SAVUNMA
Adalet ve özgürlük için
. . . BIR MEZAR ICIN . 24 Nisan 2017 Sayı 8
Ab-ı ceddimizin ayaklarının dibinde açlık
Kemal Gün oğlunun kemiklerini almak için süresiz açlık grevinde… Kemal Amca Dersim Seyit Rıza Meydanı’nda kimyasal bombalarla yakılarak katledilen oğlu Murat Gün’ün ve onunla birlikte katledilen diğer insanların cenazelerini almak için süresiz açlık grevi yapıyor. Kemal Amca açlık grevinin 2.gününde oğlunun katledildiği sığınakta yapılan incelemede kemik parçalarını kendi elleriyle toplamış. Devlet hem katletmiş hem de cenazeleri saklıyor. Dersim bir soğuk bir sıcak. Bir yağmur yağıyor, fırtına kopuyor, bir güneş açıyor kemiklerine kadar ısıtıyor insanı. Kemal Amca’nın üstüne titriyor herkes. Üşümesin diye kapalı bir yere götürmek istiyorlar. Kabul etmiyor Kemal amca ben “ben üşümem” diyor sadece. Kemal Amca’nın radyosu son ses açık. Tüm meydanda “Dersim’de doğan güneş” yankılanıyor. Röportaj yapmak istediğimizi söylüyoruz Kemal Amca’ya taburesini alıp Seyit Rıza’nın tam önüne oturuyoruz. SAVUNMA: Kemal Amca 55 gündür buradasın. 55
gündür neden burada olduğunu ve neler olduğunu anlatır mısın? KEMAL AMCA: Ben buraya geldiğim zaman Şubat’ın 24’ünde açlık grevine başladım. Daha önce oturma olduydu birkaç sefer aldılar gözaltına. Ondan sonra açlık grevine oturduk birinci günü yine gözaltına aldılar. Buraya niçin oturuyorum? Orada bizim çocuklarımızı katlettiler (dağları gösteriyor). Hozat, Çat vadisinde bizim çocuklarımızı katlettiler, bombaladılar. Kimyasallarla uçaklarla bombaladılar, yaktılar, parçaladılar. Biz de o cenazelerimiz verilmediği için açlık orucuna (açlık grevine) karar verdik, oturuyoruz. Bu da (açlık grevi de) süresizdir. Bizim çocuklarımızın cesetlerini, bir kemiğini olsa dahi -elimizle topladığımız o bir kemiği dahi- vermeyene kadar ben bu açlık orucunu (açlık grevini) bırakmayacağım ve sonuna kadar da devam ettireceğim. Canice katlettikleri çocuklarımızın hepsi de benim çocuklarımdır. Hangisi olursa olsun benim evladımdır ve onlar benim çocuğumdur. Omuz omuza çarpıştıysa, yan yana şehit olduysa hepsi benim çocuğumdur ve hepsini alacağım. Sonuna kadar, ölümüme mal olsa dahi, hayatıma mal olsa dahi alacağım. Ben gene o kemiği almadan buradan kalkmayacağım . SAVUNMA: Kemal Amca siz de Dersim’den göç etmişsiniz. KEMAL AMCA: 37-38’de ceddimizi katlettikten sonra
işte diğerlerini, dedemi sürgün etmişler. Bizi işte ta Suriye’ye sürgün etmişler. Suriye’den geri gelmişler, Muş Varto kazasına. Orada yerleşmişler. Ondan sonra da dedem Erzurum Hınıs kazasına Karamolla köyüne gelmiş. Ben orada dünyaya geldim. 1948 yılında ve 6263 ten beri Erzincan - Çayeli kazasında orada bazı köylerde çobanlık yaparak geçimimi sağlıyorum. Çocuklarıma bakmak için, okutmak için ve daha hala da orada çalışıyorum inşaat olsun tarım olsun çobanlık olsun çalışıyorum. Öyle. SAVUNMA: Burada da Seyit Rıza’nın tam yanındayız. Seyit Rıza’yı bize biraz anlatır mısın Kemal amca? KEMAL AMCA: Seyit Rıza o bizim ceddimizdir. O bizim kültürümüzdür ve bir efsanemizdir. Çünkü onlara yapılan hıyanetlik onların torunlarına da yapıldı. Torunlarının torunlarına bile yapıldı. Biz onun için onunla beraber onun ayaklarının dibinde eylemimizi sürdürüyoruz. Onun da her tarafını çiçeklere boğacağız. Direnişimizi ab-ı ceddimizin ayaklarının dibinde sürdürüyoruz. SAVUNMA: Dersim Halkına bir şey söylemek ister misin? KEMAL AMCA: Dersim halkı bu zulmü, işkenceyi görmüştür hepsinin benim yanımda yer almalarını, destek vermelerini istiyorum. Çünkü kültürümüz bu ise, coğrafyamız bu ise abu ceddimizin toprağıdır. Ve abu ceddimiz buradan efsanelerle şehitliklerle gitmiştir. Ve biz de onların aynısıyız.
Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak Adalet Okulu öğrencileri olarak 18 Nisan’da Soma Katliam duruşmasına katıldık. Aileler, avukatlar, bizler öfkeliydik. Katillerden hesap sormaya gittik ve tekrar gideceğiz. 301 madencinin katledildiği, üzerinden 3 yıl geçmiş olamasına rağmen hala devam eden davada henüz bir sonuç çıkmış değil. Can Gürkan bu davada kendi sınıfını temsil ediyor; yani burjuvaziyi. Onursuzca ve yalanlarıyla mahkemede onlarca ailenin karşısında utanmadan işçilerin ölümünden sorumlu olmadığını söyleyebiliyor. Kendini öyle üstün görüyor ki hala daha neden tutuklu yargılandığı hakkında bir fikre sahip olmadığını söylüyor ve buna şaşırıyor. Hiçbir şekilde 301 insanın öldüğünü söylemiyor, “Bir olay oldu” diyor .”Yetkililerle konuşuyoruz” diyor. “Adalet bakanıyla görüşüyoruz” diyor. Devletin bu katliama ortak olduğunu itiraf ediyor. Devlet görevini yapıyor ve katilleri koruyor. Devlet, patronlarla iş birliği yaparak bu katliamın üzerini örtmeye çalışmaktadır. Buna asla izin vermeyeceğiz. Katiller halka hesap verecek. Mahkeme sanık Can Gürkan’ın savunmasıyla başladı. Savunma dediği de kendini aklamak için söylediği onursuzca yalanlar.” Benim 150 tane mühendisim var, 35 milyon harcadım önlem için. Kim yapar bunu? Diğer şirketler yapmazken ben yaptım ve bu olaydan beni sorumlu tutuyorsunuz” diyor. Bu sırada arkadan analar, babalar, kardeşler feryat ediyor. Utanmadan dönüp gülüyor. Patronun avukatları susturun şunları diyebiliyor. Çünkü biliyorlar arkalarında devlet var. Alp Gürkan bu katliamın “FETÖ”nün bir sabotajı olduğunu ispat eden bulguların olduğunu ve bunu mahkemeye güvenini yitirdikleri için Manisa Savcılığın’a gönderdiklerini dile getiriyor. “Bekleyin oradan sonuç çıkacak” diyorlar. Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Mahkemeden ne çıkacağını nerden biliyorsunuz? Elinizdeki bulgulara bu kadar güveniyorsanız neden açık görülen mahkemeye getirmediniz? Manisa’da başlatılan soruşturmaya gizlilik kararı getirildi. Bu katliamda 301 madenci öldü. 301 madencinin davasıdır bu dava. Halktan kaçıramazsınız. Eğer bulgu dediğiniz belge, bilgilere güveniyorsanız getirin mahkemeye herkes görsün, 301 madencinin aileleri bilsin evlatları, eşleri neden öldüler?
Can Gürkan geçen celsede sahte imza atmaktan dolayı sahtecilik suçundan ceza aldı. Bu celsede ise, “Bunu çözeceğim” diyor. Bu özgüven nereden geliyor? Sanık mahkeme heyetini açıktan tehdit ediyor. Bu celse gördük ki bu dava siyasi iktidar tarafından verilen talimatlarla yürüyor. Ailelerin acıları unutulmuş. 301 insanımızı katleden katiller biz çok mağdur olduk diyorlar. Peki ya biz? 301 madencinin aileleri, eşleri, çocukları… Mahkemenin sonlarına doğru Can Gürkan’ın ve avukatlarının söylediği yalanlar avukatların ve ailelerin sabrını taşırdı. Yüzsüzce, umarsızca, ahlaksızca yaptıkları konuşmalar dayanılacak ve susulacak düzeyde değildi. Sanık avukatlarının davayı uzatmak için elli sayfa, kendilerinin dahi anlamadığı, boş bir raporu okuması ve mahkemeyi gereksiz yere uzatması bardağı taşıran son damla oldu. Bu tepkilere sanık avukatının verdiği cevap ise “Karşı taraf üç gün sunum yaptı ona bir şey demediniz bana diyorsunuz” oldu. Her ne kadar devlet ve sermaye onlara ait olsa bile bizim haklılığımız ve tarihsel meşruluğumuz karşısında verebilecek bir cevapları yoktur. Mahkemenin sonunda avukatlarımızın sabırlarının taşmasıyla beraber tepkileri büyüdü. Ailelerle beraber mahkeme heyetine, patronlara ve onların avukatlarına adeta tokat atarcasına hesap sordular. Ortalık kızışmaya başlayınca burjuva ve devletin koruyucusu olan kolluk kuvvetleri salonu doldurdu ve kalkanlarıyla önümüze geçtiler. Halkın öfkesinden, anaların öfkesinden bu kadar çekiniyorlar işte. Ellerinde kalkanlar, bellerinde silahlar var. Ama yürekleri yok onların. Cayır cayır yanan anaların yüreklerine karşı duracak ne güçleri ne de cesaretleri vardır onların. Bu olayların ardından mahkeme ertesi güne ertelendi. Ertesi gün sanıklar, avukatları ve mahkeme sanki dün esip gürleyen onlar değilmiş gibi sessiz sedasız oturup kaldılar. Duruşma sakin geçti ve ertelendi. Soma katliam davası sıradan bir duruşma gibi dursa da aslında uzlaşmaz iki sınıfın tarihsel çatışmasının, savaşının bir mevzisidir. Biz kendi sınıfımız için adalet istiyoruz. Bu davayı takip etmeye, davaya sahip çıkmaya devam edeceğiz. Tüm herkesi 11 Temmuz’da görülecek olan Soma Katliam duruşmasına davet ediyoruz.
AİLELER ANLATIYOR ADALETE ULAŞILAMIYOR Çiçekli basmalarının üstüne giydikleri yitirdiklerinin fotoğrafları olan tişörtleriyle geldiler. Çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin, babalarının katilleriyle hesaplaşmaya Somalılar. Alınlarında hala kara bant var; çünkü o mahkeme salonunda adalet yok. Artık onların da adalet umudu yok. 3 yıldır süren davada aileler mahkeme salonlarından, kanunlarından, yönetmeliklerinden, yargıçları ve savcılarından adalet gelmeyeceğini öğrenmiş. Yine de duruşmadalar ama suçluların yalanlarını daha fazla dinlemeye tahammülleri yok. Üretim baskısı olmadığını iddia eden üretim şefine haykırıyor. Naciye Abla ''Döve döve çalıştırdınız, döve döve!'' Onların da gerçeği duymaya tahammülleri yok; mahkeme heyeti, mahkemenin sükununu sağlamayı görev edinmiş sivil toplumcular çıkartıyor Naciye Abla’yı salondan. Daha demin madende yangına sebep olacak hiçbir şey olmadığını anlatan Can Gürkan’a “Bir şey yoktu da ölesi mi geldi 301 insanın?” dediği için çıkartılan Elmas Teyzenin yanına ilişiyor. Öfkeleri büyük, biz sormadan onlar anlatıyor. ‘Benim eşim madende yıllarca çalıştı, hiç o son iki aydaki gibi görmemiştim, işten ölüleri geliyordu.Yemek araları yoktu buldukları boşlukta yerlerdi, o da gözlerine batardı. Mahkemede böyle durduklarına bakmayın üretim şefi eşimin sefer tasına tekme atmış daha doymadın mı aç köpek demiş.’ Elmas Teyze onaylıyor; ‘Oğlum merdivenlerde uyuyakalırdı kıyamazdım kaldırmaya başının altına yastık koyar uyuturdum. Ben zaten oğlumun öldüğünü kabullendim ;ama çektiği çileyi, acıyı kabullenemiyorum. Güzel öldüler dediler çocuklarımız için ''Ne güzel ölümü ciğerleri patladı,bağıra bağıra öldü benim arkadaşlarım.''’ dedi sağ çıkanlar. Öfkeleri berrak,isim isim biliyorlar madende kim ne yapmış. Ramazan Doğru, ''Madenin Allahıyım'' dermiş bak şimdi sayın başkandan başka laf bilmiyor. İsmail Adalı'yı 13 Mayıs’ta pavyondan getirdiler, bizim evlatlarımızın sırtından kazandığı paralarla oralara giderdi. Bunların ne mal olduğunu bütün Soma bilir. Elmas Teyze analığı elden bırakmıyor, Alp
Gürkan'ın oğlu Can Gürkan için söylediği ”Ben bu işi bıraktım ne olduysa oğlumun sorumluluğunda demesine üzülüyor. Düşmanım olduğu halde acıdım, ben oğlum için işlemediğim suçu üstlenirim. Babası Can'a gökdelenleri, paraları, her şeyi vermiş ama insanlık değeri verememiş. Yangın çıktığında maden kapıları kilitliydi,çıkmayın hallederiz demişler. Su sıktılar o yangına. Taner Yıldız geldiğinde açıldı madenin kapıları. Üç cansız mankenle deney yapmışlar cansız mankenler yanmamış ne hikmetse dumandan da boğulmamış. Bir de kendileri yapsınlar deneyi o Can, smail madene insin bakalım dumandan boğulacak mı boğulmayacak mı? Biz o gün dumandan çam ağaçlarını göremedik. Onlar işlerini kurtulmak için mahkemede anlatırken öğrendi. Elmas Teyze bu düzenin insanı nasıl değersizleştirdiğini anlatıyor: ‘İnsanın değeri yok, işçinin değeri hiç yok. Zonguldak’taki 6 yıl ceza verilen dava doğru sonuçlansaydı böyle olmazdı*. Davanın başında bunları buraya bile getirmeyeceklerdi SEGBİS’le göstereceklermiş, karşı çıktım “Niye televizyondan izleyelim” dedim ondan sonra getirdiler. Can Gürkan, önceki savcıya “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner” dedi.Savcı üç gün sonra gitti yerine gelen de iki aydır bir ceza istemiyor.Bu saatten sonra bu davadan bir şey beklemiyorum.’ Burjuva hukukun burjuvaları mahkum etmeyeceğini biliyorlar bunun yerine onlar burjuvaziyi mahkum ediyor, bunu Elmas Teyzenin şu anlatisindan anlıyoruz: ‘Bir gün karşı tarafın avukatlarıyla konuşmaya gittim. ‘Siz bu cübbeyi niye giyiyorsunuz dedim avukat olduğumuz için’ dediler. ‘Bu cübbede niye cep yok, niye düğme yok’ dedim. ‘Sizinle muhattap olmayız avukatlarınıza sorun söylesinler’ dediler. Ben de ‘Bizim avukatlar çok iyi biliyor neden olmadığını ben size soruyorum’ dedim. Naciye Abla ile Elmas Teyze kol kola girip düşmanlarının sanık olduğu mahkeme salonuna doğru yürüyorlar. Onlarla bu kadar konuşabildik fakat sadece o duruşmada değil hayatta aynı tarafta olmanın verdiği ortaklık duygusuyla birbirimize çok daha fazlasını anlattık.
den bile bakamayıp salt mülkiyete odaklanmıştır. Her ne kadar Baldwin, kölelerin Britanya’nın kontrolünde olan ve köleliğin yasak olduğu bölgeden yasadışı yollardan getirildiğini kanıtlamada başarılı olsa da bu karar üst mahkemeye götürülür. Bu noktada gizemli bir biçimde Baldwin bir dönüşüm geçirir ve siyahi köle Cinque ile bir bağ kurar ve kölelerin davasını insan hakları davası olarak görmeye başlar. Kölelik karşıtı siyahi Joadson, hukukçu ve aynı zamanda eski başkan olan Adams’ı davaya girmesi için ikna eder. Yüksek Mahkeme’nin yargıçlarının çoğununda kendisine ait köleleri bulunmaktadır. Ancak buna rağmen mahkeme kararında köleler serbest bırakılır Filmin bazı güçlü yanları vardır. Örneğin köleciliği tüm vahşiliği ile gösteriyor; filmin baş karakteri siyahi köle Cinque’nin mahkemede yaptığı savunmasında, köle sahiplerinin insanlara kargo muamelesi gösterdiklerini, yolculuk için yeterince yiyeceğe sahip olmadıklarını anladıklarında, birbirine zincirle bağlı elli köleyi güverteden denize atabildiklerini açıkça anlatıyor.Ancak filmde çeşitli kesimlerin, kölelerin kendilerine ‘’ait’ ’olduğunu iddia ettiği mahkeme sürecinde, kölelere meta olarak, başkalarının malı olarak bakılıyor.
Steven Spielberg’in yönetmenliğin iyaptığı,1997 tarihli ‘’Amistad‘’ filmi, gerçek bir hikâyeden esinlenmiştir. Bu gerçek hikâye 2 Temmuz 1839 tarihinde, arkadaşlık anlamına gelen ‘’La Amistad’’ isimli gemide başlayan kölelerin direnişidir. Film ise 19. yüzyıl ortasında nakledildikleri gemi olan ‘La Amistad’ı ele geçiren siyahi köleleri anlatıyor. Köleler tüm mürettebatı öldürseler de, kölelerinsahibi, onları tekrar Afrika’ya götüreceğine ikna eder. Ama bunun yerine geminin yönünü Amerika’ya çevirir. Geminin Amerikan ordusu tarafından ele geçirilmesi de çok uzun sürmez. Köleler derhal cezaevine atılırlar. Bu arada çeşitli taraflar kölelerin kime ait olduğu konusunda didişerek mahkemeyi ikna etmeye çalışırlar. Köleler adına davayı Amerika’daki kölelik karşıtları üstlenir. Böylece ilk olarak davayı daha çok mülkiyet üzerine uzman olan avukat Roger Baldwin alır ve bunun aslında bir ‘mülkiyet sorunu’ olduğunu, eğer kölelerin kimseye ait olmadığını, köle olarak doğmadıklarını ve Afrika’dan geldiklerini kanıtlayabilirse, o zaman bu davada meşru mülkiyet haklarının da söz konusu olmayacağı iddiasındadır. Başlangıçta Roger Baldwin olaya insan hakları ölçüsün-
Filmde bu anlayışın eleştirisi yapılmadan, bunun yerine ‘insan hakları’ olgusu üzerinde durmuştur. Oysa ki liberal insan hakları anlayışı oldukça sınırlıdır. Filmdeki insan hakları vurgusu ile eğer ötekinin yaşam hakkına saygı duyulursa, bireyler anlaşırsa, köleler ‘’özgür’’ olabilir anlayışı hakim olup, köleliğe özgürlük, bireysel bir anlayış sorununa indirgenmiştir. Yapılması gereken ise, köleliği yaratan ilişkiler ya da ‘’uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal ilişkiler’’ içinde bireyin özgürlüğünü tartışılır hale getirmektir. Ancak filmde, hiçbir suçu olmayan kölelerin, kendi yaşam haklarını ihlal edenlere karşı verdikleri haklı mücadele bireysel öyküler üzerinden anlatılırken, köleler baştan suçlu gibi gösterilerek suçların bağışlanması Amerika’nın büyük idealistlerinin(!) eline bırakılır. Filmin sonunda ise; bireysel mücadeleler kazanıldığında, toplumsal düzenin bir ‘’cennet’’ haline geleceği vurgusu yapılıyor. Bu anlatış biçimi ve izlenim yönetmen açısından ideolojik bir tercihtir. Ancak bu tercih filmi politik tutum açısından yetersiz hale getirmektedir. 1839 yılında gerçekleşen La Amistad gemisindeki köleler gibi 16 ve19’uncu yüzyıllar arasında Afrika’dan zorla kaçırılıp Amerika’da köle olarak çalıştırılan siyahilerin sayısı 12 milyon kişi olarak hesaplanıyor. Ayrıca bu bilinen rakamın iki veya üç katı sayıda kölenin yolda öldüğü yönünde kayıtlar bulunuyor. Tüm bu kayıtlar da göz önüne alındığında Egemen sinemanın üretim ilişkileri içinde, politik çizgiden uzak, burjuvazinin baskısı altında çekilmiş olan bu filmin ancak köleliği yaratan ideolojik gerçekliğin yeniden üretimine hizmet ettiğini söylemek daha gerçekçi olur.