1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 25. Sayı

Page 1

YIL: 2016 SAYI: 25

ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” GÜLSÜM SEZGİN

BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI AYŞEGÜL ÜNAL İNAN

OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY KASIM HIZLI

5




İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SAYI 25 / 2016 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi

Ahmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni

Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma Kurulu

Prof. Dr. İsmail KARA, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü

Fatih YAVAŞ

YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Nurten ŞAFAK TOPCU Editör

Betül EREN Yayın Kurulu

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI Sanat Yönetmeni

Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım

Nazlı ERÇETİN Reklam Koordinatörü

Mustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultursanat.org

YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt

Seçil Ofset (0212 629 06 15) Renk Ayrımı / CTP

Seçil Ofset

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


İÇİNDEKİLER

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ

TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ

Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Nejla KAYA 91

9

İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM

ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI Önder KAYA

Erdem YÜCEL 97

21

FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ

ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME

Alican KÜÇÜKCAN

İrfan DAĞDELEN 10

31

5

TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU

MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ

Burak ÇETİNTAŞ

Dr. Yakup ÖZTÜRK 11 3

41

HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU

ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME Rahşan TEKŞEN

55

8 Abidin DAV’ER

1 13

Kasım HIZLI

3

GALATASARAY İNGİLİZ PROFESYONELLER İLE OYNARKEN 8 NUMARALI GALATASARAYLI BEN NELER DÜŞÜNDÜM?

OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY

12

49

İbrahim Akın KURTOĞLU

İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR STAT

ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET”

Cüneyt MAVİŞ 61

5 13

Gülsüm SEZGİN

OSMANLI’YLA YARIŞ KAZANILMAZ

3 BÜYÜKLERİN 3 MÜZESİ

Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU

Ömer Faruk SALAR 1 14

69

BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI

HATIRALARLA İSTANBUL AHŞAP STADYUM

Ayşegül ÜNAL İNAN

Gavsi BAYRAKTAR 6 14

75

HATIRALARDA ve HATIRATLARDA İSTANBULSPOR

AJANDA

Cem SÖKMEN 0 15

83


Kanuni Sultan Süleyman ve şehzadeler avlanırken (Ârifî - Süleymannâme)


SUNUŞ

Farklı medeniyetlerden izler taşıyan ve zengin bir kültür birikiminin mirasçısı, taşıyıcısı olan İstanbul; spor tarihindeki yeri ile de ayrı bir kıymete sahiptir. Bizans döneminde at yarışları, Osmanlı’da güreş ve cirit müsabakaları, Cumhuriyet devrinde golf ve çim hokeyi yarışmaları gibi daha pek çok spor dalında karşılaşmalara ev sahipliği yapan şehrimiz, her dönemde spor için önemli bir merkez olmuştur. Tarihin farklı dilimlerinde değişik spor dallarına imkân sunan İstanbul için değişmeyen şey ise spor kültürüne yaptığı büyük katkıdır. Göreve geldiğimiz günden itibaren İstanbul halkına spor sevgisi ve bilincini kazandırarak çağdaş ve kaliteli yöntemlerle spor yapma alışkanlığını yaygınlaştırmak için pek çok yeni spor tesisini hizmete açtık. İstanbul’da spor komplekslerinden statlara, kapalı yüzme havuzlarından buz sporları salonuna kadar pek çok tesisi kullanıma sunduk. Spor tesislerimiz ile kentimizi dev bir spor alanına dönüştürdük. Çok güçlü bir spor altyapısı hazırladık ve her yaştan, her kesimden insanımıza nitelikli tesislerde spor yapma imkanı sunduk. Bu çalışmalarımız neticesinde 2012 yılında İstanbul, Avrupa Spor Başkenti oldu. Bu çok önemli bir başarıydı. Zira ülkemiz Avrupa Birliği Üyesi olmamasına rağmen İstanbul’umuz, Avrupa Spor Başkentleri arasına girerek bu alandaki yetkinliğini kanıtlamış oldu. Bu aynı zamanda Sayın Cumhurbaşkanımızın ülkemiz için çizdiği olimpiyat düzenleme hedefine ulaşmak açısından da atılmış önemli bir adımdır. Bu vesile ile elinizdeki derginin şehrimizin spor tarihine ve kültürüne ışık tutacağına inanıyor; çalışmanın hazırlanmasında emeği geçenlere teşekkür ediyorum.



TAKDİM

Medeniyet başkentimiz olan İstanbul, kültür, sanat, ekonomi ve siyasette olduğu kadar sporda da büyük bir merkez olmuştur. Bu tarihi şehirde eski çağlardan bu zamana dek birçok geleneksel ve modern spor dalları temsil edilmiş, spor antrenmanları ve müsabakaları imparatorluk düzeyinde desteklenmiştir. Osmanlı döneminde icra edilen güreş, cirit, avcılık, yüzme, at yarışı, okçuluk, matrakçılık gibi ata sporlarımızın yanı sıra, atletizm, futbol, voleybol, basketbol, tenis, judo, karate ve boks gibi modern sporlar, genellikle İstanbul merkezinde yapılmıştır. Bu anlamda İstanbul’u, spor kültürümüzün kalbi olarak nitelendirirsek yanlış olmaz. Dergimizin 25. sayısında da sizleri İstanbul’un spor tarihi ve kültürüne dair bir yolculuğa çıkarıyoruz. Doğu Roma İstanbul’unda sporun merkezi kabul edilen Hippodrom’u sanat tarihçimiz Erdem Yücel’in kaleminden öğreniyoruz. Sporun İstanbul’daki tarihsel serüvenini anlatan Kemalettin Kuzucu ise, bizlere genel bir bakış açısı sunuyor. Ata sporlarımızdan olan ve Osmanlı döneminde de tüm ihtişamıyla devam eden güreş ve cirit sporları, iki ayrı makale ile inceleniyor. İstanbul’un ilk güreş tekkesi olarak kabul edilen Şuca Tekkesi’ni Rahşan Tekşen’in; Topkapı Sarayı’ndaki cirit müsabakalarının simgesi olan Lahanacılar ve Bamyacılar’ın hikâyesini Gülsüm Sezgin’in kaleminden okuyoruz. Bunların yanı sıra Osmanlı’daki ilginç sporlardan cambazlıkla ilgili Kasım Hızlı’nın yazısı da okuyucularımızın dikkatini hayli çekeceğe benziyor. “Osmanlı Herkülü” olarak da bilinen

Cambazbaşı Çerkez Rıza Bey’in türlü marifetlerle dolu hayatı gerçekten enteresan. Spor deyince futboldan, futbol deyince de üç büyüklerden bahsetmemek olmaz elbette. Alican Küçükcan’ın hazırladığı Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın tarihi serüveni, bol görseller eşliğinde bu sayımızda yer alıyor. Üç büyüklerle ilgili bir başka yazı ise, bu kulüplerin hatıralarını ve koleksiyonlarını barındıran üç müze ile ilgili. Günümüzde büyük bir sektör haline gelen spor neşriyatı, bugünkü yoğunlukta olmasa da bundan yüz yıl öncesinde de mevcuttu. Gazetelerin arka sayfalarında yer alan spor köşeleri, ayrıca müstakil yayınlarla da sporseverlere hitap ediyordu. İrfan Dağdelen’in, Osmanlı Türkçesi’yle basılan spor dergileri konulu yazısı, bizlere o dönemlerdeki spor hayatı hakkında bilgiler sunuyor. Boksta bir dönemler büyük başarı yakalayan, hatta iki kez Avrupa şampiyonu olan Cemal Kamacı ile yaptığımız röportaj, bu sayının söyleşi kısmında yerini alıyor. Hatıralarla İstanbul bölümünde ise emektar yazar Gavsi Bayraktar’ın Ahşap Stadyum isimli yazısı karşılıyor sizi. Bunlarla birlikte, Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk kadın rallicimiz Sâmiye Cahid Hanım, İstanbul liselerinin futbolun gelişmesindeki rolü, Türkiye’de sporun birçok ilkini gerçekleştiren Robert Kolej, Modern Türk Edebiyatında spor kültürü, hatıratlarda İstanbulspor ve İnönü Stadı’nın tarihçesi gibi birbirinden ilginç konular bu sayıda sizlerin dikkatine sunuluyor.

Kültür A.Ş.



İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Roma, Bizans ve Türk devirlerinde on altı asır başkentlik yapmış olan İstanbul siyaset, sanat ve ekonominin yanında sporun da merkezi olmuştur. Geçmişi ilk çağlara dayanan geleneksel sporlarla birlikte, ahalinin kültürel değerleriyle çelişmeyen modern sporlar kentsel ve ülkesel ölçekte toplumu kaynaştırdığı gibi, uluslararası ilişkileri geliştirmenin aracı olarak da kullanılmıştır. Tanzimat’tan sonra İstanbul, birçoğu Avrupa veya Amerika kökenli yeni sporlarla tanışmıştır. Spor olgusu şehre sayısız mekân ve tesis kazandırmıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Roma, Bizans ve Türk devirlerinde on altı asır başkentlik yapmış olan İstanbul siyaset, sanat ve ekonominin yanında sporun da merkezi olmuştur. Geçmişi ilk çağlara dayanan geleneksel sporlarla birlikte, ahalinin kültürel değerleriyle çelişmeyen modern sporlar kentsel ve ülkesel ölçekte toplumu kaynaştırdığı gibi, uluslararası ilişkileri geliştirmenin aracı olarak da kullanılmıştır. Tanzimat’tan sonra İstanbul, birçoğu Avrupa veya Amerika kökenli yeni sporlarla tanışmıştır. Spor olgusu şehre sayısız mekân ve tesis kazandırmıştır. Roma devrinde güreş, okçuluk, boks, koşu ve diğer atletik sporlarla çeşitli top oyunlarının yaygın biçimde oynandığı bilinmektedir. Bunlar kutsal bayramlara ve özel günlere özgü eğlenceler kapsamında düzenlendiği gibi, zinde kalmak amacıyla da oynanmıştır. İmparatorluğun 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma’nın başkenti haline gelen İstanbul’da eski sporlar büyük ölçüde devam ettirilirken, komşu Türklerin ve Perslerin birtakım oyunları da şehir kültürüne girmiştir. Bizans döneminin en eski oyunlarından birisi gladyatör dövüşleridir. Genellikle savaş esirleriyle kölelerin icra ettikleri dövüşler, halkı askerliğe ısındırmak ve savaşlara hazırlamak amacıyla yapılırdı. Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden I. Theodosius (379-395) bütün pagan kulüplerini kaldırdığı gibi gladyatör dövüşlerini de yasaklamıştır. Merkezi Olimpia (Atina)’da bulunan ve M.Ö. 776’dan beri yapılmakta olan geleneksel Olimpiyat Oyunları, Doğu Roma’nın ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmasından sonra İstanbul’da bir süre daha yaşatılmış, ancak şekil ve içeriğinde Hıristiyanlık düşüncesine uygun düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin Zeus için dizilen övgülerin yerini, Hazreti İsa’ya duaların edildiği seremoniler almıştır Bizans döneminin gözde sporlarından birisi araba yarışlarıydı. Bu oyun baş10

Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Mustafa, Mehmet ve Selim’in sünnet düğününde at koşularının yapılması. (Hünernâme)

langıçta asker kökenli yarışçılar tarafından icra edilirken zamanla toplumun bütün kesimlerine yayılarak bir mesleğe dönüşmüştür. Araba yarışları Hipodrom’da yapılmaktaydı. Meydanın orta kısımda, ‘spina’ adı verilen duvar ile çevrelenmiş ve Yılanlı Sütun ile Dikilitaş’ı içerisine alan bölüm yer almakta, bunun etrafında ise yan yana dört arabanın geçebileceği ge-

nişlikte yarış pisti bulunmaktaydı. İlk zamanlarda Kırmızı ve Beyaz olmak üzere iki grup vardı, daha sonra Maviler ve Yeşillerin eklenmesiyle takım sayısı dörde çıkmış; ilerleyen dönemlerde Kırmızılar Yeşillere, Beyazlar da Mavilere katılınca yarışlar bu iki grup arasında geçmiştir. Arabalardan her biri dört at tarafından çekilir, atlar spinanın çevresinde yıldırım hızıyla ko-


İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

şarlardı. Her yarışmacı saat yönünün tersine olarak, yedi büyük gezegeni temsilen parkurda yedi tur atmak zorundaydı. Bir sehpanın üzerine, bütün seyircilerin görebileceği şekilde yedi tane devekuşu yumurtası konur, etabı tamamlayan yarışmacı yumurtalardan birini alırdı. İmparatorlar ve yakınları yarışı, ‘cathisma’ adı verilen locada seyrederlerdi. Galip gelenlere büyük ödüller verilir, bazılarının spina içerisine heykelleri dikilirdi. Araba yarışları, Hipodrom’un içerisindeki anıtlar ve diğer yapılarla birlikte tahrip edildiği 1204’teki Latin istilasına kadar sürmüş, bu tarihten sonra yapılmamıştır. Bizans İstanbul’undaki spor dallarından birisi de, at üstünde bulunan ve her biri dört ya da altı kişiden oluşan iki takım arasında oynanan ‘polo’dur. Yarışçılar elma büyüklüğündeki deri topu rakip takımın kalesine göndermeye çalışırdı. Polo için Büyük Saray’ın yanında bir stadyum inşa edilmişti. Bizans döneminde güreş,

Trakya süvarisi betimli mezar taşı.

okçuluk, cirit, disk ve gülle atma, uzun atlama ve koşu sporları da yapılmaktaydı. Türk ciridini hatırlatan ve iki grup arasında mızraklar yardımıyla yapılan tornemen ile, teke tek yapılan dzustra oyunları da dövüş sporları kapsamında değerlendirilebilir. İslamî Türk İstanbul’unda düşüncenin mubah gördüğü çerçevede yürütülen ata sporlarının icrasında Oğuz töresinin izleri görülür. Savaş eğitimi olarak kabul edilen geleneksel sporlar, bilimsel

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ve çağdaş yeniliklerin ışığında geliştirilerek barış zamanlarının eğlence etkinlikleri kapsamına sokulmuştur. Türk kültüründeki geçmişi tarih öncesi devirlere dayanan ve Hazret-i Muhammed’in de teşvik ettiği okçuluk, eğlenceli savaş talimlerinin en önemli dallarından birisiydi. Okçulukla uğraşmak isteyenler Okçular Tekkesi’nden ‘kabze’ denilen icazet almak zorunda idiler. Bunun için adayın okunu en az 900 “gez” (1 gez = 66 cm) ileriye düşürmesi gerekiyordu. Yani 594 metreden düşük atış yapan başarısız sayılır, padişah dahi olsa kendisine kabze verilmezdi. Okçuluğun en yaygın türleri, ‘menzil’ adı verilen uzun mesafe atışları ile ‘puta’ denilen hedefe atış türü idi. Menzil atışlarında okunu en uzağa düşüren kazanır, rekor kıran atıcı adına “menzil taşı” dikilirdi. En büyük rekor, 1.281,5 gez atışıyla, II. Bayezid, Yavuz ve Kanuni dönemi okçularından Tozkoparan İskender’e aittir. Puta atışında ise nişangâh olarak ‘ayna’ denilen küçük madenî levhalar

III. Selim huzurunda tomak oyunu oynanması. (D’Ohsson)

11


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Talimli Osmanlı tüfekçileri Leh ordusu

ile savaşırken (Nâdirî - Şehname)

ve sert ağaç kütükleri ile içerisine pamuk çekirdeği ve talaş doldurulmuş armut biçimindeki yassı bir torba olan puta kullanılırdı. Okun ucundaki temrenin ağırlığı nedeniyle pek uzağa gidemediğinden, puta atışları yakın mesafelere yapılırdı. Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte unutulmaya yüz tutan okçuluk sporu, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle ihya edilmiş, Beyoğlu Halkevi bünyesinde Ok Spor Kurumu kurulmuştur. Ata sporlarından güreş, masrafsız oluşu ve her zaman yapılabilmesi yönüyle bir halk sporu olarak temayüz etmiştir. Taşrada kendisini kanıtlayan güreşçiler İstanbul’a giderlerdi. Saray içinde ve dışında yapılmasına göre iki türlü güreş vardı. Sarayda yapılanlara ‘huzur güreşleri’ adı verilirdi. Karakucak ise, Oğuzlardan Osmanlı’ya kadar bütün Türk coğrafyalarında hâkim olan çayır güreşidir. Bunun yağ sürülerek yapılanına yağlı güreş denmiştir. Vücudun kayganlığından dolayı pehlivanların birbirlerini devirmeleri uzun sürdüğünden izleyiciler yağlı güreşten büyük keyif alırlardı. Ramazan’da teravih namazından sonra düzenlenen güreş müsabakalarının adresi Kasımpaşa, Göksu, Baruthane Çayırı, Şehzadebaşı ve özellikle Ramazan eğlence-

lerinin merkezi olan Direklerarası idi. Yurdun dört tarafından akın eden pehlivanların ter döktüğü Ramazan güreşleri 1912 yılına kadar yapılmış, 1913’te ise minder üzerinde yapılan serbest güreş türü başlamıştır. Eski sporlardan avcılıkla ilgili özel kurallar benimsenmişti. Ok veya ucu demirli mızrakla veyahut da bu iş için eğitilmiş köpek, leopar, atmaca, şahin ve benzeri hayvanlarla yapılan avcılıkta, atış yapılmadan ya da hayvanlar salınmadan önce Allah’ın adının anılması şarttı. Padişahların avcılığa ilgileri neticesinde sarayda bununla ilgili bir kuruluş ortaya çıkmış ve şahin, doğan ve atmaca gibi avcı kuşları beslemek, eğitmek ve av sırasında padişaha refakat etmek üzere Şikar Halkı denilen bir sınıf doğmuştur. Askerlik ve spor kültüründe derin izler bırakan avcılık sporuyla ilgili terimler Türk edebiyatında metafor olarak yaygın biçimde işlenmiştir. Gözleri/bakışı oka, kirpikleri yaya, gamze ve benleri tuzağa benzetilen sevgilinin kendisi de avcı olarak takdim edilmiştir. At yarışları düğünlerin ve şenliklerin başlıca eğlencelerinden birisiydi. Yarışlar uzun mesafe koşuları şeklinde yapılırdı. Düğünlerde ve elçiler onuruna düzenlenen

şölenlerde at yarışı yaptırılmasına II. Mahmud devrinde son verilmiştir. Günümüzdeki anlayışa uygun at yarışları Abdülaziz devrinde 1864’te başlamıştır. II. Abdülhamid döneminde önemini kaybetmiş, Meşrutiyet’in ilanından sonra, Mahmud Şevket Paşa’nın girişimiyle daha profesyonel biçimde yeniden canlandırılmıştır. At yarışları İstanbul’un sosyal hayatına yeni bir incelik katmış, önemli kişileri bir araya getirirken, kadınların da keyifle izledikleri bir etkinlik olmuştur. Sipahi Ocağı, İstanbul’un işgaline kadar düzenli biçimde at yarışları tertip etmiş, birkaç yıllık duraklama devresinden sonra Akif Bey’in 1924 yılında ocağı yeniden faaliyete geçirmesiyle Veliefendi yarışları tekrar başlamıştır. At üzerinde birtakım cambazlıklar sergileyen hünerli binicilerin yaptıkları cündîlik (binicilik), daha ziyade düğün, sünnet ve doğum şenlikleri ile açılış törenlerinde icra edilen bir spordu. Cündîler ata binme ve dizgin tutma derslerini aldıktan sonra, at üzerindeyken ok atmayı ve sırığın tepesine bağlanmış kabağı okla vurmayı öğrenirdi. Cündîlerin oynadıkları spor türlerinden birisi de atlı cirittir. Savaş talimi olduğu için cirit oynarken ölenler şehit sayılırdı. Padişahlar yabancı konuklarına bu sporu gururla seyrettirirlerdi. Saray içindeki cirit müsabakaları Bamyacılar ve Lahanacılar diye adlandırılan iki takım arasında geçerdi. Bizans döneminin araba yarışSultan III. Selim’in Teşvikiye Camii bahçesindeki nişan taşı

12


İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Matrakçıların 1582 şenliğindeki gösterileri ( İntizâmi)

larını hatırlatan bu oyunda Bamyacılar kırmızı, Lahanacılar yeşil kadife giysileriyle tam bir takım havasına bürünürlerdi. Evliya Çelebi de cirit sevdalısıydı, bu yüzden ön dişlerinin tamamını kaybetmişti. Cirit sporu II. Mahmud zamanına kadar düzenli olarak yapılmış, yeniçeri teşkilatının lağvından sonra cündîlik gibi bu da kaldırılmıştır. Atıcılık sporlarından en eskisi lobut atmadır. Lobut, 4-5 santimetre kalınlığında, 85-90 santimetre uzunluğundaki kabuğu soyulmuş meşe değneğidir. Hedefe saplanması için bunun uç kısmı altı köşeli olarak sivriltilirdi ve bu şeklinden dolayı ‘kalemli’ de denirdi. II. Mahmud’un ciridi yasaklamasından sonra önem kazanan lobut sporunda karşılıklı iki yüksek ağacın tepesine ip çekilir, at üzerindeki yarışçılar lobutları iki minare boyu yüksekliğindeki ipin üzerinden aşırmaya çalışırdı. Bunu başaran sporcuya, çok değerli kumaşlarla donatılmış Arap atı hediye edilirdi. Tüfeğin icadından sonra tüfek atıcılığı ortaya çıkmıştır. Tüfek atışı iki türlü atış olup, birincisi uzak hedefin vurulması; ikincisi, birden fazla atıcının kendi aralarında yarışması şeklindeydi. Hedef olarak, su testileri veya Frenk altınları kullanılırdı. Okçulukta olduğu gibi, tüfek sporunda da rekor kıranlar için menzil taşları dikilirdi. 1826’dan sonra önemini yitiren atıcılık, 1940’lara

doğru yeniden gelişmeye başlamış, 1945’te federasyonun kurulmasının ardından, Türk atıcılar uluslararası yarışmalara katılmışlardır. Osmanlı dönemi dövüş sporlarının başında matrak gelmektedir. Adını, üzerine post sarılmış, başı yuvarlakça kalın bir değnek olan nesneden alan matrak oyununun mucidi, Kanuni döneminde yaşamış hattat, matematikçi, coğrafyacı, ressam ve silahşor yönleri de bulunan Nasûh’tur. Matrak iki kişi arasında oynanırdı. Rakiplerin her birinin sağ elinde matrak, sol elinde kalkan görevi yapan yuvarlak bir yastık bulunur, başlarına miğfer giyerlerdi. Oyunda hedef, matrağı rakibin kafasına vurmak, bunun yanında, gelecek atakları karşılamak olduğundan, matrakçıların hem saldırma, hem de savunma becerilerini göstermeleri esastı. Uzakdoğu’nun

savunma sporlarını andıran matrakta amaç rakibi yenmek değil, birtakım sanatsal figürler sunarak seyircileri eğlendirmekti. Bir başka dövüş sporu, 1730’dan sonra oynanmaya başlayan tomaktır. Oyunun en önemli malzemesi, içi kar keçesiyle doldurulmuş yumruk büyüklüğündeki meşin toptu. Tomak adı verilen bu top 70-80 santimetre uzunluğundaki bir ipe bağlanırdı. Oyun, altışar kişiden oluşan iki takım arasında geçerdi. Sporcular ellerindeki tomakların top kısmını rakibin sırtına vurmaya çalışırlar; rakipleri ise kollarıyla savunma yaparlardı. Sırtına topu yiyen, oyun dışı kalırdı. Oyuncuların başarısı atak ve savunma esnasındaki atikliklerine göre saptanırdı. Su sporlarının başında yüzme gelmektedir. Okçularla ilgili nizamna-

Kağıthane harasında yetiştirilen

cins atlar. (Yıldız Arşivi)

13


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Büyükdere’de yüzme müsabakası,, 1933 (Faik Şenol arşivi)

mede, iyi bir kemankeşin aynı zamanda ata binmeyi ve yüzmeyi de öğrenmesi gerektiği vurgulanmıştı. Bu uyarı, Hazret-i Muhammed’in “Çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı öğretiniz” hadîsine de uygun düşmekteydi. Evliya Çelebi’nin, Kağıthane şenliklerinde yüzme yarışlarının yapıldığını belirtmesine bakılırsa, bu sporun 17. yüzyılın başında yapıldığı anlaşılır. Kumkapı ve Salacak sahillerinde deniz banyosu yapan İstanbullular bazen bunu yarış havasına sokaklardı. Yüzme yarışları leventler arasında da yaygındı. II. Mahmud döneminde deniz hamamı (plaj) anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte yüzme sporu daha sistemli hale gelmiştir. Kayık sporunun geçmişi III. Murad (1574-1595) devrine uzanmaktadır. Ahırkapı iskelesi yakınında denize bakan surların üzerine inşa ettirilen kasrın açılışı için düzenlenen 1591’deki şenlikler kapsamında kayık yarışları yapılmıştı. Sultan Abdülaziz, 1862 yazında Büyükdere’de kayık yarışı düzenletmiş, sekiz dalda yapılan yarışlara kotralar, yelkenli sandallar, piyade kayıkları, dört ve altı kürekli sandallar ve pazar kayıkları katılmıştı. 19. yüzyılda Beykoz, Kadıköy ve Moda sahillerinde kürek yarışları yapılmaktaydı. Balkan savaşlarından sonraki barış sürecini desteklemek amacıyla 1913 yılında Donama Cemiyeti’nce Moda Koyu’nda düzenlenen kürek yarışlarına Fransız, İtalyan, Alman ve Amerikan filikaları

14

katılmıştı. Yarışlara Türk kulüpleri katılmamıştı, ama Galatasaray ve İstanbul sultanileri öğrencileri yabancılardan aldıkları teknelerle yarışmışlardı. Yarışları Sultan Mehmed Reşad da seyretmişti. İmparatorluğun dağılmasıyla birlikte kürek de gerilemiş, ancak 1921 yılında Stockholm sefiri Asım Turgut Bey’in 12 yaşındaki oğlu Demir Turgut’un, Atter-Sea yarışlarında gençler kategorisinde birinci gelmesi Türk sporu adına büyük bir gurur yaşatmıştır. Yelken, İngilizlerin Balkan savaşlarından sonra Moda, Büyükada ve Bakırköy’de yelken kulüpleri kurmasıyla başlamış, 1913 yılında ilk yarış düzenlenmiştir. İlk resmî yelken yarışması ise 1932’de yapılmıştır. 1936’da Türkiye’yi ziyaret eden İngiltere Kralı VIII. Edward onuruna Moda Koyu’nda düzenlenen su sporları ve yelken yarışlarını adı geçen kral ile Mustafa Kemal birlikte seyretmişlerdir. İkinci Meşrutiyet’ten sonra başlayan sutopu imparatorluk döneminde fazla rağbet görmemiş, ancak 1930’larda hareketlenebilmiştir. Modern su sporlarından kano ve offshore dar bir çevrede tutunmalarına rağmen, göz dolduran sporlar arasına girmeyi başarmışlardır. Atletizm sporları 1890’larda girmekle birlikte, İstanbul’da bu alanda yarışmalar tertip edilmesi Meşrutiyet’in ilanından sonradır. Bunda Mekteb-i Sultanî muallimleri ile Selim Sırrı ve Rıza Tevfik beylerin rolleri büyüktür. 1909


İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

yılında Adana ve Halep’te meydana gelen Ermeni saldırılarında zarar gören Türk ve Ermenilere yardım amacıyla düzenlenen programda konserin ardından atletizm ve jimnastik gösterileri yapılmıştır. Atletizm asıl Cumhuriyet devrinde gelişmiştir. Türk okullarında 1835’ten itibaren riyaziyat-ı bedeniye ( jimnastik) dersi okutulmaya başlanmış, 1877’de ise idadilere jimnastik ve eskrim dersleri konmuştur. Jimnastiğin gelişmesinde, II. Abdülhamid döneminde iyi ilişkiler içerisinde bulunduğumuz Almanya’dan gelen jimnastik grubunun payı büyüktür. Almanlar jimnastiğin bazı dallarını tanıtmışlar, askerî okullarda jimnastikhaneler açılmıştır. 1896’da Rumlar tarafından Tatavla Heraklis Jimnastik Kulübü’nün kurulması, Türkiye’de atletizmin gerçek anlamda başlangıcı kabul edilir. 1903 yılında Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü’nün kurulması, Fenerbahçe’nin 1914’te jimnastikle ilgilenmesi gözde jimnastikçilerin yetişmesini sağlamıştır.

Terbiye-i Bede yaparken

viy ye mek tebi

talebeleri eskr

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ismi verilen kulübün forması kırmızı-beyaz, çorapları ise siyahtı. Bunun haberi Yıldız’a ulaşınca padişah gençlerin her birini farklı bölgelere sürdürür. Sürgünden bir şekilde kurtulan Fuad Hüsnü, İngilizlerin Moda Kulübü’ne girer. Jurnalcilere yakalanmamak için yıllarca Bobby adıyla forvet oynar. 1902’de İngilizler ile birkaç Rum tarafından Kadıköy Futbol Kulübü kurulur. Aralarında anlaşmazlık çıkınca İngilizler bunlardan ayrılarak, 1903’te Moda Kulübü’nü kurarlar. 1904’te Rumların Elpis, İngiliz sefareti personelinin Imogene futbol kulüpleri ortaya çıkar. 19041905 sezonunda Constantinople Football Association League gerçekleştirilir ve ilk şampiyonluğu Imogene kazanır. Nihayet Ali Sami önderliğinde bir grup Mekteb-i Sultâni öğrencisi Ekim 1905’te Galatasaray Kulübü’nü kurarlar. İstanbul ligine katılan ikinci Türk takımı 1907’de kurulan Fenerbahçe’dir. Bunlara sırasıyla 1907’de Üsküdar’da Anadolu; 1908’de Beykoz ve Vefa, 1909’da Terakki, 1910’da Altınörs, 1911’de Beylerbeyi ve Süleymaniye kulüpleri eklenir. Beşiktaş 1903’te kurulmasına rağmen, futbol dalına kavuşması 1911’i bulmuştur. 1912’den itibaren Hilal Gençlik, Telefoncular, Anadoluhisarı, Maccabi, Darüşşafaka, Eyüpspor, Feriköy, İttihad, Topkapı ve Kasımpaşa kulüpleri doğmuştur. Cumhuriyet döneminde bunlara yenileri eklenmiştir. Sultanahmed Sanat Okulu öğrencilerinin kurdukları Altınörs ve Sanatkarân Gücü 1913 yılında birleşerek Turan Sanatkarân Gücü adını almıştır. Cuma Ligi’nde yedi yıl oynayan bu takımın oyuncuları Milli Mücadele’nin başlamasıyla Anadolu’ya gitmişler, bazıları cephede şehit düşmüş, gazileri ise ilerleyen yıllarda Ankaragücü’nü kurmuşlardır. Fenerbahçe 1922 yılında işgal kuvvetleri başkomutanı General Harrington adına düzenlenen maçta İngiliz takımını yenerek Türk milletine büyük bir gurur yaşatmıştır.

im talimi

Avrupaî sporlardan futbol Türkiye’de ilk defa 1870’lerde Selanik ve İzmir’de oynanmış, bunu İzmir’e tanıtan James Lafontaine’in 1889’da İstanbul’a yerleşmesiyle birlikte buraya taşınmıştır. İngilizler ile Kadıköylü Rumlar ve Ermeniler Moda çayırında futbol müsabakaları düzenlerken, Türk gençleri futbolun İslamî düşünceye ters düşmesi ve oynayanların Abdülhamid’e jurnallenmesi yüzünden yıllarca gizlice oynamışlardır. Buna rağmen Fuad Hüsnü ve Reşad Danyal’ın başını çektiği bir grup Türk, 1901 yılında Kadıköy’de ilk futbol takımını kurdular. Hafiyelere yakalanmamak için İngilizce Black Stocking Football Club

1930’lu yıllarda Ak

şam gazetesi tar

afından düzenlen

en koşulardan bir

kare (Faik Şenol

arşivi)

15


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Amerika kökenli voleybol ve basketbol sporlarının İstanbul’a girişi, misyoner faaliyetleri kapsamında 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulan Young Men’s Christian Association’ın Türkiye sorumlusu Doktor Deaver’in Selim Sırrı Bey’le yakınlaşmasının ürünüdür. Ancak bunların geniş kitlelere yayılması Cumhuriyet devrindedir. İlk dönemlerde voleybol liginde Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Pera, St. Benoit, Vefa, Yeni Yıldız, Etoile ve Amerikan kulüpleri mücadele etmekteydi. Cumhuriyet arefesindeki basketbol takımları Galatasaray, Nişantaşı ve Fenerbahçe’nin dışında azınlıklara ait Kurtuluş, Pera, Maccabi ve Protkeba ile İtalyanların Kartal kulüpleri ile sınırlıydı. Fethin 500. yıldönümü münasebetiyle İstanbul, 1950’li yıllarda dört yıl süreyle Enternasyonal Basketbol Turnuvası’na ev sahipliği yapmıştır. Türkiye’de 1923’te okullarda oynanmaya başlayan hentbol ise bazı kulüplerin ilgi duymasıyla 1930’larda okul dışına çıkma imkânı bulmuştur. Tanzimat döneminde Moda ve Bebek dolaylarında yapılan kortlarda ailelerarası müsabakalar şeklinde başlayan tenis, daha sonra Tokatlıyan Oteli’nin Tarabya’daki yazlığının bahçesinde kurulan profesyonel kortta oynanmış; Kadıköy, Bebek, Osmanbey ve Taksim tenis kulüplerinin ardından Fenerbahçe’nin 1914’de takımını kurması, bu sporu hareketlendirmiştir. İşgal yıllarında Türk tenisçilerle yabancı rakipleri arasında iddialı tenis maçları yapılmış-

16

tır. Tenis, Eskrim ve Dağcılık Kulübü’nün tenisi himayesine almasından sonra İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası geleneksellik kazanmıştır. Masatenisi de 1929 yılında Robert Koleji’nde oynanmış, bir yıl sonra Altınordu Kulübü tenis turnuvası düzenlemiş, 1948-49 sezonunda ilk resmî İstanbul Masatenisi Şampiyonası düzenlenmiştir. Bisikletin İstanbul’a girmesinden sekiz yıl sonra 1893’te Tepebaşı Bahçesi’nde yarışlara başlanmış, ancak sonradan bunun bahis ve kumar malzemesi haline gelmesi üzerine yasaklanmıştır. 1910’ların başında Fenerbahçe ile Galatasaray’ın kapılarını bu spora açmasıyla yarışlar yeniden başlamıştır. Bisikletin asıl gelişimi 1926’dan sonradır. Motosiklete gelince, 1930’lu yıllarda Veliefendi’de düzenlenen yarışlar pek ilgi çekmezken, 1967’de İstinye’de yapılan Balkan ülkeleri müsabakasına Türk motosikletçi katılmamıştır. Motosiklet sporu ancak İstanbul’daki potansiyeli keşfeden Jawa firmasının teşviki ve motosiklet sporunun öncülerinden Süleyman Yelkenkaya ile Cahit Görgüler’in fedakârlıklarıyla İstanbul Motokros İhtisas Kulübü’nün kurulmasından sonra canlanmıştır. İmparatorluğun son yıllarında İstanbul’daki sayısı bini aşan otomobilin spora dönüşmesi ise 1923’te Türk Seyyahîn Cemiyeti’nin kurulmasıyla olmuştur. Adı sonradan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu olarak değiştirilen kurum, otomobil sporunun gelişmesine önayak olmuş, 1927 yılında Bakırköy’de ilk yarışlar düzenlenmiştir.

1930’lu yıllarda Taksim Stadyumu’nda düzenlenen futbol müsabakaları (Faik Şenol arşivi)


İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Boks 1910’lu yıllarda başlamış, Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin temsilcileriyle Türk gençlerinin arasındaki mücadelelerin hırsa dönüşmesi, bu spora ilgiyi arttırmıştır. Boksu sevdirenlerin başında, işgalci devletlerin boksörlerini defalarca yenen İngiliz Kemal lakaplı Türk casusu Esat (Tomruk) ile askerî tıp öğrencisi Yavuz İsmet (Uluğ) gelir. Eskrim ise Muallim Hüsnü’nün kişisel gayretinin ürünüdür. Hüsnü Bey birikimini öğrencilere aktarmış, onun yetiştirdiği ilk Türk eskrimcileri 1903’te II. Abdülhamid’in huzurunda İtalyan eskrimcilerle karşılaşmışlardı. Padişah, tecrübeli İtalyanları yenen gençleri İstanbul’da bayan tenis müsabakaları, 1933 (Faik Şenol arşivi) ödüllendirirken, eskrimin bütün askerî okulların öğretim programı içine alınmasını en geç giren sporlardan birisi buz sporlarıdır. 1989 yılında istemiştir. Halter eğitimini Mekteb-i Sultanî spor hocası Boğaziçi Patinaj Tesisleri’nde ilk buz pateni yarışması düMoiroux başlatmıştır. İlk Türk halterci olarak bilinen Ali zenlenmiş, Artistik patinajın ardından buz hokeyi başlaFâik bunun öğrencisidir. Haltere kapılarını açan ilk kulüp mıştır. Badminton ve triatlon sporları ise gelişme aşamaise Beşiktaş’tır. Daha doğrusu bu kulübü kuranlar, aynı zasındadır. manda haltere gönül veren kişilerdi. Fenerbahçe’nin 1925 yılında halter dalını kurması bunun gelişmesine hizmet etİktidar ve Spor miştir. Golf daha ziyade elçilik personeli ile yabancılar araBaşta VIII. Konstantinus olmak üzere Bizans imparatorları sında görülmesine rağmen, 1895 yılında kurulan İstanbul araba yarışlarına gönül vermişler ve diğer yarışmacılarla Golf Kulübü, spor tarihimizin ilk organize teşekkülü kabul aynı koşullarda yarışlara katılmışlardır. Osmanlı padişahedilmektedir. Okmeydanı’nda 12 çukurlu golf sahası yalarının çoğu geleneksel sporlarda uzmanlaşmış iken, bazı pılmıştı. Kulübün kapanması üzerine gözden düşen golf, padişahlar da sporcuları ödüllendirmek ve spor tesisi yap1923’te İngiltere ve ABD başkonsoloslarının girişimiyle tırmak suretiyle spor kültürünün oluşmasına hizmet etkulübün faaliyete geçirilmesiyle yeniden kurulmuş, ancak mişlerdir. Örneğin Yıldırım Bayezid, Emir Süleyman, I. Mubu spor geniş kitlelere yayılamamıştır. Hokey de II. Meşrurad, II. Murad, II. Bayezid ve II. Mustafa av tutkunu idiler. tiyet’in ilanından sonra başlamıştır. IV. Mehmed ise ‘Avcı’ lakabıyla anılmıştır. Güreşin İstanUzakdoğu sporları askerî okullarda öğretilmeye başlamışbul’da yerleşmesinde Saray’ın rolü büyüktür. Çelebi Mehtır. Türklerin aba güreşinin farklı bir biçimi olan judonun med, II. Murad ve Şehzade Cem güreş tutmuşlar, II. Basistemli olarak girişi 1960’ları bulmuş, 1966’da Judo Fedeyezid ise komşu ülkelerden getirdiği güreşçileri ‘cemaat-i rasyonu’nun kurulmasıyla askerî çevrelerden halka doğru küştigîrân’ adıyla bölük halinde teşkilatlandırmıştır. Güreşi genişlemiştir. Bu sırada tekvando ve karate sporlarının da ve güreşçileri korumak amacıyla pehlivan tekkeleri kurulhızla yayılması, judonun gerilemesine yol açtı. 1980’li yılmuştur. Bunların en şöhretlileri Küçükpazar’daki Peklivan larda judo, bayanların ilgisine mazhar oldu. Tekvandoyu, Şücâ‘ ile Zeyrek Yokuşu ayağındaki Pehlivan Demir tekke1964 yılında Türkiye’ye gelen bir grup Koreli tanıtmış, aşırı leri idi. Güreşçiler bölüğü, 19. yüzyıla kadar sarayda varbir hızla yaygınlaşınca 1981’de Tekvando Federasyonu kulığını sürdürmüş, ancak II. Mahmud’un tasarruf tedbirleri rulmuştur. 1985’te Avrupa Karate Şampiyonası İstanbul’da kapsamında saraydan çıkarılmışlardır. Sultan Abdülaziz yapılmıştır. İşgal yıllarında başta İngilizler olmak üzere İtiAnadolu’dan ve Rumeli’den gelen güreşçilerden bazılarını laf devletleri askerlerinin oynadıkları kriket ve ragbi gibi saraya almıştır. Yurt dışı gezisine çıkan ilk padişah olan oyunlar işgalciler çekilince sönüp gittiğinden uzun ömürAbdülaziz’in maiyeti arasında dönemin iki ünlü güreşçisi lü olmamışlardır. İkliminin özelliğinden dolayı İstanbul’a de bulunmaktaydı. II. Abdülhamid sarayda güreşçi bulun17


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

Alman araştırmacı Hans Löwenklaw anlatıyor: “Bir sipahi de beyaz atı alabildiğine sürerken üç-dört, hatta daha çok defa sağ ayağı ile yere değdi ve yeniden eyere yerleşti. Eyerin üstünde, omuzları eyerde, ayakları havada olarak durdu. Bütün bunları at koşarken yapıyordu. Sonra atına dans ettirdi, diz çöktürdü, kendisi ile birlikte yere yatırdı, yine ayağa kaldırdı, yine yatırdı. Böylece yatarken hayvanı yıkadı, tımar etti, nalını söktü, yeniden nalladı.

Takımlarını çıkardı ve yeniden eyeriyle koşumunu taktı. Hayvanın üzerinde yürüdü, durdu. Atın üzerine koyduğu yuvarlak kalkanı okuyla vurdu. Hayvan bu sırada ölüymüş gibi hiç kıpırdamıyordu. Ama ayağa kalkınca bütün bunlar olmamış gibi gayet emin ve hareketliydi.”

durulmasına izin vermemiş, fakat uluslararası turnuvalarda başarı kazanan güreşçileri ödüllendirmiştir.

zerek değerlendirmiştir. İstanbul’un spor tarihinde 1826 yılı dönüm noktası teşkil eder. Bu tarihten sonraki reform sürecinde harcamaları azaltmak düşüncesiyle sporların bir kısmı yasaklanırken, bir kısmı da devlet himayesini kaybettiği için gözden düşmüştür. Spor hareketliliği açısından Cumhuriyet dönemi daha verimlidir. Bunda Halkevleri gibi sivil toplum kuruluşlarının rolü büyüktür.

Padişahlar, inşa ettirdikleri her sarayın içine veya yakınına mutlaka bir cirit sahası yaptırmışlardır. Lahanacılarla Bamyacıların oldukça çekişmeli geçen karşılaşmalarını izleyen padişahlar iki takımdan birinin taraftarı idiler. Örneğin III. Selim Lahanacı, II. Mahmud Bamyacı idi. Sultan II. Osman ve Sultan İbrahim binicilik ve cirit sporlarında ustalık kazanmışlardı. Sultan Abdülaziz güreşe ve güreşçilere önem verdiği gibi bugünkü anlamda at yarışlarını da başlatan padişahtır. Okçulukla uğraşan padişahlar içerisinde en mahiri 1.225 gez mesafeye atış yaparak ismini 17. sıraya yazdıran II. Mahmud’dur. Mimarîde, eğitimde ve iktisatta millîleşme politikası izleyen İttihad ve Terakki yönetimi iktidarında, imparatorluğu tehdit eden büyük savaşlara rağmen bazı spor etkinliklerinde hareketlilik görülür. Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın, 1911 yılında Bakırköy’de Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu’nu kurmasıyla, modern biniciliğe geçişin ilk adımı atılmıştır. Ancak okul hedefine ulaşamadan, Balkan savaşlarının başlamasıyla birlikte kapandı. Binicilik sporu 1913’te Harbiye Nazırı Enver Paşa ve arkadaşlarının Sipahi Ocağı’nı kurmalarıyla yeniden canlandı. Avrupa’daki jokey kulüplerinin çalışma sistemini benimseyen Sipahi Ocağı, 1916 ilkbaharında ilk yarışlarını düzenledi. Cumhuriyet döneminde binicilik sporunu Süvari Mektebi üstlenmiş ve 1950’lerin sonuna kadar yürütmüştür. İttihad ve Terakki yönetimi at yarışlarını teşvik etmiş, Balkan Savaşlarına rağmen düzenlenen yarışları, Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi, şehzadeler, sadrazam ve nazırlar ile büyük bir halk kitlesi takip etmiştir. III. Mustafa dönemi şeyhülislamı Veliyüddin Efendi’nin bağışladığı Veliefendi Çayırı’nın bir kenarına Enver Paşa 1911 yılında ahşap tribün yaptırmıştır. Padişahlardan IV. Murad, IV. Mehmed ve III. Ahmed ile Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa tüfek atıcılığında mahir idiler. III. Selim köşkün yakınında bir atış poligonu yaptırmış, halefi II. Mahmud devrinde tüfek atıcılığı en parlak devrini yaşamıştır. Kendisi de iyi bir yüzücü olan Barboros Hayreddin Paşa, leventlerin boş zamanlarını yü-

18

(Nurhan Atasoy, 1582 Surnâme-i Hümayun: Düğün Kitabı, İstanbul 1997, s. 42-43).

Spor Mekânları ve Tesisleri Fatih Sultan Mehmed’in bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin yerinde yaptırdığı Eski Saray’ın bahçesi spor faaliyetleri için kullanılmıştır. Padişahın 1478’de inşa ettirdiği Yeni (Topkapı) Saray’da ise Ağa Bahçesi Meydanı, Gülhane Meydanı, Gülhane Kasrı önündeki Kabak Meydanı, Yalı Köşkü Meydanı ve Kıztaşı Meydanı gibi alanlarda spor yapılmıştır. Bizans’tan kalan Hipodrom’a dokunulmayarak atlı sporların yapılmasına elverişli biçimde düzenlemiş, adı da Atmeydanı olarak değiştirilmiştir. Yeniçeriler, sipahiler, saray ve sadrazam cündîleri burayı eğitim alanı olarak kullanmışlar; gençler ve çocuklar ata binmeyi, ok atmayı ve cirit oynamayı burada görüp öğrenmişlerdir. At yarışları Kadıköy’deki Uzunçayır ile Bakırköy’deki Veliefendi Çayırı’nda düzenlenmekte idi. Sarayın dışında öne çıkan spor mekânları ise, Kasımpaşa’daki Okmeydanı, Üsküdar’daki Kavak Sarayı Bahçesi, Kağıthane’deki Sadabad Kasrı, Beykoz’daki Tokat Bahçesi, Dolmabahçe Meydanı ve Çinili Köşk Meydanı’dır. Osmanlıların fethettikleri her yerde bir ok meydanı vücuda getirmeleri âdetine uygun olarak Fatih de İstanbul’u alınca Okmeydanı’nı tesis etmişti. Meydanın bulunduğu arazi, bedelinin iki misli ödenmek suretiyle satın alınarak istimlâk edilmiştir. II. Bayezid, meydanı genişletirken, Fatih’in yaptırdığı camiye vakıflar ilave ettirdi. Bunun veziri İskender Paşa meydanın bir bölümüne atıcılar için Okçular Dergâhı yaptırdı. Kemankeşler Tekkesi de denilen bu yapının tarikat tekkeleriyle bir ilgisi olmayıp, bünyesinde müze, kütüphane, yemekhane ve meşk salonunun bulunduğu bir spor tesisiydi. Okmeydanı’nda güreş, cirit, at yarışı; sıçrama ve koşu gibi atletik sporların yanında, tüfek atışları yapılmıştır.


İSTANBUL’UN SPOR KÜLTÜRÜNE TARİHSEL BAKIŞ / Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU

İstanbul’un ilk stadı, bugünkü Taksim Parkı’nın yerinde bulunan Taksim Kışlası’nın avlusundaki Taksim Stadı’dır. İşgal sırasında Fransız birliklerinde görev yapan Senegalli askerler burada kalmış, adı da Makmahon Kışlası olarak değiştirilmişti. İşgalcilerin ayrılmasından sonra Rus göçmenler burada at ve araba yarışları düzenlemişlerdir. Futbolun gelişmesine bağlı olarak kışla avlusu 1921’de stadyuma dönüştürülüş ve 8.000 kişi kapasiteli iki ahşap tribün yapılmıştır. Taksim Stadı 1940’ta yıkılıncaya kadar, deve güreşi, binicilik, bisiklet, motosiklet, güreş ve boks yarışmaları düzenlenmiştir. 26 Ekim 1923 tarihinde Romanya ile yapılan ve 2-2 skorla sonuçlanan ilk millî futbol maçı ile Türkiye’nin ilk gece maçı 9 Eylül 1939 tarihinde Fenerbahçe ile Beyoğlu arasında bu statta oynanmıştır. İstanbul Spor ve Sergi Sarayı 1949 yılında açılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan statlar siyasal iktidarların ve sermaye çevrelerinin destekleriyle çağdaş teknolojilerle yeniden inşa edilmiştir. Uluslararası Organizasyonlar ve Önemli Spor Başarıları Cumhuriyet döneminde yeni tesislere kavuşan İstanbul, pek çok uluslararası spor müsabakasına ev sahipliği yapmıştır. Balkan ülkeleri arasında dostluğu güçlendirmek amacıyla yapılan çoklu bir spor etkinliği olan Balkan Oyunları, 1935, 1940, 1955, 1967, 1990, 1999 ve 2004 yıllarında İstanbul’da düzenlenmiştir. Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası 1949, 1967 ve 1993 yıllarında; Dünya Serbest Güreş Şampiyonası 1956, 1957, 1974, 1994 ve 2011 yıllarında İstanbul’da yapılmıştır. Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi’nin 1989 yılında ulusal düzeyde başlattığı Boğaziçi Yüzme yarışları 1991’de uluslararası hale getirilmiştir. Balkan Binicilik Şampiyonası, 1985, 1992, 1995, 2000 yıllarında; Balkan Atıcılık Şampiyonası 1987, 1993 yıllarında, Avrupa Boks Şampiyonası 1998’de İstanbul’da yapılmıştır. İstanbul’un en önemli uluslararası etkinliklerinden birisi de 1979 yılından beri düzenli olarak yapılan Avrasya Maratonu’dur. İlki 1986 yılında düzenlenen Uluslararası Boks Turnuvası, İstanbul 1990’da vefat eden olimpiyat şampiyonumuz adına Uluslararası Ahmet Cömert Boks Turnuvası ismiyle sürdürülmektedir. Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından Formula 1 yarışları, Türkiye Grand Prix adı altında 2005-2011 yılları arasında İstanbul’da düzen-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

lenmiştir. Organizasyonlar son çeyrek asırda çeşitlenerek artmıştır. Avrupa Yüzme Şampiyonası (1999), Avrupa Basketbol Şampiyonası (2001), UEFA Şampiyonlar Ligi Finali (2005), UEFA Kupası Finali (2009), Avrupa Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası (2009), Dünya Basketbol Şampiyonası (2010), Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonlar Ligi Dörtlü Finali (2011), Avrupa Judo Şampiyonası (2011), Modern Pentatlon Yıldız A Dünya Şampiyonası (2011) bunlardan bazılarıdır. İstanbul’un Avrupa Spor Başkenti ilan edildiği 2012 yılında 4 uluslararası kongre ile 5’i dünya, 3’ü de Avrupa çapında olmak üzere 8 uluslararası müsabaka gerçekleştirilmiştir. Kaynakça Auzépy, Marie-France, “İstanbul’un Hipodromu”, Bizans: Yapılar, Meydanlar, Yaşamlar, ed. Annie Pralong, çev. Buket Kitapçı-Bayrı, İstanbul 2011, s. 49-70. Güven, Özbay, Türklerde Spor Kültürü, Ankara 1992. Hasdemir, Hacı, İstanbul’un 100 Spor Kulübü, İstanbul 2010. Hür, Ayşe, “Spor-Bizans Dönemi”, DBİA, İstanbul 1994, VII, 40-41. Kahraman, Atıf, Osmanlı Devleti’nde Spor, Ankara 1995. Kuzucu, Kemalettin, “İstanbul’un Spor Tarihi ve Mekânları”, Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul 2015, IV, 490-531 Yıldız, Doğan, Çağlarboyu Türklerde Spor, İstanbul 2002. Yücel, Ünsal, Türk Okçuluğu, Ankara 1999.

Selami ile Romanya boks şampiyonu Bunya , Taksim Stadyumu’nda maç yaparken. Hakem Eşref Şefik Atabey. 1931 (Faik Şenol arşivi)

19



İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI:

HİPPODROM Erdem YÜCEL Arkeolog, Sanat Tarihçisi

İstanbul’da Tarihi Yarımada’nın kurulmasından sonra araba yarışları başta olmak üzere çeşitli spor yarışmaları, gösteriler Hippodrom’da yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde şehrin tarih ve turizm yönünden ana merkezini oluşturan, bugünkü Sultanahmet’teki Hippodrom, at anlamında ‘hippos’ ile koşu anlamındaki ‘dromos’ sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Hippodrom’un ne zaman yapıldığı konusunda kaynaklardaki bilgiler oldukça çelişkilidir. Hippodrom şehrin sosyal, politik yaşantısının yanı sıra spor alanının da merkezi olmuştur. Roma ve Bizans’ın ana sporlarının başında gelen araba yarışları burada yapılmış, ayrıca savaşlarda kazanılan ganimetler de halkın görüşüne yine aynı yerde sunulmuştur.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM / Erdem YÜCEL

Spor müsabakalarının başlangıcı antik çağlara kadar indiğinden; şehirleşmeyle birlikte gymnasionlar ile stadyumlar yapılmıştır. Tarihteki ilk spor müsabakalarının antik olimpiyatlar ile başladığını ileri sürenler olmuşsa da kaynaklarda bununla ilgili tam bir açıklamaya rastlanmamıştır. Bazı kaynaklara göre, Olmpiya kralı ve aynı zamanda Peleponisos’a (bugünkü Mora Yarımadası) ismini veren kahramanlardan Pelops’a kurban sunulması spor müsabakalarının başlangıcı sayılmıştır. Yunan Mitoloji tanrılarından Herakles’in Olimpiya’da yapılan spor müsabakalarını kazanmasından sonra da olimpiyatların her dört yılda bir tekrarlanması uygun görülmüştür. Bir diğer mitoloji öyküsüne göre de İ.Ö. IX. yüzyılda kâhinler Elis Kralı İfitos’a spor müsabakaları düzenlemesini önermişlerdir. İ.Ö. IV. yüzyılda yaşamış olan Antik tarihçilerden Ephorus ilk spor müsabakalarının Olimpiyad ismi altında ve dört yılda bir olmak üzere düzenlendiğini ileri sürmüştür. Antik çağlarda müsabakalar düzenlenmeye başlayınca oyunların yapılacağı alanlar, izleyiciler için de tribünler yapılmıştır. İlk koşu pistinin Herakles adımı dikkate alınarak 190 metre yapıldığıs antik çağın coğrafyacılarından Pausanias’tan öğrenilmiştir. Eski Yunancada ayak yarışı anlamına gelen ‘stadion’dan da stadyum sözcüğü türetilmiştir. Olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmanın onurunun yanı sıra şehir devletlerinin diğerlerine ekonomik ve politik bir üstünlük sağlaması o yıllarda başlamıştır. Antik tarihçilerden öğrenildiğine göre bu üstünlüğü sağlamak için şehir devletleri birbirleriyle savaşmaktan bile kaçınmamışlardır. 22

Sokrates, Platon ve Aristotales gibi düşünürler sporun ahlak ve dürüstlüğün simgesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aritstotales ile Platon sporun vücuda yararlı olduğunu, her canlının içgüdülerinde sıçramaların öne çıktığını ve bunun yapılacak müsabakalarla düzene sokulacağına değinmişlerdir. Ayrıca Sokrates sporun vücuda güzellik kazandırmasının yanında ahlak kazandıracağını da ileri sürmüştür. Sporun önem kazanmasıyla birlikte stadyumlar yapılınca koşu, uzun atlama, disk, gülle ve cirit atma gibi atletizm müsabakaları önem kazanmıştır. Yalnızca güreş ve boks gibi müsabakalar palestra denilen ayrı bir mekânda yapılmıştır. Anadolu’da antik çağlardan günümüze gelebilen bazı stadyumlar arkeoloji kazıları sonucu ortaya çıkarılmıştır. Bununla beraber spor müsabakalarının yapıldığı bu alanlardan günümüze gelemeyenleri de kitabelerinden veya gezginlerden öğreniyoruz. Arkeoloji araştırmaları Anadolu’da otuz iki stadyum olduğunu ortaya koymuştur. Bunların başında Aphrodisias (AydınKaracasu-Geyre), Perge (AntalyaAksu) ve Saittai (Manisa-Demirci) stadyumları çok iyi korunmuş

olarak günümüze gelmiştir. Diğer stadyumlar da Tralleis (Aydın), Smyrna (İzmir), Myndıs, Pitane (Çandarlı), Rhodiapolis, Didyma (Milet), Ephesos (Selçuk), Magnesia (Ortaklar-Söke), Miletos, Priene (Söke yakını), Kedrai (Sedir Adası), Labranda (Milas yakını), Myndos (Bodrum), Theangela (Bodrum yakını), Anazarba (Antalya yöresi), Seleukeia Silifke yakını), Blaurndos (Uşak-Ulubey), Nysa (AydınSultanhisar), Sardeis (ManisaSalihli), Arykanda (Finike yakını), Kadyanda (Fethiye yakını), Leteon, Rhopolis (Antalya-Kumlucu yakını), Tlos (Saklıkent yakını), Pergamon, Aspendos (Antalya yakını), Sillyon (Antalya-Alanya arası), Aizanoi (Kütahya yakını), Kibyra, Laodikeia (Denizli yakını), Selge’de (AntalyaManavgat yakını) bulunmaktadır. Antik çağlarda düzenlenen atletizm yarışmalarına katılan gençler eski Yunancada çıplak sözcüğünden üretilen gimnasyumlar da müsabakalara hazırlanmışlardı. Gimnasyumlar dönemin en önemli kültür ve spor kurumlarının başında gelmişti. Buradaki eğiticiler sporcular yetiştirmiş ve onları müsabakalara hazırlamışlardı. Gymnasionlar çoğunlukla suya yakın yerlerde yapılmışlar, suyun olmadığı yerlerde ise kanallarla bulundukları yerlere su getirilmişti. Anadolu’da en önemli gymnasionlar Aigai, Miletos, Halikarnasos, Priene, Smymirna, Teos, Laodikeia, Assos, Kolophon, Bergama, Sard, Knidos, Nysa, Stratonikeia, Kyme ve Perge’de bulunmaktadır. Hippodrom İstanbul’da Tarihi Yarımada’nın kurulmasından sonra araba yarışları başta olmak üzere çeşitli spor yarışmaları, gösteriler Hippodrom’da yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde şehrin tarih ve turizm Dikilitaş, Yılanlı Sütun, Çemberlitaş ve antik Bizans paraları


İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM / Erdem YÜCEL

yönünden ana merkezini oluşturan, bugünkü Sultanahmet’teki Hippodrom, at anlamında ‘hippos’ ile koşu anlamındaki ‘dromos’ sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Hippodrom’un ne zaman yapıldığı konusunda kaynaklardaki bilgiler oldukça çelişkilidir. Bizans kaynaklarının bazıları Hippodrom’un yapımını Roma İmparatoru Hadrianus’un (İ.S. 117-138) başlattığını ileri sürmüşse de, bu konu tam bir netlik kazanamamıştır. Onların yanı sıra bazıları da Septimius Severus’un (193-211) 196 veya 200 yılında Hippodrom’un yapımını başlattığı, I. Constantinos’un (324-337) da tamamlattığı noktasında birleşmişlerdir. Antik çağlarda ortaya çıkan, Roma döneminde de yapılmaya devam edilen stadyum ve gymnasionların İstanbul’da da yapılıp yapılmadığı konusunda kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmadığı gibi, burada yapılan arkeoloji kazılarında da belirli bir kalıntıya rastlanmamıştır. Hippodrom şehrin sosyal, politik yaşantısının yanı sıra spor alanının da merkezi olmuştur. Roma ve Bizans’ın ana sporlarının başında gelen araba yarışları burada yapılmış, ayrıca savaşlarda kazanılan ganimetler de halkın görüşüne yine aynı yerde sunulmuştur. Fransız yazar Fred Ramband o dönemin Constantinopol’ünü anlatırken şehirde üç harika vardır demiştir. Tanrı Ayasofya’ya sahipti. İmparatorun Triclinium’u (sarayın yemek salonu), halkın da Hippodrom’u… İngiliz tarihçilerinden birisi de onun bu tanımlamasını şöyle değiştirmiştir: “Eğer hamamlar ve Hippodrom kapalıysa yaşam Bizans için tadını tuzunu kaybetmiş ve kazançsız demektir.” Roma’daki ünlü Circus Maximus’tan esinlenerek yapılan Hippodrom’un mimari yapısını günümüze en güzel şekilde yansıtan Veronalı Rahip

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

O. Panvinion’un kara kalem resmidir. Yakın tarihlerde Jan Kostenec’in yazıp A. Tayfun Öner ile Ercüment Çalışlar’ın plan, çizim ve görsellerle resmettiği Bizans Yürüyüş Yolu isimli kitabında karanlıkta kalan bazı noktalar aydınlatılmıştır. Buna dayanılarak Hippodrom’un 370 metre uzunluğunda, 120 metre genişliğinde olduğu sanılmaktadır. Bazı araştırmacılara göre de uzunluğu 420 metre genişliği 117 metredir. Yapının güney-batı bölümü arazi eğilimine uyularak yuvarlaklaştırılmış ve aynı yere yirmi beş odalı, tonozlu büyük bir alt yapı yerleştirilmiştir. Hippodrom’u ortadan ikiye ayıran, alçak bir duvar görünümündeki spinanın üzerinde I. Theodosios’un (379-395), Mısır’ın 18 sülale hükümdarlarından III. Tutmosis’in Karnak’taki Amon-Re mabedi önüne diktirdiği sütun başta olmak üzere çeşitli dikilitaşlara yer verilmiştir. I. Constaninos’un Delphi’deki Apollon mabedinden getirdiği Yılanlı Sütün (Burmalı Sütun), Constantinos Porphygenes’in Örme Sütunu ve bugün ne oldukları bilinmeyen bazı dikilitaşlar buraya konulmuştur. Bunların dışında O. Panvinion’un kara kalem çizimlerinde görülen yedi dikilitaş veya sütun ise günümüze gelememiştir. Hippodrom’da ‘sphendone’ veya ‘sphendo’ denilen mekânın üzerine Roma’dakilerin benzeri otuz yedi sütunlu bir galeriye yer verilmiştir. Kuzeydoğusunda, Mese Caddesi’ne açılan çok katlı anıtsal bir yapının olduğu kaynaklardan öğrenilmiştir. Carceres diye isimlendirilen bu bölümün iki yanında kuleler ve bir de tören avlusunun bulunduğu Roma’daki benzerlerine dayanılarak kolayca söylenebilir. Carceres’in üzerine yüksek bir platforma dört atlı quadriga (araba) heykeli yerleştirilmiş, İstanbul’un Latin istilası sırasında bu heykel Haçlılar tarafından Venedik’e götürülerek, San Marco Kilisesi’nin batı cephesine konulmuştur. Yılanlı Sütun (Hermann Bart, 1913)

23


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM / Erdem YÜCEL

Bizans döneminde Hippodrom’da gerçekleştirilen araba yarışlarında mücadele eden dört takımdan “Beyazlar” ve “Kırmızılar”ı temsil eden iki mozaik.

I. Constantinos’un ardından diğer imparatorlar Roma’dan, Yunanistan’dan, Ege adalarından, İtalya Sirakuza’dan getirdikleri mermer, tunç ve bakır heykellerle Hippodrom’u bezeyerek görkemli bir duruma ulaştırmışlardır. Bunların arasında Perikles’in, Augustos’un, Lusimakhos’un portreleri, Yunan ve Roma kopyası Fidyas’ın eserlerinin, Romüs ve Romülüs’e süt veren dişi kurt heykelinin olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Ne var ki, bu heykellerin çoğu 1204 Latin istilası sırasında yerlerinden sökülmüş ve paraya dönüştürülmek için eritilmiştir. Latin istilasından sonra Hippodrom bir daha eski görkemine ulaşamamış, spor müsabakaları ile araba yarışları bir daha yapılmamıştır. Fransız yazar Theophile Gautier, Türkiye gezisinde Atmeydanı ile spina üzerindeki anıtlara şiirsel bir dille değinmiştir: “Burasının Türkçe adı Rumca adının anlamında atlara özgü meydan arena. Bir yanı parmaklıkla pencereleriyle Sultan Ahmet Camisi’nin dış duvarı, öteki yanı biçimsiz yapılar ve kalıntılarla çevrili; meydanın mihve-

24

rinde Theodose obeliski, burmalı sütun ve piramit yükselir; bu haşmetli arenanın eski zenginliğinden kalma zayıf kalıntılardır. Bunlar, antik Bizans harikalarından toprak sathında kalan hemen hemen son izler. Augusteon, Sigma, Octogone, Xeuxippe, Achille, Honorius... Alın Milliaire, Forum portikleri, bütün bunlar ölü şehirlerin örtündüğü toz ve unutma mantosunun altında kalmış; zaman aşımı, Latin, Fransız, hatta Rum barbarların tahripleriyle daha da hızlandırılmış. Bir istilayı izleyen bir başkası, yıkıntılarını bırakıp gider. Bu kör yakıp yıkma hırsı, taşlara karşı bu kin ne anlaşılmaz şey! Bu hırs bu kin herhalde beşer mizacının bir özelliği olacak. Altınlar, mücevherler içinde al renkli giysiler giymiş Hippodromu çevreleyen portikler arasında pırıldayan bir kalabalığın rekabetleri imparatorluğu karıştıran yeşil ve mavi araba sürücüleri için coşması her halde pek güzel bir görünüm olacaktır. Dört soylu atın çektiği altın quadrigeler lüksün incelmiş bir buluşuyla yere serpilen mavi ve kırmızı ince toprağı pırıltılı tekerlekleriyle uçururlardı. İmparator, sarayının taraçasından sarkarak tercih ettiği rengi alkışlardı.

Maviler eğer araba sürücüleri için bu terim kullanılabilirse “tori”, yeşiller ise “wig” idiler. Çünkü sirk oyunlarına politika karışırdı. Yeşiller bir ara Justinien’i tahtından düşürüp yeni bir imparatoru başa geçirmek istemişlerdi. Belissaire ve ordu ayaklanmayı ancak bastırabilmişti. Hippodrom zamanında, bir açık hava müzesi gibi, antik çağların birçok eseriyle dolu idi. Hayli kalabalık bir heykel milleti, yapı katları ve kaideler üstünde yükseliyordu. Hippodrom’un her yanı bronzlar, mermerlerle doluydu. Lysippe’nin atları, Augustte’ün, öteki imparatorların heykelleri, Diane, Junon, Pallas, Helene, Paris, Hercule, bu tanrısal majesteler, bu insanüstü güzellikler sanki burada son barınaklarını bulmuşlardı. Venediklilerin götürdüğü Corinthe madeninden yapılı atlar şimdi San Marco’nun kapısı üstünde kişniyorlar; barbarca eritilmiş Tanrı ve tanrıça heykelleri akçeler halinde dağıtılmış.” Hippodrom’un altı arabalarla at ahırlarına, üstü de yarışan grupların özel mekânlarına ayrılmıştı. İmparator Constantinos ‘Kathisma’ denilen, adeta küçük bir saray görünümün-


İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM / Erdem YÜCEL

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bizans döneminde Hippodrom’da gerçekleştirilen araba yarışlarında mücadele eden dört takımdan “Maviler” ve “Yeşiller”i temsil eden iki mozaik.

deki yirmi dört mermer sütunlu imparator locasını yaptırmıştır. Büyük Saray ile bağlantısı olan bu mekânın altında geniş bir kabul salonu, dinlenme odaları, muhafızlara ait bölümlere yer verilmiş ve bunlar merdivenlerle, dehlizlerle saraya bağlanmışlardı. Hippodrom’un genel görünümüne hâkim olan ‘Kathisma’ ile oturma kademeleri arasında bağlantı olmamasına özen gösterilmiştir. Yaklaşık 80 metre genişliğindeki yarış alanının iki uzun kenarında seyircilerin oturabilmesi için sayıları otuz veya kırkı bulan mermer kademelere yer verilmiştir. Oturma kademelerinin en üst sırasında antik çağ tiyatro ve stadyumlarında da karşılaşılan asillerin, devlet yöneticilerinin ve yarış kazananların büstlerinin yer aldığı bir galeri eklenmiştir. Oturma kademelerinin altındaki yüksek ve oldukça iri payelerle desteklenmiş, pencereli mekânlar arenaya çıkacak gladyatörlere, vahşi hayvanlara ve Hippodrom personelinin hizmet birimlerine ayrılmıştır. Bizans’ın politik yaşamında önemli rolü olan araba yarışları günümüzün kulüplerine benzer şekilde dört ayrı spor kulübü tarafından sürdürül-

müştür. Bunlar Prasiniller (Yeşiller), Veneroller (Maviler), Leukoiler (Beyazlar) ve Rousioiler (Kırmızılar) isimlerini taşımışlardı. Yarış guruplarının taraftarları günümüzün statlarında olduğu gibi aralarında kavga çıkmaması için birbirlerinden ayrılmışlardı. Yarışlardaki asıl çekişme Yeşiller ve Maviler arasında yaşanmıştır. Onlara bu isimlerin verilmesi yarışçıların giysileri ile arabalarının renklerinden kaynaklanmıştır. Maviler ve Yeşillerin özel kurumları, at yetiştirdikleri çiftlikleri vardı. Yarışçılar ve onların yandaşları bir bakıma günümüzün siyasi partilerinin taraftarları olarak da düşünülmelidir. Bir bakıma tribünleri dolduran halkı muhalifler ve imparatordan yana olanlar diye ikiye ayırmak doğru olmalıdır. Iustinianos’tan önceki imparatorlardan I. Iustinos (518-527), I. Anastasios (491-518) Yeşillerden yana tutum izlemiş, Iustinuanos ise devlet yönetimi ile kiliseyi destekleyen Mavilerin tarafını tutmuştur. Yarışlarda zaman zaman taşkınlıklar yaşanmış, taraflar kan dökecek şekilde birbirlerine girmiş, askerler de güçlükle olayları önlemeye çalışmışlardı. Bazen öylesine ileri gidilmiştir ki; imparator locasına sözlü veya taşlı

saldırılar bile yapılmıştır. Saldırılar başlayınca imparator ve yakınları çareyi Hippodrom’un localarının altındaki dehlizlerden Büyük Saray’a kaçmakta bulmuşlardır. Fransız doğu dilleri bilimcisi ve gezginlerinden Jean Thevenot da 16551656 yılında İstanbul’a geldiğinde Hippodrom ve spina üzerindeki dikilitaşlardan şöyle söz etmiştir: “Bu meydan araba yarışlarının ilgi ile takip edildiği, sportif olduğu kadar politik gruplaşmaların da görüldüğü Bizans Hippodrom’unun bulunduğu yerdedir. Gösteri çok zaman karışıklıkla biterdi.” Hippodrom gösterilerinden bir gün önce kapılara oyun ve yarışların olacağını duyuran ilan niteliğinde bir örtü asılırdı. Yarışlar öğleden önce ve sonra dörder defa olmak üzere bütün gün sürerdi. Onların dışında vahşi hayvan gösterilerine, gladyatör dövüşlerine, danslara, temsili veya gerçek av sahnelerine, cambazlara da yer verilirdi. Böylece sporun yanı sıra çeşitli etkinlikler yine burada yapılırdı. İmparatorların tahta çıkışlarında zafer alayları da aynı yerde düzenlenirdi. 25


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM / Erdem YÜCEL

Yarışın sona ermesinden sonra kazananın imparatoru ve halkı selamlaması adettendi. Şehir valisi Prefectus kazanana zafer işareti olan bir palmiye dalı verirdi. İmparatorun da kazanan yarışçıyı taçlandırmasının yanı sıra üç altın vermesi gelenekselleşmişti. Hippodrom’da Bizans’ın ünlü yarışçıları yetişmiştir. Bunlardan birisi de İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde kabartma levhası olan, yaşamının sonlarına doğru Kallipas ismini alan Porphyrios’dur. İmparator Anastasius (491-518) zamanında yaşayan Porphyrios Afrika kökenli olmasına rağmen İstanbul’da yetişmiş, Iustinianus zamanında 60 yaşına kadar yarışmıştır. Yarışlara Mavilerde başlamış, daha sonra Yeşillere geçmiştir. Bugünkü anlamıyla transfer olmuştur. Yarışlara herhangi bir nedenle katılamayacak olursa halk bu duruma tepki gösterirmiş.

Ünlü Bizans yarışçısı Porphyrios ve atlarını gösterir kabartma.

Yarışların yapılacağı günlerde imparator aile fertleriyle birlikte merasim giysileriyle Katisma’da yerlerini alırlardı. Devleti yönetenler de onlara eşlik ederdi. İmparator tribünleri dolduranları üç kez takdis ederek selamlardı. Yarışlardan önce müzik ve korolar eşliğinde gösteriler yapılarak halk eğlendirilirdi. İmparatorun mendilini arenaya atmasıyla yarışlar başlar, kapılar açılır ve arenaya giren dört renkli arabalar spina çevresinde yedişer tur atarlardı.

Araba yarışçılarını gösteren bir mozaik.

26

Yarışçı Porphyrios’un aynı zamanda siyasi niteliği de olduğundan daima İmparator Anastasius’un yanında yer almış, ona karşı ayaklanan Ortodoks Vitalien’e karşı savaşmıştır. Yarışma için Antakya’ya gittiğinde orada ayaklanan halkla birlikte bir synagoga saldırmıştır. İmparator Iustin (518-527) zamanında politik kaygılardan ötürü aşağılanarak sarayın gözünden düşmüştür. Bizans heykel sanatçıları onun yarışlarını konu alan heykel ve resimli kumaşlar yapmışlardır. Örneğin Paris Muse’e De Cluny’de bulunan ve VI. yüzyıla tarihlenen bir kumaşa Porphyrios atlarını sürerken işlenmiştir.


Hippodrom’da araba yarışları

Hippodrom 406, 491, 497-498, 507 ve 532 yıllarında yangın ve depremlerden büyük zarar görmüş olmasına rağmen en çok Nika ayaklanmasından etkilenmiştir. Ayaklanma sonrası büyük ölçüde zarar gören oturma kademelerinin yenilenebilmesi için yarışlara birkaç yıl ara verilmiştir. Spendone de tam bilinmeyen bir tarihte, bilinmeyen nedenlerden ötürü zarar görmüş, sonra yapıyı sağlamlaştırmak için kemer aralarının içleri örülmüş, duvarlar desteklerle güçlendirilmiştir. Fetihten sonra uzun süre kendi halinde bırakılan, Sultan Ahmed ve Süleymaniye camileri yapılırken taşlarından yararlanılan Hippodrom’dan günümüze yok denecek kadar az kalıntılar dışında herhangi bir iz gelememiştir. İstanbul’un fethinden sonraki yıllarda burada at yarışları yapılmış, bu yüzden de meydana At Meydanı ismi yakıştırılmıştır. Nakkaşbaşı Osman’ın minyatürlerle süslediği iki ciltlik Surname-i Hümayun’da Kanu13. yüz yılda Hippodrom

ni Sultan Süleyman’nın şehzadelerinin sünnet düğününde burada yapılan at yarışları resmedilmiştir. Onun yanı sıra yine Şirvanlı Eflâtun’un, orijinal nüshası Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Hünername’de burada yapılan geçit resmine yer verilmiştir. Bu minyatürlerde hünkâr çadırının önündeki tahta oturan padişah ile devlet ricali, şehzadeler ile önlerinde dörtnal koşan atlar resmedilmiştir. Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in sünnet düğününde çeşitli esnaf loncaların geçişi minyatürlerle canlandırılmıştır. Bir başka minyatürde de spina üzerindeki Yılanlı Sütun’daki yılanbaşlarına ok atan okçular görülmektedir. Günümüzde Marmara Üniversitesi’nin bulunduğu yerde sfendon olarak isimlendirilen yarı dairemsi bölüm, arazi konumundan ötürü tonozlu galeriler ve kalın duvarlardan oluşan kütlevi bir yapı görünümündedir. Sfendon, surlardan sonra günümüze gelebilen şehrin en önemli Bizans kalıntılarından birisidir. Eski Adliye Sarayı yapılırken temel kazılarında tuğladan bir ayak bulunmuş, merdiven ve bazı duvar kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Onların yanı sıra oturma kademelerinin kalıntıları da temel kazısında ortaya çıkmıştır.

’daki oyunları izleyen

Bizans İmparatoru. (Fortunino Matania)

27


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM /Erdem YÜCEL

Nika (Zafer) Ayaklanması Doğu Roma İmparatorluğu’nun en kanlı ve en acımasız isyanı, zafer anlamına gelen ‘Nika’ sözcüğü ile tarihe geçmiştir. Bu ayaklanma 13 Ocak 532 günü Hippodrom’da başlamış, altı gün boyunca şehirde yangınlar, soygunlar ve yağmalar en korkunç biçimde sürmüştür. Dünya tarihinin en büyük ayaklanmasında 30-50 bin arasında insan yaşamını yitirmiştir. Bazı tarihçiler bu ayaklanmayı yeterince incelemeden dar kalıplar içerisinde ele almışlar, isyanın Yeşillerle Maviler arasında düzenlenen araba yarışlarındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu isyanın gerçek nedeni yalnızca araba yarışları olmayıp, siyasi ve ekonomik sorunlardan kaynaklanmıştır. Kuşkusuz, devleti yönetenlerin halk üzerindeki baskılarının da bunda büyük payı olmuştur. Bizans’ın siyasi ve ekonomik çalkantısı içerisinde, yoksullaşan halkın en büyük eğlencesi Hippodrom’da yapılan çeşitli gösterilerin yanı sıra Mavi ve Yeşiller arasında gerçekleşen araba yarışlarıydı. İmparator Iustinianos her iki grubun davranışlarını tehlikeli görünce onların siyasi etkinliklerini azaltacak cezai önlemler almaya başlamış, bu da halk arasındaki hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştı. Bizans’ın ekonomisi zor duruma düşünce devletin giderlerinin karşılanması için bu kez yarışmacıların gelirlerine göz dikilmişti. Bunun üzerine Maviler ile Yeşiller bir noktada birleşmek zorunda kalmışlardı. İsyanın patlak verdiği 13 Ocak günü imparator ve yakınları Katisma’da yerlerini alarak halkı takdis etmişti. Iustinianos’un üzerinde her zamanki gibi koyu kırmızı giysileri vardı. Arabalar yarış alanına girdiğinde Mavilerin sesleri bir anda kesilmiş, Yeşiller ise aşırı

28

tezahüratta bulunmaya başlamışlardı. Ancak tepkiler bir türlü sona ermiyordu. Ortada bir gariplik olduğunu sezen İmparator yanındaki yüksek rütbeli subayların birinden halkın isteklerini öğrenmesini istemişti. İmparator soğukkanlılıkla söylenenleri dinlemiş onlara böyle bir zulüm ve baskıdan haberi olmadığını söylemişse de hiç kimseyi ikna edememiştir. İmparator ve beraberindekiler saraya kaçmak zorunda kalmış ve orada başlayan çatışma kısa sürede meydan savaşına dönüşmüş, her taraf yaralı ve cesetlerle dolmuştu. Büyük Saray’dan alevler yükselmeye başlamış, yangın kısa sürede rüzgârın etkisiyle büyümüş, çevredeki evler de yanmaya başlamıştı. İsyancıların bir kısmı hapishaneye yönelerek oradaki mahkûmları serbest bırakmıştı. Bundan sonra olayların önüne geçilememiş, isyancılarla birleşen mahkûmlar gruplar halinde şehrin her tarafına yayılmış, önüne gelen yerleri yakıp yıkmaya, yağmalamaya başlamışlardı. Iustinianos o geceyi korku ve endişe içerisinde geçirmiş,15 Ocak’ta özel yetiştirilmiş ücretli askerlerden oluşan ordusunu asilerin üzerine yollamıştı. Artık her şey çığırından çıkmış, kanlı sokak savaşları bitmek bilmemişti. İstanbul’un yağmalanması 16-17 Ocak günlerinde de aralıksız sürmüştür. İmparatordan yana olanlar acımasızca öldürülüp denize atılmıştır. Ayasofya, Hagia Eireni ve şehirdeki diğer kiliseler, hastaneler, hamamlar yanmıştır. Bir ara şehirden kaçmayı düşünen Iustinianos, İmparatoriçe Theodora ve generali Belisarius’un çabasıyla isyanı bastırabilmiştir.


İSTANBUL’UN EN ESKİ SPOR ALANI: HİPPODROM /Erdem YÜCEL

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

29



FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ Alican KÜÇÜKCAN İstanbul Araştırmacısı

Resmi kuruluşları, 1909 ‘Cemiyetler Kanunu’yla tescillenen ve yüz küsur yıldır ayakta olan Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin karşılaştırılmasından çıkarılacak sonuç, bu kulüplerden herhangi birinin üstünlüğü değil, dönem dönem yön değiştiren şampiyonlukları, farklı branşlardaki başarıları ve bünyelerindeki yüzlerce lisanslı sporcu ışığında; spor tarihimiz açısından her birinin vazgeçilmez olduğudur.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

Üç Büyükler Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe… Ülkemizde pek çok spor branşını bünyelerinde toplamış, kuruluşları, mücadeleleri ve başarıları günlerce, aylarca, hatta yıllarca kahvehanelerde, evlerde, okulda, işyerlerinde, şimdilerde ise sosyal paylaşım sitelerinde, kısaca insanın olduğu her yerde,

32

çocuklardan gençlere, gençlerden yaşlılara, herkesin gündeminde olan, uğruna kitaplar yazılan, sempatizanları milyonlarla ölçülen topluluklar… Bu kulüplerimiz, Türk spor tarihinin en değerli ve şerefli sayfalarında kendilerine yer bulmuş; toplumun teveccühüyle ‘Üç Büyükler’ adı altında sembolleşen üç kardeş camia haline gelmiştir. Resmi kuruluşları, 1909 ‘Cemiyetler Kanunu’yla tescillenen ve yüz küsur yıldır ayakta olan Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin karşılaştırılmasından çıkarılacak sonuç, bu kulüplerden herhangi birinin üstünlüğü değil, dönem dönem yön değiştiren şampiyonlukları, farklı branşlardaki başarıları ve bünyelerindeki yüzlerce lisanslı sporcu ışığında; spor tarihimiz açısından her birinin vazgeçilmez olduğudur.

Fenerbahçe’nin Kuruluş ve Gelişmesi Fenerbahçe Spor Kulübü, Türk gençlerinin futbol sporuna duydukları ilgi ve sevgiden doğmuş ve kurulmuştur. Moda’ da oturan İngilizlerin 1895 yılında modern futbolu oynamaya başlamaları, çevredeki Türk gençlerinde ilgi uyandırmış ve bu sporu onlara sevdirmiştir. Bu gençlerden deniz öğrencisi Fuat Hüsnü Kayacan’ın 1899 yılında, Fenerbahçe Stadı’nın bulunduğu çayırda meşin yuvarlağa yaptığı vuruşlar sırasında, arkadaşları Reşat Danyal ve Mehmet Ali ile dile getirdikleri - biz de futbol takımı kurup oynayabilsek - özlemi Türk gençleri arasında, Black Stocking = Siyah Çoraplılar futbol kulübünün doğmasına neden oldu. Ancak monarşi rejimi, kırmızı- beyaz formalı ve rejimin engellenmesinden korunmak amacıyla, Black Stocking adı altında kurulan bu ilk Türk spor ve futbol topluluğunu hemen dağıttı.


FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

futbol, maç ve antrenmanlarını hep beraber izlemeye devam edip, Moda İngiliz Kulübü’nde ‘Bobi’ takma adıyla yeralan Fuat Hüsnü’yü gıpta ile seyrederlerken, ağabeylerinin iki kez engellenmiş büyük ideallerini unutamamaktadırlar. 1907 ilkbaharında, gene bir maç dönüşü, Ziya, Ayetullah ve Necip, bu sonuncunun Moda Beşbıyık sokaktaki evinde çay içerlerken, sönmeyen ideallerini bir kez daha başarmaya yönelirler. Monarşi rejimi artık son yılını yaşadığı ve gevşediği için, girişim bu kez tutunmuş ve Sarı-Beyaz gömlekle lacivert külotlu, Fenerbahçe Futbol Kulübü, çalışmalarını sürekli olarak sürdürebilmek olanağına artık kavuşmuştur.

Aynı gençlerin bir bölümü, yeni katılanlarla beraber, 1902’de Fenerbahçe Stadı karşısında Haliliye-i Mahmudiye okulunun altındaki Hurşit Ağa’nın kahvehanesinde, bu kez ad değiştirerek Kadıköy Futbol Kulübü adı altında toplandılar. Ancak, daha sert hafiye baskını bu girişimi de engelledi ve Fuat Hüsnü, Mehmet Ali, Fahri, Emcet, Mustafa, Şevki, Kemani Nuri, Tanburacı Osman Pehlivan ve Nureddin adlı gençler kısmen yakalanıp dağıtıldılar. Bu iki girişimi izleyen yıllarda Düyun-u Umumiye memuru Ziya Songülen, Osmanlı Bankası memuru Ayetullah, Deniz öğrencisi Necip Okaner, Alman Lisesi’nden Hassan Sami Kocamemi, St Joseph talebesi Galip Kulaksızoğlu, Hintli adıyla anılan Asaf Beşpınar ve Hakkı Saffet Tarı her akşam İngiliz ve Rumların

Sahalarda Sarı-Beyaz formalarla mücadele eden gençler ilk yıllarında büyük zorluklarla karşılaştılar. Dağılma tehlikeleri geçirdiler ve hatta dağıldılar… Ancak, Ayetullah Galip ve Yahya Berki gibi metin gençler, büyük azim ve mücadele kabiliyeti ile genç oluşumu toparlayıp ayakta tutabilmiş ve 1910 yılında, ilk resmi şampiyonluğa ulaşma başarısını göstermişlerdir. O yıl İngiliz ve Rus takımları arasında yegane Müslüman

Fenerbahçeli Sabih, Alâ , Zeki, Şükrü

Türk Kulübü olarak şampiyonaya katılan Fenerbahçe’nin, beklenmedik şekilde, hiç yenilmeden, İstanbul Lig Şampiyonluğu’ nu kazanması, sonraları gittikçe genişleyecek büyük sevgi halelerinin ilkini yaratmıştı. Fenerbahçe Futbol Kulübü ilk İstanbul Şampiyonluğu’nu kazanırken henüz bir lokale sahip bulunmuyordu. Önce bir üyesinin bahçıvan kulübesine sığınan şampiyon kulüp, nihayet Altıyol ağzında iki odalı bir kata kavuşmuş ve orada iken ikinci defa İstanbul Şampiyonluğu’nu kazanmıştır. Rengini Sarı-Lacivert, adını da Fenerbahçe Spor Kulübü’ne çeviren Sarı-Beyazlı Fenerbahçe Futbol Kulübü Türk sporundaki önderlik sıfatını 20

(Union Club) ve Bedri.

33


FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

Mart 1914’ de geçtiği Kuşdili’ndeki lokalinde kazandı. Su sporlarını bütün kollarıyla çalışma sahası içine alan Fenerbahçe; Atletizm, Hokey, Boks, Eskrim, Kriket, Av, Keşaflık, Aletli Jimnastik, Basketbol, Voleybol, Bisiklet, Beyzbol, Halter, Ping- Pong, Hentbol ve Rugby sporlarını da başarı ile uygulamış ve sayısız İstanbul, Türkiye ve Balkan Şampiyonlukları ve hatta Olimpiyat dereceleri kazanmıştır. 3 Mayıs 1918’de Mustafa Kemal Atatürk’ün ziyaret ve hatıra defteri takdirkar yazılarına mazhar olan Fenerbahçe Kulübü’ nün en mutlu ve parlak devri ‘işgal’ ve ‘mütareke’ yıllarıdır. Fenerbahçe Kulübü, Türk Tarihi’nin beş yıl süren bu en karanlık devrinde kendi tarihine altın sayfalar yazdı. Bir taraftan İstiklal Savaşı kahramanlarına silah kaçırtır ve bu yüzden İşgal Orduları tarafından kapatılıp, bahçesinde tam yetmiş gün silah çatılırken, öte yandan sahalarda kazandığı üst üste zaferlerle ümidi kırık milletine iman aşılamıştır. O kadar ki; bizzat kendisi de şehitler veren Fenerbahçe Kulübü’nün, hemen her Türk ailesinde bir ve hatta daha fazla şehit ızdırabı yaratan, tarihin en büyük askeri zaferinin temsilcisi İngilizlere karşı kendi milli sporlarında kazandığı galibiyetler şehirin en tenha köşelerinde bile günün konusu oluyordu. Bu yüzden futbolla hiç ilgisi olmayanlar bile gözleri önünde kazanılacak yeni bir zafere şahit olmak ve teselli bulabilmek için Fenerbahçe’nin İngiliz kuvvetleriyle yaptığı maçlara koşuyorlardı. Fenerbahçe’nin ‘işgal yılları’ndaki düşman maçlarında her sınıf ve yaştaki halka ve hatta çok sayıda sarıklı din adamlarına rastlanır olması unutulmaz olaylardandır. İşte, tarihimizin en acı yıllarının teselli aracı olan Fenerbahçe’nin o karanlık beş yılda kazandığı derin sevgi bugün onun en büyük varlığını oluşturur. 34

Galatasaray Spor Kulübü Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencileri tarafından kurulmuştur. Büyük çoğunluğu Kadıköy yakasında oturan ve orada İngiliz ve Rum takımlarının kendi aralarında oynadıkları iddialı maçları izleyerek futbola gönül veren Mekteb-i Sultani 10. sınıf öğrencilerinden Ali Sami (Yen), Asım Tevfik (Sonumut), Emin Bülend (Kalpakçıoğlu), Bekir (Bircan), Mehmet Celal (Şehit Celal), Tahsin Nahit, Cevdet (Serdaroğlu), Reşad

(Şirvani) ve Abidin Daver (Dav’er) 20 Ekim 1905 günü Edebiyat öğretmeni Mehmet Ata Bey’in dersi sırasında, aralarında fısıltıyla konuşup anlaşarak bir futbol kulübü kurmaya karar vermişlerdir. Ali Sami Yen ‘Ellinci Yıl’ kitabında kuruluş öyküsünü şöyle resmetmiştir: “1. Teşrin (Ekim) 1905’te, mektebin beşinci sınıfında edebiyat muallimimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersinde birkaç arkadaş başbaşa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar vermiştik. İlk müteşebbisler oyuna ve mücadeleye eğimli arkadaşlardan Asım Tevfik, Reşat, Cevdet, Abidin, Kamil… gibi gençlerdi. Bulgar ve Sırp talebesinden çevik ve kuvvetli olanlar da bize iltihak etmişlerdi. Asım’ı muhasebeciliğe, Cevdet’i ikinci reisliğe seçmiş, kendim de başkan olmuştum. Amacımız, İngilizler gibi toplu oynamak, bir renge ve bir isme

malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti.” Forma rengi olarak, milli renklerimiz kırmızı-beyazı benimseyen gençler, takımlarına verecekleri ad konusunda kolay kolay anlaşmaya varamamışlardı. O tarihlerde daha çok yabancı adlar cazibe taşıdığından, gençler; ‘Gloria’ ( Zafer ), ‘Audace’ ( Cüret ) ve ‘Tobler’ marka çikolataların üzerindeki resimlerden etkilenerek ‘Kartal’ gibi isimler üzerinde durmuşlar ve bunlar arasında bir tercih yapamamışlardır. Bu nedenle yeni futbol takımı, Kadıköy, Papazın Çayırı’ndaki Faure Mektebi’yle oynadığı ilk maçına isimsiz çıkmak zorunda kalmıştı. O vakit kırmızı beyaz formalı Galatasaray Futbol Takımı, Faure Mektebi ni 2-0 yendi. Ancak bu maçı izleyenlerin kendilerinden ‘Galata Sarayı Efendileri’ diye bahsettiklerini işittiklerinde bu adı hepsi birden benimsemişler ve böylece ‘Galatasaray’ adını almışlardı. İlk dört maçını kırmızı-beyaz formayla oynayan Galatasaray takımını oluşturan genç futbolcular daha sonra milli renklerin, hafiye ve zaptiyelerin dikkatini, hatta gazabını çekeceği endişesiyle formalarını

müzesinde. Muhiddin Sandıkçıoğlu ve Ferruhzat Turaç, Galatasaray

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Spor Kulüplerimizin Tarihi: 3

Galatasaray Kulübü Röportaj: Aydın Dokur Fotoğraflar: Kutlu Aziz 47


FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

sarı-siyah renklere dönüştürmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu yeni formalar, takımdaki bazı futbolcular arasında uğursuz geldiği inancı uyandırdığından, Galatasaraylılar yeni bir forma rengi aramak zorunda kalmışlardı. Bahçekapı’daki ‘Şişman Yanko’ mağazasında kendilerine yeni bir forma rengi ararken, bir raslantı eseri, sarı ve kırmızı kumaş toplarının yan yana gelmesiyle karşılarına çıkan gözalıcı ahenge hayran kalan gençler ‘Sarı-Kırmızı’ renklerde karar kılmışlardı. Alınan sarı-kırmızı kumaşlar, Ali Sami Bey’in kızkardeşi Samiye (Erer) Hanım tarafından dikilmiş ve Sarı-Kırmızı formalı Galatasaray Futbol Takımı ilk kez 6 Aralık 1908 günü HMS Barham İngiliz bahriye takımıyla yapılan maça çıkmıştı. Bu, zafer yıllarının başlangıcı ve ilk adımı olmuş, takım saka kuşunun başı ile kanadının yarattığı renk güzelliğine benzer bir parlaklık veren formalarıyla oynadığı ilk ‘İstanbul Futbol Birliği Ligi’ni şampiyon olarak tamamlamıştı. Galatasaray, 1911 yılında Macaristan ve Romanya seyahatine çıkarak yurt dışında Türk futbolunu ilk kez temsil etme şerefine erişmişti. Bu seyahatin son durağı olan Bükreş’te Bükreş

Karması ile yaptığı maçı 11-1 kazanan Galatasaray, yurt dışında ilk galibiyeti kazanan takım olma öğüncüne de sahip olmuştu. Galatasaray futbol kulübü halinde kurulmuş olmasına rağmen ülkemizde önceden yapılmış ve halen yapılmakta olan her spor şubesiyle her zaman ilk olarak uğraşmış, futbol, atletizm, boks, güreş, binicilik, bisiklet, eskrim, jimnastik, yüzme, sutopu, yelken, kürek, voleybol, basketbol, patenli hokey, hokey, tenis, izcilik, halat çekme, avcılık ve atıcılık gibi sporları, ilk defa ülkemizde yaparak şampiyonluk kazanmış bir kulüptür. Maçların eski topçu kışlası olan Taksim Stadı’nda oynandığı yıllarda Galatasaraylı futbolcular Hasnun Galip’teki lokallerinde maç kıyafetlerini giyerler; sırtlarında göğsü Gayın-Sin işlemeli ceketleri ile ve peşlerinde taraftarlarla, o zamanki ismi ‘Rue de Pera’ olan Beyoğlu İstiklal Caddesi’nden omuzlarda geçerlerdi. Lisede, bir okul camiası içinde doğup dünya kulübü olmayı başaran tek örnek olan Galatasaray yurt içinde ve yurt dışında aldığı sonuçlarla Türk sporunun yüzünü ağartmış ve ağartmaya da devam etmektedir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Beşiktaş Jimnastik Kulübü 1903 yılı sonbaharında, Medine Muhafızı ve Şeyhülharem Osman Paşa’nın oğulları Mehmet Şamil ve

Hüseyin Bereket beyler ile arkadaşları Ahmet Fetgeri (Aşeni) Mehmet Ali Fetgeri, Nazım Nazif, Cemil, Haydar, Şevki ve Tayyareci Fethi beyler tarafından Osman Paşa’nın Beşiktaş Serencebey yokuşundaki konağın selamlık kısmı bahçesinde ‘Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü’ adı altında bir kulüp kurulmuştu. Bu gençler, kulüplerinde barfiks, paralel, halter, güreş, boks ve aletli jimnastik sporlarıyla meşgul olmuşlar, daha sonra da faaliyetleri arasına eskrimi eklemişlerdi. Kulübün faaliyeti önceleri sadece kurucuları olan gençlerin kişisel 35


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

çalışmalarına bağlı kalmış, daha sonra semtin bazı gençleri de onlara katılmışlardı. Bir süre sonra kulübün adı ‘Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü’ olarak değiştirilmiş ve 1908 yılında Meşrutiyet’in ilanından sonra da bu ad altında resmen tescil olunmuştu. Beşiktaş semtine futbolu meşhur Hasköy yangını getirmiştir. Valdeçeşme’de Talimhane meydanında sopalarla ‘Domuz camiye girmez’ oyunu oynayan gençler, semanın kıpkırmızı bir renk alması üzerine yangını aramaya çıkıp Taşkışla’nın önüne gelmişlerdir. Bu tarihi kışlanın önünde şort ve formalar giymiş on İngiliz önünde zevk ve heyecan verici şekilde sıçrayan futbol topu, gençlerin hoşuna gitmiş ve küçük Hakkı’nın ağabeyi Katip Tevfik, topu kaparak Refik Osman’ın Valdeçeşme’deki evinin bahçesine getirip saklamıştır. Ve top bilahare evin tavan arasında muhafaza edilmiştir. Böylece bir futbol topuna sahip olabilen gençlerin aralarında yaptıkları mahalle maçları sayesinde, Beşiktaş’ ta futbola karşı ilgi artmıştır. Bir tarafta Şeref Bey’in kurduğu Şair Kazım, Asım, Alaeddin, Selahaddin, Doktor Mehmet, Askeri hakim Hakkı ve Şeref Bey gibi muhitlerinde isim yapmış elemanların takımı Valdeçeşme, diğer tarafta Bay Münir’in reisliği altında bir araya gelen Nuri ve Rüştü (Erkuş) kardeşler, küçük ve büyük Hakkı, Ziya, Hafız Mustafa ve Refik Osman (Top) ismindeki gençlerin takımı, resmi bir kuruluş olan Basiret. Valdeçeşme ve Basiret aynı semtin takımları oldukları için kısa zamanda birbirleriyle rekabete başladılar. İki takım arasında yapılan maçlar daima temiz bir mücadele halinde geçmiş 36

ne ve Kadıköy sahalarında Tatavla’nın Araks, Kadıköy’ün Barham ve Oresten ismindeki takımları ile mücadeleye giriştiler. Bu sırada bu iddialı maçlar devam ederken Beşiktaş’ta Harika, Barıka, Kuvvet isminde birkaç kulüp daha kuruldu.

Şeref Bey ismi ile bilinen Ahmed Şerafeddin Bey

ve bu mücadelenin meydana getirdiği kardeşlik havası iki takımı birbirine yaklaştırmıştı. Zamanla, aralarındaki mücadeleyi bir kenara bırakan bu gençler bir karma kadro teşkil ederek Kağıtha-

1911 senesinin aralık ayında, Şeref Bey’in reis, Şakir Kazım’ın kaptanı bulunduğu Valdeçeşme ve Basiret kulüpleri ‘Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü’ ne katılmışlar ve futbol şubesi kulüpte resmen faaliyetine başlamıştır. Bu sporcuların katılımlarıyla geniş bir sporcu kitlesine de kavuşan Siyah Beyazlılar aynı zamanda Şeref Bey gibi her bakımdan idealist bir idareciye de sahip olmuşlardır. Kendini futbola, Beşiktaş’a adayan Şeref Bey bir süre maddi imkansızlıklarla mücadele etmiş ama yılmayarak, kendisini çok seven ve davasına inanan bazı varlıklı arkadaşlarının da yardımıyla büyük Beşiktaş’ın temelini atmayı başarmıştır. Resul, Rıdvan, Behzat, Doktor Sabri, Şair Kazım, Sadi (Baltalimanlı), Doktor Mehmet, Asım, Şeref, Doktor Ali’den oluşan ilk futbol takımının forma, ayakkabı, top vs. gibi gerekli malzemesi İpekçi İhsan ismindeki sporsever bir zat tarafından temin edilmişti. Çeşitli spor dallarında büyük varlık gösteren Beşiktaş, 1920’li yıllarda futbol takımının güçlenmesiyle kendini tanıtmış ve çok geçmeden başlayan şampiyonluk ve başarı yılları ise kulübün sevgisini Beşiktaş semtinden çıkarıp tüm yurt sathına yaymıştı. Yıllardan beri Galatasaray ve Fenerbahçe arasında Türk futbolunda hüküm süren egemenliğe Beşiktaş’ın ortak olmasıyla Türk futbolunda bir ‘Üç Büyükler’ saltanatı başlamıştı.

1933-1934 Türkiye futbol şampiyonu olan Beşiktaş kadrosu


FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bu saltanat yalnız futbol alanlarıyla sınırlı kalmamış, çeşitli spor dallarıyla da sürüp gittiğinden bu üç kulübümüz gerçek anlamıyla ‘Üç Büyükler’ sıfatına hak kazanmışlardı. Beşiktaş da gerek yurt içindeki başarıları ve şampiyonlukları, gerekse yurt dışında ve içinde yabancı takımlara karşı oynadığı maçlardaki galibiyetleri ve başarılarıyla çok geniş kitlelere yayılan büyük bir sevgiye sahip olmuştur.

man Seba ile futbolcular Metin, Beşik taş’ın efsane başkanı Süley Rıza, Gökhan Ulvi, , Kadir Feyyaz,

Beşik taş Ku

Zekeri

lübü kuru

cularından

Tayyareci

Fethi Bey

c or ho u p, s p bir gr , 1915 n a d rın k te orcula ni ile birli t a ş sp şe Beşik Fetgeri A t Ahme

aları

ya Alp

ası’nı ç, Spor Yazarları Kup Beşiktaşlı Gündüz Kılı omuzlarında ün ün’ Erg ve lı San kazandıktan sonra

37


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

FUTBOLUN ÜÇ BÜYÜĞÜ / Alican KÜÇÜKCAN

38 Dolm

aba

nön h çe İ

ü Sta

d y um

u’n

sım 7 Ka da 2

’de 19 47

g

kleş e r çe

tirile

n ilk

m

üs ab

aB ak ad

eşik t

aşlı f

u

ula tbolc

r gör

ülüy

or. 1920 y maçın ılında oy na da m ücad nan bir F ele e ener b den f u tb o ah çe - G a latas lcula a r ay r


k ur

lübü o r Ku e Sp llah Bey ç h a tu rb Fene dan Aye rın ucula

Ali Sam

2 futbol 1911-191 ) al (Şehb

nu Fene şampiyo

rbahçe K

ulübü’nü

FB - G

S ka

i Yen

n heyeti

r mas

ı, Şu

bat 1 926’d

ak i 6

maç

lık ilk

Mısır

t ur n

esind

e



TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU Burak ÇETİNTAŞ Araştırmacı

19. yüzyılın sonunda İstanbul’da bir tekkenin harem bölüğünde dünyaya gelen minik Hatice Sâmiye, imparatorluğun son senelerinde ilk konservatuvarımız Darülelhân’da kemençe ve nazariyat hocalığı yapıyordu. 1920’lerin Türkiye’sinde ise konservatuvarda ders vermenin yanında otomobil kullanıyor, balolar tertipliyor, Fenerbahçe Spor Kulübü nâmına yarışlara katılıyordu. İşte, sanatla, sporla ve edebiyatla iç içe geçen bir ömrün ve çoktan unutulmuş ilk kadın rallicimiz Sâmiye Cahid Hanım’ın pek bilinmeyen hayat hikâyesi…


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

1934 yarışlarından bir hatıra: Sâmiye Cahid Hanım Fenerbahçe Spor Kulübü adına katıldığı yarışları birincilikle bitirdikten sonra çekilen fotoğrafın arkasına “934 yarışlarında birinci gelip kupayı kucakladıktan ve hediyeleri aldıktan sonra arabamı elleriyle çeken aziz vatandaşlarımla” yazıyor. Fotoğraft a Sâmiye Hanım’ın yanında, dönemin ünlü yazarı ve gazete sahiplerinden Burhan Cahid Morkaya oturmakt a. (Burak Çetintaş arşivi)

İstanbul’un Silivrikapı semtinde, Arabacı Bayezid Mahallesi’nde sevinçli bir telaş var… Az sonra bir bebek dünyaya gelecek. Silivrikapı haricindeki Seyyid Nizâm Tekkesi ve yine Silivrikapı surları içindeki Emirler Dergâhı’nın şeyhi İbrahim Şuaeddin Efendi ile mahallelinin “Saraylı Hanım” diye andıkları Hatice Müvedded Hanım’ın yedinci ve son evlatları doğuyor, ismini Hatice Sâmiye koyuyorlar. Şeyh Efendi’nin tek oğlu minik Cemâleddin uzun süren müzmin rahatsızlığından dolayı henüz yedi yaşındayken vefat edince, beş kızlarını bağrına basan aile bu yeni yavruyla bir kez daha seviniyor. Takvimler 1899’u gösteriyor... Hatice Sâmiye, henüz beş altı yaşındayken müzikle iç içe yaşayan babası ve ablalarının arasında evvela musiki ile tanışıyor. Babası Şeyh Şuâeddin Efendi İstanbul’un müzik çevrelerinde hem tambur icrâcılığı hem de bestele-

42

ri ile tanınıyor; hocası dönemin meşhûr tamburîleri ve bestekârlarından Ali Efendi… Şeyh Efendi kızlarının da musiki ile ilgilenmesini, hatta hakkıyla öğrenmesini arzuladığından olsa gerek camiadan tanıdığı kıymetli hocalardan ders vermelerini rica ediyor. Kızlarından Pâkize Hanım Udî Nevres Bey’den ud, Fatma İsmihân Hanım Kemânî Memdûh Efendi’den keman, Sıdıka Naime Hanım Kanûnî Hacı Ârif Bey’den kanun, Fatma Seniha Hanım Tamburî Dürrî Turan’dan tambur dersi almıştır. Silivrikapı’daki tekkenin yanındaki konakta zaman zaman tertiplenen fasıllara hepsi birden iştirâk ve ahenkte babalarına refakat ediyorlar. Kimi akşamlar ise babalarının henüz bestelediği eserleri geçiyorlar. Minik Sâmiye de ablalarının icrâ etmediği sazlardan kemençeyi seçiyor. Pekala bu sazı kimden, nasıl öğrenmeli? Buna da bir hal çaresi bulunuyor. Annesi Hatice Müvedded Hanım’ın Adile

Sultan Sarayı’ndan ahbabı olan Şerife Sâide Hanım, dönemin meşhûr icrâcılarından Tamburî Cemil Bey’in hanımı. Şeyh Efendi de Cemil Bey’i musiki meclislerinden tanıyor. Müvedded Hanım bir gün kızını Cemil’in Aksaray Sineklibakkal’daki evine götürüyor, müstakbel hocasının elini öptürüyor ve ilk defa o gün ders tarihine karar veriliyor. Hocası etrafa haber salıp minik talebesi Sâmiye için elden düşme bir saz da buluyor. Bu saz, kemençe imâl eden meşhur lütiyelerden Baron’un ceviz bir kemençesidir. Şeyh Efendi bir buçuk altın liraya sazı satın aldırıyor, ardından dersler başlıyor. Mesud Cemil babasını anlattığı anılarında Sâmiye Hanım’ın annesi ile Aksaray’daki evlerine akşam derslerine geliş gidişlerini şöyle anlatıyor: “Şeyh Şuaeddin Efendi’nin küçük kızı Sâmiye Hanım’ı da eli muşamba fenerli bir uşağın refakatinde annesi ve hemşiresi ile beraber birkaç sene


TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

derse geldiği ve dersten sonra büyük eve, anneme uğradığı zamanlardan hatırlarım. Sâmiye Cahid Hanım kemençede hocasının üslubunu, o zamana kadar başka kimseye müyesser olmamış bir başarı ile benimsedikten sonra geçirdiği bir kaza sonunda Cemil’in ses güneşinden bir altın ışık gibi parlayan parmaklarında taşıdığı sanatı bırakmaya, avucunun içe aldığı sihirli kaynaktan kendisini de bütün memleketi de mahrum etmeye mecbur kalmıştır…” Mesud Cemil Bey’in 1947’de yayınlanan ve babası Tamburî Cemil Bey’in hayat hikâyesini anlattığı kitabında bahsettiği o korkunç kaza ise, Sâmiye Cahid’in en büyük meraklarından olan otomobil tutkusunun hazin sonu olacaktı. Bir taraftan hususî Fransızca dersleri alan, diğer taraftan Yedikule Alman Mektebi’ne devam edip oradan mezun olan Sâmiye, kısa zamanda müzikte de ilerler ve hocasından kemençenin bütün inceliklerini öğrenir. Sazını icrâsındaki yeteneği İstanbul’da duyulur, hususî fasıllara çağırılır, 1910’ların sonunda açılan ilk konservatuvarımız Darülelhân’ın kuruluşunda da yer alır, okulda kemençe ve nazariyât hocalığı yapar. Yine bu sıralarda birbiri ardına verilen Darülelhân konserlerindeki günlerce dillerden düşmeyen icrâsı ve taksimleri, hocalarından ve onu pek çok seven bestekâr merhûm Rahmi Bey’e de ilhâm vermiş olacak ki suzinâk makamında “Bir sihr-i tarâb nağme-i sâzındaki te’sir” mısraıyla başlayan şarkıyı Sâmiye ve sazı için besteler. Müziği ve kemençeyi çok seven Sâmiye Hanım’ın sazından uzaklaşmasının iki sebebi olur. Bunlardan biri duygusal, diğeri ise mecburiyettir. 1918’de, aynı mahalledeki Bâlâ Tekkesi’nin şeyhi Ömer Fahreddin Efendi’nin oğlu, dönemin ünlü edebiyatçı ve gazetecilerinden Burhan Cahid Bey ile evlenir. Ancak Burhan Cahid ne İstanbul müziğini ve ne de kemençeyi sever. Hatta

dost meclislerinde kemençenin sesini “ağlak” bulan ünlü yazar, formunu da iki karanlık göz çukurundan dinleyicisini seyreden kafatasına benzetir, her gördüğünde ürperdiğini itiraf eder. Sâmiye Hanım, yakınlarına ve akrabalarına Burhan Cahid Bey’in alaturka müziği ve kemençeyi oldum olası sevmediğini, bu yüzden evdeki çalışmalarını ona en uzak odada ve binbir kapı ardında yapabildiğini anlatır, biraz da dert yanarmış… Sâmiye Hanım’ı kemençeden iyice koparan asıl felaket ise otomobil sürmeye ve hıza olan bağımlılık derecesindeki düşkünlüğü olmuştu. Bugün ilk kadın şoför olarak ismini kimse hatırlamasa da bir zamanlar İstanbul sokaklarında boy gösteren birkaç otomobilden birinin şoförü de Sâmiye Cahid Hanım idi. İstanbullular, yanlarından rüzgâr gibi geçip giden arabasının arkasından kulaklarını çekip tahtaya vurarak “Sâmiye Hanım kimbilir yine nereye gidiyor?” diye birbirlerinin kulağına fısıldarlardı.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Onun İstanbul sokaklarında otomobil kullanışına kimi ihtiyarlar kıyamet alâmeti sayıp “Şeytan işi, hem de nasıl! Atsız öküzsüz arabayı üstelik bir de kadın idare ediyor...” diyerek büyük bir hayretle isyan etmiş, bazı akrabaları ise, “Ben kadının kullandığı otomobile zinhar binmem!” itirazıyla onun kullandığı otomobile binmemişlerdi. İlk ehliyetli kadın şoförümüz ve ilk kadın otomobil yarışçımız Sâmiye Cahid Morkaya’nın İstanbul sokaklarında otomobiliyle ilk defa arz-ı endâm edişinin üzerinden neredeyse bir asır, ilk yarış birinciliğini kazanmasının üzerinden ise 86 sene geçti. Ancak görünen o ki, yakın geçmişte şehir ve musiki hayatında hayli ses getirmiş isimlerden Sâmiye Cahid Morkaya’yı da unutmuşuz. 27 Ekim 1996’da Hürriyet’in hafta sonu ilavesi olan Hürriyet Pazar’da, “Ortak Dilleri Otomobil, Vazgeçemedikleri Tutku Yarışmak” başlığı ile Aslı Uğurlu, Türkiye’nin ilk kadın otomobil

Emirler Çeşmesi id Mahallesi’nde, ı’da Arabacı Bayez kap r. Yerine apartvri ıştı Sili ılm ği, yık ldi a ge 6’d nım’ın dünyaya bölüğü. Bu bina 197 rem ha n i’ni Hatice Sâmiye Ha kes Seyfullah Efendi Tek en Arşivi) Sokak üzerindeki ş duruyor... (Encüm nen arsası hâlâ bo man yapılmak iste

43


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

Ehliyetli ilk kadın şoför ve ilk kadın rallici Sâmiye Cahid Hanım, İstanbul sokaklarında modern kıyafetleri ve birkaç senede bir değiştirdiği birbirinden güzel otomobilleri ile sık sık boy gösterirdi. (Burak Çetintaş arşivi)

yarışçısının Ann Tahincioğlu olduğunu yazmıştı. Bu haberin yayınlanmasının üzerine telefonla aradığım Uğurlu’ya Türkiye’nin ilk kadın otomobil yarışçısının Sâmiye Cahid Hanım olduğunu kısaca anlatmıştım. Heyecanlanarak, “Kendisine ulaşıp bir randevu almamız ve röportaj yapmamız mümkün olur mu?” diye sormuş, ben de kendisine röportaj için hayli geç kaldığını, bahsettiğim yarışların seneler evvel gerçekleştiğini ve ilk defa 1930’da yarışan ve 1932’de kar-

44

Türkiye Tu

ring

n Sâmiy Kulübü’nü

e Cahid H

son «yanlış» haber ise NTV Tarih dergisinin Mart 2009 tarihli ikinci sayısının 84. sayfasında çıkmıştı. “İlk Kadın Rallici: Mehlika Hanım” başlıklı habere göre, 1924 doğumlu Mehlika Sarıoğulları Türkiye’nin ilk kadın otomobil yarışçısı idi. Halbuki Türkiye’nin ilk ehliyetli kadın sürücüsü ve kadın otomobil yarışçısı olan Samiye Hanım, ilk kadın yarışçı olduğu iddia edilen Mehlika Hanım’ın doğumundan iki sene evvel, yani 1922’de direksiyon başına geçmişti!

ma kategoride erkeklerin arasından sıyrılarak birinciliğe yerleşen Sâmiye Cahid Hanım’ın seneler evvel vefat ettiğini söylemiştim. 19 Kasım 2003’te yine Hürriyet’in bu defa Oto Yaşam ilavesinde ve “Türkiye’nin İlk Kadın Sürücülerini Bulduk” başlığı altında yayınlanan bir haberde ise Türkiye’de ilk kadın sürücülerin 1960’lar gibi epey erken bir tarihte (!) ehliyet aldığı anlatılıyor ve bazı isimler veriliyordu. İlk kadın otomobil yarışçımız ile ilgili

Yakın bir geçmişte ve birbiri ardına çıkan bu haberleri hatırlayınca, Türkiye’nin asıl “ilk kadın otomobil yarışçısı” olan Sâmiye Cahid Morkaya’nın hayatı ve iştirak ettiği yarışlarla ilgili bazı bilgiler vermek ve onu tekrar anmak istedim.

anım’a 19

31’de

lik kart verdiği üye

ı. (Burak Ç

etintaş ar

şivi)

İlk otomobil caddelerde 1883’te boy göstermişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da ilk otomobil kullanan kişi ise Kadıköy’ün en güzel sahillerinden Kalamış’a nâzır bir konakta oturan Züheyrzâde Ahmed Paşa olmuştu. İlk otomobil İstanbul sokaklarında arz-ı endam ettikten kısa bir süre


TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

sonra devrin hali vakti yerinde aileleri de birer ikişer otomobil satın almaya başlamışlardı. Gerçi İstanbul’un sokakları dolma lastikli ve dönemin atlı araba türlerinden olan yaylı landolarına, kupalarına yahut faytonlarına göre konforsuz olan bu nakil vasıtalarının seyrine hiç de uygun değildi ama Avrupa’dan ithal edilen otomobillerin sayıları kısa sürede artmıştı. Otomobiller arttıkça bu araçların kullanılabilmesi için gereken şoför şahadetnamelerini, yani ehliyetleri veren kurumlar da birbiri ardına açılmaya başladı. İşte tam da bu senelerde otomobil sporuna heves edenlerden Sâmiye Cahid Hanım şahadetnamesini aldıktan sonra, kocası, devrin meşhur gazetecisi ve romancısı Burhan Cahid Bey’in satın aldığı otomobili ile İstanbul sokaklarında boy göstermeye başladı. İki senede bir otomobilini yenileyen, Buick, Ford, Cadillac, Fiat, Nash gibi döneminin iyi otomobillerini süren ve gerçek bir sürat tutkunu olan Sâmiye Cahid Hanım’a 1922’den itibaren araba kullanmak yetmemiş olacak ki, 1930’da ehliyet aldıktan sonra üye olduğu Turing Kulüp’ün her sene düzenlediği geleneksel otomobil yarışlarına da katılmaya başladı. 1930 ve 1931’deki yarışlarda dereceye girdiyse de ilk birinciliğini 1932’de, İstinye köprüsü ile Zincirlikuyu arasındaki 9.5 kilometrelik parkurda düzenlenen rallide kazandı. Birincilik kupası dönemin vali ve belediye reisi Muhiddin Üstündağ tarafından takdim edildiğinde çekilen fotoğraflar ertesi gün neredeyse bütün gazetelerin ilk sayfasında yer almıştı. Hatta o senelerin ünlü muhabiri Hikmet Feridun Es, Sâmiye Cahid Hanım ile birinciliği üzerine bir mülakat yapmış, pek çok fotoğrafla süslenen bu söyleşi Yedigün mecmuasında yayınlanmıştı. 1932 tarihindeki yarışlarda kazandığı birincilik kupasını ise, daha sonra 140

Hatice Sâmiye Hanım, evlenmeden önce Silivrikapı’daki konakta. (Burak Çetintaş arşivi)

sicil numarasıyla üyesi olduğu Fenerbahçe Spor Kulübü’nün müzesine hediye etmişti. Bu birinciliğin hemen ardından hem tuhaf hem de komik bir olay yaşandı. Yarışta ikinci olan Vehbi Bey sonuca itiraz etti, yarışın iptalini istedi ve gerekçe olarak da birinci ilân edilen yarışmacının bir kadın olmasını gösterdi. İş mahkemeye aksetti ise de Sultanahmet Sulh Hukuk Mahkemesi, “Bir kadın da

Meşhur bestekâr ve icracı Tanburî Cemil Bey’in en kabiliyetli talebelerinden Sâmiye Cahid Hanım, kocası gazeteci ve romancı Burhan Cahid Bey (Morkaya) ile. Çiftin evlenmesinden kısa bir müddet sonra çekilen bu fotoğrafta Sâmiye Hanım’ın elinde pek sevdiği kemençesi; Burhan Cahid Bey’in elinde ise o tarihlerde yazı işleri müdürü olduğu Karagöz gazetesi bulunuyor. (Burak Çetintaş arşivi)

45


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

Yine de seneler sonra kendisiyle yapılan röportajlarda, otomobil sürmeye, sürate ve direksiyona düşkünlüğünü her fırsatta dile getirmeyi sürdürdü. Sâmiye Cahid Hanım ile Son Saat gazetesi nâmına görüşen ve röportajı 28 Mart 1953 tarihinde yayınlanan Hakkı Devrim’in yarışlar, sürat tutkusu ve günün trafik meseleleri ile ilgili sorularına ünlü yarışçı ha esinin mu , Son Saat gazet arşivi) nmeyen Morkaya m sö vri ti De hre kı şö ak (H da . şöyle cevap vermişti: en Kazadan sonra e röport aj verirk biri Hakkı Devrim’ “Tevfik Remzi Bey (Prof. Dr., Kazancıgil) bana daima “Bu yarışotomobil yarışlarına katılabilir ve bilardan vazgeç, zararını sonradan görinci gelebilir,” kararını verince Sâmirürsün…” derdi. Sonradan pek haklı ye Cahid Hanım’ın birinciliği resmiyet olduğunu öğrendim. Finalde kanayan kazandı. Ertesi yıl Turing Kulüp taraavuçlarınızdan direksiyonu güçlükle fından düzenlenen otomobil yarışlaayırdığınızı düşünürseniz ne derece rında tekrar birinci olduysa da 1934 kuvvet sarfedildiğini tahmin edebiliryarışlarında aynı parkurda kaza yaptı siniz zannederim. (…) Bence seyrüseve takla atarak parçalanan Ford marfer (trafik) davamızın ilacı henüz keşka otomobilinin içinden son anda ağır fedilmiştir. Vazifelilerin mümkün olan yaralı olarak kurtarıldı. her şeyi yaptıklarını teslim etmek icap O sırada kaderin bir cilvesi olsa gerek, eder. Gayretlerinin fevkinde bir şey dünyaca ünlü cerrah Prof. Dr. Henri yapılabileceğini de zannetmiyorum. Nissen İstanbul’da idi. Binbir rica ile Asıl mesele şuradadır: Halk vasıtaameliyatı yapması sağlandı ancak ilk ya, vasıta halka hatta vasıta vasıtaya ameliyat beklenen iyi sonucu vermeyardım etmiyor. Sonra ehliyet imtidi. Bunun üzerine Nissen bir müddet hanlarının daha sıkı yapılmasına ve daha İstanbul’da kalarak bir dizi amecezaların şiddetle tatbik edilmesine liyat daha gerçekleştirdi. Ne var ki sol biraz daha dikkat edilmelidir. (…) İyi kolu kazada parçalandığı için yapılan araba kullanmak için birçok şeye bu ameliyatlara rağmen sol elini bir dikkat etmek lazım. Mesela kaldaha kullanamayacağı anlaşıldı. Korkarken arabanın hakkını vermek, kunç otomobil kazasının ardından yolun neresinde hangi vitesin icap aylar boyu süren tedavi netice vermeettiğini bilmek, yumuşak fren, gıyince dönemin müzisyenlerince kecırtısız vites değiştirme, göz ayamençe icrasında “yekta” olarak kabul rı… (…) Burhan Cahid (Morkaya, edilen Sâmiye Cahid Hanım kemeneşi) de otomobil kullanmaya çesine vedâ etmek, sazından ebedibenim kadar meraklıydı. Mesela yen ayrılmak zorunda kalacaktı. Bu küçük bir vites gıcırtısı yapsam korkunç sonu duyan, yine dönemin arabadan iner, taksiyle döner ve meşhur kemençecilerinden Kemâl Nibeni cezaların en büyüğü ile ceyazi Seyhun’un dudaklarından “Keşke zalandırırdı. Günlerce araba kulimkânım olsaydı da şu sol kolumu lanmama müsaade etmeyerek! omzumdan koparıp ona verebilsey(…) Yarış merakımın kaynağı dim!” cümlesi gayriihtiyarî dökülecek, sürat aşkıdır. Ne demek istediüzüntüsünü ve acısını böylece dillenğimi ancak bunu bilenler anladirebilecekti. 46

Sâmiye Cahid Hanım, 1934 yarışlarından sonra tebrikleri kabul ediyor. (Burak Çetintaş arşivi)

yacaktır. Benim için otomobil konfor veya lüks değildir. Esasen otomobili sevmem de. Hem bilir misiniz beni otomobil tutar… (…) Şoförü direksiyonda oturuşundan tanırım. Bazen virajlarda durup bilhassa seyrediyorum. O kadar iyileri ve fenaları var ki? Bir de hatırıma gelmişken söyleyeyim, hanımların direksiyonda görülmesine hâlâ alışamadık. Hatta eskiden daha tabii karşılanırdı. Dert mâlum, biz birbirimizi biliriz derler ya…” Hastahânede Emirgân’daki köşküne döndüğünde, bir daha sazını eline alamayacağını bilmenin acısıyla piyanonun üzerinde duran kemençesini hışımla yerinden alıp


TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

gözyaşları içinde duvara fırlatan Sâmiye Cahid Hanım araba sevdasından ise ölene kadar vazgeçmedi. Bağırsak düğümlenmesi rahatsızlığı ile kaldırıldığı Amerikan Hastanesi’nde 4 Haziran 1972 tarihinde vefat edene dek son arabası, 1954 model Nash marka otomobilini kullanmayı sürdürdü.

Samiye Cahit Hanım, son zamanlarında çok sıkıntı çekmiş, hatta evindeki bazı eşyaları ve kocası Burhan Cahit’in son derece kıymetli kütüphânesini dahî satmak durumunda kalmıştı. Emirgan’da sahilyolu ile Safsaf Sokak arasındaki geniş arsa üzerinde yükselen yalısı ve 1930’larda yaptırdıkları kübik köşkünü ise son

Sâmiye Hanım, ömrünün son senelerinde Emirgân’daki köşkünde, piyanosunun başında kimbilir hangi alaturka besteyi çalıyor… (Burak Çetintaş arşivi)

yıllarına dek muhafaza edebilmişti. Köşklerden biri vefatından evvel satıldıysa da yukarı köşkü ölene kadar kullanmıştı... Senelerden beri sessiz sedasız bir âdet sürüp gider; Erenköy Galippaşa Camii’nde okunacak mevlid babasız yavrularımıza şefkatli kucağını açan kıymetli eğitim kurumu Darüşşafaka tarafından, her sene Ramazan ayının 25. günü gazetelere tam sayfa ilân verilerek duyurulur. Bu ilânda son devir Osmanlı ricâl torunlarından, eski pekçok Istanbullu ailenin hayırsever fertlerinin ismi anılır. O satırların arasında gözlerim hep mutlulukla bir ismi bilhassa arar: Bütün mâl ü mülkünü yavruların okuması için Darüşşafaka’ya hîbe eden büyükteyzem Hatice Samiye Cahit Morkaya’nın ismini her gördüğümde mütehassıs olur, gözlerim dolar ve ablaları ile birlikte onu da rahmetle yâdederim.. 47



ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME Rahşan TEKŞEN Yazar

İstanbul’da inşa edilen ilk güreş tekkesi Evliya Çelebi’nin tarifine göre Küçükpazar yanında, Unkapanı yolu üzerinde, Selvili Fırın karşısında, Atlamataşı Caddesi üzerinde bulunan Şucâ Tekkesi’ydi. Cesur demekti şucâ; yiğit, gözü pek, korkusuz… Anadolu ve Rumeli’den gelen nice delikanlıyı eğitip adına yaraşır birer pehlivan olarak yetiştirmişti tekke.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME / Rahşan TEKŞEN

19. yüzyılda Osmanlı güreşçileri

İdmanların en namlısıydı cirit. En sevileni ok atma, en çok ihsan göreni ve en eskisi güreşti. Tabiî ihsanı hak etmek için pehlivan olmak, pehlivan olmak için de er meydanında hem beden hem de zekâ kuvvetini ispat etmek gerekirdi. Bu da kâfi gelmez, pehlivanlığın şanına yaraşır bir ahlâka sahip olmak icap ederdi. Farzı muhal sırtını yere çaldığı yiğit yaşça kendisinden büyükse, eğilip elini öpmeyi bilmeliydi. Keza onun sırtını yere çalan yiğit kendisinden yaşça küçükse, yanına varıp alnından öpmeyi… Böyle pehlivanlardan seçilirdi güreş tekkelerinin şeyhleri; yürekli, bilgili, ahlâklı, mütevazı, şahsiyetli… Dervişan ise idmanlara dayanabilecek gençlerden intihap edilirdi; sıhhatli, kuvvetli, gürbüz, gözü pek… Bunun yanı sıra ruhunu ve bedenini haramdan sakınmayı, tasadan ve kederden uzak yaşamayı bilenler tercih edilir; bu vasıfları haiz olduktan sonra hangi ırktan, hangi şehirden olduklarına bakılmazdı. Maksat, civardaki kabiliyetli gençleri toplayıp onları birer pehlivan olarak yetiştirmekti. Bu yüzden pehlivan mektebi denirdi bu tekkelere yahut pehlüvânân tekyesi.1 Şehrin kılıçsız, kalkansız askerleriydi dervişler. Talim yaparken ellerini dizlerine her şaplattıklarında, suratlarına kallavi bir tokat inmiş gibi titrerdi hırsızların, eşkıyaların kalbi. 1 Mehmet Türkmen, Osmanlı Güreş Tekkeleri ve Fonksiyonelliği, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi, Samsun, sf.1-24.

50

Sırf bu ses bile onlara gözdağı vermeye yeter, ortalıkta dolaşıp kimsenin huzurunu kaçırmaya cesaret edemezlerdi. Fethedilen her şehre bir kadı ve subaşı tayin edildikten sonra kurulan ilk yapılardan birinin güreş tekkesi, okçular tekkesi yahut gürzcüler tekkesi olması tevekkeli değildi. Orhan Gazi’nin zevcesi Nilüfer Hatun’un kendi adıyla Bursa’da yaptırdığı güreş tekkesi, bunların ilkiydi. İstanbul’da inşa edilen ilk güreş tekkesi ise Evliya Çelebi’nin tarifine göre Küçükpazar yanında, Unkapanı yolu üzerinde, Selvili Fırın karşısında, Atlamataşı Caddesi üzerinde bulunan Şucâ Tekkesi’ydi. Cesur demekti şucâ; yiğit, gözü pek, korkusuz… Anadolu ve Rumeli’den gelen nice delikanlıyı eğitip adına yaraşır birer pehlivan olarak yetiştirmişti tekke. Kimi zaman şeyh, kimi zaman duacı, dede, postnişin veya mürşit denen bir zat idare ederdi Şucâ Tekkesi’ni. Ailesiyle birlikte gece gündüz burada kalır; tekkenin müstahdemi olan aşçı, hamamcı, habbaz ve suyolcudan, ayrıca dervişanın her türlü ihtiyacını karşılamaktan ve onları pehlivan geleneğine göre yetiştirmekten o mesul olurdu. Maharet ve kıdemlerine göre acemi, şakirt, miyander veya derviş denirdi tekkedeki talebelere. Vakitlerinin çoğunu idmanla geçirir; ayrıca her gün tekkeye gelen bir cüzhandan Kur’ân dersleri alırlardı. Sadece güreşçilere değil, kışın ağır şartlarından dolayı dışarıda talim yapamayan gürzcülere, kemankeşlere, mat-


ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME / Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

rakçılara da ev sahipliği yapardı Şucâ Tekkesi. Yolcuya, yoksula her daim kapısı açık olur; dinlendirip doyurmadan hiçbirini göndermezdi. Hücre denen odalarda kalırdı misafirler ve dahi dervişan. Hamamı, fırını, ambarı, mutfağı, bir de kışın idman yapmak için kullanılan mabeyni vardı. Sair günlerde tekkenin hemen yanındaki yeşilliğe çıkar, idmanlarını orada yapardı dervişan. Şucâ Tekkesi’nin duvarlarında demir yaylar, pirinç gürzler, kemankeş darpları, matrak sopaları, çam ağacından oklar, camız derisinden kispetler asılı olurdu beş vakit. Tekkeye ilk defa giren biri, evvela bu edevatı görür, nereye geldiğini o vakit anlardı. Her güreş tekkesi bir pehlivanın kabri başına kurulur, böylece onun manevi ikliminden dervişanın da nasiplenmesi murat edilirdi. İhtimal ki Şucâ Tekkesi de bir pehlivanın kabri başına yapılmıştı. Lakin ne tekkeden ne de kabirden tek bir tuğla kalmıştı bugüne. Yangınlardan dolayı birkaç defa yer değiştirdiği rivayet edilen Şucâ Tekkesi’nin hangi vakit, nereye gittiği hakkında hiçbir malumat yoktu. Hal böyle olunca, yağmur sonrası kaybolan ayak izleri gibi onun izleri de silinip gitmişti. Tekkenin varlığına dair ille bir alâmet göstermek icap ederse, Unkapanı’nda, Manifaturacılar Çarşısı’nın sıra sıra dizilmiş binaları arasında, bir dişin eksikliği gibi göze çarpan boşluk belki derde derman olur. Zira Voynuk Şucâ Camii vaktiyle buradadır ve aynı isimle müsemma Şucâ Tekkesi, bu camiin civarında bir yerdedir. Mezkûr camiden geriye kalan sadece küçük bir haziredir ve onun yerine çarşı için inşa edilmesi düşünülen bina, elini göğsüne koyup hürmetle çekilerek birkaç adım geride varlık göstermiştir. Kabirlerin etrafını çeviren hazire duvarının ön cephesinde “Kullu nefsin zâikatu’l-mevt” yazar ta’lîk hatla; ölümün tadına bakmayan kalmayacak. “Summe ileynâ turceûn”, diye ilave eder; dönüp dolaşıp benim huzuruma geleceksiniz. Annesinden önce vefat eden birinin yerine “Görüştüre bizi rûz-i cezada/Tâ kıyamet haşr olunca valdem âh” diye iç çeker şahidesi. Bu küçük haziredeki her bir taş, insana değil, faniliğine bir işarettir. Keza camiden ve tekkeden kalan boşluk, insan elinden çıkan âsârın faniliğine… Fetihten sonra inşa edilen Şucâ Tekkesi, 1800’lü yıllara kadar pehlivan yetiştirmeye devam etti. Tâ ki II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasına kadar. Bu hadise, yeniçerilerin bağlı olduğu tekkelere ve dahi güreş tekkelerine de tesir etti ve her biri tek tek kapatıldı.2 Şucâ Tekkesi de bu bahtsızlıktan nasibini aldı ve bir daha açmamak üzere kapılarını örterek kaybolup gitti. Hayatının son demlerine kadar pehlivan yetiştirmeye devam etti Şucâ Tekkesi. Zira güreş tutmak o kadar mühimdi ki sadece dervişana değil, ağzı süt kokan şehzadelere

Şucâ Tekkesi Mescidi

dahi öğretilirdi. Okuma yazma öğrenmeye başladıkları vakit güzel yazı yazmayı meşk ettikleri gibi ok ve yay yapmayı da öğrenirlerdi. Keza ava gitmeyi, ok atmayı, ata binmeyi, gürz kaldırmayı…3 Öyle muteber bir sanattı ki güreş, pehlivan olup nam salmasa bile, yiğit olması beklenirdi er kişinin. Hatta eski zamanların kimi genç kızları, evvela güreşte, sonra ok atmada ve at yarışında yiğitliklerini ispat etmelerini şart koşarlardı taliplerine.4 Bu gençlerin çoğu, Şucâ Tekkesi gibi müesseselerde yetişirdi. Acemilikten çıkıp pehlivan olmayı hak ettiklerinde, kispet giyme merasimi tertip ederdi onlara tekke. Zira kispet giymeyi hak etmek, tekkenin şeyhinden icazet almak demekti. O güne kadar pırpıt giyen dervişana, ilk kispetleri halkın huzurunda takdim edilir, kurbanlar kesilir, dua ve nasihatler gelirdi ardından. “Alta geldim diye erinme / Üste çıktım diye sevinme”, diye başlardı şeyh yüksek sesle. Her mısra öyle gür, öyle kuvvetli dökülürdü ki ağzından, kös vurulmuş gibi titrerdi kalpler. “Aya bakma güne bak / Gönül uyandı Sultan Süleyman’a bak”, diye devam ederdi şeyh her mısraın son hecesini uzatarak. “Hasmın karınca olsa dahi / Kendisine merd oğlu merdane bak”. Dervişin 3 Behram Kılıç, İstanbul’un Yüz Spor Olayı, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul-2011, sf.22; Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, C.5, Ankara-1999, sf. 643-648.

2 Cem Atabeyoğlu, “Güreş” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür

4 Abdülkadir Özcan, “Güreş” İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, C.14,

Bakanlığı ve Tarih Vakfı Yayınları, C.3, sf. 454-455.

İsanbul-1996, sf. 317-320.

51


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME / Rahşan TEKŞEN

kulağına zikrini fısıldayan bir şeyh gibi pehlivanlığın zikrini fısıldardı talebelerinin kalplerine böylece. Merasim bittikten sonra kispetlerini giyen dervişan, tek tek ihtiyarların elini öper ve pehlivanlığının ilk güreşini tutardı herkesin önünde.

İkisi de birbirinden merdâne/Biri ak biri kara/Mevlâm her birine kuvvet vere!” diye devam edip giden bir dua okurdu cazgır. Son olarak “Allah işinizi onaraaa!” der ve sırtlarına vurarak meydanı iki yiğide bırakırdı.8

Önce peşrev çekerdi pehlivanlar; ellerini dizlerine vura vura meydanda dönerek. Zira güreşin besmelesi peşrevdi Namı sultanın kulağına gidecek kadar güreşte mahareve bir pehlivanın mahareti çektiği peşrevden belli olurdu. tini ispat edenler saraya alınır, küştîgîran cemaatine dâOnlar çimenlerin üzerinde dönüp ellerini dizlerine çarphil olurdu. Belli zamanlarda huzur güreşleri tertip edetıkça bu sesi duyanlar bir bir rek onları seyretmek isterdi susar, ayakta olanlar oturur, sultan. Huzura çıktıkları gün sultanın karşısına dizilir, elçifte nakkarenin sesi pehliAcemilikten çıkıp pehlivan olmayı hak lerini bağlayarak isimlerinin vanlara eşlik etmeye başlardı. eden yiğitlere tekkede kispet giyme ünlenmesini beklerdi pehliSonra tek dizlerinin üzerine merasimi düzenlenirdi. Kispet giymeyi vanlar. Keza bayramın birinci çöker, sağ ellerini alınlarına haketmek, tekkenin şeyhinden icazet günü Yalı Köşkü’nde yapılırdı getirip birbirlerine temennaalmak demekti. güreşler, ikinci gün Gülhane da bulunur, böylece selamMeydanı’nda, üçüncü gün laşmış olurlardı. Bu fasıl da Eski Saray’da, dördüncü gün bittiğinde “Haydi aslanım!” 5 diye bağırıp elini dizine vurur ve rakibini güreşe davet Setbaşı’nda. Kimi Enderun’dan gelirdi pehlivanların kimi güreş tekkelerinden. Ramazan geceleri, sünnet merasimederdi içlerinden biri. leri, düğünler ve sair merasimler pehlivanların iştirakiyle İlk işi rakibinin paçasını yoklamak olurdu pehlivanların. renklenir; at yarışları, kılıç kalkan oyunları, kudüm ve nakZira her paçanın altına bir metre kadar keçe sarılır, bu sakare sesleriyle tamam olurdu.6 yede rakibin parmaklarının içeri girmesi engellenirdi. Şayet pehlivanlardan biri keçesini gevşek bağlamışsa paçayı Tertip edilen merasim şayet bir düğün ise ev sahibi kesekaptıracak demekti ki bu deyim er meydanlarından çıkıp sine göre hediye takdim ederdi galip gelen pehlivana; ya nam salmıştı. Hal böyle olsa bile, ilk tutuşmada rakibini bir deve olurdu bu hediye ya bir koyun veya bir tay… Hâli vakti yerindeyse altın lira, değilse esvaplık yahut şalvaryenmek ve onun şahsiyetini zedelemek hiçbir yiğide yalık kumaş verirdi. Fakir ailelerin düğünlerinden ücret alraşmazdı. Bu yüzden bile bile güreşi uzatır, türlü oyunlarla mazdı tekke pehlivanları, bilakis kendileri hediye götürür, ona fırsatlar verirdi. düğün sahibine katkıda bulunurlardı. Esasen tekke pehliBu oyunlardan biri iç tırpandı. Rakibin ayakları yanlış duvanlarının herhangi bir merasime iştiraki dahi başlı başına ruyorsa, bundan istifade eder, iç tırpan vaziyeti alarak ikramdı. Zira kollarında pazubendleri, dillerinde zikirleri, onun muvazenesini bozardı mahir olan taraf. Maksadı raheybetli heybetli gelişlerini görmek bile heyecanlandırırdı kibini yenmek değil, onu yüzükoyun ya da omuz üzerine herkesi. düşürerek tahrik etmek olurdu. Şayet rakibi ayağa kalkmaya çalışırsa, kaz kanadıyla üzerine hücum eder, kollarını Güreş tutmadan evvel pehlivanların her biri abdest alırdı. iki koltuğunun altından geçirip sırtında kilitlerdi. Rakibin İki rekât namaz kılıp pirleri olan Hz. Hamza’ya üç İhlâs bir bileklerini iç taraftan yakalayıp onu yere yaslamak için Fatiha okur, sonra kispetlerini öper ve besmeleyle giyer7 lerdi. Sırası geldikçe isimlerini ünler, onları yanına davet kurt kapanını kullanırdı ki ancak mahir olan bir pehlivan ederdi cazgır. Yüzleri kıbleye dönük, elleri önden bağlı, bundan kurtulabilirdi. Hakkıyla icra edilen diz kündesiyle, servi ağacı gibi dimdik çıkarlardı meydana. Cazgır, pehkendisinden çok daha kuvvetli ve ağır bir pehlivanı yaprak livanları omuzlarından tutar; adlarını, sanlarını, maharetgibi havada çevirip sırtüstü yere düşürmek de mümkünlerini sayardı tek tek. Peşinden dualar eder, salavatlar çedü.9 kerdi. Ve nihayet “Allah Allah illallaaah!” nidasını duyunca Evliya Çelebi’nin dediği gibi bu oyunlarda kırk fen, yetmiş ellerini çözerdi pehlivanlar. “İki kardeş yiğit çıktı meydâne/ bend, yüz kırk hava vardı ki kuvvet, cesaret ve akıl isteyen hünerlerdi. Şirazî, kündeden atma, göğüsleme, boyundu5 Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, T. C. Kültür Bakanlığı, Ankara-1995, ruk, Cezayir sarması, karakuş, pîşkabza, şak kündesi, çem1. Baskı, sf.141-153.

52

6 Halim Baki Kunter, Eski Türk Sporları, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul-1938,

8 Atıf Kahraman, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kırkpınar Güreşleri, T. C. Kültür

sf.45-47.

Bakanlığı Yayınları, Ankara-1997, sf. 5-29.

7 İrfan Dergin, Türk Güreşi, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Beden Terbiyesi Genel

9 İrfan Dergin, Türk Güreşi, T. C. Milli Eğitim Bakanlığı Beden Terbiyesi Genel

Müdürlüğü, İstanbul-1950, sf.1-5.

Müdürlüğü, İstanbul-1950, sf.15-125.


ALTA GELDİM DİYE ERİNME, ÜSTE ÇIKTIM DİYE SEVİNME / Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Güreşçiler talim yaparken.

bere düşürme, hödük, kumkuma en meşhurlarıydı.10 Lakin bazıları sadece düşmana karşı kullanılır, katiyen rakip olan kişiye tatbik edilmezdi. Zira rakip olarak karşısına çıkan pehlivanı düşman olarak değil, kardeş olarak görmeliydi. Bunlardan biri boyunduruktu meselâ. Ancak paçasını tutan rakipten kurtulmak için kullanılır ve eller hemen çözülürdü.

10 Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet Merasim ve Tabirleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, sf.375-382.

Bu oyunları öğrenmek ve pehlivan namını hak etmek için yıllarca bir güreş tekkesine kapanmak ve şeyh olarak kabul ettiği zatın önüne diz çökmek icap ederdi. O yıllar ki sadece rakibinin değil, nefsinin de sırtını yere çalmayı öğretirdi ona. Ancak bu terbiyeden geçen bir derviş, mağlup olsa bile öfkeyle avuçlarını sıkmaz, galip olan tarafı canı gönülden tebrik edip onunla musafaha ederdi. Ancak bu terbiyeden geçen bir derviş bilirdi “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” zikrinin anlamını: Gücü de kuvveti de veren Allah’tan başkası değildir. 53



OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY Kasım HIZLI Araştırmacı

19. yüzyılda Avrupa’daki sirklerin tesiri ile Frenkvârî cambazlar boy göstermeye başlamıştı Osmanlı topraklarında. Vücuduna bağlı zincirleri kaslarıyla paramparça eden, ağır topları tek bileği ile kaldırıp fırlatan, ağır kayaları gövdesinde taşıyan ve hatta bunların balyoz darbeleri ile kırılmalarına tahammül edebilen mitolojik kahramanları andıran kaslı insanlar... Bunlardan bir tanesi de Cambazbaşı Çerkez Rıza Bey’di.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY / Kasım HIZLI

Osmanlı Devleti’nde bir nevi askeri teşkilatın ismi olan ve “canı ile oynayan, canı pahasına görevini yerine getiren” manasındaki cambaz kelimesi, asırlar içinde değişerek birçok meslek dalı ve sanatı içine alan geniş bir anlam kazanmıştır. Tarihi kesin olarak tespit edilemeyen devirlerde, muhtemelen Orhan Gazi zamanından itibaren ‘canbazân’ yani ‘cambazlar’ ismiyle sadece savaş zamanında faaliyet gösteren bir teşkilat kurulmuştu. Cambazlar savaş başladığı zaman öncülük eder ve cesur atılımlarla tehlikeli işler üstlenirlerdi. Cambazlarla beraber iş gören sınıflar da haliyle serdengeçtiler, gönüllüler ve delilerdi. Canbazân-ı Vilayet-i Rumeli adıyla 16. asırda bir askerî sınıf bile mevcuttu. Bu sınıfın kendine has bir kanunnâmesi ve teşkilatı vardı. Bu sınıftaki cambazın akrabası ve âzadlıları yine cambazdı ve dışardan gelip aralarında evlenmek suretiyCamb

a zbaş

ı Rıza

Bey.

le bunlara karışanlar ve ihtida edenler de cambaz sayılırdı. Bu sınıftakiler tabiatıyla 20-25 yaşında, bıçkın, belirli bedenî vasıflara sahip gençlerden oluşmaktaydı. Cambaz sıfatı, tehlikeli gösteriler yapan sanat erbabı için de kullanılır. Bunların mazisi yukardaki askeri sınıf kadar eskidir. Evliya Çelebi’nin “Esnaf-ı bâzbâzân-ı cânbâzân-ı pehlivânân” diye isimlendirdiği bu sınıf, kelimelerden de anlaşılacağı gibi pehlivanlık ve tehlikeli gösteriler yapan oyunculuk ile meşgul idiler. Bunlar bilhassa saray düğünlerinde İstanbul’da türlü türlü marifet göstermek suretiyle herkesin dikkatini çekerdi. Minyatürlerde ayılarla güreş tutan, ip üstünde ellerinde sırık denge oyunları oynayan, yılanlarla giriştikleri dehşetli oyunlarla izleyicileri hayrette bırakan hep bu sanat erbabıdır. İane Sergisi’nde Gözler Onun Üzerindeydi 19. yüzyılda Avrupa’daki sirklerin tesiri ile Frenkvârî cambazlar boy göstermeye başlamıştı Osmanlı topraklarında. Vücuduna bağlı zincirleri kaslarıyla paramparça eden, ağır topları tek bileği ile kaldırıp fırlatan, ağır kayaları gövdesinde taşıyan ve hatta bunların balyoz darbeleri ile kırılmalarına tahammül edebilen mitolojik kahramanları andıran kaslı 56


OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY / Kasım HIZLI

insanlar... Bunlardan bir tanesi de Cambazbaşı Çerkez Rıza Bey’di. ‘Hüner’ini sergileyen bu modern herkülün ünü, stüdyo fotoğraflarının dergiler, gazeteler ve kartpostallarda yayımlanmasıyla tüm Osmanlı ülkesine yayılmıştı. ‘Dünyanın en güçlü pehlivanı’ yazılı bu palabıyıklı adamın kartpostalları eşe dosta gönderiliyor, ilgiler onun üzerinde yoğunlaşıyordu. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde şehit düşenlerin ailelerine ve yaralananlara hak ettikleri maaşlara ilave olarak ek gelir temin edilmeye çalışılıyordu. Bu gayeyle bir İâne Sergisi (yardım sergisi) düzenlenmeye karar verildi. Sergiye Almanya ve Avusturya imparatorları, İran Şahı ve Fransa devlet başkanı hediyeler göndererek katkıda bulunmuşlardı. İnsanların dikkatlerini daha fazla çekebilmek amacıyla bu organizasyona cambazlar da davet edilmişti.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bunlar arasında en çok oyun yapabilen Çerkez Rıza Bey’di. O günlerin yarı resmi mecmuası Malumat, her sayısında Cambazbaşı Çerkez Rıza Bey’in boy boy pozlarını Osmanlı okurlarının ilgisine sunmuştu. Esasında Şark toplumlarında gücün sembolü pehlivanlardır. Bir insanın fevkalade güçlü, iri yarı ve kahraman olduğunu anlatmak için o kişi pehlivanlara benzetilir, özellikle Zaloğlu Rüstem’e. Hani şu Fridevsî’nin Şehnâmesi’nde destanlaştırılan İran tarihinin efsanevi pehlivanı. Fakat birçok şey gibi güç sembolleri de modern zamanların etkisi ile değişiyor. Cambazbaşı Çerkez Rıza Bey, Avrupa menşeli gösteri ve güç sanatlarının tesiri ile İstanbul’da arz-ı endam eden modern Rüstem-i Zâl olarak karşımıza çıkıyor. Kaynak: Malumat, sayı 147, 149, 150, 152; M.Tayyip Gökbilgin, Canbazân, M.E.B İslam Ansiklopedisi c.3, s. 21-22

İki Elinde İki Kılıç Ezel Beşiği Üzerinde Bir Cambaz Şurada burada icra-yı sanat eden cambazlardan başka olarak eskiden Kocamustafapaşa semtinde Cambaziye denilen mahalde Eşref Ağa’nın ve onun vefatında oğlu Mehmed Ali Usta’nın idaresinde bir cambaz kumpanyası vardı. Pazar günü gösteri yaparlar, İstanbul’un her tarafından halk bölük bölük gider, seyir ve temaşa ederdi. Bu kumpanya bir nevi ocak olduğundan sûr-ı hümayunlarda ve diğer eğlence günlerinde bir dağdan bir dağa veya bir dağdan bir ovaya menzil ipi tabir olunan minare yüksekliğinde ip kurup üstünde envai hünerler icra ederlerdi. Yusuf İzzeddin Efendi merhumun 1870 tarihinde Dolmabahçe’de icra kılınan sünnet düğününde Muzıka-i Hümayun Kışlası’nın bulunduğu dağdan Dolmabahçe Sarayı’nın önünde bulunan saat kulesi meydanına kadar menzil ipi kurulup icra-yı hüner etmişlerdi. Hatta bir gün iki elinde iki kılıç olduğu halde ipin üzerine çıkan cambaz, ortasına geldiğinde o vakit ecel beşiği namı verilen ve uçları menzil ipine bağlı bulunan salıncak üzerinde envai hünerler icra ettikten sonra ayaklarını salıncak ipine iliştirip baş aşağı kendisini koyuverdiğini müşahede eden halk düştü zannıyla büyük bir helecana gelmişlerdi. Hele kadın seyircilerin feryadı ayyuka çıktı idi. Bu kumpanya sûr-ı hümayunun sonuna değin her gün türlü hünerler icra etmişlerdi. Bir de Gedikpaşa’da mahsusen bir tiyatro inşa edilerek meşhur Sulye’nin (Souillier) at cambazı kumpanyası icra-yı hüner ederdi.

duğu yerde bir cambazhane açmıştır. Buraya Avrupa’nın meşhur cambazlarını getirmiş, kısa zamanda herkesin beğenisini kazanmıştır. II. Mahmud’un kızı Atiye Sultan ile Fethi Ahmed Paşa’nın düğününde (1840) gösteri yapmıştır. Aynı şekilde Sultan Abdülmecid’in şehzadeleri Reşad, Kemaleddin, Burhaneddin ve Nureddin efendilerin sünnet merasimlerinde (1857) ve kızları Münire Sultan’ın İlhami Paşa ve Cemile Sultan’ın Mahmud Celaleddin Paşa ile düğünlerinde de (1858) Sulye’nin gösterisi vardır. Bu başarılarından dolayı kendisine devlet tarafından elmas iftihar nişanı verilmiştir.

Dünya çapında bir at cambazı olan Sulye Rusya, Çin ve Japonya’yı dolaşmıştır. II. Mahmud’un isteği üzerine Gedikpaşa’da daha sonra Güllü Agop’un tiyatrosunun bulun-

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, haz. Ali Şükrü Çoruk, Kitabeyi yay. İstanbul 2011, s.183-184

57


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI HERKÜLÜ CAMBAZBAŞI ÇERKEZ RIZA BEY / Kasım HIZLI

At ve İp Cambazları Nizamnamesi • At ve ip cambazları, oyun hayvanları eğiticileri, hokkabaz ve kukla tiyatrocuları sanat icra etmek için evvelemirde İstanbul’da Emniyet Genel Müdürlüğü ve taşrada en büyük mülkiye memurundan izin almalılar. Kuracakları binanın inşası, tiyatro hükümlerine bağlıdır. Ancak şehir ve kasabaların münasip mahallerine bir çadır kurmak suretiyle tesis edilen at ve ip cambaz ve vahşi hayvan sergi mahalleri bu nizamnamenin ilgili hükümlerine tabidir. • Oyun ve vahşi hayvan terbiyecileri veya bu kabil hayvan sirki sahipleri ahırların sağlam olmasına ve emin bir tarzda kapalı durmasına, vahşi hayvanların dışarı bırakılmamasına, gerek bir mahalden bir başka mahale giderken ve gerek oyun mahallinde gelip geçenler ile seyircilere zarar vermemeye dikkat edecekleri gibi oyun mahalli ile seyircilerin oturduğu yerin arasına konan demir sütunların üzerine ağ çekmek zorundadır. Hayvanların pislikleri oyun mahallerinde bırakılmayıp şehir veya kasaba haricine nakledilecektir. • Yukardaki maddenin hükümlerine riayet edilip edilmediğini kontrol için zabıtaca teftişat yapılacaktır. • Tenezzüh mahalleri ile mesirelerde sanat icra eden hokkabazların gösteri yapmak için zabıtadan ruhsat almakla mükelleftir.

At ve İp cambaz ları Nizamnam esi, 23 Ağustos 1923 / BOA, A. DVN. MKL , 71 /12

a zba Camb ey Rıza B

şı




ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” Gülsüm SEZGİN Yazar, editör

Cirit; güreş, avcılık, atıcılık, tüfenk atıcılığı gibi sarayda bilinen, itibar gören sporlardandır. Sadrazamların “Kapı halkı” içinde iki bölük cirit alayı bulundurması gerekiyordu. Bu sporun saraydaki macerası da kendisi kadar ilginç olmuştur. Ankara Savaşı’ndan sonra Amasya’ya çekilen Çelebi Mehmed çevik bir kuvvete ihtiyaç olduğunu düşünerek biniciliğe ayrı bir önem vermiş, iki yüz süvariyi talime almış, bunlardan iki birlik oluşturmuştur. Biri kendisi adına Amasya’da, diğeri de oğlu Murad adına Merzifon’da talimlerine devam etmiştir. Amasyalılardan oluşan birliğe “Bamyacılar”, Merzifonlulardan oluşan birliğe “Lahanacılar” denmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” / Gülsüm SEZGİN

hanacılar taraftarıdır. Takımının başarılarını anıtlaştırmakla yetinmemiş, İlhami mahlasıyla lahanaya methiyeler dizmekten de kendisini alamamıştır. “Layıktır, ona İhami, ne türlü övgüler yazsa Lahanacığım, lahanacığım, lahanacığım, lahana” diye bitirdiği şiirindeki “lahanacığım” hitabına dikkat buyurunuz. Doğruya doğru, böylesine samimi hitaba aşk şiirlerinde bile az tesadüf olunur. Şöyle başlar sultan methiyesine: “Kış mevsiminde çıkar ortaya lahana / Gerçi biçimce Keykavus’un topuzuna benzer / Can verir insana, çünkü taze gül yaprağı gibidir lahana” Lahanaya övgüler dizerken rakibe de şık çalımlar atmadan duramaz: “Dizilmez yüz bin, bir ipliğe bamya gibi” diye bamyaya haddini bildirdikten sonra devam eder: Arslandır o, arabayla gezer sanki lahana / Hiçbir zevk ve mutluluk olmazmış onsuz / Olur mu helva söyleşileri, olmazsa eğer lahana / Layıktır, ona İhami, ne türlü övgüler yazsa / Lahanacığım, lahanacığım, lahanacığım, lahana.” Sipahinin ok talimi (Ârifî)

Bu yazının konusu Bamyacılar ve Lahanacılar isimli iki rakip takım. İlk duyduğunuzda pazarcı esnafı arasındaki bir müsabakadan bahsedeceğimi düşünebilirsiniz. Oysa sultanların taraftarı, hatta zaman zaman da oyuncusu olduğu; sadrazamların, paşaların yer aldığı iki rakip cirit alayıdır Bamyacılar ve Lahanacılar. İsimlerinin sevimliliğine kanmayın, kıran kırana bir harp oyunudur bahsi geçen. Ölümlere bile sebebiyet verecek düzeyde çetin bir mücadelenin iki tarafıdır Bamyacılar ve Lahanacılar. Öyle ki Nemçe elçisi takımlar arasındaki müsabakayı seyrettikten

sonra hayretle sormuş: “Bu oyun mu, dövüş mü?”1 Asırlarca süren öyle bir rekabet ki bu, koca hükümdarlara şiirler yazdırmış, anıtlar diktirmiş. Topkapı Sarayı’nda biri bamya, diğeri lahana motifleriyle süslü iki dikili taş vardır. Bamya anıtını II. Mahmud, yetiştiği Bamyacılar Ocağı’nın anısına yaptırmış. Lahana figürlü anıtıysa ondan yıllar önce III. Selim diktirmiş; Lahanacılar’dan bir süvarinin 434 adımdan tüfekle bir yumurtayı vurması üzerine… Bestekâr kimliğiyle bilinen Sultan III. Selim, anlayacağınız üzere sıkı bir La1 Silahdar Mehmed Ağa, Tarih-i Silahdar. C. II, s. 385.

62

Bir padişahın bu türlü övgüsüne mazhar olmak, dünyanın hiçbir yerinde herhangi bir sebzeye nasip olmamıştır. Lahana da lahana olalı böyle iltifat, böyle tazim görmemiştir herhâlde. Sarayda spor ve cündilik Bir padişahın bir oyun yahut herhangi bir spor etkinliği için bu kadar heyecan duyması ilginç geldiyse küspet giyip güreşen Sultan IV. Murad’ı, “Güreşçi Çelebi” adıyla anılan Çelebi Sultan Mehmed’i, av merakı saltanatına mal olan II. Mustafa’yı duymamışsınız demektir. Cirit de padişahların seyretmekle yetindikleri bir spor değilmiş. Şevke gelen padişahların oyuna katıl-


ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” / Gülsüm SEZGİN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Cirit talimi

dığı, at koşturup değnek gösterdiği olurmuş. Padişah oyuna katıldığında “padişah ciride bindi” denirmiş. Padişahların ilgisinden de anlaşılacağı üzere Osmanlı’da spora ayrı bir önem verilmiş. Spor, bir eğitimi aracı olarak görülmüş ve desteklenmiş. Devlet, spor dallarının öğretimi için kitaplar yazdırmış, kanunlar hazırlatmış, eğitim ve yarışmalar için alanlar yaptırmış. Saraylarda dahi spor alanlarına yer verilmiş, hatta sarayda spor yaparken padişaha eşlik eden cengâverler bulundurulmuş.2 Cirit; güreş, avcılık, atıcılık, tüfenk atıcılığı gibi sarayda bilinen, itibar gören sporlardanmış. Sadrazamların “Kapı halkı” içinde iki bölük cirit alayı bulundurması kanunmuş.3 Bu sporun saraydaki macerası da ken2 Atıf Kahraman, “Osmanlı ve Toplum”, Osmanlı Devleti’nde Spor. Ed. Güler Eren, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 644. 3 Atıf Kahraman, a.g.e., s. 652.

disi kadar ilginç olmuş. Ankara Savaşı’ndan sonra Amasya’ya çekilen Çelebi Mehmed çevik bir kuvvete ihtiyaç olduğunu düşünerek biniciliğe ayrı bir önem vermiş, iki yüz süvariyi talime almış, bunlardan iki birlik oluşturmuş. Biri kendisi adına Amasya’da, diğeri de oğlu Murad adına Merzifon’da talimlerine devam etmiş. Amasyalılardan oluşan birliğe “Bamyacılar”, Merzifonlulardan oluşan birliğe “Lahanacılar” denmiş. Bu isimlendirmenin de çok basit bir sebebi varmış. Amasya bamyası, Merzifon lahanası ile meşhurmuş o vakitler. Ama kimseye komik bir fikir gibi gelmemiş olmalı ki “Bamyaya lezzet!”, “Lahanaya kuvvet!” tezahüratları, en sert oyunlarda bile cirit meydanlarını inletmiş. Bu birliklerdeki binicilere “cündi” adının verilmesinin de hikâyesi ayrı. 1359 yılında Bursa’ya gelen Memluklu elçisinin beraberindeki cündiler görüldükten sonra kullanılmaya

başlanan ‘cündi’ kelimesi, elçinin getirdiği cündilik kitabı Türkçeye çevrildikten sonra da dile iyice yerleşmiş. Ancak öyle her biniciye de layık görülmemiş cündi unvanı, sadece hünerli biniciler için kullanılmış. Harem ağaları Ak Ağalara Karşı Her spor dalının kendine has bir ritüeli olduğu gibi cündiliğin de belli kuralları varmış. Padişahların dini bayramların üçüncü günü bayramlaşma merasiminden sonra alana bakan köşkte oturup sadrazam cündilerinin oynadığı atlı cirit oyununu seyretmesi adet-i kadimedenmiş.4 Ayrıca doğum şenliklerinde ve yabancı elçilerin, kralların karşılama törenlerinde cirit oyunu tertip edilirmiş. Sarayda cirit oynanacağı zaman cündiler ikiye ayrılırmış, Cündiliği genellikle Enderun’daki İçağalar ile Harem 4 Mustafa Ağa, Fevaid-i Gaza, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, (Necip Asım Bölümü). No: 774, yk. 59a.

63


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” / Gülsüm SEZGİN

ağaları yaparmış. Harem ağaları kara olduğu için Lahanacı, Ak Ağalar da Bamyacı olurmuş. Ve çıkıp tüm maharetlerini sergilerlermiş. Şemdanizade Süleyman Efendi’nin bildirdiğine göre 18. yüzyılda padişah huzurunda cirit oynayan cündilerden Lahanacılar yeşil, Bamyacılar kırmızı kadife elbise giyermiş.5 Nedir bu oyunun sırrı? Cirit oyunu, cirit adı verilen bir çeşit sopa ile oynanırmış. Oyunun ismi de buradan geliyormuş. Cirit, Arapça “soyulmuş ağaç dalı” demekmiş. Cirit sopası, 100-120 cm boyunda düzgün bir meşe dalından yapılıyormuş. Bir ucu üç buçuk, diğer ucu iki buçuk santimetre kalınlığında soyuluyormuş bu dalın. Oyunun sırrı bu cirit sopasındaymış. Ciridi hünerli kullanmak önemliymiş. Çiritçi ciridini atmadan önce “Hayda” der ve sonra atarmış. Ama iş burada bitmezmiş tabii. Atın da iyi olması ve hünerle idare edilmesi gerekirmiş. Seyirciler oyun esnasında atlıya “Kunduraklı yolla ağam” yani “iyi gezleyip, nişanlayıp at” diye tezahürat yaparken atı da unutmazmış. “Haydi alat, yakala şunu!” veya “Haydi kırat, yakala şunu!” diye atı şevke getirmeye çalışırlarmış.6 At bu sözlerden tam olarak ne anlıyordu bilemiyoruz ama Alman Mareşali Helmut Moltke’ye bakacak olursak tezahüratların işe yaradığı sonucunu çıkarabiliriz. Urfa’da 1838 yılında seyrettiği bir cirit oyununu anlattıktan sonra “Şaşırmama neden olan bir başka cihet, atların da bu oyuna biniciler kadar heves ve merakla iştirak etmeleridir…” diye eklemiş Moltke. (Tasvir-i Efkâr Gazetesi, 28 Ağustos 1909” Memaliki Şahane Mektubları.”7 At aklıyla neyi nasıl anladıklarını bilemesek de bu atların öyle sıradan atlar olmadıklarını biliyoruz. Nasıl ki her binici cündi değilse her at da cirit atı olamazmış. Bu atlar özel yetiştirilir ve onlara oyuna çıkarken onlara sadece gem vurulur, kantarma vurulmazmış. Diğer yandan yapılan tezahüratlara bakacak olursak cirit oyunu, at ve cündinin olduğu kadar seyircinin de maharetiyle eğlence kazanıyormuş diyebiliriz. Sizi bilmem ama ben böyle bir müsabakada oyunu seyretmek yerine dönüp seyircileri seyretmeyi, tezahüratlarına katılmayı tercih edebilirdim.

5 Şem’dani-zade Süleyman Efendi, Mir’i ‘t Tevarih, Yay. Prof. Dr. M. Münir Aktepe, C. II, s.85, İstanbul, 1971. 6 Mehmet Gökalp, “Kars ve Dolaylarında Cirit Oyunu” Türk Folklor Araştırmaları. Ağustos, 1964, No. 181, s.3485.

Gülhane Meydanı’ndaki Sultan III. Selim’e ait nişan taşı. (Lahana Abidesi)

Cündi diyip geçmeyin Siz siz olun komik tezahüratlara aldanıp da bir cündiyi hafife almaya kalkmayın. Nedenini anlamanız için acemi cündi hangi yoldan geçerek keskin cündi olur, nasıl bir talim görür biraz bahsetmem yeterli olacaktır. Şöyle ki: Cündiliğe niyetlenen acemiye önce ata binme ve at üzerinde oturma öğretilirmiş. Acemi cündi “babataşı” denen at biçiminde bir taşa oturtulur, dizgin tutma talimi yaptırılırmış. Bunun ardından ata çabuk binip inmeye, atı yürütmeye, atı yavaş ve hızlı koşturmaya sıra gelirmiş. Bunları iyice öğrendikten sonra acemi cündiye at üzerinde tablalara ok atmak, bir sırığın tepesine bağlanmış kabağı okla vurmak öğretilirmiş. Türlü zorluklardan geçen acemi, cündi ağaların önünde yeteneklerini sergiler; önce kâmil, sonra da keskin cündi olurmuş. Osmanlı’da sadrazamların, vezirlerin şanını yücelten meşhur ciritçileri varmış. Hem bu cündiler öyle sadece at binmekle, cirit atmakla da kalmazmış. Mesela III. Ahmed devrinde yaşayan cündilerden Yakup Hindi; yüzücü, güreşçi, kemankeşmiş. İyi kılıç kullandığı yetmezmiş gibi kaleme de hakkını verirmiş, usta bir hattatmış. Eyüp Sultan Camii’ndeki medrese kapısında bulunan “Hu” yazısı ona aitmiş.8

7 Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor. T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara: 1995, s. 507.

8 Süleyman Sadeddin’in Tuhfe-i Hattatin eserinden zikreden Atıf Kahraman, Osmanlı Devletinde Spor, s. 515.

64


ENDERUN’DA TEZAHÜRAT SESLERİ: “BAMYAYA LEZZET, LAHANAYA KUVVET” / Gülsüm SEZGİN

Aynı devirde yaşamış bir başka cündi de Vahid Mahdumi. Kendisi bestekâr sporcuymuş. Tüfenk ve cirit atmada iyi olduğu gibi şiirleri, besteleri ile de gönülleri mest etmesini bilirmiş. Güzel konuşmasıyla tanınan Mahdumi, halk âşıkları gibi saz çalar, tekerleme söylermiş. Osmanlı’da atıcılıktan başka spor dalında sicil tutulmadığı için cirit oyuncularının çok azının adı bugüne ulaşabilmiş. Ama bir de Seydi Ahmed isimli cündi varmış ki ciritçilerin en meşhurlarındanmış. Tarihin en yiğit, en usta ciritçisi aynı zamanda da en sıra dışı adamlarından biri... Kısaca delinin tekiymiş de diyebiliriz. Sultan İbrahim, binicilikteki hünerini görünce sarayına aldırmış. Aldırmış aldırmasına ama başına gelecekleri bilememiş tabii. Seydi yaman mı yaman bir ciritçiymiş. Attığı ciridi öyle kuvvetli atarmış ki cirit vardığı yerde ne diş koyarmış ne baş. Rakip alaya düşenin vay haline! Dişini kırmadığı başını yarmadığı iç ağası, harem ağası kalmamış. Sonunda şikâyetler artınca padişah huzura çağırmış: “A Seydi! Bundan sonra benim müsâhibime sakın cirit vurmayasın” demiş. Seydi’ye boşuna demedik delinin teki diye: “Valla padişahım” demiş, “Onlar beni vurur, ben onları. Cirit oyununda acımak yoktur. Onlar beni baş vurur, ben onları diş vurur…” Padişahın hoşuna gitmiş tavrı. Huzurdan bir üst rütbe, bin altın, bir samur kürkle dönmüş Seydi. Ama bir oyunda müsahiplerden birinin Seydi’nin ciridi sebebiyle ölmesi bardağı taşırmış. “Elbette katledin” diye ferman buyurmuş Sultan İbrahim. Araya şefaatçiler girmiş. Seydi Ahmed’in sözlerini padişaha götürmüşler: “Padişahım, cirit meydanı savaş alanı sayılır. Müsahib yeri değildir. Ar meydanı değil, er meydanıdır. Burada vurulan, ölen, öldüren birdir. Kanun-u Ali Osman’dır, cirit cenkten bir şubedir”. Götürmüşler götürmesine ama padişah yumuşamamış. Seydi Ahmed de yakalanma emri verilmeden Hasahur kapısından çıkıp kayıplara karışmış. Sonra da durmamış Kanije, Estergon, Budin, Eğri serhatlerinde savaşmış; gözükaralığı, kahramanlığı ile dillerden dillere dolaşmış. Hatta Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Alman imparatoru sulh anlaşmasını bozuyor diye Bab-ı asâfiye şikâyet etmiş onu.9 Evliya Çelebi demişken, onun 4 dişini de Seydi’nin ciritlerinden nasibini alanlar listesine ekleyebiliriz. Evliya’nın

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

anlattığına göre bir gün Erzurum’da, talih bu ya, bu iki acayip adam rakip takımlara düşmüşler. Allah başlara vermesin Seydi’ye rakip olmayı, öyle bir cirit atmış ki Evliya’nın önden 4 dişi oracığa dökülüvermiş. O sıralar Erzurum’da vali bulunan Defterzade Mehmet Paşa, Evliya’nın akrabasıymış. Evliya’ya çok üzülmüş üzülmesine ama esas daha sonra Evliya’yı Kuran okurken dinleyince kahrolmuş. Adamcağız kaybettiği dişlerinden mütevellit sin harfini çıkaramıyormuş. Mehmet Paşa, dayanamamış; Seydi’yi bir küheylan ile bir kese akçe ceremeye mahkûm etmiş. Böylece hem Evliya’nın gönlünü almış, hem de iki dostun arasını bulmuş. Ne diyelim onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine… Kaynakça Dingeç, Emine. “Osmanlı Sarayı’nda Cirit Alayları: Lahanacılar ve Bamyacılar”. Milli Folklor, yıl 23, sayı 89, 2011, ss. 78-86. Kahraman, Atıf. Osmanlı Devleti’nde Spor. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1995. Baydar, Mustafa Çetin. “Osmanlı’dan Bir Nişane: Atlı Cirit”, Güler Eren (Ed.). Osmanlı ve Toplum içinde. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, ss. 664-668.

Çengelköy’de çeşme formundaki Lahana Anıtı

Kahraman, Atıf. “Osmanlı Devleti’nde Spor”, Güler Eren (Ed.). Osmanlı ve Toplum içinde. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 1999, ss. 643-657. Gökalp, Mehmet. “Kars ve Dolaylarında Cirit Oyunu”. Türk Folklor Araştırmaları, Ağustos, 1964, No. 181. Silahdar Mehmed Ağa, Tarih-i Silahdar. C. II, s. 385. Şem’dani-zade Süleyman Efendi, Mir’i ‘t Tevarih, Yay. Prof. Dr. M. Münir Aktepe, C. II, İstanbul: 1971.

9 Evliya Çelebi Seyahatname’sinden zikreden Atıf Kahraman, Osmanlı Devletinde Spor, s. 511.

65


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

66

TEKKEDE DOĞDU, RALLİ KAZANAN İLK KADIN OLDU / Burak ÇETİNTAŞ




OSMANLI’YLA YARIŞ KAZANILMAZ Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU Yazar

Kayık ve kürek yarışlarının ortaya çıkışı, Osmanlı donanmasını gelişmekte olan gemi teknolojisi ve teknikleri yönünde ilk ciddi atılımı yapan Sultan Abdülaziz dönemine istinaden başlatılır. Esasında gözden kaçırılan bir şey vardır. Sultan Abdülaziz dönemi ile gelişen fotoğrafçılık sanatı ile İstanbul’un geniş ölçüde fotoğraflanması ile elimize bu döneme ait kayık ve kürek yarışlarının görselleri bizleri bu kadim yarışları yazmamızda sınırlamaktadır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI’YLA YARIŞ KAZANILMAZ / Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU

Bugün, modern dünyanın yaşam algısı içerisinde, taraftarları ve meraklısı ile faal olan pek çok spor dalının varlığından bahsedebiliriz. Öte yandan sporun gücü ve etki alanı sebebiyle de, spor ile siyasetin ayrılmaz bir bütün olarak gelişmekte olduğunu görebilmekteyiz. Yeni yüzyılların yeni spor dalları kadar, kadim sporlardan olan yüzmeden at yarışlarına, okçuluktan güreşe değin geleneksel spor dalları halen büyük kitlelerin ilgi ile takip edilip sevenleri ile etki gücüne sahiptir. Batı dünyası, genel dünya coğrafyası, demografyası ve dünyanın diğer toplularının sahip olduğu kültür mirası gibi dünya insanlığının temel algısını sadece kendi gördüğü ve kabul ettiği şekilde öğrenmemizi ve kabul etmemizi her daim istemiştir. Ve de bunu uygulayarak hayata da geçirmiştir.

70

bepten ötürü, spor dünyasının tarihinin yazımı her zaman Avrupa merkezli Batı dünyası ile başlatılmaktadır. Doğu dünyasında Çevgân olarak bilinen Polo sporunun Doğu kaynaklı bir spor olduğu ve Hindistan Müslümanlarından tüm dünyaya yayıldığı bilinmez. Uygarlıklar arası geçiş yapan polo sporunun belgelendiği eski minyatürlü eserlerde tarihini takip edebilmekteyiz. Doğu Uygarlığı’ndan Batı dünyasına geçen bu atlı spor, edebiyatta sembol, güzel sanatlarda figür olarak kendini göstermektedir. Uygur Türkleri’nin kulaç tekniği ile yüzdüğü bilinmektedir. Ve yüzme yarışları Uygur tarihinde olduğu gibi ayrıca Hun Türkleri’nin de yüzme ve kürek sporları yaptıkları ve askeri alanda yüzme branşını kullandıklarını tarihi belgelerde görülmektedir.

Afrika dendiğinde yamyam, Mısır denildiğinde çöl-piramit ve firavun üçgeninden öte bir şey zihnimizde belirmeyecek şekilde bir kültür erozyonunu başarı ile gerçekleştirdiğini kabul etmekteyiz.

Bu gerçeklere değinmemizin temel nedeni, İstanbul’un kadim bir yarış sporlarından biri olan kayık yarışlarının tarihini tam sağlıklı bir şekilde vererek zihinlerimizde olaşabilecek herhangi bir şüpheye mahal vermeden izah edip tarihinden bahsedebilmektir.

Başta da ifade ettiğimiz gibi, spor ve siyaset yerelden dünya konjektörüne değin artık ayrılmaz bir bütündür. Ulus devletlerin kendilerini dünya arenasında gösterebilmelerinin ana çıkış noktası sporun herhangi bir dalında gerçekleştirilecek başarı olduğu bugün en bilinen gerçektir.

Osmanlı Haliç’i ve Boğaziçi’nden bahsedilirken, yer yer konu edilen kayık yarışları ile ilgili olarak, 19. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı denizlerinde görülen bu yarışların büyük bir ilgi ile takip edildiği günümüz kaynaklarında ifade edilmektedir.

Bu sebepten öte sporun bütün dallarındaki genele yansıdığı güç, kültürel dünyaya da yön vermektedir. Bu se-

Kayık ve kürek yarışlarının ortaya çıkışı, Osmanlı donanmasını gelişmekte olan gemi teknolojisi ve teknikleri yö-


OSMANLI’YLA YARIŞ KAZANILMAZ / Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU

nünde ilk ciddi atılımı yapan Sultan Abdülaziz dönemine istinaden başlatılır. Esasında gözden kaçırılan bir şey vardır. Sultan Abdülaziz dönemi ile gelişen fotoğrafçılık sanatı ile İstanbul’un geniş ölçüde fotoğraflanması ile elimize bu döneme ait kayık ve kürek yarışlarının görselleri bizleri bu kadim yarışları yazmamızda sınırlamaktadır. Bilinen ilk kayık yarışları, Haliç’te başlamaktadır. İki yakayı birbirine ulaşımı sağlayan en büyük güç kayık taşımacılığı

Büyükada ve Moda’da yapılan kayık ve kürek yarışlarının, İstanbul’da iskân eden yabancıların ilgi odağı olmasının sebebi, kendi hafif kayık yarışlarının ardından Osmanlı kayıkçılarının Boğaziçi kayıkları ile yaptıkları kürek çekme süratiydi. idi. Boğaziçi’nde Pazar Kayıkları da insan taşımacılığında ikinci güçtü. Üsküdar ile Eminönü-Bahçekapı ve Tophane kayıkçıları, Kayıkçılar Kethüdası vasıtasıyla zaman zaman yarışların yapıldığı, şan ve şöhretlerini arttırmak için bu tür yarışların düzenlendiği de bilinmektedir. Bahçekapı ve Tophane’den kalkan kayıkların Hüdai Yolu diye ifade ettikleri Üsküdar Limanı’na Boğaziçi akıntılarına kapılmadan güvenli bir şekilde ulaşmayı sağlayan bu aksı kullanmadan bu iki kıyı arasındaki yarışları izlemek için Üsküdar Cami minarelerine çıkanların hatıraları pek çok ilginç hikâyeleri de beraberinde getirir. Yaz ayları, İstanbul Boğazı’nda ve Haliç’te pereme denilen dönemin dolmuş kayıklarının aralarındaki yarışları İstanbullunun eğlence dünyasındandı. 16. yüzyıla kadar indirilebilinecek kayık yarışları Haliç’in bu peremeleri ile başlar. Saltanat Kayıkları, bugün kaçarları ile hızlıca yanınızdaki şeridinden emniyet giden makam araçları gibi Boğaziçi’nin en hızlı kayıkları idi. Çeşitli saltanat kayıklarının kendi aralarında yaptıkları kürek, hız ve manevra yarışları yapmışlar mıdır bilin-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

mez. Eğer olmuşsa, en gösterişlilerinin bu yarışlar olacağı aşikârdır. 19. yüzyılın sonlarına kadar İstanbul’da kayıkçı sayısının 10 bin olduğu dikkate alındığında ciddi bir kayık taşımacılığının varlığı söz konusudur. Bu kayıkçıların en büyük eğlenceleri, şehzadelerin dünyaya gelişleri, düğünler ve zafer kutlamalarında kethüdaları nezdinde yaptıkları alayların dışında, bahar ve yaz aylarında gerçekleştirdikleri kayık ve kürek yarışları idi. Her biri ocak olan, başında bir kethüdaları bulunan belli bir iskeleye bağlı kayıkçılar sadece belli iskeleler arasında çalışa nizamları var idi. Buna göre hiçbir iskelenin kethüdası bir iskelenin faaliyetine müdahale edemezdi. Bu sebeple iskeleler arasında tek rekabet yarışlar idi. 15-16 yaşlarında kefillik suretiyle işe yeni başlayan acemiler, kendisine kefil olanın kayığında işe başlardı. Altı aylık bir süre boyunca, kürek çekme, sandalı kayığa çekme ve akıntı yollarını öğrenme ile geçerdi. Mevsim geçişleri onların öğrenme zamanı idi. Bahar ve yaz ayları bu acemilerin diğer iskelelerdeki acemiler ile aralarında düzenlenen kayık ve kürek yarışları bir nevi rüştünü ispatlama idi. Bu yarışlar, öte noktada kalfalık kabulü gibi olmakla beraber İstanbullular için ayrı bir eğlence idi. Sultan II. Abdülhamid dönemine değin Boğaziçi ve Haliç’in hâkimi kayıklardı. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başı alafranga moda olarak kik diye tabir edilen binek ve yarış tipi olarak yeni bir sandal tipi yerini almaya başladı. 1836’dan itibaren Boğaziçi’nde işlemeye başlayan kayıklar daha büyük yapıda olup daha fazla yolcu taşıyabiliyordu. Sağlam ve ağır bu kayıklara nazaran kik diye tabir

Osmanlı kayıkçıları

71


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI’YLA YARIŞ KAZANILMAZ / Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU

sebebi, kendi hafif kayık yarışlarının ardından Osmanlı kayıkçılarının Boğaziçi kayıkları ile yaptıkları kürek çekme süratiydi. Ağır kayıkların kik tarzı sandallar gibi hızlı ve seri çekmeleri Türkün gücünü görmek gibi bir şeydi. Maalesef, Üsküdar kayıkçılarının ve Haliç kayıkçılarının aralarında yaptığı pereme yarışlarının çok az nadir fotoğraflanması, 20 yüzyıl başlarında ait Moda ve Büyükada kayık ve kürek yarışlarına ait bol görselin mevcudiyeti Tarabya’da düzenlenen kayı (Mâlumât)

k yarışı

edilen, 2,5-3 metre boyunda Osmanlı kayıklarına nazaran daha hafif olan bu yeni kayıklar yeni kürek yarışlarının da doğmasına vesile oldu. Alafranga merakı içerisinde kik kayıkları ile yapılan yarışlardan daha çok, Osmanlı kayıklarının heybetli kütleleri ile yaptığı ihtişamlı yarışları her zaman dikkat çekmeye devam etti. Çok ağır küreklere sahip olan bu sandallar, iki çifte ve üç çifte kürekli olarak, sandalın çok ötesinde sandalcı veya sandalcıların bir nevi gövde gösterisiydi. 19. yüzyıl dönemi, aynı zamanda Haliç ve Boğaziçi’ndeki kayık ve kürek yarışlarının devlet eli ile organize edilmesi dönemidir. Bu tür yarışların ilki, 27 Ağustos 1869’da Büyükada’da düzenlenir. Bu amaçla Büyükada’da bir müsabaka komisyonu kurulur ve Bahriye Nâzırı aracılığıyla, padişahtan izin istenir; 6 Temmuz 1869 (26 Rebi‘ülevvel 1286) tarihli irade ile de, yarışa müsaade edilir. Bu müsabakalar, devlet eli ile bir gösteri olmasının yanında yaz aylarında çeşitli elçiliklerin kendi aralarında yaptıkları yarışlara nispeten Osmanlı’nın o öyle yapılmaz bu böyle yapılır şeklinde müdahalesidir. Büyükada ve Moda’da yapılan kayık ve kürek yarışlarının, İstanbul’da iskân eden yabancıların ilgi odağı olmasının

72

B ü y ük a

da’da d

üzenlen

en kayık

yarışı (M

Osmanlı kayık yarışları tarihinin sağlıklı ve tam yazılmasını eksik bırakmaktadır. Uzun yıllar galibiyeti elinden bırakmayan Üsküdarlı Mehmed Pehlivan’ın hatırası ve yarış maceraları gibi aile içi sohbetlerle sınırlı kalmıştır. Yeniçeri kökenli olan Ortalı Hacı Hasan Ağa’nın Bahçekapılı bir kayıkçı olarak yaptıkları yangın yarışlarının hikâyeleri gibi… Sahilde veya herhangi bir İstanbul semtinde yangın çıktığında, kayıkçıların söndürme işine yardıma memur oldukları malumdur. Bu işe doğrudan memur olan Bahçekapı kayıkçılarının yangın vukuunda, istenen taraflara kayık vereceklerinden dolayı, Bahçekapılı kayıkçıların kendi aralarında yaptıkları, yangın yerine en hızlı varma yarışına prova demelerinden öte İstanbulluların kendi aralarında gizlice bahis oynadığı yarışlar olduğu bu tatlı hatıralardandır.

âlumât)




BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ

CEMAL KAMACI Söyleşen:

Ayşegül ÜNAL İNAN Fotoğraflayan:

Deniz İNAN

“İlk şampiyon olduğumuzda birazcık şımardık. Antrenmanları aksattık, evlilik araya girdi. Hasan Cansız bize biraz soğuk davrandı bundan dolayı. Şampiyonluk sarhoşu olduk. Gezdik, tozduk. İdmanları azalttık. “Nasılsa şampiyonuz” dedik. Ve maçı 2 - 1 kaybettim Dolmabahçe’de. Hiç unutmuyorum stattan çıkıyorum. Yarım saat geçti. En azından 500 kişi kapıda bekliyor. ”Cemal Kamacı üzülme sen bizim şampiyonumuzsun” diyorlar. Bana o kadar koydu ki bu. Ben orada bir daha nakavt oldum.”


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

Öncelikle Cemal Kamacı kimdir? Oradan başlayalım sorulara… 1943 yılında doğdum. Biz on kardeşiz. Beş kız beş oğlan. Annemiz babamız bize bir şey veremedi. Namazında niyazındaydılar ama okuma yazması yok, fakir insanlardı. Mısır ekmeğini buğday ekmeğine katık ederdik biz. Buğday ekmeği yediğimiz zaman bayram ederdik. Biz böyle bir aileden geldik. Babam namaz kılardı. Akşam namazlarını sesli kılardı ki biz de bir şeyler öğrenelim.

Cemal Kamacı Dünya şampiyonu

Gerrie Coet zee ile birlik te

Türk boksunun yaşayan efsanesi Cemal Kamacı, 1958 yılında Fatih Güreş Kulübü’nde boks çalışmalarına başladı. Nakavt olmadan sürdürdüğü boks hayatında 3 kez Türkiye Şampiyonu, 2 kez Avrupa Şampiyonu oldu. 1967 senesinde profesyonel boks lisansını aldı ve 27 kez milli formayı giyerek ülkemizi temsil etti. İstanbul’un spor kültürüne ayırdığımız bu sayımızda, bizler de Cemal Kamacı’yı hem özel hayatıyla hem de sporcu kimliğiyle daha yakından tanımaya çalıştık. Geçtiğimiz aylarda hayat gözlerini kapayan dünyaca ünlü boksör Muhammed Ali’yle olan hatıralarını da bulabileceğiniz söyleşiyi keyifle okuyacağınızı temenni ediyoruz.

Dört tane abim vardı, bir tanesi öldü. Çocukluğum Çapa’da geçti. İlkokul, orta ve liseyi Çapa Şehremini’de okudum. Suadiye’de oturdum. Avrupa şampiyonluğumda Suadiye’deydim. Suadiye’de bir dairem vardı, sattım. Benim kızım öldü orada. Menenjitten. Bir gün misafirim geldi. Onunla bir yere yemeğe gittik. Hanım arayıp dedi ki bana, “Meltem’in ateşi var.” Kızımın ismi Meltem.” Dairenin bitişiğinde bir doktor var ona göster ben geleceğim dedim. Bir saat sonra eve gittim. Koltukta oturuyor böyle, uyku tulumunu giymiş. Üç yaşındaydı daha. En sevimli zamanları. “Meltem ne oldu kızım?” dedim. “Babacığım ayaklarım ağrıyor” dedi. Hemen aldık hanımla Zeynep Kamil hastanesine gittik. Doktor çocuğu masanın üzerine yatırdı. İnanın ki doktorun yüzünün şekli değişti. Açtı göğsünü, lekeler var. “Cemal bey kızınız menenjit olmuş” dedi. Tabi ben menenjitin ne olduğunu bilmiyorum. 3 saatte annecim diye diye, gözlerini kapadı yavrum. “Cemal Kamacı nakavt oldu.”

Şampiyonluk maçı sonrası Cemal Kamacı’ya çiçek verilirken

İsim de vereyim, Hürriyet gazetesi şöyle yazdı o zaman: “Cemal Kamacı nakavt oldu.”

76

Ben 22 sene boks yaptım. İstanbul, Ankara, Türkiye ve Avrupa şampiyonu oldum. 4 tane mağlubiyetim var. Hiç ringe düşmüş değilim ama o kızımın ölümü bizi nakavt etti. Çok ani oldu. Çok kısa zamanda oldu. İnsan hasta olur, bir ay, iki ay neyse ama bu 3 saatte oldu. 3 saat evvel havaya attığımız o yavru, güzel mi güzel bir de, öyle 3 saatte ölünce biz şok olduk. Bir gece kalktım baktım, affedersin hanım yatakta yok. Salona gittim namaz kılıyor. Kalktım, ben de abdest aldım. Tabi bilmiyorum namaz kılmayı, işte yattık kalktık, sonra elhamdülillah… Ben şimdi her gün Yasin’i okumadan yatmam. Abdestsiz dışarı çıkmam. Bunun tadı anlatılmaz. Gerçek ilkbahar yok bizim için. Dünya fani. Ben gidiyorum kışa doğru, sen gidiyorsun yaza doğru. Eğer kızım ölmeseydi ben kızımı balerin yapacaktım. Şimdi ben 3 çocuğuma da 6 yaşında


BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kuran okumayı öğrettim. İkisi ilahiyatçı, biri 2 üniversite bitirdi. Peki siz boksör olmasaydınız ne olmak isterdiniz?

Peki aileniz ayağınız kırıldı diye futbolu yasakladı boks daha tehlikeli bir spor ona nasıl izin verdiler? Boksun nasıl bir spor olduğunu ailem bilmiyordu. Sadece abim biliyordu. Boksla ilk tanışmanız nasıl oldu? Fatih güreş kulübünde güreş yapılıyordu. Güreşçi Yaşar Doğu rahmetli orda idman yapıyordu. Şampiyonlar da vardı. Bir de boks şubesi açıldı. Ayağım kırılıp düzeldikten sonra abimin teşvikiyle Ali Hoca’ya gittik. Onunla başladık çocuğum daha 13-14 yaşlarımdayım. Bir cevherdik yani. Eskiden Küçük Kemal varmış çok meşhur bir boksör. Ben idman yapıyorken Ali Hoca demiş ki, “bakın bunu görüyorsunuz, bu istikbalin Küçük Kemal’i olacak”. Boksta bir taktiğiniz var mı? Rakibinize göre bir teknik uyguluyor musunuz? Şu hareketime çok güvenirim dediğiniz bir hareketiniz var mı ringlerde? Boksun ikinci bir ismi var benim için “dayak yemeden dayak atma sanatı”. Ben 22 sene amatör profesyonel maç yaptım. Profesyonel olarak 79 tane. Amatör olarak belki 200 e yakın maç yaptım. Hiç nakavt olmadım. Ringte bir sefer düştüm. Burnum kırıldı. Maçı 2-1 kaybettim. Burnum kırılmasaydı kaybetmeyebilirdim. Boksta dayak yiyebilirsin. Muhammed Ali ki, onun gibi teknik bir boksör dünyaya gelmemiştir. O bile nakavt oldu. Boksta dayak yememek lazım. Ben tekli boks yapardım. Halen de yapabiliyorum. Çok güzel sol kroşe vururum mesela. Herkes beni taklit etmek isterdi. Ben kimseye benzemek istemedim. Muhammed Ali’yi ölçü alırdım. Çok teknikti, dayak yemezdi ama buna rağmen nakavt oldu.

Ce m a l

K a m a cı

Ali Sam

i Yen sta

dındak

i Avrup

a ş amp

iyonluğ

u maçın

dan s on

ra kupa

sıyla, 19 72

de 1972 senesin

yenel boks Dünya profos

örlerini konu

edinen kit abın

kapağı

Benim dine dönüş yaptıktan sonrası ile daha öncesinde olmak istediklerim çok farklıydı. Abimin kundura mağazası vardı orada tezgahtarlık yaptım. Hatta Bağcılar’da o mağaza duruyor. Başta futbol oynuyordum ayağım kırıldı. Doktor “kesilebilir, ailesi gelsin” dedi. Neyse kurtardık ayağı. “Futbol yasak” dedi ailem. Napalım abimin teşvikiyle boksa gittik. Boksta da şampiyonluğa kadar ulaştım. Spordan başka bir şey de düşünmedim. Ama şimdi düşününce ilahiyatçı olmayı çok isterdim. Mesela ben kızımın vefatından önce de her maçtan evvel iki rekat namaz kılardım. Maçı kazanmak için dua ederdim. Aslında bu yanlış. Müslüman maç kazanmak için dua etmez. Dua onun görevidir. İşte bunu ancak bir zaman sonra anlayabildim.

77


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

Pugilato diye bir kitap var İtalyanca. Boks kitabı. 1972 senesinde benim resmimi koydular kapağa. İçinde tüm profesyonel boksörlerin unvanı ve maçları var. Hangi boksör kaç maç yaptı, kaçını kazandı, kaçını kaybetti, kaçında berabere kaldı; nasıl kazandı, nakavtla mı, sayıyla mı? Mesela nakavtla kazandığı zaman hızlı vuruyordur. Böyle seçiyordum rakipleri.

yumruk atıyorsun kolay değil. Adam da sırım gibi kuvvetli. Onun kolları benim bacaklarım gibi. Seyirci “Cemal, Cemal, Cemal” diye tezahürat yapıyor. 8. raund bitti. Geriye 7 raund daha var. Yoruldum tabi. Allah’ım dedim, n’apıcam. Dua ettim, Allah’ım yardım et diye. 10. raunddan sonra bana bir güç geldi, maçı kazandım. İlk şampiyonluk maçımdı. Kazandım ama Zami beni çok zorlamıştı.

“Onun gibi boksör bir daha dünyaya gelmedi.”

Avrupa şampiyonluğunu İspanyol Tonik Kortiz’e kaptırdınız. Yine İspanyol bir boksör olan Gomez Fouz’u yenerek ikinci kez Avrupa şampiyonu oldunuz. Peki boksu şampiyonken neden bıraktınız? Dünya şampiyonu olmayı düşünmediniz mi?

Muhammed Ali ile nasıl tanıştınız? Bir gün Muhammed Ali’nin Madison Square Garden’daki antrenmanına gittim. Türk ve Müslüman olduğumu söyleyince beni kucakladı. Amerika’ya gittim Madison Square Garden denen Dünya’nın en büyük kapalı salonunda ben Muhammed Ali ile idman yaptım. Çok samimi, güler yüzlü candan bir insandı. Benim İngilizcem olmadığı için çok fazla iletişim kuramıyordum. Muhammed Ali bir boksör olarak çok müstesna bir insandı. Onun gibi boksör bir daha dünyaya gelmedi. Ağır sıklet olmasına rağmen hafif sıklete kadar hareket ederdi. Bu herkese nasip olmaz. Çok hızlı yumruk atardı. İstediği zaman, istediği anda rakibinin işini bitirebiliyordu.

İlk şampiyon olduğumuzda birazcık şımardık. Antrenmanları aksattık, evlilik araya girdi. Hasan Cansız bize biraz soğuk davrandı bundan dolayı. Şampiyonluk sarhoşu olduk. Gezdik, tozduk. İdmanları azalttık. “Nasılsa şampiyonuz” dedik. Ve maçı 2 - 1 kaybettim Dolmabahçe’de. Hiç unutmuyorum stattan çıkıyorum. Yarım saat

Muhammed Ali’nin cenazesine katıldınız mı? Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte katıldık. Ama cenazeyi Türkiye’deki gibi düşünmeyin. Cenazede olanların %95’i Hristiyan. Bizim aradığımız cemaati ve cenaze namazını bulamazsın orada. İslami usullere göre defnedildi ama bizim cenaze adabımızdan farklıydı. Birisi Kuran okudu. Ama ben yine söylüyorum asrın en büyük İslam propakandası yapan adamı Muhammed Ali’dir. Sizi maçlarda en çok zorlayan rakibiniz kimdi? Avrupa şampiyonu Roger Zami. İlk şampiyonluk maçımdı. Çıktık Alisamiyen’de. 15 raund dövüşüyoruz. 1,5 saat Ali Sam i Yen yaptığı Stadı’nda Fran Avrupa s şampiy ız Zami ile onluğu maçı.

78 Sta

lonu’nda Avrup ndhalle Spor Sa

a şampiyonu Fra

nsız Roque ile ma

çı


BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

geçti. En azından 500 kişi kapıda bekliyor. ”Cemal Kamacı üzülme sen bizim şampiyonumuzsun” diyorlar. Bana o kadar koydu ki bu. Ben orada bir daha nakavt oldum. Ben tabi ondan sonra önüme geleni dövdüm. Tekrar aday oldum. Köln’de yaptım maçı. 7. raundda şampiyon oldum. Ondan sonra ben 7 maç yaptım, yedisini de nakavt ettim. Öyle hırslandım ki… Sonra tekrar şampiyon oldum. Nakavtla şampiyon oldum. Sonra da boksu bıraktık. Ben dünya klasmanında 2. oldum. Dünya şampiyonluğuna aday adayıydım. Ama organize yapmak zor Avrupa şampiyonluğunda. Bir dünya şampiyonu çok para alıyor. O parayı vermeye federasyon müsait değildi. Bunu kimse organize etmediği için denemedim. Bir şampiyon otomatikman 6 ay sonra maç yapmak zorunda, unvanını korumak için. O maçı kazansan da, kaybetsen de 60-70 milyon para kazanıyorsun. Ben maçta unvanımı kaybederim düşüncesiyle o parayı elimin tersiyle ittim. Boksu şampiyon olarak bıraktım. Boksu bıraktığınızda kaç yaşındaydınız? 46 yaşımdaydım. Araştırdım, tıbben baktığınız zaman boksu bırakma yaşı için de en ideal yaş 45 yaşıymış. Ben o yaşta şampiyondum. Milli takımda oynarken lisans alma kararını nasıl verdiniz? Sporda zirveye çıkmak önemli, amatörken hiçbir yere çıkamazsın. Ama profesyonelde Avrupa şampiyonluğu var, dünya şampiyonluğu var. Ve Dünya’yı gezme şansın var. Şuanda da profesyonel boks öne çıkıyor. Amatör geri planda hep. Bir Muhammed Ali profesyoneldir. Amatör olmadan da profesyonel olamazsın tabi evvela amatör olmak lazım. 3 sefer Türkiye şampiyonu oldum zaten. Daha ne olayım? Profesyonel olmanın maçlarda daha fazla kazancı da var. Bokstaki yükselişinizde size kimler destek oldu? Ben 4 kez İstanbul şampiyonu oldum. Ankara’da jandarma olarak sivil askerlik yaptım. 2 sefer silahlı kuvvetler, 2 sefer Ankara şampiyonu oldum. 3 ağır sıklette Türkiye şampiyonu oldum. 27 sefer milli formayı giydim. İskoçya, Balkan Ülkeleri, Almanya, Irak , İran’a hep amatörlüğe gittim. Orhan Ayan var tercüman gazetesinde spor yazarı, 1967 senesinde Tercümanda “Cemal Kamacı profesyonel oluyor “ diye yazmış. Spor Sergi Sarayı’nda Yugoslav Randichi diye bir takımla maç yapıyoruz. Yugoslav’la maçı ben yendim. Merdivenlerden inerken Kom fabrikalarının sahibi Hasan Cansız beni tebrik etti. “Teşekkür ederim” dedim. “Cemal gazetede okudum, profesyonel olacaktın, ne oldu?” dedi. “Teklif ediyorlar ama kolay değil profesyonel olmak de-

dim. Burada lisans yok, Avrupa’dan lisans almam gerekiyor. Bu da çok maliyetli” dedim. Çıkardı bana kartını verdi. Garbis Zakaryan’ı duymuşsunuzdur. Türkiye’nin ilk profesyonel ve milli boksörü. Beyefendi bir insan. Beni çalıştırdı. Dolmabahçe’de idman yapıyoruz bir gün. Garbis geldi “Cemal” dedi. “Gözün aydın. Hasan Cansız seni davet etti” dedi. Randevulaştık, gittik. Adam bize “her şey benden” dedi. Biletimizi aldı, paramızı cebimize koydu. Avusturya’ya gittik Garbis Zakaryan’la. Menajer bulduk. Çok zengindi, villasında kaldık. İşte böyle boksa başladık. Ondan sonra Avrupa şampiyonu oldum. Hasan Cansız Muhammet Ali’nin antrenörü Sidney Martin’i getirtti. Sidney Martin 6 ay beni çalıştırdı. Hasan Cansız ve Garbis Zakaryan olmasaydı Cemal Kamacı kasaba şampiyonu olamazdı. Tabi Cemal Kamacı’da da bir şey olmasaydı buralara gelemezdi. Sizin zamanınızdaki İstanbul’un spor salonlarıyla ilgili ne anlatabilirsiniz? Spor Sergi Sarayı’nda 20 tane maç yaptım. Türkiye’de bir sürü salonlar var. Benim zamanımda bir Sergi Sarayı vardı. 79


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

Orada maç yapıyorduk. Vefa kulübünün salonu vardı. Dolmabahçe vardı. Ali Sami Yen vardı. Şu anki spor tesisleri mükemmel. Her şey var. Benim zamanımda yoktu. Ben Viyana’ya niye gittim 67 senesinde? Viyana’da menajer bulduk. Orada salon vardı. Oradan lisans aldım. Amerika’ya da hazırlığa gittim. Hasan Cansız beni 10 sefer Amerika’ya gönderdi. “Gideceksin, yoksa bırak boksu” dedi. O zaman biletliydi maçlar ama yine de çok seyircisi vardı. Ali Sami Yen’de 41 bin biletli izleyiciyle maç yaptık, maçı kazandım. Seyircisi olmayan bir spor ölmeye mahkumdur. Futbolun seyircisi olmasın iki günde iflas eder. Güreşin seyircisi yok mesela çok duymuyoruz onu. Boksun Avrupa’da çok seyircisi var şuanda da. Benim yaptığım boks maçlarının da Türkiye’de çok seyircisi vardı. 1987’de yayımlanmış bir kitabınız var. Bir de başrolünde sizin oynadığınız bir film çekmişsiniz. Bize bu kitaptan ve filmden biraz bahseder misiniz? Ben bir kitap yazdım evet. ”Benim zaferim” filmi de “Ölümle başlayan hayat” kitabımdan uyarlanmıştır. Reşit Anaral yazdı senaryosunu. Hala bu film Anadolu’da oynu-

yormuş. Bu filmden sonra yine teklif gelmişti ama ben çok seyahat ediyordum o dönem. Almanya’daydım. Üstüne düşemedim. Şuanda da bir film yapmak istiyorlar. Ben de “senaryoyu görelim ona göre karar veririm” dedim. Ama senaryosu henüz gelmedi. Sakarya’da bulunduğunuz dönemde Yeni Sakarya Gazetesi’nde köşe yazısı da yazdınız. Birikimlerinizi aktarmak için ikinci bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Evet. Hatta %99’unu yazdım, hazır, basılmayı bekliyor. Spor yanında hayatımızı, düşüncelerimizi de anlattık. O zamanlar boksta en iyi kulüp hangisiydi? Amatörken Fenerbahçe kulübünde kaptanlık yaptım. O zamanlar boksta Türkiye’nin bir numarası Fenerbahçe kulübüydü. Peki Cemal Kamacı kavgacı bir insan mıdır? Beni insanların %99’u tanır. Ben kavgayı sevmeyen bir insanım. Şimdi bir adama bir yumruk vursam adam ölür.

80


BOKSUN YAŞAYAN EFSANESİ CEMAL KAMACI / Ayşegül ÜNAL İNAN

Uzun müddet antrenörlük de yaptım ben. Boksun en büyük avantajı, vurmasını da bilirim, durmasını da bilirim. Size bir hatıramı anlatayım; Okmeydanı’nda oturuyorum arabayla Şişli’ye gideceğim. Arkamdan birisi beni takip ediyor arabayla. Yol istiyor benden. Ben de oldum olası yol vermemezlik yapmam ama yol yok, gidemiyorum ki. El hareketiyle “havadan git, havadan” diyor. Nasıl olduysa bir ara beni geçti, durdu. İndi arabadan, geldi. Beni görünce “yaa sen miydin Cemal Kamacı” dedi. Güldü. Baktı şimdi burada tabi kavga yapsak nolacak, dayak yiyecek. Ben kavgayı seven bir insan değilim. Ama başa geldiği zaman kusura bakmayacaksın. Resim müzik gibi sanatsal faaliyetlerle ilgileniyor musunuz? Ben güzel horon oynardım. Başka öyle birşeyim yoktur. Biz hep spor spor başka şeyle ilgilenemedik. Sizce İstanbul’un Türkiye’de sporun merkezi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu sporuna göre değişir. Boks içinse profesyonel boks Türkiye’de yok gibi bir şey, lisans verilmesi için yeni çalışmalar yapılıyor ama hala sonuçlanmış değil. Türkiye’de profesyonel boks için henüz zemin müsait değil. Seyirci olmadan profesyonel boks olmaz. Boksör bokstan para kazanacak. Ben çok kazandım ama boksun iyisini de ya-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

pıyordum. Şuanda futbolda çok iyi para var ama boksta para yok. Ama dış ülkede spor faaliyetlerinde dünyanın en büyük parasını yine Amerikalı bir boksör almış. Orada çünkü boksun seyircisi var. Peki Türkiye’de boksun gelişmesi için neler yapılması lazım? 1-Bu iş menajer işi. Organizeleri menajer yapıyor. Parayı menajer alıyor. Pazarlığı menajer yapıyor. Boksta menajer çok mühimdir. Şuanda Türkiye’de menajeri bırak bu işten anlayan adam yok. Avrupa’da hep menajerlerle iş yapıyorlar. Türkiye’de henüz boks bu yüzden istenilen seviyeye gelmiş değil. 2-Maç yapacaksan basın olmadan bu iş olmaz. Basının da ilgi göstermesi ve haber yapması lazım. Ben maç yaparken gazetelerin spor sayfasının haricinde bir tam sayfa bana ayırırlardı. Ama şuanda gazete boks maçı görüyor musun? Yani seyircisi olmayan, basını olmayan sporcu yürümez. Futbol niye yürüyor, seyircisi var. Bütün gazeteler futbol haberi veriyor. Alıyorsun gazeteni hep futbol, futbol. O zamanların en iyi spor mekanı neresiydi? Dolmabahçe bölge salonudur. İstanbul’da bizim de idman yaptığımız yer Dolmabahçe’ydi. Ama şimdi yıkıldı orası. Mesela Vefa Salonu, Vefa Kulübü’ne aittir ama burası bölge salonu olduğu için herkes orada idman yapabilirdi. Biz milli olduktan sonra hep Dolmabahçe bölge salonunda çalışırdık. İdman yapardık. İlk şampiyon olduğunuzda ne hissettiniz? Şampiyonluk nasıl bir duygu? Bu anlaşılmaz bir şey. Düşününki Türkiye kurulduğundan bu yana bir Cemal Kamacı çıkıyor, şampiyon oluyor. Her gittiğin yerde alaka görüyorsun. Ben siyasetin içindeyken birçok yere konuşma yapmaya gittim. İnsanlar sırf Cemal Kamacı’yı görmek için geliyordu. Düzce Üniversitesi’nden beni davet ettiler bir gün. Aşağı yukarı 600-700 tane talebe vardı. Ben orada hayatımı anlattım. Kız öğrencilerden biri o kadar etkilenmiş ki bana mektup yazdı. “Cemal abi sen benim hayatımı değiştirdin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ben şuan dünyaya yeniden geldim.” diyor. Okuyup mektubu ağlamamak mümkün değil. Benim kızımın ölümünden sonra dinime dönüş yapmam onu çok etkilemiş. Üniversiteli çocuklara konuşmak daha bir farklı oluyor. Rektörler de bana teşekkür ediyor. Ben bundan daha büyük ne isterim. Şimdi sizinle bu yaptığımız bu konuşmadan bu mesajdan bir kişi istifade ederse benim en büyük kârım budur.

81



HATIRALARDA ve HATIRATLARDA İSTANBULSPOR Cem SÖKMEN Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Görevlisi

1973’te Levent Lisesi futbolcusu olarak “liseler ligi”nde top koşturan Metin Tükenmez, Eyüp Stadı’nda oynadıkları bir maçtan sonra İstanbulspor yöneticisi Tuğrul Alkaya’da İstanbulspor forması giymesi için teklif alışını şöyle anlatır: “Maçtan sonra fötr şapkalı, pipo içen bir bey yanıma yaklaşıp ‘İstanbulspor’da oynamak ister misin?’ dedi. İstanbulspor’a birçok genç yıldız kazandıran Tuğrul Alkaya ile ilk karşılaşmamız o gün oldu. 70’li yıllarda İstanbulsporlu olmak ayrıcalıktı. Tuğrul Bey’in teklifi ile karşılaştığımızda duyduğum heyecanı bugün unutmuş değilim. Çünkü İstanbulspor bir okuldu.”


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

HATIRALARDA VE HATIRATLARDA İSTANBULSPOR / Cem SÖKMEN

Çoğumuz İstanbulspor’u Cem Uzan döİstanbulspor’un resmi kuruluş tarihi nemiyle bilir ve tanırız. Türkiye’deki ilk 4 Ocak 1926’dır. Fakat değişik ülkelerdeki özel televizyonun sahibi olan Uzan, Emin pek çok kulüpte olduğu gibi bu tarihin arCankurtaran’ın hisselerini devralarak İskasında da bir hikâye vardır. Bu tür hikâtanbulspor A.Ş.’nin yönetimine hâkim olur. yelerin içinde isim değiştirmeler, semt deŞöhretli futbolcuları transfer ederek İstanğiştirmeler, takım birleşmeleri ve ayrılmaları bulspor’u yükseltmeye çalışır. Bilindiği gibi mutlaka önemli yer tutar. İstanbulspor’un bu anlamda mimarlarından biri Kemal Halim GürTürkiye’de özellikle 1992 sonrasında bir özel televizyon patlaması yaşanır. Bu ortamda “arkagen’dir. Kemal Halim, Süleymaniye kulübünde sında medya gücü olan bir futbol takımı” benzerlefutbol oynar. Süleymaniye kulübünün futbolcu kaynağı o sıralarda yakınlardaki Münir Paşa Konağı’nda faalirinden daha farklı düzeyde gündeme gelme imkânı bulur. yet gösteren İstanbul Sultanisi’dir. Kemal Halim buradayDaha birkaç yıl önce Real Madrid’i çalıştıran Leo Beenhakker’i teknik direktör, Galatasaray ve Fenerbahçe’de forma ken, genç yaşta vefat eden futbolcu Yavru Saim’in anısına giymiş Tanju Çolak’ı da futbolcu olarak İstanbulspor’da okulun öğrencilerinden “Yavru Saim” adlı bir “genç takım” görürüz. İstanbulspor hikâyesinin bu parçasında 1995’te kurar. Yaşadığı bir anlaşmazlık sebebiyle Kemal Halim’in birinci lige dönmek ve özellikle dört büyük takımdan aySüleymaniye kulübünden ayrılması ile İstanbulspor’un rılan futbolcuları toplamak öne çıkan unsurlar. Ancak İskuruluşuna giden çalışmalar hızlanır. Yavru Saim takıtanbulspor’un bu dönemle sınırlandırılamayacak bir tarimında devam eden futbolcularla önce takımın ismi Cerhi var. Üç büyükler dışındaki İstanbul futbol takımlarının rahpaşa Kardeşler Gücü’nü simgeleyen “Cim-Kaf-Kef”e serüvenini öğrenebileceğimiz pek fazla güncel kaynağa dönüşür. Fakat takım bu hâliyle bir mahalle takımından sahip değiliz. Bu yazı kuraklığının içinde İstanbulspor’un öteye gidemez. Kemal Halim, Kadırga’da bulunan Gürşansı, başta 2012 yılında vefat eden spor tarihçisi Cem büzler Yurdu kulübü ile temas kurar, görüşmeler olumlu Atabeyoğlu olmak üzere İstanbul Lisesi mezunu olan bazı sonuçlanır ve Cim-Kaf-Kef takımının kadrosuyla İstanbul Gürbüzler Ocağı ismi altında birleşilir. Kemal Halim’in heisimlerin kulübün tarihine ve macerasına duyduğu ilgi defi takımı İstanbul ligine dâhil edebilmektir. Bu arada sayılabilir. Cem Atabeyoğlu’nun hazırladığı, 1996’da İstakım yeni maçlarla birbirine alışır, futbolcuların tamamı tanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı tarafından yayınlanan İstanbul Lisesi öğrencilerinden oluşur. İstanbul Lisesi çev“İstanbulspor Kulübü - 4 Ocak 1926” adlı eser isimleri, olayları, sevinçleri ve üzüntüleriyle bir kulübün macerasını n. in, Metin Türel, Cemil Tura Şen, Fethi Erhan, Can Der unutulmaktan kurtarıyor. r’un eski kalecisi Yılmaz lspo nbu İsta a; sağ an Sold

84


HATIRALARDA VE HATIRATLARDA İSTANBULSPOR / Cem SÖKMEN

releri takımın maçlarını takip etmeye başlarlar. Bu hava içinde 4 Ocak 1926’da bir toplantı yapılır. Toplantı neticesinde kulübün ilk başkanı İstanbul Lisesi müdürü Besim Bey olur, adı “İstanbul Gürbüzler Ocağı” yerine İstanbulspor olarak kabul edilir, renkleri İstanbul Lisesi’nin renkleri olan sarı-siyaha çevrilir. Sarı-siyah renklerin kökü aslında Birinci Dünya Savaşı’na dayanır. O günlerde Karaköy’de faaliyet gösteren okul binasının bir bölümü hastaneye dönüştürülür, bu sebeple sarıya boyanır. Siyah ise tahmin edilebileceği gibi “şehitlerin yası”ndan gelir. Çanakkale’de 50’nin üzerinde İstanbul Lisesi öğrencisinin şehit olduğu haberi gelince okuldaki öğrenciler pencere çerçevelerini siyaha boyarlar ve bu sarı-siyah görüntü zamanla okulun renkleri olarak benimsenir. Lisenin bağrından çıkan İstanbulspor futbol takımı 192728 sezonunda İstanbul 3.liginde mücadele edip şampiyon olur ve 2. lige yükselir. Yeni sezonu da şampiyonlukla tamamlayan takım 1929-30 sezonunda artık İstanbul 1. Ligindedir. 6 takım ligde Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Vefa ve Beykoz’la karşılaşan İstanbulspor bu sezonu beşincilikle bitirir. 1931-32 sezonunda İstanbulspor İstanbul ligini şampiyon olarak tamamlar. Bu sezon sonunda üçüncüsü yapılan Türkiye Futbol Şampiyonası finalinde İzmir’de Altınordu’yu yenerek birinci olur. Bu şampiyonluğun dönüşünde taraftarlar vapuru Yeşilköy açıklarında karşılar ve İstanbul sokaklarında kutlamalar yapılır. İstanbulspor bu şampiyonluktan sonra 30’lu ve 40’lı yıllar boyunca bir daha şampiyon olamaz. Ancak İstanbul 2. liginde geçirdiği 1946-47 sezonu dışında, takım sayısı artan ligde çoğu sezonu üç büyüklerin arkasında dördüncü veya beşinci olarak tamamlar. Bazı yıllarda ilki 1937’de düzenlenen ve 4 İstanbul, 2 Ankara, 2 İzmir takımını içeren Milli Küme şampiyonluğu mücadelesine katılır. 1952 yılında Türk futbolunda profesyonellik kabul edilir. İstanbulspor bu yıllarda özellikle 56-60 arasında başarılı bir dönem geçirir. Kadrosu bu zaman diliminde pek değişikliğe uğramaz, “korkulu takım”, “dördüncü büyük” gibi ifadelerle anılır.1 1944’te Fatih’te doğan Ahmet Selim İstanbulspor’un o yıllardaki etkisini şöyle anlatır: “1958’de Milli Lig başlamamıştı, İstanbul ligi vardı. İstanbulspor ve Vefa, üç büyüklerin baş belalarıydı! İstanbulspor’un forvetini hatırlıyorum. Kasapoğlu, Aydemir, İbrahim, İhsan, Yüksel… GS, o sezon FB’yi 2-0 yendiği halde, İstanbulspor’la 0-0 berabere kal1 Cem Atabeyoğlu, İstanbulspor Kulübü, İstanbul, İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı Yayınları, 1996, s.6-70

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İstanbulspor Başkanı Can Derin, Kostas Kasapoğlu’nun cenaze töreninde konuşma yaparken

mıştı. Galatasaray, Turgay’lı, Metin’li, Kadri’li, Suat’lı, Coşkun, İsmail Kurt’lu, Ergun’lu, Saim’li bir kadroya sahipti. O yıl GS şampiyon, Fenerbahçe ikinci, İstanbulspor üçüncü olmuştu.”2 Aynı dönemin ve 60’lı yıllardaki İstanbulspor’un bir başka şahidi de gazeteci Tevfik Yener’dir. Yener, İstanbulspor’a dair anılarını anlatırken kulübün tarihinde yer etmiş bir isim olan Ali Mortaş’ı ayrı bir yere koyar. “Futbol deyince aklıma geldi. Laleli, İstanbulspor’un semtiydi. İstanbulspor ise, o yıllar üç büyükleri zorlayan takımdı. Kaleci Sabih, Aydemir, İhsan ve santrfor İbrahim’i unutamam. Sarı İbrahim bugünün futbol piyasasında büyük para ederdi. O göğüs stopları, iki ayağıyla attığı şutlar, kafa golleri, röveşataları ve ince çalımları ile gözümün önünden gitmez. Aydemir’in takımı yönetmesi, bomba şutlarında İhsan ile yarışması ve kedi kaleci Sabih! Ali Mortaş ağabeyimiz İstanbulspor’u yaratan adamdı. Kulübün yöneticisi değildi sadece, ruhuydu. Şimdi çoğu spor yazarı olan sonradan Fenerbahçeli Ercan, rahmetli Çarli Yılmaz, Cemil Turan, Arap Güngör, Türker, sonradan Galatasaraylı kaleci Yasin ve kardeşi Gökmen kulübün lokali gibi olan Laleli’deki Acem’in Kahvesinde Ali Baba’yı ziyarete gelirlerdi. Acem’in Kahvesi o yıllar bilim adamları ve sporcular ile dolardı.”3 Ali Mortaş’tan bayrağı Tuğrul Alkaya devralır. 1973’te Levent Lisesi futbolcusu olarak “liseler ligi”nde top koşturan Metin Tükenmez, Eyüp Stadı’nda oynadıkları bir maçtan sonra İstanbulspor yöneticisi Tuğrul Alkaya’da İstanbulspor forması giymesi için teklif alışını şöyle anlatır: “Maçtan sonra fötr şapkalı, pipo içen bir bey yanıma yaklaşıp ‘İstanbulspor’da oynamak ister misin?’ dedi. 2 Ahmet Selim, Serbest Vuruş, 2.baskı, İstanbul, Z. Kitap, 2003, s.222 3 Tevfik Yener, İstanbul Aşk Ekmek Hayal, İstanbul, İnkılap Yayınları, 2010, s.329

85


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

HATIRALARDA VE HATIRATLARDA İSTANBULSPOR / Cem SÖKMEN

İstanbulspor’a birçok genç yıldız kazandıran Tuğrul Alkaya ile ilk karşılaşmamız o gün oldu. 70’li yıllarda İstanbulsporlu olmak ayrıcalıktı. Tuğrul Bey’in teklifi ile karşılaştığımızda duyduğum heyecanı bugün unutmuş değilim. Çünkü İstanbulspor bir okuldu. İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesinde, kulüp binasına gitmek için kapıdan girdiniz mi kendinizi gizemli bir ortam içinde bulurdunuz. Bir spor kulübüne değil de bir okula girdiğinizi duyumsardınız. En son geçen yıl İstanbul Erkek Lisesi’nin kültürel etkinliklerini izlemek için gittiğimde aynı heyecanı yaşadım. İstanbulspor’un Türk futboluna genç futbolcuları kazandıran bir okul olduğunu bugün yaşı 25 olanlar bilmez. Genç oyuncu denildiğinde ilk akla İstanbulspor gelirdi. Genç takımına başladığım 1973 öncesinde, İstanbulspor üç yıl üst üste genç takımlar şampiyonu olmuştu. 1.ligteki profesyonel takımı ise üç büyüklerin korkulu düşüydü. Bir sezon üç büyüklerin ardından ligi dördüncü bitirdiğini anımsıyorum.”4 70’lerin ikinci yarısında İstanbul Lisesi öğrencisi olan Tanıl Bora önce şahidi sonra takipçisi olduğu yirmi yıllık düşüş dönemini şöyle yorumlar: “Söylemesi ayıp ben de İstanbul Erkek Liseliyim ve ‘abilerimizden’, 1960’ların sonlarına, 70’lerin başlarına dair komik-hazin hikâyeler dinlemişimdir. O vakitler, okulun izci ocağından emanet verilen davullarla, zillerle, trompetlerle pusatlandırılarak takımı desteklemek için resmen Mithatpaşa’ya sevkedilen talebelerin birçoğu kendilerine zimmetli enstrümanları da alarak Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş tribünlerine geçermiş! Açık ki, İstanbul Erkek Lisesi, ‘İstanbulsporlu’ yetiştirmedi. Az sayıdaki sarı-siyah muhibbi kahraman sporsever ve İstanbul Liseliliği bir camia kimliği olarak benimseyen bir zümre

bu kulübün beka mücadelesine baş koymuştu ama okuldakilerin ve mezunların kâhir ekseriyetinin hayatında böyle bir heyecandan eser yoktu. Ancak şu da açık: İstanbul Erkek Liseli futbolseverler, hatta futbolsever olmayan İstanbul Erkek Liselilerin de bazıları, göz ucuyla İstanbulspor’u izlemeyi sürdürdüler daima. Kendimden biliyorum: 3. Kümede sürünürken, Uzunköprü, Malkara, Çorlu, Bab’eski vs. bilumum ‘susak ağız’ takımlarıyla yaptığı maçların sonuçlarını takip etmişimdir ‘okulumun takımının’. İstanbulspor, ‘gitmesek de görmesek de… orada, uzakta…’ bir ikinci veya üçüncü takımdı, biz ‘İEL’liler’ için…”5 İstanbulspor bugünkü süper lig o zamanki adıyla 1. ligde, en son 1995-2005 arasında boy gösterdi. Bu yıllarda Bayrampaşa ve Güngören ve Beşiktaş stadın üst kullanım hakkını alana kadar büyük ‘takım’larla olan maçlarında İnönü stadını kullandı. Şimdilerde 2.ligden 1.lige yükselme mücadelesi veren kulüp son yıllarda Yenibosna’da bulunan Bahçelievler İl Özel İdare Stadı’nı mesken tutmuş durumda. İstanbul Lisesi’nin farklı nesillerinden mezunları ve futbolu 4 büyüklerden ibaret görmek istemeyen bir genç taraftar grubunun beraberliğinde çoğu zaman bu 4 bin kişilik stadı dolduruyor. 1926’da başlayan İstanbulspor’un hikâyesi o tarihten bu zamanlara; takımı ve camiayı bir arada tutan ağabeyleriyle, futbolcularının hayat şartlarıyla, üç büyüklere transfer olan futbolcularıyla, üç büyükler popülerleştikçe daha az benimsenmekle ve 90’lardaki işadamı –medya etkisiyle İstanbul’un ve Türkiye’nin yaşadığı sosyo-ekonomik dönüşümden önemli izler taşıyor… 5 Tanıl Bora, “İstanbulspor İçin Üzülmenin Üç Yolu”,

4 Metin Tükenmez, Sahil Yolunda Yürümek-Futbol

Kimi Başrol Kimi Karakter İçinde, Tanıl Bora-Ziya

ve Yaşam Üzerine Yazılar, İstanbul, İthaki Yayınları,

Adnan, Ankara, Dipnot Yayınları, 2013, s.281-282.

2002, s.35-36.

86


HATIRALARDA VE HATIRATLARDA İSTANBULSPOR / Cem SÖKMEN

Kostas Kasapoğlu (1935-2016) İsmi daha çok Koço ve Kostas gibi kısaltmalarla kayıtlara geçen Konstantinos Kasapoğlu İstanbulspor tarihinin en önemli isimlerinden biridir. 1935’te Büyükada’da doğan Kasapoğlu, futbola 1950’de Adalar Spor Kulübü’nde başlayıp önce 1953’te Beyoğluspor’a, daha sonra ise 1956’da ise İstanbulspor’a transfer oldu. 1972 yılına dek İstanbulspor’da top koşturdu. 16 yıl boyunca kulübün en çok oynayan ve en çok gol atan futbolcusu oldu. 500’e yakın maçta forma giyip 95 gole imza attı. 1974’te futbolu bıraktıktan sonra Atina’ya göç eden Kasapoğlu, bir süre antrenörlük yaptıktan sonra manav-

Bir Modeli Ziyan Etmeyelim Birinci Lig takımları transferlerde oldukça geç kaldıkları için “second best” denen türden ikinci tercihlerine dönerek, biraz da pahalı bir fiyat ödeyerek kadrolarını oyuncu ve çalıştırıcı yönünden tamamlamaya çalışıyorlar. Fenerbahçe resmen kapı kapı dolaşarak 50’şer bin dolar isterken, bazı takımlar da farklı bir yaklaşım içinde. Türkiye’de kime sorsanız futbol ve diğer spor kulüplerinin çıkar yolunun şirketleşmekten geçtiğini size söyler. Tabii bu doğru olsa, Türkiye’de şirketlerin sorumsuz olması gerekirdi. Türkiye’de birçok şirket sorumsuz olmadığına göre şirketleşmek bazı sorunları özüyor ama bazı yeni sorunlar yaratıyor denilebilir. Futbol kulüplerimiz arasında bir tanesi sessiz ve derinden gitti, inanılmaz transferleri erkenden gerçekleştirebildi: İstanbulspor A.Ş. İstanbulspor önce çalıştırıcı Beenhakker’i müthiş bir hamle ile erkenden transfer etti. Bunu takiben ça-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

lığa başladı. Türk futbolseverler tarafından unutulmayan özelliklerden birinin penaltı vuruşundaki ustalığı olan usta golcü, futbolculuk hayatında sadece 1 penaltı kaçırdı. Kostas Kasapoğlu, 30 yıllık ayrılıktan sonra İstanbulspor camiasının gösterdiği kadirşinas tavırla Nisan 2015’te yeniden İstanbul’a yerleşme imkânı buldu. İstanbul Lisesi mezunları ve İstanbulsporlular Ender Ciner’in öncülüğünde Kasapoğlu’nun İstanbul’a dönüşünü ve tedavi sürecini omuzladı. Kasapoğlu, 6 Nisan 2016’da İstanbul’daki evinde vefat etti. Cenazesi 8 Nisan 2016 günü önce 10.30’da İstanbul Lisesi’nde sonra 14.30’da Büyükada Aya Dimitri Kilisesi’nde

lıştırıcının prestijini kullanarak Van Vossen ve Van der Brom gibi iki ünlü ve katkı yapma olasılığı yüksek oyuncunun transferini gerçekleştirdi. Üstüne üstlük Denizlisporlu İsmet ve Altaylı atakan gibi ve daha bir sürü genç oyuncuyu kadrosuna dahil etti. Peki bu kararlılık neyin sonucu, bu çabuk sonuca varmanın nedeni ne? Çünkü, İstanbulspor bir şirket! Hepimizin arzu ettiği model bu takımda birçok zamandır var. Planlı bir şekilde ticari başarı ile sportif başarıyı evlendirmiş bulunuyor. Ve bu açıdan örnek olacak. Ancak bazı riskler de var. Galiba eski İstanbul Lisesi’ni ve İstanbulspor kulübünü temsil eden camia, şirkete yüzde beş, on gibi sembolik bir oranda ortak. Okul-eski kulüp-yeni kulüp bağının devam etmesi bu yapı ile sağlanıyor. İstanbulspor A.Ş.’nin şu anda taraftarı yok. Sahası da ancak bugünlerde Ali Sami Yen ve Dolmabahçe olarak belirlendi. Tabii televizyon desteği var ve esas plan televizyon etrafına kurulmuştu. Yine de bir açıdan endişeliyiz. İstanbulspor A.Ş.

düzenlenen törenlerden sonra Büyükada Ortodoks Mezarlığı’nda toprağa verildi.

modelini modern buluyoruz. Ama uygulamada bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Uzan ailesi ticaret ile camia arasında bir denge kurmak zorundadır. Eski İstanbulspor, Aydemir, rahmetli İhsan, Bilge, Kasapoğlu, Sabih, Kenan ve B. Güngör gibi sporcuları ile yetiştirdiği Nedim, Cemil gibi oyuncularla çağının çok ilerisinde bir futbol anlayışına sahipti ve birçok taraftarı vardı. Okul dışında da desteklenirdi. Bugün Efes Pilsen basketbolda böyle bir konuma sahip. Yavaş yavaş taraftarı oluşuyor. Hatta bazı okullar Efes ile anlaşma yapıp oradan oyuncu alarak, okul-kulüp ilişkisi kuruyorlar. Bizce İstanbulspor eski okul camiası ve kulüp ile ilişkiyi de sağlam tutmalı ve okul da destek verip altyapı kurarak kendine bir de çekirdek oluşturmalı. İstanbulspor A.Ş. sadece ticari kalırsa bir süre sonra sorunlar ortaya çıkabilir. Ve iyi bir model ziyan edilmiş olur. (Deniz Gökçe - Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Haziran 1995)

87



Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin altın değerindeki en üst yapraklarından özel olarak harmanlandı.



TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ Nejla KAYA Araştırmacı

Futbol İstanbul’a İngilizler eliyle gelmiş, sonrasında Rum gençleri arasında özellikle Kadıköy ve Moda çevresinde yayılmıştır. Bilhassa bu muhitlerdeki Bakla tarlası ve Kuşdili çayırları İstanbul’da maçların ilk yapıldığı yerler olmuştur. 1901 yılına gelindiğinde Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Bahriye Mektebi öğrencilerinden Fuad Hüsnü Bey ile Osmanlı dışişlerinde görevli arkadaşı Reşad Danyal Bey’in girişimleri ile ilk Türk futbol takımı olan “Black Stockings” yani “Siyah Çoraplılar” kulübü kurulmuştur. İki arkadaşın kurdukları takıma İngilizce bir isim vermelerinde, istibdat devrinin gadrine uğramama çabası vardır. Nitekim Fuad Hüsnü Bey sonraki yıllarda kimliğini saklayarak “Bobby” adı altında futbol oynamaya devam etmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ / Nejla KAYA

Ali Faik Üstünidman Bey, Yedigün muhabirine konuşurken.

Futbol, hiç şüphe yok ki günümüz Türkiyesinde en sevilen sporların başında geliyor. Oynandığı ilk günlerden itibaren geniş bir izleyici kitlesi yakalayan futbol, ülkemizde bilhassa liseler vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur. Osmanlı döneminde futbolun ilk olarak İzmir’de oynandığı biliniyor. İzmir, tıpkı İstanbul ve Selanik gibi Osmanlı devletinin en önemli liman kentlerinden biri olduğu için, önemli oranda Batılı nüfus barındırıyordu. Böylece futbol ilk olarak, ticari ilişkiler nede-

İst anbulsporlu fut

bolcular

niyle İzmir’de bulunan İngiliz aileler arasında oynanmaya başlanmıştır. Memleketimizde kurulan ilk futbol kulübü de yine bu ailelerce temelleri atılan “Football and Rugby Club”dür. Ancak isim okuyucuları aldatmasın. Bu kulüp sadece futbol alanında faaliyet göstermiştir. İstanbul’a da futbol yine İngilizler eliyle gelmiş, sonrasında Rum gençleri arasında özellikle Kadıköy ve Moda çevresinde yayılmıştır. Bilhassa bu muhitlerdeki Bakla tarlası ve Kuşdili çayırları İstanbul’da maçların ilk yapıldığı yerler olmuştur. 1901 yılına gelindiğinde Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Bahriye Mektebi öğrencilerinden Fuad Hüsnü Bey ile Osmanlı dışişlerinde görevli arkadaşı Reşad Danyal Bey’in girişimleri ile ilk Türk futbol takımı olan “Black Stockings” yani “Siyah Çoraplılar” kulübü kuruldu. İki arkadaşın kurdukları takıma İngilizce bir isim vermelerinde, istibdat devrinin gadrine uğramama çabası vardır. Nitekim Fuad Hüsnü Bey sonraki yıllarda kimliğini saklayarak “Bobby” adı altında futbol oynamaya devam edecektir. Takımda, geleceğin önemli simaları olan Tamburacı Osman Pehlivanla, Filozof Rıza Tevfik Beyler de yer almaktaydı. İşte bu takım 26 Ekim 1901’de bugünkü Fenerbahçe stadının bulunduğu mevkide yani Papazın Çayırı denilen yerde, bir Rum takımıyla ilk ve son maçını yapmış, karşı-


TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ / Nejla KAYA

Vefa binici takım

ı.

laşma 5-1’lik yenilgi ile devam ederken maç, hafiyeler tarafından basılmıştır. İzinsiz cemiyet kurma suçundan futbol takımının oyuncularından ele geçirilenler sorgulanmış ve sonrasında birtakım cezalar almışlardır. İlerleyen yıllarda kurumsallaşan kulüp konusunda ilk örneği tıpkı sporun diğer pek çok alanında olduğu gibi Galatasaray Lisesi veya o zamanki adıyla Mekteb-i Sultani talebeleri verecektir. Nitekim Mekteb-i Sultani’nin Beden Eğitimi hocası Mösyö Curel, jimnastik konusunda ilk ciddi çalışma programını eğitim sistemine adapte ederken, onun öğrencisi olan Ali Faik (Üstünidman) Bey de bu yolda, başta Selim Sırrı (Tarcan) ve Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) olmak üzere önemli simalar yetiştirmişti. Uzun lafın kısası Mekteb-i Sultani öğrencileri, İstanbul liseleri içinde sporla ve özellikle jimnastikle en erken haşır neşir olanlar arasındaydılar. 1905 eğitim yılının ilk günlerinde Mekteb-i Sultani hocalarından Mehmet Ata Bey’in edebiyat dersinde, öğrencilerden Ali Sami (Yen), Asım Tevfik (Sonumut), Emin Bülend (Serdaroğlu), Celal İbrahim (Şehit), Tahsin Nahit, Bekir Sıtkı (Bircan), Reşat (Şirvani), Cevdet (Kalpakçıoğlu) ve Abidin (Daver) beyler bir araya gelerek, arka sırada fısıltı halinde konuşup İngiliz ve Rum gençleri arasında pek popüler olan bir futbol kulübünün benzerini kurmaya karar verirler. Kadronun iskeleti belirlendikten sonra da hararetle yeni takımın adının ne olacağını tartışırlar. İstanbul’da futbol tamamen İngilizler ve Osmanlı azınlıklarının elinde ol-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

duğundan, takım için yabancı isimler üzerinde durulur. Gloria (Zafer), Audace (Cüret) ilk akla gelen isimlerdir. Ancak isim konusunda öğrenciler arasında bir mutabakata varılamaz. Öyle ki takım, Kadıköy, Papazın Çayırı’nda ilk maçına çıktığında bile isim bulunamamıştı. Bir Rum takımı ile karşılaşan ve kırmızı beyaz formasıyla sahaya çıkan Mekteb-i Sultani öğrencilerine aradıkları ismi, müsabakanın izleyicileri verecektir. Karşılaşmayı takip edenler 2-0’lık bir skorla müsabakayı önde götüren takım oyuncularını “Galata sarayı efendileri” diye niteleyince, kulübün adı da ortaya çıkmış oldu. Galatasaray, sıcağı sıcağına İngiliz ve Rum takımlarından oluşan İstanbul ligine katılan ilk Türk takımı olarak da tarihe geçecektir. 1906’da oynanan İstanbul ligi maçlarında İngilizlerin Kadıköy, Moda ve İmogene kulüpleri ilk üç dereceyi paylaşırken, Galatasaray bir Rum kulübü olan Elpis’in önünde ligi dördüncü bitirecektir. Yeri gelmişken hemen belirteyim ki Türk futboluna damgasını vuran ve Galasaray’ın ezeli rakibi olarak da bilinen Fenerbahçe’nin kuruluşunda da Kadıköy Saint Jozef Lisesi talebelerinin önemli rolü vardır. Kurucuları arasında yer almasalar da, kurulduktan kısa bir süre sonra Fenerbahçe’yi en çok besleyen kurum Saint Josef Mektebi olacaktır. Fenerbahçe, kurulduktan üç yıl sonra İstanbul Futbol Ligi’nde yerini alacaktır. Mekteb-i Sultani talebelerinden kısa bir süre sonra bu sefer Vefa İdadisi çatısı altında bir diğer köklü kulübün temelleri tesis edilir. Vefa İdadisi, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in özgürlükçü ortamından istifade ile spor alanında önemli bir adım atar. İdadi öğrencilerinden Saim Turgut (Aktansel), Zeki (Baban), Rıfat (Baban), Tevfik (Kut) gibi şahıslar öncülüğünde Vefa Mürebbi-i Beden kulübü kurulur. Yine çoğunluğu Vefa öğrencilerinden oluşan “Vefa Terbiye-i Bedeniye” ve “Mukavvi-i Beden” kulüplerinin de bu ilk oluşuma katılmasıyla camia daha da güçlenir. Son olarak Edirnekapı kulübünün de katılımı sonucu dört kulübün birleşmesi neticesinde Vefa Spor Kulübü meydana gelir. Yeşil beyazlı bir formaya sahip olan kulüp, okul

Kabataş İdaresi Spor Kulübü (Malumat)

93


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ / Nejla KAYA

idarecilerinin de desteğini kazanır. Vefa takımı aynı zamanda kendisinden sonra kurulan Karagümrük takımıyla beraber kısa sürede Fatih semtinin takımı olup çıkar. 1941’de bugün Karagümrük stadı olarak da bilinen ve eski devirlerde bir Bizans sarnıcı olan Vefa Stadyumu’nun alınmasıyla, İstanbul’un hatırı sayılır futbol kulüplerinden biri Ali Sami Yen haline gelecektir. Nitekim bu dönemde Vefa, İstanbul’un 4. büyüğü olarak anılmaya başlanır. Bu unvanını 1946-47 sezonunda Fenerbahçe’nin ardından İstanbul liginde averajla ikinciliği elde ederek

İstanbulspor kurucusu Kemal Halim Gürgen’in mezarı.

daha da perçinleyen Vefaspor, zamanla maddi sıkıntılar nedeniyle “mütekaidler takımı” diye anılır olmuştur. Zira takımlarında kadroya giremeyen bir zamanların efsane ayakları, çareyi Vefa’nın vefâkar sinesinde arayacaklardır. 1973-74 sezonunda takım ikinci lige düşer ve bir daha da kendisini toparlayamaz. Bir zamanların fırtına gibi esen Beykozspor, Adaletspor ve Beyoğluspor kulüpleriyle aynı kaderi paylaşır. İstanbul’da Osmanlı dönemi lise öğrencilerinin kurduğu bir diğer futbol kulübü de Altınörs idi. Sultanahmet Sanat Okulu öğrencilerinin 1910’da kurduğu bu takım, aynı okulunu bünyesinden çıkan Sanatkâran Gücü ile birleşerek Turan Sanatkâran Gücü adını alacaktır. Kulüp, 1920’ye kadar Müslüman oyunculardan kurulu takımların top koşturduğu Cuma liginde mücadele etti. Bilindiği üzere tatil günlerinin farklı olması nedeniyle İngiliz ve Rum takımları Pazar liginde oynarken, Türk takımları Cuma liginde müsabaka yapıyorlardı. 1920’de kulübün futbolcuları Ankara’ya geçerek milli mücadeleye katılmış ve savaş sonrasında başkentte harp sanayisinin de kurulmasıyla takım, İmalat-ı Harbiye adını almıştı. Kulüp, adını 1930’da değiştirdi. Yeni ismini merak edenlere hemen söyleyelim. Ankara’nın en köklü kulüplerinden biri durumuna gelecek olan Ankaragücü. Bu yazı kapsamında ele alacağım son okul ise İstanbul Lisesi. Söz konusu eğitim kurumumuz, İstanbul’un en köklü futbol takımlarından birinin bağrından çıktığı bir irfan yuvasıdır. Kulüp, ilk önce Süleymaniye Spor Kulübü’nün genç takımı olarak tasarlanmıştı. Ancak sonradan ayrı bir kulübe dönüştü. Oyuncuların nerede ise tamamı İstanbul Erkek Lisesi talebelerinden oluşuyordu. Başlarda değişik isimler altında örgütlenmiş olsalar da 1926’da yapılan ilk kongrede takımın adı lisenin adı ile bağlantılı olarak İstanbulspor olarak değiştirildi. Kongreye katılan üyeler arasında gelecekte siyaset sahasında isimlerinden söz ettirecek

94


TÜRK FUTBOLUNUN GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN İSTANBUL LİSELERİ / Nejla KAYA

olan Emin Kalafat, Cemil Said Barlas, Tahsin Banguoğlu gibi talebeler vardı. Okul müdürü olan Besim Bey, kulüp başkanlığına getirilecektir. Yine takımın renkleri de okulun renkleri olan Sarı Siyah olarak belirlenir. Görüldüğü üzere İstanbul ve Türkiye’de futbolun yerleşmesinde, tanınıp sevilmesinde köklü liselerimizin büyük rolü olmuştur. Futbolun ülkemizde yerleşmesinde, tanınıp sevilmesinde köklü liselerimizin rolü yadsınamaz. Futbolun amatör düzeyde oynandığı devirlerde fırtınalar estiren ve büyük sporcular yetiştiren bu takımların çoğu ne yazık ki profesyonel kulüp yöneticiliğinin getirdiği ağır maddi yüke dayanamamışlardır. Yine de liselerimiz ve onların bünyesinden çıkan kulüpler Türk spor tarihine isimlerini altın harflerle yazdırmayı bilmişlerdir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Kaynakça Cem Atabeyoğlu; Türk Spor Tarihi, İstanbul 1991. Cem Atabeyoğlu; “Vefa Spor kulübü”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 7, İstanbul1994, s. 375-376. Öz Dokuman; “Galatasaray Lisesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Eylül 1968, s. 35-40. Öz Dokuman; “Vefa Lisesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1968, s. 35-40. Hacı Hasdemir; İstanbul’un 100 Spor Kulübü, İstanbul 2010 Sakin Öner; Vefa Lisesi, 125. Yıl Anısına, İstanbul 1997.

Vefa Lisesi

Galat

as ara

y Lise

si

95



ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI Önder KAYA Şehir Tarihçisi

Robert Kolej, Türk spor hayatında pek çok ilke imza atan kurum olarak bilinir. İlk kapalı spor salonu, ilk basketbol oyunu, ilk masa tenisi müsabakası, UEFA İcra Kurulu’na giren ilk Türk gibi başlıklar, bir çırpıda akla gelenlerdir. Türkiye’de ilk atletizm yarışması da Robert Kolej’in Bebek kampüsünde yapılmıştır. Bilindiği üzere Robert Kolej 1971’e kadar iki kampüse sahipti. Kız öğrenciler Arnavutköy, erkek öğrenciler ise Bebek kampüsünde okurlardı. Bebek kampüsü 1971’de Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmüştür. Arnavutköy kampüsü ise karma olarak Robert Kolej adıyla eğitim hayatına bugün de devam etmektedir. Robert Kolej’de halen devam eden Spor bayramı yani “Field Day” etkinliği çerçevesinde eskiden beri birtakım spor müsabakaları yapılmaktaydı.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI / Önder KAYA

Kolej, daha Osmanlı döneminden itibaren gerek ulusal ve gerekse uluslararası müsabakalarda önemli başarılara imza atmıştı. Robert Kolej idarecilerinin bir kısmı spor alanıyla doğrudan meşgul olmuştur. Kolej’in ikinci müdürü olan Washburn, ciddi kişiliği ile tanınan bir şahsiyetti. Ancak 1903-1932 yılları arasında müdürlük yapan Caleb Gates tam bir sporcuydu. Kolej kampüsünde öğrencilerle tenis ve futbol müsabakaları yaptığını biliyoruz. Bu sayede öğrencileri ile haşır neşir olma imkanı da yakalayabiliyordu. Onun zamanında Robert Kolej’in Bebek kampüsünde bir tenis sahası da inşa edilmiştir. Gates’in müdürlüğü zamanında Robert Kolej, Türk spor tarihine çok önemli bir katkıda bulunmuştu. Antik Yunanistan’daki olimpiyat oyunlarını yeniden canlandırmayı amaçlayan Fransız soylusu Baron Pierre De Coubertin, 1907’de İstanbul’a gelmiş ve burada Selim Sırrı (Tarcan) Bey’den kendisinin Osmanlı ülkesindeki temsilciliğini yapmasını, Olimpiyat oyunlarına sporcu göndermesini rica etmişti. 1912’de beşincisi yapılacak Olimpiyatlar için Stockholm’e sporcu gönderilmesi için Selim Sırrı Bey resmi makamlar nezdinde bir dizi girişimde bulunursa da sonuç alamaz. Hatta gazetelere ilan vererek sporcu temin etmeye çalışır. Sporcuların kendi masraflarını kendilerinin karşılamak zorunda olması, süreci daha da zora sokar. Bu arayışa sadece Robert Kolej’den Ermeni cemaatine mensup iki sporcu cevap verir. Bunlar Mıgır Mıgıryan ve Vahram Papazyan Efendilerdir. Mıgır Mırgıryan yol parasını kendi imkanlarıyla karşılar. Ancak Vahram Papazyan, sporcusu olduğu Ardavast kulübünün desteğiyle Stockholm’e gider. Bunun için Ardavast kulübü Arnavutköy’de bir müsamere düzenler ve elde ettiği parayla da Vahram Efendi’yi İsveç’e gönderir. Vahram Papazyan, Stocholm’e ulaştığında can sıkıcı bir durumla karşılaşır. Zira şehrin caddelerinde olimpiyatlara katılacak ülkelerin bayrakları dalgalandığı halde Osmanlı bayrağı bulunmamaktadır. Derhal durumu Stockholm elçiliğine bildiren Vahram Efendi, şehrin sokaklarına ve oyunların yapılacağı stadyuma Osmanlı bayrağı çekilmediği takdirde müsabakalara katılmayacağını beyan eder. Sefir Ahmet Bey’in bu durumu yetkililere haber vererek protestoda bulunması üzerine sokaklara ve stadyuma Osmanlı bayrakları çekilir. 18 yaşında bulunan Vahram Efendi de Osmanlı sefiri Ahmet Bey’in eşi tarafından işlenen ay yıldızlı bir forma ile 1500 metre atletizm yarışına katılır. Bir süre yarışmayı önde götürürse de, ihtimal ki temposunu ayarlayamadığından müsabakanın sonlarına doğru bayılarak yarışmadan elenir. Mıgır Mıgıryan ise dekalton dalında yarışmış ancak derece yapamamıştı. Her iki Robert Kolejli de olimpiyatlarda Osmanlı ülkesini temsil eden ilk atletler olarak tarihe geçmiştir.

Her ne kadar Vahram ve Mıgır Efendiler Osmanlı Devleti adına yarışmış olsalar da Kolej öğrencilerinin başka devletler adına müsabakalara katıldıkları da oldu. Zira Osmanlı döneminde Kolej, bünyesinde çok farklı etnik unsura mensup öğrenci barındırıyordu. Bunlardan biri Mihalis Dorizas’tır. Dorizas 1906’da Atina’da yapılan ara olimpiyatlara katıldığında Robert Kolej öğrencisiydi. Ancak Yunanistan adına yarışmıştı. 1906 oyunlarında atletizm müsabakalarında Yunanistan’a bronz madalya kazandıran Dorizas, 1907’de okuldan mezun oldu. Bir yıl sonra 1908 Londra Olimpiyatlarında gülle ve cirit atma dallarında Yunanistan’a madalya kazandırdı. Gülle atmada dünya rekoru kırdı. Sonradan Amerika’ya yerleşti. Okulun atletizm konusundaki başarıları Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye Atletizm Federasyonu başkanlığı yapan Burhan Felek, ülkemizdeki ilk atletizm müsabakasını bundan dolayı Bebek kampüsünde düzenlemiştir. Yine Türkiye Masa Tenisi Federasyonu’nun sayfasındaki bilgilere göre, ülkemizde ilk masa tenisi, 1920’li yılların ortalarında Robert Kolej’de oynanmıştır. Ancak Kolej, bunun arkasını getirmemiş, kısa bir süre sonra Galatasaray, Fenerbahçe, Altınordu, İstanbul spor, Ortaköy, Şişli, Beyoğlu spor gibi kulüpler bu alanda güçlü takımlar oluşturmuşlardır. Robert Kolej’le özdeşleşen spor dalı ise hiç şüphesiz basketboldur. Basketbol, Amerika’da ortaya çıktıktan on iki yıl sonra yani 1904’de Osmanlı topraklarında ilk kez Robert Kolej’de oynanır. Bu oyunun oynandığı salon aynı zamanda İstanbul’un en Robert Kolej’de atletizm müsabakaları (Faik Şenol arşivi)

98


ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI / Önder KAYA

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

99


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI / Önder KAYA

da da milli atletizm takımında yer almış, bu sırada disk atmada Türkiye rekoru kırmış, 1936’da ilk maçına çıkan Türk basketbol takımının kaptanlığını yapmış, yine 1930’larda boks ve yüzme mili takımlarında görev almış bir isimdi. Dört farklı alanda milli formayı giyerek bu alanda kırılması güç bir rekora da imza atmıştı. Naili Bey, Galatasaray ve Fransız Nice futbol takımlarında oynadı. Amerika’da eğitim gördüğü sırada Amerikan futbolu ve beysbola da merak salmış, 1929’da Fransa’da Balzac 1937’de de Amerika’da Chicago yüksek beden eğitim enstitülerinden spor uzmanı diploması almıştı. 481 basketbol maçına çıkan Moran, Galatasaray’ın 15 yıl boyunca Türkiye’de “yenilmez 10 19 armada” olarak adlandırılan basketbol takım takımı, lej futbol Rober t Ko kadrosunun en önemli simasıydı. Etkileyici bir hakemlik kariyeri de olan Moran, 1000’den fazla voleybol eski kapalı spor salonlarından biri maçında bu vazifeyi ifa etti. 1954-68 yılları arasında da olan Dodge Hall idi. Bu salon Clevland H. Dodge Atletizm Federasyonu Başkanlığı vazifesini yürüttü. adlı Robert Kolej mütevelli heyetinden bir kişi tarafından 1904’de yaptırılmıştı. Dodge Hall 3 Nisan 1955’de yandı. Kolej, aynı zamanda Türk spor hayatına önemli idareciler Sonrasında mütevelli heyeti ve mezunların katkısıyla daha de kazandırmıştır. Bunların içinde hemen akla gelen isimmuhteşem bir şekilde yeniden inşa olundu. Yukarıda adı lerden biri Şenes Erzik’tir. Erzik daha öğrencilik hayatıngeçen olimpiyat şampiyonu Mihalis Durizas bu salonda da Kolej’de futbol oynamış ve takım kaptanlığı yapmıştır. yetişti. Bu salonda antrenman gören öğrencilerden Her70’lerin sonlarında UEFA’nın gençlik kollarında görev alan kül Millas, ilerleyen yıllarda Türk-Yunan ilişkileri konusunErzik, 1990’da UEFA İcra Kuruluna seçilen ilk Türk olmuşda en yetkin isimlerdendir. Millas’ın pek bilinmeyen yanı tur. Yine okul mezunlarından Alp Yalman Galatasaray’ın, ise, Robert Kolej’de öğrenci iken 1962 Türkiye atletizm Serdar Bilgili ise Beşiktaş’ın başkanlığını yapmış ve bu süşampiyonasında 100 ve 200 metre koşularında altın mareçte kulüplerine şampiyonluk zaferi tattırmışlardır. dalya alması ve Türkiye Gençler rekorunu kırmasıdır. Robert Kolej’den “komple sporcu” diye tanımlanabilecek isimler de mezun olmuştu. Bunlardan ilk akla gelen Naili Moran’dır. 1908 İstanbul doğumlu olan Naili Moran, 1923’te Robert Kolej’e girer. Naili Bey aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı Tevfik Paşa’nın da torunudur. Kolej’de pek çok spor dalının yanı sıra özellikle atletizmle meşgul olur. İlk milli formayı sırtına 1927’de atletizm müsabakaları sırasında geçirir. 1928’de 200 metre yüzme müsabakasında Türkiye üçüncüsü olur. 1931-35 yılları arasınDave Philips

100

Kolej sadece ulusal ya da uluslararası derece yapan öğrencileri ile değil, Beden Eğitimi derslerine giren öğretmenleriyle de ünlüydü. Robert Kolej’in efsane Beden eğitimi hocalarından Alexander Nodolsky, Türkiye’de eskrimin bir spor dalı olarak gelişmesinde önemli roller oynamıştır. Ülkemizde eskrim bilindiği kadarıyla ilk olarak 2. AbAlexander Nadolsk y dülhamid zamanında askeri okulların müfredatına girmiştir. Robert Kolej ise sivil bir okul olduğu halde, Nodolsky’nin kişisel çabalarıyla bu spora yönelmiştir. Kendisi 1938 yılına kadar federasyona bağlı olarak ve 1956’ya kadar da İstanbul bölgesi adına antrenörlük yapmış ve çok değerli sporcular yetiştirmiştir. Amerikan Kız Kolej’inden yetişen Halet Çambel, eskrim alanında 1936 Berlin Olimpiyatları’na katılmıştı. Çambel eskrime 1932’de Amerikan Kız Koleji’nde başlamıştı. Nodolsky, 1895’te Varşova’da doğmuştur. 1913’de Kiev Askeri akademisini bitirmiş, 1914’te Saint Petersburg Jimnastik Akademisi’nden mezun olmuştur. Her iki okulda


ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI / Önder KAYA

Ro b

er t

Kole j

bas

ke t b

ol t a

k ım

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ı

101 Arnavutköy Amerikan Kız Koleji


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ROBERT KOLEJ VE TÜRK SPORUNA KATKILARI / Önder KAYA

bu kulüpte kondisyonerlik yapmıştı. 1959-1977 yılları arasında da Robert Kolej’de Beden eğitimi öğretmeni olarak çalıştı. 2008’de 97 yaşında hayata gözlerini yuman Sakarya’nın anısına Robert Kolej’de bir anı bankı bulunmaktadır.

Robert Kolej’de

müsabakalar yapılan atletizm

da iyi bir kılıç eğitimi aldığı biliniyor. Sonrasında Rus İmparatorluk Süvari Muhafız alayında yüzbaşı rütbesiyle görev almıştı. Nodolsky, Bolşevik ihtilali sonrasında Beyaz Rus olarak bilinen ve meşruti monarşiyi savunan tarafta yer almış, bunun neticesinde Beyaz Rus ordularının General Baron Wrangel idaresinde Kırım’daki son direnişinin kırılması ile birlikte İstanbul’un yolunu tutmuştu. Burada Harbiye Rus Hastanesi’nde idare amirliği yapmış, bu sırada Robert Kolej’in müdürlüğünü yapan Caleb Frank Gates’in bir şekilde dikkatini çekerek Beden eğitimi öğretmenliği teklifi almıştı. Teklifi kabul etmesiyle birlikte 1929-1971 yılları arasında Robert Kolej’de Beden Eğitimi öğretmenliği yaptı. Öğrencilerine pek çok spor dalını sevdirmesinin yanı sıra,

ciler, 1931 (Faik

Şenol arşivi)

ülkemizde özellikle eskrim konusunda önemli isimlerin yetişmesine katkı sağladı. Nodolsky’nin eğitmenliği sırasında Kolej’de okuyan Şakir Eczacıbaşı, onun çok disiplinli olduğunu, hemen her sporu bildiğini, talimatlarını yerine getiremeyen öğrencilerine ise “Köfte! Köfteeee!” diye bağırdığını anılarında zikreder. Kolejden bahsedip de bir diğer önemli Beden eğitimi hocası Abbas Sakarya’yı zikretmemek olmaz. Kendisi Alexander Nodolsky ile aynı zamanda Robert Kolej’de hocalık yapmış bir isim. Öncesinde Beşiktaş Spor Kulübü’nde güreş alanında büyük başarılar kazanan Sakarya, bu kulüp bünyesinde katıldığı müsabakalarda ülkemize Balkan ve Avrupa şampiyonalarında altın madalyalar kazandırmış, 1959-60 yıllarında yine

Okulun farklı spor takımlarını bir arada gösteren panosu

102

ını izleyen seyir

Her iki usta spor eğitimcisinin birlikte görev yaptığı yıllarda Robert Kolej’de öğrenci olan 1964 mezunu Yani Vlastos, anılarında okulda spora verilen önemi ve beden eğitmenleri hakkındaki gözlemlerini şu ifadelerle dile getirir: “Okulda futbolun yanında hemen bütün sporlar yapılıyordu. Basketbol ve voleybolda sınıflar arası ligden başka tenis, eskrim, boks, jimnastik, masa tenisi, atletizm, beysbol gibi dallar da faaliyet gösteriyordu. Beden Eğitimi hocalarımızdan biri 1948 Londra Olimpiyatlarına katılan milli güreş takımımızda yer almıştı. Başka biri Ekim İhtilalinden sonra Rusya’yı terk ederek Türkiye’ye yerleştiği söylenen bir Beyaz Rus’tu. Bütün spor dallarında derin bilgisi vardı. Eskrim hocası oydu. Atletizmde milli hakem olduğunu Field Day diye adlandırılan bir atletizm şöleninde Türkiye Gençler Yüksek


Atlama rekorunu kıran Herkül Millas’ın rekorunun, atletizm federasyonunu tüzüğüne göre üç hakemin o şölende bulunması vesilesiyle resmen tescil edildiği gün öğrendim. O üç hakemden biri, beden eğitimi ve birçok sporda hocamız olan Alexander Nodolsky idi.” Dave Philips de Kolej’le özdeşleşen bir başka spor Robert Kole eğitmenidir. Philips 1978’de j’de beden dersi Beşiktaş’a ilk siyahi transfer Kaynakça olarak basket oynamak için gelmiş ve Türkiye’de kalmıştır. Robert KoAnonim; Dr. Caleb Frank Gates lej’deki eğitmenliği ise bir kaç sene President for Robert College öncesine kadar devam etmiştir. Ünlü 1903-1932, İstanbul 1932 basketbol yorumcusu Kaan Kural olmak üzere pek çok kişinin yetişCem Atabeyoğlu; 1453-1991 Türk mesinde emeği geçen bu kıymetli Spor Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul sporcunun adı, günümüzde Robert 1991 Kolej’in Ulus girişinde bulunan futCem Atabeyoğlu (editör); Morpa bol sahasında yaşamaktadır. Spor Ansiklopedisi, İstanbul 2005 Robert Kolej bugün de 14 farklı spor Ali Yağız Ayla; “Dr. Gates ve Robert dalında faaliyet göstermektedir. TürKolej”, Robert Kolej Tarih Dergisi, kiye’de ilk olma özelliği taşıyan bassayı: 13, Mayıs 2016, s. 38-40 ketbol ve masa tenisi gibi alanların yanı sıra futbol, golf, tenis, badmington, okçuluk, voleybol, Amerikan futbolu gibi spor dalları, okul bünyesinde öğrencilerin mücadele verdikleri alanlar arasında yer almaktadır.

Cumhuriyet gazetesi, 15 Mart 1968 tarihli nüshada Naili Moran’la ilgili haber Jak Deleon, Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, İstanbul 1996 Şakir Eczacıbaşı; Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar, İstanbul 2010 Kurthan Fişek; Türkiye Spor Tarihi, İstanbul 1985 John Freely; History of Robert College, II, 2000 Ahmet Güvener; “Akademi, Aslan Akademi”, RC Quarterly, Winter 1992, s. 32 Sema Özsoy; “Yoktan Varedilen İlkler”, RC Quarterly, Winter 1992, s. 32 Yani Vlastos; Baba Konuşabilir miyim?, İstanbul 2013 Doğan Yıldız; Türk Spor Tarihi, İstanbul 1979

Ro b

931 ları, 1 i) yarış şiv r e ll a ü l g o lej’de (Faik Şen o K t er

Dave P

hilips

S ahas

103 ı



ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME İrfan DAĞDELEN Nadir Eserler Uzmanı

Türk Spor Tarihi’nde spor yayıncılığı, dönemin ulusal gazetelerinde bugün olduğu gibi yine arka sayfalardan yayın yapmakta idi. 1910 - 1913 yılları arasında gazetelerin spor yazılarına biraz daha fazla yer verdikleri dönemdir. Tasvir-i Efkar’da Abidin Daver, Tanin’de Refik Bey, Sabah’ta Bedri Bey, Peyam’da Suat Hayri Ürgüplü, Servet-i Fünun ve Şehbal’de Selim Sırrı, Malumat’ta Yusuf Ziya gibi spor yazarları vardı. Ancak bu yazımızda, sadece spor temalı Osmanlıca dergilerden birkaç örnekleme yaparak bu dergilerin Türk spor tarihine getirdiği bakış açısını konu edineceğiz.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME / İrfan DAĞDELEN

Türk Spor Tarihi’nde spor yayıncılığı, dönemin ulusal gazetelerinde bugün olduğu gibi yine arka sayfalardan yayın yapmakta idi. 1910 - 1913 yılları arasında gazetelerin spor yazılarına biraz daha fazla yer verdikleri dönemdir. Tasvir-i Efkar’da Abidin Daver, Tanin’de Refik Bey, Sabah’ta Bedri Bey, Peyam’da Suat Hayri Ürgüplü, Servet-i Fünun ve Şehbal’de Selim Sırrı, Malumat’ta Yusuf Ziya gibi spor yazarları vardı. Ancak bu yazımızda, sadece spor temalı Osmanlıca dergilerden birkaç örnekleme yaparak bu dergilerin Türk spor tarihine getirdiği bakış açısını konu edineceğiz. Osmanlı döneminde güreşten okçuluğa, kayık yarışlarından cirit ve kılıç müsabakalarına kadar uzanan spor hareketleri 19. yüzyıl sonlarında yoğunluk kazanmıştır. Mart 1891 tarihli Servet-i Fünun dergisinde Ali Ferruh Bey’in Paris’ten yazdığı “Eksrim” başlıklı metin basında çıkmış ilk spor yazısıdır. Günlük gazetelerde ilk görülen spor yazısı ise 30 Mart 1895 tarihini taşıyor. Selanik’te yayınlanan Asır gazetesinin 2. sayfasında “Yeni bir müsabaka”yı anlatan yazı İngiltere’deki bisiklet ve at yarışlarından söz etmektedir. Yazımıza konu olan bazı spor dergilerini kısaca tanıtıp iç sayfalarından seçtiğimiz bir haber ile spor tarihine kısaca göz atacağız. Şa Şa Şa 22 Nisan 1926 - 1 Kasım 1926 tarihleri arasında 21 sayı çıkmış haftalık spor gazetesidir. Logosunun sağ ve sol tarafında spor ve atletizmi sembolize eden resimler vardır. Sayısı 5 kuruştur. Üç aylık, altı aylık ve senelik abonelik yapılmaktadır. Gazete’nin imtiyaz sahibi ve Mesul Mü106

dürlüğünü Suad Hayri yapmaktadır. Haftalık yayımlanan dergi, Galatasaray futbol takımını desteklemek üzere Galatasaray Lisesi’nin çeşitli spor takımlarında görev alan sporcuları tarafından çıkarılmaktadır. Hedeflerinin Türk gençlerine tarafsız ve doğru spor haberleri vermek olduğunu belirtmişlerdir. Yazar kadrosunda Osman Sabri, Halit, Muhyiddin Alp, Süheyli Rasim, Şinasi Reşid, Mazhar Esad yer almaktadır. Ayrıca Karakedi, Mırnav ve Kulak Misafiri mahlasları ile kısa kısa spor dedikoduları da verilmektedir. Futbol ağırlıklı olan dergide dönemin futbol kulüplerinden haberler ile Galatasaray Futbol Kulübü’nden bol bol haberlere yer verilmektedir. Ayrıca Mehtab postası, Alay Postası, Atletizm, Mekteplerde spor serlevhalı bölümler yer almakta ve gündemdeki spor haberlerinden bahsetmektedir. Mıntıka havadisleri kısmında da Anadolu’daki spor olayları ile alakalı mufassal bilgiler bulunur. Mehtab Postası Arzuları vechile -Yusuf Ziya federasyonu nasıl idare ediyor ? - İyi, güzel, a’la, enfes … - Ya Sedat Rıza Bey’in idaresi? - İyi, güzel, a’la, enfes … - Unvan Bey’in, Kasap Faik Bey’in ? - Hay hay, iyi, güzel, a’la, enfes. Mizac-ı asri beğim, ezber eyledim, dinle: Belli efendim, evet, öyledir, paşam hay hay! (3 Haziran 1926, sayı: 7, sayfa: 3)


ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME / İrfan DAĞDELEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

107


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME / İrfan DAĞDELEN

İdman İmtiyaz sahibi Cem’i Kütüphanesi sahibi Cem’idir. Yazar kadrosunda Cem’i, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti A’zasından Aka Gündüz, Jimnastik Muallimi Faik, Selim Sırrı, A. Şükrü, Ali Sami, Hulusi, A. Seyfi, Mehmet Nasuhi, Abidin Daver, Jimnastikçi Ahmet Şevki, Anadolu Spor Kulübünden Burhaneddin gibi isimlerdir. 15 Mayıs 1329 / 28 Mayıs 1913 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Futbol başta olmak üzere, jimnastik, kayık yarışları, at yarışları, bisiklet yarışları, eskrim, hokey, boks müsabakaları, avcılık ve atıcılık, keşşaf yani izcilik gibi sporun her dalından haber ve makaleler yer almaktadır. Bugün üç büyükler dediğimiz İstanbul takımlarının formalarını kapak resmi yapmış ve iç sayfalarda Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş Futbol takımlarının bol bol resimlerini kullanmıştır

Galatasaray Kulübü’nün tarihçesi 1315 senesinde Beyoğlu Mektebi Sultanisi Terbiye-i Bedeniye Muallimi Faik Bey’in talebesinden birkaç kişi futbol oynamaya başlamışlardı. Fakat muntazam bir kulüp teşkiline muvaffak olmadan hükümetçe oyundan men’ edilmişlerdi. Ondan sonra beş altı sene müddetle Türkler futbolu kat’iyen terk etmeye mecbur oldular ve yalnız bir Osmanlı Bahriye zabıtı “Fuat Bey” bir nâm-ı müstear ile arada sırada İstanbul’da ilk tesis etmiş olan İngiliz Moda Kulübü’nde oynayabiliyordu. Memleketimizde ilk Türk futbol kulübü olan “Galatasaray” 1321 Teşrin-i evvel’inde [Ekim 1905] Mekteb-i Sultani’de talebeden Ali Sami’nin teşebbüsü ve Emin, Sami, Celal, Bekir beylerin muavenetleriyle beş on kişilik bir hey’et olarak vücut buldu. Bu kulübe bir isim vermek ve gömleğine renk intihap etmek oldukça müşkil idi. Çünkü o zaman her isimden, her renkten bir mana çıkarılırdı. Fakat kulüp oyunları başlayınca ahali ona “Galatasaray” namını verdi. O tarihte pek ziyade calib-i nazar-ı dikkat olması tabi’i olan bu ismin tebdili için sarf edilen mesai akim kalarak herkes Mekteb-i Sultani talebesinin kulübüne “Galatasaray” demekte devam etti. Galatasaray ilk gömleğini beyaz kırmızı yaptı. Fakat bunda livâ-yı isyan kokusu hissedilir zannıyla gömleği sarı siya-

108

ha ve bilahare daha parlak olmak için kırmızı sarıya tebdil eyledi. Kulüp azası talimlerini daima en tenha mevki’lerde yapıyor ve o mevâki’de mümkün mertebe müteferrik surette vasıl olmaya sarf-ı gayret ediyorlardı. Buna rağmen her hafta “tramvaya üç kişi birden binmişsiniz!” Vapurda da “neden dört talebe yan yana oturdunuz?” gibi ihtarât ve suallerle mütemadiyen bizâr edilerek böyle tecemmu’u icap eden bir oyundan vazgeçmeye davet ediliyorlardı. Gençliğe mahsus olan lakaydi ve futboldaki havâhiş-i fevkalade bütün bu ihtarlara ihmal ile mukabeleyi pek tabi’i kılmıştı ve hatta oyunu men’ etmek isteyen Kadıköy Polis komiserine “Biz Ali Şamil’in adamlarındanız seni mahv ettiririz!” gibi cevaplar verilmeye kadar varılmıştı. Bu gülünç ve garip mevâni’ içinde terbiye-i bedeniyenin terakkisine sarf-ı mesâi eden bir kaç mektepli ilk maçlarını yapmaya başladılar….. … İki sene sonra 1324 de o zamana kadar Kadıköy Kulübü a’zasından bulunan İngiliz Mösyö Horace Armitage Galatasaray’a kayıt olarak kaptan oldu. Oyunları tanzim ettirdi, efradı idmana teşvik etti ve o sene Kanun-ı evvelinde Galatasaray’ın kadim muallimleri olan Kadıköylüleri sıfıra karşı dört gol ile mağlup etmeye muvaffak oldu. Ondan sonra Galatasaray her oyunda kazanarak bilâ-fâsıla İstanbul’da birinciliği ihraz etti. …


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

109


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME / İrfan DAĞDELEN

Türkiye İdman Mecmuası Sporun terakkisi, gençliğin bedeni ve içtimai tekamülüne hadim, Türkiye ve memalik-i ecnebiyede münteşir bi’lumum sporlardan bahis aylık mecmuadır” diye tarif eder kendisini. Nüshası 10 kuruştur. İmtiyaz sahibi Tahir Yahya, mesul müdürü ise Yusuf Ziya’dır. İdarehanesi Galata’da Tünel civarı Eski Posta Han’dadır. Telefon numarası 1998’dir. Daha sonra Bab-ı Ali – Cağaloğlu Yokuşu’na taşınmıştır. Yazar kadrosunda Yusuf Ziya, Kamil Canib, Dr. Kemal Cenab, İsmet Salih, Suad Hayri gibi isimler yer almaktadır. Futbol – Memalik-i Ecnebiye’de futbol, Atletizm, Mektep aleminde spor, Veleybol, Spora ait hoş fıkralar, Mektep ve Spor, Boks (İstanbul’da boks – Memalik-i Ecnebiye’de boks), Müteferrik haberler, İdman ve Hazel, Güreş, Anadolu’da idman gibi başlıklarda haberler çıkmaktadır. İstanbul’da futbol başlığında: haftalık spor müsabakalarının sonuçları verilmektedir: 3 Teşrin-i sani 1338 / 3 Kasım 1922’de Galatasaray – Hilal 1 – 1; Altınordu – Fenerbahçe 2 – 7; 10 Teşrin-i sani 1338 / 10 Kasım 1922’de Vefa – Süleymaniye 1 – 0; Daruşşafaka – Anadolu 3 – 0 İstanbul futbolun haricinde muhtelif spor faaliyetleri ile alakalı da ilgin haberler vardır:

Spora ait hoş fıkralar kısmından bir örnek ise şöyledir: Fransa’da biri Bordo’lu diğeri Marsilyalı iki sporcu arasında bir münakaşa cereyan eder. Bordolu kendi şehrinde yetişen meşhur sporcuları ve klüpleri medh eder. Marsilyalı ise kendi şehrindeki atletleri ta’dad ile faikiyyet iddiasında bulunur ve der ki: - Ya Jak Beon, bunun gibi bir atletiniz var mı? Öteki - Hal-i hazırda ondan aşağı kalmayacak ne kadar gençlerimiz yetişir.

110

Daha geçenlerde birisi yirmi kilometrelik bir koşuda birinci gelir ve mesafeyi bir saat on dakikada kat’ etmeye muvaffak olur. Yarışın hitam bulduğu yerde bir atlama mahalli görerek hiç durmadan bir metre seksan antimi kolaylıkla aşıyor. Hem bunları idman olmadığı halde yapıyor. Bunun üzerine Marsilyalı cevaben: - Yirmi kilometrelik koşudan sonra 1,80 atlamak bir şey mi? O kadar hız aldıktan sonra şüphesiz o yüksekliği atlar !!…” (1 Aralık 1922, sayı: 2, sayfa: 55)


ESKİ HARFLİ SPOR DERGİLERİ ÜZERİNE BİR DENEME / İrfan DAĞDELEN

Galatasaray: 6 – Hıristiyanlar : 1 21 Eylül Perşembe günü akşamı Taksim Stadyumu’nda Galatasaray takımı ile İngilizler karşılaşacak iken İngilizler bu davete icabet etmediklerinden yerli Hıristiyanlardan bir takım çıkarılarak maça başlanmış ve Galatasaray’da hasımlarına fazla sayı yapmamak için ikinci takımlardan bazı oyuncu almıştır. Takım: (Kaleci) Nüzhet, (Müdafaa) Muslih, Siret, (Muavin) Hayri, Edip, Nuri; (Muhacin) Kemal,

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Necip, Ekmel, Suad, Rüştü beylerden teşekkür etmişti. İlk dakikalardan itibaren Galatasaraylılar hasımlarını pek ziyade sıkıştırarak mütemadiyen sayılarla nefes aldırmıyorlardı. Sayıların fazlalığından ve vaktin azlığından ancak bir parti oynanabilmiş ve altı sayıyla Galatasaraylılar kazanmıştır. Muhacimden Ekmel Bey fevkalade muvaffak oldu ve hatta çalışırsa diyebiliriz ki milli takımımızın mühim bir rengi bile olabilir…… (5 Eylül 1921. Sayı: 1 (dördüncü sene).- sayfa: 7)

“Kar koşusu” Galatasaray tarafından tertip ve “Kar Koşusu” namıyla malum senelik Fatih – Şişli koşusu Şubat’ın yirminci Cuma günü icra edilecektir. (16 Şubat 1925, Sayı: 10, sayfa 159) Spor Alemi Sahibi ve Müdürü Çelebizade Said Tevfik Başmuharriri Bey’dir. Burhaneddin Efendi’dir. En uzun süreyle çıkan spor dergilerinden biridir. Sporun her dalından özellikle futboldan yoğun olarak bahsetmektedir. Belirli bir yazar kadrosu yoktur. Daha çok haber ağırlıklı olmakla birlikte yaptığı yayınlarla ilgili bolca fotoğraf da kullanmıştır. Türk spor tarihi çalışmalarında, eski tarihli Türkçe dergiler dönemin spor tarihine renkli sayfalar bırakmışlardır. Yukarıda kısa bir özetini verdiğimiz Şa Şa Şa, İdman, Türkiye İdman Mecmuası ve Spor alemi gibi dergiler incelendiği zaman Türk sporunun nereden nereye geldiğini, tarihi seyrini ve gelişimini gözler önüne sermektedir.

111



MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ Dr. Yakup ÖZTÜRK Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Araştırma Görevlisi

Spor, özellikle 19. asrın sonlarından, 20. asrın ortalarıyla birlikte küresel bir hâl almış, spor etrafında teşkilatlanmalar, dallar oluşmuş, kıtalar arası ve kıta içlerinde yılın belli dönemlerine ayrılan takvimler meydana getirilmiştir. Sporun tarihi ve dünya sistemi içindeki yeri uzun bir bahsi hak eder. Biz, kültürel bir unsur olarak sporun edebiyatın malzemesi hâline nasıl geldiğine klasik Türk şiirinden ve modern dönem edebiyatımızda roman ve hikâye üzerinden bakmaya çalışacağız.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

yımlanır. Burada, Cumhuriyet’e kadar geçen dönemde romancıların ve hikâyecilerin spora yükledikleri anlam üzerinde durabiliriz.

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Spor, zaman içerisinde özellikle 19. asrın sonlarından, 20. asrın ortalarıyla birlikte küresel bir hâl almış, spor etrafında teşkilatlanmalar, dallar oluşmuş, kıtalar arası ve kıta içlerinde yılın belli dönemlerine ayrılan takvimler meydana getirilmiştir. Zaman içerisinde spor, özellikle futbol eliyle kapitalist işleyişin ilk sıralarında yer almıştır. Bunlar sporun tarihi ve dünya sistemi içindeki yeridir ve uzun bir bahsi hak eder. Biz, kültürel bir unsur olarak sporun edebiyatın malzemesi hâline nasıl geldiğine klasik Türk şiirinden ve modern dönem edebiyatımızda roman ve hikâye üzerinden bakmaya çalışacağız. Tanzimat’tan sonra ise spor Türk edebiyatının toplumsal meselelere angaje hâle gelmesi dolayısıyla daha “gerçekçi” bir biçim almıştır. Özellikle, modernleşme hamlelerinde modern Türk spor yapar, spor batılılaşmamızın bir zaruretidir, mantığına kavuşur. Spora, olumlu ve olumsuz yönlerden bakışlar söz konusudur. Her iki bakışta da sanatçı sporu bir siyaset ve toplum meselesi olarak ele almıştır.

Türk edebiyatının, basınının, kültürünün nev-i şahsına münhasır isimlerinden Ahmed Midhat Efendi’nin spora dair romanlarında fikir yürütmemesi beklenemez. İlk olarak buradan başlayabiliriz. Efendi’nin Ahmed Metin ve Şirzad adlı romanında Ahmed Metin, milliyetçi değerleri sahiplenen bir isimdir. Bizce en önemli tarafı sporcu olmasıdır. Romanın bir yerinde Ahmed Metin’e yabancı spor kulüplerinden biri, kendileri için yarışması teklifini götürürler. Ahmed Metin’in, Osmanlı mülkünde bir yabancı için yarışmasının mümkün olamayacağını söyleyerek bu teklifi nazikâne reddettiğini görürüz. Romanın diğer kahramanı Şirzat da atletik vücuduyla tarif edilir.

işlediği toplumsal eleştiriyi devam ettirir. Bu roman dışında kahramanlarından pek çoğunu sporun farklı dallarıyla meşgul eden Hüseyin Rahmi burada uzunca bir konuşmayla spor meselesine yer verir. Zamane gençlerinin heyecan ve tehlike dolu sporlara ilgi duymasının modernizmin bir gereği olduğu söylenen romanda Talat Bey, yeğenlerinin durumunu şu sözlerle açıklar ki bu da bizim yazımızın mevzuuna doğrudan tesir eder: “Siz oğullarınızı sporcu, akrobat, atlet, boksör, serüven ve garabet düşkünü, ün kazanmak için tehlike ve ölüm arkasından koşan şimdiki gençliğin fırtınasından korumak kaygusuyle alargaya tutmaya uğraşıyorsunuz. Ama boşuna. Modernisme

Yaşadığı dönemin İstanbul’unu renkli üslubuyla, ayrıntılardan kaçmayarak anlatan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ölüler Yaşıyor Mu? romanında çokça Ahmet Midhat Efendi

Romanlar-Hikâyeler Tanzimat’ın ilanından yaklaşık otuz yıl sonra klasik hikâye formundan uzaklaşan ancak tam anlamıyla bir roman kimliği kazandıramayacağımız birtakım kurgu eserlerimiz ya114

Tevfik Fikret, Galat asaraylı futbo lcularla birlik te


MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

denilen bugünün havası bu garipliklerle, bu heyecan avcılığıyle dolu... Uzaktan yakından bu havayı soluyan her genç ruhunda bir kaynama duyuyor. Eğlence ve sanatın eski ılımlı biçimleriyle artık oyalanamıyor. Ya yedi kat göklere yükselerek düşme tehlikeleriyle titremeli, ya da altındaki hayvana engel atlatırken tepe aşağı dikilmeli. Ya da futbol topunun arkasından dört metre havaya uçmalı... On beş metrelik yar atlamalı... Kısacası, yaptığı hüneri beceremeyince sağ kalmamalı... Bu ölüm aşkı onlara savaşın bıraktığı bir yadigârdır. Her şeyde son şiddete atılmak... Böyle olunca, romanda, tiyatroda, sinemada da sinirleri gerecek, dakikada kalbe yüz elli attırtacak heyecan serüvenleri gerek... Sizin bu kadar sakınmalarınıza karşın oğullarınız da bu yaygın gençlik hastalığından böylece etkilendiler. Dirileri bıraktılar, ölülerle konuşuyorlar. Pozitif şeylerden kaçıp gözlere görünmeyenlerin arkasından koşuyorlar...”1 İstanbul edebiyatı dendiğinde akla ilk gelecek isimlerden biri Sermet Muhtar Alus’tur. Yazı hayatının tamamını 1930’lardan ölümüne kadar her gün, hatta aynı gün içinde birkaç gazete ve dergide sürdürmüş olan Alus’u, başlı başına yazmak, konuşmak gerekir. Burada, 1900’lerin başında İstanbul sosyal hayatının bir yansıması olarak Alus’un kaleminden İstanbul’da spora yansıyanların bir kısmını hatırlatabiliriz. Sermet Muhtar, İstanbul’un eğlence hayatını mesire alanları üzerinden de resmeden bir isimdir. Abdülaziz devri İstanbul’unun Boğaziçi, Göksu, Kalender, Kağıthane vs. eğlenceleri 1900’lerin başına kadar devam etmiştir. Bu mekânlarda yapılan spor faaliyetlerinin en önemlisi kayık yarışlarıdır. Kayık yarışlarına belki horoz dövüştüren İstanbul serserileri de eklenebilir. Biz, romanlarında ve gazete 1 Aktaran: Mehmet Kaygana, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bir kısım romanları üzerine yaptığı doktora çalışmasından.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bedenen güçlerini sergileyebildikleri spor faaliyetlerine tanık oluruz. Zaten, modernleşen Türkiye’nin öne çıkarılan kişisi kadındır ve kadınlar sosyal hayat içerisinde erkekler eliyle yürütülen mesleklere sahip olabilmelerinin yanında sporcu, hatta başarılı sporcu kimlikleriyle var edilmeye çalışılmışlardır. Ankara’da Selma’nın ifadeleriyle yarışma şöyle tarif edilir: “Şimdi, koşucular, kendilerine tayin edilen hatta gitmişler, sıraya dizilmişler, hareket işaretini bekliyorlardı. Bunlar, dördü erkek, ikisi kadın olmak üzere altı kişiydi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu

yazılarında daha dikkat çekici biçimlerde ifade edilen kayık yarışlarından söz açarak Alus’un yâd etmiş olalım. Molla Bey’in Baldızı’nda Moda’daki kayık yarışları uzun uzadıya tasvir edilir. Harp Zengininin Gelini romanında da yalnızlığa düşen roman kahramanı kendisine atlarla örülü bir dünya inşa eder ve at yarışlarına merak salar. Alus roman ve hikâyelerinde bunlar dışında henüz avcılığa müsait bir tabiata sahip olan İstanbul’da avcılık, atıcılık ve jimnastik sporları da edebiyat malzemesi hâline getirilir. Bir tefrika hikâye olan “İdmancı Fehim Bey”de her sabah evinin bahçesinde jimnastik yaparak sevdiği kadının dikkatini çekmeye çalışan bir kahramanın dünyası anlatılır. Yakup Kadri’nin Ankara romanı, yükselen Cumhuriyet’in sosyal, siyasî, mimarî ve kültürel alanda kendisine varlık sahası bulduğu bir şehri mekân olarak seçmesi dolayısıyla önemli bir edebiyat sosyolojisi malzemesidir. Burada romanın başkarakterlerinden Selma’nın Ankara’da düzenlenecek olan spor yarışlarına dair dikkatlerine tesadüf etmekteyiz. Kadınlı, erkekli, karma yarışmacılardan meydana gelen bu yarışlar geçmişte de vardı ancak romandaki yarışlar sadece beden gücüne dayalı bir biçimde olan ilk yarışlardır. Biz, artık kadınların da

O güne kadar, spor âleminde kadınların erkeklerle yarışa girişleri çok görülmüştü. Fakat, bunların hepsi, ya otomobil, ya motosiklet, ya bisiklet gibi daima bir makineli aletin yardımına dayanan yarışlardı. Doğrudan doğruya bünyenin kendi gücüne da-

Halide Edip Adıvar

yanan sporlar arasında, buna muhtelit2 müsabakaların hemen ilki nazariyle bakılabilirdi. Onun için halkta, bahusus, kadınlarda, bu koşu, büyük bir helecan ve alaka uyandırıyordu.” Reşat Nuri Güntekin de “sporcu yalnızlığı”na dair Bir Kadın Düşmanı romanında edebiyatın kurgu2 Karma

115


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

Halide Nusret Zorlutuna

sal dünyasından faydalanır. Roman kahramanlarından Ziya’nın sporcu arkadaşlarıyla kurdukları kampta duyduğu yalnızlık öne çıkarılır. Kendisini ‘çirkin’ bulan Ziya bu ‘eksikliğini’ spora yönelerek tamamlar. Kadının spor yapması, yarışmalarda, maçlarda ön sıralarda yer alması bizim edebiyatımızda ‘popüler’ adı altında değerlendirilen ancak edebiyat sosyolojisinin vazgeçilemez metinleri olan romanlarda sıklıkla vurgulanır.

Cahit Uçuk popüler romancılarımızdan biridir ve romanlarının hemen tamamında kadınlar resim ve edebiyat kabiliyetlerinin yanında başta tenis olmak üzere pek çok sporla ilgilenirler. Sadece Uçuk’ta değil, devrin kadın yazarları, kahramanlarını birey olarak var edebilmek için onları sporun bir dalında uzmanlaşacak kadar ileriyle taşırlar.

Cumhuriyet dönemi yazarlarından Sadri Ertem, romanlarının hemen tamamında sporcu kimlikleriyle maruf kahramanlar kaleme almıştır. Genellikle, spor yaptıkları için kadınlar nazarında popüler kabul edilen bu kahramanların, yine spordan kaynaklı bir biçimde sakat kalmaları ve toplum karşısındaki konumlarını bir anda kaybetmeleri söz konusu edilir.

Kadın kimliği dendiğinde bizim edebiyatımızda ilklerden biri kuşkusuz Halide Edib’tir. Henüz roman yazmadan, gazete sayfalarında Halide Salih adıyla Türk kadını, kadının eğitimi ve varlığı üzerine yazılar kaleme alan Halide Edib, Türkçü-Turancı çizgide olan ilk üç romanından başlayarak hemen her eserinde kadın ve eğitim meselelerini tartışmıştır. Bu meselelerin bir tamamlayıcısı olarak sporculuk da Halide Edib’de kayda değer ölçüde vardır. Sadece spor faaliyeti içerisinde bulunmak değil giyilen kıyafetlerin tarzının spor olması dahi bu romanlarda söz konusu edilir. Kalp Ağrısı romanında Zeyno’nun gardrobu spor kıyafetlerle doludur. Tatarcık romanında, babasının ölümünden sonra kendi ayakları üzerinde durabilecek kadar eğitimli, meslek sahibi olan Lale, iyi bir yüzücü, bisiklete binen, koşan, sporu süreklilik hâline getiren bir kahramandır.

Sporla meşgul olmak aynı zamanda entelektüel kimliğin tamamlayıcısı olarak değerlendirilir. Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları’nda Kamil Bey’in babası sporu seven, amatör de olsa sporcu formunu korumuş, onurlu, aydın bir kimsedir. Aynı romanda Kamil Bey’in arkadaşı derviş Fuad’ı boks, kürek çekme ve avcılık sporu

Halide Edib’in Türkçü romanlarına benzer romanlar kaleme alan Müfide Ferid Tek de Pervaneler romanında spora dair bazı dikkatlerde bulunur. Roman karakterlerinden Leman ve Nesime’nin devam ettikleri okulda doğru dürüst spor yapabilme imkânına sahip olmadıklarından bahsedilir. Gülün Babası Kim romanında Halide Nusret Zorlutuna da roman kahramanı Mecla’yı tanıtırken onun bir erkek kadar iyi yüzdüğünü, kürek çektiğini vesair sporları başarıyla yapabildiğini ifade eder. Sisli Geceler romanında da Cumhuriyet’in ilan edildiği sırada karşımıza Zehra’nın spor kıyafetlerle yeni Cumhuriyet’in bir kadını olarak çıktığı görülür. 116

Mâfide Ferit

yaparken görürüz. Kemal Tahir’in pek çok romanında sporla ilgilenmiş ve bu ilgiyi hayat şartlarında pratik çözümlerle buluşturmuş kahramanlarla karşılaşırız. Bilhassa avcılık, macera, polisiye, siyasî örgüt yapılanmaları gibi sokağa dönük eserler kurgulayan Kemal Tahir sporu, kahramanlarına dar zamanda çıkış kapıları gösterecek bir faydaya dönüştürür. Romancı, cirit ve güreş gibi ata sporu olan faaliyetlere de roman-


MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

larında yer verir. “Yaralı Mahmut” hikâyesinde Mahbub Sultan, kendisini güreşte yenebilecek, sırtını yere getirebilecek bir kişi ile evlenmeye yemin etmiştir. Az sayıda ütopik metinlerimizden olan Yalnızız romanında Peyami Safa, inşa ettiği Simeranya adasında birtakım mekânlar kurgular. Bunlardan biri de spor evleridir. Bu mekânlara her yaştan insan ilgi duyar, oraları sahiplenir. Yeryüzünde yaşayanlar, Simeranya’nın sağlık dolu havası karşısında daha çok hastalıklara yakalanırlar. Peyami Safa, ütopyasında buna bir çözüm bulur ve bedenle yapılan sporun dışında bir de “ruh sporu”ndan söz açar. “İsyandan tevekküle giden yol” bu ruh sporundan geçer… Gerçek bir hayat hikâyesinin romanlaştırıldığı Eşekli Kütüphaneci’de Fakir Baykurt, roman kahramanını kitaba düşkünlüğü ile öne çıkarır. Öyle ki, kendi kurduğu futbol kulübüne oyuncu seçerken kitap okumayanları hemen devre dışı bırakır. Türk edebiyatında spor kültürü üzerine konuşurken, kendisi de spora mesai harcamış Safiye Erol’un romanlarına ayrı bir dikkat kesilmek gerekir. Özellikle, gençlerin ruh ve beden sağlığı için sporla dolu bir hayat geçirmeleri gerektiğini ifade eden Erol, Kadıköyü’nün Romanı’nda kahramanlarına yürüyüş yaptırır, ev bahçelerine tenis kortu inşa ettirir, Fenerbahçe plajlarında yüzdürür. Safiye Erol’da balıkçılık ve avcılık da bir spor olarak varlık gösterir. Bisiklet yarışları, atletizmin her türlüsü sadece Kadıköyü’nün Romanı’nda değil, Ülker Fırtınası, Ciğerdelen, Dineyri Papazı’nda da yer alır. Sözgelimi, bu son romanda Akif Kaptan, mesleğinden de gelen bir heyecanla deniz sporlarına ilgi duyar. Popüler kadın romancılarımız, kadının modernleşmesi ve spor ilişkisini en çok işleyen edebiyatçılarımızdandırlar. Az önce Cahit Uçuk’u hatır-

Safiye

Erol

larken söylediğimiz gibi… Muazzez Tahsin ve Kerime Nadir, Halide Edib’ten aldıkları spor yapan modern kadın bayrağını daha ileri taşımak için azami gayreti göstermişlerdir. Berna Moran’ın tespitiyle bu kadınlar erkek gibi spor yapabilmekte, ata binebilmekte aynı zamanda kadınlıklarını, dişiliklerini koruyabilmektedirler. Kayak, yüzme gibi faaSermet liyetler içerisinde olan Alus Muhtar bu insanlar Cumhuriyet ilerlemesine katkı sağlarlar. Küçük Hanımefendi romanında Neriman sporcu hâllerini daima bir gösteri malzemesine dönüştürmeyi başarmış önemli bir karakterdir. Suat Derviş de Fosforlu Cevriye romanında roman kahramanı Cevriye’nin sürgünden döndükten sonra hürriyetini hissetmesinin yegâne yolunu Boğaziçi’nin serin sularına atlamak ve doyasıya yüzmek olarak görür. Burhan Cahit de kadın kahramanlar inşa ederken onların spor yaptıklarını özellikle vurgular. Genç kızlar, erkeklerle beraber spor faaliyetlerine katılırlar. Tenis, voleybol, hatta golf, at binme, kotra ve yelken kullanacak kadar deniz sporlarına da hâkimdirler. Kadın ve erkeklerin eşit şartlarda gösterilmeleri batılı Türkiye’nin ısrarıdır. Romancı, kadın ev dışına çı-

Pe y a m

karıldığında önemli bir vasıta olarak sporu görür ve onları erkeklerle aynı sahalarda buluşturur. Yüzbaşı Celâl romanında Celâl, bir şeyh kızı olan Zehra’nın ilk defa 117

i Safa


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

Kemal Tahir

gördüğü bir erkek karşısında istifini bozmamasından, yarış sporlarını çok sevmesinden ve bütün arzusunun Paris’i görmek olmasından müteessir olur… Çağdaş Türk hikâyesinin önemli isimlerinden Füruzan’ın “Kış Gelmeden” hikâyesi kendisini futbolcu olmaya adamış bir kahramanın hikâyesine odaklanır. Bir taşra çocuğu olan Alişan, ablası ve eniştesiyle yaşamaya mecbur kalır. Eniştesi ile

çatışma hâlinde olan Alişan çocuk denebilecek bir yaşta evden futbolcu olmak umuduyla kaçar. Bu umuduna kavuşur da… Ablası, Alişan’ın gazetelerde çıkan fotoğraflarını odasının duvarına asar. Alişan, futbolcu olabilmiş ama içindeki ünlü olma hevesine tam manasıyla kavuşamamıştır. Taşraya döndüğünde ona futboldan tek miras kalmıştır: Dizindeki sakatlık… Türkiye’nin yurtdışına işçi göndermesinin üzerinden 60 yılı aşkın bir süre geçti. Bir kuşak ömrü değil bir hayat, 60 yıl. Türklerin Avrupa’daki varlıkları zaman içerisinde edebiyatta da kendisini hissettirdi ve bazı isimler Türkçe romanlar kaleme aldı. Bu romanlardan biri de Güney Dal imzalı Ring Kıyısı Akşamları’dır. Roman, İTC döneminde Berlin’e kaçıp boksör olan bir Türk’ün hayatını anlatır.3

onun “sporcu laubaliliği” içerisinde olduğu söylenir. Spor, herkesin sabırla tahammül edebileceği, istikrarla sürdürebileceği bir iş değildir. Sporda sebat gösterenler aynı zamanda dikkat çeken bir fiziğe de sahip olurlar. Yesari’nin Nermin üzerinden sporcuların bu özellikleri dolayısıyla “laubali” denebilecek tavırlar içerisine girdiklerini vurgulaması burada not edilmelidir. Nitekim Bahçemde Bir Gül Açtı romanında Hürrem Hakkı, Belma’nın genç ve sportmen vücudundan hoşlanır. Hakkı, önceleri olgun kadınlarla birliktelik yaşarken, Avrupa tecrübesinden sonra karşısındaki insanların fizikleriyle de ilgilenmeye başlar. Türk romanında 1970’lere kadar terkedilemeyen Avrupa-Anadolu çatışması bu romanda da karşımıza çıkar ki bir kahraman tercih edeceği kadının fiziğine ancak Avrupa terbiyesi aldıktan sonra dikkat eder hâle gelmiştir. Mahmud Yesari romanlarında sporcu olanlar ekseriyetle kadınlardır. Sporla uğraşmayanların ise fizik portreleri çizilirken muhakkak spora bir gönderme yapılır. Diğer karakterlerde de sporculuk hissettirilir. Yesari edebiyatında sporun kimlik inşa edici bir unsur olduğunu ve bu meselenin başka çalışmalarda da öne çıkarılması gerektiğini ifade edelim. Halide Edib’in Kalp Ağrısı romanında olumsuz bir imaj olarak spor yapan kızların erkekler nazarında itibar gö-

Sporcular her edebî metinde böylesine olumlu yanlarıyla resmedilmezler. Mahmud Yesari’nin Aşk Yarışı romanında Nermin portresi çizilirken 3 Semran Cengiz’in yurtdışında yaşayan Türklerin ürettiği edebiyata odaklanan doktora çalışmasından. Fakir Baykurt

118

Firuzan


MODERN TÜRK EDEBİYATINDA SPOR KÜLTÜRÜ / Dr. Yakup ÖZTÜRK

rüp görmediği üzerine bir konuşmanın geçtiğini de burada hatırlatalım. Köy enstitülü, güdümlü yazarlardan, yukarıda da söz açtığımız Fakir Baykurt, bir şablona sığdırılan romanlarında yer yer spor meselesine olumsuz manada yer vermiştir. Tırpan romanında “kötü” adam Mustu Ağa’nın nüfuzu söz konusu edilirken onun bir spor kulübünde onur üyesi olduğu söylenir. Üyelik dışındaki bütün nüfuzunun toplum için zarar, kendisi için menfaat taşıdığını bildiğimizde bu “onur”lu hâlin de hayırlı bir tarafı olmadığı hatıratılır. Günümüz edebiyatının önemli isimlerinden Adalet Ağaoğlu’nun Romantik Bir Viyana Yazı romanında öğrencilerin futbola fazlaca düşkünlükleri dolayısıyla bir sistem eleştirisi yapıldığı görülür. Suçlu sadece futbol değildir. Bir netice olarak romanda söz konusu edilir. Selim İleri’nin Bir Akşam Alacası romanında da futbol ve modanın roman okumaktan daha değerli ve itibarlı görülmesi eleştirilir. Selim İleri’dekine benzer bir eleştiri de Aziz Nesin’de karşımıza çıkar. Edebiyatımızda kendisi de bizzat spor yapmış, güreş başta olmak üzere salon ve tabiat sporlarıyla ilgilenmiş isimlerden Aziz Nesin, edebî metinlerinde spor dünyasını ve sporculuğu yazmış, anlatmıştır. Onun, sinema filmiyle hafızalarda yer eden romanı Gol Kralı, futbol ve toplum meselesinin konuşulabileceği önemli eserlerinden biridir. Aziz Nesin, kalemini, mizah ve ironi ile toplumu anlatmak, zihnindeki ideal dünyayı şekillendirebilmek için ideoloji malzemesi

hâline getirmiş, klişe ifade ile toplumcu bir yazardır. Mizahını, toplum meselelerinin “aksak” taraflarına yöneltmek için daima diri tutmuştur. Gol Kralı romanında da bugün daha yoğun bir biçimde gözlemlediğimiz futbol sadece futbol değildir. Görünenin ardında kapitalizmle, kirli ilişkilerle, mühendislikle idare edilen bir sporun insanî ilişkilere verdiği yön üzerinde de durulur. Gerçek gündeminden ve değerinden koparılan ve uzaklaştırılarak amaçsızlaştırılan toplum varlığına sebebiyet veren futbol eleştirisi bu romanın temel meselelerindendir. Roman kahramanlarından Sevim’in sporcu kulübüne çevirdiği evinde bazı sporculardan hamile kalması, sporcuların Sevim’in mahremiyetini alenileştirmeleri ve sporla anılmaktan daha çok eğlenceye düşkünlükleri ile kamuoyunun gündemine girmeleri, Türkçeyi dahi “iyi bilmeyen” bazı isimlerin spor yazarı yapılmaları, spor camiasının gazetecisinden başkanlarına kadar ahlaksız bir düzen içerisinde olmaları Aziz Nesin ve spor kültüründe yozlaşmış toplum fotoğrafı sunar. “Biz Adam Olmayız” hikâyesinde de bir babanın oğlunu güreş müsabakasına götürmesi ve karşılaşma boyunca oğluna verdiği nasihatlerle izleyicileri de bezdirmesi anlatılır. Aziz Nesin edebiyatında Türk sporu ve toplumsal eleştiri apayrı bir çalışmayı hak edecek derecede yoğundur. “Sporcu İnsanlarız Vesselam”, “Hemşeriler Maçta”, “Uçuruma Gidiyoruz”, “Dayak Yemeden Duramıyorum”

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

hikâyeleri de bu çizgide okunabilecek Nesin metinleridir. Cumhuriyet’in hemen başlarında matbuatımızı biraz anlamaya çalışanların karşısına pek çok spor yazısı çıkar. Edebiyatla varlık kazanmış isimler, köşelerinde spora ayrı başlıklar açmayı ihmal etmemişlerdir. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur diyen bu yeni rejimin edebiyat eserleri de sporcu kimliğini öncelemiştir. Sonraları, şahsî ilgiye dönerek futbol oynayan edebiyat adamlarımız, spor sayfalarında futbol eleştirisi yazan isimlerimiz de olmuştur. Mustafa Kutlu’nun uzun yıllar spor yazıları yazdığını, Necip Fazıl’ın at tutkusunu Ata Senfoni kitabıyla kayıt altına aldığını biliyoruz. Spor kültürü ve edebiyat bunca yoğunluğuna rağmen müstakil çalışmalarda çok az ele alınmıştır. Bu yazı onlara mütevazı bir katkı olmayı umut ediyor.

119





HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU İbrahim Akın KURTOĞLU Şehir Tarihçisi

Ulusumuzun, hem aile hem de millet bazında birbirine kenetlenmesine vesile olan millî ve dinî bayramlarımız, ülkemizin manevî paydalarıdır. Bu özel günler, birlik olmanın, iç huzurunun, hep beraber aynı manevi duyguları paylaşabilme lezzetinin ziyâdesiyle hissedildiği günlerdir. Zaten bayram kelimesi de, mânâ olarak ulusça ortak bir paydada buluşmanın, ortak duyguları paylaşıyor olmanın anlamını içinde barındırır. Millî bir maç neticesinin lehimize sonuçlandığı zamanlarda, ya da ulusal ve dinî bayram günlerimizin gelip çattığı anlarda doruğa çıkan, o kendine özel, anlatılamayan sadece yaşanan ve tâ yürekten hissedilen duygulardır işte bunlar...


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU / İbrahim Akın KURTOĞLU

Ne yalan söyleyeyim, çocukluğumda, bayramlardan aldığım tad, şimdikine nazaran çok daha bir başkaydı. Hani, sık sık sağda-solda işittiğimiz, “Aaah.. O eski bayramlar...” diyerek içlenen görmüş geçirmişlerin, artık dillere pelesenk olmuş bu malûm klişe sözleri sarfederken içinde bulundukları psikoloji, aslında evvelki, çok evvelki bayramların daha hoş, daha cıvıltılı, daha hareketli geçmesinden değil, sadece ve sadece “çocukluk”ta yaşanmış olmalarındandır. Küçükken tadılan lezzetler, büyüklerin âşina olduğu lezzetten apayrıdır. Çocukların dondurmadan aldıkları tad büyüklerin lezzet algısından nasıl farklıysa, bayramlardan alınan tad ve keyif de yetişkinlerin bayrama bakış açılarından çok daha başka, çok daha özeldir.

için. Halbuki ne kadar yanlış, ne kadar hatalı bir düşünce...

Hırka-i Şerif Ca

Yaş ilerledikçe, geçmişte kalan bayramların güzelliği ve çekiciliği de haliyle giderek azalıyor. E, tabi henüz daha evlât mertebelerindekilerin türlü çeşit ihtiyaçları, harçlıkları, gezinti masrafları ebeveynleri tarafından sağlanır. Maddiyatın getirdiği

124

mii

zorluklar bir tarafa, çocukların birçok şeyi ilk kez yaşıyor olmaları, bayramlara apayrı bir anlam yükler. Üst nesil ise, yıllar yılı soludukları bu lâtif tekrarları, artık bir yerden sonra maalesef âdet yerini bulsun mantığının tesiriyle tekdüzeliğe indirgedikleri için, bayramlar galiba eskilerdeki kadar pek keyifli olmuyor, olamıyor kimileri

Her bayram yepyeni bir güzellik, tekrarından haz duyulması gereken bir nimettir. Bireyleri birbirlerine rapteden çok özel bir tutkaldır. İnsan olmanın, ailecek bir arada bulunmanın, masa başında neş’eyle toplanabilmenin fertler için şükür vesilesi olmasını beraberinde getiren o bayramlar ki; asıl, sağlığın, iç huzurunun, maddiyatın avucumuzun içinden sabun misâli kayıp gittiği ve hiçbir zaman yaşanmasını arzu etmediğimiz o meşûm zamanların gelip çattığı dönemlerde daha bir pişmanlıkla aranır, özlenir. Geçmiş bayramlara duyulan o hasret, derinlerden kopup gelen ve insanın içini acıtan, önlenemez bir gönül burukluğu silsilesinin eşlik ettiği ruh hezeyanlarıyla hatırlanır, yâd edilir. Dudaklardan beyhûde dökülen bir “Aaahhh!...” nidası, bazı şeylerin, ancak kaybedildikten sonra kıymetlerinin anlaşılageldiğinin, çaresizlik içinde dışavurumundan ibarettir. *** Dinî bayramların bir evveli arefelerde, tüm evlerde olduğu gibi bizde de yoğun bir hareketlilik yaşanırdı. Her iki bayramın anlam ve öneminin ge-


HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU / İbrahim Akın KURTOĞLU

rektirdiği ön hazırlıklar ve alışverişler, oradan oraya telâşeyle sürüp giden ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen koşuşturmalar zincirinin yaşanmasına neden olur, hemen hiçbir şeyin eksik kalmaması için azami dikkat gösterilirdi. Ertesi sabah için hazırlanan kadayıfın çiğ malzemesinden çalmam bile, rahmetli annem tarafından diğer günlere nazaran daha bir hoşgörüyle karşılanırdı. Ancak, yine de her ihtimale karşı, bayram günlerinde misafirlere ikram edilmesi için alınan ikram çikolatalarıyla dolu gümüş kâse, tırım-tırım saklanırdı benden. Gerçi ben vitrinin üçüncü çekmecesini arkasına, kat kat havluların arasına gömüldüğü yerini çoktan keşfetmiştim, ama kimseye belli etmeden, sessiz sedasız gümüş kâsenin içindeki kakao esanslı mücevheratı birer-ikişer eksiltmek, hadi açıkça yazayım; tırtıklamak nedense pek hoşuma giderdi. Anacığım akıllı kadındı, arefenin hürmetine mi, yoksa bana olan sevgisinden mi, bilinmez, bu eksilmeyi her defasında görmezden gelirdi. Çocukluğumda Ramazan yine yazın en sıcak aylarına denk gelmekteydi. Önceleri günaşırı başlatıldığım oruç tutma denemelerim, zaman içerisinde tüm aya yayılmıştı. Eskiden de İstanbul yazları bayağı sıcak olurdu, ama günümüzdeki gibi yapış yapış ve bunaltıcı bir hararetle cildiniz harlanmazdı. Poyrazı da daha bir ferah, lodosu da daha bir lâtifti sanki... İstanbul’un hemen her caddesine, her sokak başına bir karpuz-kavun tezgâhı kurulur; içleri kıpkırmızı kütür kütür karpuzlar, bal kavanozuna batırılıp çıkarılmışçasına enfes râyihâlar salan o sapsarı topatan kavunları aklınızı başınızdan alırdı. Bir çocuk için gıda ile imtihan ne yaman bir sınavdır. Ama bizler o imtihanı başarıyla verebilmek için ne yapar eder nefsimizi yenerdik. Akşam iftar vakti de bu başarımızın ödülünü ziyadesiyle alırdık sofrabaşında... Günboyu terbiye edilen ruhumuz ve midemiz, akşam ezanıyla birlikte huzura ererdi.

Eskiden, şimdilerde olduğu gibi bayrama üç kala tası-tarağı toplayıp şehir dışına, tatil beldelerine kaçmak gibi yavan âdetler henüz daha pek yer edinmemişti toplum kültüründe. Aile büyükleri dışarıda, başka şehirlerde oturup da onları ziyaret etmekle mükellef olanların özrü müstesnâ; İstanbul ahalisi kentte kalmayı yeğlerdi. Arefeler ve bayramlar oturduğunuz muhitte geçirilirdi. Kadir gecesiyle başlayan hareketlenme Ramazan ayına elvedâ demeye hazırlanılan arefe günü, alışveriş için

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Fatih Fevzipaşa Caddesi’ne akan semt sâkinlerinin telâşesiyle doruğa ulaşır, son gün nedense pek çabuk geçer ve nihayet son akşam ezânları yankılanıverirdi, muhtelif Fatih camilerinden... O günlerden kalan anılarımız hemen herkesin paylaştığı ortak

125


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU / İbrahim Akın KURTOĞLU

hatıralar olup, teker teker hepsini cımbızlayıp çıkarmam lüzumsuz olsa da, nedense alacakaranlıkta (kış günlerininse kör karanlığında) babamla birlikte bayram namazına gittiğim sabahları hâlâ içim sızlayarak hatırlıyorum. Beynime öylesine bir nakşolmuş ki; herhalde son nefesimde dahi unutmayacağım, onunla beraber yaşadığım bu güzellikleri... Rahmetli babacığım, o günün anlam ve önemine binâen, beni sabah erkenden uyandırırdı. Diğer günlerde nazlanarak, sağa-sola dönerek uyumaya devam etmek istememde gösterdiğim inatçılığım, alacakaranlık bayram sabahlarında kaybolur gider, içime sığmayan bir heyecan ve enerjiyle, zıpkın gibi ayağa dikiliverirdim. Validem ise gece hiç uyumamış olduğu her halinden belli bir vaziyette, mutlaka, ya orta holde ütü masasının başında ya da mutfakta tatlı tepsisinin yanında olurdu. Gün ağarmadan babamla ikimiz, sabah serinliğinde yola koyulurduk. Camiye ilk girenlerin sevabının daha çok olacağı inancından hareketle, biz de ilk adım atanlar arasında olmak için pek acele ederdik. Camiye varana kadar süren on beş dakikalık yolun hiç bitmemesini cân-ı gönülden isterdim bir yandan da. Çünkü, Fatih’in her mahallesinden pıtırak gibi boyveren binbir çeşit câmi ve mescidin minarelerinden yayılan bayram salâları, sessiz sokaklarda yankılanarak yol boyu eşlik ederdi bize... Tüylerimin karşı konulamaz bir mutlulukla ürpermesi bir yana; o çocuk rûhumun derinliklerinden gelen zayıf, incecik bir ses, dizginlenemeyen bir huşû seli altında, ânın tadını doya doya çıkarmam gerektiğini, adeta bütün hücrelerime nüfuz ede ede tekrarlardı sanki... Caminin kapısına varmamıza yakın salâlar birer ikişer yerlerini sabah ezânının o muhteşem çağırısına bırakır, sabâ makamının semada yankılanan o harikulâde davet silsilesi eşliğinde Hırka-i Şerif Camii’nin taç kapısından içeri ilk adımımızı atardık. 126

Artık günümüzde bayram salâlarını işittiğim vakit, çocukluğumdaki o lezzeti duymakta biraz cimri davranıyorum. Elinden sımsıkı tutarak, misler gibi sabah serinliğinde o dimdik Hırka-i Şerif yokuşunu birlikte tırmandığımız sevgili babamın uzun yıllar evvel Hakk’a yürümesinden bu yana; insanın ruhunu karşı konulamaz bir maneviyat çağlayanına sevkeden salâlar, artık, verdikleri o gönül titreten emsalsiz hazzın, evveliyatta sanki bambaşka bir lezzet,

apayrı bir huzur içermekte olduğunu hatırlatırcasına yankılanıyorlar kulaklarımda, her bayram sabahı... Eski bayramlar daha bir farklı değildi. Eski günler daha bir farklıydı... Herkesin payına düşen o eski günleri de; bizzat kendi çocukluğu, kendi geçmişidir...


HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU / İbrahim Akın KURTOĞLU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

127


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

HIRKA-İ ŞERİF’TE BAYRAM SABAHI SALÂLARI VE BAYRAM NAMAZI COŞKUSU / İbrahim Akın KURTOĞLU

* ‘Salâ’nın Anlamı ve Dinimizdeki Yeri Bayram sabahlarında, Kadir ve kandil gecelerinde, arefe günleri ve Cum’a vakitleri evveliyle cenaze gibi bazı özel günlerde vakit ezânından önce cami minarelerinden; “Essalâtu ve’s-selâmu aleyke ya rasûlallah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya habîballah, es-salâtu vesselâmu aleyke ya seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve selâmun ale’l-murselîn, ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn” şeklinde okunan salâ (salâvat) şu anlama gelmektedir: “Salat ve selam (Allah’ın rahmet ve esenliği) sana olsun ey Allah’ın elçisi, sevgili kulu, geçmiş gelecek bütün insanların hayırlısı! Salât ve selam bütün Peygamberlere olsun. Hamd (övgü ve şükür) de âlemlerin rabbi Allah’adır”. Salâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e selam ve övgüdür. Kur’an’ı-Kerîm’de ve hadislerde Hz. Peygamber (s.a.s.)’e çeşitli durumlarda salât’ü-selam getirilmesi tavsiye edilmiş (Ahzâb, 33/56; Tirmizî,

128

Deavât, 66; Ebû Dâvud, Salât, 358), ise de ne asr-ı saâdette ne de ilk dönemlerde câmilerde salâ okunmuştur. Bununla birlikte Kitap ve sünnette Hz. Peygamber ve diğer peygamberlere salât getirilmesi örneklerine binaen örfümüzde değişik kalıplarda pek çok salâ metni var olagelmiştir. Bu bağlamda 1300-1400 yılları arasında Memluk sultanları zamanındaki salâ konusunda yerleşen uygulamalar ile ilgili adetler çeşitli şekillerde günümüze kadar ulaşmıştır. Arapça ‘dua’ mânasına gelen salâ (salât ‫)تالص‬, dinî mûsikide Hz. Muhammed’e Allah’tan rahmet ve selâm temenni eden, belli bestesiyle okunan çeşitli güftelere verilen genel addır. Cami mûsikisi formları arasında yer alan ve sözleri Arapça olan salâlar okundukları yer ve zamana göre sabah salâsı, cenaze salâsı, bayram salâsı, salât-ı ümmiyye gibi adlarla anılırlar.

Bayram salâsı aynı zamanda Cum’a günleri de okunduğundan “bayram ve Cum’a salâsı” adıyla da anılır. Bayati makamındaki bu salâ, bayram namazları ile Cum’a namazından önce müezzin mahfelinde okunmaktadır. Bekir Sıtkı Sezgin salâ çeşitlerini şöyle aktarmaktadır: “Sabah salâsı; sabah ezanından önce, dilkeşhâverân makamında okunur. Eserin bestekârı, kuvvetli rivayetlere göre Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi, bazı kaynaklarda ise Hatib Zâkirî Hasan Efendi’dir. Cum’a ve bayram salâsı; bayram ve Cum’a namazlarından önce müezzin mahfilinde müezzinler tarafından karşılıklı okunurdu. Cum’a günleri, ezandan bir saat kadar önce namaza hazırlık yapılmasını hatırlatmak için dilkeşhâveran makamında okunur. Bu salâ içinde Cum’a Sûresi’nin Cum’a namazıyla ilgili âyet ve hadislerden bölümler de okunur. Bayâtî makamındaki eserin bestekârı Hatib Zâkirî Hasan Efendi’dir. Cenaze salâsı; vefat haberinin duyurulması maksadıyla okunan salât-ü selâm ile cenâzenin kabre götürülüşü sırasında düzenlenen cenaze alayında ve definden sonra okunan salâ olmak üzere iki çeşittir. Salât-ı Ümmiyye; bazı dinî törenlerde ve dinî günlerde, kısaca salât-ü selâm getirilmesidir. Itrî tarafından segâh makamında bestelenmiştir”.




GALATASARAY İNGİLİZ PROFESYONELLER İLE OYNARKEN 8 NUMARALI GALATASARAYLI BEN NELER DÜŞÜNDÜM? 8 Abidin DAV’ER

Bizim İstanbul’un çayırlarında yuvarlak top peşinde koştuğumuz sıralarda, ne stadyum ne tribün, ne duş, hatta ne de soyunacak yer vardı. Şimdi Fenerbahçe Stadı olan etrafı açık çayırın karşısındaki evlerden birinin altında yanılmıyorsam ‘Lâzarın Kahvesi’ denilen küçük bir kahve vardı. İşte hep orada soyunur, giyinirdik. Şimdi meyve ıslâh istasyonu ve fidanlığı olan Büyükdere çayırı gibi yerlerde böyle sığınacak bir kahve dahi yoktu. Oralarda elbiselerimizi koyacak yer bulamaz; bunları seyirci arkadaşlarımıza teslim ederdik.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

GALATASARAY İNGİLİZ PROFESYONELLER İLE OYNARKEN 8 NUMARALI GALATASARAYLI BEN NELER DÜŞÜNDÜM? / 8 Abidin DAV’ER

Galatasaray’ın, İngiliz profesyonel futbol takımı Queen’s Park Rangers ile yaptığı maçı, İnönü Stadyumu’nda seyrederken kulübü kurduğumuz ve ilk maçları yaptığımız günleri hatırladım. Aradan 45 yıla yaklaşan bir zaman geçmiş ve o vakitten beri birçok şeyler değişmiştir; değişmeyen şey, yüreklerimizdeki sönmez Galatasaraylılık aşkı ve Galatasaraylıların ateşli enerjisidir. Camlar kırılıyor diye mektepte futbol oynamamız yasak edilirdi. İkinci Abdülhamid’e mektep ve talebesi aleyhinde jurnal veriliyor diye dışarıda futbol oynamamıza müsaade edilmezdi. Koridorlarda tenis topları ile oynayarak taşlara çarpa çarpa pabuçlarımızı paralardık. Hapsedilmeyi, sürülmeyi göze aldırarak her hafta İstanbul’un başka bir çayırına gider, gizli gizli futbol oynardık. Büyükdere’de, Bakırköy’ünde, Haydarpaşa’da, Moda’da hulâsa İstanbul’da ne kadar çayır varsa, hepsini dolaşırdık. Yağmur, çamur, kar, tipi, sıcak, hafiye ve jurnal dinlemez meşin topun arkasında koşardık. Her defasında da, rahmetli Abdürrahman Şeref, bizleri, mektebin futbol âşıklarını odasına çağırır, karşısına dizer: — Siz yine filan çayırda top oynamışsınız; öyle mi? diye sorardı. Hepimiz susar, bu suale cevap vermezdik. O zaman aziz müdürümüz yanımıza yaklaşır; tombul eliyle hepimize birer küçük tokat aşk eder: — Bir daha top oynadığınızı işitmeyeyim! derdi. Biz tokatları yer; mektepten izinli çıkar çıkmaz, en uzak bir çayıra gider; yine futbol oynardık. Şehri dolduran uzun kırmızı fesli hafiyeler, bizi görürler, bermutat jurnallerini verirlerdi. “Mektebi Sultani Şahane talebesinin Büyükdere çayırında karşılıklı kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü berayı sadakat arz olunur.” Ne Abdürrahman Şeref beyin tokatları, ne mektebin verdiği izinsizlik cezaları, ne hafiyelerin jurnalleri, ne de hapse atılmak ve tantun denilen sürgüne gitmek tehlikesi, bu 15-20 çocuğun futbol aşkını söndüremiyordu ve söndüremedi. Galatasaray Kulübü doğmuştu ve futbolu öğreniyor; gelişiyordu. 1908 de Meşrutiyet ilân edildiği zaman, engeller ortadan kalkmıştı ve Galatasaray, canlı bir varlık olarak Türk futbolunu temsil ediyordu. 1905 den 1908 e kadar, Kadıköy, Moda takım132

ları gibi İngilizler ve Rumlardan mürekkep takımları yendiğimiz gibi, o zaman İstanbul limanında İngiliz sefareti maiyet gemisi olan İmojen (İmogene) gambotunun İngiliz denizcilerinden mürekkep yaman takımını da yenmiştik. Genç Galatasaray, birkaç yıl içinde, eski ve tecrübeli futbol hocalarını da mağlûp etmeği öğrenmişti. Bir taraftan böyle gizli gizli futbol oynarken ve hafiyeler tarafından saraya jurnal edilirken diğer taraftan da Kadıköy ve Moda çayırlarından başka yerlerde oynadığımız zaman, futbolun ne olduğunu bilmeyen ve oynandığını hiç görmemiş olan halk tarafından istihza ile karşılaşırdık. Bizi baldırı çıplak ve tulumbacı, fakat omuzlarında tulumba yerine bir yuvarlak top peşinde koşan bir çeşit acayip tulumbacılar sanarak alay ederlerdi. Bugün ile dün arasında ne büyük fark değil mi? Şimdi futbolcular, birer millî kahraman gibi, omuzlarda taşınıyorlar; bizler ise, o zaman Hükümetin ve Sarayın kızdığı âsiler, mektebin cezalandırdığı söz dinlemez yaramazlar ve halkın alay ettiği baldırı çıplaklardan başka bir şey değildik. Galatasaray ilk defa futbol oynayan Türk takımı olduğu gibi o zaman kazandığı zaferlerle Türkiye halkına futbolu sevdiren spor sevgisini ve merakını uyandıran bir varlık da olmuştur. Bizim İstanbul’un çayırlarında yuvarlak top peşinde koştuğumuz sıralarda, ne stadyum ne tribün, ne duş, hatta ne de soyunacak yer vardı. Şimdi Fenerbahçe Stadı olan etrafı açık çayırın karşısındaki evlerden birinin altında yanılmıyorsam ‘Lâzarın Kahvesi’ denilen küçük bir kahve vardı. İşte hep orada soyunur, giyinirdik. Şimdi meyve


ıslâh istasyonu ve fidanlığı olan Büyükdere çayırı gibi yerlerde böyle sığınacak bir kahve dahi yoktu. Oralarda elbiselerimizi koyacak yer bulamaz; bunları seyirci arkadaşlarımıza teslim ederdik. Hiç unutmam, bir defa bir kış günü, Büyükdere çayırında yaptığımız maçta, ben bir su ve çamur birikintisinin içine yuvarlanmıştım. Arkadaşım Bekir Hoca, tepeden tırnağa kadar bulandığım cıvık çamurları eline geçirdiği bir değnek parçasıyla bir heykeltıraş gibi sıyırmıştı. Bu kadar çamura bulandıktan sonra, mektep elbisemi giyemediğim için, futbol kıyafetiyle paltomu sırtıma geçirmiş ve vapurun kazanı üstüne oturarak vücudumu kurutmuştum. Gece mektepte derimi germiş çamurlarla yatağa yattım; sabaha kadar uyuyamadım. Sabah olunca kendimi, o zaman sabahları mektebin talebesine tahsis edilen Galatasaray Hamamı’na dar attım. Şimdiki gençler ise, İnönü Stadyumu gibi, modern bir statta soyunuyor, giyiniyor, maçtan sonra duş yapıyor ve tertemiz evlerine dönüyorlar. İşte Galatasaray, İngiliz profesyonel takımı ile maç yaparken yanımda oturan ve zeki başı “yüksek şahikalar erken beyazlanır” sözüne uygun olarak bembeyaz kesilen aziz dostum ve arkadaşım, 1 numaralı Galatasaraylı Ali Sami Yen’e bakarak 8 numaralı Galatasaraylı ben bütün bunları düşündüm. (Bu yazı, Galatasaray’ın 1948 yılında yayınladığı kongre kitapçığından alınmıştır.) 1905’de ilk Galatasaray futbol takımı (Soldan sağa ayaktakiler: Mazhar, Asım, Milo, Cevdet, Nikolof. Oturanlar: Abibin Dâver, Tulliys, Bekir, Nuri, Celâl, Kâmil. Ön sırada: Tahsin Nahid, Ali Sami, Emin Bülend, Reşat, Ali.)

133



İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR STAT Cüneyt MAVİŞ Araştırmacı

Bir nesli futbolla tanıştıran, İstanbul’un 3 büyüklerine yıllarca ev sahipliği yapan İnönü Stadı yeni hali ve ismiyle tekrar kapılarını açtı. Türk futbol tarihinde unutulmaz hatıraların yaşandığı bu mekânın geçmişine yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR STAT / Cüneyt MAVİŞ

Ülkemizin futbolla tanışma serüveni 19. yüzyılın sonlarına rast gelmektedir. Genellikle İstanbul’da yaşayan İngilizlerin başı çektiği, ayrıca Rumların da katılımıyla genişleyen Türkiye’deki futbol aşkı, arka arkaya kurulan Türk futbol kulüpleriyle pekişir. Futbola duyulan ilgi beraberinde bu oyunu geniş kitlelerin rahatça izleyebileceği mekânların gerekliliğini gündeme getirir. Günümüzde Fenerbahçe Stadı’nın bulunduğu Papazın Çayırı, İstanbul’da futbol oynanması için düzenlenen ilk alandır. 1908 yılında kurulan Union Club, maçlarını oynamak amacıyla alanı, yıllık 30 altın karşılığında kiralar. Daha sonraları Union Club Sahası olarak da anılan saha 1921’e kadar İstanbul’da oynanan maçlara ev sahipliği yapar. Daha sonra Taksim’deki Topçu Kışlası bahçesinin sahaya çevrilmesiyle Taksim Stadı ve Beşiktaş’tan Çırağan’a uzanan sahildeki Şeref Stadı’nın teşekkülü ile İstanbul›da futbol oynanan yerler artmıştır. Fakat var olan bu sahalar modern anlamda bir stadyum özelliği taşımaktan uzaktır. 1930’lu yıların başından itibaren yeni ve futbol dışındaki spor branşlarına da hizmet veren bir stadyum düşüncesi gazetelerde ve yetkililerce dillendirilir. Yine bu tarihlerde

İstanbul Belediyesi de böyle büyük bir stadın yapılması için alan arayışına girer. Seçenekler arasında Aksaray civarındaki Yenibahçe semti, Mecidiyeköy ve Dolmabahçe vardır. Bunlar arasından konumu itibariyle Dolmabahçe öne çıkar. Dolmabahçe’de seçilen bu arazi, asırlar boyunca mezarlık olarak kullanılmış Ayaşpaşa Mezarlığı’nın alt parselidir. Dolmabahçe Sarayı’nın inşası sırasında bu parseldeki mezarlar kaldırılarak arazi sarayın ahırları olarak hizmet vermeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilânından sonra ahırlar da kaldırılarak oluşan geniş arsa, bir süre tütün şirketine kiralanıp tütün deposu olarak kullanılmıştır. En son bu alanda Türkiye’nin ilk modern stadının yapılmasına karar verilir. Stadın Temelleri Atılıyor Belediye tarafından stat için bir komisyon oluşturulur ve bu komisyon ilk toplantısını 7 Nisan 1939’da yapar. Stadın mimarı içinse yaptığı stadyum, hipodromlarla dünyaca üne sahip Paolo Vietti Violi seçilir. Violi’nin yanında Mimar Fazıl Aysu ve Şinasi ŞaPaolo Vietti Violi

136


İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR STAT / Cüneyt MAVİŞ

hingiray da stadın planı ve uygulamasında görev almışlardır. Arazide bulunan Gazhane’den dolayı ilk çizilen planda yapılan değişikliklerle proje kabul edilir. Nihayet 19 Mayıs 1939’da stadın temelleri atılır. Ancak araya İkinci Dünya Savaşı’nın girmesi sonucu inşaat sekteye uğrar. Proje 1943’te tekrar ele alınarak 19 Mayıs 1943’te yeniden bir temel atma töreni yapılır ve stadın inşaatı 1947’de tamamlanır. Stat, eksiklerine rağmen 19 Mayıs 1947 tarihinde 19 Mayıs törenleri için kapılarını açar. Stattaki ilk maç 23 Kasım 1947 tarihinde Beşiktaş ile İsveç’in AIK takımı arasında oynanmıştır. Bu tarihten sonra stat başta A milli takım olmak üzere İstanbul takımlarına yıllarca ev sahipliği yapmıştır. Dolmabahçe Stadı’nın ismi yıllarca süregelen bir tartışma konusu olur. Açılan bu yeni stada ilk önce dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ismi verilir. Fakat stat, konumundan dolayı Dolmabahçe Stadı olarak da anılır. Daha sonra iktidara Demokrat Parti’nin gelmesi ile beraber stadın ismi de değişerek 23 Haziran 1951’de Midhat Paşa Stadı olur. Bu isim de fazla tutmaz gerek halk, gerekse gazeteler Dolmabahçe Stadı demeye devam ederler. 1973’te İsmet İnönü’nün ölümüyle stada yeniden İnönü ismi verilir ve bu isim günümüze kadar kullanılagelir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bölüm yıllarca maçları bedava izleyenlere ev sahipliği yapmış ve “beleştepe” olarak anılmıştır. İnönü’de Yeni Bir Dönem Stadın tarihinde önemli kilometre taşlarından biri de 8 Şubat 1998 günüdür. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile imzalanan sözleşme gereğince Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne stadın 49 yıllık intifa hakkı verilmiştir. İstanbul’un ihtiyar stadı bu tarihten sonra birçok yenilemeler geçirir. Fakat bu yenileştirmeler günümüz ihtiyaçlarına cevap vermediğinden BJK İnönü Stadyumu’nun yıkılıp yeniden yapılması kararlaştırılır. 2013 yılının Haziran’ında yıkımına başlanan Tarihî İnönü Stadı’nın yeniden açılması için futbolseverler yaklaşık 3 yıl bekledi. 10 Nisan 2016 tarihinde resmi açılışı yapılan stadın ilk maçı ise bir gün sonra Beşiktaş-Bursaspor arasında oynandı. Yeni ismiyle, Vodafone Arena, sahip olduğu birçok özellikle dünyanın en modern statlarından biri olarak gösteriliyor. Spor tarihimizin en önemli mekânlarından biri olan, unutulmaz nice hatıralara ve müsabakalara ev sahipliği yapan bu stadın daha uzun yıllar spora hizmet etmesini temenni ediyoruz.

Stadın ilk planında sorun teşkil eden Gazhane 1955’te Kâğıthane’ye taşınınca, stadın eksikleri giderilmeye çalışılır ve 1961’de “yeni açık” tribünün inşaatına başlanır. 1963-64 sezonunda açılan bu yeni tribünle stadın açıldığında 10 bini oturan 23 bin olan seyirci kapasitesi 21 bini oturan toplam 36 bin seyirci kapasitesine ulaşır. Fakat bu artış bile maçları bedavaya stadın dışında izlemeye çalışanları stadın tarihinden silmeye yetmez. Yeni tribün yapılmadan önce izlenecek yerler daha fazla olsa da sonraları Gümüşsuyu tarafındaki küçük bir

Dolmabahçe Stadı’n ın ilk günlerinden bir fot oğraf

137


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR STAT / Cüneyt MAVİŞ

İlklerin Yaşandığı Saha Birçok eksiğine ve ilk çizilen projenin tam manada uygulanmamasına rağmen İnönü Stadı, İstanbul’un ilk modern ve büyük kapasiteli stadıydı. Ve bu özelliğini yıllarca devam ettirdi. 70 yıla yakın bir süredir İstanbul’da farklı organizasyonlara ev sahipliği yapan stat aynı zamanda birçok ilklere de sahne oldu. Türkiye’de ilk defa düzenlenen Avrupa Basketbol Şampiyonası 21-31 Mayıs 1959 tarihleri arasında İnönü Stadı’nda yapıldı. O dönemde seyirci kapasitesinin azlığı nedeniyle Spor ve Sergi Sarayı yerine zeminine döşenen parkeyle basketbol müsabakalarına ev sahipliği yapan stadın tarihinde bu şampiyona ilginç bir detay olarak yerini aldı. Yine stat 25-31 Mayıs 1956’daki Dünya Kupası Serbest ve Grekoromen Güreş Şampiyonası’nın ev sahibiydi. Ayrıca Türkiye’nin ilk düzenli gece maçları 28 Mart 1962’den itibaren İnönü Stadı’nda oynanmaya başlandı. Bryan Adams konseriyle ilk stadyum konserine sahne olan statta maalesef üzücü ilkler de yaşandı. Günümüzde de sportif faaliyetlere gölge düşüren ‘tribün terörü’nün ilk örneklerinden biri bu statta yaşandı. 13 Mart 1955 tarihinde oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçında Türkiye’nin ilk futbol cinayeti işlendi. Galatasaraylı bir taraftarın ölümü ve birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bu olay stadın acı hatıraları arasına yazıldı. Ayrıca günümüzde yenilenen yüzüyle stat Türkiye’nin ilk akıllı stadı olma özelliğine de sahiptir.

Kaynaklar “Heyet”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1993; Önder Kaya, Yitip Giden İstanbul, İstanbul 2011; http://www.bjk.com.tr/tr/cms/tesisler/6/25/; http://www.tff.org/; http://www.vodafonearena.com. tr/hakkimizda.

İlk Maç ve İlk Gol Açılıştan altı ay sonra İnönü Stadyumu’nun ilk maçı 23 Kasım 1947 tarihinde Beşiktaş ile İsveç’in AIK takımı arasında oynanır. Beşiktaş’ın 3-2’lik mağlubiyeti ile sonuçlanan karşılaşmanın ilk golünü -aynı zamanda İnönü Stadı’nda atılan ilk golü- Beşiktaş’ın ve Türk futbolunun efsanelerinden biri olan Süleyman Seba kaydetmişti. Daha sonra Vodafone Arena olan statta ise ilk düdük, resmi açılış töreninin ertesi günü 11 Nisan 2016 tarihinde Beşiktaş ile Bursaspor arasında oynanan Süper Lig maçında çalındı. Maçın 21. dakikasında, Beşiktaş’ın Mario Gomez’le bulduğu gol, Vodafone Arena’da atılan ilk gol olarak kayıtlara geçti. Bu seferki ilk maç Beşiktaş’ın 3-2 galibiyetiyle sonuçlandı.




3 BÜYÜKLERİN 3 MÜZESİ Ömer Faruk SALAR Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Türk futbol tarihinin en başarılı 3 takımı, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe dünya arenasında ülkemizi gururla temsil ediyor. Ülkemizin en köklü bu üç spor kulübünün geçmişini, unutulan hatıralarını yaşatmaya devam eden müzeleri ise, İstanbul’un görülmesi gereken mekanları arasında yer alıyor.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

3 BÜYÜKLERİN 3 MÜZESİ / Ömer Faruk SALAR

Müzeler toplumun geçmişini yaşatmaya devam eden hatıra mekanlarıdır. Bu hatıra mekanlarına sahip olan müesseseler, köklü geçmişlerini geleceğe taşıyarak farklarını ortaya koyarlar. Geçmişteki başarılarını yarınlara taşıyan Türk futbolunun en başarılı 3 kulübünün İstanbul’un farklı noktalarında önemli eserlere ev sahipliği yapan müzeleri bulunuyor. Türk spor geçmişinde yaşanılan hatıraları bugünün insanına ulaştıran bu üç müzede, görülmesi gereken önemli koleksiyonlar ziyaretçilere teşhir ediliyor. Siyah Beyazlıların Müzesi 3 büyüklerin 3 müzesinin hikâyesine başlamadan önce İstanbul’da kurulan ilk Türk futbol takımı Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün geçmişine bir göz atalım. 1903 senesinde İstanbul’da Osman Paşa Konağı’nda Bereket Jimnastik Kulübü ismiyle kurulan BJK’nin resmi ismi, 1908 yılında yönetim kurulu kararıyla Os-

142

manlı Beşiktaş Terbiye-i Bedeniye Mektebi olarak değiştirilmiştir. 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilanından sonra dernekler kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte resmi tescilini yaptıran ilk spor kulübü BJK olmuştur. Bu tarihlerde Osmanlı Beşiktaş Jimnastik Kulübü ismiyle futbol da faaliyet göstermeye başlayan takım üyeleri 1912 yılında Balkan Savaş-

ları’na gönüllü olarak iştirak etmiş, oyuncuların birçoğu cephe hattında savaşmıştır. Balkan topraklarının tamamının kaybedilmesiyle BJK bu felaketin ebedî olarak zihinlerde yer etmesi ve ders çıkarılması amacıyla kırmızı-beyaz olan renklerini siyah-beyaz olarak değiştirmiştir. İstanbul en eski Türk futbol takımı Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün mü-


3 BÜYÜKLERİN 3 MÜZESİ / Ömer Faruk SALAR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kulüp lokalinde kurulan Galatasaray Müzesi’nin kurucusu Ali Sami Yen’dir. İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi üzerine Kalamış’taki müze binasının kapatılmasının ardından müze önce Galatasaray Lisesi’nde ardından Beyoğlu’ndaki tarihi postane binasında hizmet vermeye başlamıştır.

zesi, 2001 yılında genel kurul üyelerinin desteğiyle kurulmuş ve 2007 yılında da Kültür Bakanlığı tarafından müze statüsü tescillenmiştir. Beşiktaş’ın spor tarihini yarınlara ulaştıran bu müze Türkiye’nin ilk özel spor müzesi olma unvanına da sahip. Bugün yeniden inşa edilerek muhteşem atmosferini yaşatmaya devam eden İnönü Stadı’nda hizmet veren Beşiktaş Jimnastik Kulübü Müzesi önemli bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Müzede sergilenen mevcut koleksiyonda kulübün kuruluş tescil belgesi, kupalar, şiltler gibi ödüller, dünden bugüne kulüp rozetleri, tarihî fo-

toğraflar, efsane sporculara ait orjinal krampon ve formalar gibi Türk sporunu geçmişine ışık tutan 420 adet tarihî belge ve obje bulunuyor. Ayrıca koleksiyonda daha önceden sergilenme fırsatı olmayan bir çok spor branşına ait objeler de İnönü Stadı’nda futbolseverlerin alakasına sunulmuş. Sarı Kırmızılar Tarihi Postanede Futbol camiasında Arslanlar namıyla meşhur olan Galatasaray’ın müzesi de uzun bir geçmişe sahip önemli İstanbul müzeleri arasında yer almaktadır. 1915 senesinde Kalamış’taki

Galatasaray Spor Kulübü’nün Beyoğlu’ndaki müzesinde futbol takımının ilk üniformaları, antrenmanlarda kullanılan aletler, fotoğraflar, kazanılan kupalarla birlikte unutulmaz Galatasaraylıların hatıra niteliğindeki şahsi eşyaları sergileniyor. Müzede teşhir edilen, Mustafa Kemal Atatürk’ün Galatasaray Lisesi ziyaretinde kahve içtiği fincan takımı ve imzalı fotoğrafı da müzeye ayrı bir renk katıyor. Galatasaray Futbol Kulübü’nün 17 Mayıs 2000 tarihinde İngiliz rakibi Arsenal’i 4-1 yenerek kazandığı meşhur UEFA kupası hiç şüphesiz müzenin iftihar tabloları arasında en önde duruyor. Bugün Galatasaray Spor Kulübü camiası için önemli bir merkez olarak dikkati çeken Galatasaray Müzesi aynı zamanda sergilerin düzenlendiği, konferansların verildiği bir kültür sanat noktasıdır.

143


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

3 BÜYÜKLERİN 3 MÜZESİ / Ömer Faruk SALAR

Fenerlilerin Küllerden Yeniden Doğan Müzesi Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1913 yılında Altıyol’da hizmete açılan müzesi, 5 Haziran 1910 tarihinde alınan ilk kupayla oluşan muhteşem bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Bugün 35 dalda 100 senelik başarıların neticesi olan kupalarla koleksiyonunu zenginleştiren Fenerbahçe Müzesi Türk futbolunun bilinmeyen hatıralarını da ziyaretçilerine aktarmaktadır. Müzenin Altıyol’da başlayan hikâyesi Fenerbahçe’nin tarihini de gözler önüne sermektedir. İlk olarak Altıyol lokalinde Fenerbahçe futbol takımına gönül verenlerin gayretleriye takımın kazandığı kupa ve heykeller sergilenmeye başlanmıştır. 1914 senesinde Kuşdili’ne taşınan kulüp, kazanılan kupaları da lokalin ikinci katında daha özel bir şekilde teşhir etmeye devam etmiştir. İstanbul’un tarihinden bugüne başını ağrıtan, onlarca tarihi eserin, eşsiz evrakın mahvına sebep olan yangınlar 5 Haziran 1932 gecesi ne yazık ki Fenerbahçe Müzesi’nin de kapısını çalmıştır. Kulüp binası gece saatlerinde başlayan yangınla 25 senelik başarıların neticesi olan onlarca kupa, şilt ve belge ne yazık ki kaybedilmiştir.

Reşad Ekrem Koçu, Fenerbahçe Müzesi’nde çıkan yangın hakkında İstanbul Ansiklopedisi’nde şunları kaydetmiştir: “5 Haziran 1932 gecesi yangınında, bu büyük kulübün o tarihe kadar aldığı kupalar, şildler, tabakalar 150 parçaya yakın, hem manevi hem de maddi kıymeti olan eşyası yok olmuştur, ancak iki kupa kurtarılabilmiştir. Yangından kurtarılan en kıymetli şey de kulübün hatıra defteri ve o defterde Atatürk’ün el yazısı ile olan satırlarıdır. Arap asıllı Türk harfleriyle 1918’de yazılmış olan o satırlar şudur:

‘Fenerbağçe Kulübünün her tarafta mazharı takdir olmuş bulunan âsâr-ı mesâisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbâb-ı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifâsı ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirât ve tebrîkâtımı buraya kayd ile mübâhîyim.’ 03.05.1334-1918 Ordu Kumandanı Mustafa Kemal.” Müzenin tarihine geçen bu acı yangın hadisesi sonrasında kulüp müzeyi Fenerbahçe Burnu’ndaki sosyal tesislere taşınmıştır. Kadıköyü’ndeki Şükrü Saraçoğlu stadının yeniden inşa edilmesinden sonra 2005 sene-

sinde Fenerbahçe Müzesi stat içinde özel bir alanda hizmet vermeye başlamıştır. 1907’den bu yana Fenerbahçe Spor Kulübü’nün tarihi hatıralarını, başarılarını yarınlara taşıyan Fenerbahçe Müzesi’nde bir çok kupa, şilt ve plaket de ziyaretçilerin ilgisine sunulmuştur.

144



AHŞAP STADYUM 1959 yılı 19 Mayısını çok iyi hatırlıyorum. Askeri lise öğrencilik hayatımın ilk 19 Mayıs törenine katılacaktım. Hazırlık ve katılım safhaları iyi bir askerlik anısı olabilir ama “İstanbul’da Zaman” sayfasının konusu değil. Bu nedenle sadece törenin bir kısmını anlatmak durumundayım. Çengelköy’deki okulun arka bahçesinde bitmez tükenmez çalışmalardan sonra Mayısın 10’u filan gibi bir günde yerinde prova yapmak üzere önce Dolmabahçe Stadı’na, sonraki bir gün de Fenerbahçe Stadı’na gittik. Dolmabahçe Stadı’nın adı neydi hatırlamıyorum ama “İnönü” olamaz, zira DP dönemi idi. Bu durumda geriye kalan “Dolmabahçe” veya “Mithat Paşa” adlarından biri olmalıydı ve ben buraya bir kez amcamla beraber maça gelmiştim. Yıl 1953 olmalı… Yani burayı ‘tanıyor’ idim!

Gavsi BAYRAKTAR

‘sal’ iskele vardı. Oraya yanaşan vapurdan çıkarak yine davullar, ziller ve diğer sazlar Kadıköy çarşısını inleterek Altıyol’a tırmandık, Kuşdili Caddesi’nden sola, Salı pazarının kurulduğu Kuşdili Çayırı’na girdik. Aman ya Rabbim! Şaşkınlıktan öleyazdım denir ya, aynen öyle! Ahşaptan yapılmış, çevresi de yüksek bir ahşap perde ile kapatılmış bir lenduha vardı karşımızda! Ana giriş kapısını hatırlamıyorum, içeriye nereden girdiğimizi de… Bir şekilde girdik ve provalara başladık. Molalarda ya da görevimizin olmadığı bölümlerde tribüne çıktım. Deniz tarafında ‘kapalı tribün’ denecek bir kısım vardı ve üstü yine ahşap malzemeyle kapatılmıştı. Karşı tarafta sadece ‘açık tribün’ vardı gibi hatırlıyorum.

Fenerbahçe Stadı’na gelince, burayı uzaktan bile görmemiştim. Belki varlığından bile habersizdim ama ne yalan söylemeli, orayı da Dolmabahçe gibi bir yer sanmaktaydım.

O yıl, sabah Dolmabahçe’de, öğlenden sonra da Fenerbahçe’de olmak üzere iki gösteri yaptık. Sonraki yıllar zaten 27 Mayıs nedeniyle 1960 yılında Haziran ayının yanılmıyorsam 26’sında yapıldı törenler ama Kadıköy’e gidip gitmediğimizi hatırlayamıyorum.

O zamanın taşıma şartlarına göre yine Şehir Hatları’ndan bir yolcu vapuru Çengelköyü İskelesi’ne geldi. Borular ve trampetlerin boğucu sesleriyle yedi düvele ilan ederek vapura bindik. Teknik deyimiyle ‘kostümsüz prova’ olduğu için gösteri grupları eşofmanlarıyla, Boru trampet takımı ve benzerleri de dahili üniformalarla idik.

İşte buraya kadar sadece benim için bir “geçmiş zaman hikayesi” olan yazım, nasıl olduysa, bir anda anlam değiştirdi; “bir stadın hikayesi” oluverdi. Araştırmaya girdiğimde fotoğraf bulacağımı bile sanmıyordum, ne yalan söylemeli…

Kadıköy’de, şimdiki Karaköy İskelesi’nin yerinde çok daha küçük ölçülerde ve kapalı bölümü sanırım olmayan bir


Oysa benim hâlâ daktilo makinası gibi kullanmaktan öteye geçemediğim şu teknoloji, beni yerimden kalkma zahmetine bile sokmadan bakın ne bilgilere ulaştırdı! Yukarıda “bir stadın hikayesi” dedim ya, aslında şimdi bakıyorum da, daha fazlası, “Türkiye’de futbolun hikayesi” demek pek de abartı sayılmayacak! 19. yüzyılda, haydi tam tarih verelim, 1823 yılında İngiltere’de oynanmaya başlayan ve futbol (football) denen bu ayak topu, Osmanlı memleketinde bulunana Kraliçe tab’ası tarafından da oynanır olmuş. James la Fontaine -ki adı İngiliz, soyadı Fransız bir garip kefere- İzmir’den kalkıp 1889 yılında İstanbul’a gelmiş ve burada yerleşik vatandaşların oynadığı bir karışık top oyunundan haberdar olmuş, gidip bakmış ki ne göre; Moda’yı mesken tutmuş olan bizim İngilizler bir top oyunu oynamaktadırlar ki, futbol desen futbol değil, rugby desen o hiç değil! Gününe göre bazen Kuşdili Çayırı’nda bazen de Papazın Çayırı’nda toplanıp top peşinde bir tuhaf koşudur gitmektedirler… Bizim James bakar ki bu iş böyle yürümez, toplar İngiliz gençlerini bir gün; “Bakasınız bre centilmenler” diye başlar söze… Bunun sonucunda “Kadıköy Football Association” adıyla bir futbol kulübü çıkar yeşil sahalara ki, üyeleri dışında pek sevineni yoktur bu duruma. Hele iki grup pek bir hiddetlenir, adeta kin bağlarlar bu, adındaki ‘Kadıköy’den başka her şeyiyle İngiliz olan kulübe. Bunlardan birincisi, evvelden haftada iki akşam olan futbol hayatını her akşama çıkartan genç centilmenlerin “eyvah bizim oğlan topçu mu olacak yoksa?” diye karalar bağlayan anne ve babalardır. İkinci grup ise, “Müslüman mahallesinde

salyangoz mu satılırmış! Burayı da pek sahipsiz sandı bu kefereler!” diyen semtin gençleridir. Zamanın kimi kurallarına göre bırakın dernek kurmayı, bir derneğe üye olmaları bile yasaktır. Bizimkiler engelin etrafında dönmekte gösterdikleri başarını keyfini bir haftadan fazla yaşayamazlar. “Black Stockings Football Club” adını verdikleri derneğin kuruluşu kolay olmuştur. Ne var ki, kulübe adını veren siyah çoraplarını ve kırmızı formalarını çekip sahaya çıktıkları o ilk hafta sonu foyaları meydana çıkar! Maçı seyre gelenleri ilk şaşırtan şey, oyuncuların hepsinin Türk usulü kesilmiş bıyıklarıdır. Maç başladığında konuştukları dilin Türkçe olduğu anlaşılınca kulübün ömrü bir haftada sona erer. Gel zaman git zaman, Sultan’ın özel doktoru olan Şehremini Cemil Paşa (Topuzlu) eksikliği görerek gerekli izni alır ve 1908 yılında (her nedense) yine yabancı bir adla kuruluşu gerçekleştirir. “Union Club” bu defa yıllık otuz altın kira karşılığı çayırın resmi kullanıcısı olur. Doğal olarak çayır da “Union Club” adını alır. 1929 yılında kira kontratı Fenerbahçe adına aktarılır. 1931 ilâ 1948 yılları arasında çeşitli ilavelerle stadyum büyürken 1932 yılında tapusu da Fenerbahçe’ye geçer. Adı da haliyle! Ve sonuç olarak, 1965 yılına kadar hizmet veren bu stadyumu ben fotoğraflarında da görülen o dikkat çekici haliyle tanıdım.

Papazın Çayırı


İSTANBUL MEKÂN Okçular Tekkesi Milli ve askeri sporlarımızdan biri olan okçuluğun İstanbul’daki en meşhur sahası bugün Kasımpaşa sırtlarında yer alan Okmeydanı denilen yerdir. Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu ve vakfiyesinde belirttiği bu mekânda, oğlu II. Bayezid tam teşekküllü bir tekke kurar ve buranın adı Okçular Tekkesi olarak anılır. İstanbul’un Osmanlı’daki ilk spor kulüplerinden olan Okçular Tekkesi, ek tesisleriyle birlikte büyük bir kompleks yapı olarak kurulmuştur. Eski ismi Kemankeşler Tekkesi olan Okçular Tekkesi’nin başında Okçular şeyhi denilen görevli bulunur, talim yapmak isteyenlere bir üstad tayin edilirdi. Okçu adayının belirli kriterlere sahip olması gerekir ve bundan sonra yay kullanma izni kendisine verilirdi. Her yılın 6 Mayıs (Hıdrellez) günü tekke açılır, haftada iki gün talim yapılırdı. Farklı spor dallarının da icra edildiği Okçular Tekkesi zaman içerisinde birkaç kez onarılmış, mescidine bir minare ilave edilmiştir. Ancak Cumhuriyet döneminde atıl bir vaziyette bırakılan tesis özellikle 1950’lerden itibaren yoğun bir gecekondulaşmaya maruz kalmıştır. Bu değerli spor kompleksi İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından onarılarak 2013’te tekrar İstanbulluların hizmetine açılmıştır. Okmeydanı Okçular Tekkesi bugün yaklaşık 5000 m2lik bir alanda, mescid, hünkâr kasrı, müze, kütüphane ve konferans salonundan oluşmaktadır. Tekkenin hünkâr kasrı dışındaki bütün binaları tek katlı olarak planlanmıştır. Konferans salonu 200 kişilik olarak yapılan tekkenin müze bölümünde ise ok ve okçulukla ilgili eserler yer almaktadır. Ayrıca tesis içerisinde 120 metrelik olimpik yarış sahası, ok ve yay imalathanesi ve antrenman sahaları da bulunmaktadır. Her gün açık olan Okçular Tekkesi, 09:00-21:30 saatleri arasında hizmet vermektedir. Tesisi ziyaret etmek isteyenler için ok atış sahasının altında 300 arabalık bir otopark yer almaktadır. Toplu ulaşımı tercih edenler için ise, tesisin hemen yanından geçen 54K ve EM2 otobüsleri düzenli olarak sefer yapmaktadır.


İSTANBUL MEKÂN

Restorasyon sonrası Okmeydanı Namazgâhı

Restorasyon sonrası Okçular Tekkesi ve Okmeydanı Namazgâhı Fotoğraflar Kemankeş Türk Okçuluğu Sergi kataloğundan alınmıştır.


AJANDA İSTANBUL’UN 100 SPORCUSU Hacı HASDEMİR Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2011 205 sayfa

İSTANBUL’UN 100 SPOR OLAYI Behram KILIÇ Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2011 205 sayfa

Özellikle son yüzyılda farklı dallarda büyük başarılara imza atan sporcular yetiştiren İstanbul, spor kültürünün oluşmasında ve yaygınlaşmasında etkin bir role sahip. İstanbul’un 100 Sporcusu kitabı, medeniyet ve kültür şehri olan İstanbul’un önde gelen sporcularının başarı dolu yaşam öykülerini ele alıyor. Her biri kazandıkları başarılarla Türk spor kültürünün oluşmasında büyük katkı sağlayan Zeki Rıza Sporel, Letfer, Refik Osman Top, Şeref Görkey, Baba Hakkı, Turgay Şeren ve Gündüz Kılıç kitaptaki isimlerden yalnızca birkaçı.

Şehrin görkemli spor geçmişine dair bilinmeyen birçok noktaya ışık tutan kitap, Bizans dönemi at yarışlarından Osmanlı’daki güreş ve cirit müsabakalarına Cumhuriyet dönemindeki golf ve çim hokeyi yarışmalarına kadar birçok farklı spor dalına dair ilginç bilgiler sunuyor. Türk spor hayatına damgasını vuran kulüplerin kuruluş hikâyelerine, İstanbul’da düzenlenen dünyanın en prestijli turnuvalarına ve şehir takımlarının büyük başarılarına kadar pek çok bilgiye yer veriyor. Ayrıca kitapta padişahların okçuluk ve güreş alanındaki başarılarına, Batılılaşma etkisi ile kent yaşamına dâhil olan futbol, kayık yarışları, atletizm müsabakaları gibi şehrin sportif geçmişini oluşturan detaylara dair de ilginç hikâyeler bulunuyor.


AJANDA

İSTANBUL’UN 100 SPOR KULÜBÜ Hacı HASDEMİR İBB Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2010 189 sayfa

Avrupa’nın en eski dördüncü golf kulübünün 1895’te İstanbul’da kurulduğunu biliyor muydunuz? Yahut şehrin ilk spor kulübünün bugünkü Kurtuluş semtinde yaşayan Rum gençler tarafından kurulduğunu, İngilizlere karşı direnişin sembolü Siyah Çoraplıların hikâyesini, 1915’te İstanbul’da bir Hokey Ligi olduğunu, 1920’li yıllarda Rami Spor Kulübü’nün bir bisiklet takımının da bulunduğunu… İstanbul’un 100 Spor Kulübü kitabında, İstanbul’un spor kulüplerinin hikâyelerine yer veriliyor. Bir kısmı hâlâ sporseverleri peşinden koşturan, bir kısmı ise tarihteki yerlerini almış olan ekipler bu kitapla okuyucuyla buluşuyor.

YABANCI SPORCULARIN GÖZÜYLE İSTANBUL/ İSTANBUL THROUGH THE EYES OF FOREIGN SPORTS PEOPLE

Kolektif İBB Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2008 208 sayfa

Spor yaşamının bir bölümünü ülkemizde geçirmiş ya da bir vesileyle İstanbul’u ziyaret etmiş dünyaca ünlü sporcuların ya da teknik adamların İstanbul’a dair izlenimlerinden oluşan Yabancı Sporcuların Gözüyle İstanbul, farklı bir bakışı ortaya koyuyor. Kitapta Şampiyonlar Ligi Finali, Formula 1, Moto GP gibi pek çok uluslararası spor etkinliğine ev sahipliği yapan İstanbul’a çeşitli vesilelerle gelmiş dünyanın önemli sporcularının gözlemleri yer alıyor.




İNTERNET HIZINDA KREDİYE İHTİYACIN OLDUĞU AN BİRİ VAR HALİNDEN ANLAYAN 7 gün 24 saat Anında Kredi* VakıfBank İnternet Bankacılığı ve Mobil Bankacılık uygulamasında!

VAKIFBANK MOBİL BANKACILIK UYGULAMASINI İNDİRİN ANINDA KREDİ’YE BAŞVURUN

444 0 724 | vakifbank.com.tr

*Anında Kredi’den maaşını Bankamız aracılığıyla alan müşterilerimiz yararlanabilecektir. Özel sektörde çalışan müşterilerimizin, Anında Krediyi kullanabilmeleri için maaş ödemelerinin en az son altı aydır Bankamız aracılığıyla yapılması gerekmekte olup kamu çalışanı ve emekli müşterilerimiz bu koşul aranmaksızın kredi kullanabileceklerdir. Ayrıntılı bilgi www.vakifbank.com.tr ve tüm VakıfBank Şubelerinde.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.