SAVUNMA Adalet ve özgürlük için
1 Nisan 2017 Sayı 6
. DIYARBAKIR YOLUNDA . .VURULMUS. UZANIRIM BEN BU KURSUN SESINI NEREDE OLSA TANIRIM. .
Bu acı ilk değil. Kayıplar, katliamlar, cinayetler Kürt halkının yabancı olduğu olaylar değil. Güpegündüz vurulan, gözaltılarda kaybedilen, işkencelerle öldürülen birçok insan gibi Kemal Kurkut’un da katili hiç yabancı değil. İşkence çığlıklarıyla uyanan analar, babalar, kardeşler bilir bu acıyı. “Senin kurşun yarana kurban olayım. Keşke acı çekmeden ölseydi. Keşke bir mezarı olsaydı.” Bu söylenenler döktükleri kana doyamayanlaradır. Yıllarca evladından küçük bir haber bekleyen anaların feryatlarıdır. Kemal Kurkut ilk değil ve ne yazık ki bu gidişata dur demedikçe son da olmayacak. Canlı bomba denilip öldürüldü Kemal. Nevruz gününde yakılan ateş ailesini yaktı. Ankara Katliamından sağ kurtulmuştu. Ama faşizm onu Diyarbakır’ın göbeğinde binlerce insan içinde güpegündüz tekrar buldu ve amacına ulaştı. Kemal’in dayısı İsmail de faili meçhulle katledildi. Bir mezar bile çok görüldü. Kemal’in cenazesi yıkanmasın diye caminin suları kesildi. Malatyalı’ydı. Alevi’ydi. Kürt’tü. “En iyi Kürt ölü Kürttür diyorlar” ama ölümüzden bile nefret ediyorlar. Katledenler mi? Onlara ne olacak? Dilek’İ, Berkin’i, Taybet Ana’yı, Ceylan’ı, Uğur’u, Ali’yi, Ethem’i ve sayfalarca yazılacak isimleri vuranlara ne olduysa aynısı olacak. Hiç. İnsan hakları, özgürlük, eşitlik ve adalet kavramları kitaplara sığmaz. Düzinelerce kitap basılmıştır. Makaleler, yazılar yazılmıştır, sözler söylenmiştir. Bu kitaplarla eğitim gören savcılar, hakimler yeri gelmiş katili korumuş, katledileni terörist ilan etmiş, bazen de hıncını alamayıp kendi işkence etmiştir. O “Doğu” dedikleri, birçok insanın ayak basmadığı topraklar Kürt halkının kanıyla sulanmıştır. Yirmi bir günlük bebekten yetmiş yaşındaki analara kadar acımadan katleden bu zihniyetin yarattığı mahkemeler bu katliama ortak olmaktan başka bir işe yaramamışlardır. Yıllardır verilen hukuk mücadeleleri yapılan koskoca saraylardan adalet beklemenin faydasız olduğunu tüm halkımıza göstermiştir. Faşist devletin faşist mahkemelerinden adalet talep etmiyoruz. Hakkımız olanı almak için mücadele ediyoruz. Katledilen tüm halk çocuklarının hesabını sormak için çıkıyoruz hakimlerin savcıların karşısına. Onlar biz yargıladıklarını sanıyorlar ama haklılığımızla biz onları yargılıyoruz. Diyecek söz bulamıyorlar. Katil olduklarını, işkence yaptıklarını biliyorlar. Tek amaçları yıldırmak ve bu yozlaşmış düzeni devam ettirmek. İnsanlar katledilirken zenginliklerine zenginlik katmak. Bu acı ilk değil. Evet devlet katlediyor. Bahanesi çoktan hazır. Kürt, Alevi, kadın, işçi isen senin bu ülkede yerin yok. Sesini çıkar ya da çıkarma, sıra sana elbet gelecek. Düşüncelerin, kimliğin hatta görünüşün bile katline sebep olabilir. Kürt’e benzemen yeterli. Ermenileri savunman da, işçiler ölmesin demen de. Katiller yargılansın demek hele. Vay haline. Düşünceni savunabilirsin yasalarına göre. Ancak bu düşüncelerin terör propagandası adı altında seni hapseder. Terör ne? Onlara göre yukarıda bahsettiğim özeliklerden bir tanesi bile sende bulunuyorsa sen potansiyel bir teröristsin.
Ağzından çıkan her kelime propaganda olarak görülecek, aleyhine delil olarak sürülecektir. “Sussan da bir şey değişmeyecek, yine teröristsin ve seni istediğim zaman katlederim.” diyorlar. Asıl teröristler onlar. Katiller, işkenceciler, hırsızlar, tacizciler. Zilan’da, Roboski’de, Gezi’de, Reyhanlı’da, Gazi’de, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, Silopi’de, Yüksekova’da, Maraş’ta, Sivas’ta… Hapishanelerde, karakollarda, sokak ortasında bile gösterir çirkin yüzünü. Grup Yorum’un bir şarkısı vardır. Sözleri çok iyi anlatır katilleri: Girdiler evlerimize En ağrıtan yerinde bir özlem türküsü Bunalmış bir kahkahanın orta yerinde Taş gibi yorgunluğunda bir güzelim düşün Ölümcül sayrılıkta umarsız yalnızlıkta Kağıttan kaleler yüzdürürken Beçmiş sularımızda Uçurtmalar salarken umut göklerimize Kucaklarken dostlarımızı telefonlarda Girdiler evlerimize Çirkindiler korkaktılar yarınsızdılar Geldiler itilerek girdiler irkilerek Kararttılar gecemizi Isırdılar karanlıkta kanattılar türkümüzü Kırdılar çiçekli dallarımızı Tükürdüler içine ekmeğimizin Ağrıttılar ağrımızı Ağrıttılar dünya dünya Ağrıttılar vatan vatan
Ne yapacağız peki? Susacak mıyız? Evet güçlüler evet silahları kolluk güçleri var. Onları savunan hakimleri, avukatları, savcıları var. Ama halkın yüreğinde bir ateş var ki cayır cayır yanan. Anaların yüreğinde öyle acılar birikmiş ki yakar kavurur koskoca orduları. Adalet mücadelesi sürdüreceğiz. İnşaa ettikleri büyük ‘adalet’ saraylarında hakimlerin savcıların karşısında. Haykırarak suçlarını yargılayacağız onların. Kendi yasalarına bile uyamayacak kadar sıkıştılar. Kararlı ve azimli olmalıyız. Öldürülen bir insanın hesabını sormak verdiğimiiz bir fedakarlık değil yapmamız gerekan insanlık borcudur. İnsanlığımızdan, onurumuzdan ödün vermeyeceğiz. Vazgeçmeyeceğiz. Tüm halk çocuklarının hesabı soruluncaya dek.
“Hayata Dönüş Operasyonu”Davası Geçtiğimiz hafta içinde Adalet Okulu öğrencileri olarak katıldığımız bir davada hakimin yanyana oturmak isteyen tutuklu ile tutuksuz sanıklar hakkındaki söylediği söz bizim için büyük bir dersti: “Yanyana oturamazlar. Ya tutuklulara bir şey olursa. Kim olursa olsun, tutuklunun canı bize emanettir. Devletin emanetidir.” İnsan hakları ile ilgilenen herkesin onaylacağı bu söze biz de inanmak isterdik. Eğer devletin “emanete nasıl hıyanet ettiğini” bu davada açıkça görmeseydik. Bakırköy’de görülen 19 Aralık Katliamı davasına katıldık. 23 Mart Perşembe günü Bakırköy 13 ACM’de 196 sanığın yargılandığı “Hayata Dönüş Operasyonunun” duruşmasına devam edildi. Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya, bazı tutuksuz sanıklar Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile katılırken, tarafların avukatları ile 3 müşteki salonda hazır bulundu. Duruşmaya SEGBİS ile bağlanan tutuksuz sanık Numak Öksüz (İstanbul Jandarma Sevk Bölük Komutanı) kendisinin nakil için geldiğini, operas-yonu Ankara’dan gelen özel birliklerin yaptığını söyledi. Diğer tutuksuz sanık Burhan Yaman ( uzman çavuş arama-kurtarma) "Benim görevim jeneratör bağlandıktan sonra başında beklemekti. Ben jeneratör başında beklediğim için cezaevine hiç girmedim. Cezaevinin içine kimlerin girdiğini de görmedim. Benim beklediğim yer, tutuklu ve hükümlülerin naklinin yapıldığı yerin ters tarafıydı. Bu nedenle nasıl çıkartıldıklarını, ne halde olduklarını görmedim. Bize özel alet, giysi ve silah vermediler. Biz arama kurtarma ekibi olduğumuz için, hayat kurtarmak için operasyona katılıyorduk. Herhangi bir silah, gaz veya saldırı aracı kullanmamız yönünde bir talimat verilmedi." şeklinde konuştu. Cezaevinden getirilen müşteki Ercan Kartal'ın 1 saat 5 dakika boyunca okuduğu dilekçesinde, olay günü müdahale eden görevlilere, "Alçaklar, katiller grubu, halk düşmanları, intikamlarını alacağız, hesaplarını soracağız, ölümleri bile kurtuluşları olmayacak" şeklinde söylemlerde bulunduğu tutanağa geçirildi. Mahkeme heyeti, Adli Tıp Kurumu'na yazı yazılarak, adli emanetten gelen silahların cinslerinin ve niteliklerinin tespit edilmesine ve Ercan Kartal'ın sözlü ve yazılı beyanlarında terör örgütü propagandası yapmak ve tehdit suçlarından savcılığa suç duyurusunda bulunulmasına karar vererek, eksikliklerin giderilmesi için duruşmayı erteledi.
Peki ne olmuştu? 19 Aralık 2000 sabaha karşı 04.30’da, toplam 20 hapishanede kalan binlerce tutsak aynı anda yükselen dumanlar, patlayan bombalar, makineli tüfeklerin sesleri ile uyandılar. Devlet 19 Aralık günü hapishanelerde denetim kuracağını, artık kendi kurallarının dışına çıkılamayacağını ilan ederek vahşi bir katliam yaptı. Devlet tutsaklara karşı planlanmış, provası yapılmış savaş taktikleri ve savaş silahları ile saldırıya geçti. Özellikle Bayrampaşa Hapishanesi’nde yapılan katliamın delillerini saklamak için gerekeni yaptılar. Dönemin Adalet
Bakanı Hikmet Sami Türk’ün ifadesiyle ‘devletin şefkatli eli’ can güvenliğini korumak zorunda olduğu tutsaklara uzandığında, kimyasal silahları, gaz ve sinir bombalarını kullandı. 14 saat süren operasyonla Bayrampaşa’da altısı kadın 12 mahkûm diri diri yanarak katledildi. Katledilen 12 kişinin isimleri: Cengiz Çalıkoparan, Ali Ateş, Mustafa Yılmaz, Murat Ördekçi, Nilüfer Alcan, Fırat Tavuk, Aşur Korkmaz, Şefinur Tezgel, Yazgülü Güder Öztürk, Gülser Tuzcu, Seyhan Doğan, Özlem Ercan. Yirmi hapishanede uygulanan operasyonun toplam bilançosu ise 32 can oldu, 600’den fazla kişi sakat kaldı.
Tayfun Talipoğlu Anısına Direnmek gerek Direnmek gerek ki hem de nasıl Hani diyor ya Usta; ''O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler Gitmemişler.. Gittilerse de dönmüşler Sevdaları zulalarında Konuşacakları günü beklemektedirler Mısraların şairi gazeteci Tayfun Talipoğlu 21 Mart 2017'de 55 yaşında yaşama veda etti. Her meslek, kendi pratiğini halkın yanında yaratabilir, Tayfun Talipoğlu bize gazetecilik pratiğini halkın haber alma özgürlüğünü savunarak, egemenlere boyun eğmeyerek, her türlü baskı etki ve yönlendirmeye açık ana akım medyaya teslim olmayarak gösterdi. Tv kanallarında siyasi konjonktüre göre şekil değiştiren gazetecilerin aksine halkın yanında saf tuttu. Her zaman susturulması mutlak odaklardan biri olmuştur medya, medyanın etkili kullanıldığında neler olduğunu bilirler çünkü gerçeklerin hayat bulmasını istemeyenler. Hal böyleyken zordur bu odağın damarlarından olmak, zordur ama onurludur. Geriye bıraktığı meslek pratiğini meydanlarda,sokaklarda, hapishanelerde sürdüren cesur kalemi selam etmek, Ve ardından bu cesur kaleme tıpki kendi mısraları gibi güzel mısralarla veda etmek gerek. Bugünlerden yarına Bir yarına gidenler kalır, Bir de yarın için direnenler.
ÜNİVERSİTELERDE NELER OLUYOR? Marmara Üniversitesi’nden bir Adalet Okulu öğrencisi anlatıyor: Faşizm; ırk, din, dil ayrımları üzerinden halkı ayrıştırıp, halkın temel meselelerininin, açlığının, yoksulluğunun üzerini örtmeye çalışarak varlığını sürdürür. Kimi zaman devlet eliyle, kimi zaman sivil faşistleri kullanarak baskı ve zor rejimini güçlendirmeye çalışır. Bu yüzdendir ki faşist terörü okullara, mahallelere kısaca her yere yaymak istemektedir. Sadece Kürtçe konuştuğu için katledilen, puşi taktığı için tutuklanan, Alevi olduğu için yakılan halkımız faşist teröre yabancı değil. Faşist terörün hedefi olmak için hiç de ilerici, devrimci olmak gerekmiyor; halktan biri olmak, sokaktaki insan olmak yeterli. Marmara Üniversitesi’nde meydana gelen saldırı bunun açık bir örneği oldu. Öğrencilerin ders çalışma grubuna yazdığı bir mesajda asimilasyon politikalarına ve kardeşlik demogojilerine karşı çıkan Kürt öğrenci okul kütüphanesinde faşist çetelerin saldırısına uğradı. Saldırının ardından hastaneye kaldırılan öğrenciye burada aynı grup tarafından bir saldırı daha düzenlendi. Bu çeteler ozel güvenliğin işbirliği, polisin gizli/açık desteğiyle okullarmizda palazlanıyor. Afiş asmayi, bildiri dağıtmayı büyük suç gören ÖGB ve polis öğrencilerin canına kast edilmesini uzaktan izliyor. Birgun gazetesinde yer alan haber* durumu gözler önüne seriyor. Devlet korumasında olduğunu bilmenin verdiği pervasızlıkla hastane-lerde, okullarda, mahallelerde halka saldırabilen bu çeteler katletme gayesi içindedir. 16 Mart’tan,12 Mart’tan, Maraş’tan öğrendik iyice belledik. Bu eli kanlı çeteleri ancak halkın örgütlü gücü ile durdurabilir. Karşılarında safını, sınıfını bilen örgütlü bir halk olarak yer almaya mecburuz. Faşizm koşullarında mücadale etmek direnmek tercih edilen eylemler olmaktan çıkmış, yaşamak var olabilmek için mecbur olunan eylemler haline gelmiştir. Egemen ideolojinin eğitiminde yer alan milliyetçilik güzellemelerine sırtımızı dönüp sınıfımızda birleşmeliyiz. Miray bebek katledildiğinde “Yılanın başını küçükken ezeceksin” diyenlere karşı bütün halkımızla baş kaldıracağız.
İstanbul Üniversitesi’nden bir Adalet Okulu öğrencisi anlatıyor:
Üniversite diyince aklınıza ne geliyor? Kafanızda ne canlanıyor? YÖK, rektörlük, özel güvenlik, polis ablukası, aramalar, pusu kurmalar... Üniversiteye ilişkin bir şeyler konuşmak gerektiğinde söze bunlarla başlatan bir eğitim sisteminden ne beklenebilir? Ne beklememiz gerektiği konusunda iyimser bir tablo çizmek zor. Ancak bu saydıklarımız bugün İstanbul Üniversitesi’nin gerçekleri. Aslında olanları anlayabilmek için filmi biraz geri sarmakta fayda var. Geçen sene eylül ayında başlayan, siyasi çalışmayı yasaklamaya çalışan yönetim tarzı ile gerici, Işid zihniyetli çeteler eliyle saldırılar aynı döneme denk gelmişti. Üniversite öğrencileri defalarca gözaltına alınırken; polisin varlığı, okulu bir karakol haline getirmiş, sol-sosyalist görüşe sahip öğrencilere yönelik saldırılara ise kayıtsız kalınmıştı. Bu sene yaşananlar da geçen seneyle paralel ilerliyor. Siyasi çalışmalara ilişkin yasaklamalar bu kez “OHAL” adı altında yapılıyor. Öğrencilerin duvara astıkları bir afiş, dağıtmaya çalıştıkları bir bildiri önce ÖGB eliyle, ardından polis tarafından saldırı sebebi. Sene başından beri ülkücü-faşist çeteler eliyle öğrencilere defalarca saldırılar düzenlendi. Öğrenciler kütüphane girişlerinde, okul çıkışlarında, kampüs çevresinde tek başlarına iken 10’larca kişi tarafından pusuya düşürülerek saldırıya uğradı. Yaralandı, darp edildi; kendilerini korumaya çalışan öğrenciler ise derhal polis tarafından gözaltına alındı. Öyle ya, faşist çeteler eliyle pusulara kayıtsız kalan polisler, kendini korumaya çalışan, hiç değilse bir slogan atan öğrencilere karşı ise bir o kadar duyarlılar. Gerçek apaçık ortada. Üniversitelere yönelik saldırılar sistematik olarak sürüyor. İstanbul, Marmara, Ankara, Kocaeli ve daha birçok üniversitede öğrenciler polis-faşist çeteler işbirliğiyle saldırıya uğruyorlar, sindirilmeye çalışılıyorlar, gözaltına alınıyorlar, Bugün üniversiteye sahip çıkmak, kampüsleri terk etmemek ise en önemli görevlerimiz olarak karşımıza çıkıyor. Üniversiteler bizimdir, kimseye bırakacak, saldırılarla vazgeçeceğimiz bir alan değildir. Ne kadar saldırılırsa saldırılsın, soruşturmalarla, gözaltılarla teslim alınmaya çalışılsın, üniversiteler biat etmez, boyun eğmez, geri adım atmaz. *http://www.birgun.net/haber-detay/ulkucu-dostu-ogb-153295.html