1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 15. Sayı

Page 1


SAYI 15 / 2012 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi

Ahmet SELAMET Genel Yayın Yönetmeni

Sabri DERELİ Yayın Danışma Kurulu

Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü

Fatih YAVAŞ YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Alper ÇEKER Yayın Kurulu

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN Sanat Yönetmeni

Aydın SÜLEYMAN Grafik Tasarım

Şükran KUMRAL Fotoğraflar

Alp ESİN, Rabia YILMAZ Reklam Koordinatörü

Mustafa YALMAN Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletişim@kultursanat.org

YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt

Aktif Matbaa (0212) ........... Renk Ayrımı / CTP

........ Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI Erol Şadi Erdinç’in hatırasına

Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

01

18

10

Prof. Dr. İlber ORTAYLI

TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI

30

Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

Fatih DALGALI

Ahmet Akif TOSUN

MİNİATÜRK

İSTANBUL MEKAN

57

56

AJANDA

58

OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”

01

42

RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ

36

Sennur SEZER

50

İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ

HİLMİ BABA ve 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT



TAKDİM

Rumeli, Türklerin yitik vatanıdır. İstanbul’un Mecidiyeköy, Bağcılar gibi birçok semti Balkanlardan çeşitli dönemlerde yaşanan göçlerin sonucunda kurulmuştur. Kasımpaşa’nın Ohri’li Arnavut ciğercileri, Evliya Çelebi’nin renkli tasvirleriyle gözümüzün önünde canlanır, sesleri kulaklarımızı çınlatır. İstanbul’da adını bu coğrafyadan alan Rumeli Han, Selanik Pasajı ve Rumeli Caddesi gibi birçok yapı ve mekân vardır. Tüm bu içiçe geçmişlik sayesinde, toprak olarak geride bıraktığımız Rumeli’nin adetleriyle, müzikleriyle, yemekleriyle ve diliyle İstanbul’da yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Şehrimizle özdeşleşen Yahya Kemal, Yaşar Nabi Nayır, Meh-

met Akif Ersoy gibi isimler hep Rumeli kökenlidir. İstanbul’daki Rumeli kültürü, en sevilen sinema filimlerine ve televizyon dizilerine konu olmuştur. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin bu sayısını, Balkan Savaşları’nın 100. Yılı dolayısıyla Rumeli’nin bilinmeyen ya da unutulmaya yüz tutmuş yönlerine ayırdık. Balkanlar, birbirinden değerli yazarlar tarafından tarihinden mutfağına kadar çok çeşitli yönleriyle ele alındı ve okurlarla paylaşıldı. Sizlere ilgi çekici bir sayı takdim etmenin hazzıyla sözlerimi noktalarken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak dergimize katkıda bulunan yazarlara ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.



SUNUŞ

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Türkler dünyanın çeşitli coğrafyalarında pek çok zulüme maruz kaldılar ancak Balkanlarda olup bitenler, yaşanan yoğun göçler nedeniyle şehrimiz İstanbul’u doğrudan etkiledi. Bu sebeple Kültür A.Ş. de İstanbul’a yerel yönetim alanında hizmet veren diğer kurumlar gibi Balkan Harbi’nin 100. Yılı ile yakından ilgilenmektedir.

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi dosya konusunun dışında da tanıtım amaçlı yazılara yer veriyor. Bu sayfalarımızda çabuk tüketilen gündemi takip etme kaygısından çok, okurları kalıcı eserler hakkında bilgilendirmeyi hedefliyoruz. Geçmişin yeni nesillere bilgi kirliliği, bir tür yozlaşma ile takdim edildiği bir dönemde tarihe not düşen yayınların öne çıkarılması gerektiğinin bilincindeyiz.

Bu ilginin tezahürü olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin yeni sayısını Balkan Harbi ve Rumeli kültürüne ayırdık. İlber Ortaylı, Abdullah Uçman ve York Norman tarih ve edebiyat penceresinden konuya yaklaşırken, usta kalemlerden Sennur Sezer İstanbul’da yaşatılan Rumeli mutfağı ile ilgili renkli bir yazıya imza attı.

İstanbul’un kültür ve sanat hayatının bir parçası olmak bizler için coşku verici. Kültür A.Ş. ailesi olarak, dergimizin yeni bir sayısında sizlerin huzuruna çıkmanın heyecanını yaşıyor; yazar dostlarımızın ve mesai arkadaşlarımızın emeklerini takdir edeceğinizi ümit ediyoruz.

Kültür A.Ş.


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

8



100. YILINDA

BALKAN SAVAŞLARI Erol Şadi Erdinç’in hatırasına Prof. Dr. İlber ORTAYLI*

Balkan Savaşlarının kendi cereyan tarzı kadar neticeleri de çok önemlidir. Bu neticeler Avrupa politikasını, özellikle Avrupa’nın savunma politikalarını ve stratejilerini çok etkiledi.



100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI/ Prof. Dr. İlber ORTAYLI

2012 yılı ve 2013 yılının başı, Balkan Savaşı’nın yüzüncü yılıdır. Bu vesileyle, konu hakkında Belgrad vb. şehirlerde çeşitli toplantılar yapıldı. Şüphesiz ülkemizde de bazı etkinlikler gerçekleştirilecektir. Bu makalede Balkan Savaşları hakkındaki bazı gerçekleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Balkan Savaşlarının kendi cereyan tarzı kadar neticeleri de çok önemlidir. Bu neticeler Avrupa politikasını, özellikle Avrupa’nın savunma politikalarını ve stratejilerini çok etkiledi. Balkan Savaşları en nihayetinde de Balkan devletlerinin içtimai gelişimini etkileyen ve modern Türkiye’nin oluşmasını sağlayan savaşlardan biridir.

derildiğini görüyoruz. Öz be öz Türklerin Ortodoks oldukları için mübadeleye dahil edilmeleri, geleceğin Türkiye’si için her bakımdan büyük bir kayıp olmuştur. Buna karşılık 1912-13 yıllarında yaşananlar mübadele gibi değildir. Birkaç ay içinde yüzbinlerce insanın göçüne Türkiye hazırlıksız yakalanmıştır. Üstelik gelen Yunan ve Bulgar orduları, Rus, Britanya, İtalya gibi ülkelerin ordularında bulunan şövalyece ananelere sahip değildi ve bu nedenle katliamlar ve yağmalar gerçekleştirdiler. Köyleri yaktılar, kaçan insanlara çeşitli zulümler yaptılar. Açıkçası, geleceğin Türk hükümetlerinin bu yapılanları tarih kitaplarına geçirmemekte doğru mu yaptıklarına henüz karar vermiş değilim. Türkiye’de gelecek nesillerin kin beslememesi adına yapılmış bir uygulamadır bu fakat tarihin unutturulmaya çalışılması feci neticeler doğurabilir. Bu nedenle üzerinden yüz yıl geçen bu olayın ciddi bir biçimde etüd edilmesi gerekmektedir.

Türkiye bu zaman diliminde kapasitesinin üzerinde muhacir çekti. Genel yanılgının aksine biz 1923 yılındaki mübadelede Balkan Savaşları kadar mağdur olmadık. Çünkü mübadelede, büyük bölümü Yunanistan’ın Trakya, Makedonya, Yanya bölgesinden ve adalardan (bilhassa Girit’ten) olmak üzere 500.000 Balkan Savaşları en nihayetinde de kadar mübadil geldi. Türkiye o Balkan Savaşları esas itibariyle Balkan devletlerinin içtimai gelişimini sıradaki fakirliğe rağmen bu kit1912 yılının Ekim ayında başladı. leyi oldukça ustalıkla yerleştirO sırada idarede parti olarak İttietkileyen ve modern Türkiye’nin oluşmiştir. Tamamen adil bir biçimde hat ve Terakki yoktu ama önemli masını sağlayan savaşlardan biridir. olmasa da giden Rumların araziyerlerde hep partinin adamları vardı. Bu insanlar olaylara karleri mübadelede gelenlere tevdi edildi. Bu mübadillerin ilk iki sene büyük sıkıntı çekmelerine şı hazırlıksız yakalandılar. Yine de burada tarih kitaplarının bir hatasını düzeltmek gerekir. Genellikle bu dönem için saf rağmen, açlıktan ve sari hastalıktan kitlesel ölümler olmadı. Türk hükümet yetkililerinin uyanık Rusların taahhütlerine Mübadele konusunda Türklerin Rumları Anadolu’dan atkandığı yazılır; oysa iş bu kadar basit değildir. tığı tarzında bir tarihçilik doğru değildir çünkü mübadeleyi Yunanistan istemiştir. Bu istek üzerine büyük devletler Büyük Rusya İmparatorluğu’nun içinde o sırada çeşitli akımYunanistan’dan yana taraf oldu ve Türkiye’yi baskı altına lar yayılıyordu. İmparatorluk dahilinde “Müslümanlar” olarak aldılar. Ancak Türk hükümetinin de uzun yıllar süren savaş- adlandırılan Türkler vardı ve bu insanların 1900’lerin başlalardan sonra bu insanları burada tutmakta istekli olmadığı rında aşağı yukarı 40 yıllık bir eğitim geçmişi bulunuyordu. Küçümsenmemesi gereken bu 40 yıl içinde Rusya Türkleri gözlemlenmektedir. eğitime ve matbuata büyük imkânlar harcamıştır. Kazan’da İlginç bir biçimde Anadolu’da mübadeleye karşı çıkan yerler medreseler kuruldu, bu medreseler için insanlar Kahire’de El oldu. Örneğin 1915 yılında Ermeni tehcirine muhalefet eden Ezher’de ya da Bağdat’ta okudu, Arapça öğrendi. Rusya TürkKayseri halkı, daha sonra da Rumların ayrılmasını istemedi. leri bunlarla yetinmeyip Avrupa’ya gitti ve orada da eğitim Çünkü sanayi ve zanaat ile meşgul olan bu girişimci insangördüler. Tasvir ettiğimiz bu dünyaya açılım süreci sonucunlar, üretimi ticarete çevirdikleri için dışarıda ayağa ihtiyaç da Rusya’da liberaller, muhafazakârlar, sosyalist devrimciler, duymaktaydılar ve bu bağlantıyı sağlayan insanları yitirmek Bolşevikler ve Menşevikler gibi akımlar ortaya çıktı. Farklı istemediler. Konu açılmışken, Türkiye’de yerli ahalinin katıl- düşünen insanlar bu evrede Rusya’nın devlet hayatına da dığı büyük katliamların olmadığını bu vesileyle ifade etmek girdi. Örneğin Rus Dışişleri Bakanlığı’na baktığınızda her zaisterim. 6-7 Eylül olayları bile provakatörler ve İstanbul’da o man dışarıdaki Pan-Slavist çevrelerden farklı düşünen, daha sırada bulunan işsiz güruh tarafından yapılmıştır; yerli halk reel politika yapan, ayağı yere basan insanlar görürsünüz. buna katılmamıştır. Örneğin bu olaylar sırasında Samatya’da Maalesef Türk hükümeti o sırada Rusya’da ilk temas kurdusemtin sakinleri yağmacıların buraya girişini engellemiştir. ğu çevreye inanma eğiliminde oldu ve Rumeli’deki tecrübeli Mübadeleye dönecek olursak, o sıradaki gevşeklik içinde, askerlerden oluşan taburlarını terhis ederek Balkan Savaşı’na sayıları tahminen 200.000 olan Karamanlı Türklerin de gön- hazırlıksız yakalandı. Balkanlar ne yazık ki askersiz ve savun12

* Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Öğretim Görevlisi


100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI/ Prof. Dr. İlber ORTAYLI

13



100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI/ Prof. Dr. İlber ORTAYLI

masız kaldı. Üstelik diplomatik çevrelerde de Balkan ülkeleri-

savaş sırasında Türklerle birlikte Rum halkın da adalarda em-

nin Türkiye’ye karşı ittifak ederek savaş açabileceğine dair bir

niyete casusluk yaptığı, yani buralarda Türkiye’nin mirasının

kanaat oluşmamıştı. Neticede Yunanistan, Bulgaristan, Sır-

dolaştığı ortaya çıkmıştır. Adaların işgali geçici bir statü ol-

bistan hatta Karadağ Prensliği bize karşı savaşa girişti. 1912

duğu halde geri alınmaları hiçbir zaman mümkün olmadı.

kışının zorlu şartlarına bizim komuta kademesindeki iç çe-

Türkiye Akdeniz’deki hakimiyetini artık kaybetmişti.

kişmeler de eklendi. Ordunun subayları İttihatçıydı. Örneğin Yunanistan’ın elindeki tek zırhlı olan Averof adaları alırken, Hamidiye zırhlısı bir şey yapmadı. Bu başarısızlık, İttihatçılarla geçinemeyen Kâmil Paşa hükümetinin sevap hanesine yazıldı. Yani bu savaşta hem düşmanla hem de iç hükümetle çarpışıldı. İnsanlar birbirini harcamaya çalıştı, bunu vatana ihanet amacıyla yapmadılar ama sonuçlar ağır oldu. Bu ya-

Dışarıda çeşitli ülkelerde Türklerin cengaverliğinin son bulduğu, harp gücünün tarihe karıştığı öne sürülmeye başladı. Artık hiç kimse Türkiye’yi gelecek harp yani I. Dünya Savaşı için müttefik olarak istemiyordu. Ancak Türk ordusu Balkan Savaşı’ndan sonra süratle modernize edildi ve gençleştirildi. İçeride de Türkçülük cereyanı ortaya çıktı. Türkler Türkçü-

zıyı ithaf ettiğim ve kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Erol

lüğü kitaplardan değil, göçmen kafilelerinde yaşayarak öğ-

Şadi Erdinç, bahsi geçen İttihat ve Terakki Cemiyeti konusu-

rendi. Örneğin İzmir çok hazin günler yaşadı. Yerlilerle göç-

nun en önemli uzmanıydı.

menler arasında, yapılan yardımlar yüzünden doğal olarak

Edirne, Yanya, İşkodra gibi şehirler tüm yetersizliklere rağmen kahramanca savunuldu, bu cephelere komuta eden pa-

bazı gerilimler görüldü; buna karşılık Rumeli’nin taze gücü Anadolu’da çeşitli zanaatlarda gelişmeyi sağladı.

şalar savaşı kaybetmelerine rağmen madalyalarla onurlandı-

Sonuç olarak bizlerin 100. yılında Balkan Savaşı üzerinde

rıldı. Sonunda Rumeli vatanını yitirdiğimiz ve Fatih Sultan

durması, kitaplardaki ihmali bırakması gerekmektedir. Gelen

Mehmed’in fütühatının beş asır sonra elden çıktığı Balkan

göçmenlerin intibakını, hükümetlerin bu konulardaki politi-

Savaşı, Trablusgarp Savaşı olarak bilinen faciayı da tamamla-

kalarını çocuklarımıza anlatmak ve Balkanlarda kaybettiği-

dı. Giremediği ve kıyılarında tutunmaya çalıştığı Trablusgarp

miz anavatan hakkında donanımlı, buraların dillerini bilen

ve adalar, İtalya’ya bırakıldı. Oysa yeni bulunan raporlarda

bir gençlik yetiştirmek zorundayız.

Çatalca Mübadele Müzesi’nde sergilenen mübadillere ait bavul ve sandıklar. Sağ tarataki sandığın üzerinde bulunan gemi resmi dikkat çekicidir.

15


100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI/ Prof. Dr. İlber ORTAYLI

16



TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

18 ÇEKER Arşivi Alper


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN

BEŞ EDEBİYATÇI Prof. Dr. Abdullah UÇMAN*

Türk edebiyatının çehresini değiştiren Şemseddin Sami,

Rıza Tevfik, Cenab Şahabeddin ve Yahya Kemal, o yıllarda Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Balkan coğrafyasındaki çeşitli şehirlerde dünyaya gelmişlerdir. Bu gruba dahil edebileceğimiz Mehmed Âkif ise İstanbul’da doğmuş olmakla beraber aile kökleri itibariyle Rumelili’dir.

19


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

Edebiyat tarihçilerinin Tanzimat’tan Sonraki Türk Edebiyatı veya Yenileşme Dönemi Türk Edebiyatı şeklinde isimlendirdikleri Yeni Türk Edebiyatı kadrosu içinde yer alan ve edebî faaliyetleriyle Türk edebiyatının çehresini değiştiren Şemseddin Sami, Rıza Tevfik, Cenab Şahabeddin ve Yahya Kemal, o yıllarda Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Balkan coğrafyasındaki çeşitli şehirlerde dünyaya gelmişlerdir. Bu gruba dahil edebileceğimiz Mehmed Âkif ise İstanbul’da doğmuş olmakla beraber aile kökleri itibariyle Rumelili’dir.

kilerini farklı bir bakış açısıyla ele alması, anne-babanın zorlamasıyla yapılan bir kısım evliliklerin faciayla sonuçlanması yüzünden görücü usulü evliliğin tenkidi ve Türk toplumunda artık kadına da değer verilmesi gibi meseleler üzerinde durması bakımından, bu roman, aynı konu etrafında daha sonra kaleme alınacak eserler için de örnek teşkil etmiştir.2 Piyesleri ise, gerek yazıldığı devrin konuşma dili, gerekse kuruluşu ve sahnelenmeye uygun oluşları dolayısıyla benzerlerinden daha başarılı bulunmasına rağmen fazla şöhret kazanmamıştır.

Tanzimat sonrası Türk edebiyatında gazeteci, lügatçı, dil bilgini, tiyatro ve roman yazarı olarak tanınan Şemseddin Sami Birçok tercümesi ve öğretici nitelikte telif eseri bulunan 1850 yılında Yanya vilâyetinin Ergiri sancağına bağlı Fraşe- Şemseddin Sami’nin Türk dili ve kültürü bakımından üzerinri köyünde dünyaya gelir. Yanya’daki Zosimea adlı de durulması gereken en önemli tarafı ansiklopedi ve sözlük yazarlığıdır. Türk kültür hayatında tave modern eğitim programının uygulandığı bir rih ve coğrafya ile dünya sahnesinden çekilRum mektebinde küçük yaşta Latince, Rumca, miş devletler, milletler ve ülkelerle meşhur İtalyanca ve Fransızca; bazı özel hocalardan adamlar üzerine Doğu ve Batı kaynaklada Arapça ve Farsça öğrenir. 1872 yılında rından faydalanarak hazırlamış olduğu İstanbul’a gelen Şemseddin Sami, bir tave Türkiye’de ilk ansiklopedi kabul edilen raftan Matbuat Kalemi’nde çalışırken diKāmûsü’l-a’lâm, kendisi tarafından “Tağer taraftan da devrin çeşitli gazetelerine rih ve coğrafya fenlerinin bir mahzen-i Fransızca’dan tercümeler yapar. Bir yankebîri” şeklinde nitelendirilmiştir. Devdan memuriyet hayatı devam ederken dirinde şarkiyatçıların da takdirini kazanan ğer yandan da gazetelerde hemen her koeser, önemli bir başvuru kaynağı olma nuda yazılar yazar, kendi adına bazı der-gi özelliğini hâlâ korumaktadır. ve gazeteler çıkarır.1 1882’de Fransızca’dan Türkçe’ye Kāmus-ı Fransevî’yi, 1885’te de TürkTürkçülüğün ilmî mânâda bir nevi beyannâmesi kabul edilen dille ilgili yazılarında ise, çe’den Fransızca’ya Kāmus-ı Fransevî’yi neşreder; Türk dilinin ve Türk milletinin Osmanlı Devleti’nin bu eseri dolayısıyla Sultan II. Abdülhamid tarafınŞemseddin Sami kurucusu olan Osman Gazi’den çok önce de var dan kendisine “Ûlâ sınıf-ı sânîsi” rütbesiyle “İftihar Madalyası” verilir. 1889-1898 yılları arasında tek başına olduğu üzerinde durmuş, Osmanlıca yerine Lisân-ı Türkî hazırlayıp tamamladığı tarih, coğrafya ve meşhur adamlar denmesinin daha uygun olacağını belirtmiş ve bu görüş ansiklopedisini Kāmusü’l-a’lâm adıyla neşreder. XX. yüzyılın doğrultusunda hazırladığı sözlüğe de Kāmus-ı Türkî adını başında, 1900’de de Türk dilinin en önemli lügatlarından biri vermiştir. Türk dilinin belli bir düşünceyle hazırlanmış ilk sözlüğü kabul edilen bu eser, Türkçe kelimelere alfabetik bir olan Kāmus-ı Türkî’yi yayımlar. sıra ile yer verilmesi ve Türk adının yine ilk defa bir sözlüğe Tanzimat’ın ilânını takip eden yıllarda kendi kendini yetişkonulması bakımından ayrı önem taşımaktadır. Yayımlantiren kişilerden biri olan Şemseddin Sami roman ve tiyatro dığı zaman büyük bir ihtiyaca cevap veren eser, üzerinden yazarlığından gazeteciliğe, lügatçılıktan ansiklopedi yazaryüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen değerini lığına kadar değişik alanlarda faaliyet göstermiş ve önemli hâlâ korumaktadır.3 eserler vermiş bir şahsiyettir. Elli dört yıllık hayatına tek başına bir insanın gerçekleştirmesi pek mümkün görünmeyecek Tanzimat’tan sonra hemen hemen bütün edebiyatçı ve fikir sayıda eser sığdırmıştır. Yenileşme dönemi Türk edebiyatın- adamlarının üzerinde durduğu Türk dilinin ıslahı meselesinda Batılı edebî türlerden roman ve tiyatro denemeleri yap- de Şemseddin Sami’yi en fazla meşgul eden şey, konuşma mış, 1872 yılında yayımladığı Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat adlı ve özellikle yazı dilinin Arapça-Farsça kelime ve terkiplerin romanıyla Türk edebiyatında roman türünün ilk örneğini or- hakimiyetinden kurtulması konusudur. Ancak o bu hususta taya koymuştur. Telif roman türünde ilk deneme olmasının hiçbir zaman aşırılığa kaçmamış, sadece, Türkçe’de karşılığı getirdiği bazı acemiliklerle birlikte eserinde kadın-erkek iliş- bulunan ve konuşma dilinde pek fazla kullanılmayan kelime20

* Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

lerin tasfiyesini istemiş; kökeni ne olursa olsun, konuşma dilindeki bütün kelimelerin Türkçe’ye dahil olduğunu kabul etmiştir. Bütün bunların yanında onun Latin harflerinin kabulü doğrultusunda da bazı görüşler ileri sürdüğü görülmektedir. * Türk edebiyatı tarihinde daha ziyade hece vezni ve âşık tarzı şiirleriyle tanınan Rıza Tevfik, 1869 yılında, o sırada babasının kaymakamlık yaptığı, bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Edirne vilâyetine bağlı Cisr-i Mustafa Paşa (Tsaribrod) kasabasında dünyaya gelir.4

ilgilenen şairin eserlerinde kuru bir didaktizme düşmeden, başta tarih ve vatan sevgisi olmak üzere, din ve felsefeyle ilgili birçok yeni konu işlenir. Rıza Tevfik’in küçük yaştan itibaren felsefenin esas problemlerinden biri olan varlık, yokluk, Tanrı, ölüm, kâinat, ruh ve mutlak hakikat gibi konular üzerinde düşünmesinde, eserlerinin büyük bir kısmının felsefî endişeden doğduğunu ileri sürdüğü Abdülhak Hâmid kadar, oldukça erken sayılabilecek yaşlarda Batılı romantik şairlerle birlikte bir kısım materyalist filozofların eserlerinin de rolü söz konusudur.

Şair mizacıyla gelenekten büyük bir ustalıkla yararlandığı Küçük yaşta annesini kaybeden Rıza Tevfik ilk tahsilini ba- için, gelenek içinde bir değer ve anlam taşıyan Rıza Tevfik’in basının yanında Sion Mektebi, Beylerbeyi ve Davutdivan, koşma ve nefesleri başta devrin aydınları olmak üzere toplumun değişik kesimlerinde büpaşa rüştiyesi gibi okullarda yaptıktan sonra bir yük bir ilgiyle karşılanır. Rıza Tevfik bu yeni süre Mekteb-i Sultanî’ye devam eder. Gelibotarzdaki şiirlerini yayımlamaya başladığı sılu Rüştiyesi’nden sonra bir vakit Mekteb-i rada bir yandan da, artık iyice unutulmaya Mülkiye’ye devam ederse de bir öğrenci yüz tutan folklor, halk ve tekke edebiyatını olayına karışınca 1889’-da buradan uzaktanıtıcı mahiyette çeşitli yazılar yayımlalaştırılır. 1891 yılında Tıbbiye-i Mülkiye’ye mak suretiyle şiir estetiğini gelenek içinkaydolan Rıza Tevfik, uzun ve maceralı bir de sağlam bir zemine oturtur. Böylece, öğrencilik hayatından sonra, ancak 1898 bir yandan da, bu kültürün yeniden ele yılında buradan mezun olabilir. 1908’de alınıp değerlendirilmesinde önemli bir II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihat ve katkısı olur.6 Terakkî Fırkası’ndan Edirne mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a giren Rıza Tevfik, bir süre 1914-1922 yılları arasında doğrudan doğruya sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda muhalefet bu konuyla ilgili olarak 50 kadar makale yayımsaflarına katılır. 1918’de iktidara gelen Tevfik Paşa layan Rıza Tevfik’in bu yazılarının, aynı zamanda, Rıza Tevfik kabinesinde Maarif nâzırı, Damat Ferit Paşa kabiMillî edebiyat cereyanını fikrî planda hazırladığı nesinde de âyan âzası ve Şûrâ-yı Devlet reisi olan ve bir kamuoyu meydana gelmesine büyük ölRıza Tevfik, 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması’nı imza- çüde yardımcı olduğu anlaşılmaktadır. Genel planda bütün layan heyette yer alması dolayısıyla 150’likler’e dahil edilir bu hazırlıkların arkasından Rıza Tevfik’in bir devre damgave 1943 yılına kadar Ürdün ve Lübnan’da bir nevi sürgün sını vuran şahsiyeti, tekke şairleri ve halk âşıklarının genelhayatı yaşamak zorunda kalır. likle musiki eşliğinde okudukları divan, koşma ve nefes gibi Şiir yazmaya devrin birçok genç şairi gibi Abdülhak Hâmid âhenkli şiirlerden yola çıkarak kaleme aldığı şiirleriyle ortaya tesiri altında başlayan Rıza Tevfik, kısa bir süre sonra kendi çıkar. Millî edebiyatın henüz yeni yeni oluşmaya başladığı II. üslûbunu bulmakta gecikmez. II. Meşrutiyet’i izleyen yıllarda Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda onun divan, koşma ve nefesyayımladığı divan, koşma ve nefesleriyle, daha önce Mehmet ler yazmak suretiyle Türk edebiyatının asıl kaynağına yönelEmin’le (Yurdakul) başlayan hece vezni ve sadece Türkçe şiir mesi, o sırada daha birçok genç şaire de yol gösterir. tarzının en dikkat çekici örneklerini veren Rıza Tevfik, Türk şiirinde şekil ve estetik bakımdan tekke ve halk şiiri geleneğine, duygu bakımından impressionisme’e bağlı yeni bir şiir anlayışının öncülüğünü yapar.5 Rıza Tevfik dil, şekil ve üslûp bakımından en mükemmel şiirlerini 1911-1922 yılları arasında kaleme alır. Aruz vezniyle yazdığı ilk şiirlerinde daha çok ferdî ıztırapları etrafında bazı temalar çevresinde dolaşan Rıza Tevfik’in şiirlerine bu yıllarda birçok yeni konu dahil olur. Bu dönemde ferdî ıstıraplarıyla beraber içinde yaşadığı toplumun çeşitli meseleleriyle de

Millî edebiyat anlayışını doğrudan doğruya hece vezni ve sade Türkçe ile yazmak şeklinde anlayanlar, onun yer yer Arapça, Farsça kelime ve tamlamalar bulunan şiir dilini tenkit edip âşık tarzı geleneğini devam ettirmesini boş bir gayret olarak görürlerse de, II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda Ahmet Hâşim ve Yahya Kemal’in şiirleriyle ortaya çıkmasına kadar Rıza Tevfik şair olarak âdeta tek başınadır. Balkan Savaşı’nın hemen arkasından Rumeli’deki Türk topraklarının büyük bir kısmı düşmanın eline geçince, Rıza Tevfik, “Edirne İçin” başlıklı bir divan ile “Rumeli İçin” adıy-

21


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

la iki şiir kaleme alır.7 Balkan Savaşı’ndan sonra Edirne’nin Bulgarların eline geçmesi ve doğum yeri olan Cisr-i Mustafa Paşa’nın tamamen harab edilmesi üzerine Edirne hakkındaki şiiri kaleme alan Rıza Tevfik burada, “ıssız bir bahçe” halinde tasvir ettiği vatan topraklarını bir “mezarlık”a benzetir. Diğer şiirinde de, büyük bir felâkete uğrayan vatanın perişan halini ayrıntılarıyla tasvir eden şair, acı bir dille, memleketi bu hale düşürenlerden hesap sorar.8 Devrinde birçokları tarafından adının başına koyduğu “Feylesof” lâkabı hafife alınan Rıza Tevfik’in felsefe konusundaki yazılarından, onun Doğu ve Batı felsefesine ait son derece zengin bir birikime sahip olduğu anlaşılmaktadır. O bir felsefeci olarak yeni bir ekol kurmak veya yeni bir anlayış getirmekten ziyade mevcut felsefî görüşleri yeniden ele alıp yorumlamak suretiyle bunlarla modern görüşler arasında dikkate değer benzerlikler üzerinde durmuştur.9 *

ve yapı unsuru olarak, daha belirgin bir şekilde resim ve musikiden yararlandığı dikkati çeker. Bazan kelimelerin uyandırdığı pitoresk hayallere, bazan da onların fonetik imkânlarına ağırlık veren şair, ideal olarak, şiir ile resim ve musikiyi birleştirme çabasına girer.12 “Terâne-i Mehtâb” ve “Riyâh-ı Leyâl” gibi bir kısım şiirlerinde geçen “sâat-i semen-fâm”, “nây-ı zümürrüd” ve “tûf-ı tesliyyet” gibi tamlamalar yüzünden ağır tenkitlere hedef olan Cenab Şahabeddin, bu konuda Ahmet Midhat Efendi’nin onu dekadanlıkla itham etmesi üzerine başlayan ve o sırada Türk edebiyatçılarını uzun süre meşgul eden “Dekadanlık” tartışmasının doğmasına sebep olur.13 Şiiri bir resim ve okuyucu da “tatlı bir hülya uyandıran güzel bir musiki nağmesi” olarak gören Cenab Şahabeddin, “Elhân-ı Şitâ”, “Yakazât-ı Leyliyye”, “Temâşâ-yı Leyâl” ve “Temâşâ-yı Hazân” gibi şiirlerinde, arzu ettiği bu tarz bir uyumun en güzel örneklerini ortaya koymuştur. Şiirde âhenge büyük önem veren şair, bundan dolayı hayatının sonuna kadar hece veznine ilgi duymamış, bütün şiirlerini aruz vezniyle yazmış; ayrıca çeşitli yazı ve polemiklerinde âhenksiz bulduğu hece veznini küçümsemiştir. Dil konusunda da, şiire âhenk verdiği için, Arapça ve Farsça ağırlıklı Osmanlıca’da ısrar etmiş, bu konudaki kanaatlerini “Yeni Lisan” hareketinden sonra da sürdürmüştür.14

Edebiyat tarihlerinde esas olarak 18961901 yılları arasında faaliyet gösterdiği üzerinde durulan Servet-i Fünun topluluğunun Tevfik Fikret’le birlikte şiir alanındaki ye-gâne temsilcisi olan Cenab Şahabeddin de Manastır’da doğmuş (1870), babasının Plevne’de şehit düşmesi üzerine ailenin diğer fertleriyle birlikte küçük yaşta İstanbul’a gelmiştir.10 Tanzimat’tan sonraki yenileşme dönemi Türk Cenab Şehabettin Sanatı yegâne gaye edinen ve sosyal konularla şiirinde Abdülhak Hâmid’den sonra en büyük yenilikleri gerçekleştiren Cenab Şahabeddin, şiir yazmaya he- ilgili herhangi bir şey yazmadığı hakkında yaygın bir kanaat nüz Mekteb-i Tıbbiye’de öğrenci iken başlamış, tıp tahsili için bulunan Cenab Şahabeddin’in de, şiir müsveddeleri içinde Paris’te bulunduğu 1890-1893 yıllarında Fransız parnasyen henüz son şeklini bulmamış çeşitli şiirleri arasında “Hilâl-i ve sembolist şairlerini tanımış, özellikle Verlaine’den etki- Giryân” adını taşıyan bir şiirin doğrudan doğruya Balkan lenmiştir. Burada parnasyenlerden şiirin, “kelimelerle resme- felâketi üzerine kaleme alındığı anlaşılmaktadır.15 Birbirindilen bir levha” olduğunu öğrenmiş, İstanbul’a döndükten den farklı birkaç müsveddesi bulunan bu şiirde şairin Rumeli sonra yayımladığı şiirlerle “kelimelerle çizilen tablo” tarzında topraklarındaki korkunç katliam ve yıkımdan duyduğu acı, ıztırap ve hüznü bütün samimiyetiyle dile getirdiği görülyeni şiir anlayışının ilk örneklerini ortaya koymuştur.11 mektedir. Daha sonra Servet-i Fünun mecmuasına geçerek orada Tevfik Fikret’le birlikte Türk edebiyatında yeniliğin ikinci devre- Cenab Şahabeddin 1918 yılında Avrupa yolculuğu sırasında sini meydana getiren Edebiyat-ı Cedîde topluluğunun için- trenle Sofya’dan Bükreş’e giderken yolda babasının şehit de yer alan Cenab Şahabeddin, burada Tevfik Fikret ve Halid düştüğü Plevne’den geçtiği sırada duygularını şu cümlelerle Ziya ile birlikte yeniliğin üç isminden biri olmuştur. Bu dö- dile getirir: nemde yazdığı şiirlerde gerek denemiş olduğu yeni şekiller, “Sabaha karşı Plevne civarından geçiyorduk. Alaca karangerek kullandığı orijinal tamlamalar, gerekse okuyucunun lıkta pencereyi açtım. Plevne ovasını görmek, arz üzerinde zihninde uyandırdığı değişik imajlarla, eski edebiyat taraf- hakir bir mezarı bile kalmayan zavallı babamın rûh-ı menfâtarlarınca en çok eleştirilen şairlerden biri olmuştur. nişînini biraz teneffüs etmek istiyordum. Eyvah, yüksek ve 22

Onun özellikle Servet-i Fünun ekolünün teşekkül etmeye başladığı 1896 yılından sonraki şiirlerinde, şiirde bir âhenk

zengin ekinleri okşayan gece rüzgârı -madde ve hakikat gibi insafsız- dedi ki:


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

“Babanın kanını emen bu toprak şimdi babanın cisim ve ruhundan yabancı açlıklara sünbüle-i gıda hazırlıyor.” Şimdi ufk-ı şarkî kızarıyor, kızarıyordu; Osmanlı bayrağı gibi al, kan gibi al olmuştu. Bir rûh-ı şehîd için bu ufk-ı sabah ne güzel kefendi: “Baba, seni bu Ağustos ayının son seherinde Plevne ufkunun bu geniş, kanlı mendili içinde kokladım!”16 Halid Ziya dışındaki çağdaşlarından daha büyük bir nesir ustası olan Cenab Şahabeddin, üslûba vermiş olduğu önemle, aynı zamanda sanatkârane nesir dilinin önde gelen isimlerinden biri olarak da hatırlanmaktadır. Zaman zaman siyasî yazılar, zaman zaman da mizahî makaleler yazmaktan geri durmayan Cenab Şahabeddin, özellikle polemiklerinde oldukça hırçın davranmış ve muhataplarına karşı kırıcı olmaktan çekinmemiştir. Dil ve edebiyatla ilgili bir kısım yazılarında Râik Vecdî, siyasî yazılarında Ahmed Peyman, mizahî yazılarında da Dahhâk-ı Mazlum takma adlarını kullanmıştır. Cenab Şahabeddin, önemli bir üslûp ustası olarak devrinde dikkati çeken nesirlerinden bir kısmını daha sonra Evrâk-ı Eyyâm (1913) ile bir kısmını da Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri’nde (1918) bir araya getirmiştir.

mizden ve âhiretten bahseden annesinden dinlemiş olduğu Yunus ilâhileriyle Ahmediye ve Muhammediye’nin, çocuk ruhunda, İslâmiyetin müşfik yanının derin izler bıraktığı anlaşılmaktadır.18 Yahya Kemal’in, daha sonraki yıllarda Türk kültür ve edebiyatına getireceği yeni fikir ve görüşlerde, hep bu yetişme çağlarında almış olduğu dinî ve millî terbiyenin mutlak denecek tesiri olduğu görülecektir. Onun özellikle bu yıllarda Üsküp’le ilgili olarak zihnine yerleşen “vatan toprağı” ve “vatan toprağının değerleri” gibi kavramlar, daha sonra Paris’te geçirdiği kısa süren kimlik buhranı yıllarının arkasından çok açık bir şekilde kendisini gösterecektir. Paris’te gerek Ecole Libre des Sciences Politiques’te Albert Sorel ve Camille Julien gibi hocalardan aldığı tarih disiplini, gerekse Charles Maurras ve Maurice Barrés gibi Action Française ekolüne mensup Fransız milliyetçilerinden öğrendiği “tarih ortasında ve Fransız toprağında Fransızlığı arama” düşüncesini, kendi fikir dünyasına ve Türk tarihine aktarmak istediği zaman, derhal şuuraltındaki çocukluk yıllarına gittiğini görürüz.19

Dolayısıyla, Yahya Kemal’de daha sonraki * yıllarda iyice şekillenecek olan İslâmiyet’i estetik bir bakışla yorumlama biçiminin ilk Ahmet Haşim’le birlikte modern Türk şiirinin tohumlarının, Üsküp’teki çocukluk döneminde, kurucularından biri kabul edilen Yahya Kemal, küçük yaşta kaybettiği annesi Nakiye Hanım va1884 yılında hem anne, hem baba tarafından Yahya Kemal BEYATLI sıtasıyla edindiği anlaşılmaktadır. Annesi Nakiye bir “Evlâd-ı Fâtihân” torunu olarak, o sırada henüz Osmanlı coğrafyası sınırları içinde bulunan Üsküp’te Hanım dinine öylesine bağlı bir kadındır ki, kocasının eviydünyaya gelir. “Kaybolan Şehir” adlı şiirinde, kendi ifadesiy- le ailesini Üsküp’ten Selânik’e taşımak istemesi karşısında, le “Bursa’nın Şar Dağı’nda devamı olan” Üsküp, fethedildiği Selânik’in “Yahudi ve gâvurla karışık bir ağyâr diyârı” oldu1392 yılından beri tamamiyle Osmanlı-Türk ruhunun sinmiş ğu gerekçesiyle, böyle bir teklife şiddetle karşı çıkar; halbuki onun gözünde Üsküp “tam bir Müslüman şehri”dir. olduğu Müslüman bir şehirdir. Yahya Kemal Üsküp’te, tam anlamıyla halkın dinî inançlarıyla, yer yer hurafelerin de karışmış olduğu, son derece renkli ve mutlu bir çocukluk hayatı geçirir. Çocukluk ve ilk gençlik yılları ezan ve Kur’an sesleri, Yunus Emre’nin ilâhileri; dualar, ilâhiler ve Âmin Alayları ile gidilen mahalle mektebi hâtıraları, Rumeli ve serhat türküleri, evlerinin yakınındaki Rifâî Dergâhı’ndaki zikir ve tekbîr sadaları arasında geçen Yahya Kemal, bu çağlarda kuvvetli bir şekilde dinî ve millî duyguların tesiri altındadır.17 Hayatının bu dönemine ait hâtıralarında dikkati çeken en önemli husus, âdeta içine sindire sindire yaşamış olduğu bu hayatın onda tam anlamıyla bir terkip göstermesidir. Bu çağlarında, özellikle beş vakit namazını kılan, ikindi sonrası ölmüşlerine daima “Yâsin-i şerîf” okuyan, sık sık peygamberi-

Yahya Kemal’in çocukluk yıllarına ait unutamadığı diğer bir hâtırası da, 1897 yılı baharında Selânik’te Teselya Harbi kahramanlarını karşıladıkları o heyecan dolu ve anlı-şanlı merasimdir. Eğil dağlar eğil üstünden aşam, Yeni talim çıkmış varam alışam. mısralarıyla başlayan meşhur türkünün yakıldığı muharebe, o sırada 80 yaşlarındaki Abdülezel Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu tarafından üç ay gibi kısa sürede zaferle sonuçlanmış ve 93 Muharebesi ile moral çöküntüsü yaşayan Türk milletini yeniden eski şanlı günlerine dönmüştür. Yahya Kemal ilk mısralarını 1911 yılında Brötanya seyahati sırasında yazmaya başlayıp ancak 1925 yılında tamamladı-

23


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

ğı “Açık Deniz” şiirinde, acısını çok derinden duyduğu kaybolmuş vatan topraklarının ıstırabını kuvvetli bir şekilde ifade eder. Ancak o burada acılarının içine gömülmek yerine, “akıncı cedlerinin fetih ihtirası” ile maddî planda değil de sanat ve kültürel bağlamda içine hapsolduğu sınırları aşmayı dener.20 Kendisinin bizzat, “Bu manzume en uzun zamanda yazdığım şiirdir ve benim hayatımı ihtiva eden bir hikâyedir.” dediği “Açık Deniz”in daha ilk mısralarında, onun yaşadığı trajediyi ve derin hüznü farketmemek mümkün değildir: Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum. Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl, Aldım Rakofça kırlarının hür havasını, Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını. “Mısra benim haysiyetimdir!” diyen ve kendisinin anladığı tarzda şiirin de, tıpkı taş üstüne taş konulmak suretiyle ortaya çıkan bir mimarî eser gibi, bazan yıllarca süren son derece meşakkatli bir ameliye sonunda inşa edildiğine inanan Yahya Kemal, bunun için kendi yazdıklarını da kolay kolay beğenmez ve kafasındaki ideal güzelliğe ulaştığına inanmadığı şiirlerinden kimseye söz etmez.21

çok farklıdır. II. Meşrutiyet’ten sonraki fikir akımları arasında İslâmcılık içinde yer alan Mehmed Âkif’in sanat anlayışının temelinde, şiiri ve bütünüyle edebiyatı toplumu aydınlatmada ve birtakım hakikatleri ifade etmede bir araç olarak görmek söz konusudur. Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek! diyen Mehmed Âkif için önemli olan, yaşanan hayatın bütün yönleriyle şiire dahil edilmesidir. Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin tarihi boyunca uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını feda edebileceği bazı kutsal değerler vardır. Meselâ hürriyet ve istiklâl, Türk milletinin en kutsal değerleri arasında yer alır. Bu değerler, beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir. Ona göre vatan, bir milletin üzerinde doğup büyüdüğü, ecdadından kanı ve canı pahasına miras kalan mukaddes bir emanettir. Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur. Bir insan topluluğunu millet haline getiren de, hürriyet ve istiklâl gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü zaman, millet olabilme şuuruna ermiş ve vatanını seven her fert, vatanını kurtarmak için en değerli varlığı olan canını bile feda etmekten çekinmez. 23

Yahya Kemal aynı zamanda, Türk edebiyatında Mehmet Akif ERSOY Tanzimat’tan sonraki Batılılaşma sürecinMehmed Âkif, Safahât’ın dördüncü kitabı olade mâzi ile kopan bağları birleştiren zincirin rak 1914 yılında yayımladığı Fatih Kürsüsü’nde, önemli bir halkası kabul edilmektedir. Türk edebiyatında doğrudan doğruya Balkan Savaşı’nı söz konusu eder. “İki Arkagerçekleştirmiş olduğu köklü değişiklikler ve yenilikler hak- daş Fatih Yolunda” başlıklı ilk bölüm, Galata Köprüsü’nde vakında, “Ben daima bize lâzım olanı düşündüm!” diyen Yahya purdan inen iki arkadaşın, Fatih Camii’ne kadar yürüyerek yol Kemal, aynı zamanda, yenileşme adına bir dönem inkâr edi- boyunca yaptıkları konuşmalardan meydana gelmektedir. Bu len ve fuzulî bulunan mâziye ait birçok değer hükmünün bi- konuşma sırasında pek çok toplum ve kültür meselesi nükteli zim aslî değerlerimiz olduğunu kabul ettiren bir yol açıcıdır. bir üslûpla dile getirilir. Dolayısıyla, onun şiirleri kadar kültür, sanat, edebiyat, mede“Vâiz Kürsüde” başlıklı ikinci bölümdeki vâizin konuşması niyet, tarih, millet ve İstanbul hakkında yapmış olduğu tespit ise, birçok yönüyle Mehmed Âkif’in Balkan Savaşı sırasında ve tahliller de son derece önemlidir.22 Fatih Camii kürsüsünde yaptığı konuşmaya benzer. Önce * kâinattaki nizam ve düzenden söz eden hoca, çalışan Batı Bu gruba dahil edilebilecek diğer bir isim de Mehmed Âkif’tir. dünyasının yeryüzüne ve gökyüzüne hükmederken tembelMehmed Âkif her ne kadar 1873 yılında İstanbul’da Fatih’te lik içindeki Şark dünyasının miskinlik içinde bocaladığını andünyaya gelmişse de baba tarafından Rumelili’dir. Çevresin- latır. “Ecdat böyle miydi?” diyerek mâzideki kahramanlıkları de İpekli Hoca diye tanınan babası Mehmed Tahir Efendi, anlatan vâiz, kader ve tevekkülün yanlış anlaşılması üzerinde aslen Arnavutluk’un İpek kasabasının Suşisa köyünden tahsil de durur. için İstanbul’a gelip icazet almış ve İstanbul’da kalmıştır. Konuşmasında milleti, artık hiçbir şeye aldırış etmeyen

24

İstanbul’da Baytar Mektebi’nde okuduğu yıllarda Servet-i Fünuncuların şiir anlayışlarının yaygınlaştığı bir sırada şiir yazmaya başlayan Mehmed Âkif’in sanat anlayışı onlardan

“avam”, her şeyden ümidini kesmiş “bedbinler”, Batı’nın rezillikleri peşinden koşan “zübbeler” ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen “sefiller” olarak dört gruba ayıran vâiz,


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

Üsküp II. Murad Camii

25


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

eğlence düşkünlerine: “Alın eğlenin!” diyerek, birkaç sahne gösterir. Bunlar: Üzerine Bulgar bayrağı çekilmiş Edirne kalesi; Meriç’le Tunca nehri üzerinde yüzen ceset kümeleri; aylarca kandan kıpkızıl akan Arda nehri; Gümülcine’de süngülerle karnı deşilen, alnına haç işareti çizilen Müslümanlar ve sarıklarıyla idam sehpasında sallanan din adamlarıdır. Canlandırılan bütün bu sahneler, üzerinde sarhoşların tepindiği Kosova şehitliği, Vardar’da boğulan masumlar, kandan kızaran Selânik ovası, cesetler, cesetler ve cesetlerle devam eder.. Vâiz konuşmasının sonunda göz yaşlarına hakim olamayan cemaatle birlikte dua ederek vaazını bitirir.24 Mehmed Âkif sadece Balkan Savaşı sırasında değil, Millî Mücadele yıllarında Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nde, Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde verdiği vaazlarla da halkı birlik ve beraberliğe davet ederek artık Anadolu’dan başka gidilecek bir yer kalmadığını, ırz ve namus düşmanlarını hep birlikte vatan topraklarından püskürtmek gerektiğini anlatmıştır.25 “Leylâ”, “Bülbül” ve “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirlerinde yer yer lirizmin doruğuna çıkan Mehmed Âkif, bütün İslâm dünyasıyla beraber Anadolu’nun bir ateş çemberi içinde bulunduğu bir zamanda doğrudan doğruya sanatla meşgul olmayı lüzumsuz bir meşgale saymış ve sanatını doğrudan doğruya milletinin ve memleketinin ıstıraplarını anlatma yolunda kullanmıştır. Türk milletinin ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir zamanda Türk “İstiklâl Marşı”nı kaleme alan Mehmed Âkif, her yönüyle Türk edebiyatının örnek şahsiyetlerinden biri olma özelliğini taşımaktadır. *

26

EDİRNE İÇİN (*)

Ağla sevdiceğim! Gül ruhlerinden, Jâleler dökülsün, nevbahâr oldu! Harâbât ellerin bülbüllerinden Bu ıssız bahçeler nâlekâr oldu!

Gördüğün goncalar elem dağıdır, Ağla rûhum ağla!.. Şimdi çağıdır. Ilık göz yaşları keder dağıdır! Sular bile coşup bî-karâr oldu.

Bir vakit başında hümâ uçardı; Ağaçlar yoluna çiçek saçardı; Bastığın yerlerde çiğdem açardı, Bir yıldır o yerler hep mezâr oldu!

Sevgilim, seninle bağdaşalım gel! O geçmiş günlere ağlaşalım gel!. Sînende tuttuğun gonca-i emel, Sarsar-ı kahr ile târümâr oldu!

Hey Rıza hastayım, gönül şen değil, Misafirhânedir bu, gülşen değil! Sevgilim! Ağlayan sade sen değil, Bu mâtemle herkes zâr zâr oldu!. Rıza Tevfik,1 Nisan 1914

(*) “Edirne’nin sukutu günü yazılmış bir manzumedir. Ben o taraflarda

doğmuşum. Maskat-ı re’sim Cisr-i Mustafa Paşa’dır. O kasabanın

külliyen harâb olduğunu haber almıştım.” (Rıza Tevfik)

RUMELİ İÇİN

Gülşeni açmadan emel goncası, Sarsar-ı felâket perişan etti. Sevgilim, düşmanın hâin pençesi Saçından bir tutam tel aldı gitti.

Biz tazen vârını talan etmiştik, At sürüp o bağı harman etmiştik. Atalar yurdunu vîran etmiştik, O vîran binâyı yel aldı gitti.

Biz hakkın yüzüne sille vurmuştuk Vicdânın emrine karşı durmuştuk. Cehennem üstüne köprü kurmuştuk, Nâmert köprüsünü sel aldı gitti.

Allah’ın gazabı şarka uğradı, Katil çetesini kırdı, doğradı. Anama sövenin kızı, avradı Domuz çobanından döl aldı gitti.

Hey Rıza, dökülen bu kan bizimdi. Düşmana kul olan cânân bizimdi. Rumeli!.. O nazlı vatan bizimdi “Biz benimsemedik el aldı gitti”

Rıza Tevfik


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

KAYBOLAN ŞEHİR

HİLÂL-İ GİRYÂN (I)

Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır, Evlâd-ı fâtihâna onun yâdigârıdır.

Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o.

Kızlar paralandı, köy soyuldu, Çiğnendi vatan, ezildi sînem... Yanya’mla Manastır’ım ne oldu? Kimlerde Selânik’im, Edirne’m?

Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın, Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.

Mescidleri yıktılar ayakla Çiğnendi minâreler, dirîgâ! Mü’minleri kovdular dayakla Kandiller edildi câm-ı sahbâ

Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

Bir gül üstünde bin çarık gezdi Ezdi ebkârı, ezdi ezhârı ... Muhterem her ne varsa hep ezdi!

İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Kan gölleri eyliyor temevvüc Menba’lar inildiyor yanında Her ev kül içinde bir harâbe (*)

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Yahya Kemal Beyatlı

*

HİLÂL-İ GİRYÂN (2)

Baktıkça sana görür hayâlim Akşamı, hazânı, ihtizârı!..

Bedbaht-ı vatan bugün işittim Düşmen seni darbe cür’et etmiş... Sen galib iken taaşşuk ettim Mağlûb iken eyledim perestiş!

Artık o zavallı Rumeli’nde Öksüz gibi kaldı şimdi her yer Bir âsıfa-i memât içinde Ağlar dereler, ağaçlar inler

Şûyîde olur cebîn-i millet

Emvâc-ı sirişk ü demle ancak (**) Cenab Şahabeddin

(*) Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri, s. 271. (**) Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri, s. 273.

27


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

DİPNOTLAR: 12 Hikmet Turhan Dağlıoğlu, Şemseddin Sami, Hayatı ve Eserleri, Mehmet Kaplan, “Cenab Şahabeddin’in Şiirlerinde Pitoresk” ve “Cenab

1

İstanbul 1934. Robert Finn, Türk Romanı: İlk Dönem, 1872-1900 ( çev. Tomris Uyar),

2

Şahabeddin’in Şiirlerinde Ses ve Musiki”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, C. I, İstanbul 1976, s. 392-424.

Ankara 1984, s. 17-23; Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde

13

Araştırmalar, C. II, İstanbul 1987, s. 73-92.

2006, s. 27-31; Fazıl Gökçek, Bir Tartışmanın Hikâyesi- Dekadanlar,

Ömer Faruk Akün, “Hayatı, Hizmetleri ve Eserleri İle Şemseddin Sami”,

3

Temel Türkçe Sözlük, İstanbul 1985, s. VII-XX. İsmail Hikmet (Ertaylan), Türk Edebiyatı Tarihi, C. III, Bakü 1925, s. 799;

4

(Feridun) Kandemir, Kendi Ağzından Rıza Tevfik, İstanbul 1943, s. 94; İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, 2. b., İstanbul 1970, s. 1486.

İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı-Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, İstanbul

İstanbul 2007. Hasan Akay, Cenab Şahabeddin’in Şiirleri Üzerinde Stilistik Bir Araştırma,

13

İstanbul 1998, s. 60-67. 13

Cenab Şahabeddin’in Avrupa Mektupları (haz. Zeynep Uluant), İzmir

15

1997, s. 19-20.

Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, C. I, 4. b., İstanbul 1969, s. 175-181.

16

Rıza Tevfik’in bu yazıları Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı İle İlgili

17

5

6

Makaleleri (Ankara 1982; 2. b., İstanbul 2001) adıyla tarafımızdan bir kitap halinde yayımlanmıştır.

Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri, 2.b., s. 270-273.

Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hâtıraları, İstanbul 1960, s. 20-28. Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım,

İstanbul 1973, s. 3-4, 21. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1963, s. 39-41.

18

Serâb-ı Ömrüm, İstanbul 1949, s. 82-83; s. 110-111.

7

Şiirin geniş bir şekilde tahlili için bk. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri,

19

Abdullah Uçman, Rıza Tevfik’in Şiirleri ve Edebî Makaleleri Üzerinde Bir

8

Araştırma, İstanbul 2004, s. 267-268.

C. I, s. 189-198. H. Vehbi Eralp, Yahya Kemal İçin, İstanbul 1959, s. 14.

20

Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966,

9

s. 408-410.

İstiklâl Marşı-İstikbal Marşı:41 Dize 41 Yorum (ed. Hasan Akay- M. Fatih

10

22

Şiirleri, İstanbul 1934; İnci Enginün, Cenap Şahabettin, Ankara 1989.

Andı), İstanbul 2010, s. 167-168.

Hayatı için bk. Sadettin Nüzhet (Ergun), Cenap Şahabettin, Hayatı ve Seçme

Mehmed Âkif Ersoy, Safahât (haz. M. Ertuğrul Düzdağ, 6. b., İstanbul

11

23

şiirleri, kızları Reşîka Ozankan ve Şîvezat Erez tarafından verilen evrakı

2005, s. 203-260.

Mehmet Kaplan’ın yönetiminde ele alınıp değerlendirilerek Bütün Şiirleri

24

Hayatta iken şiirlerini bir araya getirip yayımlamayan Cenab Şahabeddin’in

(haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci, Abdullah Uçman, İstanbul 1984; 2. b., İstanbul 2011) adıyla yayımlanmıştır.

28

A. H. Tanpınar, Yahya Kemal, s. 179-180.

21

Eşref Edip, Mehmed Âkif-Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1962, s. 128-130.


TÜRK EDEBİYATININ ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN BEŞ EDEBİYATÇI / Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

29


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

30


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE

BALKAN YEMEKLERİ Sennur SEZER*

Balkan halkları daha çok hamur işleriyle tanınır. Adları farklı da olsa Boşnakların oklavasız açtıkları pitalar (börek), Arnavutların ise pırasalı börekleri ünlüdür.

31


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

Balkanlar, son yıllardaki moda söyleyişle Güneydoğu Avrupa, Avrupa kıtasının Güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası’nın Doğusu, Anadolu’nun Batısı ve Kuzeybatısında yer alan coğrafi ve kültürel bölge. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya’yı kapsar. Avrupa’nın yoksul, geri kalmış ve sorunlu yerlerinin başında gelir. İstanbul’un Suriçi mahallelerinin dışına kız vermeyi düşünmeyen hanımlar için: Rumeli. İlk anda nedense bitmeyen göç kervanları düşüyor akla. II. Beyazıt’ın sefere giderken düğüne gitmelerine kızdığı Tatar kabilesinin sürgünü, suikasta yeltenen derviş yüzünden Kalenderilerin sürgünü... Akıncılar ya da evlad-ı Fatihan... Ve bitmez tükenmez Balkan savaşları. İnsan Rumeli türkülerindeki hüznün bu savaşlarda ölenlerden yansıdığını sanıyor...

lerde daha çok kahvaltı edilen sütçü dükkânlarını anımsar. Onların genel adı “Bulgar Sütçü”dür. Sahipleri yaşlandıkça el değiştiren bu dükkânlardan biri 1910’larda Beyoğlu’ndaki Tomas Süthanesiydi. Sonra pastane biçimini aldı: Güven Pastanesi. Bugün şehrin Çerkeso, Baylan, İnci gibi ünlü pastanelerinin kurucuları ve şu andaki yöneticileri de Balkanlardan gelmiştir. Aralarında hem Makedon hem de Arnavut olanlar vardır. Bugün tatlıcılarda tulumba tatlısının “Balkan Tulumbası” diye satıldığını da hatırlayalım.

İlk anda Anadolu’dan Rumeli’ye daha çok gidilmiş, Anadolu Rumeli’yi daha çok etkilemiş gibi geliyor insana. Balkan dillerindeki uygarlık sözcüklerinin Türkçe asıllı oluşu, İvo Andriç’in Boşnakça denilen Slav asıllı dille yazdığında kullandığı Türkçe asıllı sözcükler: (minderluk, çayzanluk, şeçerluk, akşamluk, çiviluk), Balkan ülkelerindeki adı Türkçeden geçtiği açık yemekler (bekri meze, köfteta, dolmadakis, cacikis, tıranata, musakka) hatırlanınca yazacaklarımın yönünü değiştirebilir. Evet, Anadolu Balkanları etkilemiş ama biz Balkanların İstanbul’daki etkilerine öyle alışmışız ki, fark bile etmiyoruz.

Arnavut sözcüğü İstanbul mutfağının yemeklerinden birinin de adıdır: Arnavut ciğeri. Arnavutların seyyar çiğ ciğer satıcısı olduğunu da biliyoruz. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde şu tespiti yapar: “Bu ciğercilerin hepsi Ohri, Görice, Horpuşta Arnavutlarıdır. Nice bin taze ciğeri kırkar ellişer tanesini, yüreği, böbreği, şirdeni bumbarıyla sırıklara dizip “İyi koyun ciğeri” diye feryat ederler.”

Ortodoks İstanbul Fatih İstanbul’la birlikte bir Ortodoks şehri fethetti. Galata, ticaret yüzünden buraya yerleşip, buralı olmuş Katolik Levantenlerin şehriydi, karşı yaka ise Ortodoks Rumların. Genç Sultan Mehmet, şehre daha önce burada yaşama şansları olmayan Gregoryen Ermeniler ile kadim Süryanileri getirtti. Böylece Ortodoks nüfus arttı. Fetihler artınca yeni topraklardan başkente akın başladı: Bulgar, Makedon ve Ortodoks Arnavutlar şehir nüfusuna katıldı. Epirli Ortodoks Arnavutlar, Üsküplü, Gostivarlı, Kalkandelenli Ortodoks Makedonlar geldiler İstanbul’a. Geldiler gelmesine ama İstanbul halkı kendi bildiğince adlandırdı onları, Ortodoks Arnavutlara Rum, Ortodoks Makedonlara da Bulgar dedi. Bu halklar İstanbul’da çoğunlukla pastacılık, tatlıcılık, muhallebicilik, sütçülük, yoğurtçuluk, peynircilik, ekmekçilik, ciğercilik, işkembecilik, tavukçuluk, bahçıvanlık gibi benzeri işlerde çalıştılar. En eskisinden başlayalım. Süt ve süt ürünleri konusunda İstanbul’un günlük yaşamının Bulgar/Makedon etkisinde olduğunu söyleyebiliriz. Yaşı yetmişe ulaşanlar küçük semt32

* Yazar

İstanbul’daki Arnavutlar Fatih’in Arnavutluğu fethinden sonra İstanbul’a gelmişler ve yerleştikleri semte de adlarını vermişlerdir: Arnavutköy. Arnavutların bahçıvanlığının İstanbul mutfağına neler kazandırdığını ayrıntılarıyla bilemiyoruz. Ancak çok acı bir kırmızıbiberin adı da onlarla (belki de tohumu da) gelmiştir İstanbul’a: Arnavut biberi.

Yine Evliya’ya göre İstanbul’da tam 400 ciğer kebabı dükkânı çalışanı varmış. Bu ciğer kebabı dükkanlarında ciğer, kara tavuk (dalak), böbrek, yürek, şirden, ciğer kebabı ve köftesiyle pençeviş pişer. Pençeviş birden fazla anlamı olan bir sözcüktür : 1. Karaciğer. 2. Koyun, keçi bağırsağı, bumbar. 3. Bumbarı pirinç, bulgur, kıyma, kimyonla doldurarak yapılan bir çeşit yemek. 4. Koyun ve keçi bağırsaklarının çevresindeki yağlar. Çelebi bu yemeklerin de yoksul yemeği olduğunu vurgular. Ama bozahanelere gidenlerin bu yemeklere düşkün olduğunu da söz arasında söyleyiverir. Evliya Çelebiye göre İstanbul işkembecilerinin hepsi “Rum”dur ve vergiden muaftır. Daha önceki açıklamamıza göre işkembecilerin Ortodoks Arnavut olması gerekir. Sakatatın etten ucuz oluşu, yoksul halkı ciğer (hem karaciğer hem akciğer), dalak, işkembe, bumbar yemeye, satıcıları da sakatat yemeklerine emek vermeye özendirmiştir. Evliya Çelebi’nin “garip gurebâ yemeğidir” açıklaması da bizi tasdik ediyor. Bu müşterilerin akşamdan kalma olmaları da muhtemeldir: “Bunların dükkânlarında seher vakti olunca yüzlerce fakir mahmur dostlar toplanıp mahmurluğu gidermek için zarafet ve kabahat çorbası yani işkembe aşı yerler. Gerçekten seherle mahmurluğu def için paça, işkembe iyidir derler.” Karşılığı tam alınamayan bu emeği Arnavutlar bir göç bedeli olarak ödemiş olabilirler.


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

Ciğerci

33


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

İşkembe ve tandır baş, paça yemeklerinin satıldığı işkembeciler bugün epey azaldı. Bu dükkânların, yavaş yavaş unutulmakta olan zerdenin de tek satış yeri olduğu hatırlanabilir. Artık evlerde pişirilmeyen, daha çok seyyar satıcıların sattığı kokoreç de bu tür yemeklerdendir. Ancak haşlanarak fırınlanması biçimindeki yemeği unutulmuştur. Eflak Boğdan, Erdel, Tamışvar, Budin ve Atina balıyla meşhur şehirlerdir. Balın şeker yerine kullanıldığı dönemde Atina balının bir fincanının kırk fincan suyla bile tadını koruduğunu yazan Evliya ne kadar mübalağa ederse etsin; o dönem Bal Kapanı’na gelen balların büyük bir bölümü Balkanlardandır. Balkanlar dendiğinde ilk akla gelen belki de “Balkan kaşarı”dır. Kaşar, bir Musevi icadıdır, adı da Yahudice helal anlamındaki “koşer” sözcüğünden türemiştir. Taze ve yağsız bir peynir olan “teleme” İstanbul sofrasına Arnavutlar yoluyla gelmiştir: “Dükkânları yoktur. Çoğunluğu Arnavut halkıdır. Sırıklar üzere ikişer üçer yüz beyaz bez torbalar içre teleme peynirlerini doldurup sırıklara bağlayıp omuzlarında gezdirip “teleme peynir” diye bağırıp gezerler, ama Hûdâ âlimdir bir ter ü taze peynirdir ki bal ile karıştırılsa, ısıcak ekmek ile yense insan ölünceye kadar yiyebilir.” Balkan halkları daha çok hamur işleriyle tanınır. Adları farklı da olsa Boşnakların oklavasız açtıkları pitalar (börek), Arnavutların pırasalı börekleri ünlüdür. Ancak hem Boşnakların hem de Arnavutların iki tatlısı olan hurma ve şekerpare, İstanbul mutfağında yer alır. Bozaların biraz serti Arnavut bozası diye anılır, kuşkusuz Arnavut buluşudur. Ama kulağınıza fısıldayayım, Üsküp’te bozayı yaz günü içebilirsiniz. Ayran kıvamındadır. Elbasan tava adlı et yemeği ise Balkanlardan Türk mutfağına, yapıldığı yerin gerçek bir armağanıdır. Önemli bir Arnavutluk şehri olan Elbasan’ı (Rrethi i Elbasanit) özleyenler onu bir yemek adında yaşattılar belki de.

34

ELBASAN TAVA Malzeme: 1kg incik ya da parça et, 2 su bardağı sıcak su, 4 adet yumurta, 2,5 su bardağı yoğurt, 2 adet soğan, 3 yemek kaşığı tereyağı, 1/2 Su bardağı un, ½ limon suyu, Tuz, karabiber Hazırlanışı: 1. Bir tencerede yağ eritilip kızdırılır. Et içine konarak alt üst edilerek kızartılır.. 2. Soğanlarımızı iri dişe gelir şekilde doğradıktan sonra, etlere ekleyip birkaç defa çevrilir. 3. Öte yanda yemeğimizin ikinci aşaması için yoğurt ve unumuzu bir kapta iyice karıştırırız. 4. Etin suyu süzülür. Etler bir fırın kabına alınır. 5. 2 - 2.5 bardak kadar et suyunu yoğurtlu karışımına yavaşça yedirilir. Bu karışım 10 dk. kadar kısık ateşte ara ara karıştırılarak pişirilir. 6. Yumurtalarımızı ayrı bir kapta iyice çırpıp, kesilmesine bırakmadan pişen karışıma yedirilerek eklenir. 7. Bu hazırlanan sos, fırın tepsisine alınan etlerin üzerine sıcak sıcak dökülür. 8 Önceden ısıtılmış orta sıcaklıkta bir fırında 10-15 dakika üzeri hafif kızarıncaya kadar fırınlayıp, sıcak servis yapılır.


İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE BALKAN YEMEKLERİ / Sennur SEZER

ŞEKERPARE

HURMACIK TATLISI Malzemeler: 3 adet yumurta sarısı, 1 paket eritilmiş tereyağ ya da margarin, 1 paket kabartma tozu , 2,5 su bardağı un İç harcı için: 3/4 su bardağı iri kıyılmış ceviz içi, Tarçın,

Malzeme: 2 adet yumurta, 2 çay bardağı pudra şekeri, 2 çay bardağı sıvı yağ, 1 adet kabartma tozu Aldığı kadar un (ortalama 4 su bardağı), Ortasına batırmak için fındık veya fıstık

Hindistan cevizi

Şurup: 3 su bardağı şeker, 3-3,5 su bardağı su,1/4 limon suyu

Üzeri için:1 adet yumurta sarısı

Hazırlanışı

Şerbeti için: 3 su bardağı şeker, 2,5 su bardağı su, Çeyrek limonun suyu Hazırlanışı: 1. Öncelikle yağ eritilip soğutulur. Daha sonra yumurta, un ve kabartma tozu eklenip hamur yoğrulur. 2. İç malzemeleri karıştırıp hamurdan küçük bezeler alıp elle açıp içerisine cevizli harçtan konup kapatılır. 3. Kapatılan kısım alt tarafa gelecek şekilde yağlanmış fırın tepsisine dizilerek üzerine yumurta sarısı sürülür. 180 derecede fırında pişirilir.

1. Yoğurma kabında, yumurta, pudra şekeri, sıvı yağ ve kabartma tozunu iyice karıştırılır. Aldığı kadar un ilave ederek çok sert olmayan bir hamur yoğrulur. 2. Hamurdan küçük parçalar kopartıp yuvarlayarak hafifçe bastırılır. Yağlanmış fırın tepsisine sıralanır. Üzerlerine fındık yada fıstık batırılır. 3. Önceden ısıtılan fırında 170 derecede 15 dakika hafif pembeleşene kadar pişirilir 4. Şekerpareleri fırından çıkarıp ilk sıcaklığı gidince üzerine soğuk şerbet dökülür. (Biri sıcak biri soğuk olacak). Şurup için 3 - 3,5 su bardağı suya, 3 su bardağı şeker ekleyin. 5 dakika kaynatılır. Şurup hafif kıvamlanınca üzerine limon suyu sıkılıp bir iki taşım daha kaynatılır.

4. Şerbetimizi kaynatıp indirmeye yakın limon suyu ve bir çimdik tuz eklenir. 5. Ilık tatlıya ılık şerbet dökülür.

35


HİLMİ BABA VE 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT/ Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

36


HİLMİ BABA ve 1878 SONRASINDA

HİLMİ BABA VE 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT/ Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT Yrd. Doç. Dr. York NORMAN* 1878, Osmanlı İmparatorluğu için korkunç bir yıldı. Saltanatın, Avrupa vilayetlerinin çoğunluğunu Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan gibi yeni yeni ortaya çıkan milliyetçi devletlere kaybetmesi ve Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan

tarafından işgal edilmesi tahrip edici toplumsal ve siyasal boyutta idi. Yitirilen topraklardan gelen Müslüman toplulukları İstanbul’a ve arda kalan Anadolu ve Orta Doğu eyaletlerine akın ettiler.

37


HİLMİ BABA VE 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT/ Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

1878, Osmanlı İmparatorluğu için korkunç bir yıldı. Saltana- Hilmi Baba, Kallay’ın eğitim ve askeriye ile ilgili reformları tın, Avrupa vilayetlerinin çoğunluğunu Sırbistan, Romanya karşısında aynı derecede şaşkına döndü. Orta Avrupa müfve Bulgaristan gibi yeni yeni ortaya çıkan milliyetçi devletlere redat programına göre parlak ve genç Boşnak Müslüman kaybetmesi ve Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan tarafın- erkekler seküler okullara kaydedilmeye teşvik edildikleri gibi dan işgal edilmesi tahrip edici toplumsal ve siyasal boyutta idi. askerliğe uygun delikanlı gençlerin hepsi Avusturya-MacarsYitirilen topraklardan gelen Müslüman toplulukları İstanbul’a tan memurlarının buyruğu altında askere alınmış Bosnalı ve arda kalan Anadolu ve Orta Doğu eyaletlerine akın ettiler. Sırplar’ın ve Hırvatlar’ın yanında Habsburg Ordusu’nda asBu çoğu kişinin, Osmanlılar’ın yeniçeri ocağını lağvetmesin- kerlik hizmetlerini yerine getirmeye mecbur tutuldular. Hilden sonra üstlendikleri çağdaşlaşma projesinin erdemleri mi Baba ve hemşehrileri bu tedbirler karşısında 1883 yılında hakkında gitgide artan bir karamsarlığa kapılmalarına yol isyan ettiler, ancak mağlup oldular. Hilmi Baba’nın görüşüne açtı. Modern ordu ve eğitim sistemi göre kendisinin ve halkının Müslüile birlikte çok dinli anayasal bir moman olarak başka bir yerde özgürBosnalı Müslümanlara ülkelerinarşiye dönüşme fikrinin, imparace yaşamaları ümidiyle Bosna’dan nin istilasından yapılan en muktorluğu Avrupalı güçler tarafından kaçmak dışında seçenekleri yoktu. tedir yakarışlardan birisi “vatan bölünmekten kurtaracağı konusunHilmi Baba ve onun gibi düşünen da muhacirler, devlet adamları ve aşkının inancın bir parçası oldudiğer muhacirler iki dünya aramüşterek Osmanlı hamiyetperverğu” şeklindeki Hz. Muhammed’in sında tamamen parçalanmışlardı. leri, birbirlerine benzer bir şekilde buyruğu idi. Hilmi Baba için vaHilmi Baba ülkelerinde kalmayı hayal kırıklığına uğradılar. tan Bosna eyaletinden ziyade tercih eden Müslüman Boşnaklarla Bu durum özellikle muhacirlerin heyecan verici bir tartışmaya girişOsmanlı İmparatorluğu’nun kenarasında ekseriyetle aşikârdı. Meti. Kendisine muhalif bakış açısının disi idi. İmparatorluk İslam dünsela, Avusturya-Macaristan İmpaen önde gelen sözcüsü Habsburgyasının en yüksek siyasi liderliğiratorluğu’nun Bosna Hersek’i istila lar tarafından dindar mahallenin ni temsil ediyordu. etmesi Müslüman nüfus arasında cemaatinin başkanlığını yapmak muazzam bir ihtilafa sebep oldu. üzere atanan Müslüman yetkililerOsmanlı İmparatorluğu’na firar eden Bosnalı Müslümanların di. Tuzla müftüsü Tevfik Azapagić, Hilmi Baba’yı ve sürgünü aşağı yukarı 1/3’u topraklarında kalmalarının ya yaşamlarının, yeğleyenleri kendilerine ihtiyacın en yüksek seviyede olduya maişetlerinin ya da inançlarının kaybı ile neticeleneceğine ğu bir anda milletlerini terk etmelerinden dolayı ayıplamak ikna olmuşlardı. Müslüman kimliğe sahip takriben 150.000 ci- için kısa bir risale kaleme aldı. Hilmi Baba, Habsburg yönetiminin görevlendirdiği bu dini otoriteleri konumlarını muvarında göçmenin sürgünü derin bir anlam içeriyordu. hafaza etmek uğruna kendi insanlarına ihanet etmekle suçBosnalı muhacirlerin içerisinde bulundukları zor koşulların layarak, karşılık verdi. Onları dinleyen müslüman Bosnalılar temsilcisi olan şahıslardan biri de Hilmi Baba idi. Kendisi şüphesiz inançlarından vazgeçmeye mahkumdular. aynı zamanda meşhur bir din alimi olduğu gibi işgalin heÖte taraftan, Hilmi Baba Müslüman muhacirlerin Osmanlı’nın men ardından Saraybosna’da etkinliklerde bulunmuştu. merkezine gelirlerse Müslüman cemaatini ıslah etmek için 1880’lerin başlarında Avusturya-Macaristanlılar Bosnalı çok şey yapabileceklerini tasavvur etti. Yakın zamanlarda Müslümanları yoğun bir biçimde asimile etmeye kalkıştıkİstanbul’da kurulmuş, Batı’dan ilham almış okullarda eğitim ları zaman Hilmi Baba İstanbul’a mülteci olarak sığınmayı görmek veya seküler hayat tarzını fazlasıyla benimsemek yedüşündü. Bosna’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu rine Bosna’dan yeni gelenler Müslüman geleneklerine geri valisi Benjamin Kallay, Habsburg yönetimi için Bosnalı Müs- dönüşü ve inancın manevi esaslarına yönelik taahhütü teşvik lümanları kültürel anlamda özbenliklerinden uzaklaştırmaya etmeliydiler. Bu tür argümanlar muhacir topluluğun çoğunçalıştı. Vakıf, medrese ve Müslüman mahkemeleri gibi gele- luğuna ve kırsal kesimden yakınlarda gelen şehirli göçmenneksel İslam müesseselerini düzenledi ve tüm Müslüman lere çekici geldi. Çünkü devlet tarafından ihmal edildiklerini cemaatinin çıkarlarını temsilen baş Müslüman resmi görev- ve Tanzimat’ın duraksayan desteğinden yoksun olduklarını lisini (Reis-ül Ulema) atadı. hissediyorlardı. 38

*

Dr. York Norman Amerika’da Buffalo State College’de Yrd. Doçent olarak akademik çalışmalarını sürdürmektedir.


HİLMİ BABA VE 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT/ Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

Bosnalı Müslümanlara ülkelerinin istilasından yapılan en muktedir yakarışlardan birisi “vatan aşkının inancın bir parçası olduğu” şeklindeki Hz. Muhammed’in buyruğu idi. Hilmi Baba için vatan Bosna eyaletinden ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi idi. İmparatorluk İslam dünyasının en yüksek siyasi liderliğini temsil ediyordu. Öyle ki her yerde ezilen Müslümanların koruyucusu idi. Sultanın halife unvanı, son aksiliklere rağmen Müslüman ümmetinin belki de yeniden canlanabileceği, ilerleyebileceği ümidini devam ettirdi. “Tanrı’nın merhametinin sabah ve akşam hüküm sürdüğü” ve “müminlerin serbestçe ibadet ettikleri İslamın mekânı” (Darül’Islam) buradaydı. Müslümanlar burada “tahrikten kurtuluş bulur”du.

Binaenaleyh, bu zor günlerde tüm Müslümanların üzerine düşen, evlerinde kalmaları ve ulusal bir toplum olarak birliği beraberliği korumalarıydı. Azapagić gitmeye gücü yetmeyen kadın, çoluk çocuk, yaşlı ve yoksulları terk eden zengin kesimi özellikle eleştirdi. İslami hukuk kaynaklarına atıfta bulunarak sevdiklerini gereksiz yere terk eden göçmenlerin cehennemlik olduklarını söyleyip, onları lanetledi.

Azapagić aynı zamanda Müslümanların hicretinin sadece Hz. Muhammed’in sağlığında –ve daha sonra değil- geçerli olduğu münakaşasını yaptı. Avusturya-Macaristan’ın, halkını “zaptetmekten” ziyade Bosna’nın millet olarak gelişebilmesi için insancıl bir şekilde hareket ettiklerini ileri sürdü. İşgalciler ibadet etmelerine, ezan okumalaBosna’da bölgeyi zapt ettikten rına müsaade ettikleri gibi ve direnen Müslümanları ölmüşterek özerkliklerine saygı dürdükten sonra yeni ecnebi göstermişti. Bu yüzden dar’ül otorite sahte bir şekilde Bosharbte yaşamıyorlardı. Kendinalı Müslümanların manevi si gibi İslam hukukunu uygugereksinimlerine ve geleneklayan yetkililerin atanmasınlerine saygı göstereceklerine da yukarıdaki durum aşikâr dair söz verdi. Habsburglular değildi. Bu “din hürriyeti” güAzapagic gi-bi görevlileri, ele nümüzdeki “İslam mekânına” 1900’lü yıllarda Saraybosna geçirdikleri toprakları ve insaneşdeğer nitelikteydi. Eğer ların yavaş yavaş dinden dönmelerini meşru kılmak için tayin muhafazakâr Müslümanlar toplumlarının ihtiyaçlarına bir şeettiler. Avusturya Macaristan İmparatorluğu askeri hizmeti kilde yanıt vermek istiyorlarsa; yüz yüze geldikleri gerçekliğe mecburi kılarak ve okullar inşa ederek gençliği asimile etme- intibak etmeleri gerekiyordu. yi planladı. Hilmi Baba’nın fikrine göre bu eylem darü’l-harb Azapagić’e göre, Bosnalılar’ın müşkülatı Rekonkista’dan soniçin neden teşkil etti. Çünkü sindirilmeye kayıtsız kalmaları ra İspanya’daki Endülüs Müslümanlarının içinde bulundukumumi kimliklerinin yaşamasını yavaş yavaş sona erdirecek- ları durumla benzerlik arz etmekteydi. Her ne kadar İspanya ti. Ebeveynlerin, çocuklarının Müslüman kardeşlerine karşı Kralı gönüllü olarak İberyalı Müslümanlara özerklik bahşether an savaşabilecekleri bir orduya iştirak etmelerine nasıl mek istediyse de Müslümanların çoğu firar etti. Anayurtlarıizin verebilecekleri sorusunu sordu. Katolikler’in idare ettiği nın geçersiz olduğuna hükmettiler. Alman tarzı okullar İslam’a yabancı toplumsal değerleri ve İskan edilecek yer doğrultusunda yapılan bu tür argümanitikatları nasıl öğrencilerin kafasına sokmayacaktı. lar Hilmi Baba için tamamen gerçek dışıydı. Tıpkı İspanya Hilmi Baba’ya göre silahlı mücadele Avusturya-Macaristan Kralı’nın Cordoba’daki Müslüman tebasını Katolikliğe yöİmparatorluğunu durdurmada başarısızlığa uğradığı için nelik din değiştirmeye zorladığı gibi Avusturya-Macaristan Bosnalı Müslümanlar tıpkı Hz. Muhammed’in Mekkeli yetkili- İmparatoru da yakınlarda feth edilmiş Müslüman halkı dinlerin zulmü ile karşılaştığında izlediği yolu takip etmeliydiler. lerini değiştirmeye mecbur edecekti. Saraybosna’da karşıGücü yeter durumda olanlar İslam topraklarına olan muha- laştığı Müslüman kökenli iki Avusturya-Macaristan askeriyle cerete öncülük etmeli ve servetlerini, toplumlarını orada ye- alâkalı hikâyeden bahsediyordu. Macaristan kökenli Türkler niden yerleştirmek için kullanmalıydılar. İma edilen, ruhani olduklarını ve inançlarından vazgeçmek zorunda kaldıklarıve müşterek mukavemetlerini kullanmaları idi. nı söyleyen askerler şimdi ise tekrar ezan sesini duymaktan Azapagić ve Bosna’dan göçe aleyhtar olan diğerleri Hil- çok memnun olduklarını Bosnalı kardeşlerine yüksek sesle mi Baba’nın görüşlerine bütünüyle karşı çıktılar. Osmanlı söylüyordu. Aralarında 12000 kişinin ecnebi hükümdar taİmparatorluğu’nu değil Bosna’yı vatanları olarak gördüler. rafından katliama uğradığına ve 40.000 kişinin dinlerinden

39


HİLMİ BABA VE 1878 SONRASINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BOŞNAK MUHACİRLERİN YAŞADIĞI MÜŞKİLAT/ Yrd. Doç. Dr. York NORMAN

döndürüldüğüne dair şikayette bulundular. Askerler Avusturya-Macaristan’ın atadığı müftülerin Avrupa yönetimi altında umudunu yitiren Müslümanlarla alay etmelerine katılmamıştı. Çünkü bu müftüler yeni Avrupalı üstatlarının idaresinde çok daha fazla maddi ilerleme kaydedeceklerini söylemekteydiler.

biçmeleri açısından Urfa, Halep ve Şam arasındaki tepelerle kaplı alanın ideal olduğunu tavsiye etti. Hiç kuşkusuz, bunu, Hz. Muhammed’e özgün yaşam biçimine geri dönüş olarak gördüğü halde, denizden uzakta izole edilmiş yer Hilmi Baba’ya birçok yönden Bosna’nın kendisini hatırlattı.

Eski bir kartpostalda Bosna Hersek Yine de, Hilmi Baba yeni ikametinde bazı Yine de, Hilmi Baba’nın Türkiye’nin Güsıkıntılarla karşılaştı. Osmanlı bürokratneyinde ve Suriye’nin Kuzeyinde Boslarını, Bosna’da Avusturya-Macaristan’ın nalılar’ın yeniden yerleşmelerine dair yaptıklarına benzer tarzda Batılılaşma yaptığı çağrının tarihsel önemi üzerinde ile ilgili kimi projeleri yerine getirmekle çok durmamak gerekir. Anlaşıldığı kadasuçladı. Mesela Eyüp’te kaldığı sırada, rıyla az sayıda Bosnalı bölgedeki köyleroğlunu şehirdeki Fransızca eğitim veren de yaşamaya geldiler. Ancak bunu Hilmi okula gönderen görünüşe göre dindar Baba’nın mesajının geniş kapsamlı etkisi bir Müslüman memurun evini ziyaret ile aynı kefeye koymak tümden bir basiteder. Evde oğul, babasına yaklaşarak leştirmedir. Açıkçası Hilmi Baba’nın öneokuduğu kitapların Tanrı’yı tek değil de mi Bosna’da, komşu Balkan topraklarında kutsal üçleme olarak nitelendirdiğinden ve tümüyle Osmanlı İmparatorluğu’nda bahseder. Kâtip çocuğuna okula gidip fegörülen siyasal ve demografik uyanış yiz almaya devam etmesi gerektiğini ansırasında gelişen toplumsal hoşnutsuzcak Tanrı’nın tek olduğunu hatırlamasını luğu ifade etmesinden ileri gelmektedir. tenbihler. Hilmi Baba gençlerin kolaylıkla Bosna’nın Avusturya-Macaristan İmparaEski bir kartpostalda Bosna Hersek etkilenebileceklerini ve çocuğunu okultorluğu tarafından işgal edilmesini Hilmi da tutmasının bütünüyle sorumsuz bir tavır olacağının altını Baba engelleyemezdi. Sultan II. Abdulhamid döneminde devam eden çağdaşlaşma reformlarını da durduramazdı. çizerek babayı ikaz eder. Fakat hem Bosna’da hem İstanbul’da Batılı anlamda devlet Hilmi Baba İstanbul’daki Osmanlı yüksek zümresinin Avrupakurucularının çıkarları uğruna feda edildiklerini hisseden dölı mahalle sakinlerine hitap ettiklerini söyleyerek kınar. İslam nemin muhacirlerinin çoğunun temsilcisi idi. Reform çabahukukunun yerine Avrupa kanunnamelerini koydukları gibi larından yabancılaşmış, ulusalcılığın bölücü mizacından kuşAvrupalı büyükelçilere saygı ifade eden bey, ağa veya paşa kulu 1878’den 1908-1909’daki Jön Türk İhtilali’ne kadar olan gibi Müslüman unvanları ile seslenmektedirler. Hatta basdönemde Osmanlı siyasetine egemen olan Pan-İslamist politonlarına kadar kıyafetlerini benimseyecek kadar ileriye gittikalarını takipte merkezi seçmen kitle haline geldi. Avusturmişlerdir! ya-Macaristan Bosna’yı mutlak surette topraklarına katmak Eleştirileri Bosnalı göçmen akranlarına İstanbul’da ya da ya- için ihtilalci ayaklanmayı mazeret gösterdi. Bu olay ve 1912kınında herhangi bir yerde yaşamaktan vazgeçmeleri çağrısı 1913’te Osmanlılar’ın Balkanlar’da geriye kalan topraklarının ile doruk noktasına ulaştı. Sağlıklı ve üretken bir hayat tarzı hemen hemen tamamını kaybetmeleri üzerine Bosnalı musürmek isteyenlerin şayet şehir hayatını topyekün bırakır- hacirler siyasi akıbetleri ne olursa olsun Osmanlı Türkiyesi’ni larsa mutlu olabileceklerini belirtti. Büyükbaş hayvanları kalıcı yuva haline getirmeleri dışında çok az seçenekle kalabeslemeleri ve dışarıdan çok az müdahale ile toprağı ekip kaldılar.

40



RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

42


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ Fatih DALGALI*

Anadolu’dan geçen Batılı gezginler Anadolu’ya;

Turquemenie veya Turquie, Bizans İmparatorluğuna tabii yerlere Romanie veya Romania demeye başladılar. Kısa süre sonra bu kavram Balkan Yarımadasının tamamı için kullanılır oldu. Osmanlılar, Bizans’tan fethettikleri Balkan Yarımadası toprakları için Romania’dan esinlenerek Rum-ili adını kullanmaya başladılar. Rum adı eski anlamını korudu ve coğrafi ad olarak devam etti.

43


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

Adını Batı’dan Doğu’ya uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen dağ silsilesinden alan Balkan yarımadasının Doğu, Güney ve Batı sınırları hakkında mevcut görüş birliğine rağmen Kuzey sınırları tartışmalıdır. Bazı coğrafyacıların, bölgenin Kuzey sınırlarını Tuna ve Drava nehirleri olarak kabul etmeleri yanında, bu sınırı Karpat Dağları’nın Doğusundan geçirenler de vardır. Bu belirlemeye göre Balkan Yarımadası 1.000.000 km²‘lik yüzölçümünü kapsamaktadır. Balkan Yarımadasının dikkati çeken ilk özelliği dağlık oluşu ve zor geçit vermesidir.1

almaktadır. Sarı Saltuk,8 manevi olarak kendisine bağlı olan kalabalık sayıdaki Türkmen nüfusla birlikte Rumeli’ye gelmiş ve burasını yurt edinmiştir. Sarı Saltuk’un Dobruca’daki faaliyeti ve faaliyet alanıyla ilgili en geniş bilgi Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde bulunmaktadır.9 Yazıcızade Ali, II. Murad’a ithaf ettiği Tarih-i Âl-i Selçuk’ta, Rumeli’ye giden göçmenlerin bir kısmının Halil Ece ile birlikte Karesi İline geri döndüklerini, kalanların ise Sarı Saltuk’un etrafında toplandıklarını kaydetmiştir.10

İslam dünyası, Osmanlılardan önce Roma İmparatorluğunun Osmanlı Devleti öncesi Balkanlar’daki dini ve siyasi buhran ülkesini Bilâd-ı Rum veya Memleketü’l Rum olarak tanıyordu. bir birlik ve beraberliğin oluşmasını engellemekteydi. Ayrıca Selçuklularla birlikte Türk hâkimiyetine geçen Anadolu’da Balkanlardaki mevcut hal Türklerin fetihlerini kolaylaştırdı. Rum ismi vaktiyle Bizans idaresinde bulunmuş olan Balkanlar’da Hıristiyan mezhep gruplarını teşkil eden Katolik Anadolu’yu gösteren coğrafi terim olarak kullanılır oldu.2 Latinler (Venedik, Ceneviz ve Macarlar) ve Ortodoks Rum ve XII. yüzyıldan itibaren Anadolu’dan geçen Batılı gezginler İslavlar (Rumlar, Sırplar, Bulgarlar) arasındaki mezhep mücaAnadolu’ya; Turquemenie veya deleleri Türk fetihlerini kolayTurquie, Bizans İmparatorluğulaştıran ilk sebeptir. Papa’-nın Sarı Saltuk, manevi olarak kendisine na tabii yerlere Romanie veya teşvik ve desteğindeki Katolik bağlı olan kalabalık sayıdaki Türkmen Romania demeye başladılar.3 kralların ve prenslerin, OrtoKısa süre sonra bu kavram nüfusla birlikte Rumeli’ye gelmiş ve doks ahali üzerinde kendi mezBalkan Yarımadasının tamamı burasını yurt edinmiştir. Sarı Saltuk’un heplerini bırakıp Katolikliği kaiçin kullanılır oldu. Osmanbul ettirmeye yönelik baskı ve Dobruca’daki faaliyeti ve faaliyet alalılar, Bizans’tan fethettikleri zulümleri Balkanlar’da hayatı nıyla ilgili en geniş bilgi Evliya Çelebi Balkan Yarımadası toprakları çekilmez hale getirdi. Türklerin Seyahatnamesi’nde bulunmaktadır. Yaiçin Romania’dan esinlenerek Ortodoks Hıristiyanlara gösterzıcızade Ali’nin Tarih-i Âl-i Selçuk’unda, Rum-ili adını kullanmaya başdikleri dini müsamaha, Türk Rumeli’ye giden göçmenlerin bir kısmıladılar. Rum adı eski anlamını fetihlerini kolaylaştırmanın yakorudu ve coğrafi ad olarak denın Halil Ece ile birlikte Karesi İline geri nında birçok Balkan halkının vam etti.4 Kâtip Çelebi Cihandöndükleri, kalanların ise Sarı Saltuk’un Müslümanlığı kabul etmesine nüma adlı eserinde, İstanbul etrafında toplandıkları kaydedilmiştir. de sebep oldu.11 Boğazının Kuzey ve Batı’sında bulunan yerlerin “Rum-ili” unBalkanlar, jeopolitik konumu, vanı ile şöhret bulduğunu bildirmektedir.5 Bu tanım başlan- siyasî ve beşerî coğrafyasıyla çeşitli dünya milletlerinin ilgigıçtan itibaren coğrafi bölge adı olarak kullanıldığı gibi, idari sini çeken bir bölgeydi. Burası Avrupa’nın Doğu’ya açılan kataksimatta da genişliği gittikçe büyüyen idari bir birimi ifade pısıydı. Bunun neticesinde Os-manlılar yönlerini kısa sürede etmiştir. Balkanlara çevirdiler.12 Osmanlı orduları Rumeli’de ciddi bir Çeşitli Türk kavimleri, Kuzey Karadeniz bozkırlarından gelip mukavemet görmeden süratle ilerlediler. Tarihte hiç bir ordu VI. yüzyıldan itibaren Balkan yarımadasına yerleştiler. Fakat bu kadar kısa zamanda, bu kadar geniş yerleri kendi ülkesine Bizans’ın dini ve önceden yerleşik hayata geçmiş olan Slavla- katmış değildi. Osmanlı Devleti, bütün bir cemiyet halinde rın baskısı sonucu ortadan kayboldular.6 ilerliyor ve yerleşiyordu.13 Osmanlı Devleti’nin Balkan YarıTürklerin Güneyden gelip Kuzeydoğu Bulgaristan’da yer- madasındaki çabuk ve köklü yerleşmesinde Bizans’ın, Balkan leş-mesi, Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavüs’ün Devletlerinin ve Garp âlemi-nin o sıradaki durumlarının büyük 14 (1238-1278) Dobruca’daki sürgün hayatıyla yakından bağ- etkisi olmuştu. Balkanların en istikrarlı dönemi, Osmanlı idalantılıdır.7 Sultana bağlılığı devam eden çok sayıda Türkmen resinde olduğu 500 yıla yakın dönemdi. Müslümanlar, Avrupa Anadolu’dan gelip Dobruca’ya yerleşti. Türkmenlerin bölge- toprakları üzerinde Hıristiyanlara iki kez üstünlük sağladılar. ye gelişi ve yerleşmeleriyle ilgili çeşitli rivayetler bulunmak- Bunlardan birincisi Endülüs Emevileri döneminde İspanya’da, tadır. Bu rivayetlerin odak noktasında daima Sarı Saltuk yer ikincisi Osmanlı döneminde Balkanlar’da gerçekleşti.15 44

* Yazar


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

XII. yüzyılın sonu XIV. yüzyılın başlarında, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuzeybatı ucunda, ağırlıklı olarak Bizans toprakları üzerinde yayılan bir beylik doğmuştu. Daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu olarak anılacak olan bu beylik, Anadolu’daki diğer beyliklerle temasta olduğu gibi, Bizans ile de bazen dostane bazen de hasmane münasebetlerde bulunmuşlardı. Osmanlı Beyliği, bu münasebetler esnasında önceleri Bizans’ın Anadolu topraklarını ele geçirme gayretinde bulunmuş, sonraları da zaman zaman yardım veya baskı maksadıyla Rumeli’ye kuvvetler sevk etmişti. Diğer taraftan Bizans aleyhine genişlemek isteyen Bulgarlar ve Sırplar da Balkanlar’da önemli bir siyasi güç teşkil etmekteydi. Böylece Osmanlılar, Bulgarlar ve Sırplar her yönden kuşatmış oldukları Bizans İmparatorluğu’ndan aslan payını kapabilmek için büyük gayret harcadı. Bu yüzden Osman Gazi’yle oğlu Orhan Gazi, Bizans’ın gerek iç gerekse dış durumunu yakından takip ettiler ve bu mücadelelere katılarak rakiplerinden daha etkin bir rol oynadılar. Orhan Bey, henüz babası Osman Bey’e vekâlet ettiği tarihten itibaren Trakya sahillerine birçok çıkartma yapmıştı. Bunlara 1321’de Doğu Trakya sahillerine yapılan baskın harekâtı, 1327’de ihtiyar Andronikos’un torununa karşı desteklenmesi ve 1337’de Büyükçekmece ile Epivatos sahillerine taarruz eden 45 gemiden oluşan kuvvetin yenilmesi örnek olarak gösterilebilir. Bununla beraber Kantakuzenos’un Bizans tahtını ele geçirmesiyle birlikte, Osmanlı askerleri 1345, 1346, 1347, 1349 ve 1353 yıllarında muhtelif defalar Trakya ve Makedonya’ya geçerek dâhili ve harici mücadelelere katılmışlardı.16 Osmanlı kuvvetleri ilk defa 1321’de Mudanya’yı aldıktan sonra Marmara Denizi kıyılarına ulaşarak Rumeli ile karşı karşıya geldiler. Zaman zaman da Bizans’ı tazyik maksadıyla küçük gruplar halinde Rumeli’ye geçmeleri Türklerin Rumeli’yi görmelerine ve tanımalarına vesile oldu.17 Osmanlı İmparatorluğu bilindiği üzere farklı din, dil, ırk ve kültürden oluşan çok uluslu bir yapıya sahipti. Bu farklı uluslar, Osmanlı Devleti’nin kendilerine uyguladığı hoşgörü ve adalet politikası sayesinde mutluluk ve refah içinde yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti, Balkanların fethinden sonra da aynı adaletli yönetimi burada uygulamış; eşine az rastlanır tolerans ve hoşgörü siyasetini bu bölgelerde de kendisine düstur edinmişti. Bu izlenen politika sayesinde etnik zümreler hem milli kimliklerini korumuşlar hem de huzur ve mutluluk içinde varlıklarını devam ettirmişlerdi. Öyle ki, Türkleri artık efendileri gibi değil, kardeşleri gibi görmeye başlamışlardı. Yavuz Bülent Bakiler’in “Üsküp’ten Kosova’ya” adlı eserindeki şu sözler bu görüşü tam destekleyici niteliktedir. “Arnavutlar Türkleri o

kadar çok severlerdi ki; Türk kelimesi onlar için bir yerde doğruluk, dürüstlük, yiğitlik, egemenlik, hak bilirlik, halk severlik anlamına gelirdi.” Osmanlı Devleti, Rumeli’ye geçtiği andan itibaren yerli halkla iyi geçinme politikası uygulamış, istimalet (gönül çekme, teselli etme) vererek yerli halkın Osmanlı’ya meyletmesini sağlamıştı.19 Özellikle Balkanların fethinde “Toprak ve reaya sultanındır” prensibini ilan ederek yerli feodallere karşı toprağı ve köylü emeğini devlet veya tımar rejiminin teminatı altına sokmuşlar, yerel feodallerin yerine merkezi imparatorluk rejimini ihya etmişlerdi. Balkan tarihçilerinden N. İorga; anarşiden bıkmış olan köylülerin, Osmanlının merkeziyetçi yapısını uygun bulduklarını ve benimsediklerini kaydetmiştir.20 Ayrıca XIV. asırda Anadolu’da dini ve içtimai açıdan mühim bir rol oynayan, Osmanlı Devleti’nin bu dönem kaynaklarında abdal veya baba unvanıyla anılan ve savaşlara katılan dervişlerden bahsedilmektedir.21 Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Bursa çevresinden Balkanlar’a kadar özellikle kırsal alanlardaki pek çok yerleşim merkezinin dervişlere verilen alanlarda kurulduğu bilinmektedir. Dervişlerin fetih ve iskândan başka İslamlaştırmada da etkilerinin olduğu malumdur. Osmanlı Devleti, fethettiği topraklarda sömürge siyaseti takip etmediği için fetihten kısa bir süre sonra Balkan yarımadasının iskânına öncelik verdi. Gelenlerin çoğunun gayesi Rumeli’yi yurt edinmekti. Anadolu’da olduğu gibi Balkanlarda da Türkleşme ve İslamlaşma, birbirine paralel yürüdü. Osmanlı Devleti Rumeli’ye yerleşme kararıyla geçmiş ve yerli halkla iyi geçinme politikasını uygulayarak halkın Osmanlı’ya meyletmesini sağlamıştır. Süleyman Paşa’nın Bizans’a yardım amacıyla Trakya’ya geçtiği andan itibaren Rumeli, Türkler için önemli bir yer oldu. I. Murad (1360–1389), Edirne’nin fethinden sonra Rumeli Beylerbeyliğini oluşturarak Lala Şahin Paşa’yı Beylerbeyi atadı. Rumeli Beylerbeyliği kuruluşunda; idari olmaktan ziyade askeri bir kimliğe sahipti ve Rumeli toprakları Osmanlı sınırlarının dışında kalıncaya kadar ayrıcalıklı statüsünü korudu, daima Anadolu Beylerbeyliğinden önde geldi.22 1354’te Gelibolu Yarımadasına geçen Osmanlılar, 1361’de Edirne’yi alarak bir süre sonra başkent yaptılar. Buradan Balkanlardaki Hıristiyan devletlere karşı akınlar düzenlediler. XV. yüzyıl başlarında Anadolu’daki savaşlar nedeniyle duraklayan bu ilerleme II. Murad’la birlikte yeniden hız kazandı. II. Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethiyle Balkan Yarımadası’nın Osmanlı egemenliğine girme süreci tamamlanmış oldu. Osmanlılar, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Orta Avrupa’ya yöneldiler. 1521’de Belgrad’ı aldılar. 1526’da Mohaç’ta Macar ordusunu bozguna uğrattılar. 1529’da başarısız I. Viyana kuşatmasıyla, Osmanlı Devletinin Batı’ya doğru

45


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

46


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

Katip Çelebi, Cihannuma, Sadeleştirilmiş metin, Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul 2010, Sayfa: 138 -139.

47


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

genişlemesi durdu. Balkanların Güney’i doğrudan İmparatorluğa bağlanırken, Erdel, Eflak ve Boğdan özerk eyaletler biçiminde yönetildi.23 Osmanlı modernleşmesini hızlandıran etkenlerin başında ulusalcılık akımları ve hareketleri gelir ki bunlar aynı zamanda imparatorluğun yıkımını da hazırlamıştır. Ulusalcılık, Balkanlarda Osmanlı egemenliğine karşı ortaya çıkmış bir akımdır. XIV-XV. yüzyılların Osmanlı Balkan fetihleri bir yerde Balkanlara yeni bir dinginlik getirmiş ve geleneksel sistemi restore etmişti. Bu yenileme, Balkanlarda o dönemde süren toplumsal değişme sancılarını durdurmuştu. Ancak XVII. yüzyılda doruk noktasına ulaşan Osmanlı gücünün, Rumeli’de ve özellikle Anadolu’da başlayan iktisadi-sosyal değişmenin sancıları ve hoşnutsuzlukla yüz yüze gelmesi fazla gecikmedi. İmparatorluk, dünyasının değişen şartlarına uyum sağlayamıyor ve devletin arazi rejimi, bürokratik örgütlenmesi, asıl önemlisi de devletin askeri düzeni büyük sarsıntılar geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dinlere bağlı ve çeşitli diller konuşan unsurları arasında XVI. yüzyıldan beri gerek kültürel, gerekse ulusalcı nitelikli bazı hareketlerin ya da kıpırdanmaların olduğu bilinmekteydi. Bu nedenle Balkanlardaki uyanışı 1789’daki Fransız İhtilali’nin bir sonucu gibi göstermek pek doğru değildir. Balkan halkları arasında ulusçuluk hareketleri ve ulusçuluğun gelişimi her hangi bir Avrupa ülkesinde olduğundan daha farklıdır XVIII. ve XIX. yüzyılları kapsayan Balkan ulusalcılığı nitelik olarak çağdaş dünyanın koloni ülkelerindeki ulusçu hareketlerden de farklıdır. Osmanlı imparatorluğunun sosyal-ekonomik düzeni ve hukuki yapısından dolayı Balkanlarda soya dayalı bir aristokrasi gelişmemiş, XIV. yüzyıldan önceki yerli aristokrasi de hemen hemen yok olmuştur. Balkan İslavlarının ulusçu hareketi ön planda kilisenin, XVIII. yüzyıldan itibaren ise, gelişen ticaret burjuvazisinin ve daha sonra da köylülerin katılmasıyla gelişti. Ulusalcılığın karşısında Osmanlılık vardı (bu düşünce Osmanlıcılık değildir) bu Osmanlılık bir yaşam tarzı ve toplum düzeniydi, henüz bir ideoloji olmamıştı. XVIII. yüzyıldan sonra Osmanlılık hilafet ve resmi İslamlığın beslediği bir ideoloji olmaya başlayacaktı.

48

Balkanlarda patlak veren başkaldırma hareketleri, Osmanlı Devletini içinden çıkılmaz bir buhrana sürüklemişti. Çünkü devletin isyanlara gerekli karşılığı verememesi isyancıları daha da iştahlandırdığı gibi Avrupalı büyük devletlerin de daha fazla içişlerine karışmalarına neden olmuştu. Çünkü Avrupalı devletler bu bağımsızlık hareketlerini kendi menfaatleri gereği derhal uluslararası bir sorun haline getirerek çözüm yoluna gitmişlerdi. Bu durum, Balkan uluslarının daha da şımarmalarına ve Osmanlı Devleti’nin prestijinin sarsılmasına neden olmuştu. Osmanlı Devleti’ndeki kötü gidişat

Tanzimat ve Islahat hareketlerine zemin hazırlamış, ancak bu yenilikler de devleti dağılmaktan kurtaramamıştı. Özellikle Balkanlardaki ilk bağımsızlık kıpırdanışları Ruslara da Osmanlılar üzerindeki tarihi ve milli politikalarını uygulamaları içinde yeni bir fırsat vermişti. Rusların müdahale ve kışkırtmalarıyla isyanlar daha da şiddetlenmiş, olaylar Osmanlı-Rus savaşlarına zemin hazırlamıştı. Balkanlardaki ilk milliyetçi kıpırdanmalar aynı zamanda kendinden sonraki isyan hareketlerine yön ve destek verici nitelikteydi. Osmanlı Devletinin içine düştüğü bu zor durumdan yararlanmak üzere büyük devletler yeni topraklar ve çıkarlar elde etmek istiyrdu. Hıristiyan topluluklar ise bağımsızlıklarını kazanmak amacıyla ayaklanma, hatta devletin valileri kendi başlarına buyruk olmak için çeşitli çarelere başvurmak ve girişimlerde bulunmak yolunu tutmuşlardı. İşte bütün bunlar da devleti içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. DİPNOTLAR: 1

Kemal H.Karpat , “Balkanlar” , DİY. İ.A. , s. 25.

2

Halil İnalcık; “Rumeli” İ.A. , C.IX, s.767.

3

Osman Turan, “ Mesud I”, İ.A. , C. VI., s.724.

Akdes Nimet Kurat ve Rauf Ahmet Hotinli ; “Bulgaristan” ,İ.A. , s. 697 – 698. 4

M. Tayyib Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devri Başlarında Rumeli Eyaleti, Livaları, Şehir ve Kasabaları”, Belleten, C. XX. Ankara 1956, s. 247 – 248.

5

6

Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul 1993, 9 – 34.

7

Osman Turan; Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 497.

8

Aurel Decei, “Dobruca”, İ.A. , 630.

9

Franz Babinger; “Sarı Saltuk Dede” İ.A. , 620 – 621. ; Ahmet Yaşar Ocak; “Sarı Saltuk ve Saltukname”, Türk Kültürü, S. 197, İstanbul 1979. , s.42 – 61.

10

Decei, a.g.m. , s.630.

11

A.Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Çev; Ragıb Hulusi, İstanbul, 1995, s. 64

12

Mediha Akarslan, Bosna-Hersek ve Türkiye, İstanbul 1993, s.29.

13

Erol Güngör, Tarihte Türkler, İstanbul 1997, s.190.

14

Fuat Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1984, s. 4.

15

Mediha Akarslan, Bosna-Hersek ve Türkiye, İstanbul 1993, s.30.

16

İlker Alp , “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Döneminde Rumeli’nin Türkler Tarafından İskânı” , Söğüt III. Osmanlı Sempozyumu (Eylül 1988, Söğüt ), Ankara 1989, s. 39 – 40.

17

18

Necdet Öztürk , “Osmanlıların Rumeli’ye Geçişi ve Gelibolu’nun Fethi” , Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 52, İstanbul, 1991, s. 22. Yavuz Bülent Bakiler, Üsküp’ten Kosava’ya, Ankara 1996, s.102.

Halil İnalcık, “Rumeli” , İ.A. , s.770.

19

Halil İnalcık, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğuna”, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve vesikalar, Ankara 1954, s. 138 – 139.

20

21

Köprülü, a.g.e. , s. 94 – 95.

22

Mehmet İbşirli; “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, İstanbul 1994, s. 225.

23

24

Heyet, Balkanların Dünü-Bugünü-Yarını, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul 1993, s.15–16. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1987, s. 47-50.


RUM-İLİ’NİN FETHİ VE ULUS DEVLET ANLAYIŞININ GETİRDİKLERİ / Fatih DALGALI

49


50


OYALANMALAR YA DA

“BİR AMERİKAN DİPLOMATININ * İSTANBUL ANILARI” Ahmet Akif TOSUN** S.S.Cox, iki yıllık görev süresini kapsayan ve Türkçe’de, “Bir Amerikan Diplomatının İstanbul Anıları” adı ile yayınlanmış olan hatıratının önsözünde, kitabın sadece adının değil kendisinin de bir oyalanma olduğunu söyler.

51


OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”/ Ahmet Akif TOSUN

Samuel Sullivan Cox, Amerikalı bir politikacı ve 1885-1887 Kitabın Türkçe baskısı yapılırken yayınevi herhale okurunun yılları arasında İstanbul’da ABD hükümetini temsil etmiş olan rikayı çözecek ve Osmanlıca’yı anlayacak kadar Türkçe bildibüyükelçidir. 1856 yılında başladığı ABD Temsilciler Meclisi ğini düşünmüş olacak ki, bu metnin Latin harfleri ile çeviriyaüyeliği görevini önce Ohio daha sonra da New York bölgesini zısını yayımlamamış.Türkçe baskıda bu metnin Latin harfleri temsil ederek 1885 senesine kadar kısa kesintilerle sürdürmüş- ile yayımlanmış halini göremeyince, kitabın İngilizce aslını tür. Beş defa seçimleri kazanarak görev yapan Cox, 1885’de temin ederek orada nasıl yayımlandığına baktık. Yazar ABD dönemin Amerikan Başkanı Glover Cleveland’ın teklifi üzeri- büyükelçisi S.S.Cox, orijinal kitapta Amerikalı okuyucunun ne Temsilciler Meclisi üyeliğinden istifa ederek Türkiye’ye Bü- anlaması için, Türkçe ithaf yazısının İngilizcesini “Dedication yükelçi olarak atanmıştır. Amerikalı diplomatın Türkçe’ye Gül by Permission” başlığı ile kitaba koymuş, ancak belirttiğimiz Çağalı Güven’in temiz çevirisi ile gibi bu metnin ne ingilizceden kazandırılmış olan hatıratı 2010 tercümesi ne de rikanın Latin senesinde Türkiye İş Bankası KülAmerikalı bir politikacı ve diplomat harflerine çeviriyazısı İş Bankası tür Yayınların’dan çıktı. Kültür Yayınları’ndan çıkan kiolan Samuel Sullivan Cox’ın ülkemiz tapta yok. Rika hattı okumakta S.S.Cox, iki yıllık görev süresihakkındaki kitabı nihayet dilimize kagüçlük çekenler için burada yani kapsayan ve Türkçe’de, “Bir zandırıldı. Ancak editöre ya da çevirAmerikan Diplomatının İstanbul zının çeviriyazısını veriyoruz. mene ait bir önsöz ya da dipnot içerAnıları” adı ile yayınlanmış olan Kitabın aslı ile tercümesi arameden yayımlanan kitaptaki sansür, hatıratının önsözünde, kitabın sındaki bu farktan sonra orijinal Türk okurlar için gizemini korumakta. sadece adının değil kendisinin kitabın içindekiler kısmı ile terde bir oyalanma olduğunu söycüme arasında da bir farklılık oller. Kitabın adını İngilizce’den duğunu gördük. Elli bir bölümde tamamlanmış Türkçe’ye birebir çevirirsek, “bir diplomatın Türolan orijinal kitap Türkçe’de kırk dokuz bölümkiye’deki oyalanmaları” diyebiliriz herhalde. Hem muhteva hem de dil olarak Cox gayri resmi bir de bitivermiş. Başlıkları incelediğimizde ise 18. uslup tercih etmiş, hatıralarında resmi işlerin sıve 19. bölümlerin tümden çıkartıldığını gördük. kıcılığından ziyade iki yıl yaşadığı Türkiye ile igili Çıkarılan bölümlerin başlıkları merakımızı daha özellikle Amerikalı okura ilginç geleceğini düşünda arttırdı, “Religions of the East: The Caliphate düğü ayrıntıları ve gündelik hayattan kesitleri and its Consequences” (Doğu Dinleri: Hilafet ve anlatmış. Tabii bütün bunları yaparken dönemin sonuçları), ve “Religions of the East: Moslem” Padişahı, Sultan II. Abdülhamid ile yaptığı görüşSamuel Sullivan Cox (Doğu Dinleri: Müslümanlık). meleri, katıldığı davetleri, saray yaşantısına dair gözlemlerini çeşitli çizim ve fotoğraflarla desteklemiş, elin- Kitabın önsözünde yayıncının/mütercimin bu atlanan böden geldiğince ayrıntılı bir şekilde tasvir etmiş; bütün bu iş- lümlerle ilgili bir açıklaması var mı diye baktık ancak böyle lerin içinde de siyasi rakiplerinin ve gazetecilerin eleştirilerine bir önsöze ya da dipnota da rastlayamadık. İngilizce metnin cevap yetiştirmeye çalışmış. farklı nüshalarını karşılaştırarak kitapları bir daha incelediğiYazılmasının üzerinden bir asırdan daha fazla zaman geçen mizde bizim elimizdeki İngilizce nüsha ile tercümeye esas bu hatıratı bir makalenin sayfalarına taşımamızın iki önem- olan nüsha arasındaki tarih farkını gördük. Bizim elimizdeki li sebebi var. Bunlardan biri, eserin İstanbul’un 19. yüzyılın kitap 1. baskı olmalıydı, ancak tercümeye kaynak olan metin sonundaki gündelik yaşantısına yapılmış bir şahitliği bize için künyede verilen bilgi, “Newyork 1893” şeklindeydi. Acaba aktarması ve bunu yaparken bir yabancının gözüyle ka- 1887 ve 1893 te yapılan farklı baskılarda bu bölümler yazar leme alındığı için muhtemelen o dönemde yaşayan bir İs- tarafından çıkartılmış mıydı? Bunu anlamak için ise kitabın tanbullu’nun dikkatini çekmeyecek ayrıntılara, yabancı ol- 1893 baskısının Kanada Toronto Üniversitesi kütüphanesinde manın yol açtığı bir hayret ile yer vermesi. İkinci husus ise bir kopyasının olduğunu ve bu kopyanın da artık telif hakları Sultan II. Abdülhamid adına, okunaklı bir rika ile yazılmış serbest olan bir eser olduğu için internet üzerinden yayınTürkçe ithaf yazısını ve onun karşısında sultanın at üzerin- lanmakta olduğunu öğrendik (ilgilenenler için adresi: http:// de göründüğü bir gençlik resmini bu kitabın ilk sayfalarn- archive.org/details/diversionsofdipl00coxsuoft ). Görünen o da görmemiz. Yazımızın konusu bu maddelerden daha çok ki kitabın bu kopyasında da yazar hiçbir değişiklik yapmadan ikincisi ile ilgili. elli bir bölüm olarak hatıratını yayınlatmıştı. 52

*“Diversions of a Diplomat in Turkey”, Cox S.S., C.L. Webster & Co. New York, 1887. Bir Amerikan Diplomatının İstanbul Anıları, Cox S.S., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2010.

** Yazar


OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”/ Ahmet AKİF TOSUN

53


OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”/ Ahmet Akif TOSUN

İthaf Müsaadeleriyle Haşmetli II. Abdülhamid’e, Osmanlılar ve diğerlerinin Hükümdarı Devletinizin başşehrindeki yaklaşık iki sene ikametim müddetince, bu şehrin durumu, tabii güzellikleri yanında büyük bir ticaret merkezi olarak dikkatimden kaçmadı. Bu zaman zarfında ve Majestelerine yakın bir Amerikan Bakanı olarak, ülkeme karşı, şayet sizi memnun edecekse şunu da ekleyebilirim, eşim ve bana karşı, aşikar dostluk gösterilerinize mahzar olmak benim için çok özel bir lütuftu. Sizin alakanızın bu delilleri beni evime kadar takip etti ve sosyal hayatın bir diğer sahasına girmiştir. Amerika’ya dönüşümden bu yana, Doğu hatıralarım üzerinde sıklıkla iyice düşündüm. Tüm bu güzellikler arasında, hiçbiri başşehrinizde sürdürdüğüm ilişkilerin hatıralarından daha büyüleyici değildi. Devletinizin hükümeti veya hükümetlerinin kompleks formunu müşahede ettim. Otoritenizin devamı ve tüm menfaatlerin mutabakatını, sadece bir sivil yönetici değil aynı zamanda Doğu’nun büyük İnancı’nın başı olarak, sağlamadaki kabiliyet, dikkat ve doğruluğunuza hayran kaldım. Müteakip sayfalarda, barışın devamı için gösterdiğiniz çabalarınızı ve diğer hükümetlerle aranızdaki harmoniyi ilerletmedeki tolerans ve ölçülülüğünüzü ihmal etmeksizin, müşahedelerime sadık kalmaya gayret ettim. Bu nedenle, bu kitabı, hem kalbimde yaşattığım saygının bir delili olarak hem de aleni erdemleriniz ve şahsi karakteriniz için, Majestelerine ithaf etmem için müsaadelerinizi istiyorum. Şerefle, En yüksek saygılarla, SAMUEL S. Cox.

New York Şehri, 30 Eylül 1887.

54

Hepimizin bildiği Osman Gazi ile Şey Edebalı arasında geçen hikayenin, Ertuğrul Gazi ile bir Arap arasında geçmesi mi dersiniz, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvereyi defalarca birbiri ile karıştırması mı? Yoksa Hazreti Muhammed’in nübüvvetten önce bir “deve sürücüsüyken(!)” Sina dağına giderek oradaki manastırın rahibine emanname sözü vermesi mi, Azam ve Şafi adlı iki imamın kurduğu mezheplere dahil olmayanların tümünün “mehzembis” (mezhebsiz?) ya da “kiaffir” (kafir?) diye adlandırıldıklarını söylemesi mi?

Metinlerin başlıkları dikkatimizi çektiği için asıllarını okuyarak bu bölümlerin yayınevi tarafından neden yayınlanmadığını anlamaya çalıştık. (Biz tercümanın eline aldığı kitabı tam olarak çevirerek yayımcıya bu şekilde verdiğini kabul ediyor; bunun için burada değişikliğin yayınevi tarafından yapıldığını düşünüyoruz.)

Örneklerini zikrettiğimiz bu satırlarda belirtilen bilgi yanlışlarının tercüme edilerek neden kitaba alınmadığını bilemiyoruz. Bir ihtimal bunların tartışmaya yol açacak olmasıydı ya da bu kadar fahiş hataları olan bir yazarın rivayeten öğrendiği bu hususlar nedeniyle şahitlikleri ile aktardığı diğer bilgilerin güvenilirliğinin zedeleneceğinin düşünülmesi.

Kitabın Türkçe baskısında yayınlanmayan 18. bölümü okuduğumuzda karşlaştığımız manzara ise gerçekten içler acısıydı. Kendi ülkesine bilirkişi olarak yabancı bir halkı, ülkeyi ve onların dinini bilirkişi kimliği ile anlatmaya çalışan ABD büyükelçisinin İslam, Hilafet ve Osmanlı hakkında kaleme aldıklarının, böyle bir kitap için asla kabul edilemeyecek basitlikte bilgi yanlışlıkları ile dolu olduğunu gördük.

Yayımcı tüm bu eksik bölümleri ayrıntılı dipnotlarla yayımlayabilirdi. Böylece günümüze kadar gelmiş, Doğu ile ilgili bakış açısının tarihi kaynaklarından biri bizlerle paylaşılmış olurdu. Aksi durumda, kitabın editörünün ya da çevirmenin yazacağı bir önsözde bu tasarrufların kullanılma nedenlerinin okuyucu ile paylaşılması gerekirdi. Bu sayede okurlar yayınevinin sansürden ne murad ettiğini bilme olanağına erişirdi.


OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”/ Ahmet AKİF TOSUN

Kitabın Türkçe çevirisinde yer almayan görsellerden “Dervişler” ve “Kur’an okuyan bir Müslüman” isimli gravürler

55


OYALANMALAR YA DA “BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI”/ Ahmet Akif TOSUN

MOSTAR KÖPRÜSÜ Eski Mostar şehrinin mimari ve kentsel yapısının ayrılmaz bir parçası olan eser 1566-67 yılları arasında inşa edilmiştir. Mimar Hayrettin’in eseridir. Mostar’ın simgesi haline gelen ve dünyanın en büyük tek gözlü taş köprülerinden biri olan köprü, 1993 yılında savaş sırasında yıkılmıştır. Büyük bir mimarlık mantığıyla estetiği buluşturan ve gerek sanatsal, gerekse bilimsel açıdan müstesna bir eser olan köprü, 2003 yılında, yeniden inşa edilerek hizmete açılmıştır. Mostar Köprüsü, Miniaturk’un en çok ilgi gören maketleri arasındadır.

56


İSTANBUL MEKÂN

RUMELİ HAN II. Abdülhamid’in başmabeyincisi olan Ragıp Paşa, Beyoğlu’na adını Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının bulunduğu üç coğrafyadan alan üç adet han yaptırmıştır: Afrika, Anadolu ve Rumeli hanları. Bu binalardan Rumeli Han, İstiklâl Caddesi üzerinde, Ağa Camii’nin yanında yer almaktadır. Neoklasik üsluptaki binanın üç girişi vardır. İstiklâl Caddesi’ne bakan girişte ana kapı bulunur. Bu kapı barok ve ampir tarzlarda süslenmiştir. Kapının iki yanında Arap ve Latin harfleriyle pasajın adı yazar.

57

Rumeli han beş katlıdır. Ağa Camii tarafında durup başınızı yukarı kaldırdığınızda dikkatinizi çeken soğan kubbe, binanın eklektik bir mimariye sahip olduğunu gösterir. Oturum amacıyla yapılan han daha sonra bir iş merkezine dönüşmüştür. Girişindeki Rebul, İstanbul’un en eski eczanelerindendir. İstiklâl Caddesi üzerinde yürüyen biri meraka kapılıp bu hana girecek olursa, bir süre için Beyoğlu’ndan kopacak ve kasvetli iç mimari onu adeta yeni bir dünyaya götürecektir.


BULGARİSTAN’DA TÜRK İSLAM KÜLTÜRÜ VE SANATI Bulgaristan, tarihte Türk milletine bağlı kavimlerin ve boyların uğrağı ve yurdu olmuştur. Hiç bir zaman işgalci olmayan ve fethettikleri yerleri yurt edinen Türk boyları buralara önem vermiş ve imar etmiştir. Kültürümüzün önemli eserlerini barındıran ortak bir mazimizin bulunduğu Bulgaristan’daki Türkİslam sanatını inceleyen Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu’nun hazırladığı bu eserde Bulgaristan’da Türk varlığının, Türk-İslam kültür ve sanat hayatının kapsamlı bir şekilde ortaya konulduğunu görüyoruz. Eserin hazırlanmasında Osmanlı ve Bulgaristan devlet arşiv belgelerinden, Bulgaristan’da yayımlanan Türkçe ve Bulgarca gazete, dergi, makale, kitap, salnameler ve istatistiklerden faydalanılmış. Bu hacimli kitap dört ana bölümden oluşuyor: Bulgaristan’da Türk Varlığı, Bulgaristan’da Türk İslam Kültürü ve Sanatı, Osmanlı Dönemi Sonrası Bulgaristan’da Türk-İslam Kültürü ve Sanatı, Demokrasiye Geçiş Döneminde Bulgaristan’da Türk-İslam Kültürü ve Sanatı.

58

teşkil eden pek çok yazılı anıt da Türk Epigrafik Anıtları başlığında toplanmış. İktisadi ve içtimai hayatla ilgili eserler; taşköprüleri, bedestenler, kervansaray ve hanlar ayrı ayrı başlıklarda ele alınmış. Hamamlar, çeşmeler, şadırvanlar, saat kuleleri gibi yapılara da yer veren kitapta eğitim ve kültür eserleri geniş bir şekilde yer buluyor. XIX. yüzyılda çağdaş teknolojinin gelişmesiyle temelleri atılan matbaacılığın Bulgaristan’daki gelişimine değinen kitap, Türk dili, edebiyatı, gelenekleri ve göreneklerinin Bulgaristan’daki yansımasının izlerini de sürüyor. Osmanlı dönemi sonrası Bulgaristan’da Türk-İslam kültürü ve sanatının anlatıldığı bölümde; Prenslik, Krallık (Çarlık), Komünizm dönemlerinde Türk-Müslüman topluluğunun dini hayatı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan Balkan Savaşlarına kadar Bulgaristan’da Türk eğitimi; mektepler, öğretmenler, vilayetler, öğrenciler, okutulan dersler grafiklerle anlatılmış, belgelerle desteklenmiş.

Osmanlılardan önce Bulgaristan’da Türk varlığının; Hunlar, Avarlar, Bulgarlar (Oğurlar), Peçenekler, Oğuzlar (Uzlar), Kumanlar alt başlıklarında anlatıldığı birinci bölüm Anadolu’da iskân edilen Türkler ve Osmanlı Türklerinin Bulgaristan’a yerleşmesi konularını da ihtiva ediyor.

Demokrasiye geçiş döneminde Bulgaristan’da Türk-İslam kültürünün ve sanatının anlatıldığı dördüncü bölümde; Türk kültür ve sanatının yeniden doğuşu, Türk-Müslüman topluluğunun dinî hayatı ve dinî kurumların yeniden yapılandırılması üzerinde durulmuş.

Kitabın ismiyle aynı adı taşıyan ikinci bölümde; Bulgaristan’da Türk kültür ve sanatının ilk izleri anlatılmakla birlikte, buradaki Osmanlı-Türk kültürünün eserleri de ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. Dini karakter taşıyan eserler olarak camiler, mescitler, tekkeler, zaviyeler ve türbeler; konumları, tarihi ve yapısal özellikleri bakımından incelenmiş. Yine Bulgaristan’da XIV. yüzyıldan beri Türk dili, tarihi ve kültürü için önemli kaynak

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Rumeli’deki Türk nüfusa büyük darbe vurmuş; ama yine de Balkanlardaki Türk izleri Türk sanatının abidevi eserleri sayesinde silinmemiştir. Günümüzde Türk nüfusunun azalmasına rağmen Türk mimarisi ve sanatı yoğunluktadır. Bulgaristan’da Türk-İslam Kültürü ve Sanatı isimli eser muhtevasıyla Bulgaristan’da Türk-İslam kültürü ve sanatını kapsamlı bir şekilde ortaya koymaktadır.


KÖPRÜLER KURDUK BALKANLARA Türklerin Balkanlar’daki varlığı çok eski tarihlere dayanır. Kıpçaklar, Uzlar, Peçenekler ve Hunlar Balkanlar’da at koşturmuşlardır. Osmanlı Devleti Balkanlar’da, dinlerarası ve mezheplerarası ilişkileri geliştiren köprüler kurmuştur. Tarihten günümüze köprü olabilme; günümüz Türkiyesi ile Balkan ülkeleri, Balkanlar’daki Türkler ile akraba toplulukları ve diğer komşuları arasında iletişim sağlayabilme düşüncesiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2008 yılında “Köprüler Kurduk Balkanlara” isimli uluslararası bir sempozyum düzenledi. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin dosya konusunun Balkanlar olması hasebiyle; düzenlenen bu sempozyumu ve burada sunulan makale konularını hatırlatmak istedik. Zira artık sadece sahaflarda ve kütüphanelerde bulabileceğiniz Köprüler Kurduk Balkanlara adlı sempozyum tebliğlerinden oluşan bu eser, muhtevasıyla konuya ilgi duyanların dikkatini çekecek nitelikte. Balkanlar’dan yaşanan göçleri, Adakale’yi, Balkanlar’daki dil ve folklorü, Balkanlar’ın Türk edebiyatında ve Türk tiyatrosundaki yerini, Türk vakıflarını, Balkanlar’da dünya kültürel mirasına katkıda bulunan mimari eserleri; Bosna Hersek’teki, Romanya’daki, Batı Trakya’daki Arnavutluk’taki Türkleri, Kosova’nın bağımsızlığını ele alan makalele listesine bir göz atalım: “Osmanlı Sisteminde Değişim Probleminin Bir Göstergesi Olarak 19.y y Nüfus Hareketleri” - Prof. Dr. Gülfettin Çelik, “Rumeli’den Bir Ruhani Göç Hikâyesi: Elbasanlı Selim Ruhi Baba” - Prof. Dr. Frances Trix, “Savaşarası Dönemde Yugoslavya Krallığı’ndan Türkiye’ye Arnavut Göçleri (1919-1935)” Yrd. Doç. Dr. Nurcan Özgür Baklacıoğlu, “Adakale’nin Nüfusu, Demografik Özellikleri ve Göçler (1878-1913)” - H. Yıldırım Ağanoğlu, “Balkan Halklarının Dil ve Folklorunda Türk İzleri” - Prof. Dr. Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, “Balkan Savaşı’nın

Edebiyata Yansıması” - Haluk Harun Duman, “Türk Tiyatro Eserlerinde Balkan Motifi” - Doç. Dr. Enver Töre, “20. Asrın Başlarında Kosova, Manastır, Selanik Vilayetlerinde Rum Bulgar Kilise ve Mektep Anlaşmazlıkları” - Yrd. Doç. Dr. Şamil Mutlu, “Osmanlı- Rus Savaşından Sonra Bulgaristan’da Türk Vakıfları” - Yrd. Doç. Dr. Neriman Ersoy Hacısalihoğlu, “Romanya Türklerinin Günümüzdeki Sosyo-Kültürel Durumu” - Prof. Dr. Mihai Maxim, “Yunan Vatandaşlığından Atılan Türkler ve Makedonlar” - Yrd. Doç. Dr. Halim Çavuşoğlu, “Türk Dış Politikasında Balkanlar” - Erhan Türbedar, “Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türklerin Sosyo- kültürel Durumları” - Taner Güçlütürk, “Balkanlarda Türk Eserlerinin Bugünkü Durumu ve Köprü Mimarisinden Örnekler” - Doç. Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil, “Çağdaş Uluslararası Bakış Açısından Arnavutluk Türkiye İlişkileri” - Falma Fshazi, “Sinemacı Gözüyle Adakale” - İsmet Arasan, “Sancılı Bekleyiş Sürecinden Kosova’nın Bağımsızlığına Fotoğraflarla Bir Yolculuk” - Edis Potor. Dergimizin dosya konusu münasebetiyle dikkat çekeceğini düşündüğümüz makalelerden birisi Doç. Dr. Mehmet Zeki İbrahimgil’in “Balkanlarda Türk Eserlerinin Bugünkü Durumu ve Köprü Mimarisinden Örnekler“ başlıklı tebliğidir. İbrahimgil, günümüz Balkan ülkelerindeki Türk eserleri üzerine genel bir değerlendirme yapmakta, on bir Balkan ülkesinde günümüze kadar ayakta kalabilen eserlerin istatistikî olarak genel durumunu ortaya koymaktadır. Sempozyumun ana başlığının “Köprüler Kurdum Balkanlara” olması sebebiyle, yazıda Balkanlarda gerek mimari özelliği ile gerekse mimarı ve tarihi ile öne çıkmış birkaç köprü de ele alınmış. Bunlar; Mimar Sinan’ın Bulgaristan Svilengrad Cisr-î Mustafa Paşa Köprüsü ve Vişegrad Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü ile Mimar Sinan’ın kalfalarından Mimar Hayreddin’in Mostar Köprüsüdür.

59


60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.