüzlüğünden alır. Gezi ve tekel direnişlerine dönmesinden korkuyorlarmış. Biz ne güzel çalıp çırpıyoruz neden çomak sokuyorsunuz diyorlar aslında. Faşizm en küçük direnişten bile korkar. Çaldıkları sadece topraklarımız, paramız değil onurumuzu ve adaletimizi de çalmışlardır. Geri almamızdan çok korkarlar. Geri alırsak onların sonu gelecektir. Nuriye ve Semih’in direnişi ne ilktir ne de son olacaktır. Direniş ateşi yıllardır yanıyor. O ateşi söndürmeye kimsenin gücü yetmez. Nuriye ve Semih onurumuzdur. Yaşasın açlık grevi direnişimiz!
KEMAL BABA KAZANDI! Kemal GÜN'ün oğlu Murat GÜN 7 Kasım 2016'da hava operasyonuyla katledilen on bir kişiden biri. Kullanılan kimyasal silah nedeniyle cenazeler bedensel bütünlüğünü kaybettiğinden ve göçük altında kaldığından Kemal GÜN önce sığınağın açılması talebiyle açlık grevine başladı. Direnişinin ilk günlerinde kendisi şöyle anlatıyordu: ''Biz bu durumu öğrendikten sonra bütün makamlara başvurduk, cenazemizi istedik. Ancak şu ana kadar bir bilgi verilmedi. Biz de çaresiz kalınca cenazelerimizin verilmesi için süresiz açlık grevi başlattık. Biz sadece çocuklarımızın cenazelerinin verilmesini talep ediyoruz." Sığınak açıldı, Kemal Amca evladının kemiklerini elleriyle topladı.Yanmış 10 santimi geçmeyen kemikleri devlet adli emanete aldı, Dersim’den İstanbul’a DNA testi için getirdi. Kemal Amca elleriyle çıkardığı evlat kemikleri ve mezar hakkı için direnişini sürdürdü.70 yaşında bir baba evladının dirisini değil ölüsünü alabilmek için bedenini açlığa yatırdı. Peki nedir Mezar Hakkı? Kabil'in öldürdüğü kardeşi Habil’in bedenini bir kargadan gördüğü şekilde gömdüğünü anlatır söylenceler. İnsanlığın var olduğu günden bu yana tartışmasız sahip olduğu mezar hakkının korunması için açık bir kanuni düzenlemenin olmayışı ancak bu hakkın gücüyle anlaşılabilir. İnsan onuruyla ilişkilendirerek AİHM bu hakkı inceliyor ve şu sonuca varıyor: Herkesin, ailesinin geleneklerine ve örf adetlerine uygun olarak, onurlu bir şekilde gömülme, akrabası olan veya kendisine çok yakın olan bir kişiyi defnetme, ahlaki görevlerini yerine getirme fırsatına sahip olma ve insan niteliğini gösterme, son yolculuğuna uğurlama, kederlenme, matem tutma ve ölüyü anma hakkı ile toplum ve devlet tarafından nasıl görülürse görülsün, bütün medeniyetlerde kutsal bir değeri ve
hatıra sembolü olan bir mezara sahip olma hakkı vardır ve bu hak, kanunla yazılı olarak düzenlenmeyi bile gerektirmeyecek kadar doğal ve tartışmasız bir haktır. İşte bu kadar su götürmez bir gerçek için 90 gün boyunca açlık grevi yaptı Kemal Amca. Bedeni 90 gün boyunca damla damla erirken Kemal Amca evlat sevgisini büyüttü, babalığın ne demek olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Ab-ı ceddimiz dediği Seyit Rıza’nın heykelinin yanında bir insanlık dersi verdi. Dünya halklarının ortak geleneği olan Mezar Hakkı için insanlığın belki de en kadim ve doğal hakkı gömme ve gömülme hakkı için direndi Kemal Amca.Dersim’in Antigones’i oldu. 90 gün boyunca her gün ''kamu yerini işgal ettiği'' gerekçesiyle parkta oturan Kemal Amcaya idari para cezası kesildi. En doğal hakkını kazanmak için açlık grevine mecbur edenler direnişini de engellemeye çalıştılar. Adli tıp kemiklerde DNA eşleşmesi yapamadı. Kemal Amca, hepsi benim evladımdır, dedi. Bütün kemikleri istedi. Direnişin sonunda Kemal Amca kendi çıkardığı kemikleri geri almayı kabul ettirdi. Bu seferde oyalama çabaları başladı. Kemikleri kargoyla yolladığını söyledi İstanbul Adli Tıp. Bir babanın kavuşabilmek için 90 gün aç kaldığı kemikleri kargolamışlardı, insan kemiklerini postaya verdiklerini söylerken yüzleri kızarmadı. Kemal Amca işte bu hayasızlığı da yendi. Şimdi toprağına sarılabileceği bir evlat mezarı,başında durabileceği bir mezar taşı var. Zaferi,direnen emekçiler Nuriye ve Semihin zaferine halka olacak.
“Militarist Hücrenin” Medya Saldırısı: Diziler Günümüzde medya çeşitliliği çok artan tüm iletişim organlarının içine alan bir anlamda kullanılmaktadır. Ama bunun içinde tabii belirleyici olan yazılı ve görsel basın-yayın organlarıdır. Ancak basım tekniklerinin gelişmesi, özellikle de televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte, basın-yayın organlarının gücü ve etkisi daha da arttı. Bugün dünya çapında faşizmle yönetilen ülkelerde yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Burjuva basın yayın organları, apolitikleştirmeyi, dejenerasyonu birçok çeşitli yöntem ve yönlendirmeyle sağlamaktadır. Medyanın içeriği halkın kültürüyle, düşünce yapısıyla yaşam tarzıyla bağdaşmayan her kesimden insanların milli dini duygularını istismar ederek veya zaaflarına ihtiyaçlarına bin bir çeşit hilelerle ulaşarak, kendine bir etki alanı açmaktadır. Sonra açtığı alanında takipçisi bulunan kitleyi ideolojik, politik, kültürel olarak yönlendirmektedir. Tabi bu yönlendirme de her zaman açık değildir; haber bültenlerinde, dizilerde, müzik, eğlence programlarında dolaylı örtük biçimdedir. Türkiye’nin medya organları bir zamanlar furyasını estirdiği terör filmlerine kaldığı yerden devam ediyor. Bu sefer terör listelerine Fetö’yü de ekleyerek. Şimdi de Star’da Söz, Kanal D’de İsimsizler, Fox’ta Savaşçı dizileri başladı. Dizilerde herşey önceden kurgulanmış ve servise hazır.. Terör örgütleri Türkiye’de kaos ortamı oluşturmaya çalışır. Dış mihraklar tarafından desteklenir. Devlet de buna karşı o yerlerde sıkıyönetim ilan eder; bombalarla, tanklarla orada bulunan herkesi katleder. İsimsizler dizisinin yapımı birkaç sene önce kurulan ve hızlı bir şekilde çok sayıda dizi kapan Es Film’e ait. Bu şirketi ve sahiplerinin isimlerini, Filinta (TRT) dizi setini ziyaret eden Recep Tayyip Erdoğan haberleriyle duymuştuk. Bu şanslı ve sevilen şirket TRT’de yayınlanan dizileri haricinde şimdi de İsimsizler dizisini listelerine eklemiş. Doğan grubu ve diğer burjuva medyaların bu tür dizileri vermesi sadece ticari amaçlı değildir. Bu medya organları her zaman egemenlerin yanında saf tutarak onlara hizmet etmişlerdir.
Bu dizinin kıdemli senaristlerinin arasında STV dizileri, Sırlar Dünyası ve Büyük Buluşma’nın senaristi Serkan Birlik bulunuyor. Dizinin senaryo/proje danışmanı ise tartışma programlarının kadrolu yorumcusu ‘terör uzmanı’ Mete Yarar. Yani sağcı muhafazakâr kahraman karakter ve hikâyeler ile ilgili her şey hazır. İsimsizler dizisinde her şey özel harekât, polis ve her operasyona katılan kaymakam yani devletin kendi eliyle ilerliyor. Altını çizdikleri ideal kahraman portresi Özel Harekatçı Dayı karakterine ait. Dizide söylediği sözler sosyal medyada da hastag çalışması yapılıyor. Dizide yakalanan kişilere karşı uygulanan işkenceler kare kare veriliyor. Bu insanların o işkenceleri hak ettiklerini izleyicilere aktarılarak veriliyor. Dizide uygulanan işkenceler, yapılan katliamlar meşru gösterilmeye çalışılıyor. Faşizmle yönetilen ülkelerde egemenler her türlü yoldan vatan, din, mezhepçilik şovenizmi yaratarak halkın bilincini bulandırmaya halkı parçalamaya çalışırlar. Kendi yaptıkları katliamları, sömürüleri, işkencelerin böyle üstüne örtmek için her türlü yolu denerler. İsimsizler ve benzeri diziler de faşizmin bir çeşit kullandığı bir yöntemdir halk üzerinde. Nazım Hikmet’in de dediği gibi: İnsanlarım, ah, benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların……… ….. herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
Thomas Mann-Herman Hesse Mektuplar: Bir Nuriye Gülmen çevirisi Asıl konumuza, dergimiz yayınlandığından henüz tutuklanalı 3 gün olmuş Nuriye Hoca’mızın çevirdiği kitabımıza dönelim. Hermann Hesse ile Thomas Mann aynı dönemlerde yaşamış oldukça büyük yazarlar. Alman edebiyatının en etkileyici isimlerinden ikisinin Nazi partisi öncesi ve yükseliş dönemine şahitlikleri sürecinde kendilerine, topluma ve siyasal duruma ilişkin sohbetlerinden oluşuyor kitap. Tabii ki edebi açıdan ortaya çıkan mektuplar çok ileri bir tat bırakıyor insanda. İki büyük edebiyatçının mektuplaşmalarından başka bir şey beklenilmese gerek.
Burjuvazinin değer yargıları hiçbir zaman estetik olana, güzel olana yönelmedi. Ancak her faşist iktidarın kendine özgün, yeni bir insan tipi çıkardığını söylemek mümkün. Faşist Mussolini’nin kara gömleklileri ya da Hitler’in SS subayları sadece halka yönelik terörleriyle değil, konuşmalarıyla, tavırlarıyla ve aşağılık kültürleriyle da iktidarlarının yeni insan tipleriydi. Ülkemizin faşist iktidarı AKP de her faşist parti gibi kendi insan tipini yaratmakta geri durmadı. Esasen tüm kapitalist toplumlarda yer alan “Her şey kar ve paradır” şiarı yeni insan tipinin “mottosu” haline gelmiş durumda. Öyle ki güzellik, estetik, yararlılık her şey kaç para getirdiği ile ölçülüyor. Bu yeni tipin saldırgan örneklerinden biri de kendisini Türkiye’ye “Serbestçe küfür etme özgürlüğüyle” tanıtan bir initernet sitesinin sahibi. Esasen kitaptan bahsetmemiz gereken yerde bu kişiden bahsetmemizin sebebi bir “tip” oluşu. Geçtiğimiz günlerde açlık grevi direnişçisi Nuriye Gülmen’in eğitimciliğini “9 aydır iş bulmamasıyla” ölçen bu insan tipi hadsizlikte sınır tanımayarak bir akademisyenin akademik geçmişini “Çöp” olarak niteleme hakkını kendinde buluyor. Yetmediği gibi kendisinin bir eğitim “aplikasyonu” yaptığını ve her ay kendisine 7k (7 bin dolar) kazandırdığını söyleyerek kendisini üstün bir seviyede görme hadsizliğini dahi yapıyor. Tabi ki kendisi bir sebep değil sonuç. Her şeyi kar ve parayla ölçen bu yeni insan tipinin, sanattan, edebiyattan ve Nuriye Gülmen’in akademik faaliyetlerinden aradığını bulamaması şaşırtıcı değil.
Eseri incelediğimizde aydın tavrı açısından tanıdık manzaralarla karşılaşıyoruz. Yazılanları yorumlarken sadece önümüzdeki metine değil, mektup sahiplerinin hayatlarını bilmeden inceleme yapmamız elbette doğru olmaz. Günümüz aydınlarının tavrını yorumlarken yaptığımız tespitlerle benzer çıkarımlara ulaşmamız mümkün. İki yazarın da tarzları farklı da olsa Nazilerin yükselişini “izlerken” yaşadıkları “aydın sancılarını” benzer olarak görebiliyoruz. İki yazar da benzer süreçlerden geçerek mülteci durumuna düşmüşlerse de yazılarındaki rahatsızlık hiçbir zaman aydın sorumluluğunu yerine getiren bir mücadeleciliğe ulaşmamış. Günümüzde küçük burjuva aydınlarda benzer şekilde gördüğümüz rahatsızlık duyma hali Hesse ve Mann’da da görülüyor. Ancak yine benzer şekilde faşizm şartları karşısında mücadele yoluna girmektense, içine kapanan, kendini toplumdan soyutlayan ve “sanat sahasına” hapsolan tavır Hesse ve Mann’da da var. Yazılarında her zaman anti-faşist ya da daha doğru ifadeyle yaşadıkları süreçten kaynaklı anti-nazist duyarlılık göze çarpsa da hayatları boyunca korkunç faşist saldırganlığa radikal bir tepkiye rastlayamıyoruz. “Bir insan bir birey olarak sadece kendi kişisel hayatını yaşamaz. Aynı zamanda, bilinçli ya da bilinçsiz, kendi dönemi ve çağdaşlarının hayatını da yaşar.” diyen Thomas Mann’ın, yapılması gerekeni bilmediğini iddia edemeyiz elbette. Amerika’da yaşarken Nazilere karşı söylemleri ile öne çıksa da, bu tavrın anti-nazist olduğu kadar Amerikan savaş makinesinin çarklarına hizmet eder varlığı da bir gerçek. Dolayısıyla Mann’in mektuplarından belki de “niyet okuyarak” bir çıkarım yapabilir okurlar. Büyük bir edebiyat dehası olan Hesse’i ise daha içe dönük kişiliği yanında daha istikrarlı bir “savaş karşıtı” olarak tanımlamamız mümkün. Okuyucu kitabı okurken bunları da dikkate alarak günümüz aydınlarına yönelik bir kıyas imkanı bulacaktır. Genel olarak Hesse ile Mann’in mektuplaşmaları okuyucuda tat bırakacak bir derleme. Nuriye Gülmen’in çevirisi oldukça akıcı ve okuyucuyu yormaktan uzak. Dolasıyla okurken keyif almanızı sağlayacak. Zaten Hesse ile Mann gibi usta iki edebiyatçıdan başka bir sonuç da beklenmezdi. Politik olarak Mann ve Hesse’i değerlendirirken de dönemin şartları ve edebiyatçıların hayatına eğilerek doğru bir çıkarım yapmak kitap açısından gerçekçi olacaktır. Bu iki usta edebiyatçının Mektuplar’ı hem keyifli bir okuma için hem de aydın tavrı ve eleştirisini incelemek amaçlanarak başarılı ve okunası bir eser.