SAVUNMA Adalet ve özgürlük için
5 Mayıs 2017 Sayı 9
Dolaşacaktır En Şanlı Elbisesiyle, İşçi Tulumuyla BU GÜZELİM MEMLEKETTE HÜRRİYET İşçilerin, emekçilerin bayramı, birlik mücadele dayanışma günü 1 Mayıs. İşçilerin 8 saatlik iş gününü kazanmanın bir aracı olarak işçi bayramının kutlanılması fikri ilk olarak Avustralya’da doğdu.1856’da 8 saatlik işgünü talepli bir gösteri olarak bir günlük genel grev yapmaya karar verdiler. Bunu sadece 1856 yılı için düşünmüşlerdi ancak bu gösteriler işçi sınıfı üzerinde çok büyük bir etki yaratmış, kutlamanın her yıl yapılması kararlaştırılmıştı. 1886 yılında ABD’nin Chicago kentinde işçiler 8 saatlik iş günü talebiyle genel grev yaptılar. Genel greve yaklaşık yarım milyona yakın işçi katıldı. Grev ve mitingler 1 Mayıs sonrasında da devam etti. 3 Mayıs günü en az altı işçinin hayatını kaybettiği bir çatışma yaşandı. Devam eden protestolar sonrasında birçok kişi öldü ve yaralandı. İşçilerin öncüleri Albert Parsons, August Spies, Adolph Fiseher ve George Engel idam edildi. 1889 yılında 2. Enternasyonal’in Paris Kongresi’nde 1 Mayıs bir lik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul edildi. Ülkemizde 1906 yılında Basmane Altınpark’taki bir ağacın altında kutlandı ilk 1 Mayıs. 1919,1920, 1921,1922 işgal altındaki İstanbul’da bağımsızlık yürüyüşlerine dönüşmüştü 1 Mayıs. İşgal güçleri yasaklamışlardı ancak buna rağmen katılım oldukça yoğundu. 1925 yılında Takrir-i Sükun Yasası ile yasaklanan 1 Mayıs uzun bir süre kutlanamadı. Yasaklamalar 1976 yılına kadar sürdü ve bu yıl 1 Mayıs kitlesel bir şekilde Taksim Meydanında kutlandı. 1977 yılında işçilerin yükselen mücadelesi iktidarın, işbirlikçilerin korkularını büyütmüş, yarım milyon insanın bulunduğu Taksim alanına kontrgerilla silahlarla saldırarak tarihimize kanlı 1 Mayıs olarak geçen 1 Mayıs 1977’de 37 kişiyi katletmiştir. 12 Eylül darbesinden sonra 1989’da yeniden Taksim de kutlanıldı. Toplanan kitleye açılan ateş sırasında Mehmet Akif Dalcı katledildi. 1990’da İTÜ öğrencisi Gülay Beceren polisin saldırıları sonucu felç kaldı.
Katliamın ardından Taksim 1 Mayıs alanı olmuştur. Taksimin tarihsel bir anlamı bulunmaktadır. Yıllardır süren mücadele ve ödenen bedeller sonunda Taksim 1 Mayıs alanımızdır. Taksim halka yasaklanamaz. Şehitler pahasına verilen mücadeleyle, yıllardan sonra taksim yasağı parçalanmış ve alan 32 yılın ardından emekçi halkla dolup taşmıştı.2010 1 Mayısı,12 Eylül sonrasının en kitlesel gösterisiydi. Yüzbinler, tarihsel ve siyasal haklılıklarıyla ve kazanmanın coşkusuyla 1 Mayıs'ı kitlesel bir şekilde geçirdiler.2011 ve 2012 1 Mayıs’ları da yüzbinlerin bir araya geldiği, halkın kendi öz gücünü fark ettiği, alanları zapt ettiği 1 Mayıs’lar oldu. 2013 1 Mayıs’ına gelindiğinde ise,1 Mayıs’ın kitselliği ve emekçi halkın artan devrimci talepleri, egemenlere korku salmış ve Taksim meydan'ın da açılan bir çukur bahane edilerek, alan tekrardan emekçi halka yasaklanmıştır. Meydanlar halka yasaklanamaz, meydanlar halkındır gasp edilemez diyenler, faşizmin bu gaspını kabul etmeyerek, Taksim için mücadeleye devam ettiler. Galata köprüsü 43 yıl sonra ilk kez halkın geçmesini engellemek için kaldırıldı,40 bin İstanbul polisi yetmedi 22 bin polis de diğer illerden getirildi. Sözde "halkın güvenliği" için meydanı kapattıklarını söyleseler de, hastanelere, yaralı taşıyan ambulanslara bile gaz bombası atıldı. Dilan Alp adındaki bir lise öğrencisi, hedef gözetilerek atılan gaz bombasının kafasına isabet etmesi sonucu yoğun bakıma alınmıştı. Gün boyu taksime çıkan tüm sokaklarda devrimcilerin, işçilerin, emekçilerin direnişi vardı, yüzlerce insan işkenceyle gözaltına alındı ama Taksim 1 Mayıs alanından vazgeçmediler. 2013’ten günümüze Taksim gaspı devam ediyor. Yüzlerce insan gasp edilen haklarını aradıkları için işkencelerle gözaltına alınıyor tutuklanıyor, katlediliyorlar. 2016 1 Mayıs’ında Tomanın ezdiği bir kişi katledildi. Diğer yandan emekçi halk yığınları da, düzen içi, patron sendikacılarına kanmayıp, gasba uğradıkları hakları için direnmeye ve mücadele etmeye devam ediyorlar ve elbette ki gasp edilen haklarını kazanıp, meydanları tekrardan zapt edecekler.
Adalete Feryat: “HAKİM! SENİN DE ÇOCUKLARIN BABASIZ KALSIN” Tarih 22 Mayıs 2014. Yer, eylem seslerinin eksik olmadığı Okmeydanı. O gün Okmeydanı'nda Soma'da katledilen madenciler ve Berkin Elvan ile ilgili eylem var. Bir yanda da mahalledeki cemevinde bir cenaze. Taziyeye gitmiş bir insan birden düşüyor yere, kanlar içerisinde seriliyor cemevi avlusuna. Hayatını kaybediyor daha sonra. Kurşun polisin silahından çıkmış. Dava açılıyor, Mahkeme Uğur Kurt'un katiline 12.100 lira 'ceza' veriyor. Adliye koridorlarında Uğur Kurt'un eşi haykırıyor: Hakim senin çocukların da babasız kalsın... Buraya kadar okuduklarınız bir yaşamın kayıp gidişinin kısa bir özeti. Bu olayı başından sonuna, hiç uzaklara gitmeden, şuan var olmayan ve aslında olması gereken hukuk normlarından bahsetmeden, burjuva hukuku çerçevesinde devletlerin ve Türkiye'nin da tarafı olduğu bir sözleşme ile okuyalım: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Yaşam hakkı en temel insani haktır. Dillere pelesenk olan ama bir yaptırım göremediğimiz, görmek için öfkelendiğimiz, debelendiğimiz yaşam hakkı.. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 2- Yaşama Hakkı 1. Herkesin yaşama hakkı hukuk tarafından korunur. Kanunun ölüm cezası öngördüğü bir suç nedeniyle bir mahkemenin verdiği ölüm cezasının infazı dışında, hiç kimse yaşama hakkından kasten yoksun bırakılamaz. 2. Aşağıdaki hallerde yaşamdan yoksun bırakma, kullanılması mutlaka gerekli bir gü- cün sonucu olarak meydana gelmişse, bu maddeye aykırı sayılmaz: a) bir kimsenin hukuka aykırı şiddette karşı savunması; b) hukuka uygun bir gözaltına alma kararını uygulama veya hukuka uygun olarak tutulan bir kimsenin kaçmasını önleme; c) bir ayaklanma veya isyanı hukuka uygun olarak bastırma. Yaşam hakkından, bir sözleşmeci devletin egemenlik altında bulunan herkes yararlanır. Yaşam hakkının öznesi, devletin egemenlik alanında bulunan tüm bireylerdir. Bir olayda Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal edildiğinin söylenebilmesi için, öncelikle bu maddenin o olayda ‘uygulanabilir olması’; ikinci olarak devletin yaşama hakkına müdahalede bulunduğunun ‘kanıtlanmış olması‘; üçüncüsü ‘devletin yükümlülükleri’nden birine aykırı davranmış olması gerekir. Mahkeme Sözleşme’nin 2. maddesini devlete üç tür yükümlülük yükleyecek şekilde yorumlamıştır. Birincisi, devletin bireyi ‘öldürmeme yükümlülüğü’dür; ikincisi ‘yaşamı koruma yükümlülüğü’dür; üçüncüsü, ‘ölümü soruşturma yükümlülüğü’dür. Davalı devlet bir olayda hangi yükümlülüğüne aykırı davranmış ise, Mahkeme o yönden 2. maddenin ihlal edildiğine karar vermektedir. Sözleşme’nin 2. maddesinin bir olayda uygulanabilir olması için: yaşama hakkını kullanmakta olan bir ‘birey’ bulunmalı; yaşama hakkının ‘koruma alanına’ kamu makamlarının eylem veya ihmal şeklinde bir ‘müdahale’si
bulunmalı; ve doğal olmayan bir ‘ölüm’ meydana gelmiş olmalıdır. Yaşama hakkının kullanılması, kural olarak, sağ doğmuş bir bireyin varlığını gerektirir. İkinci olarak, yaşama hakkının kullanılmasına kamu makamlarının bir müdahalesi bulunmalıdır. Devletin bu müdahalesi, devlet görevlilerinin silah kullanmaları sonucu meydana gelen ölüm olaylarında görüldüğü üzere bir ‘eylem’ biçiminde olabileceği gibi (McCann ve diğerleri – Birleşik Krallık), devletin yaşamı korumak için gerekli hukuki veya operasyonel tedbirleri almaması sonucu meydana gelen ölüm olaylarında görüldüğü üzere bir ‘ihmal’ biçiminde de olabilir (Öneryıldız – Türkiye [BD]). Ayrıca Mahkeme, bireyin doğal olmayan ölümünden sonra devletin etkili ve yeterli soruşturma yapmamak suretiyle ‘hareketsiz kalma’sını da yaşama hakkına bir müdahale olarak görmektedir (Hugh Jordan – Birleşik Krallık). Üçüncü olarak, Sözleşme’nin 2. maddesinin uygulanabilmesi için kural olarak, doğal olmayan bir ‘ölüm meydana gelmiş olmalı’dır. Basit bir eşleştirme ile: Uğur Kurt yaşam hakkını kullanan bir bireydir, kamu makamını temsil eden polis tarafından müdahale ile doğal olmayan yollardan ölümüne sebebiyet verilmiştir. Mahkemede Uğur Kurt'un katili polisin ifadelerini hatırlayalım. Gerçek silahı bir eylemciyi hedef alarak kullandığını söylemişti. Yani bir eylemciyi gerçek silahla vurmayı meşru görerek konuşmuştu. Neden TN silahı kullanmadığının sorulması üzerine de o an zor durumda olduklarını gereçke göstermişti. . Maddedenin c bendine tekrar bakalım: bir ayaklanma veya isyanı hukuka uygun olarak bastırma. Bu halde kullanılan bir güç sonucunda ölüme sebebiyet verilmesi durumunda, bu maddeye aykırı olmayabileceğini söylüyor. Sanki Polisin ifadelerini destekliyor gibi? Bir bakalım buna. Mahkeme’ye göre ayaklanma veya isyanı bastırmak için güç kullanılması, Sözleşme’nin 2c) bendi bakımından haklı görülebilir. Ancak göz yaşartıcı gaz, su püskürtme veya plastik mermi kullanılması gibi yaşamı daha az tehdit edici yöntemlere başvurmadan, barışçıl olmayan göstericileri dağıtmak için göstericilere doğrudan ateş edilmesi, güvenlik güçlerine sınırlı koşullarda silah kullanma yetkisi veren iç hukuk hükümlerinin uygulanmadığı anlamına gelir. Bu durum, polislerin ölümcül güç kullanırken büyük bir stres ve psikolojik baskı altında olmalarıyla mazur gösterilemez; çünkü Mahkeme’ye göre polisler yaşama hakkının korunmasında hayati bir rol oynarlar; bu nedenle olayın bütün parametrelerini değerlendirebilecek ve operasyonu dikkatlice düzenleyebilecek durumda olmalıdırlar. Hükümetler kolluk güçlerine insan hakları ve güvenliğe ilişkin uluslararası standartlara uygun bir etkili eğitim vermekle yükümlüdürler.
Şu soruları sormak gerek, gerçek silah yerine kullanacak başka bir şey yok muydu? Kolluk güçlerinin en ileri teknolojiye sahip materyallere sahip olduğu hepimizin malumu. Eylemci olsa 'bile' gerçek silah kullanabilir misin? Kullanamazsın. Zor durumda olman, bu fiili mazur gösterir mi? Göstermez. Hukukun çürümüşlüğünü, uygulanabilirlik alanı kalmadığını tarafı olduğumuz bir sözleşme ışığında tekrar gördük. Kolluk güçlerinin siyasi iktidar tarafından palazlandığına, hatta ve hatta kolluk gücünün avukatının da Dilek Doğan, Ethem Sarısülük davalarını emsal gösterip cezanın hafifletilmesini talep etmesine Uğur Kurt davasında bir kez daha şahit olduk. Aklımızla alay eden bir aymazlıkla, istediğimizi katlederiz ve ödül gibi ceza alırız diyorlar. Bunu halka kanıksattırmaya çalışıyorlar. Ama herkes susup oturacak değil elbet, Hukuk tanımaz Bolu beylerine adaleti getirecek Köroğlu'lardan selam var!
Ya hakim, savcı olamazsak? Hukuk Fakültesi’nde okurken herhalde en çok duyduğumuz cümleler “bak hakim savcı olamazsınız ha!” ve “hakim savcı olun da iyi yerlere gelip ülkeyi kurtarın, böyle öğrenciyken bir şey yapamazsınız” olabilir. Geçen haftalarda Ankara’daki hava gazı fabrikasının yıkımında ortaya çıkan asbest salınımı hakkında suç duyurusunda bulunmaya gittik Ankara Adliyesi’ne. Savcı “duyarlı hukuk fakültesi(!)” öğrencileri olduğumuz hakkında birkaç şey söyledikten sonra laf arasında ; “ya şimdi bunu yapıyorsunuz ama ileride hakim savcılık...” deyip garip bir mimik yaptı. Biz de son derece hukuki bir iş yapıp nasıl ileride hakim savcı olamayacağımızı sorduk. “bilmem, burası Türkiye, benden size abi tavsiyesi” dedi. Hakim, savcı olamamakla tehdit ediliyoruz her gün. Yahu yüzlerce hakim ve savcı tutuklu, binlerce hakim ve savcı ihraç edildi. Bir dosyaya bakan 4 farklı hakim sırayla tutuklanabiliyor bu ülkede. “hukuka uyayım” deyip adalete yakın bir karar vermeye çalışan hakimler sürgün ediliyor ihraç ediliyor. Bugün hangi hakim ve savcı adaletli karar verebilir?
“Ülkeyi kurtarmak(!)” için hakim ve savcı mı olmak gerekiyor? Bu kadar sürgün, ihraç, koltuk tehdidi… Adalet ile özleştirilmeye çalışılan bir mesleğin, okulu adaletsiz, sınavı adaletsiz, mülakatı adaletsiz, kararı adaletsiz. Kim hakim savcı olmak istiyor bu ülkede? Ailesinin avukatlık bürosu açacak kadar parası olmayan, ailesinde avukat olmayan yoksul hukuk fakültesi öğrencileri. Ne ile sınanıyorlar peki? Her yerde her şeyde adaletsizlik. Sırf ileride bir iş sahibi olabilmek için her şeye boyun eğmek, susmak… Fakat yoksullukla sınanamayacak kadar gırtlağımızda adaletsizlik. Ailemiz yoksulluğa düşmesin diye, sırf bir arabamız, bir evimiz olsun diye susabilir miyiz? Halkımız açlıktan kırılıyor. Her gün insan vuruyor polis, işçiler katlediliyor, kamu emekçileri ihraç ediliyor, adalet isteyenler tutuklanıyor. Biz bu halkın çocuklarıyız, onların avukatlığını yapmadan nasıl onurlu kalabiliriz, gırtlağımızda adaletsizlik göz yumabilir miyiz?
Film İncelemesi KÖŞEYİ DÖNEN ADAM
KİME İNANACAK, NEYE GÜVENECEĞİZ? Başarılı bir siyasi hiciv olan Köşeyi Dönen Adam filminde Adem’e Amerika’daki dayısından miras kalan eşeğin karnında elmas olduğu yalanına inananların, sıradan bir emekçiyken ciddiye almadıkları Adem’e karşı olan ani dönüşümleri üzerinden sermayenin, küçük burjuva ahlakının, dini halkın üzerine bir silah gibi doğrultanların yerilmesini izleriz. Bu filmin sinema tarihinde kendine hak ettiği yeri bulamayışının nedeni dönemin sansür baskısından kurtulamamış olmasıdır.Yine de bu sansür Ademin ve Halilin patronlara karşı öfkesinin izlerini filmden silememiştir. Ademin, şirketin batması durumunda sürüneceğini söyleyen patrona “Biz sürünürüz, alışkınız asıl siz sürünürsünüz”' demesi bunun açık bir örneğidir. Film boyunca aslında bir emekçinin dönüşümünü izleriz. Evinin duvarlarına yapılan yazılamaları boyayan Adem’in bu yazılamaları tamamlar hale gelmesinin öyküsüdür. Adem, kupon biriktirerek ev alabileceğine o kadar inanmıştır ki kupon kesebilmek için cebinde makasla gezmeye başlar. Umudunu kuponlarla beraber piyangoya da bağlar. Düzenin kolay yoldan sınıf atlamayı vaad ettiği hemen hemen bütün yolları dener. Şaşırtıcı bir şekilde bu hayali Amerikadan gelen eşek sayesinde birkaç
günlüğüne de olsa gerçek oluverir. Hacılar, patronlar Adem’in önünde saygıyla eğilmektedir; ona karşı tavrı değişmeyen tek kişi fabrikaya işçi yazılacak Halil Abisidir. ’’Amerikaya hizmet etmekten şeref duyanlar’’ Amerikan eşeğinin karnındaki elmasın tabi yollardan dışarı çıkmasını ellerinde leğenle nöbetleşe beklerler. İşte bu nöbetler sırasında sermaye ve din bezirganlarının ahlakının ve sahip oldukları her şeyin paraya dayandığını daha fazla para için gözlerini kırpmadan nelerden vazgeçebildiklerinin görürüz. Bu aşağılıklar karşısında proleteryanın ancak midesi bulanabilir. Nihayet; Adem kendisine o meşhur soruyu sorar: Kime inanacak, neye güveneceğiz? Adem ev,araba ve hatta tır almak için ısrarla biriktirdiği kuponları, oynadığı lotoları yırtıp atar. Şimdi ne yapacaktır? Bu soruyu sorduğu sırada 1 Mayıs yürüyüşündeki işçilerle kucaklaşır. Hep oradaymış ve hep bunu beklermiş gibi “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!” pankartının arkasında yürümeye başlar. Neye inanıp kime güveneceğini bulmuştur. Kendi safına, kendi sınıfına sırtını yaslayan Adem’in 1 Mayıs coşkusu içindeki halkın arasında kaybolması ve “Faşizme Geçit Yok” pankartının görülmesiyle film sonlanır.