1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 23. Sayı

Page 1

YIL: 2015 SAYI: 23 BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ Adnan ÖZYALÇINER




İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SAYI 23 / 2015 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi

Ahmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni

Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma Kurulu

Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü

Fatih YAVAŞ

YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Nurten ŞAFAK TOPCU Editör

Betül EREN Yayın Kurulu

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI Sanat Yönetmeni

Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım

Feyza ERYÜKSEL Fotoğraflar

Kültür A.Ş. Arşivi, Betül EREN, Feyza ERYÜKSEL Reklam Koordinatörü

Mustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultursanat.org

YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt

Seçil Ofset (0212 629 06 15) Renk Ayrımı / CTP

Seçil Ofset

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


İÇİNDEKİLER

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN

Mustafa NOYAN

Önder KAYA 70

10

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ

BÂBIÂLİ’Yİ KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ

Mehmet Nuri YARDIM

Ahmet APAYDIN 76

16

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ

BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ

Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

Akın KURTOĞLU 82

22

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI

Söyleşen: Ahmet KARA

Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU 10 2

30

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM Erdem YÜCEL

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)

0

36

11

Cem SÖKMEN

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”

Adnan ÖZYALÇINER

0

44

BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ

12

Söyleşen: Fatih DALGALI, Betül EREN

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI?

Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU 6

12

50

HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE

ANKARA CADDESİ Reşad Ekrem KOÇU

Nida Nebahat NALÇACI

2 13

56

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

AJANDA

Söyleşen: Cengiz AYGÜN 4 13

62



SUNUŞ

Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olan Bâb-ı Âli binasından ismini alan Babıali semti, zaman içinde İstanbul’da basının ve yayın dünyasının nabzının attığı bir bölge haline gelmiştir. İstanbul’un kadim semtlerinden bir olan Babıali, bugün de halen o kültürel dokunun izlerini taşımaktadır. Kâğıt ve mürekkep kokulu semt, Cumhuriyet döneminde fikir üretiminin odağı, düşünürlerin, ediplerin, gazetecilerin, politikacıların kısacası ülkenin gündemine yön veren şahsiyetlerin uğrak yeri olması sebebiyle de, İstanbul için olduğu kadar Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatı için de önem arz etmiştir. Nice yazarların ve gazetecilerin yetiştiği, pek çok kalem erbabının yazılarını kaleme almak ya da bir sohbete, verdiği bir randevuya gitmek için yokuşunu tırmandığı Babıali, aynı zamanda İstanbul’un en büyük kitapçılarının, kırtasiyelerinin, gazete ve dergi ofislerinin, matbaaların, mücellitlerin, klişe atölyelerinin, basın ve yayın camiasında ihtiyaç duyulan her türlü malzemenin tedarik edilebildiği bir yerdi. Yakın geçmişe kadar bu özelliğini korumuş, tarihin üzerine yüklediği görevi ifa etmiş olan bu semti ve burada kaleminin mürekkebiyle fikriyatını bize aktaran yazarları hem hatırlamak hem de genç nesillere aktarmak amacıyla dergimizin bu sayısını Babıali’ye ayırmak istedik. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin Babıali’nin farklı yönleriyle dolu 23. sayısını sizlere takdim ederken katkıda bulunan yazarlara ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.



TAKDİM Yabancı kaynaklarda ‘Sublime Porte’ ismiyle bilinen Babıali binası, önceleri Babısafi ve Paşakapısı isimleriyle anılmış, II. Mahmud devrinden sonra Babıali denilmeye başlanmıştır. Zaman içinde benimsenen ve günümüze kadar kullanılagelen bu isim, Divanyolu’ndaki Türk Ocağı’nın bulunduğu yerden başlayıp, Ankara Caddesi üzerindeki valilik binasına kadar uzanan bölgeye ismini vermiştir. Sınırlarını tam olarak çizmenin mümkün olmadığı Cağaloğlu adıyla anılan semtle de iç içedir. Yakın geçmişimizin basın ve yayıncılık merkezi kabul edilen Babıali, 1970’lerde büyük gazetelerin buradan teker teker taşınmasıyla eski hususiyetini kaybetmeye başlamıştır. Bugün itibariyle bölgedeki en önemli basın kurumu olarak Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin varlığından söz edebiliriz. Öte yandan Babıali yayın dünyası için önemini hâlâ korumaktadır. İrili ufaklı pek çok yayınevi burada yayın hayatına devam etmektedir. Yayınevlerinin olduğu kadar, kitabevlerinin, sayıları az sayıda kalan mücellitlerin, klişecilerin, matbaaların, ilan bürolarının varlığı, Babıali’nin sahip olduğu sosyal ve kültürel kimliği bugün bir nebze de olsa devam ettirdiğini gösterir. Biz de geçmişten günümüze bu kimliğin izlerini sürerek 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 23. sayısını İstanbul’un kadim semti ‘Babıali’ye ayırdık. Babıali’nin Osmanlı döneminde hangi işlevlerle kullanıldığı, aldığı çeşitli adlar, burada görev yapan devlet memurları ve bürokratları “Tarih Boyunca Bâbıâli” makalesinde anlatan Mustafa Noyan Babıali’nin başlangıcından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen süredeki ahvalinden bahsetti. Mehmet Nuri Yardım “Kültürümüzün Sırat Köprüsü’ndeki Semti Bâbıâli” yazısıyla 1970’lerin sonlarından başlayarak semti bugüne kendi tec-

rübe ve hatıraları üzerinden; Yrd. Doç. Ömer Osmanoğlu ise “Yayıncılığın Babıali’deki Serüveni” isimli kapsamlı makalesiyle bölgedeki yayıncılık faaliyetlerini tarihsel sürecin içinde anlattı. Günümüz münevverlerinden edip Beşir Ayvazoğlu ve kültür adamı M. Kamil Berse’yle Babıali üzerine yaptığımız röportajlar Babıali’nin son dönemine şahitlik etmemize imkân verdi. Cem Sökmen’in “Babıali: Ol Saltanatın Yeller Eser Şimdi Yerinde…” yazısı ile Adnan Özyalçıner’in “Babıali’nin Kaybolan Kitaphaneleri” makalesi, Babıali’nin sokaklarında dolaşıp o atmosferi solumamıza vesile oldu. Memurların bilgi ve kültürlerini arttırmaları için inşa edilen Bâbıali Kütüphanesi’ni konu eden yazısıyla Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu ve Osmanlı Devleti’nin hafızası olan Hazine-i Evrak binasının tarihiyle bugünün Osmanlı Arşivleri’ne değinen yazısıyla Nida Nebahat Nalçacı’yı dergimize konuk ettik. Babıali’yi resimleyen adam olarak bilinen Münif Fehim Özarman’ı Önder Kaya, yazar ve şairlerin fotoğraflarını kayıt altına alıp bir koleksiyon hazırlayan Reşid Halid Gönç’ü ise Ahmet Apaydın kaleme aldı. Şehir tarihçisi Akın Kurtoğlu Babıali’ye ulaşmanın bir buçuk asırlık öyküsünü bizlere anlatırken, Erdem Yücel’in kaleminden Babıali hatıralarını, Prof. Dr. Hayati Tüfekçioğlu’ndan bugünün gazeteciliğini okuyoruz. Matbaacı Zekeriya Çiftçi’yle yaptığımız söyleşiyle Babıali’nin farklı bir sokağına kapı aralıyoruz. Son olarak, siz değerli okurlarımızla dergimizin yazarlarından Sennur Sezer Hanımefendi’nin vefat haberini üzülerek paylaşıyoruz. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nden desteğini hiçbir zaman esirgemeyen, üretkenliğiyle bizlere örnek olan Sennur Hanım’a Allah’tan rahmet, eşi Adnan Özyalçıner Bey’e başsağlığı diliyoruz.

Kültür A.Ş.





TARİH BOYUNCA

BÂBIÂLİ Mustafa NOYAN

İstanbul Araştırmacısı ve Tur Rehberi

Sadrazamlar görevlerinin büyük kısmını Divan’da yapsa da Divan dışında da çalışmışlardır. Belirli günlerde ‘İkindi Divanı’ kurulan Sadrazam Konakları önemli yönetim birimleri olmuştur. Sadrazamın yönettiği bu teşkilatlara önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarından itibaren de ‘Bâbıâli’ denilmeye başlanmıştır. 17. asırda Paşa Kapısı’nın Alay Köşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Bâbıâli olarak bilinen mekân ortaya çıkmıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN

Bâbıâli’de İşleyiş Tarih boyunca kurulmuş birçok Türk devletinde, devlet ve yönetim merkezleri birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilmiş, yüksek ve yüce olarak bilinmiştir. Bu hükumet merkezlerine Dergah, Bab-ı Saray, El-Bab’üs-Sultaniye, Bab-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiştir. İstanbul’daki kapılar arasında resmi anlamda en yüksek kapı olan, devrin hükumetini ve başbakanlığını temsil eden Sadrazamlık mekanına ise en yüksek veya yüce kapı manasında “Bâbıâli” ismi verilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin tüm işleri sarayda görülür, ‘divan’ adı 12

verilen, günümüzde bakanlar kurulu kabinesi niteliğinde bir mecliste görüşülürdü. Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar divana padişahlar başkanlık ederken, Fatih Kanunnamesi sonrasında divan toplantılarını sadrazamlar yönetmişlerdir. Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı olarak da bilinen Divan-ı Hümayun ikinci avluda yer almış, 15. asırdan 19. asra kadar sadrazamlar tarafından kullanılmıştır. Sadrazamlar görevlerinin büyük kısmını Divan’da yapsa da Divan dışında da çalışmışlardır. Belirli günlerde ‘İkindi Divanı’ kurulan Sadrazam Konakları önemli yönetim birimleri olmuştur. Sadrazamın yönettiği bu teşkilatlara önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı

Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarından itibaren de ‘Bâbıâli’ denilmeye başlanmıştır. Paşa Kapısı, sadrazamın konağının bulunduğu yere göre İstanbul’un çeşitli semtlerine taşınmış, bazen At Meydanı, bazen Mahmutpaşa, bazen Gedikpaşa çevresinde yer almıştır. 17. asırda Paşa Kapısı’nın Alay Köşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Bâbıâli olarak bilinen mekân ortaya çıkmıştır. Bu mahalde ilk konağı, Sultan I. Ahmed devrinin sadrazamı Derviş Paşa yaptırmış, Sadrazam Halil Paşa da aynı yerde bir saray inşa ettirmiştir. Sultan IV. Mehmed zamanında


TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bu sarayın tamir edilerek Sadrazam Derviş Mehmed Paşa’ya tahsis edilmesiyle Paşa Kapısı bu mevkiye yerleşmiştir. Harem ve selâmlık dairelerini içine alan Bâbıâli dahilinde mutfak, koğuşlar, ahırlar ve vazifelilere ait odalar da bulunmuştur. Padişah tarafından görevlendirilen Sadrazam samur kürk giyerek padişahtan sadaret mührünü alır, Topkapı Sarayı’ndan çıkarak, solak, peyk ve divan çavuşlarından oluşan, Sadaret Alayı denilen bir tören ile Paşa Kapısı’na gelir ve görevine başlardı.

Yıldız arşivinden Babıali

Bâbıâli’de memurlar, sabahları gün doğumunda işlerine başlar, akşamdan bir saat önce işlerinden çıkarlar ve iş yerlerinden izinsiz ayrılamazlardı. Bâbıâli’de bazı günler Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, bazı günler de de İstanbul Kadısı halkın şikâyetlerini dinlerdi.

Bâbıâli’de nezaretler kurulmadan önce sadrazamın yardımcısı sıfatıyla Sadaret Kethüdası, Reisülküttab ve Çavuşbaşı idarelerinde üç daire mevcuttu. Sadaret Kethüdası dahili işlerle uğraşır, vilayetlerle yazışmaları idare ederdi. Günümüzde dışişleri bakanı görevinde bulunan Reisülküttab kendine bağlı Beylikçi, Tahvil ve Ruus kalemleri vasıtasıyla Sadaret Teşkilatı’ndaki yazışmaları yönetirdi. Emri altında 600’den fazla çavuşun vazife yaptığı, suçluların yakalanmaları ve cezalandırılmaları gibi adli işlerden mesul olan Çavuşbaşı, Sadrazama verilen arzuhalleri inceler, bunları ilgili mahkemelere havale ederdi. Büyük Tezkireci, Küçük Tezkireci, Mektupçu, Beylikçi, Teşrifatçı ve Kâhya Kâtibinden müteşekkil altı müsteşar, üç kalemden sonra gelen idare mev-

Bab-ı Ali Alay Baş Çavuşu, Çavuş Başı Ağa, Bölükçü Efendi, Amedi Efendi

Bâbıâli’deki Sadrazam Konağı geçirdiği yangın sonrası 1756 yılında Sultan III. Osman tarafından tekrar yaptırılmıştı. Birçok yangın ve afet geçiren bina 1808 yılında II. Mahmud döneminde yaşanan Alemdar Mustafa Paşa Olayı ve 1826 Hocapaşa Yangını’nında zarar görmüştü.

kileriydi. Osmanlı tarihinin resmi yazıcıları olan Vakanüvisler de burada görev yapmışlardır. Babıali’de kurulmuş olan memur kadrosu, zamanla genişleyerek Osmanlı bürokrasisinin temelini oluşturmuştu. Sultan II. Mahmud devrinde nezaretlerin kurulması, ardından Meclis-i Vâlâ’yı Ahkâm-ı Adliyye ve Dâr-ı Şûrâyı Bâb-ı Alî meclisleri Bâbıâli’nin görev ve sorumluluklarını artırmıştı. İdarî, adlî ve askerî konularda Dâr-ı Şûrâ’da

alınan kararlar Meclis-i Vâlâ’ya gider, burada görüşülüp kabul edilen kanunlar Sadrazam’ın onaylaması sonrası saraya iletilirdi, kanunlar Padişahın tasdikiyle kesinlik kazanırlardı. Sultan Abdülmecid döneminde Tanzimat’ın ilanı sonrası var olan iki meclis birleştirilmiş ve Bâbıâli’deki yeni binasına taşınmıştır; bu dönemde Bâbıâli’de Sadaret Dairesi, Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye Nezareti ve Hariciye Nezareti yer almaktaydı. 13


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN

Bâbıâli’nin günümüze kadar kullanılagelen binaları 1839 yılındaki yangından sonra, Bâbıâli 1844 yılında kagir olarak tekrar inşa edilmiş, ancak artık sadrazamın ikametgahı niteliğini kaybederek, sadece devlet dairesi statüsü kazanmıştır. Stefan Kalfa tarafından yatay kuruluşlu ve sade ampir cepheli olarak tasarlanan binanın anıtsal kapısı, barok saçak ve örtülü, çeşmeli bir zafer takı düzeninde inşa edilmiştir.

zanmış, yürütme organı olarak yetkili olmuştur. Sultan II. Abdülhamid devrinde ise yetkiler tekrar Babıâli’den Saray’a geçmiş ve Babıâli gölgede kalmıştır. Bâbıâli son olarak 1878 ve 1911’de iki yangın geçirmiş, 1911 yangınında binanın iki yanındaki Sadaret ve Hariciye bölümleri kurtarılmış, fakat Şûra-yı Devlet ve Dahiliye Nezareti bölümleri yanmıştır. Kurtuluş Savaşı zamanında Bâbıâli’nin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul temsilciliğine verilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında, Hükumet Ankara’ya taşındığından, Sadaret bölümü İstanbul Vilâyet Konağı, Hariciye bölümü de Defterdarlık olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz zamanlarında Bâbıâli nüfuz ka-

İstanbul Valiliği, Ankara Caddesi üzerinde bulunan merdivenli girişi kul-

Kurulduğundan bu yana Bâbıâli’de Osmanlı Devri’nde 60 sadrazam, 48 reisülküttap, 22 vakanüvis; Cumhuriyet Dönemi’nde de 25 vali görev yapmıştır.

Nallı Mescit ve Babıali binası

Bâbıâli, Osmanlı hiyerarşisinin mimari bir yansıması olarak, karşısında bulunan Alay Köşkü’nden daha kısa olarak yapılmıştır. Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’hattıyla hazırlanan kapınınkitabelersinde binanın Sultan Abdülmecid zamanında yaptırıldığı yazmaktadır.

landığından, eski günlerindeki kadar faal olmayan Bâbıâli giriş kapısı farklı tarihlerde restorasyonlar geçirmiş, üzerindeki neoklasik bazı ayrıntılar zamanla kaldırılmış, bina daha yalın bir biçimde sıvanmıştır.

14


TARİH BOYUNCA BÂBIÂLİ / Mustafa NOYAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

15



KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ

BÂBIÂLİ

Mehmet Nuri YARDIM Araştırmacı, Yazar

Bâbıâli bir semt olmanın ötesinde muhit, yaşayış biçimi hatta bütünüyle bir hayattır. Bâbıâli Türkiye’mizin kafası, ruhu ve kalbidir. Sadece bir semt adı değil, düşüncelerin meşheri, ideolojilerin pazarıdır. Osmanlı’da yönetimin merkezidir. Bâbıâli Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet devrinde de değerini ve önemini muhafaza etmiştir.

Burada Alayköşkü Caddesi’nin sonunu ve Vilayet’in arka kapısını görüyoruz. Bu kapı Alayköşkü’ne bakıyor. Kapıdaki ince sanata, çeşmelerdeki zarafate dikkat lütfen... Ah ecdad...


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM

sıroğlu’nun Sebil’i ise Vilayet’in tam karşısındaydı. Milliyet’in heybetli binası, Kapalıçarşı’ya giden yolun solundaydı. Ahmet Güner’i, Aydın Candabakoğlu’nu ve rahmetli Celalettin Bilginer’i o binada ziyaret ederdim. Sezai Bey her zamanki gibi Diriliş’i çıkarırdı. Yeşilay İşhanı’nda Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı Vakfı’nın, Selahattin Kaptanağası ise Yeşilay Cemiyeti’nin başındaydı. Molla Fenari Camii’ne giderken sağda Güneş gazetesi yüzünü gösterdi bir ara, sonra gazete Beyazıt’a taşındı sessizce. Türkiye, Çatalçeşme Sokak’ın üzerindeki küçük binasındaydı.

Babıâli Caddesi 1940’lı yıllar

Doğrusunu söylemek gerekirse Bâbıâli, bitmez bir sevda, tükenmez bir hikâyedir. Orada fikirler çatışır, dostluklar kurulur, nâşir-i efkâr olan gazeteler tabedilir ve bütün bir memleket sathına tevzi edilir. Bâbıâli bir sanat harmanıdır. Pırıl pırıl mecmualar, rengârenk dergiler orada ilk sayılarıyla ‘kari’lerine, yani okuyucularına ‘merhaba’ der. Sonra da nasiplerince neşriyatlarına devam eder, giderler. Bâbıâli bir mâceradır. Kuytu mahfillerde, izbe kahvelerde bir simit ve çay eşliğinde memleket meseleleri konuşulur, vatan kurtarılır, kavgalar yapılır ama sonra yine de barışılır ve kardeşçe kucaklaşılır. Bâbıâli er meydanıdır. Mindere çıkan fikir güreşçileri kıyasıya mücadele ederler, elense çeker, şaplak indirir, yere devirirler birbirlerini. Ama düşünce güreşçileri, müsabaka sonunda kucaklaşıp helâlleştikleri gibi fıkra muharrirleri de fikir münakaşalarının ardından birbirlerine selâm eder, muhabbetlerini bildirirler. Kısacası Bâbıâli bir kutlu deryadır ki, orada ömür bereketlidir her zaman, tabiî anlayana, bilene, idrak edebilene… 18

Bâbıâli Yolculuğu 1978 yılında Anadolu’nun ücra bir ilinden İstanbul’a geldim. İstanbul’a yâni Bâbıâli’ye. Bir gazetede çalışıyordum. Bu gazeteye en fazla mesaiyi ben harcıyordum. Çünkü gazetenin son katındaki bir odada yatıp kalkıyordum. Yani 24 saat gazetedeydim. Gündüz gürül gürül kaynayan semt akşam derin bir sessizliğe bürünürdü. Bazen çatıya çıkar, oradan İstanbul’u doya doya seyrederdim. Kâzım İsmail Gürkan Caddesi ne loştu öyle! Tek tük turistler dolanırdı yolda, o kadar. Ayasofya ve Sultanahmet ise her zamanki gibi haşmetli minâreleriyle semaya yükseliyor, gözleri ve gönülleri okşuyordu. Yeni Asya, Kâzım İsmail Gürkan Caddesi üzerindeydi. Akkan Suver Yeni Düşünce’yi aynı caddenin üzerindeki bir binada yayımlıyordu. Mehmed Şevket Eygi’nin Bizim Gazete’si ise bitişikteydi. Üstte idarehane, altta matbaa. Hemen alt köşede üstat Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su vardı. Köşeden inen caddenin solunda Günaydın’ı görürdünüz. Kadir MıNuruosmaniye, Şeref Efendi Sokak

Bir zamanlar siyaset dünyamızın merkezi olan Bâbıâli, basın, yayın ve düşünce hayatımızın Türkiye’deki odağı olmuştur. Bu semt, sadece basın dünyamızın hafıza ve hâtıra defteri değil, aynı zamanda yayın âleminin de kanaat ve sicil defteridir; siyaset tarihimizin silinmeyen süslü, parlak boy aynasıdır. Bâbıâli bir semt olmanın ötesinde muhit, yaşayış biçimi hatta bütünüyle bir hayattır. Bâbıâli Türkiye’mizin kafası, ruhu ve kalbidir. Sadece bir semt


KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM

Bâbıâli’de Hayat kitabı için eski İstanbul manzaralarını araştırırken elime geçen fotoğraflardan biri… İstanbul’un eski unutulmaz kara kışlarından biri… Acaba yıl kaç? 1960’lar mı, 70’ler mi? Burası Cağaloğlu’nun merkezi. Arkada Vilayet (Valilik binası) görülüyor. Caddede kaygan yolda ilerleyemeyen dolmuş taksiyi yürütmek için yolcular da şoföre yardım ediyor, itekliyorlar. Sol tarafta atlı arabasıyla bir seyyar satıcı. Ne satıyor acaba? Zavallı at yorulmuş belli ki, bitkin duruyor. TABELA yazan tabelanın arkasındaki levhada ‘Havadis’ ismi. ‘Son’u da var mı acaba? Yoksa eskiden ismi Havadis idi de, sonradan mı Son Havadis oldu? Bunu elbette kıdemli gazeteci ağabeylerimiz bilir. Belki de açıklar, bizi aydınlatırlar. Bir de şunu merak ediyorum. Acaba Havadis gazetesi Cağaloğlu’ndan ne zaman taşındı, yoksa Tercüman’dan önce o mu Surdışı’na sefer eyledi… Velhâsıl, Bâbıâli bir engin âlemdir ki, içinde birçok mâcerayı ve sırrı saklar. Allah, bu aziz semte olan muhabbetimizi azaltmasın, arttırsın.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bâbıâli’den bir fotoğraf. 1924 yılına ait. Cumhuriyet ilân edileli henüz bir yıl olmuş. Bâbıâli Yokuşu diye yâd edilen bu cadde Sirkeci’ye inen yol. Şimdi Ankara Caddesi olarak biliniyor. Sağlı sollu ağaçlar dikkat çekiyor. Şimdi Marmaray istasyonu yüzünden artık bu caddenin eski haşmeti yok. Atlı arabalar revaçta. Vilayet’in bitişiğindeki cami çok zarif. Fesli vatandaşlar kenarda yürüyor. Bâbıâli’de Hayat kitabı, bana eski İstanbul’u ama en çok da eski Bâbıâli’yi daha çok sevdirdi. ‘Bâbıâli’ hüviyeti azalsa da Cağaloğlu hâlâ güzel.

adı değil, düşüncelerin meşheri, ideolojilerin pazarıdır. Osmanlı’da yönetimin merkezidir. Bâbıâli Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet devrinde de değerini ve önemini muhafaza etmiştir. Şair ve yazar Attilâ İlhan, “Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstanbul’un kalbi Bâbıâli’de atar.” diyordu. Doğrudur. Gazete binaları taşınsa da, bu özge mekân, yine gazetecilerin buluşma yeri, muhabbet mekânıdır. Kimi Gazeteciler Cemiyeti’ne damlar, kimi Yazarlar Birliği’nde buluşur, kimi Türkocağı’na takılır, kimi ESKADER’in Bâbıâli Sohbetleri’nin tiryakisi olur. Buluşmalar, sohbetler, geçmiş zaman hâtıraları fâsılasız bir şekilde devam edip gider. Bir tenezzüh yapmak istediğinizde Bâbıâli yollarına koyulabilirsiniz. Orada Namık Kemal’in heyecanını duyar, Ahmet Midhat Efendi’nin heybetli bedenine eşlik eden bastonunun tıkırtılarını işitir, Abdullah Cevdet’in İçtihat’ındaki tartışmalara kulak kesilirsiniz. Süleyman Nazif’in nükteleri eşliğinde atılan kahkahalar etrafta çın çın öter. Devir geçer ve Reşat

Nuri, Çalıkuşu romanı koltuğunun altında gazete idarehanelerini arşınlamaktadır. Peyami Safa ve Kemal Tahir polisiye romanlarının tefrikalarını can havliyle yetiştirmektedir. Bâbıâli şenliktir, güzellemedir, hâfızadır. Eski gazetelerin mekânları korunmalı, ünlü gazetecilerin isimleri duvarlara çakılmalıdır. Kültür canlıdır ve geleceğe taşınmalıdır. Bu semtte yıllardır hizmet veren kültür sanat mahfillerinin yöneticileriyle görüşülmeli, dünkü aydınlarımız, gelecek nesillerle tanıştırılmalıdır.

Bâbıâli’de Hayat Var İstanbul’un belki de en canlı semtlerinden biriydi Bâbıâli. Bugün Cağaloğlu adıyla yine o hareketliliğini kısmen de olsa koruyor. Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru çıkılan caddenin adı Ankara Caddesi’dir. Eskiden sağlı sollu kitapçılar yer alırdı cadde boyunca. Bazıları asırlık olan bu kitabevlerinde tarihî, ilmî, felsefî, edebî ve dinî eserler satılıyordu. Zaman zaman diğer kitapseverler gibi ben de bu dükkânlara uğrar, aradığım ve her 19


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM

Namık Kemal, Bâbıâli caddelerinde ünlenmiştir, Ahmet Midhat Efendi, Lastik Sait’i bu semtin en geniş olan Vilayet Caddesi’nde bastonla kovalamıştır. Basın patronlarının en cimrisi olan Halil Lütfi, buradaki gazetelerde terletmiştir çalışanlarını. Necip Fazıl burada öfkelenmiştir semtin sâkinlerine. Süleyman Nazif, Abdullah Cevdet’i Çatalçeşme Sokak’ın başındaki İçtihat’ın önünde azarlamıştır. Reşat Nuri, Ercüment Ekrem, Peyami Safa tefrika romanlarını bu asîl semtte neşredilen gazetelerle okuyucularına ulaştırmışlardır. Bütün bu hâtıralar, hisler, düşünceler gazetecilerin, yazar ve şairlerin kitaplarında anlatılmış, konuşmalarında dillendirilmiş, röportajlarında ifadesini bulmuştur. Meşhur Ankara Caddesi… Sirkeci’den Vilâyet’in önüne doğru çıkılan ana yol… Sağda, belki de Cumhuriyet devrinin ilk arabaları aheste aheste yokuşu tırmanıyor. Karşıki dükkânların bir kısmı kapalı. Yoksa günlerden pazar mı? Solda ikisi fotur şapkalı biri başaçık takım elbiseli üç kişi, ağaç gölgesinde konuşuyor. Annesinin elinden sıkı sıkı tutmuş beyaz elbiseli çocuk. Diğerleri Sirkeci’ye doğru iniyor. Bilmiyorum tahminim doğru mu ama galiba 1930’lu veya 40’lı yıllar. Bâbıâli’de hayat o zaman da güzelmiş.

yerde bulamadığım kitapları bulur ve edinirdim. Ne yazık ki şimdi kitapçılar azaldı, ama şükürler olsun ki büsbütün kapanmadı. Marmaray’ın Cağaloğlu istasyonu sayesinde burası, inşallah yine eskisi gibi kitap şölenlerinin olduğu bir mekân olacak. Yayıncı dostlara tavsiyem, bu cadde üzerinde küçük de olsa bir dükkân sahibi olmalarıdır. Ben Bâbıâli’nin önünde sonunda kültür ve sanat merkezi hüviyetini koruyacağına inanıyorum. Tabii bizler sahip çıkarsak… Tabelâları, binaları, hâtıraları ve zihinleri terk etmekte olan Bâbıâli’nin efsaneleri, İstanbul’un Tarihî Yarımada’sından silindikçe nicedir az konuşuyor, çok susuyor. Bugün hayranlıkla okuduğumuz yazarların, meşhur yokuşun başından sonuna kadar adımlararası geçit resmini sunan günler ise çok gerilerde kaldı. Bugün Cağaloğlu dediğimiz o benzersiz muhiti, yeniden ‘Bâbıâli’ adıyla çağırmanın zamanının geçmediği aşikârdır. Üstelik o, elden ve dilden düşmemişken henüz... Bâbıâli kelimesi sıradan bir semti, herhangi bir bölgeyi anlatmıyor. Bu semt 20

son Osmanlı’nın idarecilerine mekân olmuştur. Tarihimizin, geçmişimizin ruhuna işlemiş sevimli bir isimdir Bâbıâli. Kelime olmaktan ziyâde bir kavram, bir mânâ, hatta bir medeniyet remzi. Sadece siyaset mi şekillenmiştir burada? Elbette hayır. Son iki yüzyılın matbuat hayatı, bugünkü deyişle basın dünyası da burada filizlenip boy atmıştır. Gazeteler burada çıkmış, mecmualar bu sokaklarda neşredilmiştir. Matbaalar Babıâli’nin vazgeçilmez unsurları olmuştur yıllar boyu. Ve yayınevlerimiz, okumaya doyamadığımız nâdide eserleri bu semtin binalarında heyecanla ve titizlikle hazırlamışlardır. Ressamlar kapakları çizmiş, yazarlar eserleri kaleme almış, mürettipler dizgileri tamamlamış, matbaacılar baskıları yapmış ve en önemli kültür aracı olan kitaplar buradan yayılmıştır dört bir yana. Bâbıâli, İstanbul’un Türkiye’ye bakan geniş bir balkonudur. İnsanlar buradan fikirlerini yayar her yere. Sevgilerini, öfkelerini buradan seslendirirler dört bir yana. Hisler, düşüncelere sarılır, yazılarla dolu dergi ve gazeteler memleket sathına dağılır, okuyucuya ulaşır.

Bâbıâli Refik Halit’tir, Mahmut Yesari’dir, Ziya Osman’dır, Orhan Veli’dir. Bâbıâli Burhan Felek’tir, Vecdi Bürün’dür, Cahit Uçuk’tur, Münevver Ayaşlı’dır, Peride Celâl’dir, Halide Nusret’tir, Tarık Buğra’dır, Ahmet Kabaklı’dır. Yetmez, Kemal Tahir’dir, Attilâ İlhan’dır, Osman Yüksel Serdengeçti’dir. Günümüzün mütefekkir sanatkârı üstat Sezai Karakoç’tur. Türk edebiyatının, fikir ve sanat hayatının bütün isimlerini sayamam, hepsini buraya alamam. Kısacası Bâbıâli Türkiye’dir dostlar. Attilâ İlhan’ın, “Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstanbul’un kalbi Bâbıâli’de atar.” sözü ne kadar anlamlıdır. “Terzi kendi söküğünü dikemez” derler ya, doğrudur. Yeni yayımlanan Bâbıâli’de Hayat kitabımın kapağı için fellik fellik fotoğraf aramıştım da doğru dürüst bir resim bulamamıştım,

Bugün hayranlıkla okuduğumuz yazarların, meşhur yokuşun başından sonuna kadar adımlararası geçit resmini sunan günler ise çok gerilerde kaldı.


KÜLTÜRÜMÜZÜN SIRAT KÖPRÜSÜ’NDEKİ SEMTİ BÂBIÂLİ / Mehmet Nuri YARDIM

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

yok, yok… Bu semtte gazete mecmua çıkaranlar sanki bütün memleketin resmini çekmiş, fotoğrafını kayda geçmişler de bir kendilerini unutmuşlar gibi… Neyse ki, tek tük de olsa başkaları gelip çekmiş. Yoksa meslektaşlarımıza kalsaydık, üç beş fotoğraf eskisine mahkum kalacaktık.

Semtin Çehresi Değişiyor Yaklaşık on yıl önceydi. Gazeteler dağılmaya, İkitelli, Güneşli ve Yenibosna’ya taşınmaya başlamıştı. O sıralarda ziyaret ettiğim üstat Sezai Karakoç’a durumu anlatınca, “İyi iyi, gitsinler, sadece yayınevleri kalsın Bâbıâli’de” demişti. Ben bu sözünden, Sezai Karakoç üstadımızın basından pek memnun olmadığı görüşünü çıkarmıştım. Haksız da sayılmazdı elbet. Çünkü o sıralar basın magazinleşmeye başlamış, fikirden, kültürden ve sanattan uzaklaşmış, ciddi gazeteler ayakta durmakta zorlanır olmuştu. Sonradan gazeteleri, yayınevleri takip etmeye başladı. Onlar da göçe başladı. Beyoğlu, Beşiktaş, Harbiye, Fatih, Kadıköy ve Mecidiyeköy gibi gözde semtlere taşınıyordu yayıncılar. Aradan yıllar geçti. Bâbıâli yeniden toparlanmaya başlanmış, yüzüne kan gelmişti. Yitiklerini yeniden kazanıyordu bir bir. Meslek yeniden itibar kazanmaya başlamıştı. Gazeteler değil ama, bu tarihî semti terk eden yayınevleri tek tek ‘kesin dönüş’e geçmiş, Bâbıâli, yeniden kültür semti olmaya başlamıştı. Bu bayram coşkusu sonsuza kadar devam edecek diye ümit beslerken, aldığım haber beni can evimden vurdu. Yayınevleri yavaş yavaş yerlerinden yurtlarından ediliyor. Taşınmaya zorlanıyorlar. Birçok bina otel yapılmak üzere satılıyor. Açık bir müze hüviyetinde olan Bâbıâli koruma altına alınacağına bu nâdide semt darmadağın ediliyor. Sur içini koruyamıyorsak bâri Bâbıâli’yi muhafaza edelim beyler. Bu

emanetleri gelecek nesillere sağlam bırakalım. İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu gelişmelerden haberi var mı acaba, bilmiyorum. Cağaloğlu semti, tarihî kimliğini her geçen gün yitirmeye devam ediyor, kimin umurunda? Geçenlerde ‘Bâbıâli Sohbetleri’nde bunu konuştuk. Ancak bir derneğin çabalarıyla bu yıkımın önüne geçmek mümkün değil. Bütün sivil toplum kuruluşları buna karşı bir araya gelmeli ve direnmeliler. Bakalım böyle bir direnç görebilecek miyiz? Etmeyin efendiler! Birkaç turiste iki üç halı satacağız diye mazimizin soluduğu koca bir semte kıymayın. Bir tarihi yok etmeyin göz göre göre. Sultanahmet ve çevresi turistlere yeter de artar bile! Cağaloğlu’ndaki yayıncılar tedirgin, Bâbıâli’nin sâkinleri rahatsız. Her taraf bozuldu, bırakın iki asırdır siyaset, kültür ve yayın dünyamızın merkezi olan Bâbıâli aynen kalsın. Yanlış yapmayın, sonra bu vebalin altından kalkamazsınız.

İctihad evi

Son söz: Bâbıâli Müslüman Türk’ün kültür merkezi olan bir semttir. Bu semte sahip çıkmak boynumuzun borcu. En azından yeni otellerin yapılmasına engel olunmalı. Akşam gibi, Cumhuriyet gibi binaları hâlâ ayakta duran gazeteler restore edilmeli, müzelere dönüştürülmelidir. Şahıslara satılmış olan gazete ve yayınevleri binalarının da en azından üstlerine plâketler çakılmalıdır. Ümid ederim, göz göre göre nâdir insanların, münevverlerin yetiştiği bu nâdide semti muhafaza eder ve gelecek devirlerde yaşayacak nesillere bütün güzelliğiyle armağan ederiz.

21



YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi

1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta dükkân açan bazı girişimciler daha sonra dükkânlarını kapatarak Babıâli’ye doğru kaymaya başlamıştır. 1880’li yıllarda, Babıâli Caddesi’nin iki yanında, yayınevlerinin ve onlara ait kitabevlerinin sayılarında artış gözlemlenmektedir. Bu dönemde yayıncılık, daha ziyade edebiyat kökenli gazeteciler etrafında şekillenmiştir. Zamanla yayıncıların ve kitabevlerinin yanı sıra gazete ve dergilerin yönetim merkezleri, matbaacılar, kırtasiyeciler, mücellitler ve ilan büroları da bölgede faaliyet göstermeye başlamıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

Türkiye’de matbaa yoluyla kitap yayıncılığının başlangıç tarihi 1728 yılı olarak kabul edilir. Yayıncılığın bir sektör haline gelmesi ve kendisine merkez olarak Babıâli’yi seçmesi ise Tanzimat’tan sonra gerçekleşir. Babıâli’de yayıncılık 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlamış ve bu dönemden sonra yayıncılığın merkezi Babıâli olmuştur. Bürokrasinin ve gazeteciliğin de merkezi olan Babıâli, Divanyolu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’nden başlayan ve Sirkeci’ye kadar inen bölgenin adıdır. Nuruosmaniye Camii’nden Cağaloğlu’na inen Nuruosmaniye Caddesi ile Sultanahmet’ten Gülhane’ye ve Sirkeci’ye uzanan cadde de Babıâli sınırları içinde yer alır. Yerebatan Sarnıcı’ndan İran Konsolosluğu’na ve İttihat ve Terakki’nin eski genel merkezine kadar uzanan yol da Babıâli’ye dahildir. Babıâli’nin kalbi ise Paşakapısı olarak anılan Vilayet Konağı’dır. Babıâli yayıncılığı yıllar içinde önemli bazı dönüşümler yaşayarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu yazıda Babıâli’de yaşanan dönüşümler sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel gelişmeler ışığında, dönemler itibarıyla ve bazı önemli yayınevlerinin zaman içinde yaşadığı serüvenlerden hareketle ele alınmıştır. 24

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Babıâli Kaynakların bildirdiğine göre, Babıâli Caddesi 1865’teki Hocapaşa Yangını sonrasında açılmıştır. Yangından sonra bazı binalar ve evler yıkılmak suretiyle cadde genişletilmiş ve bu şekilde Babıâli Caddesi oluşmuştur. Bu gelişmelerin akabinde, ağırlıklı olarak gayrimüslimler ve bazı yerli girişimciler caddede dükkân açmaya ve yayınevi işletmeye başlamıştır. Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Maarif Kütüphanesi’nin ilk yayın kuruluşlarından birisi olduğu rivayetler arasındadır. Kütüphanenin kurucusu Babıâli’deki ilk Müslüman Türk kitapçısı olduğu söylenen Hacı Kasım Efendi’dir. Hacı Kasım’ın iki oğlundan birisi olan Naci Kasım Maarif Kütüphanesi’ni devam ettirirken diğer oğlu Hüseyin Tutya ise Yeni Şark Maarif Kütüphanesi’ni kurmuştur. Nedret İşli, Babıâli’deki ilk kitapçının 1875’te Arakel Tozluyan Efendi tarafından açıldığını, Ermeni ve Azeri kökenli kitapçıların Babıâli’deki kitap ve yayın işlerini başlatan kimseler olduğunu iddia eder.


YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta dükkân açan bazı girişimciler daha sonra dükkânlarını kapatarak Babıâli’ye doğru kaymaya başlamıştır. 1880’li yıllarda, Babıâli Caddesi’nin iki yanında, yayınevlerinin ve onlara ait kitabevlerinin sayılarında artış gözlemlenmektedir. Bu dönemde yayıncılık, daha ziyade edebiyat kökenli gazeteciler etrafında şekillenmiştir. Zamanla yayıncıların ve kitabevlerinin yanı sıra gazete ve dergilerin yönetim merkezleri, matbaacılar, kırtasiyeciler, mücellitler ve ilan büroları da bölgede faaliyet göstermeye başlamıştır. 1887’de kurulan Tefeyyüz Kitaphanesi bölgenin en eski yayıncılarından birisidir. Hem Osmanlı’nın son döneminde hem de Cumhuriyet döneminde yayıncılık işini sürdüren firma 1970’li yıllara dek varlığını sürdürmüştür. Dönemin bir diğer önemli yayıncısı ise 1890’larda kurulan Hilmi Kitabevi’dir. Tüccarzade İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Efendi, 1896’da “Kitaphane-i İslâmî” adıyla matbaacılık, kitabevi ve yayınevi hizmeti veren bir şirket kurmuş, daha sonra ismini “Kitaphane-i İslâm ve Askerî” olarak değiştirmiş, Cumhuriyet’ten sonra ise yayınevi Hilmi Kitabevi adını alarak 1963’e kadar faaliyetlerine devam etmiştir. 1890’dan sonra, Babıâli’deki yayıncılık işlerinin daha ciddi bir biçimde icra edildiği görülmektedir. Servet-i fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün Alem Matbaası’nı satın alarak yayıncılık yapmaya başlaması, Şems ve İkbal adında iki kütüphanenin faaliyete

geçmesi dönemin en önemli gelişmeleridir. 1898’de kurulan Kanaat Kitabevi ise Harf Devrimi’den sonra kapasitesini iyice büyütmüştür. 1970’lerde kırtasiyeciliğe dönüşen yayınevi, 1994’te kapanmak durumunda kalmıştır. 1906’da Suhulet Matbaası adıyla açılan ve daha sonra Semih Babıali Binası Lütfi Kütüphanesi Yayınları olarak yoluna devam eden yayınevi ise Osmanlı, Türkiye ve dünya edebiyatına dair birçok kitap neşretmiştir. 1980’lere dek varlığını sürdüren yayınevi birçok tanınmış yazarın eserlerini basmıştır. 1918’de Ahmet Halit Yaşaroğlu tarafından kurulan Talebe Defteri İdarehanesi (Halk Kütüphanesi) de dönemin akılda kalan önemli yayınevleri arasına girmiştir. 1923-1950 Yılları Arasında Babıâli Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte siyaset ve bürokrasi Babıâli’yi terk ederek Ankara’ya intikal etmiş, yayıncılık ve basın sektörü ise bölgede varlık sürdürmeye devam etmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçildiğinde Babıâli’deki Türk kitapçıların sayısının hızla arttığı, buna mukabil gayrimüslim kitapçıların sayısının azaldığı görülmektedir. Bu dönemde kurulan ilk yayınevlerinden birisi Ahmet Sait Kitabevi’dir. Özellikle 1940’lı yıllarda etkin olan kitabevi tanınmış hikâyeci ve romancıların eserlerini basmıştır. 1922’de Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından kurulan Akbaba Yayınları ise ağırlıklı olarak bu iki yazarın kitaplarını yayınlamıştır. Sırat-i Müstakim ve Sebilürreşad

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

tecrübelerinden sonra 1925’te Asar-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı’nın kuran Eşref Edib de dönemin önde gelen yayıncılarından birisidir. Mehmed Âkif Ersoy, Tahirül Mevlevî, İsmail Hami Danişmend gibi yerli yazarların yanı sıra yabancı yazarların da eserlerini basan yayınevi, 70 fasikülden oluşan İslâm-Türk Ansiklopedisi’ni de neşretmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan en önemli yayınevleri arasında, Türkiye’nin en eski iki yayın kuruluşu olan İnkılâp ve Remzi Kitabevi bulunmaktadır. 1927’de Garbis Fikri Bey tarafından kurulan İnkılâp Kitabevi, başlangıçta ders kitapları yayınlamış, daha sonra kültür ve edebiyat yayıncılığına yönelmiştir. Remzi Bengi tarafından kurulan Remzi Kitabevi ise Beyazıt’taki bir dükkânda faaliyete başlamış ve yıllar içinde ülkemizin önemli yayıncılarından birisi haline gelmiştir. Babıâli yayıncılığının en zor dönemi 1928’deki Harf Devrimi sonrası yaşanan dönemdir. Bu dönemde yayınevleri kitap basamaz hale gelmiş ve depolardaki eski kitaplar işlevsiz duruma düşmüştür. Bu durum caddedeki bazı yayınevlerinin ve kitapçı dükkânlarının kapanmasına ya da iflas etmesine yol açmıştır. Geriye kalanlar ise Latin harfleriyle yayıncılık işine devam etmeye çalışmıştır. Harf

Afitap Ticarethanesi sahibi Mehmet Sadık Efendi’ye gönderilen dört nevi muhtura

25


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

Cağaloğlu ve Cezeri Kasım Paşa Camii

Devrimi’nin olumsuz etkileri 1930’lu yılların ortalarından itibaren giderilmeye başlamıştır. 1928 yılında kurulan Ahmet Halit Kitabevi dönemin önde gelen yayıncıları arasındadır. 1970’lerin ortalarına kadar faaliyet gösteren yayınevi önemli yazarların kitaplarını basmış, doğu ve batı klasiklerinden çeviriler yayınlamıştır. 1930’lu yılların başına kurulan Varlık Yayınları ise Varlık dergisi etrafında şekillenmiştir. Telif ve çeviri eserler basan yayınevi Türk ve batı edebiyatının önde gelen isimlerinin eserlerini de okuyucuyla buluşturmuştur. 1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bakımdan büyük dönüşümler yaşanmaya başlamıştır. Bu gelişmeler yayın hayatına da önemli ölçüde yansımıştır. Dönemin önde gelen yayıncıları arasında Garabet Balamutoğlu tarafından 1950’de kurulan Gayret Kitabevi gelmektedir. İslâm felsefesi ve tasavvuf alanlarında yayın yapan kitabevi Muhiddin-i Arâbi, Abdülkadir Geylanî, İmam Gazzâlî, Ahmet Rufaî, Bahâuddin Nakşibendî ile ilgili eserler yayınlamıştır. 1946’da kurulan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yayınları ve 1950’de kurulan 26

İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları ise STK yayıncılığının örneklerini sergilemiştir. 1950’li yıllar dernek ve vakıfların yanı sıra gazetelerin ve bankaların da yayın dünyasına ilgi göstermeye başladığı yıllardır. 1955’te kurulan Tercüman Yayınları ve 1956’da kurulan İş Bankası Yayınları bunun en açık örneğidir. Tercüman Yayınları’nın 1001 Temel Eser’i ve İş Bankası Yayınları’nın bilim, sanat, tarih, kültür ve edebiyat dizileri yayıncılığımızın unutulmazları arasına girmiştir. 1960’larda Babıâli ve Yayın Dünyası 1960’lı yıllar, İslamî yayıncılık açısından önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. 1959’da muhafazakar iş adamları tarafından kurulan ve merhum Ali Fuat Başgil’in sorumluluk üstlendiği Sönmez Neşriyat, fikir adamı Sezai Karakoç tarafından 1960’ta kurulan Diriliş Yayınları, Türkiye’nin ilk muhafazakâr yayıncılarından birisi olan merhum İsmail Dayı tarafından 1960’ta kurulan Yağmur Yayınları, 1960’ta açılan Enderun Yayınları, 1960’ta kurulan Işıklar Kitabevi ve 1961’de Mehmed Şevket Eygi tarafından kurulan Bedir Yayınları dönemin en önemli yayınevleri arasında sayılmaktadır.

1961’de kurulan ve zamanla yazar ve aydınların uğrak yeri haline gelen Sosyal Yayınları ise belli başlı dünya klasiklerini okuyucuyla buluşturmuştur. 1962’de kurulan Tekin Yayınevi ve aynı yıl faaliyete başlayan Hikmet Neşriyat da 1960 yılların Babıâli’sinde yayın hayatına atılan kuruluşlardır. 1964 yılında iki yeni yayınevi daha faaliyete başlamıştır. Kadir Mısıroğlu tarafından kurulan Sebil Yayınları ve bir grup öğrenci tarafından Şehzadebaşı’nda kurulan Ötüken Yayınevi İslamî ve milliyetçi-muhafazakar çizgide yayınlar yapmıştır. 1966’da Yalçın Toker tarafından kurulan Toker Yayınları da “mukaddesatçı neşriyat”ın önde gelen yayıncılarından birisidir. 1964’te kurulan Cem Yayınları kültür, sanat, felsefe, psikoloji alanlarında roman, klasik, antoloji ve ansiklopedik eserler yayınlamıştır. Yayınevinin bastığı beş ciltlik Türkiye Tarihi, ülkemizde ilk kez resmî olmayan bir tarih yaklaşımı sergilemesi bakımından önemlidir. 1967’de Ramazan Yaşar ve Yaşar Kemal tarafından kurulan Ararat Yayınları ise başta Yaşar Kemal olmak üzere Nâzım Hikmet, Nadir Nadi gibi yazarların eserlerini neşretmiştir. 1968’de Cağaoğlu’nda kurulan ve günümüze kadar ulaşabilen yayınevlerinden birisi de E Yayınları’dır. Bazı önemli klasikleri ve bestseller romanları yayın hayatına kazandıran firma, 1970’lerin değişim ve dönüşüm rüzgârında televizyona reklâm veren ilk yayınevi olmuştur. 1960’ların sonlarında kurulan Edebiyat Dergisi Yayınları ise ağırlıklı olarak Nuri Pakdil’in kitaplarını basmıştır. 1969’da kurulan Fazilet Neşriyat ve 1970’de MTTB başkanı Burhanettin Kayhan tarafından kurulan Kayıhan Yayınları İslamî-muhafazakâr yayıncılığın yeni temsilcileri olarak yayın hayatına başlamıştır. 1970’lerin Babıâlisi 1970’li yıllar gazetelerin Babıâli’den uzaklaşmaya başladığı yıllardır. Bu


YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

dönemde kurulan en önemli yayınevlerinin başında Kubbealtı Neşriyat gelir. 1970’te Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi ve diğer kurucular tarafından kurulan Kubbealtı Cemiyeti 1980’li yıllara kadar önemli eserleri yayın hayatımıza kazandırmıştır. 1973’te kurulan Büyük Doğu Yayınları ise Necip Fazıl Kısakürek’in yayın organı olarak faaliyetlerine başlamıştır. Büyük Doğu Dergisi çevresinde şekillenen yayınevi Necip Fazıl külliyatını neşretmiştir. 1973’te kurulan bir diğer yayınevi ise Babıâli ile özdeşleşen çehrelerden birisi olan Cengiz Alpay tarafından kurulan Nakışlar Yayınevi’dir. 1974’te kurulan Damla Yayınevi ise çocuk kitapları, eğitim yayınları, aile kılavuz kitapları, referans kitaplar ve bazı dinî kitapların yanı sıra, Peyami Safa ve Haluk Nurbaki gibi yazarların eserlerini neşretmiştir. 1977’de kurulan Dergâh Yayınları İslâm düşüncesine dair yayınladığı eserlerle öne çıkmıştır. Önemli yazarların eserlerini neşreden yayınevi 1990’dan beri yayınladığı Dergâh adlı sanat-edebiyat dergisiyle faaliyetlerine devam etmektedir. 1978’de yayın hayatına başlayan Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları ise merhum Ahmet Kabaklı’nın öncülüğünde eserler neşretmiştir. 1970’li yılların sonlarında kurulan Çağrı Yayınları ise yayınladığı İslâmî eserlerle dikkat çekmektedir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kurulan Timaş Yayınları ise edebiyat, tarih, kültür, politika ve tasavvuf başta olmak üzere birçok alanda eser neşreden bir yayınevidir. 1983’te ise Marifet Yayınları ve Çınar Yayınları Babıâli’de yayın hayatına başlamıştır. 1984’te İlhan Akıncı tarafından kurulan İnsan Yayınları Anadolu havzasında oluşan İslâm Babıali’nin Gülhane girişi hikmet ve düşüncesini, felsefeden tarihe, tasavvuftan Yayınları ağırlıklı olarak din, bilim, edebiyata kadar birçok alanda eser hatırat, seyahatname ve tarih gibi neşretmeye başlamıştır. Farklı maralanlarda yayınlar yaparken 1988’de kalarla yayıncılığa yeni bir soluk geMehmet Varış tarafından kurulan tiren yayınevi İnsan Kitap mağazaKitabevi Yayınları ise edebiyat, tarih, larıyla da bu alandaki yatırımlarına sosyoloji, psikoloji, felsefe alanlarınhız vermiştir. 1987 yılında kurulan da akademik kitaplar neşretmiştir. Alfa Yayınları ise başlangıçta eğitim Cağaloğlu’nda bulunan kitabevi, zaağırlıklı kitaplara yönelmiş, daha manla birçok yazar ve okuyucunun sonra psikoloji, felsefe, kişisel gelibuluşma noktası haline gelmiştir. şim alanlarında yayınlar gerçekleştirmiştir. 1987’de kurulan bir diğer 1990’lardan 2000’lere Babıâli’de yayınevi ise Bağlam Yayınları’dır. BirYayıncılık çok alanda telif ve tercüme kitaplar 1990’lı yıllar ülkemizdeki siyasal, sosyayınlayan yayınevi önemli isimlerin yal, ekonomik ve kültürel gelişmeeserlerini neşretmiştir. 1987’de İsmet Uçma tarafından kurulan İşaret lerin de etkisiyle, İslamî yayıncılığın

1980’lerde Babıâli 12 Eylül darbesi tüm ülkeyi etkilediği gibi yayıncılık sektörünü de ciddi bir biçimde etkilemiştir. Bu dönemde bazı yayıncı kuruluşlar tasfiye edilmiş, bazı yayınevi sahipleri ve yazarlar tutuklanmış ve yayıncılık bu süreçte ciddi yara almıştır. Fırtına nispeten atlatıldıktan sonra sektörde yeni bir yayıncı kuşak ortaya çıkmıştır. 1980’lerin başında kurulan Erkam Yayınları ile Pınar Yayınları dinî düşüncenin inşasına yönelik yayınlar yapan yayınevleri olmuşlardır. 1982 yılında

Vilayet binası önü

27


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

ları da dönemin önde gelen yayınevlerinden birisidir. Şiir, roman, öykü, felsefe, inceleme serileri yayınlayan ve batı ile doğu klasiklerini neşreden yayınevi şiir ve edebiyat dergiciliğine de önemli katkılarda bulunmuştur. 1996’da Cağaloğlu’nda Mustafa Özdamar tarafından kurulan Kırkkandil Yayınları ise tasavvuf, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında eserler neşretmiştir. 1997’de faaliyete başlayan Hayat Yayın Grubu ile 1999’da yayın hayatına başlayan Babıâli Kültür Yayıncılığı yayın dünyasına yeni soluklar getirmiştir. 2002’de Cağaloğlu’nda kurulan Selis Kitaplar tarih, edebiyat, çocuk eğitimi, psikoloji gibi alanlarda ve 2006’da kurulan Nar Yayınları ise çocuk kitapları alanında yayın yapan çiçeği burnunda iki yayınevi olarak Babıâli’deki yerlerini almışlardır. Babıâli’nin Sonu mu?

Babıali Caddesi’nden bir görünüm

hız kazanarak sektörde söz sahibi olmaya başladığı yıllardır. Özellikle 1990’larda Beyazıt’taki Beyaz Saray’ın, bir anlamda İslamî neşriyatın merkezi haline gelmiş olması bunun en açık göstergesidir. Sol ve muhalif yayınevleriyle birlikte Babıâli’de de güçlü bir geleneğe sahip olan İslamî Neşriyat bu dönemde daha da güçlenmiştir. Fakat 1990’lı yılların sonunda yaşanan 28 Şubat süreci, İslamî Neşriyat’ta ciddi dönüşümlerin yaşanmasına yol açmıştır. 1990’lı yılların en önemli yayınevleri arasında İz Yayıncılık gelmektedir. 1990’da kurulan yayınevi İslâm bilimleri, felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih, edebiyat alanlarında yüzlerce eseri okuyucuyla buluşturmuştur. Dergi yayıncılığı da yapan kuruluş birçok önemli yazarın eserlerini yayınlamıştır. Yine 1990’da Ali Ural’ın girişimiyle yayın hayatına başlayan Şule Yayın28

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, sermaye yayıncılığının sektörde etkin olmaya başlaması yayıncılığın Babıali’den Beyoğlu, Kadıköy, Beşiktaş ve diğer merkezlere kaymaya başlamasına neden olmuştur. Yayıncılığa sonradan giren bazı yayınevleri ile sektörün içinden gelen bazı firmalar bu dönemde büyük sermayeli firmalara dönüşmüştür. Bu süreç 2000’li yıllara ve günümüze dek ivme kaybetmeden devam etmiştir. Bu gelişmeler yayıncılığın da dönüşmesine sebep olmuştur. Kitabın metalaşması, görsel malzemenin ön plana çıkması, reklam ve tanıtımın önemli hale gelmesi, dağıtımın giderek artan önemi ve dağıtım kanallarının tekelleşmesi, kitap marketlerin belirleyici hale gelmesi ve gazetelerin kitap ekleri bu değişimle ilgili belli başlı olgulardan sadece birkaçıdır. Özellikle 2000’lerin başında yayıncılığa başka sektörlerden girerek yatırım yapan firmalar yayıncılığa yeni bir soluk getirmiş, fakat geçmişten bu yana yayıncılık yapan firmaları da olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Sektörün eski bazı firmaları 1990’lar-

dan itibaren perakende sektörüne yatırım yapmaya başlamış, 1990’ların ortalarından sonra AVM’lerde şube açmış ve zincir mağazalarla daha fazla okuyucuya ulaşmaya çalışmıştır. Yayıncılığın 2000’li yıllardaki serüvenine büyük marketler ve mağazalar da dahil olmuştur. Süper marketlerde açılan kitap stantlarında daha ziyade popüler kitaplar okuyucuyla buluşturulmuştur. 1990’lı yıllarda başlayan ve günümüzde dek devam eden tüm bu gelişmeler yayıncılık sektöründe köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, Babıâli yayıncılığının zayıflamasına, gözden düşmesine ya da etkisinin azalmasına yol açmıştır. Babıâli bir kültürün, bir geleneğin neredeyse 150 yıllık adıdır. Babıâli kitap gibi kokan caddeleri, kitapla sıcak ve samimi ilişkiler kuran okuyucusuyla uzun yıllar bilgi ve kültürün merkezi olmuştur. Babıâli yayıncılığının sona ermeye başlaması bir geleneğin de sonu anlamına gelecektir. Babıâli’de ayakta kalmayı başarmış firmalar günümüzde de faaliyetlerine devam etmektedir. Ancak şimdilerde Babıâli eski ihtişamlı günlerinin çok uzağındadır. Kaynaklar: Alpay Kabacalı, “Türkiye’de Yayıncılığın Tarihçesi” Asım Öz, “1960’lı yıllardan Sonra Dini Yayıncılık” Doğan Atılgan, “Türkiye‘de Yayın Hayatı: 1985-1994” Dünya Bülteni Araştırma Masası, “Babıali Yayıncılığı ve İslami Neşriyat” Mehmet Nuri Yardım, “İstanbul’un 100 Yayınevi” (baskı aşamasında) Nedret İşli, “Bab-ı Ali’de Yayınevleri” Taylan Tosun, Abdullah Arı, Fatih Taş, “Türkiye’de Yayıncılık Alanında Dönüşümler, 1990-2007”


YAYINCILIĞIN BABIÂLİ’DEKİ SERÜVENİ / Yrd. Dr. Ömer OSMANOĞLU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

29



BEŞİR AYVAZOĞLU İLE

BABIÂLİ SOHBETİ Söyleşen:

Ahmet KARA

Günümüz münevverlerinden, kültür adamı, edip Beşir Ayvazoğlu’yla İSAM’da Babıâli üzerine konuştuk. Yolu bir dönem Babıâli’den geçen Beşir Bey’le sohbetimiz süresince, köklü bir geçmişe sahip olan semtin tarih boyunca üstlendiği misyona, basın ve yayın dünyasının Babıâli’den ayrılmadan önceki ve ayrıldıktan sonraki haline, dönemin sıcak ilişkilerine dair pek çok konuya değindik. Yakın tarihimizden bir sayfa aralamayı ümit ettiğimiz bu röportajı sizlerin istifadesine sunuyoruz.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARA

Babıâli’nin ehemmiyeti nedir? Babıâli yüksek kapı demektir. Eskiden devlet dairelerine “kapı” denirdi. Bu kelimenin Arapçası bâb, Farsçası der’dir. Üçü de kullanılırdı. İstanbul’un isimlerinden biri olan Dersaadet, biliyorsunuz, “mutluluk kapısı” anlamına gelir. Bâb-ı Hümayun padişah kapısı, Bab-ı Asafi veziri kapısı, Bab-ı Meşihat şeyhülislam kapısıdır. “Kapılanmak” tabiri de bir devlet dairesinde işe girmek demektir. Evet, sadrazamın hem devlet işlerini yürüttüğü, hem de ikametgâh olarak kullandığı binaya önceleri Bâb-ı Asafî deniyordu. Asaf, Hz. Süleyman’ın veziridir, bu sebeple mecazen vezir anlamına gelir. Ama halk yaygın olarak “Paşakapısı” demeyi tercih ederdi. Paşakapısına, 18. yüzyılın sonlarında Babıâli denilmeye başlandı. Zamanla sadrazamın oturduğu ve devleti idare ettiği konak anlamını da aşarak Osmanlı hükümetini ifade eden bir kavram haline geldi. Peki, Babıâli binaları ne zaman yapıldı? Babıâli, Cağaloğlu’nda geniş bir alana kurulmuş binalar topluluğundan oluşuyordu. Paşakapısı’nın buraya ne zaman yerleştiğini kesin olarak bilinmiyor. Ama Semavi Eyice Hoca’ya göre, Sultan İbrahim devrinde Paşakapısı buradaydı ve muhtemelen ahşap yapılardan oluşuyordu. Defalarca yandı ve yeniden yapıldı. 19. yüzyılın başlarında da dramatik bir hadiseye sahne oldu. Biliyorsunuz, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’ya karşı ayaklanan yeniçeriler, Babıâli’nin Alay Köşkü karşısındaki ana kapısında ot yığarak yangın çıkarmış, mahzene sığınan Alemdar’ı ele geçirmek için de kubbeyi delerek içeri girmeye çalışmışlardı. Bunun üzerine Paşa, mahzendeki barut fıçılarını ateşleyerek yeniçerileri kendisiyle birlikte havaya uçurdu. Bu hadiseden sonra yapılan bina da yanmış, yenisinin yapımı yanlış hatırlamıyorsam 1827 yılında tamamlanmıştı. Demek 32


BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIALİ SOHBETİ / Ahmet KARA

Bir zamanlar Anka

ki II. Mahmud devri... Bu devirde Babıâli, sadrazamın ikametgâhı olmaktan çıkarılmış, sadece hükümet merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştı. 1835 yılında çıkan Hocapaşa yangını da bu binayı yalayıp yuttu. Bir bölümü günümüzde İstanbul Valiliği tarafından kullanılan Babıâli binası, Sultan Abdülmecid devrinde kâgir olarak yapıldı. Tabii Batı Avrupa mimarisi tarzında... Babıâli bugünki anlamıyla Başbakanlık. Peki bu kelime basını ifade etmeye ne zaman başlıyor? Devletin idare edildiği merkez olduğu için haberin kaynağı orası... Gazeteciler herhangi bir konuda doğru, ayrıntılı haber almak istedikleri zaman nereye gidecekler? Babıâli’ye... Bu sebeple, gazeteler ve gazetelerin basıldığı matbaalar, semte de ismini veren Babıâli civarında kurulmaya başlanıyor. Sirkeci’den başlayarak Nuruasmaniye’ye, bir taraftan da Sultanahmet ve Divanyolu’na uzanan geniş bir alan... Bu sebeple Babıâli denildiği zaman yakın zamanlara kadar aynı zamanda İstanbul basını anlaşılırdı. Sadece gazeteler mi? Yayınevleri de idarehanelerini bu bölgede açmaya başladılar. Böylece kültür hayatımız Babıâli’de şekillenmeye başladı. Babıâli Yokuşu’nun

ismi Cumhuriyet devrinde Ankara Caddesi olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyet’ten sonra devletin merkezi Ankara’ya taşındığı için Babıâli ismi sadece İstanbul basınını ifade etmeye başladı. 1980’lere kadar kültür hayatımız Babıâli’de nefes alıp vermiştir. Necip Fazıl, gazetecilik hayatını ve edebiyat hatıralarını anlattığı kitabına Babıâli ismini vermiştir. Ne anlatır bu kitabında? Gazetecilik hayatını anlatır, dönemin gazetelerini, mecmualarını, kültür adamlarını, onlarla ilişkilerini, kavgalarını, dostluklarını vs. Babıâli başlı başına bir dünyadır. Gazeteciler ve yazarlar, Cağaloğlu Yokuşu’na “Bizim Yokuş” derlerdi. Yusuf Ziya Ortaç’ın Bizim Yokuş adlı bir kitabı vardır. Orada Babıâli hatıralarını, basın hayatını, basının belirli tiplerini anlatır. Kısacası 1980’lere kadar İstanbul basını demek Babıâli demekti. Bütün büyük gazeteler ordaydı. Hürriyet, Milliyet, Cumhu-

ra Caddesi ve Ba

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bıâli

riyet, Tercüman, Günaydın... Milliyet Nuruosmaniye’ye giderken soldaydı. Hürriyet, Ankara Caddesi’nin bittiği noktadan II. Mahmud Türbesi’ne doğru giden caddenin sağındaydı. Tercüman gazetesi 1980’lere kadar Nuruosmaniye’ye doğru, İkinci Mahmud Türbesi’nin arkalarına düşen bir yerde, Şerefefendi Sokak’taydı. Babıâli’yi ilk terk eden gazeteler hangileriydi? Babıâli’yi ilk terk eden Tercüman gazetesi oldu. Topkapı dışında, bugün halen Basın İlan Kurumu’nun kullandığı binasını yaptırdı ve ilk defa sur dışına çıkan gazete oldu. Ben gazeteciliğe Suriçi’nde başladım. İlk çalıştığım büyük gazete Hergün’dür. Hergün, Sultanahmet’in arka tarafında Akbıyık’taydı. Orada başladım, daha sonra bir müddet ara verdikten sonra dönüşte Tercüman’a girdim.

33


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARA

O zaman Tercüman sur dışındaki yeni yerindeydi. Sonra bir ara Türkiye gazetesinde çalıştım, Türkiye hâlâ Cağaloğlu’ndaydı o zaman. İçtihat Evi’nin karşısındaki sokakta... Dolayısıyla Babıâli’de gazetecilik yaptım ben. Bugün Babıâli’nin hatırasını yaşatan, İran Konsolosluğu’nun karşısında, Türkocağı Sokağı’nın başındaki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’dir. Babıâli’yle ilişkiniz ne zaman başladı? 1970’lerin başından itibaren Babıâli’yle, Bizim Yokuş’la ilişkim vardı. Okuyan, yazan meraklı bir genç olarak İstanbul’a yolum düştüğü zaman ilk olarak Babıâli’ye giderdim, çünkü orada hala eskiden kurulmuş yayınevi ve kitabevleri faaliyetteydi. Maalesef Remzi Kitabevi gibi birkaç kitabevi ve yayınevi dışında Babıâli’de ısrar eden yok. Gazeteler sur dışına taşınınca bölge turizme açıldı. Bu yüzden yayınevleri de yavaş yavaş terk etmeye başladılar. Babıâli’nin güzel

zamanlarını yaşayanlar, bir zamanlar Bizim Yokuş’un iki tarafını kuşatan yayınevleri ve kitapçıları tek tek sayabilirler. Mesela Ahmet Halit Kitapevi, Akşam Kütüphanesi, Arakel Kitaphanesi, Asır Kütüphanesi, Gayret Kitabevi, Hilmi Kitabevi, İkbal, Maarif, İnkılap, Kanaat, Remzi Kitabevi, Semih Lütfi Kitaphanesi, Tefeyyüz, Türkiye Yayınevi, Vakit, Yeni Kitapçı... Babıâli sohbet meclisleri var mıydı? Her kitapçı dükkânı aynı zamanda bir küçük mahfildir. Kitapçıların çoğu aynı zamanda yayıneviydi. Bundan dolayı birçok yazarla da bağlantıları vardı. Bu yazarlar da sık sık uğruyorlardı. O yokuşa yolunuz düştüğü zaman mutlaka birileriyle karşılaşırdınız. Ben orada gençken o kadar çok yazarla, şairle karşılaştım, o kitapçı dükkânlarında o kadar çok sohbete şahit oldum ki... Kitapçı

dükkânlarında küçük sohbet halkaları kurulurdu. Şimdilerde o gelenek fazla yürümüyor. Mesela benim ilk kitaplarımın çıktığı Ötüken Yayınevi’nde her Çarşamba günü sohbetler olurdu. Dergâh Yayınevi’ne gittiğinizde mutlaka ama mutlaka bir yazar veya şairle karşılaşırdınız. Gazetelerin bu bölgede olması, gazetecilerin yemek içmek için bir araya gelebileceği mekânların, lokantaların ve kahvehanelerin açılmasına vesile oldu. Cağaloğlu Yokuşu’nun en meşhur kıraathanesi Meserret Kıraathanesi’ydi. Bu kıraathane yakın tarihimizde de çok önemlidir. Yakup Cemil’in isyan hareketlerini hazırladığı, birçok şair ve yazarın eserlerini kaleme aldığı meşhur kıraathane... Nuruosmaniye’de İkbal Kıraathanesi de, Yahya Kemal ve arkadaşlarının Mütareke devrinde Dergâh mecmuasına çıkardıkları, 1950’lerde Orhan Kemal’in romanlarını yazdığı kıraathaneydi. Öyle idarehane midarehane hak getire… Son derece kıt imkânlarla dergiler çıkarılırdı. O zaman oturulur bir kıraathanede yazılar yazılır, bir matbaada dizdirilip provası alınır, aynı kıraathanede tashih edilir, mizanpajı yapılırdı. Küllük kahvesinde bile dahi kaç tane dergi çıkarılmıştır. Hatta bir dergi bu kahvenin adını taşır: Küllük... Küllük, üniversite mensuplarının, gazetecilerin, yazar ve şairleri buluşma, haberleşme yeriydi. Birçok önemli şair ve yazar, mesela Yahya Kemal, randevularını Küllük’te verirlerdi. Babıâli’den kopuş nasıl oldu?

Akşam gazetesinin Bab

34

al ıali’deki binasında Cem

Nadir ve arkadaşları

Nüfus artıkça, gazeteler geliştikçe, büyüdükçe, tirajları arttıkça Cağaloğlu’ndaki binalar yetersiz gelmeye başladı. Daha rahat yerlerde çalış-


BEŞİR AYVAZOĞLU İLE BABIÂLİ SOHBETİ / Ahmet KARA

mak isteyen gazeteler buradan ayrılmaya başladı. 1980’lerin başında Tercüman’la başlayan süreç bölgenin turizme de açılmasıyla hızlandı. Dolayısıyla artık Babıâli, Türk basınını temsil edemez oldu. Babıâli’yi terk eden ilk gazete Tercüman, son ise Cumhuriyet’tir. Gazeteler Babıâli’de faaliyet gösterirken gazeteciler toplumla daha iç içeydiler. Bina dışına çıktıkları zaman birbirleriyle karşılaşabiliyor, selamlaşabiliyorlardı. Aynı mekânlarda yemek yiyor, tanışıyor, konuşuyorlardı. Sur dışına çıktıktan sonra akıllı binaların steril ortamlarında hem toplumdan, hem de birbirlerinden koptular. Kendilerini tecrit ettiler. Bu binalarda yapılan gazetecilik, Türk gazeteciliğinin ruhunu da değiştirdi ve gazetecilerde görüş bozukluğuna yol açtı.

bir not yazarak muhasebeye gönderdi beni. Maalesef telif ücretinin miktarını hatırlamıyorum. Bu arada şiirlerim de Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanıyordu. Dolayısıyla Ahmet Kabaklı Hoca’yla gıyaben tanışıyorduk. Gitmişken onu da ziyaret etmek istedim, beni kabul etti ve tanıştık. Ahmet Kabaklı ile aynı odada oturan Tarık Buğra’yı da o gün görmüştüm. Dolayısıyla bir gazete binasını, gazetenin önemli bir yazarını ve ünlü bir romancıyı aynı günde görmüş oldum ve ödül olarak almış olduğum

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

paranın yarısıyla Royal marka -ama ikinci el- bir daktilo satın aldım. Hâlâ muhafaza ettiğim bu daktiloyla binlerce sayfa yazmışımdır. Bu yarışma, Babıâli ile ciddi mânâda ilk temasım olduğu için hayatımda bir dönüm noktasıdır.

Son olarak, unutamadığınız Babıâli hatıranızı anlatır mısınız? Tercüman gazetesi 1970’lerde 1001 Temel Eser’i yayınlıyor ve çıkan her yeni kitap için bir tenkit yarışması açıyordu. Rahmetli Mehmet Çavuşoğlu’nun hazırladığı Necati Bey Divanı hakkında bir tenkit yazdım ve gönderdim. Galiba yıl 1973’tü, Bursa’da talebeydim. Hiçbir beklentim de yoktu. Bir gün Tercüman gazetesinin Bursa büro şefi aradı ve birincilik kazandığımı söyledi. Sonra alıp beni bir yerlere götürdü, fotoğraflarımı çekti. Konuyla ilgili haber, fotoğraflar ve birincilik kazanan yazım Tercüman’da yayımlandı. Aklım başımdan gitmişti. Ödül 2500 liraydı, büyük bir para... Ayrıca yayımlanan yazım için telif ücreti... Bir müddet sonra İstanbul’a geldim, Tercüman’ın Cağaloğlu’ndaki binasına gittim. Çok iyi hatırlıyorum, genel yayın yönetmeni Sadettin Çulcu idi; kısa 35



BABIALİ:

OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE… Cem SÖKMEN Kırklareli Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Babıali’ye dair hatıraların sunduğu manzara içinde kitabevi tezgâhtarlığından muhabirliğe, kitap yayıncılığından dergi yayıncılığına, mürettiphaneden musahhihliğe geçişlerle devam eden hayat çizgilerini tespit etmek mümkün… Gazetelerin farklı semtlere dağılmasıyla 1990’ların başından itibaren çözülmeye başlayan Babıali’nin ortak zemini, yerini gitgide turizme bıraktı. Bu hızlı dönüşüm içinde mekân hafızası eriyen Babıali’yi Ahmet Güner Elgin, Muhittin Nalbantoğlu ve Mümin Çevik gibi 1950’lerden itibaren tozunu yutmuş isimlerle konuştuk.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

ca yokuşu tırmanırken’ diye. Peyami Safa, Necip Fazıl, Yusuf Ziya, Nizamettin Nazif, Faruk Nafiz gibi ünlülere sık sık rastlardık burada. Hep de ağır adımlarla yürürlerdi. … “ Oktay Akbal - Bir de Simit Ağacı Olsaydı2

Yusuf Ziya Ortaç

“Size bizim yokuşu anlatacağım. Bizim Yokuş’u bilirsiniz değil mi? Eski adı ile Bab-ı Ali yokuşunu.. Gazeteler, dergiler, matbaalar bu yokuşta toplanmıştı benim gençliğimde. Yokuşun alt başında Sabah matbaası vardı, Mihran Efendi’nin. Başyazarı Diran Kelekyan. Üst başında İkdam Yurdu Ahmet Cevdet beyin.. Bir de şimdi tatlıcı olan Meserret’in yan sokağı Ebussuut caddesinde Tercüman. İşte koca Osmanlı İmparatorluğunun bütün matbuatı!” Yusuf Ziya Ortaç – Bizim Yokuş1

“Babıali yokuşu. Biz öyle derdik. ‘Babıali’den geçtin mi, Babıali’ye gittin mi?’ Sonrakiler, ‘Bizim Yokuş’ adını taktılar. Şimdikiler ne diyorlar bilmem? Ünlü Cağaloğlu yokuşu, Sirkeci’den yukarıya doğru tırmanan yol. İki yanı kitapçılarla dolu bir kültür merkezi… Fotoğraflar çıkardı dergilerde. ’Ünlü muharrirlerimizden falanca ile filan38

“Çok parlak bir adam değildim ama idare ediyordum. Üç beş kuruş kazanıp yaşıyordum. İstanbul o zaman daha rahat, daha kolay yaşanan bir yerdi. Yaratım Ajans’ın yeri de çok güzeldi. Sultanahmet’te Adliye’nin arkasında. Her gün Cağaloğlu’na iniyordum. Gazeteciler edebiyatçılar, herkes oradaydı. Öğlen yemeğe giderdik, yan masada Melih Cevdet Anday, Murat Belge… İnsanların neşesini, sohbetini, birbirlerini ciddiye alışlarını, kimseyi kendilerinden uzak tutmamalarını hatırlıyorum. Mesela Cemal Süreya’yla konuşursun, ‘hemen gel sana bir çay ısmarlayayım oğlum’ der, ‘Ne yapıyorsun şiir mi yazıyorsun, kitabın mı çıkacak, ne yapabiliriz?’ diye sorar… Öbür taraftan, ajanslarda çalışanlar da entelektüel insanlardı. Ya üniversiteden kovulmuştur, ya şairdir… Canlı, renkli, ayrışmamış, herkesin bir arada olduğu bir dönemden bahsediyorum.”

dergi yayıncılığına, mürettiphaneden musahhihliğe geçişlerle devam eden hayat çizgilerini tespit etmek mümkün… Gazetelerin, dergilerin, kitabevlerinin, yayınevlerinin, matbaaların, mücellithanelerin, haber ajanslarının mekân tuttuğu bir cadde ve ona açılan sokaklarda müvezzileri ve hamallarıyla, yazarların bazen saatlerce vakit geçirdiği berber dükkânlarıyla, muhabirlerin her sabah buluşup birbirleriyle haber alışverişi yaptığı İhsan, Meserret ve İkbal kıraathaneleriyle bir büyük çerçeve var. Gazetelerin farklı semtlere dağılmasıyla 1990’ların başından itibaren çözülmeye başlayan bu ortak zemin yerini gitgide turizme bırakıyor. Bu hızlı dönüşüm içinde mekân hafızası eriyen Babıali’yi Ahmet Güner Elgin, Muhittin Nalbantoğlu ve Mümin Çevik gibi 1950’lerden itibaren tozunu yutmuş isimlerle konuştuk.

Semih Kaplanoğlu – Yusuf’un Rüyası3

Yukarıdaki alıntılar Babıali’nin üç ayrı dönemini yaşamış üç isimden… Yusuf Ziya Ortaç 1900’lü yılların başındaki Babıali’yi, Oktay Akbal 194050’leri, Semih Kaplanoğlu da 1980’li yılları anlatıyor. Birincinin anlattığı zaman ile üçüncünün anlattığı arasında neredeyse doksan yıllık bir fark var. Ancak bu doksan yılın değişmeyenleri de var: Doğal beraberlikler, komşu binalara yapılan ziyaretler, tesadüfi karşılaşmaların üzerine yapılan uzun sohbetler ve bu sohbetler sayesinde gelişen dostluklar… Bu hatıraların sunduğu manzara içinde kitabevi tezgâhtarlığından muhabirliğe, kitap yayıncılığından

Ahmet Güner Elgin

AHMET GÜNER ELGİN 1932’de Tokat/Niksar’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi 1939 Erzincan depreminden sonra taşındığımız Konya’da tamamladım. 1949-1953 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudum. Gazeteciliğe 1957 yılında başladım.


BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

Mehmet Şevket Eygi’nin haftalık Yeni İstiklal dergisinde çalıştım. Daha sonra Kemal Uzan’ın satın aldığı Yeni İstanbul gazetesine geçtim. Yeni İstanbul’dan sonra Hami Tezkan ve Gökhan Evliyaoğlu’na ait Son Havadis gazetesinde çalıştım. 1969’da Alman hükümetinin davetiyle 7 ay süreyle Düsseldorf’ta Reinische Post gazetesinde çalıştım. 1974’te Erol Güngör, İrfan Atagün ve Ömer Öztürkmen ile birlikte Ortadoğu gazetesini yayınlamaya başladık. 1975’te Şaban Karataş TRT Genel Müdürü olunca Tuncer Enginertan, Mehmet Akköprülüler ve Şenol Demiröz’le beraber beni birlikte çalışmak için davet etti. Ankara’da değişik dönemlerde Sabah, Bugün ve Son Havadis gazetelerinin Ankara büro şefliği ve parlamento muhabirliğini yaptım. 1982 yılında Ortadoğu gazetesin-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

de yayınlanmış bir yazı sebebiyle 7 ay hapse mahkûm oldum. Hapisten çıktıktan sonra 1969’da Almanya’da tanıştığım Altan Öymen’in davetiyle Milliyet gazetesi redaksiyon servisinde çalışmaya başladım. Milliyetçi ve sağın hemen hemen bütün gazetelerinde çalışmış bir gazeteci olarak Milliyet’e geldiğimde gazetede adeta bir dalgalanma oldu. Başta Vasfiye Özkoçak olmak üzere ismime aşina arkadaşlar benim için soğuk bir atmosfer oluşturdular. Fakat birlikte çalışmaya başlayıp birbirimizi daha yakından tanıdıktan sonra 2 yıl içinde bu duvarı ortadan kaldırdık. Ahmet Oktay’ın ayrılmasından sonra redaksiyon servisi şefi olarak görevime devam ettim. 1993 yılında bu görevde iken emekli olup gazeteden ayrıldım. 1997’ye kadar Günaydın, Tercüman ve Öncü gazetelerinde çalışarak faal gazeteciliğe son vermiş oldum. Gazeteciliğin Mutfağından Gelen Patronlar… Gazeteci olmayanların gazetecilik yapmaya başlaması gazeteciliğin dokusu bakımından en önemli dönüm noktalarından biridir. Vatan gazetesinde çalıştığım sıralarda gazetenin bir tane arabası vardı: Gazetenin patronu Ahmet Emin Yalman’ın arabası. Bir gün İngiliz Dışişleri Bakanı Türkiye’yi ziyaret edecek; dış haberler servisine sordum: “Kim gidecek haber için?” dediler “Patron gidiyor ya”. Gazetecilikten gelen bir gazete sahibinin olduğu yerde aldığım cevap gayet doğaldı. Vatan dışında akla gelebilecek Son Posta, Cumhuriyet, Hürriyet, Günaydın gibi gazetelerin patronları hep gazeteciliğin mutfağından gelen kişilerdi. “Necip Fazıl Kısakürek’in paltosunu tuttum diyeceğim.” Necip Fazıl tek başına bir müessese idi. Hayatımın en büyük mutluluklarından biri onu tanımaktır. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde çalıştığım yıllarda Necip Fazıl da ga39


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

dedi. Sonra giderken dönüp o kendine has üslubu ve vurgularıyla “Affettim seni Ahmet!” dedi.

MUHİTTİN NALBANTOĞLU: “Babıali bir âlemdi” 1934’te Trabzon’da doğdum. 1939’da İstanbul’a naklettik. Türkiye Yayınevi’nin sahibi rahmetli Tahsin Demiray öğretmendi, “Le Play Sosyolojisi” üzerine çalışmalar yapmış bir insandı. Babamın da yakın dostuydu. Bu dostluk sayesinde ilkokul yıllarında

bahsettim. “O resmi hemen bana bul” dedi. Gösterdiği alakaya şaşırdığımı anlayınca “delikanlı, bazen bir tek resim bir sayfa yazıdan beliğdir.” dedi. Bunu rahmetli Niyazi Ahmet Banoğlu’na anlattığımda “Bizim patronun atasözü gibi sözleri çoktur ama bu hepsinden güzel” demişti.

Necip Fazıl Kısakürek

zetemizin yazarları arasındaydı. Birinde yazısı gecikmişti. Aslında yazı gelmiş ama teslim alan arkadaş bana getirmeyi unutmuş. Bir heyecanla üstadı aradım, yazının gelmediğini söyleyince öyle bir “gönderdim!!!” deyişi vardı ki bugün bile kulağımdadır o ses… Tabii aramızda sadece gazeteci ve yazar ilişkisi yok, geçmişe dayanan bir yakınlık var. Onun kaleminden çıkan her türdeki yazıyı takip etmişliğim var. Ama bu telefon görüşmesi sebebiyle aramıza bir küskünlük girdi. Bir süre sonra üstat gazeteye geldi. Doğrudan Mehmet Şevket Bey’in odasına girdi. Paltosunu oda kapısının yanındaki askıya astı. Ben de artık dışarıya çıkışını kollamaya başladım. Bir gözüm hep odanın kapısında. Kapıdan çıktığını görür görmez ayağa fırladım ve paltosunu ondan önce aldım. Bana döndü ve baktı, “Ahmet ne oluyor?” dedi. Ben de “üstadım öbür dünyaya gittiğim zaman bana ‘sana uzun bir ömür verdik, sen dünyada ne yaptın?’ diye sorulunca “Necip Fazıl Kısakürek’in paltosunu tuttum diyeceğim.” dedim. Birden şaşırdı ve “Bugün ilk defa birisi benden iyi laf etti” 40

“27 Mayıs’tan sonra gözaltına alındım. Aynı günlerde Necip Fazıl da gözaltındaydı. Birlikte serbest bırakıldık, dışarıya birlikte çıktık. O sırada kapının önünden elma şekeri satan bir çocuk geçiyordu. Necip Fazıl, “Mümin, iki tane elma şekeri alalım” dedi. Arkadan subaylar şaşkın şaşkın Necip Fazıl’a bakıyordu.” –Mümin Çevik

Muhittin Nalbantoğlu

Babıali’de bulunan kitapçı dükkanlarını tanıma imkânı buldum. Ve dördüncü sınıfın yaz tatilinde Türkiye Yayınevi’nde çalıştım. İlkokul bittikten sonra da aynı yayınevinde devamlı çalışmaya başladım. Bu yıllarda ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdim. 1945-46’dan 1964’e kadar Türkiye Yayınevi, İnkılap Kitabevi ve Remzi Kitabevi’nde çalıştım. 1964 yılında Babıali’de Ankara Caddesi üzerinde 64 numarada Uğur Kitabevi’ni kurdum. Aynı yıllarda Muhit Yayınları’nı da kurdum, bir yandan perakende kitap satışıyla, bir yandan da kitap yayınıyla meşgul oldum. “Bazen bir tek resim bir sayfa yazıdan beliğdir” Farklı dönemlerde dergi ve gazetelerde de çalıştım. Sedat Simavi’nin Yedigün dergisinde çalışırken bir gün kendisine Mehmet Akif’in sadece bir defa yayınlanmış bir fotoğrafından

“Bak delikanlı bu Babıali nedir biliyor musun?” 1940’ların sonunda bir gün Yahya Kemal’i bir kitabevinde gördüm. Yazar ve yayıncı dostlarıyla sohbet ediyordu. Uzun sohbetin içinde bir şiirini onun huzurunda ezberden okuma fırsatını buldum. Çok memnun oldu ve kulağa küpe cinsinden sözlerle beni taltif etti: “Bak delikanlı bu Babıali nedir biliyor musun? Burada 1 sene icra-yı meslek eyleyen 1 üniversite bitirmiş gibi olur” dedi. O zamanki Babıali’de Refik Halit, Yusuf Ziya Ortaç, Halide Edip, Nizamettin Nazif gibi isimlerle karşılaşmak bir yayınevinde veya kitabevinde onların sohbetini dinlemek mümkündü. Zaman zaman Mehmet Kaplan’ı üniversiteden çıkacağı saatlere yakın ziyarete gider, onunla birlikte Laleli’den Sirkeci’ye kadar yürüyüşler yapardım. Ne sorarsam cevap verirdi. Esasen insan da böyle yetişir. Bir yandan okumakla ama bir yandan böyle değerli isimlerin etrafında bulunmakla…


BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

MÜMİN ÇEVİK 1936’da Konya’da doğdum. Çocukluğumdan hatırladığım ilk yayın Çocuk Alemi dergisi. Merakla okurdum. Elde edebildiğim gazete ve dergiler beni öyle etkilemişti ki halamın oğlu askere gittiğinde ona yazdığım mektupları Bereket adını verdiğim bir gazete formunda hazırlıyordum. Ailemizde yaşanan gelişmeleri, ilçemize gelen/gidenleri, yeni açılan dükkânları çerçevelerle bölerek haklarında bilgi veriyordum. İstanbul’a geldikten sonra 1956 yılında Pertevniyal Lisesi’ni bitirdim.

Mümin Çevik

Arşivi düzenleyen “gece bekçisi” Gazetecilik hayatındaki ilk tecrübem Vakit gazetesindedir. Hakkı Tarık Us’a ait olan Vakit gazetesine gece bekçisi gibi başladım. Burada eski yazı bilmenin bir faydasını gördüm. Gecenin sakinliğinde gazetenin arşivini incelemeye başladım. Sadece Osmanlıca notlar bulunan fotoğrafların altına bu notları latinize ederek yazdım. Hakkı Tarık Us bunu duymuş ve memnun olmuş, beni yanına çağırdı. “Bundan sonra benimle birlikte çalışacaksın, sana gazete, dergi ve kitaplara dair listeler vereceğim. Sahaflar’da arayıp benim adıma satın alacaksın.” dedi. Bu vazifem vesilesiyle Sahaflar Çarşısı’na gidip geldikçe Sahafları daha yakından tanıdım, bazılarıyla dostluklar kurdum. Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Necati Alpas, Nizamettin Artuç ve Mehmet

Ertezcanlı’yı tanıdım. Yurttaş Kitabevi sahibi Mehmet Ertezcanlı’yı tanıdım ve çok sevdim. Kitap götürdüğümde beni zorlamaz, hemen makul bir fiyat verip alırdı. Birgün “Bahçelievler’de bir hocanın kitaplarını alacağız” dedi. Kalktık, gittik. Taksi tuttuk, bu arada yemek de yedik. Fakat sonunda 3 adet kitap aldık. Dedim, “bu işi halledene kadar ciddi masraf ettik.”. Mehmet Bey cevaben “Perakendecilik budur” dedi. Bu usulle çalıştığı için sahibi olduğu Yurttaş Kitabevi için “Bulursak orada buluruz” dendiğini anlattı. Perakendeciliğin “maliyetini düşünme-

Hakkı Tarık Us

41


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

den istenen şeyi bulmak” olduğunu Mehmet Ertezcanlı’dan öğrendim. Üçdal Neşriyat’ı 1966’da kurduk. Mustafa Can, Mehmet Ertezcanlı ve ben kitap yayınlamak için şirketi kuracağız. Beyaz Saray’da yer tutmak için çarşıya gittik. Orada sordular, “firmanın adı ne” diye. Biz de üç kişiyiz ya “Üçdal” dedim ben orada. Bugüne kadar 300 civarında kitap yayınladık. Şu anda mevcudu bulunan çok az sayıda kitabım var ama ben yaşarken yayınevinin kapanmasına gönlüm razı olmuyor. Bu yüzden eldeki kitaplarla Babıali’de küçük bir büro ile devam ediyoruz. Yayınevinin en faal yılları 1970’li yıllar oldu. Ağırlıklı olarak ansiklopedi ve diğer ciltli kitapları yayınladık ve okuyucuya sunduk. Bazen 5000 kitabı daha mücellithanede iken satmış oluyorduk. Fakat 1980’lerden sonra o eski havayı devam ettiremedik. 1982’de yine bir gazetecilik teşebbüsüm oldu. Engin Köklüçınar’dan daha önce Uzanlar’a ait olan Aktüel gazetesini satın aldım. 2 yıl çıkardım. Ancak sonra Mehmet Ali Yılmaz’a sattım. Necip Fazıl ve elma şekeri… Vakit’ten sonra gazeteciliğe Yeni İstiklal dergisinde devam ettim. Yeni İstiklal’deki yazı işleri iki sene kadar sürdü. 27 Mayıs’tan sonra gözaltına alındım. Örfi İdare’nin Merkez Komutanlığında kaldık. Aynı günlerde Necip Fazıl da gözaltındaydı. Birlikte serbest bırakıldık, dışarıya birlikte çıktık. O sırada kapının önünden elma şekeri satan bir çocuk geçiyordu. Necip Fazıl, “Mümin, iki tane elma şekeri alalım” dedi. Arkadan subaylar şaşkın şaşkın Necip Fazıl’a bakıyordu. Dipnotlar: 1 Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, İstanbul, Akbaba Yayınları, 1966, s.7. 2 Oktay Akbal, Bir de Simit Ağacı Olsaydı, İstanbul, Cem Yayınevi, 1990, s.96. 3 Semih Kaplanoğlu, Yusuf’un Rüyası, Timaş, 2010, Söyleşi: Uygar Şirin, s. 64. 42


BABIALİ: OL SALTANATIN YELLER ESER ŞİMDİ YERİNDE…/ Cem SÖKMEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

43



BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ) Adnan ÖZYALÇINER Araştırmacı, Yazar

Her gün önünden geçtiğim kitabevine (Ahmet Halit Kitabevi’ne) bir gün sevinçle daldım. Ömer Seyfettin’in bir öykü kitabını istediğimi söyledim. O sırada karşımdaki Ahmet Halit Bey miydi, yoksa başkası mıydı bilmiyorum. Yekten, “Ömer Seyfettin’in kitaplarını tek tek satmıyoruz; onların tamamı on kitaptır.” dedikten sonra tezgahın altından kucakladığı kitapları, pat diye tezgahın üstüne tepeleme yığdı. Koyu renkli, resimsiz karton kapaklı, mahkeme dosyalarını andıran, üstünde yalnızca adları yazılı, örnek vermek gerekirse birinin adı Efruz Bey olan kalınca kitaplardı. Utana sıkıla, fiyatını sorduktan sonra dükkandan çıktım. Aradan bir ay mı, iki ay mı geçtikten sonra harçlıklarımdan biriktirdiklerimle Ömer Seyfettin’in on kitabını birden satın aldım.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER

Babıali Caddesi, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü

Babıâli, bir bütündür. Sirkeci’den başlayarak Büyük Postane’ye giden, eskiden sıra sıra şerbetçi dükkanlarının bulunduğu sokağa giriş yapan Ankara Caddesi, eğimi dolayısıyla Babıâli Yokuşu olarak anılır. Cadde, bir köşesinde kayıp Meseret Kıraathanesi’yle karşısındaki köşede kayıp Tan Matbaası’nın yer aldığı Gülhane Parkı’na çıkan Ebussuut Caddesi’ne ikinci bir giriş yaptıktan sonra yokuş yukarı sürer. Yokuşun tam ortasında Nallı Mescit’le semte adını veren eski sadrazam Konağı (Hükumet Başkanlığı) şimdiki Vilayet Binası’na varmadan dik bir yokuşla Cağaloğlu Yokuşu’na sapar. Cadde, Nallı Mescit, Vilayet’le yanan Milli Eğitim Müdürlüğü ile İran Konsolosluğu, Gazeteciler Cemiyeti’nin yanından İstanbul Erkek Lisesi ile Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu Türk Ocağı Caddesi’ne kıvrılmadan geçerek Cağaloğlu alanına ulaşır. Cağaloğlu Yokuşu da İran Konsolosluğu’nun yüksek duvarlarıyla şimdi Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın bir çeşit deposu olarak kullanılan, eski bir sıbyan mektebi olan küçük sarı binanın arasından caddeyle birleşerek Cağaloğlu alanına doğrulur. Eskiden bu cadde, boydan boya, karşılıklı sıralanan kitapçı dükkanlarıyla doluydu. Yanısıra caddeye açılan ara 46

sokaklardaki dükkan ve hanlarıyla gazeteler, yayınevleri, dergi yönetim yerleri, basımevleri, klişeciler, kağıtçılar, kırtasiyeciler doğal olarak da kitapçılar yer alıyordu. Çünkü Babıâli bir bütündü. Babıâli, İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığım yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığım 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar benim yolum oldu. Kitapçılar da dünyam. İstanbul Erkek Lisesi’ne başladığım yıllarda Eyüp’te oturuyorduk. Eyüp’ten Köprü’ye Haliç yoluyla vapurla gidip geliyordum. Köprüden liseye Ankara Caddeİstanbul

Erkek Lise

si, eski ve

gün üm ü

z görünü


BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER Meserret Otel ve Kıraathanesi’nin eski binası

si’nden geçerek çok sevdiğim kitapçı vitrinlerine baka baka yürüyerek gidip gelirdim. Bu gidip gelişlerimde gözüme çarpan ilk kitapçı yokuşun hemen başındaki Semih Lütfi Kitabevi olmuştu. Renk renk kapaklarıyla vitrini üst üste dolduran Türk romanları dizisi ilgimi çekerdi. Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri, Osman Cemal Kaygılı, Reşat Enis gibi daha birçok yazarın kitapları bulunurdu Semih Lütfi’de. Bunlar bir de ucuz romanlar dizisi diye adlandırılmıştı.

Kanaat Kitabevi’nin eski binası

Oradan edindiğim ilk kitap, sanırım harçlığımdan ayırarark çok ucuza aldığım Reşat Nuri Güntekin’in Acımak adlı romanıydı. Bir de Yakup Kadri’nin Bir Sürgün romanını almıştım. Tarihler kitabevinin sahibinin Suhulet Kütübhanesi ve matbaasının sahibi Leon Lütfi olduğunu yazar. Sonradan Semih Lütfi adını alarak bu kitabevini açan Semih Bey 1940’lı yıllarda ölünce, dükkan karısı olan Ermeni Aznif Hanım’a kalır. Benim karşılaştığım kadın da yarı karanlık dükkanın içinde kasanın başında oturan, başka da bir yardımcısı olmayan bu asık suratlı kadındır. Dükkan, içi tıka basa dolu kitaplarıyla 1980’lere kadar açık kaldı. Bulunduğu binanın değerli oluşu, başka alanlarda kullanılmak için boşaltılması sonucunda kitaplarıyla birlikte yok olup gitti. Semih Lütfi’nin biraz üstünde Kanaat Kitabevi yer alıyordu. 1898’de bir Musevi vatandaşımız İlyas Bayar’ın açtığı bu kitabevini oğlu Aslan Bayar yönetiyordu. Kitabevi hemen hemen bir yüz yılı devirip 1994’te Aslan Bayar’ın ölümüyle kapanmadan bir-iki yıl öncesinde boşaltılmıştı. Çift camekanlı vitrininde kitapların yerini uzun bir süre birer saksı çiçekle güneşlenen bir kedi almıştı. Kanaat Kitabevi’nin kaldırımından karşı kaldırıma baktığınızda Lütfi Erişçi’nin Üniversite Kitabevi’ni görürdünüz... Onlar, adı üstünde, daha

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

çok tıp, hukuk, iktisat kitaplarıyla başka bilimsel kitaplar satarlardı. Babıâli’nin tek bilimsel kitap satan kitabeviydi. Hemen bitişiğinde üstü otel olan Meserret Kıraathanesi bulunuyordu. Kitapçıların vitrininde kitabı olan yazarların çoğu bu kıraathaneye gelip giderdi. Karşı köşesi Tan Matbaası’ydı. Sabiha Sertel ile Zekeriya Sertel’in çıkardıkları Tan gazetesi burada basılırdı. Elime geçen bir ya da iki formalık fasiküllerden öğrendiğime göre Dünya ve Türk Edebiyatı’ndan birçok ünlü yazarın öykülerini de üçüncü hamur, saman kağıdına kendinden kapaklı, ucuz baskı olarak yayınlıyorlardı. Tan gazetesinde Nâzım Hikmet de Rıfat Ilgaz da musahhih (düzeltici) olarak çalışmışlar. Nâzım Hikmet, “Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı” şiirinde musahhihliğine şu dizelerle değinir: “Ve ben şair musahhih ve ben her gün iki liraya 2000 kötü satır okumaya mecbur olan adam” Kanaat Kitabevi’nin yanındaki küçük, dar dükkan Net Kitabevi’ydi. Fasiküller halinde Monte Kristo gibi klasik ya da popüler diyebileceğimiz romanlar yayınlıyordu. Bugün yerinde yeller esiyor elbet. Ama dükkan duruyor. Dükkanı gibi ufak tefek kırtasiye gereçleri satıyor. Net’in hemen yanında kapısı yarı aralık duran saklı bir alan vardır. Tabanı kaldırım döşeli bir alancık. İçinde basımevine benzer bir yapı. Makine sesleri. Net kitabevi varken belki onun çıkardığı fasikül romanlar burada basılıyordu. Bugün de oradan çalışma sesleri yansıyor. Ama fotokopi işi mi ozalit işi mi ya da dijital baskı mı yapılıyor onu bilmem. Gizemli aralığın bitişiğinde geniş vitriniyle Ahmet Halit Kitabevi vardı. Öğretmen Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun 1928 yılında kurduğu bu kitabevinde 1951 yılında öldüğü güne kadar kendi çalışmıştır. Yayınladığı 47


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER

kitaplar arasında Türk yazarlarının romanlarıyla -örnek olarak Halide Edip Adıvar’ı söyleyebilirim- Hafız’ın Gülistan ile Bostan adlı kitaplarını anabilirim. Bir de Haldun Taner’in ilk öykü kitabı Yaşasın Demokrasi’yi o basmıştır. Bu kitaplar, çoğunlukla üstleri resimsiz, karton kapaklı, üçüncü hamur kağıda basılıdır. Benim yaşamımda Ömer Seyfettin’in toplu öykülerini basmış olmakla ayrı bir önem taşır. Okul kitaplarında, herkes gibi, ben de Ömer Seyfettin’in Ant ile Kaşağı adlı öykülerini beğenerek, ne bileyim biraz da hüzünlenerek, üzüntüyle okumuşumdur. Bu duygu ben de onun başka öykülerini de okuma isteği uyandırmıştı. Bir kitabını edinmek istiyordum. Ama onun öykülerini kitaplaştırmadığını bilmiyordum. Sonuçta yazar arkadaşı, yakın dostu Ali Canip Yöntem’in bir araya getirdiği Ömer Seyfettin’in öykülerini Ahmet Halit Kitabevi’nin bastığını öğrendim. Hergün önünden geçtiğim kitabevne birgün sevinçle daldım. Ömer Seyfettin’in bir öykü kitabını istediğimi söyledim. O sırada karşımdaki Ahmet Halit Bey miydi, yoksa başkası mıydı bilmi-

48

Bir zamanların meşhur klişecisi Kenan Klişe, Babıali - Narlıbahçe Sokak

yorum. Yekten, “Ömer Seyfettin’in kitaplarını tek tek satmıyoruz; onların tamamı on kitaptır.” dedikten sonra tezgahın altından kucakladığı kitapları, pat diye tezgahın üstüne tepeleme yığdı. Koyu renkli, resimsiz karton kapaklı, mahkeme dosyalarını andıran, üstünde yalnızca adları yazılı, örnek vermek gerekirse birinin adı Efruz Bey olan kalınca kitaplardı. Utana sıkıla, fiyatını sorduktan sonra dükkandan çıktım. Aradan bir ay mı, iki ay mı geçtikten sonra harçlıklarımdan biriktirdiklerimle Ömer Seyfettin’in on kitabını birden satın aldım. Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun ölümünden sonra iki oğlu Ayhan ile Yıldız Yaşaroğlu, kitabevini 1973 yılına kadar sürdürdü. Kitabevi kapandıktan sonra Yıldız Yaşaroğlu bir süre yazarlarla sanatçıların arasında, kültür etkinliklerinde görüldü; sonra o da kitabevi gibi kaybolup gitti. Ahmet Halit Kitabevi’nin dükkanını Ece Ajandası’nı yayınlayan Afitap Kitabevi almıştı. Boy boy ajandaların pazarlamasının yanında Cahit Uçuk’un romanlarıyla İki İzci gibi öteki çocuk romanlarını da satıyorlardı. Son yıllara kadar sürdü bu. En sonunda onlar da toparlanıp gitti. Bu dükkanın bitişiğinde daha küçük bir dükkanda İnsel Kitabevi bulunuyordu. Sahibi Avni İnsel’di. Daha çok İtalyan yazarı Pitigrilli’nin o dönem için müstehcen sayılabilecek aşk romanlarının çevirilerini yayınlardı. Biz öğrencilerin oradan kenar geçmemiz gerekirken öyle olmazdı. Avni Bey, vitrin düzenlemede usta biriydi. Ne zaman önünden geçsek vitrinine bakmadan edemezdik. Bir keresinde Orhan Veli’nin ağabeyi Adnan Veli’nin Mapusane Çeşmesi kitabı için düzenlediği vitrin gözümün önünden hiç gitmez. Vitrini boydan boya kapkara duvarlarıyla tek pencereli bir hapishane hücresine çevirmişti. Hücrenin tabanına da Mapusane Çeşmesi kitapları serpiştirilmişti. Karanlık,

Ece Ajandası’nın eski binası

Babıâli, İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığım yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığım 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar benim yolum oldu. Kitapçılar da dünyam. kara duvarların birinin üstünde beyaz bir yazıyla Orhan Veli’nin İçerde şiiri yazılıydı. Hücrenin duvarına kazınmışcasına: “Pencere, en iyisi pencere; Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa; Dört duvarı göreceğine” Ara yerde Vakit Yurdu vardı. Burası Hakkı Tarık Us kardeşlerin Vakit gazetesini çıkardıkları bir yerdi. Dört katlı, oymalı şahnişleri olan, gösterişli bir bina, bir çeşit han gibiydi. Gazetenin yanısıra Vakit yayınları da burada basılırdı. Vakit yayınları arasında


BABIÂLİ’NİN KAYBOLAN KİTAPHANELERİ (KİTABEVLERİ)/ Adnan ÖZYALÇINER

Latin ozanlarının kitaplarıyla Haydar Rifat’ın çevirdiği sosyal yayınlar yer alıyordu. Bitişiği Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın satıldığı dükkandı. Batı edebiyatıyla Doğu edebiyatının ünlü çevirmenlerin elinden çıkmış seçme, klasik eserleri burada bulunurdu. Hem de öğrenci bütçelerini sarsmayacak ucuz bir fiyata. Milli Eğitim’in az üstünde İnkılap Kitabevi vardır. Alttaki dükkanın dışında dört katlı bir binada yer alıyordu İnkılap Yayınevi. Dükkan duruyorsa da yayınevi çoktan taşındı Babıâli’den. İnkılap çeşitli yayınlarının yanısıra Refik Halit Karay ile Reşat Nuri Güntekin’in bütün kitaplarını yayınlıyor olmakla bilinir. İnkılap’ın iki dükkan ötesinde eski bir yayınevi olan Remzi Kitabevi bulunuyordu. Bugün Nişantaşı ve başka yerlerde kitapçılığı sürdürüyor. Remzi Kitabevi küçük, sıkışık bir dükkandı. Kurucusu Remzi Bey her zaman bu dükkanda bulunurdu. Remzi Kitabevi Türk yazarlarının, romanlarının yanısıra dünya edebiyatından yapılan Tagore, Anatole France, Geothe gibi yazarların çevirileriyle küçük boyda yayınladığı kültür dizisiyle edebiyatımıza çok şey katmıştır. Benim ilgimi en çok Hasan Ali Ediz ile Nihal Yalaza Taluy’un aslından çevirdikleri Rus klasikleri çekmiştir.

kın’ın Kurduğu Arkın Kitabevi vardı. Özellikle çıkardığı çocuk kitapları, yayınladığı birbirinden değerli ansiklopedi yayınlarıyla ünlüydü. Bugün onun yerinde Kültür Bakanlığı Yayınları’nın satış yeri bulunmaktadır.

Maarif Kitaphanesi’nin az yukarısında M. Faruk Gürtunca’nın Hergün Matbaası bulunmaktaydı. Gürtunca burada Hergün gazetesinin yanı sıra Afacan, Çocuk Sesi gibi çocuk dergileri de çıkarırdı.

Cağaloğlu Yokuşu başka bir âlemdir. Klişecileri, kartvizit, davetiye basan küçük basımevleri, kırtasiyecileriyle durmamacasına ininp çıkanlarıyla kalabalık bir yokuştur. Buradaki dar, küçük bir handa Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınevi bulunuyordu. Uzun yıllar hem Varlık Dergisi’ni hem de Türk ve Dünya edebiyatının en seçkin esenlerini, cep kitapları boyutunda, bir liralık kitaplar olarak yayınladı. Bu kitapların edebiyatımıza çok değerli katkıları olmuştur.

Yokuşa giriş yapan Cemal Nadir Sokağı’ndaki küçük bir binada Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi Edebi bir magazin dergisi olan YediGün’ü çıkarmıştır. Aynı sokakta Cemal Nadir’in de karikatürlerinin çıktığı Akşam gazetesi bulunmaktaydı. İnkılap Kitabevi’nin 62 yıllık emekdari Onnik (Orhan Şenorakyan): “İşe başladığım yıllarda buralar çok farklıydı. Babıali yukarıdan aşağıya kitapçıydı. Sadece bir tane kırtasiye dükkanı vardı” diyor.

Hanın altında geniş bir dükkan vardır. Burası Maarif Kitaphanesi’dir. Uzun yıllardır Saatli Maarif Takvimi’ni çıkarmakla ünlüdür. Kurucusu Naci Kasım’dır. Maarif Kitaphanesi takvim dışında yayınladığı halk hikayeleri kitaplarıyla da bilinir. Kitabeviyle yayınlarını şimdi Naci Kasım’ın artık seksenli yaşlardaki kızları Mehije ile Aydın Hanımlar yönetmektedir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Babıâli artık tenhalaştı. Vilayet Han’daki Özgür Yayınları’yla Valiliğin karşısındaki Tekin Yayınevi’yle Tekin Kitabevi kaldı yalnızca. Kitapçıların yerini boy boy kırtasiyeciler aldı. Onlar da bir zamanların vitrinler de sıra sıra boy gösteren Shafers, Parker, Pelikan, Monblance dolmakalemlerinin yerine plastik tükenmez kalemler satıyorlar.

Arif Bolat Kitabevi geniş oylumuyla Cağaloğlu Yokuşu’nun başında yer almıştır. Arif Bolat büyük bir kitabeviydi. Onun yerini daha sonra Dergah Kitabevi almıştır. Cağaloğlu Yokuşu’na sapmadan Ankara Caddesi’nin karşı kaldırımına bir göz atmak gerekir. Burada küçük bir dükkanda İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın kurduğu Hilmi Kitabevi bulunurdu. O yıllarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bütün eserlerinin tek yayıncısıydı. Kitabevi, sahibinin 1963’te ölümüne kadar faaliyetini sürdürmüştür. Hilmi Kitabevi’nin az yukarısında epey geniş bir alanda Ramazan Ar-

Babıali’den görünüm - Mücellithane

49



MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN

BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Sultan Abdülhamid, Bâbıâli Kütüphanesi’ne alınacak kitapların tespiti ve tedarikiyle yakından ilgilenmiştir. Yeni basılan kitaplardan Yıldız Kütüphanesi’ne birer nüshası gönderilmesi kuralı, Bâbıâli Kütüphanesi’ne de teşmil edilmiş, daha temel atılmadan onlarca kitap Bâbıâli’ye gelmeye başlamıştı. Şubat 1893 tarihli bir belgeye göre, beşer tane satın alınan kitaplardan üçü Mâbeyn-i Hümâyun, Bâbıâli ve Beyazıt kütüphanelerine, biri Maarif Nazırı’na verilmiş, biri de Teftiş ve Muayene Encümeni’nde kalmıştır. Yine 1893 yılında Padişah, tahta çıktığı 1876’dan itibaren basılmış olan kitaplardan seçme yapılarak, yüzde 25 indirimle üçer takım satın aldırmış, bunların birer takımı Bâbıâli Kütüphanesi’ne tahsis edilmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İst anbul Üniversi

Müzecilik ve arşivcilik alanlarındaki yazılı ve görsel birikimin koruma altına alındığı II. Abdülhamid döneminde kütüphanecilik de çağdaş bir kimliğe kavuşmuştur. Devlet-kütüphane ilişkisini resmî politika haline getiren padişah, Topkapı Sarayı’ndaki Kütüphane-i Hümâyun’u yeniden örgütlemiş, yönetimin yeni merkezi Yıldız’da bir kütüphane kurdurmuş, tasarımı ve muhteviyatıyla Batı’daki millî kütüphane konseptinin esas alındığı Kütübhâne-i Umûmî’yi (Beyazıt Devlet Kütüphanesi) 1884’te İstanbul’a kazandırmıştır. Abdülhamid’in teşviki ve maddî desteği ile kurulan kültür kurumlarından birisi de Bâbıâli Kütüphanesi’dir. Tanzimat’tan sonra genel olarak Sadaret, Dâhiliye Nezareti, Hariciye Nezareti ve -çeşitli tarihlerde farklı isimler alan- meclisin yer aldığı Bâbıâli binasında mütevazı bir kütüphane bulunuyordu. Ancak bu kütüphane cami, tekke vb. yapılar içerisinde hizmet veren ve çok etkin olmayan sembolik kitaplıklara benzemekteydi. Müstakil bir Bâbıâli Kütüphanesi fikri, 1891 yılında sadrazamlığa getirilen ve modern Türk arşivciliğinin 52

tesi Nadir Eserl

er Kütüphanesi

gelişmesinde önemli rolü bulunan Ahmed Cevad Paşa’dan çıkmıştı. İleri derecede Arapça, Farsça ve Fransızca bilen, İtalyanca ve Rumca’ya da vakıf olan, basın-yayın faaliyetlerine önem veren, aydın ve ileri görüşlü bir devlet adamı olan Cevad Paşa, Bâbıâli memur ve kâtiplerinin boş zamanlarında meslekî bilgilerini arttırmaları ve kültürel bakımdan gelişmeleri amacıyla Bâbıâli bahçesinde bir kütüphane inşa edilmesini önermiş,1 Sultan Abdülhamid de bunu tereddütsüz kabul etmişti. Kütüphane mevcut nadir eserlerden yeni en son çıkacak olan yayınlara kadar çok geniş bir koleksiyonu içerecek, satın alma gücü bulunmayan kitap meraklıları burada istedikleri zaman okuma fırsatı bulacaklardı. Bâbıâli’nin Nallımescid kapısının kuzey yönündeki arsaya yapılması planlanan kütüphanenin ihalesini Midillili Kosti Kalfa kazandı. İnşaata Hazine-i Evrak Müdürü Mehmed Atâullah ya da kısa adıyla Ata Bey nezaret edecekti. Kütüphanenin yapımı konusunda aceleci davranan II. Abdülhamid, binanın sağlamlığı ve estetiği kadar, yangın tehlikesine

karşı da korunaklı olmasına dikkat edilmesini istemişti. Kütüphanenin inşaatı 1894 yılının sonlarında bitti. Kâgir kısımlarda İstanbul ve Rumeli yapılarında tercih edilen Bakırköy’ün küfeki taşı kullanıldı. Ahşap malzeme ise Sinop ve Çatalzeytin ormanlarından elde edilen keresteler ile Marsilya ve Triyeste’ten getirtilen tomruklardan karşılanmıştı. İnşaatın bittiği sırada meydana gelen ve İstanbul’da büyük bir yıkıma yol açan 10 Temmuz 1894 depreminde Bâbıâli ve Hazine-i Evrak binalarının yarıldığı, hatta bunlardan ikincisine Sermimar Sarkis tarafından kullanılamaz raporu verildiği halde, kütüphanenin zarar görmemesi, binanın depremsellik açısından istenen hedefe uygun yapıldığını göstermişti. Bâbıâli Kütüphanesi padişahın hicrî takvime göre doğum günü olan 11 Şubat 1895 tarihinde Sadrazam Ahmed Cevad Paşa, Dâhiliye Nazırı Halil Rifat Paşa, Hariciye Nazırı Mehmed Said Paşa, Sadaret Müsteşarı Mehmed Tevfik Paşa, Dâhiliye Müsteşarı Ahmed Refik Bey, Hazine-i Evrak Müdürü Ata Bey, daire müdürleri ve Bâbıâli memurlarının katıldığı büyük bir törenle açıldı. Günün anısına ve uğur getirmesi düşüncesiyle hediye edilen kitapları Said Paşa, Tevfik Paşa ve Refik Bey raflara elleriyle yerleştirdiler. Şerbet ve kahve ikramının ardından davetliler binadan ayrıldılar.2 Sultan Abdülhamid, Bâbıâli Kütüphanesi’ne alınacak kitapların tespiti ve tedarikiyle yakından ilgilenmiştir. Yeni basılan kitaplardan Yıldız Kütüphanesi’ne birer nüshası gönderilmesi kuralı, Bâbıâli Kütüphanesi’ne de teşmil edilmiş, daha temel atılmadan onlarca kitap Bâbıâli’ye gelmeye başlamıştı. Şubat 1893 tarihli bir belgeye göre, beşer tane satın alınan kitaplardan üçü Mâbeyn-i Hümâyun, Bâbıâli ve Beyazıt kütüphanelerine, biri Maarif Nazırı’na verilmiş, biri de Teftiş ve Muayene Encümeni’nde kalmıştır.3 Yine 1893 yılında Padişah, tahta çıktığı 1876’dan itibaren basıl-


MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

mış olan kitaplardan seçme yapılarak, yüzde 25 indirimle üçer takım satın aldırmış, bunların birer takımı Bâbıâli Kütüphanesi’ne tahsis edilmiştir.4 Kitapların konularına genel olarak bakıldığında Türkçe’nin yanı sıra Arapça, İngilizce ve Fransızca gramer, filoloji ve güzel yazı kitapları; değişik dillerde alansal sözlükler; kanun ve hukuk kitaplarının yanı sıra, okuma-yazma ve konuşma teknikleri, iktisat, maliye, tarih, coğrafya, İslam akaidi ve ahlakı, fıkıh, siyer, tıbb-ı nebevî; sağlık, pedagoji, astroloji, politika, harp sanatı, fizik, kimya, matematik, baytarlık, mühendislik, ziraat, denizcilik ve gemi teknolojisi, istatistik, kozmografya, makine, elektrik konularında telif ve çeviri eserler; monografiler, roman ve hikâyeler, seyahatnameler ve sakk mecmuaları gibi fen, sosyal ve beşerî bilimlere ait zengin bir koleksiyon içerdiği görülmektedir. Misyoner Şirketi’nden Türkçe ve Ermenice Kitâb-ı Mukaddes, Ermenice Coğrafya-yı Tabiî, İngilizceden Türkçeye Lügat ve Türkçeden İngilizceye Mükemmel Lügat isimli beş kalem kitap satın alınmıştır. 28 Aralık 1894 tarihli Matbaalara ve Kitapçılara ve Bunlara Müteferri‘ Hususâta Dâir Nizamnâme’ye göre, yeni kitapların basımından önce iki nüshasının Bâbıâli Kütüphanesi’ne hediye edilmesi kuralına istinaden bazı yazarlar Bâbıâli Kütüphanesi’ni bizdeki derleme kütüphanelerinin öncüsü kabul ederler.5 Nitekim bu tarihten sonra, basılan her kitap Bâbıâli ve Yıldız kütüphanelerine düzenli olarak gönderilmiş, hatta gecikme durumunda takibi yapılmıştır. 13 Aralık 1898 - 12 Şubat 1899 arasını kapsayan dönemde sarf-nahiv, tıp, harp sanatı, astronomi, adabımuaşeret, tarih, edebiyat, roman ve hikâye dallarında Türkçe, Arapça ve Rumca yazılmış 24 üründen oluşan bir set alınmıştır. 1901 yılı Mayıs ve Haziran aylarında resmî ruhsatla basılan kitap ve risaleden birer takımı Bâbıâli Kü-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

tüphanesi’ne teslim edilmiştir.6 Bunların müellifleri, adları ve hangi dilde yazıldıkları tabloda gösterilmiştir. Bâbıâli Kütüphanesi’nin kitap kaynaklarından birisini de yurt dışından hediye suretiyle gönderilenler oluşturmaktaydı. Örneğin Karadağ Adalet Bakanı Mösyö Bökşiç’in kaleme aldığı ve Emlâk Kanunnâme-i Umûmîsi anlamına gelen kitabın Fransızca nüshasından iki adedi Paris Sefareti aracılığıyla İstanbul’a getirtilmiş ve bunlardan birisi Bâbıâli Kütüphanesi’ne konulmuştur. Ancak dışarıdan gelen kitaplardan toplumsal ahlaka aykırı ya da Devlet-i Aliyye çıkarlarını zedeleyici olanlar kütüphaneye alınmamıştır.7 Öte yandan kütüphanenin henüz inşaatı tamamlanmadan zengin bir koleksiyona sahip olması üzerine Sadaret, Şubat 1894’te, Maarif Nezareti tarafından koleksiyona dâhil edilmek üzere gönderilen listedeki eserlerden seçme yaparak alınmasını

Ahmed Cevad Paşa

1893 Yılında Alınan Kitapların Miktarı ve Parasal Değerleri SATIN ALINDIĞI KİTAPÇI

Kitap/Risale Sayısı

Normal Fiyatı

% 25 İndirimli Fiyatı

Arakel Efendi

456

8.609

6.456,30

Kaspar Efendi

200

3.594

2 695,20

Karabet Efendi

76

1.144

858,00

Vatan Kütüphanesi

48

634

475,20

Asır Kütüphanesi

52

1.046

784,20

Mahmud Bey Kütüphanesi

40

472

354,00

Tercümân-ı Hakikat Kütüphanesi

48

2.636

1.977,00

Misyoner Şirketi

20

1.800

1.350,00

Avadis Efendi Kütüphanesi

16

226

129,20

İstanbul Kütüphanesi

12

170

127,20

Ahter Kütüphanesi

8

100

75,00

Biberciyan Efendi Kütüphanesi

4

40

30,00

Bahriye Kütüphanesi (indirimsiz)

44

1.234

1.234,00

TOPLAM

1.024

21.705

16.587,10

53


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

istediği eserleri adı geçen nezarete bildirmiştir.8 Büyük ideallerle inşa edilip birbirinden değerli eserlerle donatılan Bâbıâli Kütüphanesi işlevini uzun süre koruyamadı. İbnülemin’in de-

yimiyle “Az müddet sonra bir mel‘un tarafından sunulan jurnal”in kurbanı oldu. Memurların asli görevlerini terk ederek kütüphanede toplanıp muzır sohbetler yapacakları gerekçesiyle kütüphanenin hayırlı bir icraat olma-

Mayıs-Haziran 1901 Döneminde Alınan Kitaplar

54

YAZARI/MÜELLİFİ

İSMİ

DİLİ

Mösyö Boan

Tevrat Kıtaâtından “Et-Tekvîn”

Arapça

Mösyö Boan

Tevrat ve İncil

Arapça

Mösyö Boan

Mezâmir

Arapça

Mösyö Boan

El-Kitâb’ül-Mukaddes

Arapça

Mösyö Boan

Tevrat Kıtaâtından “Et-Tesniye”

Arapça

Mösyö Boan

A‘mâl’ir-Rusül

Arapça

Kitapçı Şevki Efendi

Pend-i Attâr

Farsça

Hasan Mâcid Efendi

Elhân-ı Ruh

Türkçe

Mehmed Tevfik Efendi

Vekâyi-i Tarihiyyeden Bir Nebze

Türkçe

İbrahim Hilmi Efendi

İbn-i Haldun

Türkçe

Murtaza Efendi

İlm-i Hâl

Türkçe ve Boşnakça

İsmail Hakkı Efendi

Teshîl-i Maişet

Türkçe ve Boşnakça

Abdullah Münib Efendi

Ta‘likât

Arapça

Ali Nureddin Bey

Envâr’ul-Edeb

Arapça ve Türkçe

Osman Rahmi Efendi

Türkçe Sözler

Türkçe

Abdullah Münib Efendi

Ta‘likât-ı Şevket Efendi

Arapça

Ali Kadri Efendi

Risâle-i Bahâiyye

Türkçe

Arif Efendi

Tasavvurât ve Tasdikât

Arapça

Mahmud Esad Efendi

Tarih-i Dîn-i İslam (III. cilt)

Türkçe

Resul Mesti Efendi

Siper-i Zelzele

Türkçe

Mehmed Câvid Efendi

İlm-i İktisâd (II. ve III. cilt)

Türkçe

Ahmed Avni Efendi

Hanende (III. cüz)

Türkçe

yacağını ileri süren jurnalin etkisinde kalan padişah, 20. asrın ilk yıllarında, binanın kütüphane ittihazından vazgeçilmesini isteyen bir irade çıkardı.9 Bu şekilde lağvedilen kütüphane, önce Bâbıâli Teshilat Sandığı komisyonuna verildi. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra ise, Dâhiliye Nezareti bünyesinde faaliyet gösteren Sicill-i Nüfus ve Muhacirîn idarelerine tahsis edildi. Cihan Harbi sırasında Topkapı Sarayı mahzenlerindeki eski evrakın bir kısmı Bâbıâli Kütüphanesi’ne yerleştirildi. Tasnifine 1921 yılının sonlarında başlanabilen evrakların kataloglanması 1926 yılında tamamlanabildi. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği bir çatı altında birleştirilerek “Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü” adıyla yeni kimliğine kavuşturulunca Bâbıâli Kütüphanesi de müdürlüğün bir birimi olmayı sürdürmüştür. Banisinden dolayı Cumhuriyet döneminde daha ziyade Cevad Paşa Kütüphanesi adıyla anılan yapı, 2013 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Kağıthane’deki binalar topluluğu hizmete girinceye kadar depo olarak kullanılmıştır. Valilik bahçesindeki bina bugün metruk hâldedir.


MEMURLARIN BİLGİ VE KÜLTÜRLERİNİ ARTTIRMALARI İÇİN İNŞA EDİLEN BÂBIÂLİ KÜTÜPHANESİ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hocazâde Ahmed Cevdet’in yazdığı Bâbıâli Kütübhânesinin Tesisine Târih başlıklı şiir

Mukarrer eylemişdir kim cenâb-ı Kâdir-i Mutlak Fünûn ve ehl-i fen i‘zâzını bu asr ve sultâna ‘Uyûn-ı ibtihâc-ı kâinâtı eyledi tenvîr Günûz-ı ma‘delet gösterdi nev, şahane, dürdâne Felâtun’a, İbn-i Sina, Aristo’ya sebk-amûz Dekâyık-pâş-ı fermanı, iradâtı hakîmâne Gubâr-ı Bâbıâli-i humâyûnu füyûzâtı Tefeyyüz-gâh-ı yektâ bilumum pîrâne-şibâna Ahmed Cevad Paşa’nın türbesi

Dipnotlar 1 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, 3. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul 1982, III, 1531. 2 BOA, Y. PRK. ZB, nr. 15/27; İkdam, nr. 195, 17 Şaban 1312/12 Şubat 1895. 3 BOA, MF. MKT, nr. 160/70, 20 Receb 1310; MF. MKT, nr. 169/88, 11 Zilkade1310. 4 BOA, BEO, nr. 295/22115, 7 Rebîulâhir 1311/18 Ekim 1893; BOA, A. MKT. MHM, nr. 531/31. 5 Özer Soysal, Türk Kütüphaneciliği-VI: Belgeler/Yazıtlar (Ek III/3) XIX. YY. İlk Çeyrek-XX. YY. İlk Çeyrek, Ankara 1999, s. 203. 6 BOA, MF. MKT, nr. 576/10; BOA, Y. A. HUS, nr. 420/24, 8 Cemâziyelâhir 1319/22 Eylül 1901. 7 Kemalettin Kuzucu, “II. Abdülhamid’in Kütüphane Politikası ve Bâbıâli Kütüphanesi, XVI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, 4. Cilt – 2. Kısım, Ankara 2015, s. 620-621. 8 Murat Candemir, Bâbıâli Kütüphanesi Katalogları, İstanbul 2010, s. 10. 9 İ. M. K. İnal, Son Sadrazamlar, s. 1532.

Terakk-i maârif mahz-ı esmâr-ı inayâtı Müşevvik-i lütf-ı bî-pâyânları üher-i irfâna Bu mâhın âb u tâbıhas değil murdârîne sâde Bu Hurşîd’in tulû‘u pertev-efşân cümle ekvâna Nasıl müstağrak-ı fahr u mubâhât olmasın millet Milelden var mı bir millet ki mazhar böyle hakâna ‘Uluvv-i zâtını tahrirde âciz, sernigûn-ı hâme Olur takrirde dedem-bestelik sermaye insana Tezekkürden veliyyün-nimeti maksad telezzüzdür Vâlâ, var mı hâcet herkese ma‘lûmu i‘lâna Hüdâ Yâ! Ömrünü, iclâlini gâzi Hamîd Hân’ın Müveffer eyle; yaklaştırma aslâ, hadde, pâyâna Refâhı milletin, ‘umrânı mülkün her zaman muhtâc Vücûd-ı akdesi âsâ zevk’ul-eltâfa, zîşâna Eğer tarihi mühmel beyt ile yazdımsa da Cevdet Yine şehvâr güherler saçar lâkin suhtedâna: Eğerçe nisbeten nâçizdir âsâr-ı Hamîd Hân’a ‘Umûmen mislinin yektâsıdır zîbâ kütübhâne – 1310 * Maârif, Sene 3, Cilt 5, Nr. 117, 9 R 1311, s. 195.

55



OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE Nida Nebahat NALÇACI Tarihçi

Bab-ı Ali’ye bağlı, Osmanlı Devlet arşivi hüviyetinde ve Bab-ı Ali bahçesi içinde “Hazine-i Evrak” adı ile anılacak bir müessese kurulmasına ve bu amaçla yeni bir bina inşasına karar verilir. Kuruluş amacını “Mesalih-i esmiyenin mahall-i vahidde cem ve hıfzı” şeklinde belirtilen olan Padişah İrade-i Seniyye’si 19 Zilkade 1262/8 Kasım 1846 tarihinde yayınlanır ve Fosatti Kardeşlerin mimarı olduğu, bir aşiv binası için özel tasarlanan, yüksekçe, rutubetsiz, iki katlı, çelik merdivenli ve yeni icad edilen tuğladan inşa edilir Hazine-i Evrak binası.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACI

Bab-ı Ali denilince, adı içerdiği hazine kıymetinde evraktan mütevellit, dünyanın en büyük ve en uzun soluklu arşivlerinden biri olan Osmanlı Arşivleri de akla gelir şüphesiz. Kuruluştan beri arşiv tutma hassasiyetine sahip Osmanlıların, İstanbul’u başkent yaptıktan sonra Saray ve sonraları Sadaret etrafında oluşturdukları ve bize miras bıraktıkları Osmanlı Arşivleri, yalnızca Türkiye’nin değil, bugün 30’a yakın ülkenin yakın ve uzak tarihine dair kıymetli belgeleri haizdir. Bürokrasinin yüzlerce yıllık yazışmalarını, devlete değen her türlü unsurun kaydını kapsayan bu hazine, değdiği her konu, zaman ve coğrafyaya göre neredeyse bir hafıza merkezidir. Osmanlıların Fetih’ten evvelki Bursa ve Edirne arşivleri günümüze ulaşamasa da Osmanlı Arşivleri, katalog taramadan en erken 1495, müstakil 58

belge olarak en erken 1455 yılına ait (1455 tarihli İstanbul tahrir defteri) belgeyi barındırır. Fetih’ten sonra Yedikule’de saklanan ilk arşiv, emsal karar ve uygulama için evrak saklama ve birkaç asır evvelinden dahi olsa, bir evrakı bir-iki günde bulabilme sistemi ile çalışan Osmanlı bürokrasisinin işini hızlandırmak için Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra, Divân-ı Hümâyûn, Defterhâne, Bab-ı Defteri gibi merkezî devlet kuruluşlarının arşiv malzemeleri Topkapı Sarayı ve At Meydanı’ndaki bazı mahzenlerde nakledilir. “Defterhane hazinesi”, “Bab-ı Hümayun’un üst kat odaları”, “Tomruk Dairesi”, “Çadır Mehterleri Kışlası”, Süleymaniye Tabhânesi gibi yerler arşiv deposu olarak kullanılır. XIX. yy’dan itibaren dönüşüm yaşayan Osmanlı bürokrasisinin arşivi Bab-ı Ali’de teşekkül ederken, bu tarihten itibaren Saray sultanın ve aile-

Abdurrahman Şeref Bey


OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACI

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bir yandan da ivedilikle, arşivcilik prensiplerinin tespiti hazırlıkları yapılır. Sadaret mektupçusu Esseyyid Hasan Muhsin Efendi başına tayin edilir, daha evvelki vazifesine göre daha düşük bir unvan olduğundan Muhsin Efendi’ye, kuruluşta müdürlükken nezaret dönüştürülür. Meclis-i Vâlâ üyesi yapılır.

İbrahim H

akkı Uzun

çarşılı

sinin özel arşivinin teşekkül ettiği yer olarak ayrışır. II. Mahmud devrinden itibaren devlet teşkilatında ve kurumlardaki reformlar ve yenilikler arşivi koruma konusunda da bürokrasiyi harekete geçirir. Maliye Nazırı Safvetî Paşa’nın Topkapı Sarayı’ndaki Enderun-u Hümâyûn’da bulunan bir kısım tarihi belge ve defterleri düzenleme, ayırma, belgeleri kalemlerime göre tanzim, ambarlara yerleştirme, depolara yerleştirme, işe yaramaz kabul edilenleri ayırmak gerektiğini düşünürse de devletin merkez teşkilatı içinde ilk ciddi arşiv çalışması Mehmet Emin Rauf Paşa sadaretinde olur. Bundan 1.5 yıl sonra, Avrupa’ya resmi görevle gittiğinde oradaki arşivleri inceleme fırsatı bulan Mustafa Reşit Paşa, ilk sadaretinde, modern anlamda devlet arşivinin reorganizasyonu faaliyetinin ilk müjdecisi olur. Bab-ı Ali’ye bağlı, Osmanlı Devlet arşivi hüviyetinde ve Bab-ı Ali bahçesi içinde “Hazine-i Evrak” adı ile anılacak bir müessese kurulmasına ve bu amaçla yeni bir bina inşasına karar verilir. Kuruluş amacını “Mesalih-i esmiyenin mahall-i vahidde cem ve hıfzı” şeklinde belirtilen olan Padişah İrade-i Seniyye’si 19 Zilkade 1262/8 Kasım 1846 tarihinde yayınlanır ve Fosatti Kardeşlerin mimarı olduğu, bir aşiv binası için özel tasarlanan, yüksekçe, rutubetsiz, iki katlı, çelik merdivenli ve yeni icad edilen tuğladan inşa edilir Hazine-i Evrak binası.

Bir yandan, modern arşiv tasnif ve düzenlenmesi için sağlam esasların belirlenmesi için Meclis-i Muvakkat kurulup arşive konulacak belgelerin tasnifi için bir talimatname hazırlanırken bir yandan da arşiv depolarının hepsinde arama ve tarama yapılır. Nizannamenin ilk başındaki “Kuyudat, senedât, ve önemli dairelerde tutulan bütün muharrerât, her büyük devletin kuvve-i hâfıza ve belki nefs-i natıkası mesabesindedir. Bunların perişanlık ve yok olmaktan vikayesiyle, hıfzı, gerektiğinde müracaat ve korunma tedbirlerinin alınması, devletin mutena işlerindendir. Hazine-i Evrak’ta hıfzolunacak evrak, Devlet-i Aliyye’nin önemli işlerine ait ekserisi mahremiyette tutulacak, devletin sırlarına dair mühim şeyler olacağından memur tayin edileceklerin dahi gayet emin ve mutemed bendegândan bulunmlarının münasib olacağı” açıklaması girişilen işin önemini gösterir. Arşiv tasnifi devam ederken, bir yandan da Hariciye, Dahiliye, Maliye, Evkaf nezaretleri, Şuray-ı Devlet Hazine-i Evrakları gibi yeni tasnifler oluşur. Kuruluş aşamasında, içinde bir ihtisas kütüphanesi de kurulan Hazine-i Evrak, kısmen Fransız arşivleri gibi yarı merkezi teşekkül ettiği için ilk başlarda Sadaret, Hariciye Nezareti ve Şura-yı Devlet arşivleri birleşmez. Bu arşivler 1916 yılında bir araya getirilmek istense de I. Dünya Savaşı’nın hengamesinde ertelenir. Merkezde bu muazzam girişim devam ederken Taşra arşivleri de bu zamanda “Vilayet ve Taşra Teşkilayı Arşivleri” adıyla kurulur. İlk taşra ar-

şivi ise, 1868’de Tuna valisi Midhat Paşa tarafından kurulandır. Uzak vilayetlerdeki arşivler zaman içinde merkeze taşınmak istense de çeşitli zorluklarla kaşılaşılır. Bosna arşivi Saray Bosna’da kalır, Ahmet Şefik Saraybosna Şarkiyat Midhat Paşa Enstitüsü’nde. Tulça vilayeti arşivi 1877-78 Rus savaşı esnasında vali Said paşa tarafından nakledilirken Bulgarlar tarafından alı konulur. Bu fon, Türk Arşivi adı ile, Bulgar Milli Arşivi’nin 1879’da kurulan ilk formu oluşturur. Fatih zamanından itibaren Topkapı Sarayı’nın muhtelif mahzenlerinde yüzyıllar boyunca birikmiş olan bazı tarihi malzemeler Bab-ı Ali’de Cevat Paşa Kütüphanesi’ne taşınır. Evrak, 518 araba yükü idi. Bunun tanzim ve tasnifi için muhtelif tasnif heyetleri kuruldu. Bu malzeme üzerinde Abdurrahman Şeref Bey, Hazine-i Evrak müdürü Refik Bey, Mehmet Kadri Bey gibi isimler çalıştı. Sonraları, Ali 59


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI DEVLETİ’NİN BÂB-I ÂLİ’DEKİ HAFIZASI: HAZİNE-İ EVRÂK’TAN OSMANLI ARŞİVLERİ’NE/ Nida Nebahat NALÇACI

ilk makale Evrak-ı Atika ve Vesaik-i Tarihiyemiz’den sonra arşivlerin korunmasının önemine dair İkdam gazetesinde , 24 Mart 1914 tarihinde Devâirde Hıfz-ı Evrak adıyla bir başka makale yayınlanır. Bir süre sonra, devlet hafızası olan Hazine-i Evrak arşivinin tarih ve sosyal bilimler için ilmi amaçlarla kullanımına izin verilir. Artık arşivlere sadece idari ve bürokratik bir hizmet ünitesi olarak değil, araştırmalar için bir kaynak olarak bakılmaya başlanır. Bu görüşle, Türk ve yabancı araştırmacılar ilk defa Osmanlı arşivlerinde çalıştılar. Macar İmre Karaçon ve Bulgar Vladimir Todorv Hindalov ilk yabancılar unvanını alır.

Ali Emiri Efendi

Emirî, Muallim Cevdet ve İbnülemin Mahmut Kemal Bey; Topkapı Sarayı Tasnifinde ise İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi isimler de tasnif çalışmalarına katılır. Dahası, bazı tasnifler kendi metotları ile yapıldığından bu isimlerin adını alır. Tasnif aşaması, sistematik, metodik, bilimselden ziyade daha çok ampirik ve basit olsa da, milyonları bulan evrakın tasnifi için pek çok kıymetli isim bunun için uzun yıllar harcar. Bunlar arasında, bir ara, okunması neredeyse unutulmak üzere olan, daha çok maliye kayıtlarında kullanılan kripto yazı siyakat hakkında eser vermiş, Macar tarihçi Lajos Fekete de vardır. Abdurrahman Şeref Bey’in vakanüvisliğe tayini, Tarih-i Osmani Encümeni’nin kurulması, Tarih-i Osmani Mecmuası’nın yayına başlaması arşivlere verilen önemi arttırdı. Tarih-i Osmani Encümeni’nde yayınlanan 60

Yazışmalarda kullanılan uzun ömürlü kağıda rağmen, depolarda bekletilirken gördüğü tahribat ve zayiat yüzünden pek çok evrak yok olsa da herhangi bir mevzu hakkında, çeşitli devlet kalemleri belgeleri üzerinden çoklu sağlama ile araştırma imkanı veren Osmanlı Arşivleri Cumhuriyet döneminde de dönüşümünü sürdürür. 1922 senesinde İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti’ne bağlı, İstanbul’da Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği kurulması, 1923’te Hazine-i Evrak Mümeyyizliği’ne çevrilmesi, 1927’de Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği adı altında Başvekâlet Müsteşarlığı’na bağlanması, 1933’ün Mayısında Teşkilat Kanunu gereğince, Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak Müdürlüğü, Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü adı altında birleştirilmesi, 1937’de Hazine-i Evrâk’ın adı Arşiv Dairesi Müdürlüğüne dönüştürülmesi, 1943’te Başvekâlet Arşiv Umum Müdürlüğü kurulması ile 1976 yılında Başbakanlık Müsteşarlığı’na bağlı olarak Cumhuriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı’nın kurulması ve 1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilat Kanunu ile Cumhuriyet Arşivi, Osmanlı Arşivi ve Dokümantasyon Daire Başkanlıkla-

rını kapsayan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü kurulması bu dönüşümün evreleridir. Mehmet Genç’in deyimiyle, “bellek koleksiyonu, merkezileşme yönünde bulunmuş olan bir devletin, sistematik olarak birbiri ile ilişkili şubeler halinde iyi örgütlenmiş olan bürokrasisinin, bugün üzerinde 30’a yakın millli devletin yer aldığı geniş bir alanda çok çeşitli dil, din, örf ve kültürleri, tek bir siyasal merkezden yarım bin yıl süren istikrarlı ve adil bir hayatın içinde tutma iradesinin icrasını” önümüze süren Osmanlı Arşivleri, 2011 yılında, Kağıthane’deki yeni yerine taşınır. Sayısı tahmini olarak 95 milyon belgenin, aradan geçen onca yıla rağmen, kataloglanması halen devam etmekte, arşiv malzemesinin dünyanın her yerinden gelen araştırmacıları için hizmet vermeye devam etmektedir.

Osmanlı Arşivleri’nin Kağıthane’deki yeni binasındaki araştırma salonu


BİR BOĞAZ MEDENİYETİ VARDI... / Burak ÇETİNTAŞ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

61



MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ Söyleşen:

Cengiz AYGÜN

Basın ve yayın dünyasının nabzının Babıali’de attığı dönemlerde çıkardığı gazete ve dergilerle kendisi de aktif olarak İstanbul’un kültür hayatına katkı sağlamış olan Mehmet Kamil Berse’yle Babıali’nin dünü, bugünü ve geçirdiği değişim üzerine konuştuk. Mehmet Bey’in aktardığı hatıralar, sosyal ve kültürel dokusu bozulan bir semtten günümüze kalanları çarpıcı bir şekilde görmemize vesile oldu.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

Babıali, sadece ismi kaldı yadigar... Öncelikle Babıali kelimesini tanımlarsak, nedir Babıali? Babıali yüksek kapı, ulu kapı demek. Bugün Babıali denen kapı, Alay Köşkü’nün karşısında olan kapıdır. Yani Gülhane Parkı’na girmeden köşeyi dönerseniz Alay Köşkü Caddesi’nde, Gülhane Parkı duvarlarının üstünde dışarıya uzanmış bir yapıdır Alay Köşkü. Babıali Kapısı da bu köşkün tam karşısındadır. Sadrazamların, vezirlerin bir yerde toplanması amacıyla önce büyük bir konak, sonra bir kapı yapılıyor 1800’lü yıllarda. Güzel, yüksek bir kapı. Bundan dolayı adına Babıali denmiş. Tabi bizim dilimizde Babıali, devletin yüksek yapısı manasında kullanılmakla beraber zamanla, 1865’lerden itibaren, o çevreye adını veren bir isim olmuş.

İki ismi vardır onun; Cağaloğlu ve Babıali… “Nereye gidiyorsun?” diye sorulduğu zaman “Babıali’ye gidiyorum.” denir. Birçokları Babıali’yi devlet kapısı olarak değil de kitaptı, dergiydi bu tür şeylerle irtibata geçmek için gidilen yer olarak bilir. Ben çocukluğumdan beri o Babıali Yokuşu’nu çok tırmandım. Benim çocukluğumda, 1950’lerde 60’larda, dahi oranın hüviyeti daha farklıydı. Şimdi artık bir turizm mekanı olmuş. Her gittiğinizde bir dükkanın kapanmış olduğunu görmek insanın içini acıtıyor aslında. Bir kitapçı kapanıyor, bir kırtasiye kapanıyor, yayınevi kapanıyor ya da başka yere taşınıyor. Babıali’nin tam olarak yerini tarif edecek olursak; caddenin, Sirkeci’den bugün valilik binasına kadar olan kısmı Babıali Caddesi’ydi. Bir de bu cadde üzerinde, İran Konsoloslu-

ğu’nun alt köşesinden içeriye, bir yan yol gibi ufak bir yokuş iner, işte asıl Babıali Yokuşu orasıdır. Ve oradan daha içeriye doğru sokaklar vardır. İşte o sokaklarda eskinin yayınevleri, gazeteleri vardı. Dünya Gazetesi, Yeni Sabah, eski Akşam gazetesi vb. 1932’de sanırım, Osman Nur Ergin İstanbul’un sokaklarını yeniden tanzim ederken az önce bahsettiğim Babıali Caddesi’nin ismini değiştiriyor. Caddenin, valilikten Sultan İkinci Mahmud Türbesi’ne, yani Divan Yolu’na kadar olan kısmının ismi eskiden Mahmudiye Caddesi’yken değiştirilip Babıali Caddesi yapılıyor. Eskiden Babıali Caddesi olan kısma ise Ankara Caddesi ismi veriliyor. Eskiler böylece Babıali’nin eski hüviyetini kaybettiğini söylüyor. Aslında Babıali ismi öbür tarafa yakışırdı, zira kitapçılar, yayıncılar Sirkeci’den yukarıya doğru daha çok. Peki Babıali’nin kendine has bir adabı var mıydı? Toplantı, meclis ortamları oluşur muydu? Aslında her devirde her yerin kendine göre bir adabı var. Zamanla değişip çağa ayak uydursa da bir gelenek devam ediyordur. Geleneklere, adetlere, örflere bağlı kalmak her yerde önemli. Özellikle şehirlerde, özellikle İstanbul’da ki, bahsettiğimiz Babıali İstanbul’un kültür merkezi. Yani dar bir kalıba girmiş gibi de görseniz o hala Babıali isminde yaşayacaktır. Siz onu nereye taşırsanız taşıyın adı yine Babıali olarak kalacaktır. Ayrıca “Babıali” kelimesi yakışıyor da. Yüksek kapı, bir kültür kapısı manası da düşünebilirsiniz onu. Artık devlete ait bir kapı da değil, devrin milletinin kültür kapısı olarak düşünelim. Şimdi edebi-adabı deyince; ben o bölgede gazete de çıkardım. Cağaloğlu’nda yerim vardı. Tabi günlük gazete ve dergi çıkarmak her dönemde zor, özellikle maddi açıdan çok zor. 1980’lerden sonra büyük sermayeler gazete işine girdiler. Ondan önce herkes kendi yorganına göre

64


MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

ayağını uzatırdı. Öğlen yemeklerinde en önemli gıdamız çay ve simitti. Bazı arkadaşlarımız bunun yanına bir üçüncüyü ilave ederlerdi. Çay, simit, sigara… Bunlar gazetecilerin olmazsa olmazlarıydı. Böyle biraz itibar sahibi, gelirleri daha iyi olanlar da Cağaloğlu’nda belli başlı pastanelerde oturur, oraları kendilerine mekan edinirlerdi. Babıali’nin önemli, akıllarda yer eden şahsiyetleri var mıydı? Tabi tabi… Lakin, benim gördüklerim var bir de görmediklerim. Mesela; nazik ve kibar tavrıyla, yukarda Cağaloğlu Meydanı’nda bir Minnetoğlu Kitabevi vardı. Sahibi önemli bir şair, İbrahim Minnetoğlu… İçeri girersiniz, ben onu 13-14 yaşlarımda tanıdım, bir masası vardı ve ayrıca bir tezgahı. Bazı kitapları yayınlardı; edebiyatla, kompozisyonla ilgili… Oraya ne zaman gitseniz o masanın etrafında muhakkak bir yazarı, bir kültür adamını bulurdunuz. Sohbet ederlerdi, eğer sohbetleri koyu değilse sizi de davet ederlerdi. Her zaman beyaz gömlek giyer, papyon takardı İbrahim Minnetoğlu. Yaşınız ne olursa olsun, nazik tavrıyla ayağa kalkar, “buyurun sevgilim.” derdi. Gelen insana sevgisini belli etmek için bu şekilde; “sevgilim” diye hitap ederdi. Önceleri bu benim garibime gitse de sonraları çok kimseden bunu samimi bir ifade olarak duydum. Bu aslında güzel bir şey. Ona gelen insanlar da aynı hassasiyette ve aynı kibarlıktaydılar. Mesela, aşağıda Meserret Pastanesi... Oraya da gelen çok önemli yazarlar vardı. Eskiden gazete yazıhaneleri o kadar büyük mekanlar değildi, her yazarın kendisine ait bir odası yoktu. Dolayısıyla yazarlar bazen yazıları böyle kahvelerde, pastanelerde tamamlayıp, gazete merkezi de yakın olduğu için gidip teslim ederlerdi. Hatta birçoğu yanında küçük bir daktilo taşır, çoğu elle yazardı. Tabi fakstı, bilgisayardı hak getire… Bugün artık Amerika’da yazılan bir yazı burada kolaylıkla yayınlanabiliyor.

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkardığı yıllarda o yokuşta elinde bir dosyayla mutlaka ona rastlardınız. Rastlayıp da ona selam vermeden geçmeniz mümkün değildi. O bir kurşun gibi nazarla bakardı size. İşte insanların bu tür kişisel adapları Babıali’nin kültürünü oluştururdu. Babıali’ye has kültür aslında o insanların kendilerine has kültürün ruhunu oraya vermesiyle oluştu.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Cağaloğlu’ndaki mekanların gündelik çalışan mekanlardan ziyade turistik alana kayması planlanmıştı. Yani bugün ki durum daha o zamandan başladı. 30-35 sene gibi bir zaman geçti. O zamanlar niyetleri de şuydu aslında, ben projeyi de görmüştüm; Yeni Cami’nin oradan, Mısır Çarşısı’nın

Son olarak Yaşar Kemal’den bahsedecek olursak, onun da yine gittiği bazı yayınevleri vardı. Ararat Yayınevi vardı mesela, kardeşi işletiyordu. Orada karşılaştığımızda, yanında kimse yoksa, onunla tartışmaya girerdim, o gün asabımı bozardı. Beni kızdıracak ifadeler kullanır, münakaşaya sebebiyet verirdi. Ama sonradan düşündüm ki; o bunu yaparken keyif alıyor. Yani bir münazara olsun istiyor ve karşısındaki insanı da buna zorluyor. Basın dünyasının Babıali’yi terk edişi nasıl başladı, süreçte neler yaşandı? 1980’ler… İktidarda Anavatan Partisi var. Anavatan bir değişim partisi olarak geldi. Yani şehirleri değiştirmek, ekonomiyi değiştirmek… İstanbul’da da büyük bir değişime başladılar. İlk belediye başkanları Bedreddin Dalan zamanında bir plan çerçevesinde dediler ki “Tahtakale’nin toptancılarını, İkitelli tarafına (şimdi İSTOÇ dediğimiz yer) taşıyacağız.” O zaman oraların yolu bile yapılmamıştı. Buradan giden, TEM yolu dediğimiz yol dahi yoktu. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkardığı Hatta o sıralarda ben “Tahyıllarda o yokuşta elinde bir dosyayla takale” isminde bir dergi çıkarıyordum. Bunu da oramutlaka ona rastlardınız. Rastlayıp da da haber yapmıştık. ona selam vermeden geçmeniz mümkün Sonra bunun dışında gazetelerin de Babıali’den gitmesi için dediler ki “Biz size çok düşük bedellerle arazi verelim, mekanlarınızı büyütün, gidin.” Hem onlara bir lütuf olarak hem de

değildi. O bir kurşun gibi nazarla bakardı size. İşte insanların bu tür kişisel adapları Babıali’nin kültürünü oluştururdu. Babıali’ye has kültür aslında o insanların kendilerine has kültürün ruhunu oraya vermesiyle oluştu. 65


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

yanından Beyazıt’a bir ana arter yol açıp, turistik bir destinasyon sağlamak. İşte oradan Beyazıt’a, Kapalıçarşı’ya, Nuruosmaniye’ye giden o adayı tamamlamak. Çünkü başka ulaşım yolu yoktu. Bir tek o bahsettiğimiz Ankara Caddesi var, öbür taraftan dönecek bir yer yok. Böyle bir projeleri vardı ama bunu gerçekleştiremediler. Çünkü, o bulunan bölgede çok fazla iş yeri ve han vardı. Hanların birçoğu tarihi handı. Bu tarihi hanları yok etmeyi dahi düşündüler, yeter ki yol açılsın. Biliyorsunuz bu pek çok yerde oldu. Asıl sıkıntı ise bu dediğim yerlerin hepsinin mülkiyeti vardı. Kamulaştırılması, devletin çok para harcaması lazımdı, yapamadılar. Babıali’de ilk Milliyet’e Hürriyet’e arazi verdiler, bu araziler çok ucuz fiyatlara verildi. Sonra Dünya Gazetesi’ne verdiler. Zaten belli başlı gazetelere bu ayrıcalığı tanıdılar.

O dönemde iki gazete çıkardım ben. Birincisi bölgesel bir gazete olan Beldemiz Gaziosmanpaşa gazetesi, bir diğeri de Tahtakale isimli dergi. Tahtakale dergisi bir ekonomi dergisiydi. Tahtakale ismi nereden çıktı derseniz. Hatırlar mısınız? Özal’ın zamanında döviz serbest olmadan “Tahtakale” diye bir piyasa vardı. Mesela dolar, mark kaç para diye merak edildiğinde bu ancak Tahtakale’den öğrenilirdi. İşte ekonominin belirleyicilerinden olduğundan dolayı biz de derginin adını Tahtakale olarak belirledik. Hatta dergi çıkmaya başladığında gazetelerde şöyle bir haber de çıkmıştı. “Nihayet Tahtakale gazetesini de çıkardı.” Millet bizi o piyasanın adamı olarak görmeye çalıştı ama sonradan öyle olmadığımız anlaşıldı. Babıali’nin o bölgeden taşınması planlı programlı yapılmış bir şey. İstanbul’un dışına taşınması büyük bir hataydı. Nasıl ki arşivin Suriçi’nden

dışarı taşınması, Osmanlı devletinin merkezinden uzaklaştırılması hataysa, Babıali’nin de yerinden edilmesi hataydı. Babıali’nin taşınması için bedava arazilerin üzerine gönderilen gazeteler, bulundukları yerleri sonraları çok yüksek paralarla sattılar. Hatta bilinen bir gazetenin binasının satış fiyatını öğrendiğimde hayret etmiştim. Bu durumdan çok büyük rantlar elde ettiler. Yavaş yavaş küçük gazeteler de buradan ayrılmaya başladı. Diriliş dahi en sonunda oradan ayrıldı. Hatta Sezai Karakoç bu konu hakkında şöyle demiş: “Eskiden Harîm-i İsmetimize bir yabancıyı sokmazdık. Ama şimdi Harîm-i İsmet’e biz bile giremiyoruz.” Eskiden Suriçi’nde bir gayrimüslim bir ticarethane açacaksa devletten izin almadan açamamaktaydı. Bundan sonra nasıl olur… Sadece ismi kaldı yadigar.

Babıali’den görünüm

66


MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

Basın hakikaten çok önemlidir. Basın dördüncü güçtür. Kimi zamanlar o dördüncü güç birinci sırayı alabilir. Özellikle ülkemizde kendilerini birinci sırada görenler de oldu zaman zaman. Bazı gazeteler ve gazeteler dev holding sahibi oldular ve devlete de yön vermeye çalıştılar. Kimi zamanlarda da başarılı oldular. Buna güzel bir de misal var. İstanbul’da Dersaadet’te ilk gazeteler çıkmaya başladığında, bazı şirketler de yabancı ortaklı Türk şirketleriydi. Özellikle tramvay ve elektrik şirketleri gibi. Mesela Terkos şirketi, bugünkü İSKİ, bir özel şirketti. Terkos şirketine yeni bir genel müdür gelmiş. Evrakları kontrol ediyor. İşte nerelere ödeme yapıyoruz, ne alıyoruz şeklinde. Bir kişi dikkatini çekiyor. “Bu adam kim? Neden en çok parayı buna veriyoruz? Bu adam da basın müşaviri olarak gözüküyor.” diye yardımcısına soruyor. Yardımcısı da “Efendim o beyefendi ayda bir buraya uğrar, maaşını alır gider.” diyor. Müdür de nasıl olur diyerek sinirleniyor ve adamın işine son verilmesini istiyor. Adamın işine derhal son veriliyor. Derken aradan zaman geçiyor ve gazetelerden birinde bir haber çıkıyor. Haber şöyle “Avcıların vurduğu bir domuz, Terkos Gölü’ne düşmüştür. İstanbul’un suyunu temin eden Terkos Gölü’nden su içenler dikkat etsin.” Tabi halkta bir panik başlıyor. Terkos’a saldırılar oluyor. Ve şirket bu işten epey zarar görüyor. Müdür nedir bu olay diye hiddetleniyor ve yardımcısını çağırıp soruyor. Yardımcısı da efendim kovduğunuz basın müşavirinin görevi işte buydu diyor. Müdür derhal o adamı çağırıp aldığı maaşı iki katına çıkarıyor. İki gün sonra gazetede başka bir haber çıkıyor. “Terkos Gölü’ne düştüğü zannedilen domuz, falanca ormanda bulundu”. İşte basının böyle bir gücü var. Bu işte olmuş bir hadise. Geçmişten günümüze baktığımızda bugünkü olayları daha net anlayabiliriz.

Hazır yeri gelmişken, biraz da gerilere gidip, Osmanlı devrindeki basından ve Babıali’den bahsetsek... Basın tarihimizi üç döneme ayırabiliriz. Bu dönemler: 1908’e kadar olan, 1910’a kadar ve 1910 ile 1924’e kadar olan dönem. 1908’e kadarki dönemde II. Abdülhamid epey baskı yapıyor. Elbette bu baskılar dönemin şartlarıyla alakalı. Meşrutiyetten sonra biraz daha rahatlıyor hatta serbestlik başlıyor. Daha sonraki dönemde de İttihat Terakki bu kadar serbestlik iyi değil diyor ve o daha da sıkıyor. Sonraki dönemde, yani Milli Mücadele döneminde bu gazeteler büyük katkılar sağladığı gibi devlete büyük darbeler de vurmuşlardır.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Edebiyatçılarımız dışlamış, hâlbuki bizim ilk romancılarımızdandır. Son on-on beş yıldır onun kitapları çıkıyor. Babıali’ye çıkarken Sirkeci’de bir idarehanesi var, matbaası da orada. Vefatından sonra zaten Tercüman-ı Hakikat yayın hayatına son vermek zorunda kalıyor. Tercüman-ı Hakikat’ten ilham alan, ondan gazeteciliği öğrenen kuzeyde bir kişi daha var. O da İsmail Bey Gaspıralı. O da orada Tercüman isminde bir gazete çıkarıyor. O Tercüman gazetesi, Dersaadet’te de uzun süre satılıyor. Hatta bazen iftira edenler oluyor. Gaspıralı

Şimdi Sultan II. Abdülhamid döneminde çıkan önemli bir gazeteden size bahsedeyim. Nedir bu gazete, Tercümanı Hakikat... Ahmed Mithad Efendi’nin çıkardığı bir gazete. Yaklaşık 36 yıl yayın hayatına devam etmiş. 36 yıllık bu süre zarfında Ahmed Mithad Efendi, dünyayı görmüş, Avrupa’yı gezmiş, birçok şeyi getirmiş. Bir de hem edebiyatçılığı, hem lisanı, hem de girişimciliği olan bir insan. Ahmed Mithad Efendi, gazeteyi desteklesin diye bir şirket kuruyor. Nedir bu? Kendisi Beykoz’da oturmaktadır. Beykoz’daki bir kaynak suyunu şişeleyip İstanbul’a satar. Yani böyle girişimci bir ruhu vardır. Ahmed Mithad Efendi’nin hayatı enteresandır ve incelenmesi gereken bir hayattır. Sultan II. Abdülhamid’e baya bir sempatisi var. Sultan Abdülhamid de devletin birçok matbaa işini Ahmed Mithad Efendi’nin matbaasında yaptırıyor. Abdülhamid’e olan bu muhabbetinden dolayı Ahmed Mithad Efendi yıllarca dışlanmıştır. 67


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

uzakta olduğu için kendisini savunamıyor. Birkaç kez yasaklanıyor. Daha sonra, Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi satılıyor. Babıali’de bazı olaylar da var tabi. Bu olayları bilmemiz lazım. Her gazetenin bir çizgisi vardır. Bir siyasi görüşü vardır. Bunlardan biri de Tan gazetesidir. O yıllarda Sovyetleri desteklemektedir. İstanbul Üniversitesi’nin milliyetçi muhafazakâr gençleri Tan gazetesini basarak yağma ederler. Tabi daha sonra Tan gazetesi, farklı bir boyut alarak yayın hayatını sürdürdü. Geçmişte olup şuan devam eden birçok gazete de görüş değiştirerek devam etmektedir. Günümüzde yayıncılığa baktığımızda, teknoloji birçok şeyi alıp götürdü. Bilgisayar, internet, hatta ve hatta cep telefonları… Artık süreli yayınlar dahi basılı halden elektronik hale geçmeye başladı. İstanbul’da eskiden bir yerden bir yere eşya götürecekseniz at arabaları vardı. Bunlar tek araba ya da çift araba olarak adlandırılırdı. Tek, çift olarak adlandırılması da arabayı çeken at sayısına göreydi. Eşyanız çok ise çift arabayla, az ise tek arabayla götürürdünüz. İşte arabanı yüklersin, yer kalırsa sen de oturur gideceğin yere gidersin. İşte zamanla Türkiye’ye kaptıkaçtılar, triportörler gelmeye başladı. Bunlar çoğalınca belediyeler at arabalarını yasaklamaya başladılar. At arabaları şehir içinde değil de köylerde kullanılmaya başladı. İşte gazetelerdeki değişim de bu nedenden dolayı. Her şey hızlandı, basın-yayın da öyle. Son olarak biraz da Babıali’nin yayınevi yönünden, kitabevlerinden, kitapçılardan bahsetsek... Babıali’nin tabii bir de yayınevi tarafı vardı. Bazı yayınevleri sadece belirli kişilerin kitaplarını basardı. Mesela bunlardan biri de Hilmi Yayınevi’dir. Hilmi Yayınevi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın akrabasıydı. Onun kitaplarını basardı. Ama vefat edince o da ka68

pattı. Yani kişilere bağlı kalıyordu birçoğu. Yağmur Yayınevi’nin sahibi İsmail Abi rahmetlinin yanına gidip sohbetlerinde bulunurduk. İsmail Dayı, Ali Fuad Başgil’in de asistanıydı. Bu tür yerler birçok değerli yazarı kendine çeken yerlerdir.

Günümüzde yayıncılığa baktığımızda, teknoloji birçok şeyi alıp götürdü. Bilgisayar, internet, hatta ve hatta cep telefonları… Artık süreli yayınlar dahi basılı halden elektronik hale geçmeye başladı. Bu geçişin olumlu tarafları olduğu gibi olumsuz yönleri de bulunmaktadır.

İran Konsolosluğu’nun orada Gazeteciler Cemiyeti’ne yemeğe giderdik. Oranın terasında yerdik yemeğimizi. Orası biraz da ucuz olurdu dışarıya göre. Kitaplar eskiden yayınevlerinin kendisinden alınırdı. Şimdiki gibi dağıtımcılar yoktu. Siz ihtiyaç listenizi hazırlardınız, kiminden beş, kiminden on, kiminden de elli… Elinizde uzunca bir ihtiyaç listesi. Sonra tek tek yayınevlerini gezip ihtiyacınız olan kitapları alırdınız. Bir yayınevi bir hanın beşinci katında, biri Sirkeci’de, biri Nuruosmaniye’de… Artık bunları tek tek dolaşacaksınız. Hele devlet kitapları vardı ki o ayrı bir dert. Topkapı Sarayı’nın altında. Eskiden Matbaacılık Meslek Lisesi vardı, onun hemen yanındaydı devlet kitapları. Oradan da kitap almak zordu. Buradan kitap almak için bir ruhsat çıkarıyordunuz, kitapçı ruhsatı, o belgeyle gitmezseniz kitap alamıyordunuz. O dönemde birçok okul kitabını ve önemli kitapları devlet kitapları basardı. Devlet kitaplarının da orada deposu vardı. Bazen listeniz çok olursa, farklı yerlere irsaliye keserdi size. Ayasofya deposundan, Sultanahmet deposundan… Ayasofya’nın Soğukçeşme Sokağı’na giren köşedeki kapısından giriyorsunuz, böyle mahzen gibi bir yer vardı, orası kitap deposuydu. Sultanahmet Cezaevi, bugün otel olan yer, orası da devlet kitaplarının kitap deposuydu. Sultanahmet’te yine bir zamanlar arşiv olan yer de kitap deposuydu. Yani hem zahmetli ama bir o kadar da keyifliydi. Hepsini böyle tek tek gezerken hiç beklemediğiniz dostlarınızla karşılaşırdınız, sohbet

ederdiniz. O birkaç kelam da insana keyif veriyordu tabi. Babıali’nin en önemli özelliği de buydu işte. İnsanî ilişkilerinizi samimi ve sıcak tutuyordu. Şimdi bilmem ne gökdeleninden dışarı çıkılmıyor. Halkla birlikte olunmuyor, bu da eski ruhu ortadan kaldırıyor. NECİP FAZIL KISAKÜREK İLE BİR HATIRA “Sana demedim mi o para gelecek” Yeşilay Cemiyeti Mavi Kırlangıç adında bir dergi çıkarıyordu. Ben o dergiyi alır, okulda satardım. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde okuyordum. (Aslında Yeşilay o dergiyi bugün de devam ettirse çok iyi olur. Güzel bir dergiydi.) Aynı dönemde de Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkardığı bir dönemde oraya da gidip Büyük Doğu alıyordum. Büyük Doğu’ya gittim, kaç tane aldım hatırlamıyorum. Ama yüz lira falan vermem gerekiyordu diye hatırlıyorum. O sırada Necip Fazıl, “evladım kaç para getirdin?” diye sordu. Ve yanındakini işaret ederek bana “derhal ver” dedi. Ben parayı o kişiye verdim. O kişi de Necip Fazıl Bey’den para bekliyormuş. Üstat o adama dönerek “Bak sana demedim mi o para gelecek. İşte geldi” dedi. Ben de o kadar şaşırdım ki, hem gururlandım hem de çok sevindim. Bu da benim unutamadığım hatıralarımdandır. İşte bu hatıra aslında gazeteciliğin nasıl devam ettiğini gösteren iyi de bir misaldir.


MEHMET KAMİL BERSE İLE BABIALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Cengiz AYGÜN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

69



BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM:

MÜNİF FEHİM ÖZARMAN Önder KAYA Şehir Tarihçisi

Münif Fehim, Aydede Dergisi’nde “Eski Şiirlerin Medlulleri” başlığıyla saray çevresini, Divan edebiyatı konularını ve eski İstanbul’u resimlemiştir. Bu işi o kadar başarı ile yapmıştır ki, tam da o günlerde tanıştırıldığı İbrahim Alaaddin Gövsa, kendisini görünce “Siz daha çocukmuşsunuz, ben sizi Divan edebiyatı ile me’luf bir zat-ı şerif sanmıştım” demekten kendini alamamıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA

Muzaffer Gökman’ın güzel bir çalışması vardır; “Tarihi Sevdiren Adam”. Bu eser, Ahmed Refik’in hayatı ve çalışmalarını anlatır. Gerçekten Ahmed Refik ve Reşat Ekrem Koçu gibi üstadlar tarihi, halka sevdirmede kalemleriyle büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu gibi kalemlerin yazılarına fırçasıyla hayat veren Münif Fehim de kanımca “tarihi sevdiren” bir diğer adamdır. Günümüzde bu değerli sanat adamı unutulmaya yüz tutmuştur. Mezarını bulmak umuduyla ziyaret ettiğim Şenlikköy kabristanında, mezarlık görevlisinin bu isimde bir mezarı ilk kez duyduğunu söylemesi ve benim de tüm aramalarıma rağmen mezarına erişememem,

bu durumun en müşahhas örneği olsa gerek. İşte bu yazı vesilesiyle bu değerli sanat adamının tekrar gündeme gelmesinde küçük de olsa bir katkıda bulunmak istiyorum. Münif Fehim, tiyatro sanatçılarımızdan Ahmed Fehim Bey’in oğludur. 1899’da Üsküdar’da doğan Münif Fehim, Üsküdar Sultanisi’ni bitirdi, sonrasında Sanayi-i Nefise Mektebi’ne devam etti. Burada değerli karikatüristimiz Cemil Cem’den özel dersler aldığı gibi, bir müddet de İbrahim Çallı’nın atölyesine devam etti. Kendisi hakkında Milliyet gazetesinde yapılan bir haberden hareketle kendisinin resme 13 yaşında başladığını öğreniyoruz. Bunun hikayesini ise şu cümlelerle anlatır: “Bir komşumuz kartpostallar, kahvelere asılan taşbaskısı resimler getirdi. Bunlara bakarak resim yapar mısınız? dedi. Getirdiklerinden yararlanarak komposizyonlar çıkardım. İyi mi oldu, kötü mü oldu hatırlamıyorum.”. Münif Fehim’in ilk tablosu ise Üsküdar’da oturdukları semtte bir kahve işleten Halit Ağa için yaptığı Balkan harbi konulu resimdir. Münif Fehim henüz 15 yaşında olduğu halde Şehzadebaşı’ndaki bazı tiyatrolara dekor ve afişler hazırlıyordu. Kendisi sanatkar bir ailenin

Ahmed Fehim Efendi,

72

Münif Fehim’in babası


BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA

içinde büyümüştü. Dedesi Abdülkadir Efendi, aynı zamanda saygın bir hattattı. Ancak ailenin sanat konusunda asıl şöhretli şahsiyeti, babası aktör Ahmed Fehim Bey idi. 1857’de Üsküdar’da doğan Ahmet Fehim Bey, babası Hattat Abdülkadir Efendi’nin isteği üzerine Tophane’de tornacılık

eğitimi almış, bu süre zarfında da Gedikpaşa tiyatrosuna izleyici olarak devam etmiştir. Tiyatro oyuncularının bir kısmının turne için Edirne’ye gitmesi üzerine kendisine rol teklif edilmiş ve böylece sahneye adım atmıştır. İlerleyen yıllarda tiyatro sanatına oyuncu, yönetmen, tiyatro idarecisi, sahne tasarımcısı ve tiyatro mimarı olarak hizmetlerde bulunmuştur. Tiyatro için imparatorluğun pek çok yerini gezmiş, bazı bölgelerde ilk tiyatroların temelini atacaktır.

zen Tevfik evimizde ney üflerdi. Hep sanatçılar içindeydim.”

Münif Fehim’e göre tüm şartlar kendisini sanatçı olmaya sevk etmiştir. Bu durumu şu sözlerle dile getirir: “Sünnet düğünümde iki kutu hediye getirdiler. İçleri ağzına kadar boya ve kalemlerle doluydu. Büyük Behzad Butak bize geldiği zaman resim defteri ve boya getirirdi. Bir gün kendisine ‘Beni ressam olmaya sen mecbur ettin’ dedim. Ayrıca babamın malzemesinden de yararlanıyordum. Ney-

Münif Fehim, I. Dünya Savaşı yıllarında da çalışmalarını sürdürür. Şehzadebaşı’ndaki tiyatrolara afişler hazırlar. Türkiye’deki ilk resimli afişler onun elinden çıkar. İlk karikatürleri 1918 yılında “Fağfur” dergisinde yayınlanır. Sonrasında Ümit dergisinde çalışır. Nitekim bu dergide çalıştığı yıllarda Ömer Seyfettin ve Nazım Hikmet’le de tanışır. Matbuat aleminde ilk görev yaptığı gazete ise

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Üstadın askerlik yılları I. Dünya Savaşı devresine denk düşer. Genç çizer Harbiye Nezareti bünyesinde kurulan Ordu Sineması’nda filmlerin resimlerini çizmek ve yazılarını hazırlamakla vazifelendirilir. Askerlik görevi sonrasında Harp Malulleri Derneği’ne devredilen bu sinemada bir süre daha babası ile birlikte görev yapmaya devam eder.

Münif Fehim’in çizimi ile Surre Alayı

73


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA

“İleri” olup, Celal Nuri Bey’in yönetiminde çıkan bu gazeteye başlama tarihi 1921’dir. Namık İsmail Bey Avrupa’ya gidince buradaki görevi Münif Fehim’e verilir. Musahipzade Celal “İstanbul Efendisi” adlı operetinin dekor ve kostümlerini bir albümde toplamasını kendisinden rica eder ki, bu taleple karşı karşıya geldiğinde henüz yirmili yaşlarında bile değildir. Akabinde de Leyla Saz’ın “Saray Hayatı” adlı eserinin resimlerini yapar. Buradaki çizimleri, Almanca tefrika edilen bir dergide de yayınlanmış ve pek beğenilmiştir.

yayınlar arasında Aydede ve Akbaba’nın özel bir yeri vardır. Vahdettin tarafından da desteklenen ve Refik Halid (Karay) tarafından çıkarılan Aydede, Milli Mücadele yıllarında bu mücadeleye karşı takındığı olumsuz tavır ile tanınmaktadır. Derginin otuza yaklaşan çizer kadrosu arasında “Ahmed Münif” imzasıyla Münif Fe-

Cumhuriyetin ilk yıllarında yani 1923-24 arasında Yesarizade Mahmud Esad, Reşat Nuri Güntekin ve İbnürrefik Ahmed Nuri Sekizinci ile birlikte “Kelebek” adında bir mizah dergisi çıkarır. Derginin temelleri Şehzadebaşı’nda bulunan Mersin Çayhanesi’nde atılmıştır. Kelebek, tiraj olarak 5000 rakamını yakalasa da, derginin tüm yükü Yesarizade Mahmud Esad ile Münif Fehim’in omuzlarında olduğundan, bir müddet sonra kapanmıştır. Bunun dışında Münif Fehim, Cumhuriyet döneminde İkdam, Vakit, Son Posta, Cumhuriyet, Tan, Yedigün, Aydede, Akbaba, Yirminci Asır, Hayat Tarih gibi gazete ve dergilerde çizimleriyle boy göstermiştir.. Kamuoyu tarafından tanınmasına vesile olan 74

Münif Fehim, Babıali’deki çalışmaları neredeyse tüm vaktini aldığı için tuval resmine oldukça geç denebilecek bir devrede eğilmiştir.

him de bulunmaktadır. Belki de bu sebepten Münif Fehim, kendisiyle yapılan bir röportajda derginin taşıdığı fikirlerin kendi siyasi inançları ile bağdaşmadığını, bu sebepten de fantezi konulara değinen çizimler yaptığını dile getirir. Aydede’de “Eski Şiirlerin Medlulleri” başlığıyla saray çevresini, Divan edebiyatı konularını ve eski İstanbul’u resimlemiştir. Bu işi o kadar başarı ile yapmıştır ki, tam da o günlerde tanıştırıldığı İbrahim Alaaddin Gövsa, kendisini görünce “Siz daha çocukmuşsunuz, ben sizi Divan edebiyatı ile me’luf bir zat-ı şerif sanmıştım” demekten kendini alamaz. Münif Fehim, kısa sürede Babıali’nin en aranan illustratörü olmuştur. Kendisi, sadece tarihi resimler yapmakla kalmamış aynı zamanda yaşadığı devrin giyim-kuşam ve gündelik hayatını da tuvaline taşımıştır. Özellikle tarihi konulardan ve Divan edebiyatından ilhamını alan çalışmaları çok sevilmiştir. Münif Fehim, Divan edebiyatı ile ilgili ilhamını bilhassa Fuzuli ve Nedim’den aldığını dile getirir. Münif Fehim her ne kadar asıl şöhretini illüstrasyon alanında kazanmış olsa da karikatürle de uğraşmıştır. Ülkemizde karikatür sanatının duayen isimlerinden Semih Balcıoğlu onun hakkında “Sanatçı Münif Fehim bey, karikatürcü olarak büyük üstadımız, ağabeyimizdir” der. Karikatür sahasında en beğendiği isimler ise Ce-


BAB-I ALİ’Yİ RESİMLEYEN ADAM: MÜNİF FEHİM ÖZARMAN/ Önder KAYA

ölümünden sonra değer kazanmış, çeşitli müzayedelerde boy göstermiştir. Mesela bir gazete haberinden Pera Palas’ta yapılacak bir müzayedede Münif Fehim’in “Osman Gazi” adlı bir çalışmasının da müzayede edileceğini öğreniyoruz.

Münif Fehim çalışırken

mil Cem ve Cemal Nadir’dir. Cemil Cem’le tanışmadan önce onun çalışmalarını büyük bir beğeni ile takip ediyordu. Hatta kendisiyle ilgili olarak “Hazreti Cem’dir pirimiz, üstadımız” yazılı bir karikatür çizdiğini söyleşisinde dile getirmiştir. Münif Fehim, Babıali’deki çalışmaları neredeyse tüm vaktini aldığı için tuval resmine oldukça geç denebilecek bir devrede eğilmiştir. Nitekim ölümünden kısa bir süre önce kendisi ile yapılan bir röportajda “Yıllardır yapamadığımı yapmaya çalışıyorum” demek suretiyle bu noktaya işaret eder. Üstadın belki de tarihsel çizimlerinin etkisiyle daha ziyade kalabalık komposizyonlar üzerine yoğunlaştığı biliniyor. Münif Fehim’in bu alanda verdiği kıymetli eserlerden imza atacaktır ki bunlar arasında ilk akla gelenler arasında “Ergenekon’dan Çıkış”, “Sarayda Saz Alemi”, Zeyrek’te Eski Medrese”yi sayabiliriz.Münif Fehim’in hayatının son demlerine kadar çalıştığını, daha doğrusu çalışmak zorunda kaldığını biliyoruz. Ölmeden üç yıl kadar önce Necmi Rıza ile birlikte kendisini evinde ziyaret eden Turhan Selçuk, üstadın elli-altmış yıldır Babıali’de dirsek çürütmesine rağmen ne bir sigortasının ne de emekli maaşının olmadığını dile getirir. Turhan Selçuk, yanında olan Necmi Rıza’ya bakarak “adeta geleceğimizi görür gibi olduk” demekten kendini alamaz. Gelgelelim pek çok değerli ressam gibi onun da tabloları

Portre ressamı olarak da aranan ve hürmet edilen bir isim olan Münif Fehim, elli Türk büyüğü adlı çalışmasının yanı sıra, Gazeteciler Cemiyeti’nin “Şeref Galerisi” için de Türk gazetecilerinin portrelerini yapmıştır. Münif Fehim’in yaşadığı sürece çok fazla sergi açmamıştır 1976 yılında Tepebaşı Sanayi Odası Odakule Galerisi’nde bir sergi açtığı ve bu sergisinde bilhassa eski İstanbul üzerinde yaptığı çalışmaları sergilediğini bilinmektedir. Ölümü sonrasında da adına sergiler düzenlenmeye devam etmiştir. Misalen Mayıs 2000’de Aksanat Cep galerisinde “Geçmişten İzler” adıyla Münif Fehim adına bir sergi açılmıştır. Ölümü Ünlü ressam 7 Kasım 1983 Pazartesi günü vefat etmiş ve Florya Şenlikköy Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası Şenlikköy mezarlığında toprağa verilmiştir. Yazımın başında da belirttiğim üzere 2 Nisan 2014 tarihinde bu mezarlığı ziyaret etmeme rağmen Münif Fehim’in mezarını bulamadım. Kapıdaki görevli böyle bir mezarı hiç işitmediğini söylerken, mezarlığın hemen dışında bir mermer atölyesi bulunan ve mezartaşı yapımı ile uğraşan bir esnaf da “yirmi senedir buradayım. Buradaki tüm mezartaşlarını bilirim, ancak bu isimde bir kabir hatırlamıyorum” dedi. Buna rağmen mezarlık olarak küçük denilebilecek söz konusu alanı saatlerce gezdiğimde mezarlıktaki bir diğer ünlü sima olan Hasan İzzettin Dinamo ve eşinin mezarına tesadüf etmeme karşılık, Münif Fehim’in kabrinin izine rastlayamadım

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KAYNAKÇA Metin And; “Ölümünün 50. Yıldönümünde Bölge Tiyatrolarının Öncüsü Ahmet Fehim”, Milliyet Sanat Dergisi, Haziran 1980, s. 28-31 Mustafa Apaydın; Türk Mizahında Bir Dönüm Noktası Aydede, Adana 2007 Semih Balcıoğlu; Memleketimden Karikatürcü Manzaraları, İstanbul 2003 S. Pertev Boyar; Türk Ressamları, Ankara 1948, s. 228 Burak Çetintaş; Münif Fehim’in İmzası Olmayan Bir Kapak düşünülemezdi Bile,” Hürriyet Tarih, 7 Mayıs 2003, s. 12-14 Alpay Kabacalı; İstanbul’un Seçkin Kültür İnsanları, İstanbul 2009, s. 384 Sema Koşan; “Münif Fehim”, Türkiyemiz, yıl: 10, sayı: 30, Şubat 1980, s. 24-29 Milliyet; Türk Mizahının Öncüleri, tarihsiz. Yusuf Ziya Ortaç; Bizim Yokuş, İstanbul 1966 İlber Ortaylı; “Reşat Ekrem Koçu’nun Romanları”, Milliyet Pazar, 17.06.2001, s. 8 Turhan Selçuk; Resim Sanatımızın İki Ustası Münif Fehim ve İhap Hulusi”, Milliyet Sanat Dergisi, sayı: 3, Nisan 1980, s. 30-35 Mehmet Yenen; “Özarman, Münif Fehim”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 6, İstanbul 1994, s. 198-199 Hüseyin Yürük; “Özarman, Münif Fehim”, Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi (haz: Alim Kahraman vd), İstanbul 2012, s. 309 75



Bâbıâli’yi Kayıt Altına Alan Adam:

REŞİD HALİD GÖNÇ Ahmet APAYDIN Araştırmacı

Reşid Halid Gönç’ün en büyük zevki imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktır. Ama kimlerin? En az bir yazısı yayınlanmış yazar ve şairlerin. 1943’te matbuat hayatına atılan Reşid Halid Bey, 16 Kanunuevvel 1929 tarihinden itibaren imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktadır. Reşid Halid Bey’in bunun için geliştirdiği yöntem de ilginçtir: Aynı boyda özel kesilmiş mavi kartonları posta yoluyla şair ve yazarlara gönderir ve onlardan kartonun ortasına bir vesikalık yapıştırmalarını, fotoğrafın alt ya da üstüne de birkaç satırlık hatıra yazısı yazmalarını rica eder.


Cemal Nadir’in Çizimiyle Reşid Halid Yeni Hayat Dergisi

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BÂBIÂLI’YI KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN

Koleksiyon yapmak oldukça keyifli ama bir o kadar da meşakkatli işlerdendir. Hemen hemen her nesnenin koleksiyonunu yapanlara rastlayabilirsiniz; Kartpostallardan pullara, cam şişelerden mektup zarflarına, karton bardaklardan film afişlerine… Listeyi uzatmak mümkün amabir şey daha var ki koleksiyonyapanına az rastlanır: İnsan biriktirmek... Yani meşhur insanların fotoğraflarını, el yazılarını biriktirmek... Reşid Halid Gönç’ü yazımızın mevzuu yapan da işte tam olarak bu özelliğidir. Reşid Halid, 1892 senesinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğar. İstanbul ve Fransa’da eğitim görür, yabancı dil öğrenir. Memlekete döndüğünde de, o zaman bir Fransız müessesi olan “İstanbul Telefon Şirketi”ne iyi bir maaş ile yerleşir. Fakat sonradan akıl almaz derecede bir yoksulluğun içine düşer. Yatacak yeri dahi olmadığından Tan ve Hergün gazetelerinin arşivlerinde yatıp kalkar, patronları da yatak parasını arşiv memurluğu ücretine sayar. Reşid Halid Gönç Tarihe ve eski İstanbul’a dair yazılar yazmayı seven Reşid Halid Bey, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun teşvikleriyle 1943 senesinde matbuat hayatına başlar. Fakat matbuat hayatı da ona mutluluk getirmez. Resimli Hayat dergisine verdiği bir röportajda, Bâbıâli’nin meşhur yokuşunu kastederek, “Şu bizim yokuşun çıkışının da inişinin de zorlu olacağını hiç ama hiç tahmin edememiştim. Adetâ hayal sukutuna uğradım.” der.

lara gönderir ve onlardan kartonun ortasına bir vesikalık yapıştırmalarını, fotoğrafın alt ya da üstüne de birkaç satırlık hatıra yazısı yazmalarını rica eder. Bazen bizzat yazarın evine giderek, kartonu elden verdiği de olmuştur. Hatta bu ilginç koleksiyon için Reşid Halid Bey’in bazen şehir şehir dolaşması da gerekir. Ufak bir yazı ve bir vesikalık için yaptığı seyahatler sırasında karşılaştığı zorluklardan birini kendisi şöyle anlatır; “Resim ve yazısını almak üzere Ankara’da Dikmen’de oturan Aka Gündüz’ün evine gitmiştim. O günlerde Dikmen bomboş bir tarladan ibaretti. Bir bahçeden geçerken on-on beş kadar azılı köpeğin saldırısına uğradım. Elbiselerim param parça olmasına rağmen süratle koşarak bir elektrik direğine tırmanmasa idim, büsbütün parça parça olacaktım.” Aka Gündüz vesikalık fotoğrafının altına o gün şu cümleyi yazmıştır. “İşte size iki satırlık bir yazı ki, hayatım gibi manası yok...” tarih 21.5.1931...

Devasa Arşiv Reşid Halid Gönç’ün en büyük zevki imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktır. Ama kimlerin? En az bir yazısı yayınlanmış yazar ve şairlerin. 1943’te matbuat hayatına atılan Reşid Halid Bey, 16 Kanunuevvel 1929 tarihinden itibaren imzalı, ithaflı fotoğraflar toplamaktadır. Reşid Halid Bey’in bunun için geliştirdiği yöntem de ilginçtir: Aynı boyda özel kesilmiş mavi kartonları posta yoluyla şair ve yazarAka Gü

78

n düz


BÂBIÂLI’YI KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Mesela Cenap Şahabettin Bey yazdığı bir kaç cümlede kendisinin ruh halinden bahsetmeyi tercih etmiş ve şöyle yazmıştır; “İnzivayı o kadar severim ki, odamın tavanı bana sokağın semasından daha yüksek gelir... Penceremden göremediğim bin güzelliği, gözüm kapalı görürüm. Sükûtun her lâfzı benim için gizli bir vaad yahud gizli bir müjdedir. Kalabalık bil’akis sanırım ki, hesapsız dudaklarda hürriyetimi tehdit ediyor”. Ercümen Ekrem Talu ise kendisine ayrılan kartona yapıştırdığı vesikalığının yanına Reşid Halid Bey’e ufak bir tavsiye yazmayı tercih etmiş ve; “Yazı ve resim toplamaktansa, para toplamak daha iyi... Hatta, aklını başına toplamak hepsine müreccehtir.” cümlelerini yazmıştır. Hüseyin Rahmi ise daha 1930’larda verdiği fotoğrafının yanına yazdığı cümlelerle Reşid Halid’e takılmayı tercih edenlerdendir. “Beyefendi, insanın yazısından haleti ruhiyesini keşfe uğraşan grafolojistlerden misiniz? Yazımın ahlakım hakkında birşey söylemeyeceği zannındayım”. Hikmet Feridun Es’e ayrılan kartona Hikmet Feridun Bey’in yazdıkları ise oldukça ilginç; “Vallahi parasız yazı yazmak, borç para vermeye benziyor… Müsaade edin, fazla kazıklanmayayım.” 23 Mart 1930

Yahya Kemal

Koleksiyon İçin Sıraya Girenler Oldu Yeni Hayat dergisinde kendisiyle yapılan röportajda “İlk yazıları kimlerden aldınız?” sorusuna “Bir kişiden değil, üç kişiden Yusuf Ziya, Selim Sırrı ve Nurettin Artam beylerden” cevabını veren Reşid Halid Bey, devamında yaşadığı zorlukları ve koleksiyonuna gösterilen alakasızlıklara olan serzenişini “... bilmem takdir edebilir misiniz, çok zor bir iştir. Bir defa kimse kolaylıkla cevap vermiyor. Defalarca gidip gelmek mecburiyetinde kalıyorum. Bu gidip gelmeler de ekseriya boşuna çıkıyor. Amma bakın ecnebiler kat’iyyen böyle yapmıyor. Meselâ buraya geldikleri zaman meşhur Profesör Nissen ve Claude Farrere derhal cevap verdiler. Galiba onlar koleksiyona bizden daha çok meraklı. Onun için hiç geciktirmeden hemen ricamı yerine getirdiler.” şeklinde dile getirmişti. 1954 yılına gelindiğinde koleksiyonda epey ilerlemiş, 900 kişiyi geçmişti. İlk zamanlarda koleksiyona ilgisiz davrananlar olsa da koleksiyon artıp, devrin meşhur simaları birer birer koleksiyonda yer almaya başlayınca pek çok muharrir koleksiyona girmek için sabırsızlanır hale gelmişti. Kimler Ne Yazdı? Reşid Halid Gönç’ün kibar teklifini geri çevirmemek için, nezakaten kabul edip birkaç cümle karalayanlar olduğu gibi Reşid Halid Bey’in yaptığı bu koleksiyonun kıymetini anlayıp anlamlı şeyler yazanlar da olmuştur.

Cenap Şahabettin

79


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BÂBIÂLI’YI KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN

Şairler ise hatıra nevinden şiirler iliştirirler fotoğraflarının yanına. Yahya Kemal şu dizeleri yazar;

“Öz dostluk hislerimle arzu ettiğin iki mısrâ-ı kemâl-ı hiçâp ile takdim ettim. Kâm almadık misafiretinden bu alemin, Cananla meyle son günü Ey mevt sendeyiz...” Nisan 1934

Abdülhakhamid Tarhan’ın kaleminden ise şu dizeler dökülür;

“Ermek ister ise âdem irem-i mağfirete Kimseyi kırmayarak gitmelidir ahirete” Tabii ki şairlerden de özensiz hatıralar bırakanlar olmuştu. Mesela Nazım Hikmet “Düşündüm, taşındım, buraya hiçbir şey yazamadım. Bu cümleyi bile yazmak acaip geldi.” yazmıştı. Necip Fazıl ise; “Benim el yazım budur.” demek bir şey yazmış olmak değil midir? (Verlaine) efendinin ve benim fikrimce gerisi edebiyat” cümlesini iliştirmişti fotoğrafının kenarına Gönç’ün Hayali Reşid Halid Gönç, 1966 senesinde Aksaray’da gittiği bir tiyatronun merdivenlerinden düşerek öldü. Koleksiyonu hakkında daha sağlığında kendisine sorulan “Kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna “Hayır, hayır, katiyyen” diyerek cevap vermiştir. Reşid Halid Bey’in asıl hayali koleksiyonunu bir galeride teşhir etmekti, hatta o öldükten sonra da insanlar galeriyi gezebilmeliydi. Reşid Halid’in bu hayali gerçekleşmedi belki ama Gazeteciler Cemiyeti tarafından 3 cilt olarak basıldı. Bugün baskısı tükenmiş bu nadir eseri, ilgilenenler sahaflarda bulabilir. “d”li Reşid Halid Reşid Halid Bey’in çok kızdığı şeylerin başında, isminin son harflerinin “d” ile değil de “t” ile yazılması geliyordu. Hatta meşhur mavi kartonlarının arkasına şöyle bir not düşmüştü; “İsmimin yazılışı Reşid Halid Gönç’tür”. Yaptığı ilginç koleksiyon sebebiyle kendisine “deli” diyenlere dahi kızmayan bu nev-i şahsına münhasır insana bu “d” takıntısı sebebiyle “d”li Reşid Halid lakabı dahi takılmıştı. Kendisi ile yapılan röportajda bu mevzuya değinmeden de geçmiyor. “Benim ismimin doğrusu böyledir, fakat nedense buna kimse dikkat etmiyor, herkes (t) ile yazıyor.”

80

Sadi Dinç’in Çizimiyle Reşid Halid


BÂBIÂLI’YI KAYIT ALTINA ALAN ADAM: REŞİD HALİD GÖNÇ/ Ahmet APAYDIN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

81



MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ Akın KURTOĞLU Şehir Tarihçisi

1920’lerin ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla birlikte bundan böyle Bâb-ı Âli kelimesi adı geçen bölgede yer alan matbuat âlemine bir nevi marka oldu. Sirkeci Garı önlerinde 10 metre olan rakım, caddenin başladığı rampadan itibaren hızla yükselerek Vilâyet önlerinde 35 metreye, Türk Ocağı kavşağında 50 metreye ve Nur-ı Osmaniye Caddesi kesişiminde 55 metreye dek ulaşmakta, bu noktadan sonra ise Türbe’ye kadar hemen hemen aynı seviyesini korumaktadır. Kısa ve genişçe bir yay çizerek ilerleyen aks boyunca oldukça hızlı şekilde yükselen kottan dolayı, Bâb-ı Âli Caddesi halka diline kısaca “Yokuş” olarak yerleşmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Karaköy-Eminönü tramvay hattı açılış töreni (1914)

Beyazıt tramvayı

Bâb-ı Âli Bölgesi’nin Kent Tarihindeki Önemi Geçmişi Bizans devrine dek uzanan, Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak ekâbirlerin konaklarının yer aldığı Cağaloğlu-Bâbıâli bölgesi, sınırları net olarak çizilmemekle birlikte; tarihi yarımada içinde Sirkeci’den itibaren Vilâyet’e doğru tırmanan Ankara Caddesi’nin Ebussuud-Aşirefendi dörtyol ağzından başlayarak Nur-ı Osmaniye ve Yerebatan Caddelerini dikey keserek güneybatıya doğru ilerledikten sonra Divanyolu’nda Türbe mevkiinde sonlanan 800 metrelik caddenin her iki yanını kaplayan alana verilen isimdir. Güneyinde Türbe semti, batısından Çemberlitaş ve Nur-ı Osmaniye, doğusundan Ayasofya-Yerebatan, kuzeydoğusundan Bâb-ı Âli taç kapısı, kuzeyinden ise Ebussuud-Sirkeci-Aşirefendi semtleriyle çevrelenir.

yınlanan yayınlar, bu bölgeyi kendilerine mesken edindi. Karşı yakaya, yani Beyoğlu’na alternatif olarak Suriçi’nde kendi kültürel kimliğini bu şekilde korumak ve bir arada bulunmak amacıyla Cağaloğlu-Bâb-ı Âli bölgesini kendilerine üs olarak seçen Türkçe yayınevlerinin sayısı, zaman içinde giderek artmaya başladı.

1920’lerin ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla birlikte bundan böyle Bâb-ı Âli kelimesi adı geçen bölgede yer alan matbuat âlemine bir nevi marka oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde Sirkeci ile Vilâyet-Nur-ı Sirkeci Garı önlerinde 10 metre olan rakım, caddenin başOsmaniye Caddesi kesişimi arasındaki dik yokuş Bâb-ı ladığı rampadan itibaren hızla yükselerek Vilâyet önlerinÂli olarak isimlendirilirken, Cumhuriyet’ten sonra Sirkede 35 metreye, Türk Ocağı kavşağında ci-Vilâyet-İran Sefarethânesi-Türk Ocağı 50 metreye ve Nur-ı Osmaniye Caddesi (Çifte Saraylar Caddesi kavşağı)’na kadar kesişiminde 55 metreye dek ulaşmakta, olan kesimi Ankara Caddesi; bu noktaİstanbul’da 1871 yılında bu noktadan sonra ise Türbe’ye kadar dan itibaren güneye doğru, Türbe’ye tramvay şebekesinin hemen hemen aynı seviyesini korumakkadar uzanan kısmı da Bâb-ı Âli Caddesi kurulmasına başlandı. tadır. Kısa ve genişçe bir yay çizerek ilerolarak adlandırıldı. leyen aks boyunca oldukça hızlı şekilde Kentiçinde tramvay Osmanlı’nın yönetim merkezi olarak yükselen kottan dolayı, Bâb-ı Âli Caddesi işletme imtiyazının bilinen Bâb-ı Âli, XIX. yüzyılın son çey1869 yılında Konstantin halka diline kısaca “Yokuş” olarak yerleşreğinden itibaren sözkonusu bölgede miştir. Krepano Efendi’nin yerleşip gelişmeye başlayan Türkçe matkurduğu “Dersaadet Cadde altın çağlarını XX. yüzyılın babuat âlemi de aynı isimle anılagelmeye Tramvay Şirketi” adlı şından itibaren 1980’lerin ortalarına başladı. Fransızca başta olmak üzere şirkete 40 yıl müddetle dek yaşadı, tüm İstanbul ve memleket muhtelif yabancı dillerde basılan gazeverilmesinden sonra çapında basılan gazete, dergi, kitap ve te, mecmua, kitap ve benzeri Levanten şehirde birbiri ardınca benzeri yayınların merkezi konumuna yayınların merkezinin Haliç’in kuzeyinde, yükseldi. II. Meşrutiyet günlerinde ülke Galata (Pera) bölgesinde kümelenmesiatlı tramvay hatlarının çağında basılan 120 farklı süreli yayıne mukabil, sayıları ve baskı adetleri olinşasına geçildi. dukça düşük de olsa Türkçe olarak yanın 52’si İstanbul odaklıydı. Her ne ka84


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

dar yayın sayısı yarı yarıya gözükse de, aslında memleket genelindeki toplam tirajın %90’ını kapsamaktaydı. Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte basın sektöründe ivmelenme arttı. Osmanlıca harflerden Lâtin harflerine geçişte yaşanan sancılı süreç zarfında tirajları ciddi şekilde azalsa da, 1930’larda yeniden yükseldi. Kırklı yıllarda patlak veren 2. Dünya Savaşı’na dahil olmasak da, sektör bundan büyük ölçüde etkilendi. Ellili ve altmışlı yıllarda ise Bâb-ı Âli, deyim yerindeyse altın çağını yaşamaya başladı. Birbiri ardınca eklenen yeni yayınlar, bölgedeki matbaalarda ve yayınevlerinde çalışanların sayısının birkaç misli artmasını beraberinde getirdi. Bâb-ı Âli’ye ulaşım önemli bir detay haline geldi. Seksenlere dek süren bu yoğun hareketlilik sonrasında basın kuruluşlarının peyderpey Suriçi’ni terk ederek bilhassa İkitelli banliyösünde ve Mecidiyeköy civarlarında yerleşmeye başlamasıyla birlikte Bâb-ı Âli’nin önemi giderek azalmaya başladı. Günümüzde sözkonusu bölge ağırlıklı olarak turizm amaçlı müesseselere hizmet vermektedir. Kentin bir buçuk asrına damgasını vuran Cağaloğlu-Bâb-ı Âli basın sektörüne hizmet verenlerin bu bölgeye farklı zaman dilimlerinde gerçekleştirdikleri ulaşım alternatiflerini kısaca özetlemek gerekirse, konuyu beş alt başlık halinde incelemek mümkündür:

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

a. 1850’den 1871’e Kadar Denizyolu ve Atlı Arabalarla Ulaşım İstanbul’da kentiçi toplutaşımacılığına, 1850’lerde son derece kısıtlı olanaklarla ve dar bir bölge çerçevesinde ilk adım atıldı. Karada kısmen fayton ve at arabalarıyla, denizde ise Şirket-i Hayriye ve Hazine-i Hassa İdareleri’nin küçük evsaflı vapurlarıyla, uzak iskeleler ve Köprü arasında hatlar kuruldu. Karaköy, Eminönü ve Sirkeci rıhtımları ile köprüüstündeki iskelelere yanaşıp kalkan gemiler ve pazar kayıklarıyla Bâb-ı Âli bölgesine ulaşmak mümkündü. Tâbi, Sirkeci’den itibaren yokuşu yayan tırmanmak kaydıyla... “Turuk ve Ebniye (Yollar ve Binalar) Nizamnâmesi” kapsamında, 1864’den itibaren Ayasofya-Bayazıd arasında 19 metre genişliğinde Divanyolu, Sirkeci-Babıali arasındaki 14.30 metre genişliğinde ve ikinci sınıf kabul edilen Aziziye şimdiki (Ankara) caddesi, Babıali-Divanyolu arasındaki Mahmudiye Caddesi, Divanyolu’ndan denize doğru dik olarak inen Gedik Ahmet Paşa ve Kumkapı caddeleri, Ayasofya-Babıali arasındaki Cağaloğlu caddesi ve Nuruosmaniye caddesi açıldı. 3. ve 4. kademe yollar da kısmen yenilendi.

Harbiye (1925)

Galata kö

prüsü üze

rinde ku

tlama ta

kı (1926)

85


Hanımlarla erkeklerin ayrı seyahat ettiği, ortadan perdeyle ikiye bölünmüş atlı tramvay, Dolmabahçe (1890)

b. 1871’den 1914’e Dek Atlı Tramvay Destekli Ulaşım İstanbul’da 1871 yılında tramvay şebekesinin kurulmasına başlandı. Kentiçinde tramvay işletme imtiyazının 1869 yılında Konstantin Krepano Efendi’nin kurduğu “Dersaadet Tramvay Şirketi” adlı şirkete 40 yıl müddetle verilmesinden sonra şehirde birbiri ardınca atlı tramvay hatlarının inşaına geçildi. İlk olarak 31 Temmuz 1871’de Beyoğlu yakasında “Azabkapısı-Karaköy-Beşiktaş” arasında başlatılan ve bir süre sonra Ortaköy Camii önüne kadar uzatılan ilk hattan sonra devreye alınan ikinci hat, aynı zamanda Suriçi’ne hizmet verecek olan ilk tramvay servisiydi. 14 Kasım 1871’de tamamlanan “Eminönü-Aksaray” hattının güzergâhı “Eminönü Balıkpazarı Kapısı-Sirkeci-Hamidiye Türbesi-Topkapı Sarayı-Soğukçeşme-Sultanahmed Belediye Bahçesi (Ayasofya)-Atmeydanı-II. Mahmud Türbesi-Çemberlitaş-Bayazıd-Seraskerat-Lâleli Camii-Aksaray Yusufpaşa Çeşmesi” olup, Eminönü, Mahmutpaşa, Sultanahmed, Bayazıd ve Aksaray olmak üzere toplam 4 kıt’adan meydana gelmekteydi. 14 Ağustos 1872’de “Aksaray-Yedikule” ve 14 Ocak 1873’de de “Aksaray-Topkapı” şube hatlarıyla güçlendirilen Suriçi şebekesinin arabaları, anaaksın kuzeydoğu ucunda Yenicami önünde, Köprü’nün mürûriye kulübeleri yanında sona ermekte ve o yıllarda sadece yayalara ve hafif yük arabalarına hizmet verebilen ahşap köprüden karşıya, Karaköy tarafına maalesef atlayamamaktaydı. Deniz seviyesinden itibaren hızlı bir şekilde yükselen Cağaloğlu mıntıkasının rakımı, bu yokuşu atlı tramvayların tırmanmasına müsait olmadığı için, ilk hat mecburen böl86

genin sınırlarını dolanır şekilde yol alıp, Divanyolu-Türbe-Çemberlitaş aksında düzlüğe ulaşmaktaydı. Vapurla Eminönü-Sirkeci rıhtımına gelerek Bâb-ı Âli’ye gitmek isteyenlerin bir kısmı, buradan hareket eden tramvaylara binerek II. Mahmud Türbesi’nde inmekte ve buradan geri yürümekteydi. Güneşin doğuşuyla birlikte çalışmaya başlıyor, kışları akşam ezanına kadar, yazlarıysa yatsıya dek devam eden atlı tramvay hatlarına ait aylar, parkurun birçok kesiminde tek yönlü olarak döşenmiş olup, belli noktalarda krosman (makas) yerleri inşa edilerek, birbirleriyle aksi yönlerde karşılaşan arabaların yola devam edebilmeleri temin edilmişti. Krosman yerleri Bayazıd, Çemberlitaş, Sultanahmed, Sirkeci gibi yolun nisbeten genişlediği kesimlerde bulunmaktaydı. Bu arada, tramvayların Suriçi’nde geçeceği yollardaki genişlik, Şirket tarafından en az 11.5 arşına (7.80 metreye) çıkarıldı. 1870’lerin ilk yarısında, şehrin caddelerinde günümüzün dolmuşları olarak kabul edebileceğimiz “omnibüs”ler görülmeye başladı. 1872 Ağustos’unda “Perşembepazarı-Pangaltı”, Aralık 1872’de “Eminönü-Eyüb” ve “Bayazıd-Fatih” arasında, çift katanayla çekilen, oturma kabinleri karşılıklı kanepelerden oluşan eşhasa ait atlı arabalar, Suriçi ve bölgesinde halkı nakletme görevini üstlendiler. Bu hatların içinden “Fatih-Bayazıd” postalarının bazı seferleri, Nur-ı Osmaniye Camii’nin avlusuna kadar inmekteydi. 1875 yılında “Sirkeci-Küçükçekmece” arasında kömürle çalışan banliyö tren hattı devreye alındı. Toplam 6 istasyonu bulunan hat üzerinde Sirkeci, Kumkapı, Yedikule, Bakırköy, Yeşilköy ve Küçükçekmece istasyonları faaliyet


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

İE

su, atlı tr TT Şişli depo

amvaylar se

fere hazırla

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

nıyor (189 0)

göstermekteydi. Takibeden yıllar içinde Cankurtaran’da, eski ve kullanılmayan birkaç yük vagonunun üst kısımları söküldükten sonra şasiyi oluşturan düz kısımları ahşap ve uzun bir platform şeklinde ardıardına eklenerek geçici bir istasyon kuruldu. Böylece Ayastefanos, Makriköy, Yedikule, Samatya taraflarından gelenlerin Cankurtaran’da trenden inebilmeleri sağlandı. Bu noktadan sonra Sultanahmed meydanına kadar, kısa fakat oldukça dik Nakilbend bayırını tırmanarak Bâb-ı Âli’ye yayan şekilde varmak kabil oldu. Sanayi devrimiyle birlikte Avrupa caddelerinde boy göstermeye başlayan benzinli otomobillerden ikisi Tütüncü Abdüsselâm Efendi adlı bir zât tarafından, II. Meşrutiyet’i takibeden yıllarda ithal edilerek İstanbul’a kentiçinde taksi olarak çalıştırılmaya başlandı. Eminönü’nde müşteri bekleyen bu otomobillere kısa süre zarfında yenileri ilâve oldu ve Köprübaşındaki taksi bekleme alanı, Bâb-ı Âli ve çevresine hızlı ve konforlu bir şekilde tırmanacak olan kesesine güvenen kesimin vazgeçilmezleri arasına girdi. 1909’da Tramvay Şirketi tarafından “Osmanlı Omnibüs ve Otobüs Şirketi” kuruldu ve tramvay servislerine paralel ilerleyecek tarzda oluşturulan hatlarda çalıştırılmak üzere ertesi sene Fransa’dan 8 adet otobüs getirtildi ve “Progres” etiketiyle hizmete girdi. Tek ve çift katlı olmak üzere iki ayrı modelden oluşan otobüslere sağlanan bir iltimas da, ahşap olması nedeniyle üzerinden motorlu yahut atlı tramvay dahil ağır yük vasıtalarının geçmesi yasak olan eski Galata Köprüsü’nü kullanabilmeleri ve iki yaka arasında kesintisiz servis verebilmeleriydi. Sirkeci Garı-Karaköy, Karaköy-Dolmabahçe-Beşiktaş-Ortaköy ve Eminönü-Sultanamed-Türbe-Bayazıd hatlarında çalıştırılmakta olan Progresler fiyat olarak atlı tramvaylara nazaran daha pahalı, ancak onlara göre daha hızlıydı. Ağırlıklı olarak orta ve ortanın üstü gelir seviyesindeki yolculara hizmet veren otobüs şirketinin “Eminönü-Ba-

6. Daire (Beyoğ

lu Belediyesi) ön

ünde yazlık atl

ı tramvay, Şişha

ne (1910)

yazıd” arasında çalıştırılan otobüsleri, bilhassa Yerebatan sâkinlerinin evlerinin temellerini sarsacak ölçüde güçlü sarsıntılara sebebiyet verdiği için Şehremaneti tarafından durduruldu (Ağustos 1911, Le Moniteur Orientale). 1912 yılı içinde küçük çaplı birkaç hat daha denendiyse de, yeterli verim alınamadığına kanaat getirilerek Karaköy-Ortaköy hattı dahil tüm servisler iptal edilerek araçlar geri gönderildi. 21 Nisan 1912’de metal konstrüksiyondan imal edilen yeni Alman MAN AG Galata Köprüsü hizmete alındı. Böylece Suriçi ve Beyoğlu yakaları, karşılıklı olarak vasıta sevk edebilecek şekilde birbirine bağlandı.

c. 1914’den 1943’e Kadar Olan Süreçte Karayolu ve Raylı Sistem Ulaşımının Gelişimi Elektrikli tramvay şebekesi 1914 yılının Şubat ayında hizmete girdi ve bir zamanlar atlı tramvayların kullandığı anaakslardan bu kez cereyanlı motrisler geçmeye başladı. Şişli, Taksim, Galata, Beşiktaş gibi köprünün öte tarafındaki uzak yerleşmelerde oturan veya Suriçi’nde Topkapı, Edirnekapı, Fatih, Yedikule, Aksaray, Lâleli gibi semtlerde ikamet eden basın çalışanları, elektrikli tramvayları kullanarak Gülhane Parkkapı, Yerebatan, Divanyolu Türbe yahut Çemberlitaş’a kadar gelmekte ve buradan kısa bir yürüyüşle işyerlerine ulaşmaktaydı. Ankara Caddesi’nin yüksek eğiminden dolayı elektrikli tramvaylar da, tıpkı atlı benzerlerinde olduğu gibi kestirme Bâb-ı Âli yolunu kullanmaları imkânsız olduğu için, Çemberlitaş-Sultanahmed-Soğukçeşme-Salkımsöğüt-Hocapaşa-Sirkeci yayını kullanmak mecburiyetindeydi. Sözkonusu yol üzerinden 9 ayrı tramvay hattı birden geçmekte ve böylelikle basının kalbi, kısa yürüyüş mesafelerinde bulunan duraklara ulaşarak farklı servislerden faydalanmaktaydı. 87


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

İtalya’dan getirilen ve ‘tramvayın kardeşiyiz’

Büssing marka oto

büs Ak saray durağ

ında (1958)

Daha ucuza yolcu taşımaları dolayısıyla 1930 yılından itibaren trafiğe katılan ve halk tarafından aranan bir ulaşım aracı olmaya başlayan dolmuşlara Belediye 1932’den itibaren izin verdi. “Şişli-Karaköy”, “Taksim-Beşiktaş”, “Bayazıd-Atikali”, “Bayazıd-Şehremini” ve “Eminönü-Kocamustafapaşa” hatlarında dolmuşlar mekik dokumaya başladı. Ancak 2. Dünya Savaşı dönemi içinde, 1940 yılında dolmuşlara yeniden yasak getirildi. Bu arada Şark Şimendiferleri Şirketi tarafından verilen “Sirkeci-Küçükçekmece” banliyö tren hizmeti 1934’de 11 lokomotif ve 11 furgon ile 156 vagonla yürütülmekte olup, Cankurtaran’daki geçici istasyon yeri de sabit taşlarla yeniden inşa edildi. Yine otuzların ilk yarısında hususi otobüsler kendi aralarında şirketleşerek kentiçinde birkaç hatta hizmete alındı. “Eminönü-Kocamustafapaşa”, “Eminönü-Maltepe” ve “Eminönü-Rami” servisleri iniş ve çıkışlarında Cağaloğlu-Bâb-ı Âli geçişini kullanarak, tramvaylara nazaran yolculara ortalama beşer-onar dakikalık bir avantaj sağlamaktaydı. 1939 yılında İstanbul ve Beyoğlu semtlerindeki belli başlı caddelerin inşası yarım milyon küsur liraya bir müteahhide ihale edildi. Ancak kış münasebetiyle asfalt yol inşaatı yalnız Divanyolu’ndan kapalı fırına kadar yapılabildi. İlk önce Cağaloğlu ile Sirkeci ve İş Bankası arasındaki yaya kaldırımlarının inşasına başlanıldı ve bir ay zarfında tamamlanacak sahanın asfaltına başlandı (Basın; 6 Mart 1939). Prost planı uyarınca, Yerebatan ile Cağaloğlu arasındaki cadde asfalt olarak inşa edilmesi münasebetliye Yereba88

sloganıyla hizmete verilen troleybüsler (1961)

tan Sarayı önünde caddeyi ikiye ayıran adanın istimlâki kararlaştırıldı (Basın; 29 Nisan 1939).

d. 1943-1955 Arası Yeni Ulaşım Alternatifleri 1943 yılı, İETT İdaresi’nin kentiçi ulaşımındaki büyük hamlesine sahne oldu. İşletme tarafından ithal edilen 9’u Gasoille-White ve 15’i Scania-Vabis marka toplam 24 otobüs, bilhassa tramvay işletilmeyen veya topografyadan dolayı çalıştırılamayan semtlerle kent merkezi arasında oluşturulan hatlarda hizmete alındı. Şehir tramvaylarına alternatif teşkil eden otobüs filosu, lâstik tekerleklerin eğim tırmanabilme kabiliyetlerinin getirdiği avantajla, oldukça dik sayılabilecek yokuşlu yollarda servise verilmeye başlandı. Bunlardan biri de Divanyolu Türbe-Cağaloğlu-Vilâyet-Bâb-ı Âli-Aşirefendi-Sirkeci-Bahçekapı-Eminönü aksıydı. 1943-45 yılları arasında kentiçinde 7 ayrı otobüs hattı birden oluşturuldu. Bu hatların 5’i Suriçi irtibatlıydı. 11, 12 ve 13 numaralı hatlar sırasıyla Kocamustafapaşa, Topkapı Kaleiçi ve Edirnekapı yönlerinden gelirken, 1 ve 2 numaralı ring hat çiftleri de Nişantaşı ve Şişli hareketli servislerdi. 24 Eylül 1943 tarihinden itibaren Bâb-ı Âli-Vilâyet-Cağaloğlu-Türbe aksında ilk defa İETT’nin belediye otobüsleri çalışmaya başladı. “Harbiye-Bayazıd” olarak planlanan ring hat çifti saat yönü ve saat yönünün tersini izleyerek büyük bir İstanbul turu atmakta; bu tur esnasında Harbiye’den hareketle Karaköy-Galata Köprüsü-Eminönü üzerinden gelen otobüsler Muradiye Caddesi-Hocapaşa-Salkımsöğüt-Sultanahmed-Türbe-Çemberlitaş yolunu kullanırken, Taksim-Unkapanı Köprüsü-Aksaray-Lâleli-Bayazıd-Çemberlitaş yoluyla gelenlerse Türbe’den itibaren


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

sola dönerek Bâb-ı Âli’nin içine girmekte, Cağaolğlu-Vilâyet yoluyla Sirkeci Garı’nın önüne inmekteydi. Benzer şekilde Çarşıkapı-Çemberlitaş yönünden gelen 11, 12 ve 13 numaralar da inişlerde Cağaloğlu yokuşunu, çıkışlardaysa Salkımsöğüt-Gülhane Parkkapı yolunu kullanmaktaydı. Caddenin giderek artan trafiği dolayısıyla yol üzerinde birtakım tashihlere ihtiyaç duyuldu ve 22 Ağustos 1944 gününden itibaren Yerabatan-Cağaloğlu arasındaki mozaik parke caddenin zemini sökülerek, asfalt olarak kaplanmaya başlandı (Akşam, 9285, 23 Ağustos 1945). 22 Ocak 1945 gününden itibaren Bâb-ı Âli-Cağaloğlu yolunu kullanan “1” numaralı ring hat çiftinin tabelâsı “kırmızı” ve “beyaz” olarak belirlendi.

gününden itibaren, Ni22 Ocak 1945 Pazartesi leri şu şekilde yapıla şantaşı otobüs servis caktır: sı ve 16:10-20:15 ara1. Saat: 07:30-10:00 ara sı; keolmabahçe-Eminönü-Sir • Nişantaşı-Taksim-D -Aray ksa t-A ultanahme ci-Ebussuud Caddesi-S şı. nta işa l Caddesi-N tatürk Köprüsü-İstikla r. tabelâ “Beyaz”dı Bu güzergahı gösteren Köparlabaşı-Atatürk • Nişabtaşı-Taksim-T loğ ağa y-B ele diy e-C rüs ü-S ara çha ne- Aks ara krüsü-Dolmabahçe-Ta lu-Sirkeci-Galata Köp âhı gösteren tabela sim-Nişantaşı. Bu güzerg “Kırmızı”dır. sında bu otobüsler Ni10:06-15:56 saatleri ara n hareket edecekler ve şantaşı yerine Taksim’de ip de aynı güzergahı tak her iki istikamette edeceklerdir. 20:30 saatleri arasın2. 07:30-10:00 ve 16:00Atatürk Köprüsü-Saraçha da “Taksim-Tarlabaşırühzadebaşı-Atatürk Köp ne-Aksaray-Bayazıd-Şe ip aksim” güzergahını tak sü-İstiklal Caddesi-T , vis ser Bu açılacaktır. eden yeni bir servis . tır cak sında çalışmaya 10:00-16:00 saatleri ara k mhuriyet, 7334, 20 Oca Tabelası “Yeşil”dir (Cu

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Şubat 1947’de sadece “Eminönü-Taksim” arasında çalıştırılan dolmuşların kent geneline yayılması için Belediye Meclisi’nden karar çıktı ve derhal uygulamaya konuldu. 7 Mart 1947’den itibaren 8 ayrı hatta dolmuş çalışmaya başladı. Şubat 1949’da bu şekilde çalışan taksilerin üzerine “Dolmuş” ibaresinin yazılmasına, 27 Ağustos 1950 gününden itibaren de dolmuşların nereden kalktıklarını gösteren “Dolmuş Durak Yeri” levhalarının takılmasına başlandı. Böylece arabalara ve çalıştıkları hatlara bir standart getirildi. Kasım 1954’de İstanbul’da resmi olarak tanınan 46 ayrı dolmuş hattı mevcuttu. Bu hatların içinden dördü de “Karaköy-Cağaloğlu”, “Eminönü-Cağaloğlu”, “Aksaray-Cağaloğlu” ve “Taksim-Cağaloğlu” idi. Ellili yılların başında İETT, şehirlerde toplu ulaşımın çözümünde en ileri aşama olan metro konusunda sorumluluğu üzerine alması hasebiyle Avrupa’dan konunun uzmanı mühendisleri ülkeye davet ediyor, bunların hazırladığı detaylı raporlarla İstanbul’un metro ile tanışması için gereken adımların atılmasını sağlamaya çalışıyordu. 1951 yılında Hollanda menşeli mühendislik bürosu NEDECO’nun teklifini, Paris metrosunu işleten şirketin fahri genel müdürü ve kısaca RATP olarak bilinen Régie Autonome des Transports Parisiens müdürlerinden Marc Langevin ile çalışma arkadaşı Louis Meizonnet’in hazırladığı inceleme takip etti. 30 Eylül 1952 tarihinde kendilerinden İstanbul şehrinin halihazır münakale sistemi ile modernleştirilme ve yeniden tanzimi şartlarının etüdünü yapmalarını isteyen İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’a sunulan rapor İETT Taşıtlar Teknik Dairesi Müdürü Sadettin Özel tarafından özet olarak tercüme edilerek ertesi yıl Türkçe olarak basıldı. B ay a n b

iletçi A

yşe Tun

calılar,

elek tro

nik mak

ineyle k

ıt ’a esa

slı bilet

kesiyor

(1962)

1945).

1940’ların sonuna dek ilâve edilen yeni servislerle, bu istikametten geçen otobüs hatları giderek arttı. Kocamustafapaşa, Rami, Yıldıztabya, Maltepe, Kurtuluş gibi semtlere de İETT otobüsleri tahsis edilerek bu yolu kullanmaları sağlandı. 89


Tünel’in elektrifikasyona geçişi, havai hatlar müdürü yüksek elektrik mühendisi Vural Erül (1972)

İstanbul Yolcu Nakliyat İşleri Etüdü başlığıyla yayınlanan rapor, Langevin ile RATP Ticaret Servisi Bölüm Şefi Louis Meizonnet’un imzasını taşımakta ve İstanbul’un ulaşım konusunu ciddi bir şekilde inceleyerek önerilerde bulunmaktaydı. 14 bölümden oluşan rapor, metro ile birlikte İstanbul’un genel ulaşım sorunlarına çözümler sunan önerileri bir araya getirmekteydi. Çalışmanın aslını oluşturan metro sisteminde 13 adet istasyon yeri belirlenmişti: Şişli, Osmanbey, Harbiye, Elmadağ, Taksim, Sakızağacı, Galatasaray, Tophane veya Metro Han, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, “Vilâyet”, Kapalıçarşı ve Beyazıt. Raporda, Galatasaray ile Karaköy arasında çeşitli güzergâh alternatifleri sunulmakta, hattın nihai olarak Suriçi’nin kalbinde, Bayazıd’da sona ermesi üzerinde durulmaktaydı. Her ne kadar raporda Sirkeci ile Vilâyet-Cağaloğlu arası eğimin hangi şekilde aşılacağı teknik anlamda detaylandırılmamış olsa da, İstanbul için çizilen metro projeleri içinde en işe yarayabilecek kornişlerden biri olan, ancak maliyet ve zaman faktörü öne sürülerek reddedilen projeyle birlikte, Bâb-ı Âli sâkinlerinin metroyla tanışma hayalleri de suya düştü (Rifat Behar, “İstanbul Yolcu Nakliyat İşleri Etüdü”, İSAP Dergisi, S:4, s.35-39, 2012). 1953 yılı içinde Cağaloğlu’nda “Gazeteciler Cemiyeti Binası” inşa edildi. 1957’den itibaren “Cemiyet”e tahsis edildi. Yine 1953 yılı içinde Cağaloğlu’nu transit olarak kullanan otobüs hattı sayısı 18’e yükseldi. Bu servislerin 12’si ring 90

İETT şoförü Abdullah Ulugerger, Şişli garajında aracıyla poz veriyor (1964)

hatlardı. İnişlerde Türbe-Cağaloğlu-Sirkeci istikametini, çıkışlarda ise eğimi nisbeten daha az olan Sirkeci-Ebussuud Caddesi-Gülhane Parkkapı-Türbe yolunu kullanmaktaydı (İETT İdaresi, 1953 Yılı Rehberi). 1954 yılı Nisan’ında Cağaloğlu Vilâyet önüne kapalı bir İETT durağı yapıldı (Milliyet, 1425, 26 Nisan 1954). Bu arada, uzun müddet buharlı trenlerle verilen demiryolu hizmeti, çağın gereklerine uyacak şekilde elektrifikasyona geçti ve ilk elektrikli tren 6 Aralık 1955’de “Sirkeci Garı-Halkalı” arasında çalışmaya başladı. Böylelikle kentin batı Marmara sahillerinde ikamet eden basın çalışanlarının bir kısmının, makul bir süre zarfında Cankurtaran istasyonuna ulaşmaları ve buradan itibaren yaya olarak Cağaloğlu- Bâb-ı Âli bölgesindeki işyerlerine varabilmeleri alternatifi getirildi.


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

1950’li yılların ilk yarısında basın sektöründe geç saatlere kadar çalışan işçiler için Tramvay İdaresi tarafından Bâb-ı Âli yokuşunun nihayetlendiği Sirkeci Dörtyol ağzında gece yarısı tam üçte iki ayrı yöne hareket eden iki adet yeşil renkli (ikinci mevki) tramvay arabası çalıştırılmakta ve bu saatte vasıta bulmaları imkânsız olan yorgun yolcularını alarak, evlerine en yakın duraklara kadar bırakmaktaydı. Bu çok faydalı hizmet, tramvayların 1959 yılında bu aks üzerinden kaldırılmalarına kadar devam ettirildi.

e. 1955’den 1990’a Dek Ulaşım İETT’nin ellili yılların ikinci yarısında yaptığı yoğun otobüs alımları sayesinde şehirde birçok yeni hat hizmete girdi. Buna paralel olarak 1956 senesi içinde ilk kez “Cağaloğlu” tabelâlı bir ring hat çifti devreye alındı. “T1” ve “T4” işaret sayılarını taşıyan otobüsler Cağaloğlu’nu bir transit durak olarak kullanmakta, burada yalnızca kısa süreli soluklanmakta olan araçlar, dönüş yollarındaysa Yerebatan Caddesi’nden geçmekteydi.

“Taksim-Cağaloğl

u” Ring Otobüs Seferleri

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Elliler, aynı zamanda Menderes dönemindeki yapılaşma hamlesine tanıklık eden senelerdir. Birbiri ardınca kurulan kooperatifler eliyle, şehrin yakın banliyölerinde yeni semtler, daha doğrusu siteler inşa edilmeye başlandı. Basın çalışanlarının faydalanabilmeleri amacıyla ilk olarak 1955’de Mecidiyeköy Esentepe mevkiinde bir mahalle kurulması gündeme geldi. 220 gazeteciye mesken edindirecek olan yerleşmenin temeli, 30 Nisan 1955 günü “Gazeteciler Cemiyeti ve Gazeteciler Sendikası Yapı Kooperatifi” tarafından törenle atıldı (Vakit, 18497, 1 Mayıs 1955). Sitenin 147 meskenden oluşan ilk bölümü, 3 Eylül 1958 günü Başbakan Adnan Menderes tarafından törenle yerleşime açıldı. 7 Kasım 1958 gününden itibaren, matbaa ve yayınevlerinde gece mesaisine kalan çalışanlar için Cağaloğlu’ndan Esentepe Gazeteciler Sitesine 01:20’de bir otobüs seferi konuldu. Ardından, 14 Aralık 1958 tarihinde “53” numaralı “Cağaloğlu-Gayrettepe” hattı ihdas edildi (Cumhuriyet, 14 Aralık 1958). Gayrettepe-Şişli-Taksim-Unkapanı-Aksaray-Bayazıd-Çemberlitaş-Türbe yoluyla Bâb-ı Âli’ye yolcu getirip götürmeye başlayan yeni hat, bölge için çok faydalı oldu. Ayrıca İETT İdaresi tarafından belli saatlerde “Esentepe-Cağaloğlu” depar servisleri konuldu. “53” numaralı hat 1966’da Zincirlikuyu’ya uzatıldı. 1967’de ise “Rumelihisarüstü-Cağaloğlu” ring hattı haline getirildi. Bununla ters yönü izleyen bir de “43” numaralı “Rumelihisarüstü-Cağaloğlu” servisi ilâve edildi. Ancak bir yıl sonra ring olmaktan çıkarılarak başdurakları Eminönü’ne geri çekildi ve her iki hat da “Rumelihisarüstü-Eminönü” şeklinde çalışmaya başladılar.

Bu sabahtan (1 2 Kasım 1956) itibaren “Taksim-Bayazıd” ar asında bir ring otobüs servisi ihdas edilec ektir. Bu hatta çalışacak olan otobüsler seferl erine sabahın er ke n saatlerinde başlayacakla r ve gece saat Normal trafik akışı yetmezmiş gibi, 1959’da arabalı va24 :00’e kadar devam edeceklerd ir. “Taksim-Baya purların önünde oluşan araç kuyruklarının dağıtılması zıd” ring hattında işleyecek olan otobüsleri maksadıyla yeni bir uygulama getirildi. Sirkeci’de feribota n bir kısmı, Taksim’den kalkar ak; “İstiklal Ca binerek karşı yakaya geçecek olan araçlar önce Sultanahdd es i-Atatürk Köprüsü-Unkapanı -Atatürk Bulvar med’de bekletilecek, ardından Cağaloğlu-Vilâyet yoluyla ı-Aksaray-Bayazıd-Türbe-Cağa loğlu-Sirkeci-Do Sirkeci’ye konvoy halinde indirileceklerdi. Neyse ki çok lmabahçe” yoluyla Taksim’e geri dönecekler dir. fazla uzun süreli olmayan bu alternatif, Belediye ve Trafik “Taksim-Bayazıd” İşleri tarafından iptal edildi. ring otobüsleri nin diğer bir kısmı da yi ne Taksim’den ha reket ederek; “Dolmabahçe-Kara a Vapuru Kuyruğu köy-Sirkeci-Cağa Cağaloğlu’nda Arab lo ğl u-Sultanahmed-Bayazıd-A derek ksaray-Atatürk puru kuyruğunun gi Bulvarı-Unkapanı-Atatürk eci’deki araba va rk Si t’te Köprüsü-Galatasa onların Sultanahme ray” yoluyla Taksim’e geri ası üzerine kamy am uz murme er dönmüş olacaktı rildi. Seyrüsef r. Taksim’den hareketle Unkapa emelerine karar ve kl be puva nı yolunu taki marası verecek, ben Bayazıd’a bunlara bir sıra nu gidecek olan ri ra la kamyonlar ng otobüslerin geldiği zaman da i hat numaraları kt va ış lk “T1”, Taksim’den ka n ru hareketle Dolmab ineceklerdir (Hürri ahçe yoluyla ğlu’ndan Sirkeci’ye Bayazıd!’a gide lo ğa Ca cek olan otobüs uz 1959, s.3). lerin hat numarası ise “T4” ol yet, 4031, 21 Temm acak tespit edil di (Cumhuriyet, 12 Kası m 1956).

1960 yılında “Esentepe-Cağaloğlu” arasında “56” hat sayılı yeni bir servis hizmete alınarak, bölgeden hareket eden otobüs sayısı artırıldı. 91


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Elektrik kesintisi yüzünden Unkapanı Köprüsü’nde arka arkaya dizilen troleybüsler (1970’li yıllar).

da Bir Otobüs Ser“Esentepe-Cağaloğlu” Arasın visi İhdas Edildi seferlerde [56] hat Dünden itibaren başlayan rlikuyu-Yıldız Asnumaralı otobüsler; “Zinci sefer yapacaklarfaltı” yolu ile Esentepe’ye cek bu otobüsler; dır. Esentepe’den hareket ede Asfaltı-Beşiktaş-Kaba“Zincirlikuyu-Yıldız -Ca ğal oğl u-N urutaş -Ka rak öy- Emi nön ü-V ila yet olu-Sultanhamet”e osmaniye-Çemberlitaş-Divany Caddesi yoluyla gidecek ve buradan Yerebatan güzergahtan EsenCağaloğlu’na dönerek, aynı (Tercüman, 1808, 30 tepe’ye geri gideceklerdir Nisan 1960).

1960 yılından itibaren Cağaloğlu, Eminönü, Taksim, Karaköy, Aksaray, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar gibi merkezi noktalardan hareket eden araçların düzenini sağlamakla görevli “Dolmuş Kahyaları”na tek tip elbise dağıtıldı. Lacivert kumaş elbise, şapkaların önünde zemini beyaz kumaştan, çift oklu trafik işareti, göğüslerinde de trafik rozeti olup, her kâhyaya bir numara verildi (11 Ocak 1960, Milliyet). İETT İdaresi otobüslerine hoparlör tertibatı yapmaya karar verdi. Hoparlörlü ilk otobüs 3 Ağustos 1961 sabahından itibaren “Levend-Cağaloğlu” arasında çalıştırılmaya başlandı. Tecrübede başarı sağlanırsa bütün otobüslerde 92

ürlük binas Tünel meydanı, İETT’nin genel müd ğı (1970’ler) önündeki reklamlı troleybüs dura

ı Metrohanı’ın

bu tertibatın uygulanacağı açıklandı. Mikrofon şoförün yanında bulunmakta ve duraklara yaklaşırken şoför durağın ismini söyleyerek yolcuları ikaz etmekteydi. Bu suretle kalabalık saatlerde biletçiler, duraklara gelirken inecek yolcularla daha az ilgilenebilecekler ve rahat bilet kesme imkânına sahip olacaklardı (Milliyet, 4 Ağustos 1961). Fakat, Cağaloğlu hattında denenen sistemden istenen verim alınamadığı için projenin devamı getirilemedi. 1960 darbesinin hemen öncesi ve akabinde kentiçi ulaşımında da birtakım düzenlemelere gidildi. Kamu araçlarının geceleri son hareket saatleri en geç 22:30’a geri


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

planı gereği az katlı binalardan meydana getirilmişti. Basın çalışanları, özellikle muhabir ve yazar kadrosu tarafından Basınköy çok ilgi gördü. Dönemin birçok ünlü gazetecisi, bu semtte bir konut sahibi oldu. “B” numaralı “Cağaloğlu-Basınköy” otobüs hattı 1964 nihayetinde işlemeye başladı. Basın çalışanlarının evleriyle işyerleri arasında tek vasıta kullanarak seyahat yapmaları için tasarlanan hat, Bâb-ı Âli’nin gözdesi oldu. Sık hareket tarifesi içinden bir kısım servis, “B1” işaretiyle Taksim-Basınköy” arasında sefere girdi. Taksim meydanı, arkada Atatürk Kültür Merkezi (1970’li yıllar)

çekildi (Milliyet, 30 Nisan 1960). Sektörde çalışan ve geç saatlere kadar mesaiye kalanlar için büyük zorluklara sebebiyet veren bu uygulama, 6 ay kadar sonra normale döndürüldü. Gece yarısına dek işlerinin başında durmak mecburiyetinde olan binlerce kişinin imdadına dolmuşlar ve kaçak olarak yolcu taşıyan gece minibüsleri yetişti. Aynı dönemde “Bayazıd” ismini taşıyan otobüs hat tabelâları “Hürriyet Meydanı” olarak değiştirildi (Bu uygulama 12 Eylül 1980’e dek devam ettikten sonra, tekrar eski haline döndürülecekti). Şehirde trafiği aksattıkları gerekçe­siyle tramvayların kaldırılarak yerle­rine troleybüs işletilmesi yönünde hazırlanan projeler 1959’dan itiba­ren pratiğe aktarıldı ve İstanbul’da yaygın bir troleybüs şebekesinin ku­rulmasına başlandı. Bu amaçla İtal­yan Ansaldo San Giorgio firmasından 100 adet elektrikli araç satın alındı. Şebeke 27 Ma­yıs 1961 günü yapılan bir törenle hizmete girdi. İlk troleybüs sefer­leri “Topkapı-Eminönü” arasında­ki “84” numaralı hatta başlatıldı. Bunu 30 Ağustos 1961 günü “55” numaralı “Yenikapı-Şişli” servisle­ri takip etti. Zaman içinde kentteki troleybüs hat sayısı 16’ya ulaştı. Bayazıd-Yeniçeriler Caddesi-Divanyolu-Hocapaşa-Sirkeci yolunu takip eden troleybüs havai tellerinin, Türbe-Cağaloğlu-Vilâyet-Aşirefendi-Sirkeci arasına da gerilmesi proje kapsamına alındı. Ancak troleybüs şebekesinin daha fazla genişletilmesine gerek olmadığı gerekçesiyle bu düşünce hayata geçirilemedi. Gazeteciler Cemiyeti Sigortalı Fikir İşçileri Yapı Kooperatifin, basında çalışanlar için yeni siteler inşa halkasına 1961’de bir yenisi eklendi ve 21 Nisan 1961 günü, Florya ile Küçükçekmece arasında, Menekşe mevkiinin hemen ardındaki tepeliğe inşa edilecek olan 190 daireden oluşacak “Basınköy” (Zümrütyuva) sitesinin temeli, Vali Refik Tulga ile 66. Tümen Kumandanı Tuğgeneral Faruk Güventürk tarafından törenle atıldı (Milliyet, 22 Nisan 1961). 180 dairelik bir mahalle haline gelen Basınköy, 1964 yılında yerleşime açıldı. Semt, o zamanki adı Yeşilköy Havaalanı olan Atatürk Havalimanı yakınında bulunduğundan, imar

Aynı tarihlerde, Haznedar-Bahçelievler’de inşa edilen 7 bloktan ve 190 daireden oluşan “Basın Sitesi”nin ilk kısmı tamamlanarak 1961 yılı sonunda konutlar sahiplerine teslim edilmeye başlandı. Yerleşmenin bütünüyle tamamlanması ise altmışların ortasını buldu. 1969’da “97A” numaralı “Basın sitesi-Cağaloğlu” otobüs servisi açıldı. Hat, 1972’de Eminönü’ne uzatıldı. Son olarak 1 Haziran 1965’de Levend “Basın Sitesi”nin inşaatına geçildi. Etiler mevkiinde kurulan site, 90 evden oluşmaktaydı. 4 Mayıs 1967’de konutların anahtarları sahiplerine teslim edildi. Başlandı Etiler’de “Basın Sitesi” İnşaatına yeti Basın Mahdut Mes’uliyetli Gazeteciler Cemi Etiler’de a Sitesi Yapı Kooperatifi tarafınd in inşaainşa edilecek olan 90 gazeteci evin 1967’nin tına başlandı. 1.5 yılda tamamlanarak en inşaedil in ilk aylarında bitirileceği tahm n Sitesi at, İstanbul’da yapılacak olan 3. Bası s.3). olacaktır (Milliyet, 2 Haziran 1965,

1967-68 senelerinde “C1” ve “C2” numaralı “Cağaloğlu-Levend” ringleri şeklinde çalışan servisler, 1970’de Etiler’e uzatılarak Basın Sitesi’ne kadar ulaştı. 1974’de başdurakları Rumelihisarüstü’ne uzatılan ring çifti, 1979’dan itibaren Cağaloğlu yolunu kullanmaya son vererek gidiş ve dönüşlerinde Divanyolu-Gülhane aksını takip etmeye başladı. Deniz ulaşımında ise “Üsküdar-Kabataş” araba vapur hattı yoğunluğunun biraz olsun hafiflemesi amacıyla, 1966’nın Mayıs ayında Harem ile Sirkeci arasında araba vapuru taşımacılığına geçildi. Böylece Anadolu yakasında oturan basın çalışanlarının, şahsi araçlarıyla daha hızlı bir şekilde kıta atlayarak Cağaloğlu’na ulaşabilmeleri sağlandı. 1966 yılı içinde Cağaloğlu’ndaki trafik akışı baştan sona değiştirildi. 15 Haziran 1966 günü çıkan haber şöyleydi; 93


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye İnişler Kalkıyor “Sirkeci-Divanyolu” arasında trafik yeniden tanzim edilecek, vasıtalara Cağaloğlu-Vilâyet ve Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye doğru iniş yolu verilmeyecektir. Trafik Müdürü Şükrü Balcı’nın bu teklifi, İl Trafik Komisyonu’nda görüşülerek kabul edildi. Hazırlıkları yapılan ve yakında uygulanmasına başlanacak olan yeni trafik düzeni şöyle olacaktır: Eminönü’ne gelen vasıtalar, halen olduğu şekilde “Mısırçarşısı-İş Bankası-Büyük Postane” yoluyla Ankara Caddesi’ne çıkarak, Vilâyet’in önünden Cağaloğlu’na gelecekler, buradan da Divanyolu ve Nuruosmaniye yollarıyla Bayazıd’a ve diğer yönlere gideceklerdir. Bayazıd yönünden gelen vasıtalar ise Sirkeci ve Eminönü’ne gitmek için, şimdi olduğu gibi artık Cağaloğlu’na dönüş yapamayacaklardır. Vasıtalar Divanyolu’nu takiben Sultanahmed-Alemdar yoluyla Hocapaşa üzerinden Sirkeci’ye inecekler ve buradan da Reşadiye Caddesi’ni takiben Eminönü’ne çıkacaklardır. Bayazıd’dan Cağaloğlu’na gelen vasıtalar, Yeni Adliye’nin karşısındaki ara yollardan Cağlaoğlu’na çıkıp, Yerebatan Caddesi’ni takiben Sirkeci’ye ineceklerdir. Trafik Müdürü Şükrü Balcı, yeni trafik düzeninin Hürriyet Meydanı ile Eminönü arasında trafik akımı yönünden fayda sağlayacağını, Ankara Caddesi’nden Cağaloğlu’na sadece çıkış verilmesiyle, Eminönü’nden gelen 3 sıra halindeki bütün vasıtaların tıkanıklık meydana getirmeden Cağaloğlu’na çıkabileceklerini söyledi. Trafik yönünün tanzimi ile ilgili olarak Sirkeci’deki İETT otobüs durağı da Gar’ın önüne alınacak ve Yapı Kredi Bankası önündeki büfe de kaldırılarak, kazanılan saha vasıtaların geçmesi için yola katılacaktır (Milliyet, 15 Haziran 1966, s.1).

1 Eylül 1969’da “72” numaralı “Karaköy-Cağaloğlu” otobüs hattı servise başladı. Kısa ama oldukça seri ve çok işe yarar bir ring hattı izleyen hat her 15 dakikada bir hareket etmekte, “Karaköy-Eminönü-Sirkeci-Cağaloğlu-Türbe-Adliye-Sultanahmed-Gülhane-Sirkeci-Eminönü-Karaköy” şeklindeki güzergâhıyla Bâb-ı Âli ahâlisini Ankara ve Alemdar caddeleri üzerinden Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Köprü üzerindeki vapur iskelelerine nakletmekteydi.

94

Aksaray (1970)

1969’da “96” numaralı “Bayazıd-Havaalanı” hattı Cağaloğlu başduraklarına kadar uzatıldı. Böylelikle ara ara havayolunu da kullanan gazetecilere kolaylık sağlandı. 1979 yılında hattın kalkış noktası Yenikapı’ya geri çekildi. Bu arada 1974’de “Cağaloğlu-Kanarya” hattı açıldı. Ancak servisler 1980’de Aksaray’dan hareket etmeye başladı. 1973 yılı, Sirkeci-Vilâyet-Cağaloğlu anaaksı ile buna bağlı yardımcı yollar üzerindeki trafik akışının sürekli olarak değiştirildiği, nihai çözüm yerine mevcut karmaşanın daha da büyüyerek artmasının beraberinde geldiği bir sene oldu.

Cağaloğlu’nda Trafik Değişiyor trafiCağaloğlu-Nuruosmaniye-Türbe-Bayazıd ği, İl Trafik Komisyonu tarafından yeniden düzenlendi. Uygulamasına çok yakında başlanacak olan yeni düzen, daha çok turistlerin yaya ve araç trafiğini rahatlatmak amacını gütmektedir. Yeni düzenlemeye göre araçlar artık Cağaloğlu’ndan Nuruosmaniye Caddesi’ne giriş yapamayacaklardır. Bu giriş yerini, isteyen araçlar MTTB binasının yanından saparak Şeref Efendi caddesini izleyecek ve Nuruosmaniye Cami’nin önünden Nuruosmaniye Caddesi’ne dönerek Cağaloğlu’na çıkacaklardır. Bu yoldan girmek istemeyen, ancak Nuruosmaniye yönüne gitmek isteyen araçlar ise; Cağaloğlu-Türbe yoluyla Çemberlitaş’a gelecekler ve buradan Vezirhan Caddesi’ne gireceklerdir. Bu araçlar da caminin önünden tekrar Nuruosmaniye Caddesi’ne girerek Cağaloğlu’na çıkacaklardır. Ayrıca Eminönü Belediye Şube Müdürlüğü binasıyla Türbe arasındaki sokağa Çemberlitaş’tan giriş yasağı da kaldırılacak, isteyen araçlar buradan da Nuruosmaniye Caddesi’ne giriş yapabileceklerdir. Bu arada turist araçlarının indirme-bindirme yapabilmesini rahatlatmak için, Çemberlitaş’taki otoparkın dışında yaya kaldırımlarına hiçbir aracın park yapmasına müsaade edilmeyecektir. Yine Şerefefendi Caddesi’ne de park yasağı konulacaktır (Milliyet, 6 Mayıs 1973,


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

i krardan Değişt Trafik Yönü Te Cağaloğlu’nda adeğiştirilen tr bir süre önce a nd u’ ğl iy lo es ğa Ca gerekç ığa yol açtığı kl nı ka tı ı, ım ma fik ak di. Yeni duru haline getirtil le tekrar eski tinden Cağaloğddesi istikame Ca ra ka An ; re gö niye, Vezirhan talar, Nuruosma sı va n de gi a lu’n kamet olai’nden tek isti es dd Ca r le ri çe yön ter ve Yeni uygulamada bu ki Es r. di er rak gidecekl 21 Ekim 1973, teydi (Milliyet, ek lm ti le iş ak olar s.1).

Cağaloğlu’nun Eminönü-Sirkeci rıhtımıyla olan trafik bağlantısını sekteye uğratan Ebussuud Caddesi’ndeki 150’den fazla nakliye ambarı 23 Ekim 1978 günü kaldırılarak, Topkapı’da yeni inşa edilen NAKO Sitesi’ne taşındı. Bu sayede bölgenin kuzeyini çevreleyen yol üzerinde gün boyunca oluşan daralma sona erdi (Milliyet, 23 Ekim 1978). Bölgedeki trafiğin giderek artması ve artık içinden çıkılmaz hale gelmesi üzerine, trafikte birtakım düzenlemeler yapmak zarureti doğdu. Bu doğrultuda ilk olarak Cağaloğlu’nu başdurak olarak kullanan İETT plantonluğunun buradan kaldırılmasına karar verildi. 18 Şubat 1981 gününden itibaren, hareket alanı Cağaloğlu olan 7 otobüs hattının kalkış durakları farklı merkezlere ötelendi. Araçların yine bir şekilde Cağaloğlu bölgesinden transit şekilde geçmelerine olanak sağlayan yeni uygulamayla ilgili basında çıkan haber şöyleydi: Valide Camii, Ak sar

ay (1950)

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Vilâyet Önünde ki Otobüs Dura kları Kaldırıl dı Cağaloğlu Vilâ yet önündeki otobüs duraklar kaldırıldı ve bu ı başduraktan ha reket eden otobüsler değişik hatlara alındı . Bu sabahtan (1 Şubat 1981) it 8 ibaren uygulama ya girecek olan yeni hat düzenl emesi şöyledir : • “89” numara lı “Cağaloğlu-K anarya” hattı “Yenikapı-Kana rya” olarak, • “96” numara lı “Cağaloğlu-H avaalanı” hatt “Yenikapı-Hava ı alanı” olarak, • “56” numara lı “Cağaloğlu-E sentepe” hattı “Adliye-Esente pe-” olarak, • “97A” numara lı “Cağaloğlu-B asın sitesi” hattı “Eminönü -Basın Sitesi” olarak, • “B” numaralı “Cağaloğlu-Bas ınköy” hattı “Eminönü-Basın köy” olarak, • “C1” numara lı “R.H.Üstü-Ca ğaloğlu” hattı “R.H.Üstü-Baya zıd” ve • “C2” numara lı “R.H.Üstü-Ca ğaloğlu” hattı “R.H.Üstü-Baya zıd” ring sist emi içinde çalışacak şekild e değiştirildi ler. Otobüsler Yere batan Caddesi’ ne Cağaloğlu’nd ring yaparak Em an inönü, Sirkeci ve Adli Tıp du raklarına uğraya caklar, dönüşler inde ise Ankara Caddesi’ni takiben Cağalo ğlu’ndan geçece lerdir (Cumhuri kyet, 18 Şubat 1981).

Seksenlerin ikinci yarısı, Türk basınının kalbi Cağaloğlu-Bâb-ı Âli’nin artık emekliye ayrılma vaktinin yaklaşmakta olduğunun sinyallerini veriyordu. Bölgede bulunan büyük gazete ve dergiler matbaalarını ve idari ofislerini, yavaş yavaş İkitelli’de kendilerine tahsis edilen modern binalara taşımaya başladı. Yöredeki hareketlilik, zaman içinde turizm ağırlıklı farklı bir değişime doğru evrilirken, 26 Aralık 1985’de Cağaloğlu’nda İstanbul Menkul Kıymetler Borsası açıldı. Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem tarafından işlemleri başlatılan Cağaloğlu’ndaki borsada ilk aşamada 25’i banka, 9’u banker ve 2’si de kuyumcu olmak üzere toplam 36 üyelik bir brokerlık sistemi kuruldu (Milliyet, 26 Aralık 1985, s.4). Borsa, 16 Kasım 1987’ye kadar Cağaloğlu’nda hizmet verdikten sonra, Tophane’deki yeni binasına taşındı.

f. 1990’dan Günümüze Kadar Cağaloğlu’na Ulaşım 3 Eylül 1989 günü törenle hizmete giren (önceleri “Hızlı Tramvay” olarak adlandırılan) kentin ilk metrosu olan “Ak-

95


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Galata köprüsü (1930)

saray-Kartaltepe-Esenler” hattının Aksaray istasyonunda inen yolcuların Merkezi İş Alanı (MİA) Bayazıd, Çemberlitaş ve Cağaloğlu bölgelerine seri ulaşımını sağlamak amacıyla İETT tarafından 7 Ocak 1990 gününden itibaren “HT10” sayılı “Aksaray-Bayazıd-Sultanahmed-Yerebatan-Cağaloğlu-Türbe-Bayazıd-Aksaray” ring otobüs besleme hattı çalışmaya başladı. Yolcular Aksaray’dan kalkışta ücretsiz, ara duraklarda ise indirimli seyahat etmekteydi. Hat, aynı yılın sonunda Eminönü’ne dek uzatıldıktan sonra 1992’de seferleri kaldırıldı. Yine 1992 senesi içinde, bu kez sahili Cağaloğlu ile irtibatlandıracak yeni bir otobüs mekik servisi hizmete konuldu. 1992’de “Eminönü-Cağaloğlu” arasında ring mantığıyla işletilen “56E” işaretli hat, 1995’de “56ES” numarasını aldı. O da dört yıl sonra, 1999’da iptal edildi. 9 Haziran 1992’de “Aksaray-Bayazıd” cadde tramvayı hizmete girdi. 10 Temmuz 1992’de “T1” numaralı tramvay hattının “Bayazıd-Sirkeci” kısmı, 28 Ekim 1992’de de “Aksaray-Topkapı” etabı servise başladı. Böylelikle Türbe-Cağaloğlu istikametindeki halk, Sultanahmed ve Çemberlitaş istasyonları sayesinde kolaylıkla raylı sisteme ulaşma şansını elde etti. 16 Eylül 2000’de kentin tamamıyla yeraltından giden “Taksim-4. Levend” metrosu hizmete girdi. “M2” numaralı hat, zaman içinde Sarıyer Hacıosman’a ve Yenikapı’ya dek dek uzatıldı. 16 Mart 2014 tarihinde “Vezneciler” istasyonunun hizmete açılması, bu noktadan itibaren Bayazıd-Nur-ı Osmaniye üzerinden Cağaloğlu meydanına yaya ulaşımını oldukça kolay hale getirdi. Kentin, birbirinden kopuk 2 banliyö tren hattının bir bütün haline getirilmesi düşüncesiyle projelendirilen, Üsküdar ile Sirkeci arasında denizin altına döşenen tüpler içinden tren setlerinin geçeceği şekilde tasarlanan bir raylı sistem bütünü olan ve tamamlandığında Gebze ile Halkalı arasında toplam 76.5 kilometre yekpâre uzunluğa ulaşa96

cak olan Marmaray sisteminin 13.6 kilometrelik ilk etabı olan “Kazlıçeşme-Yenikapı-Sirkeci-Üsküdar-Ayrılıkçeşme” bölümü 29 Ekim 2013’de törenle yolcu taşımaya başladı. “Sirkeci” istasyonunun “Gar” ve ”Vilâyet” çıkış kapıları ise 1 Aralık 2013’de devreye girdi. Böylece Ankara Caddesi üzerinde yer alan Valilik Binası ve Vilâyet Camii hizasındaki üst çıkış sayesinde, Cağaloğlu meydanına yayan ulaşım birkaç dakika mertebelerine indirildi. Günümüzde Vilâyet-Cağaloğlu aksı boyunca artık İETT ve halk otobüsleriyle dolmuşlar çalışmamakta, bölgeye ulaşım, semtin sınırlarını çepeçevre dolanan “T1” tramvay hattı ve Marmaray’ın “Cağaloğlu” çıkışı yardımıyla gerçekleştirilmekte, ayrıca taksiler ve özel araçlarla desteklenmektedir. ~~~ “Şehrin İçinden” Taksim’den Cağaloğlu’na Kaç Saatte Gelinebilir? Bir İstanbullu, dün saat 14:30’da Taksim’de idi. Saat 15:00’de Cağaloğlu’nda bulunması icabediyordu. Hem daha az sarsıldığı, hem de Cağaloğlu’ndan geçtiği için Unkapanı yolunu takip eden otobüse binmeye karar verdi. Durak yerinde kocaman bir asrı levhada, otobüslerin hareket saatleri yazılıydı. Baktı, 14:30’da, 14:42’de, 14:54’de ve 15:06’da 12’şer dakika arayla birer arabanın kalkması icabediyordu. “Herhalde 14:30 otobüsü biraz erken kalkmıştır” diye düşündü ve başladı beklemeye. Saat 14:42 oldu, araba görünmedi; saat 14:54 oldu, araba yine görünmedi. Bu arada, Dolmabahçe yolundan geçen 2 otobüs duraktan kalkıp gitti, bir tanesi de gelip yanaştı. Saat 14:57 oldu, nihayet Unkapanı Köprüsü’nü takibecek olan “25” numaralı araba geldi, yolcularını indirdi, tabelâlarını “Taksim”den “Nişantaşı”na çevirdi. Biraz bekledi ve 15:01’de Bayazıd’a hareket etti.


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Yolcu, İstanbulluydu dedik; onun için, dar caddeden süratle giden otobüsü, her an kaza yapmaya hazır otomobilleri, ters yollardan geçen şoförleri yadırgamadı. Arabanın tıklım tıklım olması da O’nu pek fazla rahatsız etmedi. Böylece Bayazıd’a kadar geldi. Lâkin Çarşıkapı’ya yaklaşırken yolun tıkalı olduğunu gördü. Otobüs yandan geçmeye çalıştı, olmadı; ters tarafa girdi, oradan bir deneme yaptı, gene olmadı. Zaman geçtikçe tramvay ve otobüslerin teşkil ettiği kuyruk uzuyordu. Biraz sonra mesele anlaşıldı, Lincoln marka husus, siyah bir araba, biri Çemberlitataş’a inen, diğeri Bayazıd’a çıkan “102” numaralı “Maçka-Bayazıd” tramvayı ile “62” numaralı “Edirnekapı-Bahçekapı” tramvayı arasında sıkışıp kalmış. Kaza yerinin etrafı, işi gücü olmayan meraklı kalabalığı ile doluydu. Her kafadan bir ses çıkıyor, vatmanlarla şoför kendilerine şahitler arıyor, bir sırmalı, iki sırmalı, üç sırmalı kondüktörler koşuşuyor, tesadüfen oradan geçen 1-2 polis intizamı temin ediyordu!

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

peşinde koşan o İstanbullu, otobüsten indiği zaman saatin 15:45 olduğunu gördü. Eğer bu hal bir defaya mahsus olsaydı, eğer her İstanbullu hergün dakikalarca otobüs beklemek zorunda kalmasaydı, eğer İstanbul’da her kaza oluşta yollar saatlerce tıkanmasaydı, eğer her zaman caddelerde intizam bulunsaydı, eğer Taksim’den Cağaloğlu’na her vakit yarım saatte gidilebilseydi, eğer her İstanbullu her zaman ehliyetsiz eller yüzünden hayatının büyük kısmını yollarda kaybetmeseydi, nihayet bütün hu işler ehliyetli ellerde düzelecek cinsten olsaydı, böyle bir yazıya lüzum bile görülmezdi. Metin TOKER (Cumhuriyet, 18 Eylül 1947, S.8295)

~~~

24, 120, 32, 57, 86, 30, 245 ve 65 sayılı tramvay arabaları bir yanda; 85, 64, 180, 79 ve 48 sayılı tramvay arabaları ise diğer tarafta dizili duruyor, işi gücü olan yüzlerce insan bekleşiyordu. Düşününüz ki, bu tramvayların ekserisi römorkluydu. Böylece Bayazıd ile Çemberlitaş arası tamamıyla tıkanmıştı. Nihayet “25” numaralı otobüs bir ara sokağa alındı, başladı kamyonlar, otobüsler, atlı arabalar ve gazoz arabaları geçmeye. Bazı otomobiller ara sokaklara daldılar. Klakson sesleri, araba takırtıları, naralar, küfürler, “destur!”lar gırla gidiyordu. Çok şükür seyrüsefer memurları da göründüler. Zabıtlar tutuldu, şahitler tespit edildi, kaza yapan hususi otomobil silkelene silkelene kenara alındı ve tramvaylar yavaşça harekete geçti. “25” numaralı otobüs ara sokaktan çıktı, geri geri gitti, yola girdi ve yürümeye başladı. Lâkin biriken tramvaylar o kadar fazla, cadde öyle kalabalık ve intizam o derece bozuktu ki, saat 15:00’de Cağaloğlu’nda bulunmak mecburiyetinde olan ve 14:30’dan beri nakil vasıtası

Renkli Skoda, Kadıköy meydanında (1957)

“Takvimden Bir Yaprak” Otobüs Böyle Olursa... Evvelki gün Rumeli Caddesi’nden bindiğim bir belediye otobüsü, diğer caddeye dönerken ansızın önüne bir taksi çıktı. Otobüs şoförü -pek tabii olarak- öyle bir fren yaptı ki, ben ve benim gibi ayakta duranlar, mukavemet edilmez bir kuvvetle yerlere serildik. Oradakilerin yardımı ile kalkabildik. Kendimi dinledim, ucuz atlatmışım. Bu sukutta kafamı bir yere çarpabilirdim. Bacağım, kolum burkulabilir, yahut kırılabilirdi. Şoför durmadı, biletçi halimizi sormadı. Herkes birbirine “geçmiş olsun!” dedi. Hemen ilk durakta acele indim ve inerken de yolumun üstündeki biletçiye sürünmüşüm. Hürmetsizliğime kızmış: -“Sen de öfkeni benden mi alıyorsun?” diye azarladı. Cevap verecek halim yoktu, kendimi dışarıya dar attım.

Tramvay hattında raylar onarılıyor, Saraçhane (1950)

97


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Akşam, konservatuar konserine gitmek için Cağaloğlu’ndan Kurtuluş otobüsüne bindim. Buna binmek denilemezdi. Otobüs, kapıları açılamayacak kadar dolu idi. Ortaçağda kale kapılarını kırmak için kullanılan koç başları gibi bu insan kalesinin bedenine tos vurur gibi daldım. Ufacık bir gedik açıldı, tutunduk. İzdiham ustaları sağolsunlar ihtarlarda bulunuyorlar: -“Beybaba, durduğun yerde bir çalkalan, vücudun formasını alsın”.

leri işte böyledir. Otobüs böyle olursa, 6. Şube dolmuş şoförlerini artık tecziye etmez. Onlar caddelerde, köprüde, meydanlarda ve istedikleri yerde müşteri almalı ve müşteri indirmeli. Seyr-ü sefer memurları onları geçerken selâmlamalı, fazla müşteri alanlara da birer tahlisiye madalyası verilmeli. Çünkü onlar bu şehir halkının bu otobüs denilen ortaçağ mengenesinin işkencelerinden bir dereceye kadar kurtaran halâskârlardır. Allah eksikliklerini göstermesin! Refi’ Cevat ULUNAY

Kıvrandım... Birkaç kişi:

(Cumhuriyet, 26 Ekim 1955, s.3)

-“Arka kapı! Arka kapı!” diye bağırdılar. Buna, kapıda asılanlar itiraz ettiler. -“Bırakın yahu! Açık kalsın! Kapanırsa hepimiz sapır sapır döküleceğiz!”. Otobüs istiap haddinden, taşıma haddinden belki de yüz misli daha fazla yüklenmiş, soluyor. Ortalığı soğan salatalı rakı mezesinden bir niyasmalı nefes kokusuna ve daha başka kokulara kadar ağır bir kerahet havası sarmış. Otobüs her durakta duruyor, dışarıdakiler yalvarıyorlar: -“Allah rızası için bir parmaklık yer!” İçeridekiler ise oldukları yerde çalkalanıyorlar. Kitlede ufak bir çatlak olursa, hemen onu da alıyoruz. -“Yer değiştirelim” -“İnecek misin?” -“İnebilirsem...” Biletçi, yorgunluktan sapsarı... Arada bir bağırıyor: -“Bilet alalım! Bilet alalım!” Hangi bilet? Nefes alamıyoruz. -“Yahu! Biletçi efendi... Artık durak yerinde durmayın. Araba patlayacak. -“Araba patlamaz... Merak etmeyin, siz kendinize bakın. Bir yerinizden sakatlanmayın”. Eminönü’nde biri bağırıyor, alaycı bir adam olacak: -“Alın beni arabaya! Geç kaldım, karıdan dayak yiyeceğim”. Onu da bir tarafa iliştirdik. Ben indim... Nasıl indim? Hâlâ hayretteyim. *** Son sayımda nüfusunun birbuçuk milyondan daha fazla olduğu tahakkuk eden İstanbul şehr-i şehirinin otobüs98

~~~ “Objektif” Gençler, Yürüyünüz! En kısa mesafeler için dolmuşa atlayan gençlere sık sık rastlıyorum. İşleri çok mu acele? Sanmam. Eminönü ile Sirkeci arasında, motorlu bir vasıtanın kazandıracağı zaman birkaç dakikadan ibaret. Biz, büyük şehirler halkı, yürümeyi az severiz. Vücutları yağlı ve ayakları küçük ne kadar hemşehrimiz vardır. Tramvay ve otobüs duraklarımız birbirine çok yakındır. Başka memleketlerde kadınların bile ayakları büyük, oburların bile vücutları zayıf, ihtiyarların bile bedenleri harekelidir. Şehirli ve köylü, bütün Avrupalılar çok yürürler. Hem en hafif ve faydalı spor, hem tasarruf, hem de motorlu vasıta ile cidden muhtaç olan hakkını gözetmek ve lüzumsuz yer işgal etmemek. Oldum olası benim beden hareketleri ile başım hoş değildir. Kilom-itiraf edilemeyecek kadar- azdır. Öyleyken, gençliğimde Sirkeci ile Cağaloğlu arasındaki büyük yokuşu günde birkaç defa iner çıkar, bazen de koşardım. Şimdi de az çok öyle. Bacaklarımın niçin yaratıldığını hiçbir gün unutmadım. Hatta, bu sayede, bir zamanlar onlara dadanan bir hastalığı da öyle yendim. Eğer birçok delikanlılarımızın atletik vücutları bende olsaydı, evimden işime (Maçka-Cağaloğlu) tereddütsüz yaya gidip gelirdim. Onlarsa Bayazıd ile Aksaray arasında vasıta bekliyor, bacaklarını ecdâd yadigârı iki tüfek gibi saklamak istiyorlar. Duvara assınlar! Yürüyünüz gençler, yürüyünüz! Hem de vitrinlerin önünde dura dura, sallana sallana değil, hedefine bir an evvel saplanmak isteyen bir ok gibi, yani genç gibi yürüyünüz. Tramvay, taksi, otobüs, dolmuş bile yakışmaz. Hele aranızda semizleriniz, tombullarınız, şişkolarınız oturmayı bir cinayet saymalı, sabahtan akşama kadar kaldırımları arşınlamalı. Her fırsat buldukça dazıradazır yürüyüp durmalıdırlar.


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Korkarım, pek yakın bir tarihte, nakil vasıtaları buhranını önlemek için, vatandaşlara kısa mesafelerde yürümeyi bir vazife haline sokan bazı kanun maddelerine ihtiyacımız olacak. Bu buhran karşısında yürümek sahiden bir vatan vazifesi halini aldı.

ye, “Selamünaleyküm” veya “Merhaba!” diye girerler ve bu selamlarının karşılığını alırlar. Çoğu birbirlerini tanır. Bir yabancı da gelse yadırgamaz. Bu tramvayların havası o kadar samimidir. İnsan derhal ısınır. Hiç teklif tekellüf yoktur.

Peyâmi SAFA

Gecenin bu saatinde işten dönerken şayet acıkmışsanız, hiç düşünmeyin... Üçe çeyrek kala tramvayının yanı başında taze börekçi hazırdır. Güğümlerini sahanlığa yerleştiren salepçi de vardır. Hem gider, hem de salep içebilirsiniz. Ara sıra seyyar köfteciler de kendilerini göstermekte ihmal etmezler...

(Milliyet, 6 Kasım 1955, s.2)

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hiç sağı solu yoktur bu tramvayın... Yolda tamir mi var? Hemen bir makasta mukabil hatta geçer ve bu sefer soldan gider. İleride ikinci bir tamir olduğunu mu söylediler, yol tıkandı diye bir endişesi yoktur. Bu sefer sağa geçer. Her iki yol üzerinde tamir varsa, geçmesini sağlayacak kadar kısa süren tamiri bekleyiverir, olur biter.

~~~ Son Tramvay Tasavvur eder misiniz ki, İstanbul’da bir tramvay, trafik kanununa rağmen istediği zaman istediği yerde dursun, aklına estiği vakit yolun solundan gitsin, yolcularla vatman ve biletçi kırk yıllıkmış gibi ahbap olsunlar. Şayet bir gece saat üçte Babıali yokuşunun altından Sirkeci’ye inen dört yol ağzına giderseniz orada yol üstünde ayrı istikamette duran yeşil renkli iki tramvay görürsünüz. Bu tramvaylar, gündüzün çeşitli vasıtaların hararetle işlediği, trafiğin en faal olduğu bir noktada gayet fütursuz dururlar, kimseye zararları olamaz ve yol da hiçbir zaman tıkanmaz. “Son Tramvay” derler bunlara... Saat tam üçe çeyrek kala, biri Edirnekapı’ya kadar giderek döner, Aksaray’da depoya girer. Diğeri Şişli’ye kadar uzanır ve bu tramvay seferleri her gece aksamadan muntazam devam eder. Çok hoş ve cana yakın tramvaylardır bunlar... Yolcular içeri-

S a ğdan durur. tamir sık sık a mv ay yapılan . ız a son tr stünde sonra d r. Bazan yol ü ılmaz sın tık tan yen sık e Yola çık an sağa geç r, fakat kat’iy le old ini bek sola. S bitmes işlerinin

ırsa, orada içli dışlıdır. Karnınız acık iriyle ahbap, senli benli, dir son tramvay! alem Bir uz. Son tramvayda herkes birb rsun bulu hat ta bazan köfteci bile salepçi, simitçi, börekçi,

Son tramvayın yolcuları vatmanlar , biletçiler, mürettipler gazetecile r, telsiz memurları, işçiler, bazan çok gecikmiş keyif ehli kimselerdir. Sazlı sözlü, şarkılı ve nükteli öyle bir yolculuk olur ki şaşar sınız

99


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

Çok iyi kalblidir bu tramvay. Yolda hiç kimseyi bırakmaz. El ayağın çekildiği bu saatlerde ille de durakta yolcu alırım diye ısrar etmez. Hoş eder, sevindirir gönülleri. Yolcu için bir kol işareti kafidir. Bazan ona bile lüzum yoktur. Hatta yakın gelerek şöyle biraz mahsun bakın, vatman derhal anlar, durur ve sizi alır. Her akşam olduğu gibi evvelki gece de bir tramvaya bindik. Fakat bu seferki seyahatimizi Edirnekapı’ya kadar uzattık. 108 numaralı Yedikule-Bahçekapı tramvayı idi bu. Levhasına bakıp da aldanmayın, Yedikule yazısını okuyunca muhakkak oraya gider sanmayın. Onun programı bellidir. Edirnekapı’ya gider. Otobüslerde olduğu gibi ve bir türlü öğrenemediğimiz, “Taksim’e gider mi, gitmez mi?”ye benziyen sualler burada yoktur. 108 numaralı son tramvay vatmanı Yaşar İldeniz, biletçisi de Naci Topal’dı. Efendi insanlar. Anlattıklarına göre bu gece servislerinde fazladan olarak bir ay müddetle çalışırlarmış. Bu seferlerde hizmet eden vatman ve biletçinin sicilinin temiz olması şartmış. Herkese vermezlermiş bu vazifeyi. İdareci de kendileri, kontrol da kendileri. Gecenin bu yarısında kim gelecek de onları kontrol edecek? İtimat isteyen bir iş. Yolcuları da hoş tutmak gerek. Biletçi Naci Topal anlattı:

- Hiç sarhoşlara tesadüf eder misiniz? - Nasıl etmeyiz? Fakat yolcularla el birliği ederek onu hoş tutarız. Hiç şikayet olmaz. Kuzu kuzu otururlar. İnsaf edin, böyle bir adamı yolda nasıl bırakırız. Bazan daha insaflı bir yolcu çıkar onu kapısına kadar da götürür. Bir ay aynı arabada aynı seferi yapmak kolay değil... Somurtmanın da lüzumu yok. Tanışır, birbirimizle ahbap oluruz” Bu üçe çeyrek kala tramvayında bazan ahenk de olur. Yolda giderken, elinde sazı evine dönen garip bir çalgıcı da hafif hafif hem saz çalar hem de yanık yanık bir türkü söylemeye başlar. Tavsiye ederim, bir gece uykunuzdan feda ederek binin bu tramvaya... Selâmi AKPINAR (Resimli Hayat, sayı:32, Aralık 1954, s.34-35)

~~~ Anadolu ya

kasının en

ünlü hattı

Kadıköy-Kı

sıklı (1966)

- Yolcularımızı gazeteciler, mürettipler, işçiler, telsiz memurları, son vapurun biletçileri teşkil ederler. - Pek iyi, dolmuş yok mudur bu saatlerde? - Vardır, vardır ama hem tesadüfe hem de insafa kalmıştır.

İstediğiniz yerde durdurup binebileceğiniz tek tramvay, son tramvaydır. Bir işaretiniz, hatta bir mânâalı bakışınız dahi, vatmanın arabayı durdurup sizi alması için yeter.

100

1973 yılı, Sirkeci-VilâyetCağaloğlu anaaksı ile buna bağlı yardımcı yollar üzerindeki trafik akışının sürekli olarak değiştirildiği, nihai çözüm yerine mevcut karmaşanın daha da büyüyerek artmasının beraberinde geldiği bir sene oldu.


MATBUAT ÂLEMİNİN KALBİ BÂB-I ÂLÎ’YE ULAŞMANIN BİR BUÇUK ASIRLIK ÖYKÜSÜ/ Akın KURTOĞLU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

101



OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminin kalbi ve bürokrasinin mihveri olma özelliğiyle tarihî bir işlevi yüklenmiş olan Bâbıâli binasının defalarca yanması büyük maddî kayıplara yol açmıştır. Geçici çalışma mekânlarında darlık yüzünden izdiham yaşanmış, bazı törenler icra edilememiştir. Fakat yangınların asıl önemli tahribatı belgeler üzerinde olmuştur. Ahali iş takibinde güçlüklerle karşılaşırken, bürokrasi yavaşlamıştır. Belgelerin kaybolması üzerine İstanbul ve taşradaki dairelerden bunların kopyaları istenmiş, ancak çoğu defa temin edilememiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Osmanlılarda padişahın vekili sıfatıyla icranın başı olan sadrazamların 17. yüzyıl ortalarına kadar müstakil bir bürosu olmayıp, işlerini konaklarında görmüşlerdir. Tahtta kısa süre kalan padişahların yetersizliği ve yönetime başkalarının müdahalesi nedeniyle hükümet işlerinin karışması üzerine 1650’li yıllardan itibaren, iktidarın merkezi olarak Saray’ın yerini Paşa Kapısı almıştır. Bu siyasi yer değişikliğinin mimari anlamda somutlaşması ise IV. Mehmed’in 1654 yılında Sadrazam Derviş Mehmed Paşa’ya bir konak tahsis etmesi sonucunda olmuştur. Buraya Paşa Kapısı (Bâb-ı Âsafî/Bâbıâli) denilmiştir. Padişahın kendi parasıyla tamir ve tefriş ettirerek, başarılarından ötürü adı geçen sadrazama hediye ettiği konak Cağaloğlu’ndaydı. İmparatorluğun batı sınırındaki bitmek bilmeyen savaşlar sebebiyle ya da artan iç isyanlardan kaynaklanan güvenlik kaygısıyla padişah ve sadrazamların Edirne’de ikamet etmeleri neticesinde Paşa Kapısı’nın yeri de sık sık değişmiştir. Bu durum, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın Pasarofça Antlaşması’nı imzalayıp (1718) devlet erkânı ile beraber kesin olarak İstanbul’a geldiği ve Bâbıâli’yi yeniden teşkil ettiği tarihe kadar sürdü. Bu tarihten itibaren, saraydan bağımsızlığını somutlaştırmak isteyen İbrahim Paşa’nın da gayretleriyle Bâbıâli yarı-özel ikametgâh özelliğini tedricen kaybetmiş, resmî bir kurum kimliği kazanmaya başlamıştır. Bilinen ilk Bâbıâli yangını Sadrazam İvaz Mehmed Paşa zamanında 28 Şubat 1740 tarihinde meydana gelmiştir. Kanuni devri sadrazamlarından Makbul İbrahim Paşa’ya ait olan bu yapı Cağaloğlu’nda, Derviş Mehmed Paşa’ya armağan edilen saraya yakın bir yerdeydi. Harem ağaları odasında başlayan yangın, ağalar ve hademelerin kendi eşyalarını kurtarmak telaşıyla alevlere müdahale etmemeleri yüzünden kısa sürede büyüdü. Ateşin en şiddetli olduğu sırada gelen Sultan I. Mahmud, sön104

daldıklarında, henüz tam anlamıyla sönmemiş olan kerestelerden alev alan kuru otlar rüzgârın yardımıyla aniden parlayarak bütün binayı sarmış, böylece daha önce kurtulan bölümler de yanmıştı. Yangından sonra Bâbıâli kalemleri, bugünkü İstanbul Valiliği’nin işgal ettiği arsa üzerinde bulunan atıl haldeki eski sadrazam sarayına taşındı.

dürmeye çalışan yeniçeri, cebeci ve sair ocaklılara gayret vermek amacıyla olay yerine geldi. Tersane askerleri geleneksel söndürme yöntemi olan yıkma tekniğine göre, kumana denilen kalyon halatlarını arz odasının köşe direklerine bağlayıp hep birden çekmek suretiyle binayı yerle bir ettiler. Bu sırada beş kişinin enkaz altında kalarak öldü. Neticede Bâbıâli büyük ölçüde kül olmuştu ama yangının başka yapılara sirayeti önlenebilmişti. Fakat kendi haline terk edilen enkaz bir hafta sonra yeniden tutuştu. Bunun sebebi, yaklaşmakta olan kurban bayramında kesilmek üzere satın alınan koyunlar için tedarik edilen bir miktar otun, söndüğü zannedilen kereste yığınlarının üstüne bırakılmasıydı. Çobanlar uykuya

Sadrazam dairesinin ikinci, ancak İstanbul Valiliği’nin yerinde bulunan Bâbıâli binasının ilk kez yandığı yangın Sadrazam Bıyıklı Ali Paşa zamanındadır. 29 Eylül 1755 gecesi Hocapaşa’da meydana gelen yangın, ahşap yapıların yoğun olarak bulunduğu Bahçekapı, Cağaloğlu ve Divanyolu bölgelerini yakan ve İstanbul tarihinin en büyük yangınlarından birisidir. Bu afette Defterhane, Mehterhane, Defterdar kapısı gibi birçok resmî yapının yanında Bâbıâli de kül olmuştur. Bu tür felaketlerden oldukça etkilenen Sultan III. Osman, Saray’ın Soğukçeşme kapısını açarak halkın eşyasını Ağa bahçesine taşımasına yardım etmiş; bununla birlikte Mahmud Paşa Camii içerisine konulan eşyaların cami ile birlikte yandığını duyduğunda gözyaşlarını tutamamıştı. Bâbıâli’nin yangından kurtarılabilen evrakı Sultanahmet’teki mahzene nakledildi. Bina yeniden inşa olununcaya kadar Esma Sultan’ın Kadırga Limanı’ndaki sarayı geçici Bâbıâli ittihaz edildi.


OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Bâbıâli sekiz ay içerisinde yeniden inşa edilerek 16 Temmuz 1756 tarihinde resmî açılışı yapıldı. Birbirine bitişik tek, iki ve üç katlı yapılardan oluşan yeni Bâbıâli binası, yine ahşap tarzında inşa edilmişti. Bâbıâli’de 18. yüzyıldaki son yangın, Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın Avusturya seferi nedeniyle cephede bulunduğu 23 Aralık 1788 tarihinde meydana geldi. Kethüda Bey (Dâhiliye Nazırı) kâtibi odasının altındaki kahve ocağında başlayıp genişleyen yangında Kethüda dairesi ve kalemleri, Reisülküttap (Dışişleri) dairesi, mutfak, divanhâne ve bazı bölümler ile işlemi devam etmekte olan evraklar yandı. Binanın harem tarafındaki bazı duvarlar yıkılarak ateşin başka tarafa sıçraması önlenmek istendiyse de, Reisülküttap odası tarafından ilerleyen alevlerin sirayeti neticesinde iki dükkân ile birkaç konut yanmıştı. Bürolar bir kez daha Esma Sultan Sarayı’na taşındı. Bâbıâli bu tarihlerde yoğun diplomasi trafiğine sahne olduğu için Sultan I. Abdülhamid, Avrupa elçilerine mahcup olma-

mak için binayı derhal tamir ettirmiş ve Mart 1789’da kalemler yerlerine taşınmıştır. Bâbıâli 16 Kasım 1808 tarihinde Alemdar Vakası sırasında bir kez daha yandı. Sultan II. Mahmud’u tahta çıkaran ve onun gibi yenilik taraftarı olan Sadrazam Alemdar Mustafa

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Paşa’ya suikast hazırlayan yeniçeriler Bâbıâli’yi bastılar. Plan gereğince önce bir yangın ilanı yapılacak, yangınlarda sadrazamların yangın yerine gitmeleri adet olduğundan, Alemdar Paşa da konağından dışarı çıktığı esnada öldürülecekti. İstanbul’un çeşitli yerlerinde yangın çıkartan yeniçeriler, Kadir Gecesi’nde Bâbıâli’yi

105


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

kuşattılar. Mustafa Paşa bir zamandır rehavete kapıldığı ve yakın adamlarını dağıttığı için binayı savunmada yetersiz kalmıştı. Sekbanların direnişi yüzünden binaya giremeyen isyancılar binanın tepesini delmeye başlayıp içeriye girmelerine ramak kalmışken teslim olmak istemeyen Mustafa Paşa barut mahzenini ateşe verdi. Patlama sonucu kendisiyle birlikte yüzlerce asi parçalanırken Bâbıâli de havaya uçtu. Bâbıâli bu defa Valide Sultan Kethüdası Yusuf Ağa’nın Beyazıt’taki konağına taşınırken, yeni sadrazam Memiş Paşa ise Cağalazade Konağı’na yerleşti. Bâbıâli’nin enkazının kaldırılması birkaç ay sürdü. Hazinedeki buhran nedeniyle inşaata on beş ay sonra başlanabildi. Çevredeki bazı yapıların ve arsaların kamulaştırılmasıyla daha geniş inşa edilen Bâbıâli binası 30 Aralık 1810 günü hizmete açıldı. Bâbıâli, yeniden inşa edildikten sonra bir süre, dönemin padişahı II. Mahmud’un, şiirlerinde kullandığı Adlî mahlasına izafeten Bâb-ı Adl veya Bâb-ı Adlî olarak anılmış, ancak 1820’li yılların sonunda tekrar Bâbıâli deyimine dönülmüştür. Binanın ömrü sadece on altı yıl sürdü. Vaka-yı Hayriye’den bir buçuk ay sonra 2 Ağustos 1826 günü meydana gelen ve otuz altı saat süren Hocapaşa yangınında bir kez daha yandı. Yangının bu kadar uzamasının sebeplerinden biri, havanın rüzgârlı olması; diğeri ise, tulumbacıların da yeniçeri teşkilatıyla birlikte henüz kaldırılmış olmasından dolayı yangına müdahale edecek kimsenin bulunmamasıydı. Yangından önce yeniçerilerin son isyanında Bâbıâli’nin Alemdar Vakası’ndaki akıbete uğramaması için devlet erkânı ve kalemler geçici olarak Topkapı Sarayı avlusuna kurulan çadırlara yerleştirilmişti. Ocaklılarla taraftarlarının tamamen temizlenmesine kadar, dairelerin burada kalmasına karar verildiği için evrak ve defterlerin önemli bir kısmı da bu afetten kurtulmuş oldu. Ama Mahmudpaşa Mahkemesi sicille106

ri başta olmak üzere, depolardaki belgeler kurtarılamadı. Devlet işlerinin sekteye uğramaması için Bâbıâli kalemleri geçici olarak, Vaka-yı Hayriye’den sonra boşalan Ağa Kapısı’na nakledildi. Yapımına derhal başlanan yeni bina 29 Ekim 1827 tarihinde hizmete girdi. Bu yapım sırasında bina fizikî bakımdan büyütülmüş, Nallımescit Bâbıâli yerleşkesi içerisine alınmış, Soğukçeşme tarafındaki geniş saçaklı ve iki yanında çeşmeler bulunan gösterişli barok kapı, aynen bugünkü şekliyle yeni baştan inşa edilmiştir. Daha geniş planlı olmakla birlikte yine ahşap inşa edilmiş olan yeni binanın ömrü sadece on iki yıl sürmüş ve 20 Ocak 1839 günü hazine kâtibi dairesinde çıkan yangın neticesinde tamamen yanmıştır. Sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa ailesiyle birlikte bir konağa yerleşirken, bürolar ise Bâbıâli kalemlerine memur yetiştirmesi amacıyla yeni kurulan

Mekteb-i Maârif-i Adliye’ye (Bâbıâli Mektebi) tahsisi kararlaştırılmış olan Defterdar Kapısı’na taşınmıştır. Bu yangın Bâbıâli tarihinde dönüm noktası oldu. Bina, Sultan Abdülmecid’in emriyle eskisine göre daha büyük ve sağlam, yani kârgir tekniğinde inşa edildi. Sadrazam ve devlet adamlarının hazinedeki buhran nedeniyle padişahı kararından vazgeçirip mütevazı ve ahşap bir bina teklif etmelerine rağmen o, Dolmabahçe Sarayı’nın inşa mantığında olduğu gibi, dosta ümit, düşmana korku salmak


OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

düşüncesiyle kararından vazgeçmedi. Stefan Kalfa, yarı-kârgir inşa ettiği Bâbıâli’nin anahtarlarını 1843 sonbaharında teslim etti. Ancak nem sorunu giderilemediğinden, bununla ilgili tedbirler de alındıktan sonra binan 1 Nisan 1844 tarihinde kurbanlar kesilip mevlitler okunarak açıldı. Yeni Bâbıâli yangınla birlikte, deprem afetine de karşı duracak niteliklere sahipti. Duvar ve tavan süslemeleri Batı Avrupa’nın neoklasik üslubuyla, Fossati Kardeşlerin neorönesans yaklaşımını yansıtmaktaydı. Bu yapım sırasında Nallı Mescit ile mescidin bânisi İmam Ali’nin türbesi, Şah Huban Hatun Medresesi’nin dershanesi gibi yapılar elden geçirilmiş, iki katlı kışla binası ile tomruk dairesi inşa edilmiş, bahçe düzenlemesi yapılmıştır. İlerleyen yıllarda Mimar Fossati’ye bir de arşiv binası inşa ettirilmiştir. Bâbıâli’nin inşa tarzındaki köklü değişiklik, kullanım amacında da yansımasını bulmuştur. Avrupa’daki idarî, diplomatik ve bürokratik gelişmeyi yakinen kavramış olan Tanzimat zihniyeti, Bâbıâli’nin hem konut, hem büro olarak ikili işlev gören yapısını da değiştirmiş, sadrazama konut verilmek suretiyle bina çağdaş bürokrasilerde olduğu gibi sadece resmî işlere tahsis kılınmıştır. Bâtı dünyasının Bâbıâli’yi (Sublime Porte) Osmanlı Devleti’nin bir unvanı olarak algıladığı bu tarihlerde binanın mimarisi, mekân kurgusu ve çevre düzenlemesiyle adına yakışır bir görünüme kavuşmasında başta Mustafa Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat bürokratlarının payı büyüktür.

Bâbıâli binası, 1 Mart 1855 tarihinde meydana gelen ve “Bursa’nın küçük kıyameti” olarak adlandırılan depremde şiddetli şekilde sallanmış, bazı duvarları çatlayıp sıvaları yer yer dökülmüştü. Bundan bir sene sonra 18 Mart 1856 tarihinde ise binada küçük

Bâbıâli son kez 6 Şubat 1911 tarihinde yandı. Sebebi tespit edilemeyen ve üç saat süren yangında Şûrâ-yı Devlet dairesinin bulunduğu orta kısım tamamen kül olurken, Sadaret ve Dâhiliye bölümleri kısmen hasara uğramıştı.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bir yangın yaşandı. Sadaret müsteşarının odasıyla birlikte üç oda yandı. İki afetin yaraları birlikte sarıldı. Ama 23 Mayıs 1878’deki yangının tahribatı ağır oldu. Altı saat süren yangında binanın orta bölümündeki Şûrâ-yı Devlet dairesi ile bunun altında yer alan Adliye Nezareti daireleri tamamen, güneydoğu ucundaki Hariciye Nezareti kısmen yandı. Binanın sağ tarafında yer alan Başvekâlet bloğu etkilenmezken, yeni döşenmiş olan mobilya ve büro malzemeleri, kitaplar, evraklar da tahrip oldu. Yanan büroların bir kısmı Hariciye Nezareti dairesine taşınırken, Adliye Nezareti’nin günlük muamelatla ilgili bölümleri birkaç gün Nallı Mescit’te hizmet verdikten sonra, önce 26 Mayıs günü Ayasofya karşısında bulunan Meclis-i Mebusân dairesine, daha sonra da Sultanahmet’teki Darülfünûn binasına taşındı. Şûrâ-yı Devlet bloğu, eski heybetinde olmasa da, tekrar inşa edildi. Bâbıâli 10 Temmuz 1894 tarihindeki büyük depremi çatlaklarla atlatırken, artçı sarsıntılar nedeniyle memurlar günlerce binaya yaklaşamadılar. Bürokrasi durma noktasına gelince, bahçeye barakalar kuruldu. Devlet işleri aylarca barakalarda yürütüldü. Bâbıâli binası, Ermeni olaylarında da yara aldı. 30 Eylül 1895 tarihinde meydana gelen silahlı bina kurşunlara hedef olurken, 18 Ağustos 1897’de, bomba atılması sonucu Bâbıâli’nin bazı yerleri tahribata uğradı. Bir odacı ölürken, telgraf çıngırak ve tellerinin kopması nedeniyle telgrafla haberleşme kesildi. 107


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Bâbıâli son kez 6 Şubat 1911 tarihinde yandı. Sebebi tespit edilemeyen ve üç saat süren yangında Şûrâ-yı Devlet dairesinin bulunduğu orta kısım tamamen kül olurken, Sadaret ve Dâhiliye bölümleri kısmen hasara uğramıştı. İşlemi devam eden ya da işi bittiği halde Hazine-i Evrak’a kaldırılmamış olan binlerce belge ve defter kül oldu. Şûrâ-yı Devlet’in idari birimleri Bâbıâli’nin karşısındaki Tomruk dairesine yerleştirildi. Mahkemeler bölümü de Soğukçeşme’deki Telgrafhane binasına taşındı. Bu son yangından sonra, Bâbıâli ve diğer resmî yapılarda, hatta şehir genelinde yangına karşı önlemlerin arttırılmasına çalışıldı. Az hasarlı bölümlerin tamiriyle yanan bloğun inşası ayrı ayrı ele alındı. Mimar Kemaleddin binanın tamamının ya da Şûrâ-yı Devlet kısmının yeniden inşası için sayısız proje sundu. Fakat Balkan ve I. Dünya savaşlarının yol açtığı malî buhran ve siyasi çalkantılar nedeniyle inşaat gerçekleşemedi. Neticede, orta bloğun enkazının kaldırılıp çev-

108

re düzenlemesi yapılmasıyla ortaya iki bina çıktı. Cumhuriyet’ten sonra bunlardan birisi İstanbul Valiliği’ne, diğeri de Eminönü Kaymakamlığı’na tahsis edildi. Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminin kalbi ve bürokrasinin mihveri olma özelliğiyle tarihî bir işlevi yüklenmiş olan Bâbıâli binasının defalarca yanması büyük maddî kayıplara yol açmıştır. Geçici çalışma mekânlarında darlık yüzünden izdiham yaşanmış, bazı törenler icra edilememiştir. Fakat yangınların asıl önemli tahribatı belgeler üzerinde olmuştur. Ahali iş takibinde güçlüklerle karşılaşırken, bürokrasi yavaşlamıştır. Belgelerin kaybolması üzerine İstanbul ve taşradaki dairelerden bunların kopyaları istenmiş, ancak çoğu defa temin edilememiştir. Bununla birlikte Bâbıâli yangınlarının Osmanlı başkentine hediye ettiği en önemli yapı, bu afet nedeniyle sürekli tehdit altında bulunan belgelerin daha iyi şartlarda korunması amacıyla inşa edilen

Hazine-i Evrak binasıdır. İstanbul’un fethinden sonra sırasıyla Yedikule ve Atmeydanı’ındaki depolarda, Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra da, Hazine-i Âmire ve Enderun-ı Humâyun’da saklanan belgeler, Bâbıâli’nin yetki ve fonksiyon bakımından önem kazanmasıyla birlikte buranın mahzen ve bodrumlarında da saklanmış, bunun neticesinde Bâbıâli yangınlarında birçok belge yanmak veya kaybolmak suretiyle telef oldu. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış yazışmalarının yanı sıra imparatorluğu ilgilendiren her türlü arşivlik malzemenin korunması için Tanzimat’tan sonra yeni Bâbıâli bahçesine bir arşiv binası yaptırıldı. Mimar Fossati’nin inşa ettiği Hazine-i Evrak binası 1847’de tamamlanmış, ancak 1853 yılında açılmıştır.


OSMANLI DEVLETİ’İNİN HÜKÜMET KAPISI BÂBIÂLİ 171 YILDA 9 KEZ YANDI / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

109



BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM Erdem YÜCEL Arkeolog, Ayasofya Müzesi eski müdürü, Trakya Üniversitesi emekli öğretim görevlisi.

Basınımızda gelmiş geçmiş yazarlara baktığımızda bunların çoğunun basınla ilgili eğitim almadıklarını görürsünüz. Bu yüzden kolayca ben gazeteciyim diyenleri, üç beş karalama yaptıktan sonra yazarlığı kendine yakıştıranları çevremizde görürüz. Çıkar ilişkileri içerisinde olanlar, birilerine yaranmak için yazı yazanlarla da her zaman karşılaşmamız olağandır. Ne var ki, onların bu tutumları yazarlığa, gazeteciliğe ters düşmektedir. Yeri gelmişken bir noktaya da değinmek isterim; basında yer almak biraz da şans işidir. Yazma yeteneğiniz ve eğitiminiz olsa bile mutlaka elinizden tutan birileri olmalıdır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

sında yer almak biraz da şans işidir. Yazma yeteneğiniz ve eğitiminiz olsa bile mutlaka elinizden tutan birileri olmalıdır. Stefan Zweig’in dediği gibi insanın yıldızın parladığı anları yakalayabilmek ve onu değerlendirmek çok önemlidir.

Bilmece De Erdem Yücel’in

rgisi’nde yayın

lanan karikat

Basınımızdaki yazar ve çizerlerimizin çoğu çeşitli nedenlerle gazeteciliğe başlamış, yetenekleri doğrultusunda bu yolda ilerlemişlerdir. Bazıları eş dost kayırmasıyla veya paraşütle (!) yayın organlarında köşe kapmışlardır. Gazetecilik veya yazarlık sonradan kazanılan, zorla yapılan bir uğraş veya meslek olmamalıdır. Araştırma yapmak ve yazmak insanın içinden gelen duygular olup bunlar uygun ortamı bulduğunda kendiliğinden ortaya çıkarlar. Bunun eğitimle de bir ilgisi yoktur. Basınımızda gelmiş geçmiş yazarlara baktığımızda bunların çoğunun basınla ilgili eğitim almadıklarını görürsünüz. Bu yüzden kolayca ben gazeteciyim diyenleri, üç beş karalama yaptıktan sonra yazarlığı kendine yakıştıranları çevremizde görürüz. Çıkar ilişkileri içerisinde olanlar, birilerine yaranmak için yazı yazanlarla da her zaman karşılaşmamız olağandır. Ne var ki, onların bu tutumları yazarlığa, gazeteciliğe ters düşmektedir. Yeri gelmişken bir noktaya da değinmek isterim; ba112

ürü

Basına ilk adımı küçük yaşlarda, daha ilkokul öğrencisiyken attığımı söyleyebilirim. II. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı günlerinde evimize gelen gazete ve dergileri karıştırmanın yanı sıra radyoda savaş ile ilgili haberleri dinlemiş olmalıyım ki; o günlerde ilkel çizgilerle bir karikatür çizmiştim. Dünyanın üzerine savaşı simgeleyen bir kartalı oturtmuş, dünya ile onu konuşturmuştum. Büyüklerimden birisi de komşularımızdan “Bilmece” isimli çocuk dergisini çıkaran Mahmut Bey’e bu karikatürü vermiş, o da beğenmiş ve yayınlamıştı. Gazetecilik veya yazarlık içten gelen bir duygu olmalı ki; ilkokul yıllarımda, mürekkeple yazıp resimlediğim “Neşe” isimli bir dergi (!) çıkarmaya başlamıştım. Aile içerisinde yaşanan olayları, dedikoduları ve yer yer de dış ortamdan duyduklarıma dergimde yer veriyordum. Sonra da oldukça kalabalık olan aile fertlerime zorla dergimi okutturmaya çalışıyordum. Aynı zamanlarda bugün mimar olan ve aynı internet gazetelerinde birlikte yazdığımız, benden üç yaş büyük olan dayım Yılmaz Ergüvenç de “Aile” isimli bir dergiyi (!) yazıp çizmeye başlamıştı. Böylece birimiz İstanbul’da diğerimiz Afyon’da olan iki küçük dergi sahibi (!) dergilerini birbirlerine posta ile göndermeye başlamıştık. Ne var ki, her ikimiz de aile içerisinde yaşananlara, dedikodulara dergilerimizde yer verdiğimizden bireyler arasında kırgınlıkların çıkmasına neden olmuş, zaman zaman büyüklerimiz tarafından azarlanmıştık. Büyük olasılıkla bugün magazin basınını biz o yıllarda aile içerisinde başlatmıştık. Bütün bunları yaparken çoğunuzun yaptığı gibi anı defteri

Yayına girdiğinden itibaren edindiğim İstanbul Ansiklopedisi’nin Cağaloğlu’ndaki ofisine cilt kapaklarını almak üzere gittiğim gün Reşat Ekrem Koçu’yla karşılaşmıştım. Döneminin en iyi tarih ve köşe yazarlarından olan Reşat Ekrem Koçu, Vefa Lisesi’nde tarih hocamdı. tutmak veya şiir karalamak gibi bir uğraşım olmamıştır. Keşke olsaymış… Lise yıllarımda ise en çok sevdiğim derslerin başında edebiyat ve kompozisyon gelmiş, bazen yaşadığım çevreyi ve kişileri hicvetmiştim. Bu yüzden de arkadaşlarımın sen de oralarda yaşıyorsun diye tepkilerini çekmiştim. Şimdi düşünüyorum da orta öğretimde kompozisyon derslerinin olmayışı, köy enstitüleri ile halk evlerinin kapanmış oluşu birçok yazarın ortaya çıkışını engellemiştir. Üniversite öğrencisiyken; yanılmıyorsam Yeni İstanbul gazetesinde sınav-


BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

Şevket Rado

la muhabir alınacak diye bir ilan görünce; içimde küllenmiş olan yazarlık tutkusu bir anda ortaya çıkmıştı. Bir arkadaşımla sınavın yapılacağı yere gittiğimizde kapıdaki görevli sınavın başladığını ve bizim geç kaldığımızı söyleyince üzülmüştük. Kapıdan içeriye baktığımızda bir salon dolusu gencin bir şeyler yazdığını görmüştüm. Böylece gazetecilik hayalim bir kez daha sonlanmıştı. Yazgıya bakın ki; muhabirlik sınavına giremediğim Yeni İstanbul gazetesinde sonraki yıllarda köşe yazarlığı yaparken ve bana bir oda verildiğinde hep o günü hatırlamıştım. Gazetecilik düşlerimi rafa kaldırdığım ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Arkeoloji Bölümü’nü bitirdiğim günlerde babamın arkadaşlarından, Arkitekt isimli mimari dergiyi yayınlayan Zeki Sayar diploma tezimi özetleyerek yayınlamak istediğini söylemişti. Onun babama yaptığı bu teklifin üzerinde nedense durmamıştım. Sonunda babamın ısrarını kıramamış, diploma tezimden önce o sıralarda babamın restorasyonunu yaptığı “Bursa Ulu Camisi Restorasyonu”, onun ardından da “Didyma Apollon Mabedi Üzerindeki Doğu Etkileri” isimli diploma tezimi Zeki Sayar’a vermiştim. Her iki yazımın Arketekt gibi önemli bir mimari dergide yayınlaması gazetecilik içgüdümü bir anda körüklemişti.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Türkiye’de 1950’li yıllarda birbiri ardına tarih dergileri yayınlanmaya başlamış ve bunun öncülüğünü de deneyimli bir gazeteci olan Niyazi Ahmet Banoğlu yapmıştı. Tarih Dünyası isimli dergiyi yayınlayan Banoğlu ile nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum ama sonradan çok iyi dost olmuş ve onun tarih dergilerinde yazmıştım. Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Orhan Ş. Yüksel ve Öz Dokuman’ın yayınladığı Hayat Tarih dergisinde “Hat Sanatı” isimli yazımla onlara katılmış ve böylece basına ilk adımımı atmıştım. Hayat Tarih dergisi ve ardından Hayat Mecmuası’nda kapanana kadar belirli aralıklarla yazmayı sürdürmüştüm. Tarih Konuşuyor dergisinin 5. cildinden sonra yazı kadrosuna katılmış, Cemal Kutay, Mustafa Unan, İhsan ılgar ve Cemalettin Server Revnakoğlu ile tanışmıştım. Cemal Kutay ile dostluğumuz vefatına kadar sürmüş, kendisinden epey bilgilenmiştim. Sonraki yıllarda kendisinin yazdığı Son Havadis gazetesinde bir süre köşe yazarlığı yapmıştım. Yayına girdiğinden itibaren edindiğim İstanbul Ansiklopedisi’nin Cağaloğlu’ndaki ofisine cilt kapaklarını almak üzere gittiğim gün Reşat Ekrem Koçu’yla karşılaşmıştım. Döneminin en iyi tarih ve köşe yazarlarından olan Reşat Ekrem Koçu, Vefa Lisesi’nde tarih hocamdı. Kendisiyle konuşurken bana ne

113


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

yaptığımı sormuş ben de o sıralarda Vakıflar’da görev yaptığımı; tarih ve mimari dergilerde yazdığımı söyleyince “İstanbul Ansiklopedisi’nin sayfaları sana açıktır” demişti. Reşat Ekrem Koçu’dan böyle bir teklif almam beni adeta havalara uçurmuştu. Ansiklopedisinde Çubuklu Çeşmesi ve Çubuklu Havuzu isimli ilk maddelerim yayınlanmış ve hocamın vefatına kadar çeşitli konuları işlemiştim. Benim yazdığım maddelerden memnun kalmış olmalıydı ki; akademisyen hocalarımdan biri ile arası açılınca onun yazacağı eski İstanbul’u içeren, sanat tarihi maddelerini bana yazdırmaya başlamıştı. Bazı hafta sonları evine davet eder birlikte yemek yer, sohbet eder ve

114

sonra yazmamı istediği maddeleri verir, arşivim emrinde derdi. Bazen de birlikte İstanbul’u sokak sokak dolaşarak yazılacak maddelerin son durumlarını yerinde görürdük. Ölümüne yakın zamanda bir gün öleceğinden söz etmeye başlamış; bir de sözlü vasiyette bulunmuştu; manevi oğlum Mehmet Koçu ansiklopedinin maddi tarafını yüklensin, yazı işlerini sen yürüteceksin demişti. Ne var ki, bu sözünü resmiyete geçirmediğinden ansiklopedi yarıda kalmış, arşivinin manevi oğlu tarafından satıldığını öğrenerek üzülmüştüm. İstanbul Ansiklopedisi’nde yazmaya başladıktan bir süre sonra Görsel Genel Kültür Ansiklopedisi, Türkiye 1923-1974 Ansiklopedisi, İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, Kültür Vakfı İstanbul Ansiklopedisi ile Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde mimari, sanat tarihi ve biyografi maddele-

rini yazmıştım. Bu ansiklopedilerden Kültür Vakfı İstanbul Ansiklopedisi’ne hocam Prof. Dr. Semavi Eyice’nin beni tavsiye etmesi benim için onur olmuştu. Ansiklopedi maddelerini yazarken ilginç bir olay yaşamıştım; Görsel Kültür Ansiklopedisi’nin Genel Yayın Müdürü Mustafa Eren akşama doğru telefon ederek bir öğretim üyesi ile aralarının açıldığını ve “Bursa’nın Güzel Sanatları” maddesini yazmadığını, ertesi günü de fasikülün yayına gireceğini, çok zor duruma düştüğünü söyleyerek yardımımı istemişti. Kendisine o akşam diplomatik bir davete gitmek zorunda olduğumu söyleyince ısrar etmiş ve ben de tamam demek zorunda kalmıştım. O gece saat 24 civarında bir çaydanlık çay içerek çalışmaya koyulmuş ve ertesi sabah maddeyi teslim etmiştim. İşin garibi; o sıkışık durumda yazdığım “Bursa’nın Güzel Sanatları” bence en güzel ve ayrıntılı maddelerimden biri olmuştur.


Reşat Ekrem Koçu

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

Reşat Ekrem Koçu basına girmemde büyük yardımı olmuş, bir bakıma da bu yönde yetişmemi sağlamıştı. Sohbetlerimiz sırasında ünlü yazarların gerçek yüzlerini ve basında çevrilen entrikaları tek tek anlatmıştı. Ne yazık ki, bugün onları yazacak olursam bazı tabular yıkılacağından değinmek istemiyorum. Reşat Ekrem Koçu tarihi konuları topluma sevdirmeye çalışan, bazılarının kültür düzeyine indiren, tarihi kişilere, olaylara kendince eklemeler yapan bir yazardı. Türk basınında hakkıyla yer edinmiştir. Bazılarına göre romantik tarihçi, bazılarına göre iyi bir araştırmacı, bazılarına göre de iyi bir yazardı. Her şeyden önce günümüzde parmakla gösterilecek eski bir İstanbul efendisi, çelebisiydi. Sevdiklerine içten bağlı, dost, yaşayan canlı arşivdi. Sahteliği olmayan hocanın hayatta en büyük şikâyeti kadir bilmezlikti… Nitekim Ahmet Kabaklı ölümünden sonra onun özelliklerini kısa ve öz biçimde dile getirmiştir: “Çalışkan, mütevazı ve namuslu bir adamdı. Pozu, rolü, dönekliği, sahteliği, aşırganlığı yoktu. Kendini dirhem dirhem satmaz ama gururundan da hiçbir taviz vermezdi. Onun için çok para getiren forslu çalımlı kişilerden olamadı. İnce hünerli üslubu, tetkike dayalı bilgisi vardı. Bunu tartacak teraziye ise Babıâli’de her zaman rastlanmıyor.” Tercüman’ın basının önde gelen gazetelerinden olduğu günlerde tarih ağırlıklı köşeler yazıyordu. Bir gün haydi kalk Tercüman’a gidiyoruz demişti. Orada sonradan çok yakın dost olduğum yazı işleri müdürü

Ünal Sakman’a götürmüş ve Erdem burada yazacak demişti. Hocanın sözü gazetede emirdi; kendisini deneyin, yazılarını beğenirseniz yayınlayın gibisinden bir şey dememişti. Böylece hocamın sayesinde günün önde gelen ve çok satan gazetelerinden Tercüman’da “Kayalar Mescidi” isimli yazım haftasında yayınlandı. Bunu diğer yazılarım izlemeye başladı; tarihi konulara ağırlık veriyordum ve bazıları yarım sayfayı kaplıyordu. Böylece gazeteciliğe iyiden iyiye ısınmaya başlamıştım. Bir yandan tarih dergilerinde, mimarı konuları işleyen Arkitekt’de yazarken çocukluğumdan beri hayalimi süsleyen gazeteciliğe başlamıştım. Ancak arkeolog ve sanat tarihçi olarak da bilimsel yazılarımı ihmal etmiyor, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Sanat Tarihi Yıllığı ile Vakıflar dergisinde de yazmayı sürdürüyordum. Tercüman gazetesinde bir yılı aşkın süre yazdım, yıllar sonra basınımızda bir acayiplik yaşanmış iki Tercüman gazetesi yayınlanmış ve Ünal Sakman’ın yönetici olduğu gazetede kısa süre de olsa yazmıştım. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi’ndeki Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nin kuruluşunda benimle röportaj yaparken tanıştığım Nezih Uzel o sırada yayına yeni başlayan Bizim Anadolu gazetesinin Genel Yayın Yönetmeniydi. Orada yazmamı istemiş ve basında ilk transfer teklifini almıştım. Tercüman’ın yanında Bizim Anadolu mütevazi bir gazeteydi. Hayallerimin birini de köşe yazarı olmak süslüyordu; Tercüman’ın dev yazar kadrosu içerisinde buna olanak yoktu, orada yalnızca tarihi konuları işliyordum. Nezih’in teklifini kabul ettim ve basın yaşamımda adeta bir okul olan Bizim Anadolu’da yazmaya başla-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

dım. Gazetenin sahibi Mehmet Emin Alpkan’ın yakın dostluğunu gördüm. Nezih bir süre sonra gazeteden ayrıldı onun yerine rahmetli İrfan Atagün yayın yönetmeni olmuştu. Gazetenin yazı işleri müdürü Abdülkadir Billurcu ve köşe yazarları İlhan Darendeli, M. Ali Yörük, Necdet Sevinç, Sahir Özbek, Cemal Anadol ve sonradan siyasete atılan Yaşar Okuyan idi. Bizim Anadolu gazetesi adeta bir aile gibiydi. Hepsiyle kurduğum yakın dostluklar uzun yıllar, onların vefatına kadar sürdü. Bizim Anadolu gazetesi benim için adeta bir basın okulu olmuştu. Önceleri inceleme dalında yazarken, kısa sürede istediğim her yerde yazmaya başlamıştım. Yazılarım okuyucular tarafından tutulmuştu. Bu nedenle Mehmet Emin Alpkan gazetede her konuda yazabilmem için olanak sağlamıştı. Bir süre sonra köşe yazarlığına başlamış, ardından haftada bir sanat ve kültür sayfasını düzenlemeye, Ramazan aylarında Ramazan sayfası yapmaya ve haftanın spor olaylarını da yorumluyordum. Bir gün rahmetli İrfan Atagün, sen atlet komplesin her konuda yazıyorsun diyerek bana iltifat etmişti. Bizim Anadolu’daki spor yazılarımdan birisinde ilginç bir olay yaşamıştım. Beşiktaş’ın Romanya’da kupa maçı vardı; Anadolu Ajansı’ndan gelen habere göre, basında sık kullanılan tabirle takla attırarak maçı yazmıştım. Ertesi günü bir de baktım ki, benim yazıma, Erdem Yücel Bükreş’ten bildiriyor diye yazmışlardı. Bereket hiç kimse farkına varmadı da izinsiz nasıl Bükreş’e gittin diye bana soruşturma açılmadı. Bu olaya o günlerde çok gülmüştük.

115


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

Bugün düşünürüm; Tercüman gibi tirajı yüksek bir gazeteyi bırakıp neden mütevazı bir gazeteyi tercih ettiğimi kendimce sorgularım. Oysa bunu yaparken ne kadar yerinde bir karar verdiğimi şimdi çok daha iyi anlıyorum. Tercüman’da kısıtlı konuları yazarken burada isteğim yerde yazıyordum. Bizim Anadolu’da kapanana kadar yazdım bu arada Cumhuriyet’te de inceleme yazıları yazıyordum. Cumhuriyet’te nasıl yazmaya başladığımı ve buna kimin önayak olduğunu hatırlamıyorum. Orada da doyulmaz sohbetleri olan Elif Naci, Oktay Kurtböke, Sami Karaören, Oktay Akbal ve askerlik arkadaşım Orhan Erinç’le birlikte olmuştum. O sıralarda basında bir ilki yaşamıştım; biri sağ, diğeri sol eğilimli iki gazetede birden yazarken, yazılarımda değişiklik olmuyordu. Yalnızca Cumhuriyet’teki yazılarımda biraz daha öztürkçe sözcüklere yer veriyordum. Köşe yazarı olma isteğimi doya doya gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Ankara’da yayınlanan Tanin’de de bir süre köşe yazarlığı yapmış, Yeni İstanbul ve isim değişikliğiyle İstanbul gazetelerinde de tarihi olayları, anıtları tanıtmaya devam etmiştim. Bizim Anadolu gazetesinin yarı hissesinin satılması üzerine rahmetli Zeki Saraçoğlu Hergün gazetesini satın almış Yaşar Okuyan, Necdet Sevinç ve ben Hergün’e geçmiştik. Haftanın belirli günlerinde köşe yazarlığı ve futbol ağırlıklı spor konularını yazmayı orada da sürdürdüm. 1980 darbesine kadar Hergün milliyetçi görüşe ağırlık veren bir gazete olarak toplumda tutulmuştu. Bugün 116

bile böyle bir gazetenin olmayışının boşluğu hissedilmektedir. Gerçekten çok yazık olmuştu… Hergün’ün kapanmasının ardından bazı özel sorunlarımdan ötürü kısa bir süre, yazmak istememiş ve yazılarıma ara vermek zorunda kalmıştım. Rahmetli dostum Çelik Gülersoy’un, önceden kendisine verdiğim “Kasımpaşa Mevlevihanesi” isimli bir yazımı Turing Otomobil Kurumu Belleteni’nde yayınlaması, ardından Yapı ve Kredi Bankası Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi isimli küçük bir kitapçığı yazmamı istemesi üzerine yazarlığa yeniden başladım. Bu arada kişisel sorunlarımı da çözmüştüm. Hergün’ün yerini alan Ortadoğu gazetesinde ara sıra da Cumhuriyet’te yazdıktan bir süre sonra Turkish Daily News’de Türkiye’deki tarihi eserleri ve çeşitli olayları yazmaya başladım. Bu arada bazı kitaplarım yayınlanmış, çeşitli dillere çevrilmişti. Bir gün baktım ki Türk okuyucularımdan uzaklaşıp tamamen yabancı basında yazıyorum. Yeniden Türk basınına dönerek kısa bir süre daha önce yazdığım Ortadoğu’da köşe yazarlığını sürdürdükten sonra Günaydın’da, Akşam’da ve haftalık Gölge Adam’da çeşitli konuları işlemeye başladım. Bir süre sonra da bir arkadaşımla “Sultanahmet” ve” İstanbul Forever” dergilerini yayına sokmuştum. Bir dergide aynı isimle birkaç yazı yayınlamak bana oldum olası ters gelmişti. Bu yüzden de bazı yazılarımda “Kuzguncuklu” ismini

kullanmaya başlamıştım. Bazı gazetelerde de özel nedenlerle o sıralarda iki yaşında olan oğlumun ismiyle Süreyya Sencer diye yazmıştım. O günlerde rahmetli gazeteci dostlarımdan Ahmet Kabaklı telefon ederek köşende ismini değiştirsen bile üslubundan kim olduğun belli demiş ve çok gülmüştük… Basında teknoloji hızla ilerliyordu; yazılı basının yerini internet basını almaya başlamıştı. Eski bir dostum olan Remzi Erbaş internet gazeteciliğine başlamış ve Kenthaber’e tüm mesaisini vermişti. Türk basınında ilk internet haber gazetelerinden biri olan Kenthaber kısa sürede yurt içi ve dışında büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Güncel haberlerin yanı sıra tarihi bilgileri, mimari eserleri, daha doğrusu her türlü bilgiye ulaşılan Kenthaber’de yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü ve köşe yazarlığı yapmaya başlamıştım. Oradaki çalışmamız site kapanıncaya kadar yaklaşık on iki yıl sürdü. Sistem koordinatörü eşim Cemile Yücel ile birlikte ansiklopedik bilgiler içeren arkeoloji, sanat tarihi ve kültür sayfalarını hazırlamıştık. Site yazılı bir basım gibi çalışmıştı. Bir süre sonra Kenthaber’de bizim hazırladığımız, bilimsel kaynaklardan yararlandı-


BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

ğımız ansiklopedik bilgileri diğer siteler de aynen (yanlışımız ve doğrumuzla) alarak sayfalarına koymaya başlamışlar. Bazıları ismimizi kullanmış, bazıları kaynak göstermiş, bazıları da basın kurallarını hiçe sayarak kendilerine mal etmişlerdi!.. Bununla ilgili ilginç bir de olay yaşamıştım. Bir yayınevi benden İstanbul ve Türkiye’yi içeren turistik bir kitap yazmamı istemişti. O kitabın redaksiyonunu yapan kişi yayınevi sahibine kitaptaki bilgiler internetten alınmış diye şikâyet edince; kendisine internetteki o tarihi bilgilerin tarafımdan yazıldığını, bilgileri aşıranın ben olmadığımı söyleyince ikimiz de bu olaya gülmüştük. Böylece basınımızda kendi yazısından yazı aşıran kişi olmuştum! Buna benzer başka bir komik olay daha yaşamıştım. Bilimsel bir yazım için İslam Ansiklopedisi’nde “Edirnekâri” maddesine bakma gereğini duymuştum. Maddeyi okurken çok sinirlenmiştim; biri benim bir yazımı benim cümlelerimle yazmıştı. Ansiklopedinin yayın sorumlusunu aramış ve bu maddeyi kimin yazdığımı sorunca aldığım yanıt karşısında söyleyecek söz bulamamıştım; meğer o maddeyi ben yazmıştım… Basında buna benzer tuhaflıklara zaman zaman rastlamıştım. Bu konuda basında çalma çırpma dışında na-

Eski günlerde basın mensuplarının özel araçları, korumaları olmadığından çoğu Bâb-i Ali Yokuşu’nu tırmanarak çıkarlar, çoğu yazar ve çizerle orada karşılaşmak, ayaküstü sohbet etmek de olağan hallerdendi.

muslu olayları da yaşamıştım. Kültür Bakanlığı’nın Etnoğrafya dergisinde yerinde yaptığım inceleme sonrasında “Devrek Bastonları” diye yazı yazmıştım. Bir süre sonra nereden bulmuşlarsa bulmuşlar telefonla Devrek Radyosu o yazımı radyolarında okumak için izin istemişlerdi. Çoğu yayın organlarının yapmaktan kaçındığı davranışları bir ilçe radyosu namuslu şekilde yapmıştı. Böyle olunca da basında bunca yozlaşmaya karşı yine de namuslular kalmış diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Bir bakıma yazılı basından daha çok internet basınından zevk aldığımı söylemek isterim. Günümüz basını Günümüz basınında bazı şeyler çok kolaylaşmış; haberleri aşırmak veya takla attırmak olağan hale getirilmiştir. Basında bu tür aşırmanın veya takla attırarak yazmanın müeyyidesi olmadığından çoğu yayın organları buna yönelmişlerdir. Yazım hayatımda hiç kimsenin yazısını aşırarak kendime mal etmemişimdir. Özellikle bilimsel dergilerde veya kitaplarımda birinin düşüncesini kendiminkine aktardığım çok olmuştur. Ancak kimden neyi almışsam kaynak olarak o araştırmacıyı mutlaka göstermişimdir. Eski günlerde gazete ve dergilerin hemen hemen hepsi Bâb-ı Ali deni-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

len Eminönü’nden Cağaloğlu’na çıkan yokuşun çevresinde bulunurlardı. O günlerin basın mensuplarının özel araçları, korumaları olmadığından çoğu Bâb-i Ali Yokuşu’nu tırmanarak çıkarlar, çoğu yazar ve çizerle orada karşılaşmak, ayaküstü sohbet etmek de olağan hallerdendi. Yayın organlarının bilgisayarla hazırlanmadığı günlerde gazeteye girdiğiniz anda rotatiflerin tıkırtılarını, kâğıt ve mürekkep kokularını duyardınız. Bu nedenle basın mensupları arasında “eline mürekkep bulaşmaya görsün, bir daha elinden kalemi bırakamaz” sözü sıkça söylenirdi. Basında sürekli teknik değişimlerin olduğunu yaşamıştım. Eski yazarlar el yazılarıyla yazılarını yazarak götürüp gazeteye verir veya gönderirlerdi. Bazen yanlışlıkla ilgisiz yazıların gönderildiği olur, yazı işleri saçını başını yolardı!.. Ankara Tanin’de köşe yazarlığı yazarken gazetenin Şişhane’deki bürosunda ilk kez teleksi görmüş ve hayret etmiştim. Bu sistemde yazı makinasının tuşlarına Ankara’da basılıyor, yazılar İstanbul’daki büroda çıkıyordu. Her geçen gün biraz daha gelişen teknolojide bir süre sonra teleks de rafa kaldırıp yerini bilgisayar sistemleri almıştı. Nereden nereye, mürettiphanede kurşun harfleri dizerek sayfayı hazırlayan mürettiplerin yerini bilgisayarcılar almıştı. Mürettiplik 117


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

veya televizyonlardan gelen haberler çoğu muhabirlerin yerini aldı…

Yunus Nadi

de kaybolan meslekler listesine dâhil olmuştu. Bugün evimde bilgisayarda yazılarımı yazıyorum gazetenin verdiği şifreme giriyor ve anında yazım köşemde yayınlanıyor... Basına ilk girdiğim günlerde böyle bir şeyin olacağını hayal bile edemezdim. O günlerde yazımı tükenmez kalemle yazıyor, tashihlerini yaptıktan sonra yazı makinasında yeniden yazıyor ve götürüp gazeteye veriyordum. Teknoloji insanın işini kolaylaştırıyor; belki bir gün aklınızdan geçenler anında sayfadaki yerini alacak… Böylesi de olmaz demeyin; nereden nereye geldik… Günümüz basınında haberciliğin çok kolaylaştığı görülmektedir. Benim basına ilk başladığım günlerde muhabirler diğer gazetelerin muhabirlerini atlatmak için birbirleriyle yarışırlardı. Örneğin yayın yönetmenleri veya yazı işleri muhabirleri yeni muhabirleri dışarı çıkıp dolaşmalarını şu veya bu kuruma giderek bilgi toplamalarını isterlerdi. Bugün her şey o kadar kolaylaştı ki; çeşitli ajanslardan

118

Basına ilk girdiğim günlerde o günkü ustalarımız bizlere basındaki kalem kavgalarını veya yazarların birbirlerine yaptıkları muziplikleri anlatırlardı. Son derece seviyeli, hakarete varmayan edebi ağırlıklı bu kavgaları bugün görebilmek çok zordur. Bugünleri gördükten sonra o günlerin seviyeli basınını övmemek elden gelmiyor. Geçmişe baktığımızda bunun pek çok örneklerini görürüz. Örneğin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Hüseyin Cahit Yalçın ile Ahmet Emin Yalman yaşanan olaylarla ilgili birbirlerine zıt yazılar yazmışlar, Ahmet Cevdet de onlara katılmış, ancak seviye hiçbir zaman düşürülmemiştir. Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930’lu yıllarda ise Arif Oruç ile Yunus Nadi birbirlerine yazdıkları sert yazılar, Peyami Safa ile Nazım Hikmet, Sabiha Sertel Ahmet Emin Yalman kavgaları bunların başında gelmiştir. Bazen de gazeteler arasında kavgalar olurdu; Cumhuriyet ile Tan gazeteleri arasında kim faşist kim komünist gibi kavgalar çıkmış, her iki tarafın yazarları birbirlerine girmişlerdi!.. Yakınlarda yaşanan siyasi olaylarda Çetin Altan, Mehmet Altan, Necdet Sevinç, Ahmet Kabaklı, Uğur Mumcu, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Emin Çölaşan gibi gazetecilerin isimleri öne çıkmıştır. Ben de hiç istemediğim halde bir iki kez kavgaların içerisine düşmüş, Murat Bardakçı ile çekişmiştim. Basındaki yaşamımdan kesitler verirken bugünkü gazeteciliğin eskisinden çok daha güç olduğunu açıkça söyleyebilirim. Benim basına ilk adımımı attığım günlerde gazete sahipleri ve yayın yönetmenleri, yazı işleri müdürleri basının içerisinden yetişmiş kişilerdi ve yazdığınız yazının değerini bilen kişilerdi. Şu veya bu nedenle bir yazarın kovulduğu pek görülmezdi. Gazete sahipleri veya yöneticileri basın dışında işleri hemen hemen hiç olmazdı. Basın patronları, yazılarından ötürü öv-

dükleri, yazmaya devam et dedikleri yazarlarını baskı altında kalarak kovdukları, sonra da günah çıkardıkları görülmüş şeyler değildi. Bu yönden geçimleri ve gelecekleri bir patronun iki dudağı arasında olan gazetecilerin başında Demokles’in kılıcı asılıdır diyenler yanılmıyorlar. Benim böyle bir sorunum kırk yılı aşkın yazarlık süresinde hiç olmadı; kuşkusuz bunun nedeni basın dışında başka bir işimin olmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden de hiçbir gazeteden kovulmadım; biraz değişiklik istediğimde kendim isteyerek yayın organını değiştirdim. Bu yönden kendimi her zaman şanslı saymışımdır. Geçmiş yıllara dönüp baktığımda kimlerle birlikte yazı yazdığımı ve nerelerde yazdığımı düşündükçe kendi kendime meğer zaman ne kadar acımasızmış diye düşünüyorum.


BASINDA YAŞADIKLARIM VE BASIN ANILARIM/ Erdem YÜCEL

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

119



“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”

Söyleşen:

Fatih DALGALI, Betül EREN

11 yaşında Babıali’de Cemal Nadir Sokak’ta çırak olarak başladığı matbaacılık mesleğini 40 seneyi aşkın bir süredir devam ettiren Zekeriya Çiftçi’yle yaptığımız söyleşide; Zekeriya Bey’in mesleğe nasıl başladığını, zamanın usta-çırak ilişkilerini, mesleğin zamana göre değişen kolaylık ve zorlukları, şimdi gülümseyerek anlattığı hatıraları bulacaksınız.

Söyleşi esnasında kurşun hurufat görebilmemiz için yoğun meşguliyetine rağmen bize matbaasını açan ve harflerin nasıl dizildiğini, nasıl baskı yapıldığını sabırla gösteren Numan Bey’e ve bu söyleşinin gerçekleşmesinde emeği geçen Yunus Bayhan ile Uğur Aktaş’a da teşekkür borçluyuz.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN

serbestlik de var, okumayacağım dedim. İlkokulun 4. sınıfında başladım, iki sömestr devam ettim. Sonra da okumak istemedim zaten. Başladık, o gündür bu gündür devam ediyoruz. Her zaman söylüyorum, dünyaya bir daha gelmek istesem, gene matbaacılığı seçerim. Çünkü okuyorsun. Her bastığın şeyi okuyorsun. Kültürünü kendi kendine geliştiriyorsun. O zaman her şeyi heceleyerek yazardık, heceleyerek tashihleri yakalardık. Hecelemezsek bizden de kaçıyordu. Tashih yapmamamız mümkün değil. Tashih yaparken heceliyorduk. Bir de sadece tashihçiler olurdu. Ama o sadece devlet matbaalarında falan olurdu. Adamın görevi sırf tashih yapmaktı. O onay verirdi.

Babıali’den neden ayrıldınız? Matbaacılığa kaç yaşında, nerede başladınız? 11 yaşında başladım. Cağaloğlu’nda, Babıali’nde başladım çırak olarak. (İnci Etiket’te çalışıyordum ben. Hâlâ var o, devam diyor). Sonra kalfa,

Neden matbaaya girdiniz?

sonra usta oldum. 4-5 sene sürüyor-

Biz sekiz kardeşiz, en küçükleri benim şu anda. Abimin bir tanesi o zaman Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiydi, oraya gidiyordu. Dediler ki hep anne baba, “bu çocuk da okuyacak onun gibi”. Sonra bizi verdiler okul sömestrinde eti senin, kemiği benim hesabı. Ben de istekliydim okumaya. Sonra çalışma hayatını görünce,

du kalfalık. 4 sene çıraklık yaptım. O zaman dükkan temizliği, getir götür işleri, şuydu buydu, ayak işleri falan yapıyorduk. Gerisi ustanın beğenisine kalıyordu. Takdir sunarsa ustalar, kalfa oluyorduk. Çıraklar dükkânın büyüklüğüne göre, makine parkuruna göre değişiyordu. Bizde mesela 4 tane, 5 tane çırak vardı.

122

Bizim sistemimiz tipo sistemiydi, ofset sistemi değil. O zaman da vardı ofset sistemi ama azınlıktaydı. İstanbul’da belki 3-4 tane vardı. Genelde bütün işler tipoyla halledilirdi.

Yerel belediyelerin sıkıştırmasıyla ayrıldık Dalan zamanında. Daha uzadı tabii o, hemen git-gel olmadı da. Ebussuut Caddesi’nde ambarlar falan vardı, onlar kaldırılınca iş değişti yani.

Buraya ne zaman taşındınız? 1996’da taşındım. Burası 96’dan beri bende. Babıali’den ayrıldım, burayı aldım. Orada da vardı dükkanım.


“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Orayı sattım, buradan aldım. 83’ten beri bilfiil mükellefim. Ondan önce de vardı ama daha askere falan gitmemiştim. 17 yaşındaydım, dükkanım vardı. Artık yakında buradan (Topkapı) da gönderirler herhalde bizi.

Orada olmanın bir avantajı var mıydı? Buraya taşındığınız zaman zorlandınız mı? Yok, buralar daha büyük yerler. Oralarda hanlarda falan çalışıyorduk. Hanlar zaten sabah 8’de açılıyor, akşam 6-7’de paydos ediyor, kilitleniyordu. Çalışma, mesai yapma imkanımız azdı. Ama burası 24 saat açık.

Matbaacılıkta para var mıydı? (gülüşmeler)

Heidelberg (maşalı) baskı makinesi

Eskiden kârlar iyiydi, bir kartvizitle haftalıklarımızı çıkardığımızı bilirdik. Bir de şey mesela, müşteri 500 tane, 1000 tane isterdi, 2000 tane yapar götürürdük. Neden 2000 tane getirdin diye sormazdı.

Vardı tabii. Eskiden fiyat soran yoktu, biz de sormuyorduk. O zamanlar çok iyiydi. Bir de emekle yapıyorduk. El emeği, göz emeği çoktu. Her şey daha güzeldi. Şimdi emek yok, oturduğun yerde yapıyorsun. Şuradaki makinalardan biri olduğunda matbaa, iki makine aynı anda bir yerde olduğunda ideal matbaa diyorlardı. Bir makinede dört kişi çalışıyordu, iki gece, iki gündüz. Vardiyalı çalışıyorduk. Birer çırak birer usta. 123


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN

Zaten ustalar hemen paketletirdi o bezleri “bana getirin” diye. Kavga ederlerdi o bezleri almak için. Boyalı ya, bir de gaz falan oluyor, tutuşturuyor. Çıraklara falan vermezlerdi, ustalar eve götürüyordu. Siz şimdi size yapılanı kimseye yapamazsınız değil mi?

Biz el pedalını aldığımız zaman ne çok seviniyorduk. Evde kartvizit basıyorduk dışarıya, oraya buraya. Haftalığı aldığımız zaman doğru terziye gidiyorduk. 35 lira haftalık alıyorduk. Ustaydım ama o zaman. Terzi de vardı bizim hanın içinde. Han büyüktü. Milas Han. Eski yığma binalardı ama süper bir yerdi. Şimdi kumaşçılar var. Bir-iki tane de matbaa var, ben öyle biliyorum yani. Bütün matbaalar oradaydı. Bayağı büyük matbaalar da vardı. Şimdi Babıali tarihte kaldı. Bütün matbaalara oradaydı, bütün gazeteler oradaydı. Ambarlar hep Ebussuut Caddesi’ndeydi. Hal de oradaydı.

Orada çalışanların toplandığı, gittiği bir lokanta var mıydı? Mesela siz yemeklerinizi iş yerinde mi yerdiniz? Lokantaya girmek zordu. Yokluk vardı. Öğlende yarım ekmek arası bir şey yerdik öyle lokantaya gitmek falan yoktu yani. Kuruşların gerçek olduğu dönemdeydik. Şimdi kuruşlara geri döndük ama o zaman gerçek kuruşlar vardı (gülüyor). Evden sefertasıyla götürürdük. Genelde ustası, kalfası, çırağı hep sefertasıyla yemek götürürdü. Belediye başkanı dahi o sefertasını götürürdü. Öyleydi yani.

Ustalarınızla nasıl bir ilişkiniz vardı? Ustalarımızın karşısında hep böyleydik (ayağa kalkıp saygı duruşuna geçerek gösteriyor). O kurşun harfleri düşürüyorduk yere, bir bakmışız tokat gelmiş bize hemen “o harfi diye düşürdün” diye. Öyleydi yani, çok kıymetliydi. Yani ustamızın yanında, annemizin babamızın yanından çok daha düzgün duruyorduk.

Şimdi çocuğu alıyorsun buraya, bir şey söylediğin zaman ertesi gün gelmiyor zaten. Bizim öyle bir şansımız yoktu, gelmemek filan. Biz aile terbiyesinin çoğunu ustalarımızdan aldık.

Çırak bulabiliyor musunuz? Maalesef bulamıyoruz. Şimdi çıraklık gerektirecek işimiz de yok. Yeni gelen nesil, yağı, boyayı falan gördüğü zaman ben bunu yapamam deyip uzaklaşıyor. Sadece bizim sektörde değil, diğer sektörlerde de artık çalışmak istemiyorlar.

Matbaa mesleğinin sağlığa en zararı var, bu matbaacılık mesleği dediğiniz bir hastalık var mı? Yok, eskiden vardı ama şimdi yok. Eskiden makinalarda kurşun işliyorduk, hurufatlar hep kurşunlu. Oradan tabii zararı vardı. Günde 2 defa, 3 defa yoğurt veriyorlardı.

O zaman mesela cumartesi günleri bütün matbaanın çöplerini sokağa dökerlerdi, orada Vilayet’in karşı sokağında, Cemal Nadir Sokak. Orada matbaa çöpleri öyle güzel kokardı ki bana, ayrılmak istemezdim; boya kutuları orada, bezler orada... Bir de onları yakacak için gelirdi kadınlar toplardı. Çam gibi yani sobayı tutuşturmak için. Çam yerine, oraya gelip alıp götürürlerdi bezleri. Matbaa bıçak kalıbı

124

El pedallı baskı makinesi


“DÜNYAYA BİR DAHA GELMEK İSTESEM, GENE MATBAACILIĞI SEÇERİM”/ Fatih DALGALI, Betül EREN

Matbaanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Teknoloji gelişti, dijital baskılar çıktı. Yüzde on kapasiteyle çalışıyoruz şu an. Ufak çaplı yerle kendi işini kendi basıyor. Bugün fotokopi makinaları dahi baskı yapıyor.

Burada ne basıyorsunuz? Biz kırtasiye tipi işler yapıyoruz. Fatura, irsaliye, makbuz, etiket falan. Yani bir de biz şimdi şeyimizi doldurduk. Teknolojik olarak yeni şeylere girmem. Çünkü onlar da zor durumda, teknolojiyi yakalayanlar da zor durumda. Yetişemiyor ki. Maliyetler çok büyük. Öyle bir yatırım yapıp o riske girmek falan zor. Eskiden en basit kaşeleri bile matbaalar yapıyordu, şimdi otomatik makineler yapıyor. Kırtasiyelerde bile yapılıyor. O kaşe dediğiniz şeyi adam alıyordu, bir kalıp yapardı böyle, o kalıbı doldurduğu zaman sana gün verirdi. Hani kartvizitçiler yapıyor ya, birkaç gün sonra gel diyor. Ancak çok özel istersen o kalıbın komple parasını veriyordun, bir tane kaşeyi alıyordun.

Matbaacılıkta başınıza gelen feci bir şey oldu mu hiç? Feci bir şey makinaya elimi kaptırdım kaç defa (gülüşmeler). Oluyor, o iş kazası mutlaka oluyor. Ustalarımız derdi ki, sen elini kaptırdın mı sen usta olmuşsun demektir. (gülüşmeler). Hakikaten doğru, ben birkaç ustaya baktım hepsinin elinde bir sakatlık var. Siz oradayken Meserret açık mıydı? Meserret açıktı. Biz oradan çok börek aldık. Hatta bir gün o böreğin hepsini bana yedirdi ustalar. Yeni girmiştim, dediler ki bana tarif ettiler, Meserret’i tarif ediyorlar, 4-5 kişi sabaha kadar çalışacaklar. Bize “git oradan 2 kilo börek al” dediler. Ben zaten Meserreti bulamadım. Baktım arabayla Heidelberg Sbg Cylinder baskı makinesi

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

biri satıyor oradan alırım. Adam dedi “oğlum” dedi “yanlışlık olmasın, iki kilo böreği napıcaksın?”. Dedim “sabaha kadar çalışacak ustalar, onlara götürüyorum”. Ben aldım götürdüm, su böreği. Kürt böreği diyor, ben su böreği götürdüm. Börek, börek. O böreğin hepsini bana yedirdiler o gün, ceza. İstersen yeme. ‘Hakikaten eti senin kemiği benim’i yaşadık biz, iyi yaşadık.

Babıali’nin meşhur yerleri nerelerdi? Gözlükçü vardı onun karşısında, şimdi duruyor mu bilmiyorum, optikçi yani. Kitapçılar vardı, Remzi Kitabevi falan. Hemen Meserret’in üstünde Emniyet Kırtasiye vardı. İnkılap vardı, eski hanlar vardı. Meserret baya eski. Fazla meşhur bir yer yoktu. Vilayet vardı, defterdarlık vardı. Bizim han da (Milas Han) Aşir Efendi Caddesi’nin bir üstündeydi. Cemal Nadir Sokak. Orada bir okul var şimdi. İstanbul Erkek Lisesi’nin hemen alt sokağı. Akşam gazetesinin aşağısı. Yokuşu inmeden hemen köşede, köşenin bir arkası. Okulun yeri bahçeydi, biz çıkar oyun oynardık öğlen paydoslarında falan. Sonra okul yapmışlar orayı. Gürün Han yandı, ondan sonra matbaaları sürdüler. Oradaki esnaflar, kumaşçılar bilmem ne hep hava parası verip çıkarttılar. Benim de dükkanım vardı orada. İşte 17 yaşında orada matbaam vardı.

di, Ticari müşavir ldu, mali nim çırağımdı. o i tl e m e h abim, ra e okuyan. Biri b atbaa.“ d “O turan n’daki m ademisi’n Burası Milas Ha k A r le İlim

O zamanlar bir faks aldık, nasıl seviniyoruz biliyor musun! Dünyalar bizim oldu. Şimdi Sarıyer’e müşteriye gideceksin, geleceksin, bir daha gideceksin, sonra işi götüreceksin, bir sürü zaman kaybı.

125



GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU Arel Üniversitesi Öğretim Üyesi

Cevizlibağ’daki Tercüman binasında, biraz abartırsak neredeyse futbol sahası büyüklüğüne yakın salonlar, mekanlar vardı. Öylesine ki, kimi geceler gazetede bolca bulunan “kağıt”ları yine o zamanın teknolojisi gereği bolca bulunan ve kullanılan koli bantları ile sarar, top haline getirir ve maç yapardık. Çalışanlar şimdiki gibi herkesten yalıtılmış fanuslarda ekran başında bir başına oturmuyordu. Birkaç kişi hariç kimsenin “oda”sı yoktu. Herkes herkesi görebiliyor ve daha önemlisi herkes herkesle görüşebiliyordu.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU

Gazete kamyonu! Ne kadar bilmiyorum ama ben de bekledim. Sonra bir kamyon hızla girdi sokağa. İnsanlar açıldı. Motoru stop etmeden kasayı açıp gazete paketlerini atmaya başladı kamyoncu. İşini hızla bitirdi ve sıradaki kente gitmek için gaza bastı. Böylece sabahı beklemeden gece yarısı ertesi günün gazetesini alabileceğimi öğrenmiştim ve o günden sonra ben de artık o kuyruğun bir müdavimi idim. Okuma alışkanlığı yok denilen Anadolu insanı gazete almak için gece kuyruğa giriyordu. Cumhuriyet gazetesinin eski binası (Zamanında İttihat ve Terakki tarafından da kullanılan Kırmızı Köşk ismiyle bilinen bina)

Ülkemizde gazete tirajlarının düşüklüğü, değişik vesilelerle çok dile getirilegelen bir durumdur. Hele nüfusa oranlanınca, kişi başına düşen gazete sayısının azlığından kalkılarak değişik açıklamalar yapılır. Bu açıklama biçimlerinden en yaygını, faturayı Türk toplumuna kesen yaklaşım biçimidir. Aslında kolaycı bir yaklaşım biçimidir bu ve genellikle medyanın değişik kademelerinde çalışan kişilerce dile getirilir. Bu görüşü savunanlara göre halkımızda okuma alışkanlığı ne yazık ki yoktur. Bunun sebebi de sadece günümüz koşullarıyla ilgili değildir. Elin Japon’u metroda, trende elinden kitabı düşürmezken bizim halkımız okumaya bir türlü alışmamıştır. Çünkü bizim toplumuzda hakim olan sözlü kültürdür. Yazılı kültür ürünleri bize yabancıdır. Bu yüzden insanlarımız çok az okumaktadır. Gördüğümüz gibi bu açıklama tarzında az okunan/tüketilen/satılan ürünün/gazetenin niteliği ve kalitesi üzerinde hiç durulmamaktadır. Gerçekten böyle mi? Halkımız okumayı sevmiyor mu? Bilmiyor mu? Hemen aklıma 1970’li yılların sonlarına doğru küçük bir Anadolu 128

kentinde yaşarken İstanbul’a 1-2 günlüğüne giden olunca onlara Gırdır dergisi siparişi verdiğimiz geldi. Gırgır elbette bizim yaşadığımız kentte de satılıyordu. Pazar günleri çıkıyordu. Pazar sabahları ilk işimiz Gırgır almak ve mahalledeki arkadaşlarımızla birlikte okumaktı. Gırgır pazar günleri çıkıyordu ama biz bu derginin İstanbul’da 1-2 gün öncesinden çıktığını öğrenmiştik. Dönemin “dağıtım” koşullarında dergi Anadolu’ya 1-2 gün sonra ulaşıyordu. İşte bu siparişin sebebi pazarı bekleyememe sabırsızlığı idi. Bazan bu yolla iki gün öncesinden Gırgır okuyabiliyorduk. Bir başka gözlem: Sanırım 1978 yılı idi. Lise öğrencisiydim. Bir Ramazan ayıydı ve yaz mevsimiydi. Sahur erken oluyordu. İnsanlar da sahur vaktine kadar uyumuyordu. Bir gece yarısından hemen sonra sahur vaktine yakın, çarşıdan eve gelirken Kırıkkale sokaklarından birinde bir kuyruk gördüm. Çarşıda ama küçük bir ara sokakta 30-40 metrelik bir insan kalabalığı ilgimi çekti. Yakından bakınca buranın gazete ana bayii olduğunu gördüm. Neden bekliyordu insanlar? Sordum. “Gazete kamyonunu bekliyoruz” dediler. “Gelir birazdan...”

O yıllarda Gırgır büyük bir tiraja sahipti. Hatta yanılmıyorsam dünyanın en çok satılan mizah dergilerinden biriydi. Yani, satılan ürün, içeriği ile toplum gerçekliği ile bağlantı kurabiliyor ve toplumun temel sorunlarını ele alıp yansıtabiliyorsa yukarıdaki örneklerde olduğu gibi neredeyse kapış kapış gidiyordu. Sonra üniversite okumak için İstanbul’a geldim. 1980’li yılların hemen başında öğrenciliğime devam ederken bir yandan da Tercüman gazetesinde çalışmaya başladım. Tashih servisinde... Müsahhihtim. O zaman da fena satmıyordu gazetelerimiz. Tirajlar şimdiki gibi değildi. Acaba günümüzde tirajların bu kadar düşük olmasında, elbette pek çok etkenin yanında, gazetelerin ve gazeteciliğin toplum ve toplum sorunlarıyla ve halka-insanlarla yeterli ve sağlıklı ilişki kuramamasının etkisi ne kadardır? Bu bağlamda o dönemle günümüz gazeteleri/gazeteciliği ile ilgili basit gibi gözüken ama temelde pür sosyolojik ciddi farklar vardı. Önce mekan ve mimari tasarım farkının altını çizmek gerekiyor sanırım. O dönem gazeteleri kentin içindeydi ve okuyucuların da kolaylıkla girip ziyaret ettiği, gazete çalışanlarıyla görüşebildiği bir özellik gösteriyordu. Çok farklı sebeplerle insanlar geliyordu, yazarlarla, gazete yöneticileri ile gö-


GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU

rüşmek istiyor, bazan dertlerini anlatıyor bazan gazeteyi eleştiriyorlardı. Mesela, bir gün gazete kapısından nedense bizim servisi aradılar. Bir genç gelmiş ve gazetenin günlük fal köşesini hazırlayan yazarla görüşmek istiyormuş. Kapıdan değişik servisleri aramışlar ama bir türlü o köşeyi kimin hazırladığını bulamamışlar. Bize gönderdiler... Delikanlı geldi ve sonunda baklayı ağzından çıkardı. Yalvar yakar bir ricası vardı. Çok önemliydi onun için. Mahallesinde bir kıza aşıktı. Komşu kızına. Ama bir türlü ‘açılamamış”tı. Kız düzenli olarak bizim gazeteyi alıyor ve günlük falı da okuyordu. Hatta fazlasıyla meraklıydı bu fala. Mesele şuydu: kız filanca burçtandı ve birkaç gün o burca karşımızdaki delikanlının özelliklerinden bahsederek, karşısına hayırlı bir kısmetin çıkacağını yazamaz mıydık?

Bu durum doğal olarak üretime de yansıyordu. Çalışanların sadece halkla değil, kendi aralarında da yoğun ilişki içinde olması, konuşması, gazete içeriğini tartışması, hazırlanan üründe herkesin katkısı olmasına da yol açıyordu. Herkes herkesle şimdikinden çok daha yakındı. Her anlamda yakın.

ay başlarında muhasebe servisinin önünde kuyruğa girer, maaşımızı elden ve nakit alırdık. Ve ben daha 20’li yaşlara henüz adım atmış bir öğrenci iken, o maaş kuyruğunda yazı işleri müdürü dahil koca koca adamlar, önemli isimlerle birlikte maaşımı alırken, maaşlarımız arasında neredeyse sembolik bir fark olduğunu görür ve aldığım paradan utanırdım. Şimdi bu dengeler nasıl acaba? Muhabirler, diğer basın emekçileriyle gazete büyüklerinin maaşları arasındaki fark? Eskiden “yakın”dı evet. Ve bu yakınlığının değişik görünümleri ve farklı sonuçları olurdu. Yine mesela, büyük salondaki pikaj servisinde, kartonlar üzerine sahifeler çizilir ve dizgiden çıkan yazılar arkası mumlanarak yapıştırılırken herkes o salona girip hazırlanmakta olan sayfayı görür, okur, inceleyebilirdi. Gerek duyarsa da sayfanın başında bulunan sahife sekreterine fikirlerini söyleyebilirdi.

Mesela, bankacılık ve banka teknolojisi şimdiki gibi olmadığından, Ak ş am ga z e te s inin e sk i bina sı

Günümüzde gazeteler artık “plaza”larda hazırlanıyor. Bu plazaların bir özelliği de kentten kopuk, otoban kenarlarında olması. Otoban kenarları, yani bırakın çatkapı girmeyi önünde otobüs durağı bile olmayan mekanlar. Hadi gittiniz. Çalışanların bile kartla girebildiği kapılar, katlar…

Cevizlibağ’daki Tercüman binasında, biraz abartırsak neredeyse futbol sahası büyüklüğüne yakın salonlar, mekanlar vardı. Öylesine ki, kimi geceler gazetede bolca bulunan “kağıt”ları yine o zamanın teknolojisi gereği bolca bulunan ve kullanılan koli bantları ile sarar, top haline getirir ve maç yapardık. Çalışanlar şimdiki gibi herkesten yalıtılmış fanuslarda ekran başında bir başına oturmuyordu. Birkaç kişi hariç kimsenin “oda”sı yoktu. Herkes herkesi görebiliyor ve daha önemlisi herkes herkesle görüşebiliyordu.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

129


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

GÜNÜMÜZ GAZETELERİ NEYİN AYNASI? / Prof. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU

Tercüman’ın yanında o dönemde Bulvar gazetesi de aynı binada hazırlanırdı. Beşiktaş maçı olduğu akşamlarda, Bulvar spor sayfası sekreteri İsmail Er, artık sayfayı bitirmesi gereken saat yaklaştıkça, iyice telaşlanır, o hengamede benim yakama yapışırdı.

Hele, büyük maçların olduğu akşamlar, başında en çok kalabalığın olduğu sayfa, spor sayfası olurdu. Atila Gökçe Tercüman’ın spor müdürüydü. Kemal Belgin, Necip Kapanlı, Taylan Uygur Hayri Hiçler... Sanırım Hayri Hiçler bilinçli şekilde yapardı. Neyi mi?

“Abi yeminle birebir senin yazdıklarının aynısını söylemiş adam” derdi. Ajanstan gelen faksı uzatır Miliç’in demecini gösterir, böylece bir hafta sonraki maç sonu demeci için de beni garantiye almak isterdi.

Makina dairesindeki yağlı tulumlarıyla kol işçileri dahil, hangi serviste o gün maçı olan takımın fanatikleri varsa sayfa başına toplar, onlarla konuşur, yenilen takımın taraftarını kızdırır, şakalar yapardı. Bir yandan da büyük bir telaşla sayfa hazırlanır ve “yetiştir”ilmeye çalışılırdı. Başlıklar, spotlar, resimaltları yazıları... İşte Hayri Hiçler bir yandan koşturma içinde sayfayı hazırlarken bir yandan da bu insanlarla, başlıkları, spotları tartışır ve aslında “okuyucu”nun nabzını tutardı. Daha da önemlisi kol işçisi dahil gazetede bulunanlar üretilen gazeteye az veya çok katkıda bulunurdu. Kolektif bir çabanın ürünü olarak çıkardı gazete.

Anlatmak istediğim şuydu aslında; günümüzde gazetelerin geçmişe oranla daha az satmasındaki sebeplere bakarken, ortadaki ürünün toplumuz ve insanımızın gerçekliği ile ne derece örtüştüğünün payını da dikkate almak gerektiği. Gazeteler için toplumun aynası denir. Günümüzde acaba gerçekten toplumun mu, yoksa onu üretenlerin mi aynası oldu gazeteler.

Bir küçük sır: Tercüman’ın yanında o dönemde Bulvar gazetesi de aynı binada hazırlanırdı. Beşiktaş maçı olduğu akşamlarda, Bulvar spor sayfası sekreteri İsmail Er, artık sayfayı bitirmesi gereken saat yaklaştıkça, iyice telaşlanır, o hengamede benim yakama yapışırdı. “Beşiktaş’ın maç sonu yazısı gelmedi. Ne olur bir paragraf sen yaz”. Ve ben Dorde Miliç’in ağzından maç sonucu demeci yazar verirdim. 2 saat sonda İsmail yine gelir,

130


CEVAP VE DÜZELTME METNİ “1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi”nin 22. sayısında 62-74 sayfaları arasında yer alan ve İbrahim Ethem Gören tarafından kaleme alınan “İstanbul Fethinin Manevi Mirası-Rumelihisarı Şehitlik Dergahı” başlıklı yazıda, Boğaziçi Üniversitesi, halen uhdesinde bulunan önemli bir tarihi-kültürel değere karşı zarar verenler arasında sayılarak, varlık nedenine aykırı eylemlerle anılmak suretiyle töhmet altında bırakılmıştır. Bu haksız ithamların sadece yazarın kişisel görüşleri olduğu inancıyla Boğaziçi Üniversitesi tarafından Nafi Baba-Şehitlik Dergâhının korunması masadıyla yapılan faaliyetler ilişkin bilgiler kamuoyunun dikkatine arz olunur.

çekleştirmiş (tarihi Rumelihisarı köyü kapsamında UNESCO çevre koruma projesi; Şehitlik taşlarının envanteri; Dergâhın restitüsyon projesi, vb.), ulusal ve uluslararası kampanyalar yürütülmüş (yabancı ve yerli konferanslar ve yayınlar), yurt içinde ve dışında resmi ve özel kurumlarla ilişki kurularak tepenin ve Şehitliğin tarihi ve doğal sit alanı olarak tescilinde aktif ve öncü rol oynamış, tepe arazi spekülatörleri ve gecekondu yapılaşmasından korunmuş, şehitlikte yıkım ve Vandalizm engellenmiştir.

nin korunmasının sağlanması amacıyla, alanı Boğaziçi Üniversitesine tahsis etmiş ve koruma amaçlı bir duvar çekilmesine onay vermiştir. Dua Tepe üzerinde mezar taşlarının tahribiyle oluşan boşa alan ise, Boğaziçi Üniversitesi tarafından İstanbul Büyükşehir Başkanlığı ve Türk Kültürüne Hizmet Vakfının desteğiyle bugün mevcut olan parka çevrilmiş ve kamunun kullanımına sunulmuştur.

Söz konusu alanın mülkiyet durumu ve Boğaziçi Üniversitesinin konumu

Dergâh binasının, mevcut temeller üzerinde aslına uygun olarak yeniden inşa ve Şehitliğin restorasyonu amacıyla sürdürülen çaılşmalar 2000’li yıllarda sonuç vermeye başlamıştır. Boğaziçi Üniversitesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında protokolün 2006 yılında imzalanmasının ardından Dergâh binasının restitüsyonu, çevrenin düzenlenmesi ve Şehitliğin restorasyonuna yönelik proje çalışmaları tamamlanmış, 2013 yılında uygulanmaya başlanmıştır.

1.

Dergâhın arsası (Pafta 7, Ada 39, Parsel 16), varislerin desteği, hatta çabalarıyla iki aşamada istimlak edilmiştir. 1982 yılında büyük hisseler, ardından küçük hisseleri de kapsayan ikinci bir istimlakle Üniversitenin mülkiyetine geçmiş ve 1998 yılında mahkeme kararı ile hükmen Boğaziçi Üniversitesi asına tescil edilmiştir.

2.

Nafi Baba tepesi, (Pafta 7, Ada 39, Parsel 1): Tekke arsasının dışında kalan ve Üniversitenin Etiler giriş kapısı ile tarihi kampusun sınırına (Mühendislik Binası) uzanan geniş yeşil alan, yine bizzat varislerin bir bölümünün desteği ve çabalarıyla, özellikle 1960’lı yıllarda yaygınlaşan arazi spekülasyonu ve gecekondulaşmanın engellenmesi, Üniversitenin bütünlüğünün sağlanması, doğal ve tarihi çevrenin korunması amaçlarıyla 1982 yılında istimlak edilerek Üniversite adına tescil edilmiştir.

Kısa Tarihçe Rumelihisarı’nın arkasında ve Boğaziçi Üniversitesi’nin sınırları içinde yer alan Nafi Baba tekkesi (asıl adı Şehitlik Dergâhı) ile ona bitişik, şimdi İBB’nin mülkiyetinde olup korunması resmen Boğaziçi Üniversitesine tahsis edilmiş olan Şehitlik ve Hazirenin geçmişi 15. asra dayanır. Rumelihisarı kalesinin yapımından önce 1451 yılında yörede Bizanslılarla yapılan çatışmalarda şehit düşen bir grup Osmanlı savaşçısı tepede bulunan Şüheda Kuyusuna defnedilmiştir. Fatih Sultan Mehmet, Şehitliğin korunması ve erklerin hatıralarının yaşatılması görevini yine aynı çatışmalarda hayatını yitirmiş olan Şeyh Bedrettin’in ahfadına tevdi ederek, alan ve civarını onlara bağışlamıştır. Şeyhliği, babadan oğula geçen tarikat mensuplarının önce Bayrami olup ardından Bektaşiliğe geçtikleri ve faaliyetlerini tekke ve zaviyelerin kapatıldıkları 1925 yılına kadar sürdürdükleri bilinmektedir. Bu tarihten sonra da tekkenin yıkıldığı 1945 senesine kadar şeyh ailesinin bir bölümü burada oturmaya devam etmiştir.

3.

Mülkiyet durumu ve Boğaziçi Üniversitesi ile ilişkiler Şehitlik Dergâhının bulunduğu tepe (Nafi Baba tepesi) ve onu çevreleyen geniş arazi Fatih Sultan Mehmet tarafından doğrudan bahşedilmiş olduğundan, başlangıçtan itibaren özel mülk niteliği taşımıştır. Bu toprakların bir kısmı zaman içinde tekkeye bağlı vakfiyelere çevrilmekle beraber, Dergâhın arsası ve üzerinde yer aldığı tepe ile yamaçları ailenin mülkiyetinde kalmış ve varislere geçmiştir. Geçmişi 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanan Boğaziçi Üniversitesi, kuruluşundan itibaren Dergâh ile iyi ilişkiler içinde olmuş ve ailenin birçok mensubu bu kurumda öğrenci ya da öğretim üyesi olmuştur. Dergâhın yıkılması ve arazinin metruk ve bakımsız kalmasından sonra Üniversite, tarihi ve doğal önemi büyük olan bu tepe ve Şehitliği korumayı görev edinmiştir. Bu amaçla Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde birçok proje ger-

4.

Şehitlik (Pafta 7, Ada 39, Parsel 17): 1451 tarihli Şüheda Kuyusunu, tarihi mezarlık ve hazireyi kapsayan alan, kadastro yoluyla 1949 yılında Büyükşehir Belediyesine tescil edilerek mülkiyeti Vakıflar Müdürlüğünden Büyükşehir Belediyesine geçmiştir. Koruma amacıyla 1980 yılında Boğaziçi Üniversitesine tahsis edilmiştir olup gömüye kapalıdır. Dua Tepe/Doğa Tepe (Pafta 7, Ada 37, Parsel 13): Geçmişte üzerinde Şehitlik ve tarihi Rumelihisarı mezarlığının uzantısı bulunan Dua Tepe’de (Kekik Tepe olarak da bilinir), 1981 yılında dönemin Sarıyer Belediyesinin desteğiyle gecekondu yapılaşmasına imkân vermek amacıyla sabaha karşı buldozerlerle mezar taşları parçalanarak yok edilmiş ve biriken hafriyatla karışık molozlar tarihi mezarlığın üzerine dozerler tarafından itilerek yığılmıştır. Yıkım, Boğaziçi Üniversitesi yönetimi ve bizzat Rektörü tarafından anında müdahaleyle, ancak Şüheda Kuyusunun sınırında durdurulabilmiştir.

Bunun sonucu olarak dönemin Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Şubat 1981 tarihli resmi yazıyla Şehitlik ve Dua Tepe-

Yakın zamandaki gelişmeler:

Bu girişimin gerektirdiği mali fon için, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü 2012 yılında Kalkınma Bakanlığına başvurmuştur. “Şehitlik Dergâhı Nafi Baba Tekkesi Kültür ve Evrensel Değerler Araştırma Merkezi” başlığını taşıyan projenin hazırlık ekibinin 2 üyesi ile yöneticisinin Nafi Baba ailesine mensup olmalarının da doğrudan projede katkıları olduğunu göstermektedir. Projenin Bakanlıkça kabul edilip uygulamaya konulmasıyla Üniversite bünyesinde, gerek Dergâh binasının yapımı ve çevresinin düzenlenmesi, gerekse Üniversiteye tahsisli Şehitlik ve tarihi mezarlığın restorasyon çalışmalarını izlemek üzere, bir “Yönlendirme Komisyonu” kurulmuştur. Rektör başkanlığında 9 kişiden oluşan komisyonun iki üyesi Nafi Baba ailesi mensubudur. Bütçesi İBB tarafından karşılanan Şehitlik ve tarihi Nafi Baba Mezarlığı alanındaki restorasyon da 2013 yılında başlamış, ancak yeni bulgular ve kazılarda önceden tespit edilememiş taşların görülmesi nedeniyle çalışmalara ara verilmiş ve Arkeoloji Müdürlüğünün devreye girmesiyle daha kapsamlı bir çalışma yapılmasına karar verilmemiştir. Şehitlik Dergâhının Üniversite bünyesinde bir eğitim ve kültür merkezi olarak etkin olabilmesi idealini, Boğaziçi Üniversitesi yönetici ve çalışanları kadar, aile mensupları ve eskiden beri konuya gönül verenler de benimsemiştir. İnşaatı tamamlanmak üzere olan bu merkezin özellikle kültür mirasımıza ışık tutacak ülkemiz ve dünya medeniyetinin düşünce, inanç, edebiyat ve sanatını evrensel bir perspektifle inceleyerek bir araştırma kurumu olarak hizmet vermesine yönelik çalışmalar şimdiden başlatılmıştır.

TEKZİP

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 22. sayısında yer alan “İstanbul Fethinin manevi mirası Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı“ başlıklı yazıya Boğaziçi Üniversitesi tarafından gönderilen tekzip metni aşağıdaki gibidir.


İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ’NDE

ANKARA CADDESİ* Büyükşehrin, dolayısı ile Türkiyenin fikir ve sanat merkez ve mehşeri; İstanbul basınının beşiği, bir politika kanalı, âlimler, mütefekkirler, müellifler, muharrirler, artistler güzergâhıdır. İstanbulun büyük tâbi kitabcıları, en büyük kırtasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilânat büro ve şirketleri, gazete ve mecmua bâyileri ve bir kaç büyük matbaa, gazete ve mecmua idârehâneleri bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır. 1934 Belediye Şehir Rehberine göre Vilâyet Konağının köyünden başlıyarak Sirkeci sahilinde Arabavapuru İskelesine kadar uzanır (aşağıdaki târifleri rahat mütalâa etmek için krokiye bakınız); Hamdiye ve Muradhüdavendigâr Caddeleri (Sirkeci tramvay yolu) ile Dörtyol ağzı yaparak kesişir ki, adı geçen rehberde bu noktadan sahile kadar olan yol da her ne kadar Ankara Caddesi adını taşır ise de bu kısım artık bir meydancığa inkilâb etmiştir, halk ağzında kullanıldığı gibi <Sirkeci Meydanı> dır; bu ansiklopedide Sirkeci maddesinde tespit edilmiştir (B.: Sirkeci Meydanı) ve aslında da eski adı Sirkeci Caddesi idi (B.: Sirkeci Caddesi); işte bu kısmı Sirkeci Meydanı olarak atyırdıktan sonradır ki Ankara Caddesi için, İstanbulun şöhretli dillere destan olmuş Bâbıâli Caddesinin yeni adıdır diyebiliriz. Fakat 1934 Belediye Şehir Rehberi tanzim edilir ve İstanbul cadde ve sokaklarına Cumhuriyet devrinin yeni isimleri verilirken Babıâli Caddesinde mânâsız, dolambaçlı, çetrefil bir isim kaydırması yapılmıştır ki bir lâübâlilik şaheseridir; istikbâlin târih müdekkiklerini hayli yoracaktır; şöyle ki (krokiye bakınız): Sirkeciden İkinci Sultan Mahmud Tübesinin hazîresi köşesine kadar İstanbulun ana yollarından biri uzanır; bu yol Nuruosmaniye Caddesi ile haçvâri kesişir. İşte bu yolun Sirkeciden Nuruosmaniye kavuşağından Türbe hazîresi köşesine kadar olan kısmının eski adı da Mahmudiye Caddesidir. 1934 Rehberinde Babıâli Caddesinin Vilâyet Konağı köşesine kadar olan kısmına Ankara Caddesi adı verilmiş; Vilâyet konağından Türbe hazîresi köşesine kadar uzanan caddeye de, bir parçasının üstündeki Mahmudiye adı kaldırılarak Babıâli Caddesi adı konmuştur. Mademki tarihî Babıâli Caddesi adı muhafaza edilecek idi, yerinde muhafaza edilmeliydi, tarihî ismi Mahmudiye Caddesi üzerine kaydırmaya ne lüzum vardı. Tarifimizi başka türlü de yapabiliriz: Eski tarihî Babıâli Caddesinin büyük bir kısmı zamanımızın Ankara Caddesidir; küçük bir parçası da eski Mahmudiye Caddesi ile birleşe-

rek İstanbul şehri haritasında Babıâli Caddesini eski tarihî cadde ile karıştırmamaya dikkat edilmelidir. Ankara Caddesi (Tarihî Babıâlinin büyük kısmı) nın en eski sîmasını pek mübhem biliyoruz. Hayatının mühim kısmını bu caddede geçirmiş olan Ahmed Midhat Efendi H. 1296 (M. 1879) da neşretmiş olduğu <Yer yüzüne bir melek> adındaki romanın başlarında şu şayânı dikkat mâlûmatı veriyor: <Bundan tahminen otuz beş sene kadar evvel bir kış gecesinde idi (H: 1261? – M. 1845?). Sirkeci iskelesi tarafında garib bir yangından sonra (Hicrî 1282 – Milâdî 1866 Hocapaşa Yangını) meydana gelip bugün bir baştan diğer başına doğru baktığımız zaman kalblerimize ferahlık veren geniş caddeyi hatrınıza getirip de kendinizi Sirkecide bulursanız haber vereceğimiz, vak’anın asla zevkine varamazsınız. Eğer yirmi beş yaşını aşkın bir adam olup da biraz da hafıza kuvvetiniz yerinde ise o eski Sirkeci iskelesini hâlâ gözünüz önünde bulursunuz. Binaenaleyh târif için pek tafsilâta lüzum yoktur. Cağaloğlundan doğru gelen yani şimdiki Babıâli Caddesinin selefi bulunan bellibaşlı caddesinde bile sağ tarafındaki hanenin damından bir kiremit düşecek olsa, sol taraftaki hanenin cumbasını zedeleyeceğini size ihtar edersek mübalağa etmemiş olduğumuz halde Sirkeci iskelesi sokağının nasıl bir sokak olduğunu da târif etmiş oluruz...> Ankara (Babıâli Caddesinin genişletilmesi, son Hocapaşa yangınından sonra kurulan <Islahatı Turuk Komisyonu> ile bu komisyonu kuran ve himaye eden Keçecizade Fuad Paşanın eseridir. Şöhretli cadde İstanbul’un son imar faaliyetine de mühimce tahavvüle uğramıştır. Cadde, Vilâyet Konağından Sirkeciye doğru evvelâ sola sonra sağa iki büyük kavis yapar ve oldukça dik meyil ile yokuş aşağı iner. Sağda Ebussuud Caddesi, İbnikemal Caddesi ve Hocapaşa Hamamı Sokağı; solda Cemâlnâdir Sokağı bir parçası, Cağaloğlu Yokuşu, Âşirefendi Caddesi, Yenipostahâne Caddesi ve Muhzirbaşı Sokağı ile kavuşakları vardır. Ankara Caddesinin sîması 1949 da imkân ölçüsünde dikkatle tesbit edilmişti. O tarihten 1959 a kadar geçen on üç yıl içinde mühim değişiklikler olmuştur. (...) *Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 2, s. 862-863.



AJANDA DÜNDEN BUGÜNE BABIÂLİ Nail Güreli Heyamola Yayıncılık İstanbul, 2009 232 sayfa

Bir zamanlar Babıâli sadece devlet işlerinin idare edildiği bir yer değil, aynı zamanda Bizans’tan, Osmanlı’ya başkentlik etmiş bir şehrin merkeziydi. Sadece bir şehrin merkezi olmakla kalmamış, önceleri o dönemin matbuat hayatı ile sonrasında ise basınıyla bütünleşen bir merkez konumunda olmuştur. Kitapta; bugünün basının nasıl oluştuğunu, 50 yıl öncesinden başlayan gelişim sürecini anlatılıyor. Yazar, matbuattan basına doğru nasıl bir gelişim süreci içinde geçildiğini, basın müzesini, gazetecilikte usta-çırak ilişkisini, Babıâli’nin tarihi zenginliğini, kitapçılarını ve yayınevlerini, teknolojiyle beraber gelişen baskı şeklinin klişeden, ofset baskıya nasıl geçildiğini eski basım teknikleri vb. bilgileri okuyucuya sunmaktadır. Gazeteci yazar Nuri Güreli tarafından kaleme alınan Dünden Bugüne Babıâli’de, o dönemin basın hayatında satır aralarında kullanılan terimlere de yer verilmekle beraber, kitabın içinde bulunan krokide Babıali’nin o dönem ki gazete, yayınevi ve matbaa olarak kullanılan tarihi binaları numaralandırarak gösterilmiştir.

ŞÜKÛFENÂME OSMANLI DÖNEMİ ÇİÇEK KİTAPLARI Seyit Ali Kahraman Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2015 480 sayfa

Yaşanılan yeri güzelleştirmenin yanında Yaradan’ın kudretini de gösteren çiçek, Osmanlı kültür ve medeniyetinde de önemli yer tutmaktadır. Çiçek ve çiçekçilik hakkında hazırlanan yazmalar dahi, yetiştirilen çiçekler gibi içerik ve şekil yönünden birer şaheserdir. Çiçek yetiştiriciliği konusunda hazırlanan şükûfenâmeler, konu hakkında önemli bilgiler ihtiva etmekte ve botanik bilimine de kaynak teşkil etmektedir. Çiçek ve çiçek yetiştiriciliği hakkında hazırlanmış olan Şükûfename adlı eserde Şükûfenâme-i Ali Çelebi, Ubeydullah Efendi Şükûfenâmesi, Lâlezarî Mehmed Efendi Şükûfenâmesi, Şükûfenâme, Defter-i Lâlezar-ı İstanbul, Takvimü’l-kibâr min Mi’yâri’l-ezhâr, Karanfil Risalesi, Revnak-ı Bostan adlı sekiz yazma eserin yanında, yine aynı konuda yazılmış yazmalardan yola çıkarak hazırlanmış çiçek yetiştiriciliği, yazmalarda geçen tüm çiçeklerin listesi, çiçek yetiştiriciliğine ait sözlük ve dizin yer almaktadır.


AJANDA

NERDEN GELDİK BURAYA Yer: SALT Beyoğlu ve SALT Galata Tarih: 3 Eylül – 29 Kasım 2015

12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler ve popüler kültür ögeleri üzerinden Türkiye’nin yakın geçmişini irdeleyen “Nerden Geldik Buraya” sergisi SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da açıldı. Türkiye’de 1980 sonrası askerî vesayetin gölgesinde serbest piyasa ekonomisine geçişin yaşandığı döneme odaklanan Nerden geldik buraya, İstanbul’u merkeze alarak bu süreci reklam filmi, dergi, fotoğraf, video gibi arşiv materyalleri ve sinemadan örneklerle değerlendiriyor. Sergideki sanatçılar Halil Altındere, Serdar Ateşer, Aslı Çavuşoğlu, Barış Doğrusöz, Ayşe Erkmen, Esra Ersen ve Hale Tenger ise, 1980’lere dair işleriyle politik ve kültürel dinamikleri irdelediği görülmektedir.

Sergilenen işlerden en çarpıcılarından biri hiç şüphesiz, 19801993 yıllarını içeren Cağaloğlu basın ve yayın haritası. Detaylı bir çalışmanın ürünü olan bu harita, Türkiye basın tarihinde 1980’lerin sonunda gazete, dergi, yayınevi ve matbaaların Babıâli’deki yerlerini tek tek göstermesi açısından önem arz ediyor. 1980 askerî darbesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler ve popüler kültür ögelerini irdeleyen, bu bağlamda Türkiye’nin yakın geçmişiyle bugünü arasındaki ilişkiyi görünür kılmayı amaçlayan bu sergi, 29 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.

İSTANBUL’UN 100 SÜRELİ YAYINI

Dergiler, İstanbul’un renkli ve zengin kültürünün temel dinamiklerini göstermesi bakımından önemlidir. Çoğunun ömrü kısa olmasına rağmen, etkileri uzun soluklu olmuştur.

Ergun Çınar

Bulletin de Nouvelles’ten Servet-i Fünun’a, Kipseli’den Mecmua-i Fünun’a ve Vakay-ı Tıbbiye, Mümeyiz, Mir’at gibi sayıları 100’ü aşan bu dergiler, İstanbul’un düşünce ve edebiyat dünyasının geniş yelpazesine de işaret eder.

Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2010 127 sayfa

İstanbul’un 100 Süreli Yayını, Türk yayıncılığının kalbi olan İstanbul’da çıkmış ve matbuat tarihine damga vurmuş 100 dergiyi konu alarak İstanbul dergiciliğinin izini başlangıcından günümüze kadar sürmekte ve böylece alanında ciddi bir boşluğu dolduran çalışma niteliği taşımaktadır.





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.