1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 26. Sayı

Page 1

YIL: 2016 SAYI: 26

5




İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SAYI 26 / 2016 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi

Ahmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni

Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma Kurulu

Prof. Dr. İsmail KARA, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü

Fatih YAVAŞ

YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Nurten ŞAFAK TOPCU Editör

Betül EREN Yayın Kurulu

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI Sanat Yönetmeni

Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım

Nazlı ERÇETİN Reklam Koordinatörü

Mustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultur.istanbul

YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt

Mega Basım

Cihangir mah. Güvercin cad. No:3/1 Baha iş merkezi A Blok Kat:2 34310 Haramidere/ İstanbul/TURKEY (0212) 412 17 23 Yayınevi Sertifika No: 15321 Matbaa Sertifika No: 12026

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


İÇİNDEKİLER İSTANBUL’UN YİTİK

AMİR ATEŞ:

“HAFIZA MEKÂNLARI”

MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR

Turgay ANAR

Söyleşen: Ayşegül ÜNAL İNAN 10

9

5

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ:

Beşir AYVAZOĞLU

XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ Zehra ÖKSÜZ 11

İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI Söyleşen: Müslüm YILMAZ

5

Kasım HIZLI

12

27

MARMARA

SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA

KIRAATHANESİ

İSTANBUL KAHVELERİ

VE MÜDAVİMLERİ

Cem SÖKMEN 5

13

35

Dr. Sakin ÖNER

3

17

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR

AHMED GÜNER SAYAR İLE

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN

İRFÂN MECLİSİ OLARAK

BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR

DÜKKÂNI"

"ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR

Erdem YÜCEL

1

14

43

Hasan Eren ULU

DOĞAN HIZLAN İLE

BENİM EDEBİ

İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI

MEKÂNLARIM

Söyleşen: Betül EREN

Şakir KURTULMUŞ 14 7

57

İLİM VE SANAT HAYATINDA

SOHBETİN

KONAKLARIN ROLÜ

OLMAZSA OLMAZI:

Dr. Şemsettin ŞEKER

KAHVE

TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ

BİR GECE

GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN

Halil SOLAK

ARDINDAN

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ:

HATIRALARLA İSTANBUL

DARÜLKEMÂL

İSTANBUL’UN SANAT

Ahmet KARA

VE EDEBİYAT MAHFELLERİ… 2

16

81

Gavsi BAYRAKTAR

7 15

75

Metin ÖZTÜRK

1

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA

15

65

Cengiz AYGÜN

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ:

İSTANBUL MEKÂN

EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ

NEVMEKAN

Prof. Dr. Fazlı ARSLAN 4 16

87

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN

AJANDA

Rahşan TEKŞEN

6 16

97


Fotoğraf: Nevzat YILDIRIM


SUNUŞ

Dünyanın değişik kentlerinde aydınların, sanatçıların, fikir ve kültür adamlarının mesken edindikleri, gündemini sanatın ve kültürel meselelerin oluşturduğu buluşmaların gerçekleştirildiği mekânlar vardır. İstanbul da yüzyıllardır sürdürdüğü kültürel merkez olma özelliğiyle, bu türlü kültür sanat mahfillerinin kurulmasına zemin teşkil eden şehirlerden biri olmuştur. Küllük gibi semt kahvelerinden âlimler ile paşaların köşk, konak ve yalılarına, saraydaki müzik meclislerinden Nisuaz, Markiz gibi pastanelere kadar pek çok farklı mekânda bir araya gelen aydınlar, edebiyatçılar, tarihçiler, musikişinaslar, gazeteciler ve siyasetçiler İstanbul’un, hatta ülkenin, kültür sanat gündemine yön veren toplantılar yapardı. İçinde bulundukları döneme göre çeşitlilik ve farklılık gösteren bu mekânlar, hâlen mahdut olarak varlıklarını sürdürmektedir. “Sohbet” geleneğimizi devam ettirmeleri sebebiyle ayrı bir öneme sahip olan İstanbul’un kültür ve sanat mahfillerinde, devirlerinin kıymetli insanları belirli bir takvime göre ya da rastgele zamanlarda bir araya gelmiştir. Nitelikli konuşmalara, icralara, bazen de münakaşalara şahitlik eden bu ortamlarda, sanat zevki ve fikrî meseleler her daim ön planda olmuştur. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin, şehrimizin pek çok farklı semtinde, kimi müdavimleriyle kimi yazısız kurallarıyla özdeşleşen kültür sanat mahfillerini konu edinen bu sayısının, sözlü kültür geleneğimizin teknolojiye teslim olmadan mekânlarla ilişkisini devam ettirmeye vesile olmasını diliyorum. Dergimize kıymetli yazıları ve hatıralarıyla katkı sağlayan tüm kültür insanlarına, bu sayfaları sizlerle buluşturan mesai arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Dr. Kadir Topbaş


Fotoğraf: Nevzat YILDIRIM


TAKDİM

Yeni bir yıla yeni ümitlerle girmek üzereyken 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 26. sayısını sizlerle buluşturmanın heyecanı içindeyiz. Kışın kendisini hissettirdiği bu Aralık ayında, kimi zaman sıcak sohbetlere kimi zaman hararetli tartışmalara kimi zaman ise neşeli nüktelere ev sahipliği yapan, kültürümüzün vazgeçilmez unsurlarından sohbet mekânlarıyla sizlerin karşısındayız. Bilindiği gibi, bu coğrafyaya yerleşmemizden öncesine dayanan çok güçlü bir sözlü edebiyata sahibiz. Âşıkların atıştığı, Dede Korkut’un dinlendiği, saraylarında müzik üstatları ağırlanan meclislerin tertip edildiği bir mirasa sahibiz. Bilhassa, 2500 yıl boyunca cihanşümul bir devlete başkentlik yapmış olan İstanbul, bu mirasın köklerini daha derine salıp bugüne aktarılmasında büyük rol oynamıştır. İstanbul’daki sohbet, edebiyat, musiki meclisleri, daha kapsamlı ifadesiyle, kültür sanat mahfilleri zaman içinde birbirinden yapısal olarak pek çok farklı mekânda farklı kişilere hitap edecek şekilde oluşmuştur. İstanbul’un kültür sanat mahfillerine ayırdığımız bu sayımız; bahsi geçen mekânların tarihi serüvenine, üstlendikleri işlevlere, sohbet konularına, müdavimlerine ve bulundukları döneme göre nasıl çeşitlendiklerini anlatan beş ana makaleden oluşuyor. Turgay Anar’ın “İstanbul’un Yitik Hafıza Mekânları”, Erdem Yücel’in “Edebiyatçıların ve Gazetecilerin Buluştukları Mekânlar”, Dr. Şemsettin Şeker’in “İlim ve Sanat Hayatında Konakların Rolü”, Zehra Öksüz’ün “Osmanlı Kültür ve Medeniyet Dünyasında Edebiyat Mahfilleri” ve Prof. Dr. Fazlı Arslan’ın “Söz ile Sazın Refakati: Edebiyat Mahfillerinde Mûsikî” başlıklı yazıları, mahfil kavramına kült örnekleriyle açıklık getirecek nitelikte. Bugün birer efsane olan Küllük ve Marmara Kıraathanesi ile devrinin büyük kültür adamı İbnülemin Mahmud Kemal’in, Dede Efendi’nin, Münif Paşa’nın, Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in konaklarını, rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’daki meşhur attar dükkânını ele alan makaleler ise geleneksel sohbet kültürümüzün birer nişanesi sayılabilecek bu mekânların, aynı zamanda katılımcıları ve konuları nispetinde seçkinliğine de vurgu yapıyor. Ayrıca, bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul eden kıymetli akademisyen Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar, Türkiye’nin en önemli kültür insanlarından Doğan Hızlan ve sanatkâr Amir Ateş ile yaptığımız, her biri kendi hayatları ve birikimleri üzerinden şehre bakışımıza başka ve yeni kapılar açan söyleşiler de dergimizin sayfalarında sizleri bekliyor. Günümüzün usta kalemlerinden Sezai Karakoç’un hatıralarındaki İstanbul kahvelerini, şair Şakir Kurtulmuş’un uğrak yeri olan mekânları anlatan yazıları ile Gavsi Bayraktar’ın her sayımızda anılarına yer verdiğimiz köşesinde keyifli anekdotlara rastlayacaksınız. İyi okumalar dileriz.

Kültür A.Ş.



İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI”

Turgay ANAR İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi

Mahfiller, süreli yayınların idare merkezlerinde, eski devirlerde konak, köşk, yalı türünden mekânlarda, 20. yüzyıldan sonra ise geçmiş mekânlardan daha farklı mekânsal çeşitlilik gösteren sahaf, kahve, kıraathane, çayhane, lokanta, otel gibi çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda kurulurdu. Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil müdavimlerince ilgiyle takip edilirdi. Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri, itiraz ve beğenileri, burada bulunanları olumlu veya olumsuz yönde etkilerdi. Mahfiller, bu yönüyle de kültür-sanat ve edebiyat “belleği”, yani unutulmaya karşı direnç gösteren ve geleceğe çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına sahip olan bir “hafıza mekânı” kabul edilmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

Bizim kültürümüzde, genelde bir “üstat önderliğinde” ve “düzenli” olarak yapılan kültür, sanat ve edebiyat eksenli toplantılara mahfil adı verilir. Türkçe sözlükler mahfil kelimesini genel olarak, “Konuşup görüşmek için bir araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, meclis; oturulacak yer, görüşülecek yer” şeklinde açıklar. Öncelikle mahfil kavramını, “edebiyatçıların buluştuğu” yerlerle ilişkilendirerek kültür, sanat ve edebiyat mahfili kavramının çerçevesini çizebiliriz. Bir mahfilin oluşabilmesi için birden fazla sanatçı/edebiyatçıya ihtiyaç vardır. Sanatçı ve edebiyatçılar, günlük hayat meşgalesinin dışında veya bununla birlikte, edebiyat ve sanatla ilişkilendirilebilecek konu, kavram, eser, şekil, tür vb. üzerinde, bu türden “toplantı yerlerinde” bir araya gelerek görüş ve fikir alışverişinde bulunur ve iletişime geçerler.

Tokatlıyan Oteli

Mahfil, aynı zamanda geniş ve çok çeşitli bir “eleştiri” odağıdır. Odağın beklenti, ilgi, düşünce, gözlem, tenkit ve eleştirileri, eser(ler)in henüz yayımlanmamış, “görece” anlamda tam şeklini bul(a)mamış hali üzerinde daha iyiye, güzele, kaliteliye doğru düzenleme ve tadilatların yapıldığı, eser(ler)in bir nevi edebiyatçıların kamuoyuna sunulmuş, geçer not alıp alamayacağı merak edilen bir “yoklaması” gibi düşünülebilir. Mahfillerin kurulmasında, mahfillerde edebiyatçıların bir araya gelmesinde başka bir faktör daha etkilidir: Üstat edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde kişiliği ve edebî birikimi yönünden otoritesini herkese kanıtlamış bu türden üstatlar, mahfillerdeki sistemi oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan varlıklardır. Özellikle 19. yüzyılda kurulan bu tür mahfillerde, üstadın evi ve müdavimlerin davet ettiği mekân/lar da çoğunlukla mahfil olarak bilinir. Cumhuriyet sonrasında çeşitli sebeplerle “hami” ve “üstatlık” kavramları büyük oranda değişime uğrarken konak-köşk tipi yapılarda düzenlenen bu tür etkinlikler ekonomik, siyasi ve sosyo-politik sebeplerle kamusal alanlarda da yapılır. Bu yüzden 20. yüzyıldan itibaren eski tip “hami-üstad”ın yerini, “yönetici, toplayıcı, yönlendirici” gibi sıfatlara sahip olan insanlar alır. Edebiyat alanındaki sohbetler, mahfil müdavimlerince ilgiyle takip edilir. Bu yüzden mahfillerdeki bu tür sohbetlere, bir çeşit “hasbihal olarak edebiyat eleştirisi” de diyebiliriz. Tenkit, sohbet, dedikodu, muhabbet ve adı her ne olursa olsun bu türden bir eylem, mahfilin öz niteliğini ortaya koyar.

10

Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri, itiraz ve beğenileri, burada bulunanları olumlu veya olumsuz yönde etkileyecektir. Mahfil, bu yönüyle de toplumun kültür-sanat ve edebiyat “belleği”, yani unutulmaya karşı direnç gösteren ve geleceğe çeşitli şekillerde kalmanın imkânlarına sahip olan bir “hafıza mekânı” kabul edilmelidir. (Anar, Mekândan Taşan Edebiyat, s. 67-84.) Mahfiller, süreli yayınların idare merkezlerinde, eski devirlerde konak, köşk, yalı türünden mekânlarda, 20. yüzyıldan sonra ise geçmiş mekânlardan daha farklı mekânsal çeşitlilik gösteren sahaf, kahve, kıraathane, çayhane, lokanta, meyhane, bar, bahçe, apartman dairesi, otel gibi çok çeşitli kapalı ve açık mekânlarda kurulur. Bu kültür sanat ve edebiyat toplantılarını en geniş anlamda düşünerek öyle her okuryazarın kolayca bilemeyeceği, daha kıyıda köşede kalmış ama önemi dolayısıyla tekrar hatırlanması gereken İstanbul’un bazı mahfillerine şimdi odaklanmakta fayda var: Cafe Flamme Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli’nin karşısında, İngiliz Kanzuk Eczanesi’nin sırasındaydı. Buranın müdavimleri için Cafe Flamme’ın çeşitli anlamları vardı. Mekân; amacı birkaç dost ve ahbabıyla buluşup sohbet etmek veya vakit geçirmek isteyenler için kahvehane, sanatçı- edebiyatçıların kolayca buluşmalarına imkân sağladığı ve bir şeyler okumak veya yazmak isteyenler için kıraathane, sazlı sözlü eğlence meraklıları için karanlık çökünce hemen şekil değiştiriverme özelliği dolayısıyla eskilerin deyimiyle


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Edebiyat üstatları bir arada. Soldan sağa; Süleyman Nazif, Cenap Şahabeddin, Abdülhak Hamid, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Akif, Midhat Cemal. (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)

hanendehâne, Ramazanlarda ufak skeç ve kabarelerin oynanması yönüyle de bir nevi tiyatroydu. Beyoğlu’nda kahvelerin 1850’lerde çoğalmaya ve ünlenmeye başlaması, Café Flamme’nin de bu yıllarda hizmete açıldığını düşündürmektedir. Feriha Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu isimli eserinde Café Flamme’nin 1870’lerde ünlendiği yazar. (Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, s.126) Azınlıkların işlettikleri mekânlar öyle her hafiyenin veya devlet görevlisinin elini kolunu sallayarak dolaştıkları, işlerini kolayca icra edebildikleri yerlerden değildi. Bu yüzden Cafe Flamme; Jön Türklerin, peşlerindeki hafiyelerden kurtuldukları zaman bir araya geldikleri ve meşrutiyeti ilan etmek ve devleti ele geçirmek için gözlerden uzak ve nispeten güven içinde toplanabildikleri yerlerden biriydi. Fransız Bilimler Akademisi üyesi Edmond Perrier İstanbul’a geldiğinde Cemiyet-i İlmiye-i Osmanî üyelerinin hemen hepsi ve Sadullah Paşa, Münif Paşa, Ethem Paşa’yla burada buluşmuştu. Perrier, aynı zamanda bu kahvenin müdavimlerinde olan İbrahim Şinasi ve Namık Kemal’le de tanışma fırsatını burada yakalamıştı. Mekân, devrin önemli simalarıyla tanışmak isteyen Perrier’in çok fazla işine yaramıştı. Başka bir zaman Ali Suavi, Hersekli Agâh

Nuri, Reşat gibi Jön Türkler de burada Perrier ile tanışmış, onun düşüncelerini öğrenme fırsatını yakalamışlardı. (Fazlı Necip, Külhani Enteller / Edibler, s.29-30) Café Flamme’de tavla, piket, briç türünden iskambil oyunları da oynanırdı. Buranın bir özelliği de müşteriye hizmet eden garsonların hepsinin bayan olmasıydı. Ahmet Midhat Efendi de buraya uğramayı asla ihmal etmeyenlerdendir. Buranın asıl müdavimleri ise azınlıklardı. Onların yeme içme, eğlence tarzları çok farklıydı. Erzurumlu Küçük Emrah, buranın garipliklerini bir destanında şöyle hicveder: Meşhurdur efendim Kahve-i Flam Fransızca gerek orada kelâm Alafrangalık boncur, bonsuvar Merhaba der isen alınmaz selam (…) Ve hem garsonları hep seçme mahbup Emir verir iken olurum mahcup Hizmeti bir yana kendisi matlup Sakızlı İmrozlu Rumiyos gulâm 11


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

duvarında dükkânının bir nevi kanunu kabul edilen Farsça şu dizeler asılıydı: “Çay-ı mâ hoş-güvâr ü şîrin est/ Çün lebilal-i yâr renginest” (Çayımız lezzetli ve tatlıdır. Çünkü sevgilinin lâl dudağı rengindedir.) Burada başta Malumat olmak üzere bir sürü gazete de bulunurdu. Gelenler ya bunları okur ya da edebiyatçıların sohbetlerine kulak kabartırdı.

İstanbul’da bir kahvehane

Café Flamme’ye Şinasi ile tanışmak için birkaç kere Abdülhak Hâmid de gitmiştir. Hâmid bir seferinde burada, devrin padişahına karşı olanların yurt dışında çıkardıkları Hürriyet gazetesinde Ziya Bey’in -sonradan Paşa- Rüya isimli eserinden bir parçanın neşri dolayısıyla Şinasi’ye bir soru sormuştu. O keskin yazısında eleştirilerini sıralayan Ziya Paşa ve arkadaşı Namık Kemâl, âdeta bir muhalefet cihazı gibi hareket etmiş, bu yüzden İstanbul’a gelmeleri git gide zorlaşmıştır. İşte bu soru da bu konuyla ilgilidir. Şinasi ise Hâmid’in bu sorusuna kısacık ama çarpıcı bir cevap verir: “Evet, artık İstanbul’u rüyada görürler.” (Tarhan, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s. 92)

Kıraathanenin pek çok müdavimi vardı. Bunların en meşhurlarından biri Muallim Naci’ydi. Hak bildiği yoldan yürümeye ve doğruları eğip bükmeden söylemeye teşne bu cevval edebiyatçı, kıraathanede ara sıra yazılarını yazar, geleneksel edebiyat ve sohbet zincirinin kopmaması için kendince çalışmalar yapardı. Hoca Hayret Efendi, kıraathanenin bir diğer gediklisiydi. O, Cenap Şahabettin’in gözlerinin bozukluğu sebebiyle onun için söylediği “Yarasa kadar ışıktan korkar.” sözünü hak etmişçesine aydınlıkta bile gözlerini kırpıştırmadan duramazdı. Hoca Hayret’in bedeni ve giyim kuşamıyla ilgili kusurlarına rağmen, sehl-i mümteni kabul edilebilecek kalitede olan atasözü gibi cümleleri de vardı. Bunlardan biri şöyleydi: “Kitaba bakarak karşılık vermek, kabak bağlayıp yüzmek gibidir.” Kıraathanenin bir diğer önemli siması, Robert Kolej’de öğretmenlik yaparken Amerikalıların ondan İslamiyet’i kötüleyen kitapları çevirmesini istemeleri üzerine görevinden ayrılacak kadar dinine bağlı olan Muallim Feyzi Efendi’ydi.

Hâmid, üstadı kabul ettiği ve şöhretinin zirvesinde olan Şinasi’nin, buranın orta yerinde, çalgıcılara mahsus tümsekçe bir yerin dibinde, kendi kendine oturup bastonunu hafif hafif dudaklarına dokundurduğunu, hasretini çektiği Avrupa âlemine dair düşüncelere dalmış, öylece dalgın bir halde oturduğunu Ruşen Eşref’e anlatmıştır. Mekân, Salah Birsel’in gözlemine göre II. Dünya Savaşı’na kadar açık kalabilmiştir. (Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.16) Hacı Reşid Ağa’nın Kıraathanesi Şehzadebaşı’ndaki kıraathanelerin arasında biri vardı ki diğerlerinden pek çok yönüyle ayrılırdı. Hacı Reşid Çayhanesi olarak da bilinen yer, devrin meşhur bir sürü şair ve yazarının yanı sıra devlet memurlarıyla birlikte farklı simaların da mekânıydı. Hacı Reşid Ağa, Salah Birsel’in tasviriyle cılız mı cılız, bodur, elâ gözlü, esmer ve olağan dışı bir şahsiyetti. Geriye doğru basık duran fesinde her zaman şebboy, menekşe, sümbül yahut da Hacı’nın ruh durumuna uygun bir çiçek bulunurdu. Harikulade çaylar demleyen ağanın kahvesinin Neyzen Tevfik

12


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

Muallim Feyzi; görgülü, bilgili ve hatta şiirleri “aşırılacak” kadar da değerli bir şairdi. Ama ufak bir kusuru da yok değildi: Her şiiri kendi zevkine göre düzeltme hastalığı. Onun bu huyunu bilen Neyzen Tevfik, bir zamanlar kendisinin şiirlerini de kırmızı kalemiyle çizip sayfayı kan gölüne çeviren Muallim’e güzel bir ders vermek ister. Neyzen Tevfik bir gün, Fuzuli’nin bir dizesini kendisinin olduğunu ima ederek ona okuması için verir. Muallim, şiirleri tashih etme hastalığı sebebiyle daha fazla dayanamaz ve Neyzen’e ait sandığı dizeyi bir anda biçilmiş ekin tarlasına çeviriverir. Neyzen tam bu sırada, Muallim’in kelleler alan keskin bir kılıca benzeyen kalemine sarılıp muzip bir biçimde, “Aman hocam, dur. Bu benim değil, Fuzuli’nin. Yanlışlıkla onu vermişim sana. İşte benimki.” deyiverir. Ama gelin görün ki Muallim Feyzi Efendi duyduklarından çok fazla etkilenir ve beti benzi sararıverir. Buranın önemli bir özelliği de, şairlerin kendi şiirlerini mekânda bulunanların gözlerinin içine baka baka serbestçe ve onlardan hiç çekinmeden okumalarının bir gelenek halini almış olmasıdır. Müstecabizade İsmet, Muallim Naci, Hoca Hayret Efendi, Şeyh Vasfi, Muallim Feyzi, Ali Ruhi, Adanalı Ziya, Deli Celal şiirlerini değişik mimik ve ses tonlarıyla okumuşlardır. Kıraathanenin sahibi olan Hacı Reşid Ahmet Rasim Ağa da bu şiir okuma geleneğini kendi yazdığı şiirini okuyarak tamamlarmış. Ahmet Rasim, kıraathanenin belki de en cin fikirlisi ve Hacı Reşid’e en fazla takılan simasıdır. Ahmet Rasim, Servet-i Fünûnculara verilen “dekadan” sıfatının ayyuka çıktığı bir zamanda, ironi, hakaret, iğneleme, aşağılamanın hemen her tonunu barındıran bu kelimeyi, Hacı Reşid Ağa için de kullanır. O zamanlarda dekadan kelimesi, kelimenin bütün anlamları zorlanarak birilerini tenkit etmek ve daha çok da aşağılamak için “dinsiz, imansız” anlamına gelecek şekilde kullanılabiliyordu. Hacı Reşid, kendisi için böyle nahoş bir sıfatla karşılaşınca beyninden vurulmuşa döner ve bir daha o “zındığı” dükkânına asla almayacağına dair yeminler eder; hatta onu dava edeceğini bağıra çağıra dükkânındakilere söyler. Ahmet Rasim, kıraathaneye geldiğinde ona çay vermeyen Hacı’nın gönlünü ustalıkla alıvermesini bilir. Ahmet Rasim, Malumat’ta onu yanlışlıkla “dekadan” saydığını, Hacı’nın halis muhlis Müslüman olduğunu, diniyle ilgili hiçbir şüphenin olamayacağını beyan eder. Bu yanlışlığı bir yazısıyla ele güne açıklar. Ama bu eğlenceye

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hacı Reşid Kıraathanesi, devrin meşhur şairleri, yazarları ve devlet memurlarının mekanıydı. Şairler burada şiirlerini mekanda bulunanların gözlerinin içine baka baka serbestçe ve hiç çekinmeden okurlardı. başkaları da müdahil olur. Hacı’nın hınzır müşterileri, fırsat bu fırsattır düşüncesiyle onun bu hassas noktasını sürekli deşmeye başlarlar. Hacı’nın dekadanlığını birbirlerine anlatan ve bunun da din değiştirmek anlamına geldiğini ima ederek laf arasında ona sataşıverenler, ondan ummadıkları bir cevap alırlar. Özene bezene meşin bir cilt içinde korumaya aldığı Ahmet Rasim’in tekzibini koynundan çıkarıp kendini alaya alanlara gösteren Hacı Reşid, zafer kazanmış bir eda ile kahkahalar atar. Ama elin ağzı susmak; hınzırın kafası hınzırlığı bırakmak bilmez. Yine böyle bir durumda rakibini tuş etmiş bir pehlivan gibi dükkânında dolaşan Hacı Reşid’e, bu hınzırlardan birisi, tekzip metnini işaret ederek “Demek dinini yenilemişsin.” şeklinde cevap verir. Hacı Reşid, bu söze tahammül edemez, bu hınzırı yaka paça dükkânından atar. (Birsel, Kahveler Kitabı, s.126-130) Kıraathane, Meşrutiyet’ten sonra ölen Hacı Reşit Ağa’dan Mersin Efendi’ye geçmiş, toplantılar bir süre daha aynı mekânda devam etmiştir. Baylan Pastanesi Epir asıllı Rum Filip Lenas, Beyoğlu Deva Çıkmazı’nda ilk pastanesini 1923’te açtı. Pastanesinin adını, Fransızca L’Orient olan “şark” kelimesinin okunuşundan alan “Loryan” koydu. (Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, s.49) Müşterilerine

13


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

iki yüz çeşit pasta ve şekerleme sunan pastane, devrin en ünlü ve kaliteli pastaneleri Markiz ve Lebon’a bile kısa sürede rakip oldu. Yabancı adların Türkçeleştirmesi sırasında pastanenin en kıdemli müdavimlerinden sanat tarihçisi Burhan Toprak’ın önerisiyle Loryan adı, Çağatayca’da “mükemmellik, kusursuzluk” anlamına gelen Baylan kelimesiyle değiştirilirdi. 1928’de İstiklâl Caddesi 148 numaradaki Luvr Apartmanı’nın zemin katında Baylan Pastanesi açıldı. Burası 1967 yılına kadar açık kaldı. Kadıköy Baylan ise 1961 yılında baba Lenas’ın küçük oğlu Minas Lenas tarafından kuruldu.(Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, s.45) Beyoğlu Baylan Pastanesi’nin edebiyatçı müdavimleri 1950-1960’lı yıllarda kırk kadardı. Buranın belli başlı müdavimleri olarak Attila İlhan, Yılmaz Gruda, Demir Özlü, Asaf Çiyiltepe, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Ferit Edgü, Fikret Hakan, Orhan Çubukçu, Demirtaş Ceyhun, Ege Ernart, Oğuz Arıkanlı, Yüksel Arslan, Oğuz Haluk (Hayalet Oğuz), Türkân İldeniz, Erol Günaydın, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Haldun Taner, Cemal Süreya, Salâh Birsel, Peyami Safa, Orhan Duru, Ahmet Oktay, Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Sevim Burak, Metin Erksan, Şükran Kurdakul, Yılmaz Güney, Arif Keskiner, Doğan Hızlan’ı sayabiliriz. (Anar, a.g.e., s.317-318) Baylan’ı bir edebiyat mahfili hâline getiren aslında Attila İlhan’dı. Şöhretli bir şair olan Attila İlhan, buradaki sohbetleri ile devrin önemli bir kültür-sanat ve edebiyat üstadı, Ahmet Oktay’ın deyimiyle “Papa”sı haline geldi. (Oktay, Gizli Çekmece, s.84)

Attila İlhan

Attila İlhan, kendilerinden bir önceki kuşağın sanat eleştirisini yapmakta, bir yandan da Mavi dergisinde kendi sanat-edebiyat anlayışını açıklamakta, pastanede de bu akımın alt yapısı kabul ettiği düşünce ve tezlerini çevresine toplanan çoğu genç sanatçılara anlatmakta, onları büyülemektedir. Ankara kaynaklı Mavi dergisinin yazarları, üstatlarıyla buluşmak için Baylan’a akın akın gelmeye başlar. Bu edebiyatçılar Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Demir Özlü, Fikret Hakan, Güner Sümer’dir. Baylancılar sadece edebiyat, kültür-sanat sohbetleri yapmıyorlardı. Onlar bir mahfil olma bilincinin göstergesi olarak protesto faaliyetlerine de katılıyorlardı. Bu faaliyetlerden biri, Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nda Türk Edebiyatçılar Birliği’nin 2 Nisan 1956’da tertip ettiği şiir ve müzik toplantısını sabote etmek amacıyla düzenlenmişti. Protestonun tertip komitesinde Asaf Çiyiltepe, Hasan Pulur, Kıl Güngör, Bağırsak Süha, Cemal Hoşgör, Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun yer alıyordu. Toplantıda planlar ya-

Baylan Pastanesi’nin içeriden görünümü

14


İSTANBUL’UN YİTİK “HAFIZA MEKÂNLARI" / Turgay ANAR

pılmış ve nihayet protesto için herkes yerini aldıktan sonra Behçet Kemal Çağlar, Dram Tiyatrosu’nda kürsüdeyken “yuh” sesleri ortalığı karıştırmıştı. “Devlet şairi” unvanına sahip olan Çağlar, bu mahfilin düşünce ve görüşlerine uymayan fikirleri sebebiyle protesto edilmişti. Bu protestolar sebebiyle güzel başlayan gece emniyette bitmiş, soruşturmalar soruşturmaları kovalamıştır. (Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.218-224) Baylan’ı sadece sanatçılar değil “görevliler” de doldururdu. Baylan Pastanesi, bu protesto eyleminin olumsuz etkisi ile görevlilerin gözetledikleri bir mekân haline gelmiştir. Bunda Attila İlhan’ın başkanlığında yapılmış bir toplantıda, onun etrafını doldurmuş genç yazarlara dönerek “Biz sosyalistiz arkadaşlar.” diye bağırmasının da belki etkisi vardır. Hasan Pulur ise bir gün gazetesinin ortasındaki delikten arkadaşlarının masasını izleyen görevliyi fark edip -kendisinin de bir görevli olduğunu sonradan öğrenecekleri- Kıl Güngör ile bu adamı dövmüş, bir kültür sanat ve edebiyat mekânı bu ve bunun gibi olaylar sebebiyle macera filmlerindeki heyecanlı atmosfere bir süre sahip olmuştur. İşin ciddiyetini anlayan Baylancılar, aralarına yabancıları almamak için bir parola da tespit etmişlerdi. Baylancıların masasına oturmak için “Boğaz’da gölgeler var.” parolasını söylemek şarttır. Eğer parolayı söylemeden “masaya çökmek” isteyen çıkarsa, herkes en kısa yoldan tedbirini alıp ağzını sıkı tutar. (Oktay, Gizli Çekmece, s.203) Baylan Pastanesi, 1967’de kapanmış, buradaki toplantılar da maalesef sona ermiştir.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Kaynaklar Anar, Turgay, Mekândan Taşan Edebiyat: Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri, İstanbul, 2012. Birsel, Salah, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2002. Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1983. Buğra, Tarık, Bu Çağın Adı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995. Büyükünal, Feriha, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, Doğan Kitap, İstanbul, 2006. Durbaş, Refik, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, Heyamola Yayınları, İstanbul, 2007. Fazlı Necip, Külhani Enteller / Edibler, Arba Yayınları, İstanbul, 1991. Oktay, Ahmet, Gizli Çekmece, Doğan Kitap, İstanbul, 2004. Sertoğlu, Midhat, “Gülmek için Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi”, Hayat, nr.28, 7 Temmuz 1977, s.9. Sönmez, Sevengül, A’dan Z’ye Sait Faik, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009. Suner, Yasemin, “Letafet Apartmanı”, DBİA, c.V, s.203. Tarhan, Abdülhak Hâmid, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1994.

Kemal Behçet Çağlar, Şair Nedim’in mezarı başında

15



TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ

Beşir AYVAZOĞLU Yazar

Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphanelerde çalışma yapanlar için ayrı bir anlam taşıyormuş. Sabahleyin erkenden bu kahveye damlayıp yuvarlak demir masalarından birini seçer, gözleri üniversite kapısındaki saatlerde, çay ve simitle kahvaltı ederlermiş. Küllük, saatler dokuza yaklaşırken boşalmaya başlarmış, çünkü o vakitte müşterilerinin bir kısmı derse, bir kısmı da kütüphanelere gidermiş; kimi Belediye Kütüphanesi’ne, kimi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, kimi de Hakkı Tarık Us veya İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ne... Öğle vakti yeniden dolarmış Küllük; bitişikteki Emin Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz aşevlerinde öğle yemeklerini yiyenler çay ve kahvelerini burada içerken o gün gözden geçirdikleri gazete, dergi ve kitaplardan söz ederlermiş.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

Tarık Buğra, 1974 yılı Ekim’inin başlarında ayaklarının kendisini sürüklediği Beyazıt’ta, bir zamanlar Küllük Kahvesi’yle Emin Efendi Lokantası’nın bulunduğu yerde sadece kavun, karpuz sergilerini ve mısır satıcılarını görünce hüzünlenmiş, Tercüman’daki köşesinde “Bizim Bayezid’imiz artık yoktur! Keşke tutsaydı şu Hürriyet Meydanı yakıştırması. Nerede o ufacık meydan? Havuz? Sonra, kitapçı kulübeleri ve bahçeleri kaldırıma uzanan kahveler? Hele Küllük?” diye yazmıştı. “Küllük” isimli hoş bir hikâyesi de bulunan Küçük Ağa yazarının şu cümleleri daha şaşırtıcıydı: “Küllük bir devirdir tek başına. Bilenler Küllüğü Darülfünun’un -ve üniversitenintamamlayıcısı, hattâ başlı başına bir üniversite sayarlar: ‘Küllük’ten mezunum’ diyen yalnız ben değilim.” Küllük Kahvesi’nin tarihini az çok bilenler, Tarık Buğra’nın ne demek istediğini daha iyi anlarlar. Bayezid Camii civarında, Kanuni devrinden beri kahvelerin bulunduğu biliniyor. Bu bakımdan gerek Küllük Kahvesi, gerekse 1930’ların sonlarına kadar

Bayezid Medresesi çevresindeki sıra kahveler, meydanda aynı zamanda bir sürekliliği ifade ederdi. Ancak Küllük Kahvesi’nin kültür ve edebiyat dünyamıza mal olması, Harbiye Nezareti’nin 1923 yılında Darülfünun’a tahsis edilmesinden sonradır. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra davet edilen yabancı hocaların da rağbet göstermeleri Küllük ve Emin Efendi Lokantası’na özel bir itibar kazandırır. Çınaraltı da sevilen bir mekân olmakla beraber, bu ikisinin gölgesinde kalmıştır. Üniversite hocalarının yanı sıra, şair, yazar ve gazetecilerin buluşup sohbet ettikleri, her türlü fikrin serbestçe tartışılabildiği Küllük, İstanbul Üniversitesi, Sahhaflar Çarşısı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Belediye Kütüphanesi’nden ayrı düşünülemez. Daha açık bir ifadeyle, Beyazıt Meydanı, kendiliğinden bir üniversite muhiti, Küllük de Emin Efendi Lokantası’yla birlikte bu muhite mensup olanların yemek saatlerinde ve akşamüzerleri ders çıkışlarında bir araya

geldikleri vazgeçilmez bir mekâna dönüşmüştü. Kahveden Kütüphaneye Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphanelerde çalışma yapanlar için ayrı bir anlam taşıyordu. Sabahleyin erkenden bu kahveye damlayıp yuvarlak demir masalarından birini seçer, gözleri üniversite kapısındaki saatlerde, çay ve simitle kahvaltı ederlermiş. Niyazi Akı’nın anlattığına göre, “hiçbir zaman aynı vakti göstermeyen” o iki saat, “severek bakan iki göz” gibi meydanda olup bitenleri seyreder ve düzenli tiktaklarla bu hatıraları “zamanın bir yerine” kaydedermiş. Küllük, saatler dokuza yaklaşırken boşalmaya başlarmış, çünkü o vakitte müşterilerinin bir kısmı derse, bir kısmı da kütüphanelere gidermiş; kimi Belediye Kütüphanesi’ne, kimi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, kimi de Hakkı Tarık Us veya İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ne... Öğle vakti yeniden dolarmış Küllük; bitişikteki Emin Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz aşevlerinde öğle

Küllük Kahvesi

18


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

yemeklerini yiyenler çay ve kahvelerini burada içerken o gün gözden geçirdikleri gazete, dergi ve kitaplardan söz ederlermiş.

Küllük Kahvesi, uzun yıllar her fikirden ilim adamını ve aydını bir araya getiren, benzeri görülmemiş bir kulüptü. Küllük Kahvesi’nin nargile tiryakisi müdavimlerinin yanı sıra, tavla ve domino gibi oyunlara meraklı müşterilerinin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Daha da önemlisi, Küllük bir buluşma merkeziydi, randevular burada verilirdi. Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanında, Ferid, kendisi için üç lira borç para bulacak sosyalist arkadaşı Saim’le Küllük’te buluşmuştur. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda da 1930’ların Küllük’ünün hoş bir tasviri vardır: “Saray Şoforu” Çorumlu Dadal, gazeteci hemşehrisi Selim’e o günlerde kurulmak üzere olan Serbest Fırka hakkında bilgi vermek için Küllük’e gelir: Cami duvarı dibindeki kahve yükünü tutmuştur. Şurada tavlaya kapanmış tavlacılar cehar atıp şeş oynarken beride kumarcı takımı pastıra, cimdallı, altmışaltı, piket, prafa veya dört başlı dominoya yumulmuştur. Kahveci yanaşmaları fırıldak gibi dönüp yel gibi seğirterek hizmete sıvanmış, tepsileri havada uçurmaktadırlar. Dadal Efendi, gölgeye oturup “İzmir işi nargileyi ve de tavşankanı çayı söyleyim derken” başka bir tanıdık gazetecinin, Murat Efendi’nin sesini duyar. İki Çeşit Müşteri Küllük, esas itibariyle bir açık hava kahvesiydi; baharla birlikte şenlenir ve yaz günlerinde arı kovanı gibi işlerdi. Yedigün dergisinde yayımlanan bir Asaf Hâlet Çelebi röportajındaki

fotoğraflarda bu şenlikli hava hissedilmektedir. Ne var ki soğuklar bastırınca kahveye hüzünlü bir sessizlik ve inkıraz havası çökerdi. Tarık Buğra, Küllük’ün iki çeşit müşterisinin bulunduğunu söyler: Yazlık müşteriler ve yaz kış bu kahveyi mekân tutanlar... Küllük’ün hurda bir vagona benzeyen salaşına kapanarak kışı geçirenler, daha çok pansiyonlarda ve medrese odalarında barınan üniversite öğrencileriydi; “varı yoğu bir şilte ile bir bavul ve üç beş kitap olan odaları”ndan daha gün kendini bulmadan fırlar, şehrin her yönünden Küllük’e dökülürlerdi. Yazlık müşteriler onların nazarında “Kırlangıç”lardır; vefasız kırlangıçlar atkestaneleri daha güzelim yapraklarını dökmeden Şehzadebaşı ve Aksaray kahvelerine göç ediverirler. Sıtkı Akozan’ın Küllükname (1936) isimli manzum eserinde müdavim olarak zikrettiği isimler, çoğu “Esafil-i Şark” diye anılan aydınlar grubuna mensup, geçen asrın başlarından itibaren Türkiye’de ilim, kültür ve edebiyat hayatının yöneldiği istikametleri belirleyen isimlerdi. Bu da Küllük Kahvesi’nin uzun yıllar her fikirden ilim adamını ve aydını bir araya getiren, dünyada belki de benzeri görülmemiş bir kulüp olduğunu gösterir. Müdavimler, kendileriyle görüşmek isteyenlere burada randevu verirlerdi. Hasan İzzettin Dinamo, Yahya Kemal’le ilk defa Küllük’te görüşmüş, Nurullah Ataç’ın da bulunduğu bu görüşmeyi Edebiyat Anıları’nda anlatmıştır. Baki Süha Ediboğlu da Yahya Kemal’in “Beyazıt’ta, tramvay durak yerinin arkasındaki kahvede”, yani Küllük’te verdiği randevuya gidişini şöyle anlatır:

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

tek başına oturur buldum. Sanki çift sandalyeye oturmuş gibi yayılmış, iri gövdesi öne doğru eğik, çenesini bastonuna dayamış, dalgın dalgın Beyazıt Camii’ine bakıyordu.” “Kahve ve Tabut” Bayezid Camii etrafındaki kahveler, muhtemelen namaz saatlerini bekleyenler için vakit geçirecekleri mekânlar olarak oluşmuş, meydan zamanla bir kültür ve üniversite muhitine dönüşünce, profesöründen öğrencisine üniversiteliler ve onlarla buluşup görüşmek isteyen yazarlar, şairler, gazeteciler vb. tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Fakat Bayezid Camii aslî görevlerini sürdürüyor ve elbette civarda ölenlerin cenazeleri buradan kaldırılıyordu. Bu yüzden, türbe kapısının önündeki kahvelerde, yani Küllük’te oturanlar sık sık ölüm gerçeğiyle yüz yüze geliyorlardı. Necip Fâzıl, “Küllük Akademiyası” başlıklı yazısında, “İslâm cenazeleri” musalla taşına varabilmek için “her cinsten, sınıftan, mezhepden, zevkten, kılıktan, edadan” insanların bulunduğu kahve kalabalığını yarıp geçerken “Frenk muaşeret kitaplarındaki bir

“Saat dörde beş kala Beyazıt’taki kahvenin önündeydim. Resimlerine göre hayalimde canlanan Yahya Kemal’i şöyle göz ucu ile kahvede oturanlar arasında aramaya başladım. Hemen ilk bakışta tam da hayalimdeki insanı kahvenin ön sırasında Asaf Halet Küllü

k Kahvesi’nde

nargile içerken

19


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

İzzettin Dinamo, Oktay Rifat, Celal Sılay, Tarık Buğra gibi, şiirde, romanda, resimde vb. yeni iddiaları olan, hattâ bir kısmı Karl Marx adını anmaya bile cesaret edebilen gençler, Küllük müdavimleri arasına 1940’larda katılmış ve kahvenin havasını hızla değiştirmişlerdi. Özellikle üniversiteli kızların ve asistan hanımların uzun bir mücadele sonunda rektörden Küllük Kahvesi’nde oturma iznini koparmış olmaları, onlar için burayı başlı başına bir cazibe merkezi haline getirmişti.

kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif adamlar”dan alaylı bir dille söz eder. Bedri Rahmi Eyüboğlu da “Kahve ve Tabut” başlıklı yazısında bu tuhaflığa dikkati çekmiştir. Bir ağaç gölgesinde altın köpüklü kahvenizi höpürdetip nargile tokurtularıyla güvercinler arasındaki münasebeti keşfe çalışır ve hayatın güzelliği üzerinde düşünürken birden bütün kahve halkı ayağa kalkar; siz de kalkarsınız. “Bir tabut, kahve sakinlerini ikiye bölerek yanı başınızdan” geçmektedir. Rifat Ilgaz’ın “Beyazıt Kahveleri” şiirindeki sahnede çarpıklık daha güzel yansıtılır: Apaçık bir Beyoğlu hikâyesini keser bıçak gibi ortasından cenaze arabası. 1940 Kuşağı Küllük’te Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rifat Ilgaz, Orhan Veli, Abidin Dino, Fikret Adil, Asaf Hâlet Çelebi, Arif Dino, Hasan

20

Her fikrin rahatça tartışıldığı bir çeşit açık forum haline geldiği için muhtemelen Siyasi Şube polislerince de dikkatle izlenen Küllük’te gitgide derinleşen çatışmalar da yaşanıyordu. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan adlı romanında hem nesil farkından, hem ideolojik fikir ayrılıklarından kaynaklanan, zaman zaman yolların ayrılıp arkadaşlıkların bitirildiği çatışmalarla ilgili ipuçları vardır. Nihal Atsız, İçimizdeki Şeytan’da kendisini ve bütün eski dostlarını ahlâksız, satılmış, haysiyetsiz tipler olarak tasvir eden eski dostu Sabahattin Ali’ye İçimizdeki Şeytanlar adlı broşüründe cevap vermişti. Adı geçen roman Bozkurt dergisinde Reha Oğuz Türkkan tarafından da eleştirildi. Tefrikasına bu dergide başlanan ve Gökbörü dergisinde devam edilen Arayan Adam isimli romanın “Küllük’te Bir Sanat Münakaşası” başlıklı bölümünde kahvenin “sol” tarafıyla alay edilmiştir: Burada dört kişi oturmaktadır: Birincisi ayaklarını önündeki iskemlenin arkalığına uzatmış; ikincisi iskemleye ata biner gibi ters yerleşmiş; üçüncüsü masaya yayılmış simidini çaya batıra batıra yerken bir kesekâğıdı üzerine garip garip şekiller çizmekte, dördüncüsü de arkadaşının kese kâğıdından kopar-

dığı bir parçaya uzunlu kısalı mısralar karalamaktadır. Yanlarında iki de kadın bulunan bu dört kişi arasında Abidin Dino’yla Asaf Hâlet Çelebi’yi fark edebiliyoruz. Daha sonraki paragrafta, kadın gibi kabarık ve uzun saçlı, hakimane tavırlı iriyarı biri olarak tasvir edilen üçüncü kişi Arif Dino olmalıdır. Biraz sonra, uzunlu kısalı mısralar yazan “üstad”ın uzun bıyıkları telaşlanır, gözündeki monokl düşer ve kalemi havada kalır. İlham gelmiştir. Hayretle açılan ağzından yeni bir şiirin mısraları dökülür: Hır, vır, zır.. Buda ho zulo! Orospu olan sevgilim, söylüyor bir solo! Esmeuetâ hum! (3 defa) Türkçüler, Küllük’ün “sol” tarafındakilerle hem ideolojik sebeplerle, hem de sanat anlayışlarını benimsemedikleri için alay ediyorlardı. Bir önceki nesle mensup yazarlarsa genellikle tuhaf şiirler yazıp resimler yapan bu çulsuz gençleri hiç ciddiye almamışlardır. Refik Hâlid Karay, 1940’larda Küllük Kahvesi’ni mekân tutan Arif Dino ve Asaf Hâlet Çelebi gibi şairlerle Üç Nesil Üç Hayat’ta tatlı tatlı alay etmişti. Atkestaneleri ve çınarlar altındaki iskemlelere ters oturmuş, tıraşsız, saçları yağlı ve kepekli, ceketleri gayet uzun ve bol, pantolonları çekik, çorapları düşük, sırtları kabarmış, omuzları kalkık, kırkına yaklaşmış “genç” şairler bir süre aralarında “Eskileri yerlerinden atmalı! Gazetelerin başköşeleri bizim hakkımızdır! Bunaklar ve cahiller defolsun!” diye haykırıştıktan sonra birbirlerine şiirler okumaya başlarlar. Birincisi, şimdiye kadar yapılanlarla kıyas kabul etmeyecek derecede nefis ve bütün yeni edebiyatın ruhunu iki mısrada özetleyecek bir şiir okuyacağını, bunun tabii ki bir şaheser olduğunu söyledikten sonra: Döner kebap Dönmez olsun


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

şiirini okur. Öbürleri “Harika! Mucize!” diye bağrışırlar. İçlerinden birinin “Bunu tek başına mı yazdın? Tek imza ile mi neşredeceksin?” sorusu üzerine, şiiri okuyan, “Hayır,” der, “o şeref bana fazladır; zaten ilham eden de sensin. Çift imza ile ikimizin imzalarıyla basarız.” Nargile içmekte olan şair, marpucu mânâlı mânâlı sallayarak “Hakkınız var!” diye araya girer: “Siz bu şiirle ‘Ağaca bir taş attım/ Taşımı ağaç yedi’ ve ‘Gözlerim/ Gözlerim nerede?/ Şeytan aldı, götürdü/ Satamadan getirdi’ şedövrlerini gölgede bıraktınız.” Öbürleri nargileliye, “Fakat senin şaheserine varamadık. Ah, o ne dâhiyane, mutlak ve ebedî bir eserdir. Hep birden tekrar edelim!” der. Hepsi birden ayağa kalkar, birbirlerinin elinden tutup goygoycular gibi sıraya dizilirler. Önce nargileli şair, kalın, mehabetli bir papaz sesiyle Sidharta buddhâ! Myagrodhâ! mısralarını ağır ağır okur. Daha sonra ötekiler bir ağızdan, seslerini kiliselerdeki ilâhici çocuklar gibi tiz bir ahenkle ve gittikçe yükselterek üç kere haykırırlar: Om mani padme hum! Om mani padme hum! Om mani padme hum! “Küllük Akademiyası” Necip Fâzıl da Son Telgraf gazetesinde 16 Temmuz 1939 tarihinde çıkan “Küllük Akademiyası” başlıklı yazısından anlaşıldığına göre, Küllük’te kendisi hakkında yapılan dedikodulara, özellikle aleyhinde konuşan Ahmet Hamdi Tanpınar’a çok öfkeliydi. Söz konusu yazısında, o tarihte henüz önemli eserlerinden hiçbirini yazmamış olan Tanpınar’dan “masasındaki iki kişinin on misli kadar bir zümrece tanınmış ve tanyeri ağarırken pınar başında doğmuş bir şaircik” diye söz etti. Aynı gün, Peyami Safa’nın da Cumhuriyet’te “Muharrir Dedikodu-

su” başlıklı bir yazısı çıkmıştı. Necip Fâzıl’ın ertesi gün övgüyle söz ettiği bu yazıda, oturup yazı yazmak, eser vermek yerine, kahve ve lokanta köşelerinde dedikodu üretenler eleştiriliyor ve “en beğendikleri muharrirlerin en münakaşa götürmez kıymetlerini hart hart” ısıran kuduzlardan söz ediliyordu: “Çekiştirilen adam uzak bir masadaysa iyi; kapıdan dışarıdaysa daha iyi; ölmüşse çok daha iyi. Çünkü bunların maksadı ne tenkit, ne ıslah; sadece tahriptir ve mukavemetleri madde halinden çıkıp gölge haline düşmüş insanları, yani gaipleri seçerler.”

Ağustos 1941’de çıkar. Görebildiğim kadarıyla, Küllük dergisine sadece Yusuf Ziya’nın beşinci sayıda yayımlanan “Gençlik ve Çınaraltı” başlıklı yazısında sataşılmıştır: “Daha ilk sayılarında, kâğıtları fikirlerinin leşine kefen olan fesat mecmualarına karşı Çınaraltı’yı karşılayan büyük alâka…” Bu cümlenin Küllük’ü mekân tutan genç edebiyatçı neslini çok rahatsız ettiği, Arif Dino’nun

Bu yazılar, aslında Küllük’teki çatışmanın ne kadar derinleştiği konusunda önemli ipuçları taşııyordu. Hasan İzzettin Dinamo, Edebiyat Anıları’nda, Nihal Atsız’ın hemen her gün beş on metre ileride karşılarına oturup gövde gösterisi yaptığını söyler. Bir süre sonra, Akbaba mizah dergisini de çıkaran Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçüler, Bayezid Camii’nin kuzey tarafını güneye, yani Çınaraltı’nı Küllük’e tercih etmeye başlarlar. Bu tercih, ilk sayısı 9 Ağustos 1941 tarihinde çıkan ve “Türkçü” bir çizgide yayın yapan, Peyami Safa ve Nihal Atsız’ın da yazarları arasında yer aldığı derginin ismini belirleyecektir: Çınaraltı.

Yusuf Ziya’nın “fesat mecmuası” dediği ve ilk sayısı çıktıktan sonra kapandığını ima ettiği, ismini Küllük Kahvesi’nden alan Küllük, yirmi sayfalık büyük boy bir dergidir; kapağında Abidin Dino’nun Küllük ortamını büyük bir ustalıkla tasvir ettiği çarpıcı bir kompozisyon yer alır. Kim tarafından yazıldığı belirtilmeyen ve “Küllük bir kahvedir” cümlesiyle başlayan “Küllük Beyannamesi”nde,

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Akbaba Çınaraltı’nda leş yesin! şiirinden anlaşılıyor. Çıkar Çıkmaz Kapatılan Dergi

Dinamo, kendilerinin Küllük dergisini çıkardıkları sırada Orhan Seyfi’nin de Çınaraltı’nı çıkardığını ve kendilerine “Bugünlerde yeni bir dergi daha çıktı: Küllük! Küllük, yani çöplük. Tam kendilerine yakışır bir ad. İçindeki yazılar da zaten bu çöplüğe yakışır şeyler!” diye ağız dolusu küfrettiğini iddia ediyor. Ancak Küllük’ün ilk ve tek sayısı Eylül 1940’ta, Çınaraltı’nın ilk sayısı ise aşağı yukarı bir yıl sonra, 9 Arif Kaptan’ın çizgiler

iyle Küllük

21


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

kahvenin tarihçesi kısaca özetlendikten sonra yüzyıllarca saraya karşı “halk sanatının kalesi” olan kahvenin Türk toplumu için taşıdığı önemden söz edilmektedir. Beyannamede, son zamanlarda “kolektif sanatın ocağı” olma vasfını büyük ölçüde kaybeden kahveye, dolayısıyla halka dönmek gerektiği, “Türk sanatının büyük ızdırabı olan halktan ayrılmış olmak faciası”ndan kurtuluş için başka çarenin bulunmadığı ifade edilir. Sadri Ertem’in kahveden yola çıkarak “iman yerine müsbete, fikrin ve felsefenin rehberliğine” inandıklarını ifade ettiği ve “halkçı sanat”ın felsefesini yaptığı “Küllük” başlıklı yazısıyla Zahir Güvemli’nin “Küllükoloji” yazısı aynı sayfada kullanılmıştır. Güvemli, mizahî bir dille Küllük isminin etimolojisi üzerinde durduktan sonra, Küllük bibliyografyası hakkında bilgi vermektedir. Yazının bu bölümünde önce Sıtkı Akozan Küllükname’sinden söz edilir. Nurullah Ataç da Haber’deki bazı yazılarında Küllük’ten söz etmişse de önemli değildir. Asıl önemli yazı, Güvemli’ye göre, Necip Fâzıl tarafından yazılmıştır. Son Telgraf gazetesinde yayımlandıktan sonra şairin Çerçeve isimli kitabına da giren “Küllük Aka-

22

demiyası” başlıklı bu yazı sayesinde profesör vekili Ahmet Hamdi Tanpınar meşhur olmuştur. Güvemli burada bir dipnot düşerek Sıtkı Akozan’ın Ses dergisinde yayımlanan “Terkib-i Münebbit” adlı şiirindeki “Sormadan Yahya Kemal’e Tanpınar’ı kim bilir” mısraını hatırlatır. Necip Fâzıl’ın söz konusu yazısında, birçok Küllük müdavimini isimlerini zikretmeksizin hicvettiğini, bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin kendisine başvurmaları gerektiğini söyleyen Güvemli, Cavit Yamaç’ın Ses’te çıkan “Gölge Çiftliği” başlıklı yazısını da hatırlatarak bu genç yazarın “hakiki telâkkisini serlevhada hülasa etmiş” olduğunu söyler. “Küllükoloji”de bazı önemli bilgiler de var. Küllük Kahvesi ortaya çıkmadan önce, Sultanahmet’te, Defterdarlığa sapan köşedeki setli sıra kahvelerin Akademi ismiyle aynı görevi yaptıklarını, çünkü Darülfünun’un bazı bölümlerinin yanan Adliye binasında bulunduğunu söyleyen Güvemli’ye göre, ilim ve kültür ocakları Beyazıt’ta toplanmaya başladıktan sonra Sultanahmet kahveleri gözden

düşmüş ve Bayezid Camii’nin türbe kapısı tarafındaki ağaçlıklı bölge bir cazibe merkezi haline gelmişti. Aşağı yukarı iki yüz metrekarelik bir alanı işgal eden bu bahçede, yedi kahveci ve bir lokanta, yani Emin Efendi Lokantası faaliyet gösteriyordu. Asaf Hâlet Çelebi’nin “Mısrı Kadim” şiiriyle yer aldığı Küllük’ün üçüncü sayfasında, ismi yeni yeni duyulmakta olan genç bir şairin, Orhan Veli’nin “Tahattur” şiiri de iri puntolarla yayımlanmıştı. Abidin Nesimi’ye göre, Küllük, bu şiirde, barut alım satımında yapılan yolsuzluğa (“Barut İrtişası”) imada bulunulduğu; Hasan İzzettin Dinamo’nun yazdığına göre de Hasan Âli Yücel’le sevgilisinin hedef alındığı gerekçesiyle kapatılmıştı. Dinamo, asıl kapatılış sebebinin tam olarak anlaşılmadığını, fakat Hasan Âli Yücel’in “temelli bir rol oynadığı”dan şüphe etmediğini söyler. Sıtkı Akozan’ın Küllüknâme’sinde adı geçenlerden biri olan Hasan Âli’nin bu kahvede doğan bir dergiyi kapattırmış olması şaşırtıcıdır. Tabii, Fransa’yı bile on beş günde dize getiren Al-


TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

man ordularının sınırlarımıza dayandığı gerçeği göz ardı edilirse… Küllük Kahvesi’nin Son Demleri Küllük Kahvesi’nin gazeteci müdavimlerinden Bedii Faik de hatıratında bu kahvenin Demokrat Parti kurulduktan sonraki havasını tasvir eder. O yıllarda bazıları için okudukları fakültelerden bile daha önemli olan Küllük’te 1946’dan sonra neredeyse sadece politika konuşulduğunu söyleyen bu ünlü gazetecinin anlattığına göre, pişpirikçiler kâğıtlarını “Al bu da CHP’nin canına!” diye bağırarak masalara çarpmaya, bezikçiler vidolarını “Celal Bayar için ikinci, üçüncü” diyerek çekmeye başlamışlardı. Sohbet gruplarında ise heyecanlı siyasî tartışmalar cereyan ediyordu. 1946 seçimlerini sonuçların İstanbul’da CHP lehine ayarlayan Cevdet Kerim İncedayı hakkında söylenen “Rızk için Allah Kerim, fısk için Cevdet Kerim” sözü Küllük’ten yayılmıştı. O zamana kadar Edebiyat Fakültesi dedikodularını Küllük’e taşıyan ve önüne gelene Abdülkadir Karahan’la Ahmet Caferoğlu hakkında yazdığı ince hicviyeleri okuyan Kasım Küfrevî bile değişmiş,

Karahan’dan çok Şükrü Saraçoğlu’nu hicvetmeye, Ahmet Caferoğlu aleyhinde konuşmak yerine de doğuda Celal Bayar’a desteğin nasıl çığ gibi büyüdüğünü anlatmaya başlamıştı. Ahmet Hamdi Tanpınar da Küllük’te artık daha fazla görünüyor, edebiyat ve felsefeden değil politikadan söz ediyordu.

Ayvazoğlu, Beşir, Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi, Kapı yayınları, İstanbul 2010.

Demokrat Parti, iktidara gelmeden atmosferini etkilemeye başladığı Küllük Kahvesi’ni, iktidara geldikten sonra başlattığı imar hareketlerinin önemli bir safhası olarak Beyazıt Meydanı’da yaptırdığı düzenleme çalışmaları sırasında ortadan kaldırdı. Civardaki kahvelere dağılan müdavimlerin Küllük’teki havayı bir daha bulamadıkları biliniyor. Uzun süre lezzetli hatıralarıyla müdavimlerinin hafızalarında yaşan Küllük, şimdi ise hatırat kitaplarında nefes alıp veriyor.

Birinci, Ali, “Kesriyeli M. Sıtkı ve Küllükname’si”, Müteferrika, nr. 19, Yaz 2001-1.

Kaynakça

Büyükşekerci, Hilmi, “Marmara Kahvesi”, Adam Sanat, Nisan 1989.

Akı, Niyazi, “Bir Zamanlar Beyazıt Meydanı”, Yeditepe, nr. 164, Aralık 1969.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Ayvazoğlu, Beşir, Kahveniz Nasıl Olsun, Kapı Yayınları, İstanbul 2011. Ayvazoğlu, Beşir, Üçüncü Tepede Hayat, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2012.

Birsel, Salah, Kahveler Kitabı, Koza Yayınları, İstanbul 1975. Buğra, Tarık, “Küllük”, Tercüman, 6 Ekim 1974. Buğra, Tarık, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Yenilik Yayınevi, İstanbul 1952. Büyükşekerci, Hilmi, “Küllük Kahvesi”, Adam Sanat, Mart 1987.

Akozan, Sıtkı: Küllüknâme, İstanbul 1936.

Dinamo, Hasan İzzettin, İkinci Dünya Savaşı’nda Edebiyat Anıları, İstanbul 1984.

Ataç, Nurullah: “Küllük’te Saatler”, Haber, Temmuz 1937.

Dino, Güzin, Gel Zaman, Git Zaman, Can Yayınları, İstanbul 1991.

23 Küllük Kahvesi


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK EDEBİYATININ KÜLLÜK DEVRİ / Beşir AYVAZOĞLU

r. nı va ükkâ d p a ­ n kit rı t ö , a k la oder t a p a c tları, h a n ­ 43 m y a a d a i ’n n u şmsel el san fşan, m te­ rşısı o a k Ç e flar birer e gelenek cilt, zer him Mü e r­ Saha , biz s a ilen dan ayı­ rendu , tezhip le ri, İbr asılan e nda d a e m e b ı r , k or or ha s hazırlar u ve e b tü r ö rn e a f ı n d a n ş b a skısilene­ a D ğl ır. y a ka t a r ını e ta lar serg ı’nın v i vardkitaplar rkmeno verip ı r r p ıs fer m ü asılla taş kalı la r Ç a rş Res­ arın d iyor T s tç a sela hiç k o ­ n f k erin o iye ap p a ­ lk ullanıla ıc a S a h a y a n ıla ra apılan r e t rız” sıra d a d 24 ş y r a k it mü . A y l a r ı n a d f ı n d a n n o lo jik k m o iren b ir rlanm ış lıyor. e c k ro le­ a g zı ta ra ak. ğ ra f çeri adan ha a ra s ın ı a f ilişki bir f o to Onur b lo la r d a yer ala c ün n p g n uşm i verip ü ş te ri-e s i, büyük sır­ sam lıboya ta sergide şıd a üç im ­ ketinte bu m selleştiğ leştiği a a n ­ yağ ın a gö re iy le ça r 10 in d ir İş en er ek ras a %

Ediboğlu, Baki Süha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları, İstanbul 1968. Faik, Bedii, Matbuat Basın Derkeeen Medya I, Doğan Kitapçılık, İstanbul 2001. Giz, Adnan-Sertoğlu, Midhat, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi”, Hayat, nr. 21-33, 19 Mayıs-11 Ağustos 1977. Ilgaz, Rıfat, Yarenlik, İstanbul, 1943. Kaplan, Mehmet, “Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar: Yaşasın Sanatta Müsavat, Kahrolsun Sanat Firavunları”, Vatan, nr. 297, 19 Haziran 1941. Karay, Refik Halit, Üç Nesil Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul 1943. Kemal Tahir, Yol Ayrımı, Sander Yayınları, İstanbul 1971. Kısakürek, Necip Fazıl, Çerçeve, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul 1940. Nesimi, Abidin, Yılların İçinden, İstanbul 1977. Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2001. Öngör, Sami, Geçen Yılları Düşündükçe, Tekin Yayınevi, İstanbul 1987. Öztürk, M., “Küllük’te Bir Sanat Münakaşası”, Gökbörü, nr. 5, 15 Ocak 1943; nr. 6, 1 Şubat 1943. Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Varlık Yayınları, İstanbul 1966. Safa, Peyami, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul 1949. Safa, Peyami, “Muharrir Dedikodusu”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 1939. Selener, Necdet, “Bir Zamanlar Lokantalar 7: Kültür Hizmeti Yapan Lokanta”, Milliyet, 19 Aralık 1987 Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, Hilmi Kitabevi, İstanbul 1948. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1961. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1000 Temel Eser: 5, İstanbul 1969. Yamaç, Cavit, “Gölge Çiftliği”, Ses, nr. 4, Eylül 1939.




AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI Söyleşen:

Müslüm YILMAZ

Kıraathanelerin sohbete ihtiyaç duyan entelektüellerin toplanmalara imkân vermesi onların, zamanla, hem yapı hem de mekân değiştirip Beyoğlu’daki pastanelerde yuvalanmalarına sebebiyet verdi. Bu esaslı bir dönüşüm idi. Çünkü, çayın yanına pastalar gelince sohbetler de lükse kaçan servislerle farklı bir görünüm aldı. Kıraathanelerin mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na taşındıklarını zannetmiyoruz. Tuzu kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri, Garp dünyasıyla olan fikri temasları, onları Beyoğlu’ndaki pastahanelerde bir araya getirdi. Bu kendiliğinden bir oluşumdu.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

İstanbul bir dünya şehri, mega bir kent olarak, devamlı bir değişim ve gelişme içerisinde. Bu gelişimin hızı, 1970’lerden sonra, kabına sığmayan bir İstanbul yarattı. İstanbul’un içinde olup da İstanbul’u tanımak bu sebepten gitgide zorlaşıyor.

Sahhaflar Çarşısı, bey-paşa konakları olarak kendi içinde sınıflandırmak mümkün.

Osmanlı Devleti’nin bir muhassalası olan İstanbul, birçok medeniyet ve farklı kültürlerden de izler taşıyor. İstanbul’da yaşamak, İstanbul Türkçesini konuşmayı, tarihî köşe taşlarını, doğal güzellikleriyle bitki örtüsüyle onun manevi ikliminde solumayı bu şehir, sakinlerine bahşediyor. İstanbullu olmak, İstanbul beyefendisi ve hanımefendisi olmak, dilden ziyade kendini âdâb-ı muaşerette kendisini gösteriyor. İstanbul kültürü içerisinde yetişmek insana, bu topraklarda var olmuş bin yıllık Türk kültürüne de, vasıtasız sirayet etmesine vesile oluyor. Bu çerçevede, Ahmed Güner Sayar hocamızla İstanbul'un kütlür mekânlarını konuştuğumuz röportajı sizlerin ilgisine sunuyoruz.

Tanzimat öncesinde kıraathanelerin doğuşu, Türkiye’ye kahvenin gelişiyle başlamış. Kahve içilirken sohbetler zamanla uzamış, kahvehaneler bir kültür merkezi olarak öne çıkarak, çeşitli eğilim ve beklentileri bir arada tutan kültür mekânlarından biri olmuş. Tek bir kahvehane tipinden söz etmek mümkün değil. Bunlara, işlevleri gereği, dönemlerinin sivil-toplum kuruluşları benzeri olarak görmek, bazı bilhassa, Yeniçeriliğin ilgası öncesinde, politik muhalefetin billurlaştığı yerler olarak ele almak daha doğru olur.

Günümüzde "kültür mekânları" ifadesiyle tabir ettiğimiz yerlerin ortaya çıkışını anlatabilir misiniz? Osmanlı asırlarından Cumhuriyetli yıllara, kültürel bir susuzluk içerisindeki İstanbullular, birbirlerini arayıp bulup teselli etmek kadar, bilgilerini paylaşacakları, kültürel alışverişte bulunabilecekleri temas alanlarını meydana getirmiş. Osmanlı’nın formel eğitim kurumu olan medreselerin dışında, insanların bir araya gelip sohbet ettikleri, bilgi alışverişinde bulundukları yerler, zamanla Osmanlı mirası olarak, birer kültür mekânları haline gelmiş. Bu mekânları, kıraathaneler (kahvehaneler), pastaneler, kütüphaneler,

Bu mekânlar ne zaman ve nasıl birer kültür meclisine dönüşmüş?

Kahvehaneler, kendi aralarında çeşitlilik arz ediyor. Bazı kahvehanelerin, esnafın bir araya geldiği, işçi ve işverenin buluşma mekânı olarak bir hizmette bulunduğu görülüyor. Bu şekildeki kahvehaneler, giderek ayrışmaya yüz tutmuş bazı meslek kuruluşlarının, dolayısıyla iş arayanların gündelik iktisadi sıkıntılarına çare bulmak üzere devam ettikleri, mekân tuttukları yerlerdi. Kahvehanelerin kendi aralarındaki farklılarından bahsedebilir misiniz? Karagözcülerin, meddahların, hatta tulumbacıların mekân tuttukları kahvehaneler farklıydı. Mesela, iş bulmak için tulumbacı kahvesine gidilirdi. Bir de Yeniçerilerin gittiği kahvehaneler vardı. Tanzimat öncesinde buralarda, bazı sadrazamların ve devlet erkânının icraatları kıyasıya eleştirilirdi. Buraları, bir manada, eleştirirken tezvirin de bolca boca edildiği siyasi yerlerdi. 1826’da Yeniçeriliğin kaldırılması ile birlikte o kahvehaneler de ortadan kalktı. Ayrıca, âşık kahvehaneleri vardı. Bunlara, semâî kahvehaneleri de denirdi. Semaî kahvehaneleri, daha ziyade Kapalıçarşı-Nuruosmaniye ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bulunduğu sokakta, Divanyolu Caddesi yakınlarındaydı. Tavukpazarı denilen bu mahalde sıralanan kahvehanelerde âşıklar, ellerinde sazlarıyla gönüllerine düşenleri kendi aralarında dolaştırarak, bazı hallerde atışarak ya da mizah yollu takılarak dile getiriyorlar, hasbî bir şekilde, bir geleneği canlı tutmanın gayreti içinde bulunuyorlardı. Âşık geleneği, sözlü kültürün, halk edebiyatının bir parçası olarak Tavukpazarı’ndaki kahvehanelerde yaşama mücadelesi vermişti. Kahvehanelerin zamanla nasıl bir değişime uğradığından söz edebiliriz?

Ahmed Güner Sayar

28

Zaman içerisinde, kahvehanelerdeki söz konusu toplanmalar, bilhassa Tanzimat sonrasında, okuma ve yazmanın ve Batı’nın yükselişi karşısında çehre değiştiriyor. Ayakta durabilmek için değişimin hassasiyetine inananlar, kahvehanelerden bazılarını kıraathane haline getiriyorlar.


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

Kültür mekânı olan kıraathaneler deyince aklınıza hangileri geliyor? Bunların başında, Serafim Kıraathanesi geliyor. Yeni Osmanlılar dediğimiz gruplaşmada, Namık Kemal, Ebuzziya Teyfik, Agâh Efendi gibi münevverlerin daha ziyade gittiği kıraathane burasıdır. 19. yüzyıl ortalarında, biraz mübalağalı bir rakam ama, beş ilâ on bin kadar kitabın bu kıraathanede bulunduğu rivayeti vardır. Serafim Kıraathanesi’nin dışında Şehzadebaşı’nda şöhretli bir çayhane var; Hacı Reşit Efendi'nin Çayhanesi. Şöhreti çok yaygın, ancak 1908’den sonra ismi çok fazla duyulmuyor. Buranın Mehmed Akif Ersoy, Babanzâde Ahmed Naim Bey gibi birçok müdavimi var. II. Abdülhamid döneminde yasaklı olan gazeteler ve diğer neşriyat el altından burada elden ele aktarılıp okunuyor. Şehzadebaşı’nda, gene aynı muhitte, Yavru’nun Kıraathanesi adıyla anılan bir yer vardı. Burada sadece çay içiliyor ve sohbet ediliyor. Buraya gelenler, Mükrimin Halil Yinanç, Fuat Köprülü gibi mühim akademisyenler ile buranın tiryakileri olan kültür insanları idi. Yavru’nun Kı-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

raathanesi’ne ait bilgileri rahmetli Ali Öztaylan’dan dinlemiştim. Bu zât, Bandırma’dan her ne zaman İstanbul’a gelse, görmek istediği kişilerin başında Neyzen Tevfik gelmekteydi. Bu kıraathane, Neyzen Tevfik’in adeta ikinci bir adresi gibiydi. Eğer, Neyzen’in keyfi yerindeyse, orada bir küçük konser verir, yapılan sohbeti neyi ile taçlandırırdı. Bunun dışında, dillere destan bir kıraathane de Beyazıt’taki Küllük’tür. Küllük’ün asıl şöhreti 1930’larda ortaya çıktı. 1940’lı yıllardan sonra burası, daha çok genç edebiyatçıların buluştukları, üniversiteden çıkan öğrencilerle bir araya geldikleri bir yer oldu. Bu meyanda, II. Dünya Harbi’nin yarattığı iktisadi sıkıntılar Küllük’ün profilini değiştirdi. Bilhassa burada toplanan ehl-i tarîkin dağıldığı görülüyor. Yanında, Emin Mahir Efendi’nin dillere destan bir lokantası vardı. Bu lokantada, gayet ucuz yemek verilirdi. Küllük’ün etrafındaki kütüphaneler ile Sahhaflar Çarşısı, merkezde kültür adacıkları oluşturmuştu. Beyazıt’taki Küllük Kahvesi kapandıktan sonra, buranın müdavimleri olan sohbete teşne kültür insanlarının önemli bir kısmı Marmara Kıraathanesi’ne yönelmişti. Buradaki 29


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

isimli derginin etrafında toplanan, aralarında Ali Mümtaz sohbet merkezli kümeleşmenin üyelerine Marmaratör deArolat, Hasan-Âli Yücel, Mustafa Nihat Özön, Necmeddin nilirdi. Sohbetler, ağırlıklı olarak tarih, edebiyat, tasavvuf Halil Onan ve Ahmed Hamdi Tanpınar'ında bulunduğu ve güncel siyaset üzerine olurdu. Oluşan sohbet halkagenç şair ve yazarların sürekli sında ya da Marmaratörler İkbal Kıraathanesi’nde, Yahya arasında bilhassa üç münevver bir sacayağı teşkil ederek Kemal’in koruyucu kanatları Tanzimat öncesinde kıraathanelerin öne çıkıyor ve bir sohbet ikaltında, toplandıkları, tarihdoğuşu, Türkiye’ye kahvenin gelişiyle liminin doğmasına katkıda ten edebiyata derin sohbetlerde bulundukları görülüyor. bulunuyordu. Bu isimlerden başlamış. Kahve içilirken sohbetler Kurtuluş Savaşı sırasında, ilki, 27 Mayısçı bir subay olan zamanla uzamış, kahvehaneler bir İkdam gazetesinde çalışan Dündar Taşer, ikinci isim Oskültür merkezi olarak öne çıkarak, manlı tarihçisi Konyalı Ziya Hasan-Âli Bey, cepheden geçeşitli eğilim ve beklentileri bir arada len haberleri sıcağı sıcağına Nur Aksun, diğeri de akadetutan kültür mekânlarından biri misyen Erol Güngör’dü. Bu burada aktarırdı. Bu mühim olmuş. kişilerden her biri, birbirini gruplaşmadan öte, İkbal Kıraathanesi’nde Osmanlı’dan tamamlayan isimlerdi. Bazen Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Kıraathane’ye Sahhaflar de, buranın müdavimlerinin profiline baktığımız zaman, Şeyhi Hacı Muzaffer Ozak gelirdi. Onun gelişi ile sohbetler hemen tasavvufa doğru yönelirdi. Müdavimler, Margüngörmüş, umur sürmüş insanlar, II. Abdülhamid dömara Kıraathanesi’ne adeta koşarcasına geliyorlar, hasbi neminden mütekait subaylar, kılıç artıklarını görüyoruz. sohbetlerin oluşturduğu fikirler ikliminde, bir çay karşılığı Onlar, harp hatıralarını, anılar yumağını çözerek, burada o doyumsuz sohbetlerden müstefit olarak kendi kültürel anlatıyor ve bir kültür alışverişinin doğmasına sebep oluyorlar. dünyalarını inşa ediyorlardı. Demek ki, sohbete ihtiyaç duyuyorlar. Marmara Kıraathanesi’ne gitmeyenler, Lâleli’ye Beyazıt merkezli kültür mekânlarını bırakıp Cağaloğlu– yakın, Acem’in Kıraathanesi olarak bilinen yerde toplanır, Hocapaşa eksenine geçince, burada dikkate değer bir bilhassa sözün sahibi Mükrimin Halil Yinanç’ın dillere deskıraathane ile karşılaşıyoruz. Ankara Caddesi’ndeki Metan Selçuklu tarihi ağırlıklı sohbetinden müstefid olurlardı. serret Kıraathanesi’nin profili ise diğer kıraathanelerden farklı idi. Buraya, daha ziyade, Ankara Caddesi’ne kümeDiğer önemli bir kıraathane de, Nuruosmaniye’de İkbal lenen gazete idarehanelerindeki gazeteciler gelirdi. MeKıraathanesi’dir. Bu kıraathane 1970’lere doğru, daha ziyade yazar Orhan Kemal ile meşhur olmuş. Ancak, Ahmed serret Kıraathanesi’nin işlevi neredeyse tamamen güncel Hamdi Tanpınar’ın anılarının aydınlığında, Aziz Üstad Yahpolitikaya odaklanmış olmasıydı. ya Kemal’in İkbal Kıraathanesi’nde başköşede bir yer aldıKıraathanelerin sohbete ihtiyaç duyan entelektüellerin ğını, sohbeti koyulaştırdığını öğreniyoruz. 1921’de, Dergâh toplanmalara imkân vermesi onların, zamanla, hem yapı hem de mekân değiştirip Beyoğlu’daki pastanelerde yuvalanmalarına sebebiyet verdi. Bu esaslı bir dönüşüm idi. Çünkü, çayın yanına pastalar gelince sohbetler de lükse kaçan servislerle farklı bir görünüm aldı. Kıraathanelerin mütevazı müşterilerinin Beyoğlu’na taşındıklarını zannetmiyoruz. Tuzu kuru, müreffeh sınıfın entelektüelleri, Garp dünyasıyla olan fikri temasları, onları Beyoğlu’ndaki pastahanelerde bir araya getirdi. Bu kendiliğinden bir oluşumdu. Çayın yanına gelen pasta, Batı’da şekillenmeye başlamış fikirlerin sohbeti sürdüren mutavassıtlar tarafından sohbete katılanları bilgilendirmeye ve tartışmaya kapı açtı. Baylan, Markiz, Lebon, Nisuaz ve Pelit pastaneleri bu cümledendir. Kuru muhabbetin sulandırılması, daha sonra maddenin zenginleşmesi ile başka bir damara geçti. Çay, sonra çay-pasta derken uzun soluklu sohbetler Beyoğlu’nun bazı meyhanelerine taşındı. Beyoğlu Asmalımescit’te, Nil, Bacı, daha sonra Yakup ismindeki lokantalar, entelektüel anlamda sohbet edilen, fikirlerin tartışıldığı yerler oldu. Yahya Kemal, Park Otel'de 30


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Rahmetli Sabri Ülgener’den duyduğum kadarıyla, Salı akşamları, İstanbul Üniversitesi’nde görev yapan, Hitler’in idaresinden kaçmış Alman akademisyenlerin tertip ettiği, aralarına bazı Türk hocaları da davet edildiği bir ilim meclisi vardı. Bu mekâna dahil olmanın şartı, bir programa bağlı olarak, katılımcıların bir kitap okuması ve kitabın üzerine o toplantıda konuşulmasıydı. Bir de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki toplanmalardan söz edebiliyoruz. Buraya, Mükremin Halil Yinanç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ali Nihat Tarlan, Rıfkı Melül Meriç ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi, 1900 kuşağına mensup, üniversite de görev yapan akademisyenler gelirdi. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Raif Yelkenci'ye imzaladığı Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi nüshası. Pek aziz ve muhterem Şeyh-ül-kutup Raif Yelkenci Beyefendi'ye tilmiz ermeganı. İ. H: Uzunçarşılı, 9.11.1967

Bey-paşa konaklarındaki kültür meclisleri hakkında bize neler anlatabilirsiniz? Bey ve paşa konakları, içinde hem musiki meşklerinin yapıldığı hem de farklı gecelerde, kültürel sohbetlerin yapıldığı yerlerdi. Bunlardan en meşhur olanı İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl [İnal]’in konağıydı. İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl Bey, son Osmanlıdır. Konağında, hüsn-i hat ve yazma nadide kitaplarla çevrili bir salonda, musiki meşk edilir ve ilmî sohbetler yapılırdı. Konaklardaki, bir takvime bağlanmamış bu tarz toplanmaları çoğaltmak mümkündür. 1940’lardan sonra, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin başını çektiği, Fatih Eskiali’deki müze yavrusu evinde, bu defa bir programa bağlanmış ilmî sohbetlerin müdavimlerinden oluşan küçük bir topluluk katılırdı. Aralarında, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sabri Ülgener, Uğur Derman, Semavi Eyice, Fuad Bayramoğlu gibi isimlerin bulunduğu bu topluluk, muntazam aralıklarla birinin evinde toplanırdı. Toplantı günü, sıra kimde ise, ev sahibi yemek verirdi. Sonra, daha önceden belirlenmiş bir üye, görevi gereği, ilmî bir konuda konuşurdu. Mesela, Uğur Derman hat sanatı üzerine, Fuat Bayramoğlu Beykoz işi Türk cam sanatı üzerine konuşmasını yapar, bu minval üzerine sohbet de açılmış olurdu. Sabri Ülgener ise divan edebiyatı ustalarından hareketle, iktisadi zihniyet dünyamıza ışıklar salardı. İstanbul'da kültür mekânı olarak tanımlanabilecek oteller de vardı değil mi? Evet, kültür mekânlarının bir başkası da otellerdi. Beyoğlu, Tepebaşı’nda bulunan lüks otellerde varlıklı kimseler, küçük sohbet meclisleri oluştururdu. Yahya Kemâl Beyatlı’nın da bu şekilde, soluğu uzun düşmüş küçük bir meclisi vardı. Ayaspaşa’daki Park Otel’de bir araya gelinir, Yahya Kemal’in doyumsuz sohbetleriyle gece yarılarına kadar burada kalınırdı.

Söz Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gelmişken kütüphanenin hemen yanıbaşındaki, sizin yetişmenizde de büyük bir tesiri olan Sahhaflar Çarşısı’ndan bahsedebilir misiniz? Bu mekân, ilim dünyasının kalbinin gayri resmi olarak attığı bir yerdi. Sahhaflar Çarşısı, yalnız kitap, makale, risalenin alınıp satıldığı yer değildi. Bu mekân, sanki görünmeyen bir üniversite, hemen her dükkân da, birer minyatür sohbet meclisiydi. Çarşı’ya beklenmedik anlarda sürpriz kitap girişleri olurdu. Belki çoktandır aranılan bir kitap yığınlar içerisinde gelir, Sahhaflar’a düşerdi. Bütün yapılacak iş, diz çöküp, yığın halindeki bu kitaplar arasından bir şeyler bulup çıkarmaktır. Asıl söylemek istediğim hadise, Sahhaflar Çarşısı’ndan alınan her nadide kitabın bir hazine olduğu. Satılan eserle beraber, birer minyatür ilim ve tasavvuf meclisi haline gelen dükkânlarda, o eserin mütalaası yapılır, sohbete konu olurdu. Mesela, satılan Niyazi Mısrî Divanı ise, kitapçı Niyazi’den beyitler okuyor, dinleyenler buna eklemeler yaparak tasavvufi bir hava esmesine neden oluyordu. Çarşıda farklı öneme haiz dükkânlardan biri Raif Yelkenci'ye aitti. Bu dükkân nasıl bir kültür meclisiydi? Raif Yelkenci’nin sahhaf dükkânı çok önemli bir kültür mekânı idi. Bu mekâna kimler gelmiyordu ki, isimlere bakın: Fuad Köprülü, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Süheyl Ünver, Muallim Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, Mükremin Halil Yinanç, Ali Öztaylan, Samiha Ayverdi, Faik Reşit Unat, Fevziye Abdullah Tansel. Elbette bu liste rahatlıkla daha da uzatılabilir, şu kadar ki, ünlü müsteşrikler bile bu dükkânın müdavimleri arasındaydı. Bir gün, ünlü Selçuklu tarihçisi Mükremin Halil Yinanç, Raif Efendi’nin dükkânına geliyor. Açılan sohbette konu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna gelince Raif Efendi yerinden kalkıyor, raftan bir yazma kitap indiriyor. “Mükremin! Yanlış biliyorsun” diyor, o yazma kitabı okumasını

31


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

Raif Yelkenci'nin dükkânından bir manzara: (Soldan sağa) Raif Yelkenci, Hakkı Tarık Us, Osman Nuri Ergin, Kemal Salih Sel

istiyor. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin gayri-resmi bir vakanüvisi olan bu mühim tarihçimiz de, Raif Efendi’nin sohbetinden istifade edenlerden biridir. Efendi’nin kendisinin istifadesine sunduğu nadide yazma eserlerden dolayı kalbi ona şükran hisleriyle doludur.

ma esere ihtiyaç duyan akademisyen için bekletiyor. Şayet, Raif Efendi, servet anlayışının tipolojisi olan rasyonel iktisadi birey kafasına göre hareket etmiş olsaydı, dükkânı bir ilim meclisi hâline gelmez, tarih ve edebiyat araştırıcıları, onun sohbetinin tiryakisi olmazlardı.

Geçenlerde, Raif Yelkenci’nin torununun arşivinde bulunan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yazdığı bir kitabın Raif Bey’e imzaladığı ithaf sayfasını gördüm. Şu satırları yazmış Uzunçarşılı: “Aziz üstadım Raif Yelkenci’ye öğrencisinden armağan.” Ord. Prof. Dr. ünvanını taşıyan akademisyenlerden, henüz doktora çalışmalarına başlayan ve bilgi peşinde koşan bu insanlar hep Raif Efendi’nin dükkânından geçiyor.

Bu büyük insanların hayatları yazılmadı, onlar da otobiyografik olarak bir şeyler kaleme almadılar. Oysa onların anıları derindi. Görülen odur ki, Türklerin garip bir hastalığı var. Şifahi kalıyorlar, yazmayı akledemiyorlar. Sohbette, dinlemenin verdiği rahatlık ve rehavet içerisinde, mest oluyorlar, fakat yazmıyorlar. Batılı bunu yapmıyor, kaydediyor, yazıyor. Türk kültür ikliminin bereketi Batı’da olmayacak kadar zengindir ve subjektif bilgi küresi, ağırlıklı olarak, varlığını ufak sohbet adacıklarda sürdürmenin çabası içindedir.

Hem oradaki sohbetlerden istifade edip müşküllerini çözüyorlar hem de kendilerine lâzım olan kaynaklara ulaşıyorlar. Kemal Erkel Bey, Raif Efendi’nin vefatı üzerine şu tarihi düşüyor: Hep kütüp etti dünya mâlini Dürdü Raif defter-i âmâlini İşte, bâki kalacak olan bu kubbede hoş bir seda bu olsa gerek. Oysa ölülerimizi toprağa gömüyoruz. Toprağın merhameti ne kadarsa o kadar. Ama görülüyor ki, bazı insanlar ölmüş olmalarına rağmen, yaşıyorlar. Raif Efendi’nin eline birçok yazma gelmiştir. Bu yazma eserlerden bazıları tek nüshadır. Mülkiyet anlayışı içerisinde, bir yaz32

Sohbetimiz esnasında bahsettiğiniz kültür mekânlarının büyük bir kısmı neden kayboldu? Her şey sonlanırken, musiki, hat ve şiir biterken, kısaca zevk-i selim küresinin içi boşalırken, bu boşalmanın akl-ı selimin bireyini kişisel çıkar alanına doğru götürmesiyle birlikte, sohbetler de hasbiliğini kaybetti, hatta, şairin dediği gibi; “Bir kuru sûret oldu ekser nâs” tevcihi, günümüzde, sinema, televizyon ve bilgisayarın da katkılarıyla, sohbeti bir çöl kuraklığının içine çekti. Esas boşluk buradadır. İşte bir toplumu payandalayan damarlardan biri de eski


AHMED GÜNER SAYAR İLE İSTANBUL’UN KÜLTÜR MEKÂNLARI / Müslüm YILMAZ

gücünü kaybetti ve tıkanmaya yüz tuttu. İnsanlar birbirleriyle fikir alışverişi yapıp arayıp bulup, birbirlerinin araştırmalarını azdırıp, bilgi alışverişini arttıracak coşkuları, ona kaynaklar sunacak, bilgi verecek durumları kalmadı. Hele internet ortamı, sohbet yoluyla aktarılan bilginin içine sızan mistik boyutu, ruhaniyeti yok etti. Bu meyanda, kıraathaneler kahvehane çatısı altında kumara kapı açtı, okey oynanan salonlar haline dönüştü. Sahhaflar sarraflaştı. Netice itibariyle, kişisel çıkar, ya da paranın yaptırım gücü, sohbete açık insan-insan ilişkilerini de yaraladı. Osmanlı asırlarının zevk-i selimi, kalb-i selimi yerini Cumhuriyetli yıllarla beraber ortaya çıkan yarım yamalak rasyonel iktisadi bireye bıraktı. Diyeceğim şu ki, rasyonelliğin peşinde koşan insan, sohbet iklimini kaybediyor. Türk kültür fırını, dünün bereketli ve lezzetli kültür ekmeğini artık eskisi gibi üretemiyor. Yahya Kemal’in deyimiyle, Dil var mı kahr-ı dehr ile vîrân edilmedik Beytü’l-hazen mi kaldı perîşân edilmedik Bu beyitle Aziz Üstât Yahya Kemâl Bey, bir monarşinin sahneyi terk etmesiyle birlikte topyekûn bir bitişi noktalıyor. Bu kültürün ürünü olan insanlara, hamdolsun, yetişip istifade ettik. Onlar, mahfiyetkâr ve hasbî insanlardı. Meşk zincirinden gelen insanlar oldukları için çıkar gütmeden isteyenlere bildiklerini anlatırlardı. Bir neyzen hoca, talebesine ney üfletecekse talebesinden para almıyordu. Sohbetler hasbi idi, sohbetten akan bilgi teklifsizdi, do-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

layısıyla, bereketliydi. Bu insanlar, sohbetlerini Allah için yapıyorlardı. Süheyl Ünver Bey’in bir sözü var: “Biz alırız satarız kâr yapmayız” derdi. Üzülerek ifade edelim ki, eski kültür mekânlarımız kayboluyor. Kahvehaneler artık farklı fonksiyonlarda kullanılır hâle geldi. Sadece çay içilip sohbet yapılan yerlerin de çok az olsa var olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki, bunların günümüzde sohbet mekânları olarak ortaya çıkmış bir şöhretleri yok. Bilebildiğim kadarıyla sadece Üsküdar, Altunizâde’de içi kitap dolu eski bir konak, Kitaplı Kahve adıyla hizmet veriyor. Bu meyanda, Beyolu’nun birer kültür mekânına dönüşen ünlü pastaneleri de kabuk değiştirerek kazanç yerleri haline döndü. Bey-paşa konakları kalmadı. Sahhaflar Çarşısı da geldiğimiz bu noktanın hazin akıbetinden, kişisel çıkarın kör kazmasından kendini kurtaramadı, Çarşı’da artık Naima Tarihi satılmıyor. Bu cins kitaplar nadir eserler olarak müzayede salonlarında açık artırma ile alıcı buluyor. Günümüzün Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, daha çok üniversite test kitapları ile turistlere hitap eden objeler var. İktisat okuyan ve okutan bir insan olarak kişisel çıkarın işlevini reddetmiyorum. Çıkar esaslı iktisadi faaliyetler hayatın mühim bir parçası. Bu doğru, fakat, kitap alıp satmak herhangi bir iktisadi meta satmak gibi bir faaliyet değildir. İnsan, kitap satarken de alırken de kitaptan lezzet almalı. Kitabın içinde başka şeyler var. İnsanla Allah arasındaki bağlantının kitap olduğu düşüncesindeyim. Batılılar bu işin neresindeler onu kestiremiyorum.

A. Süheyl Ünver

33



MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ

Dr. Sakin ÖNER Yazar

Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu bir havası vardı. Bir müddet sonra hayatınızın ayrılmaz bir parçası oluyordu ve her gün oraya uğramadan edemiyordunuz. Onun bu çekiciliği entelektüel atmosferinden kaynaklanıyordu. Buranın müdavimlerine “marmaratör” deniyordu. Bu sıfatı bulanlar, biraz da 1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza giren “senatör” kelimesinden esinlenmişlerdi. Herkes bu sıfattan çok memnundu, bu sıfatı almak sanki o kişilere bir kariyer kazandırıyordu.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER

Bugünkü kahveler, kafeler, dünün kıraathaneleriydi fakat kıraathaneler, bugünkü muadilleri gibi, sadece çay kahve içme, oyun oynama, magazin ve spor sohbetlerinin yapıldığı mekânlar değildi. Buralarda kitap ve gazete okunur, fikir ve sanat sohbetleri yapılır, memleket meseleleri tartışılırdı. Bazı zamanlarda halk ozanları konserler verir, ramazanlarda meddahlar kıssalar anlatır, taklitler yapardı. Oraların müdavimleri hem dinlenir, hem eşiyle dostuyla görüşür, hem de bir şeyler öğrenmiş olurdu. Özellikle bu tarz çok işlevli kıraathaneler şehir merkezlerinde bulunurdu. Geçmişte İstanbul’da bu tarz kıraathanelerin sayısı çoktu. Bunların en meşhurlarından biri de, İstanbul’daki Marmara Kıraathanesi idi. Beyazıt Camii’nin karşısında Yeniçeriler Caddesi üzerinde Marmara Oteli, Marmara Sineması, Yümni Pastanesi ve İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği kompleksinin içinde yer alan bu kıraathanenin yanında Küllük Çay Bahçesi vardı. 1955 yılında yapılan meydan düzenlemesine kadar Beyazıt Meydanı’nda ise Küllük Kıraathanesi varmış. Küllük, zamanın şair, yazar, gazeteci ve sanatçılarının toplandığı bir mekânmış. Küllük bu işlevini ve müdavimlerini 1958 yılında açılan Marmara Kıraathanesi’ne devretmiş. Ben İstanbul’a 1965 yılında üniversite tahsili için geldim, birkaç ay sonra da Babıali’de Sabah gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladım. İstanbul’da ilk tanıştığım mekânlardan biri Marmara Kıraathanesi oldu. Müdavimlerin kışlık mekânı Marmara Kıraathanesi, yazlık mekânı ise Küllük Çay Bahçesi’ydi. Marmara Kıraathanesi’nin efsunlu bir havası vardı. Bir müddet sonra hayatınızın ayrılmaz bir parçası oluyordu

36

ve her gün oraya uğramadan edemiyordunuz. Onun bu çekiciliği entelektüel atmosferinden kaynaklanıyordu. Buranın müdavimlerine “marmaratör” deniyordu. Bu sıfatı bulanlar, biraz da 1961 Anayasası ile siyasi hayatımıza giren “senatör” kelimesinden esinlenmişlerdi. Herkes bu sıfattan çok memnundu, bu sıfatı almak sanki o kişilere bir kariyer kazandırıyordu. Marmara Kıraathanesi’nin girişindeki bir bölüm, Marmara müdavimleri için ayrılmış, onlar için özel bir mekân oluşturulmuştu. Marmaratör gruplarının neredeyse masaları bile belliydi. Kimi hangi köşede, hangi masada bulacağınızı bilirdiniz. Herkes bu yerleşimi benimsemişti ve herkes birbirinin yerine saygı gösterirlerdi. Kimse de bu masalara rastgele oturamazdı. Masanın kıdemli marmaratörlerinin zımni onayını alanlar, bu masalara önce dinleyici sıfatıyla katılırlardı. Gençler ya büyüklerin konuşmalarını tamamen dinler, bazen izin alarak merak ettikleri bazı soruları sorabilirlerdi. Marmara Kıraathanesi’nin kendine has bir âdabı vardı. Marmara Kıraathanesi, son derece temiz, nezih ve düzenliydi. Burada çalışan garsonların, Marmaratörlerle ilişkileri de son derece düzeyliydi. Garsonlar da onların diğer müşterilerden farklı olduğunu görürdü. Bir kısmı orada yapılan sohbetleri dinleyerek kendilerini geliştirmişlerdi. Marmaratörleri öyle tanırlardı ki; kimin ne içtiğini, nasıl çay veya kahve içtiklerini, içilen çayların paralarını kimin ödeyeceğini, kimin ödeyemeyecek durumda olduğunu önceden bilirlerdi. Beyazıt Meydan

ı


MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER

Erol Güngör

Muzaffer Ozak

Hilmi Oflaz

Ziya Nur Aksun

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Osman Akkuşak

Marmaratörlerin Profili Küllük ve Marmara Kıraathanesi’nin her sınıftan ve meslek grubundan müdavimleri vardı. 40’lı, 50’li yıllardaki Küllük’e daha çok zamanın ünlü şair, yazar, gazeteci ve akademisyenleri devam ederlermiş. 60’lı yıllarda bunlara siyasetçiler, fikir adamları, kanaat önderleri, bürokratlar, her meslekten halk filozofları, gençlik liderleri eklenmişti. Ayrıca, şoför, kitapçı, esnaf, avukat ve doktor gibi, çeşitli serbest meslek mensubu da bu entelektüel kadronun dinleyicileri arasında yer alırdı. Amma bunların ortak özelliği, kendini milli ve manevi meselelerde yetiştirmiş, ülke ve dünya aktüalitesini takip eden “ârifler” kategorisine mensup olmalarıydı. Bir kısmı “çarıklı erkanıharp” denilecek nitelikteydi. Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası yapılan bir “düşünce merkezi”, kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin yapıldığı bir “kültür merkezi”, iç ve dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin yıkıldığı ve kurulduğu, ihtilallerin yapıldığı bir “siyaset arenası” idi. Bu kıraathaneye gelenler, normal bir kıraathaneye uğrayan insanlar gibi değillerdi. Çoğu kendi alanında uzman, Sahaflar Çar şısı

okuryazar münevver insanlardı. Marmara kıraathanesine, sağ, sol her gruptan farklı görüşte insanlar gelirlerdi. Ortak özellikleri, hepsinin vatansever, milliyetçi ve inançlı olmalarıydı. Bunlar, burada fikir münazaraları, çeşitli konularda sohbetler ve tartışmalar yaparlardı. Marmara Kıraathanesi’nin diğer müdavimleri de, bu konuşma ve tartışmaları dikkat ve heyecanla dinlerler, bir kelimesini bile kaçırmamaya çalışırlardı. Her ne kadar, bu tartışma ve sohbetlerde her fikre müsaade edilse de, ateizm, sosyalizm ve komünizme pek hoş bakılmaz, bu akımlara karşı bir duruş sergilenirdi.

Muhittin Nalbantoğlu

Ahmet Güner Elgin

Marmara Kıraathanesi’nin entelektüel atmosferini besleyen üç kaynak vardı: 1. Üniversite, çalışan veya emekli üniversite Mümin Çevik hocalarının çoğunun bu semte yakın oturmaları. 2. Cağaloğlu’ndaki gazete ve yayınevleri, gazetecilerin ve yayıncıların sık sık buraya uğramaları. 3. Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı ve Beyazsaray İş Merkezi’ndeki tamamı dini ve milli kitap yayınlanan yayınevlerinin bulunduğu Kitapçılar Çarşısı. Marmaratörlerin meşguliyet alanları ve iş yerlerini incelediğimizde bunu açıkça görebiliriz. Önde Gelen Marmaratörler Marmara Kıraathanesi’nin 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların başındaki hatırladığım başlıca müdavimleri şunlardı: Akademisyenler: Osman Turan, İzzettin Şadan, Nuri Karahöyüklü, İbrahim Kafesoğlu, Prof. Saip Ragıp Atademir, Asaf Ataseven, Faruk Kadri Timurtaş, Nuri Mugan, Ahmet Nuri Yüksel, Erol Güngör, Mehmet Genç, Mehmet Çavuşoğlu, Nevzat Yalçıntaş, Mustafa Erkal, Emin Işık (İlahiyatçı), Alev Arık, İsmail Erünsal 37


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER

Şair, yazar, fikir ve sanat adamları: Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Ahmet Kabaklı, Galip Erdem, Ziya Nur Aksun, İsmet Zeki Eyüboğlu (Zebanî), Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya, A. Rahim Balcıoğlu, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Durali Yılmaz, Kadir Mısıroğlu Politikacılar: İlhan Egemen Darendelioğlu (Komünizmle Mücadele Derneği Genel Başkanı, komünist militanlarca şehit edildi), Dündar Taser (Milli Birlik Komitesi üyesi, 14’lerden), Osman Yüksel Serdengecti, Zeki Efeoğlu, Şadi Pehlivanoğlu, Hasan Korkmazcan, İhsan Toksarı (Vaiz), eski CHP Van Senatörü ve ünlü Çerkesköy Savcısı Mehmet Feyyat, Vehbi Sınmaz, Sadık Batumlu, İsmail Dayı Bilge kişiler: Fethi Gemuhluoğlu, Hacı Muzaffer Ozak (Sahaflar Şeyhi), Ziya Uygur (tarihçi, Siyonist Protokolları kitabının yazarı), Ali İhsan Yurt Hoca (Ayaklı Kütüphane), Muhittin Nalbantoğlu (Bibliyografya Arşivi)

Farklı meslek sanat erbabından oluşan marmaratörler, Osmanlı’dan kalan sohbet geleneğin de son temsilcilerindendi. Gazeteciler ve yayıncılar: Ahmet Güner Elgin, Ahmet Karabacak (Milli Hareket Dergisi sahibi), Ergun Göze, Üstün İnanç, İrfan Derman, Yücel Hacaloğlu, İsmail Özdoğan (Enderun Kitabevi), Mehmet Şevket Eygi (Bugün gazetesi), Osman Akkuşak, Nazif Okumuş, Zeyyat Nemli, Agah Güçlü, Şaban Gülbahar, Mümin Çevik (Üçdal Neşriyat), Yalçın Toker (Toker Yayınevi), Ali Hatipoğlu, İsmail Özen, Sinan Yıldız (Sinan Kitabevi), Ramazan Yıldız, İsmail Ünalmış (Akçağ Kitabevi), Ali Osman Babür (Dede Korkut Yayınları), Ahmet Tekin, Ahmet Semiz (Tohum dergisi) Bürokratlar: Hilmi Şener (Eski Darülaceze Müdürü), Mehmet Pomak, Kaymakam Melih Yuluğ Avukatlar: Erol Bey (Paşazade Erol), Nazım Durmuşoğlu, Necip Kunt, İsmet Karaoğlu, Halil Rışvanoğlu, Kâmil Öztürk, Bedrettin Ayrancıoğlu, Tuğrul Önder, Uğur Kökden, Hasan Bey (Le Monde Hasan Bey), Cavit Kalpaklıoğlu Doktorlar: Dr. Cevat Doğan, Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Dişçi Turan Bey Sendikacı: Ahmet Muşlu (Baba) İş adamı: Yurdakul Dağoğlu Noter: Macit Bakkaloğlu

38

Necip Fazıl

Nurett

in Topç

u

A li

İh s a

Gençlik liderleri ve genç aydınlar: Rasim Cinisli (MTTB Başkanı), Nevzat Kösoğlu, Ufuk Şehri (İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı), Mehmet Niyazi Özdemir, Özer Revanoğlu, Soner Karaman (TMSF Başkanı), Faruk Yücel, Erol Kılınç, Sakin Öner, Mustafa Ok (Komando Mustafa), Mustafa Lütfi Demirhan (Anarşist Mustafa), Niyazi Adıgüzel, Abdurrahman Çelik, Kubilay İmer, Özkan İbar, Paşa Güven, Cahit Atasoy, Gündoğdu Serhatlıoğlu, Abdülkadir Sezgin, Yılmaz Yalçıner, Ömer Aksu, Yusuf İmamoğlu (ilk ülkücü şehitlerden), Arif Özkök, Fethi Erhan (Sarı Fethi), Nezih Saruhanlıoğlu, Ahmet Yücel (Zaptiye Ahmet), Muzaffer Zorlu, Tuncer ve Dinçer Enginertanhan, Ertuğrul Düzdağ, Yener Oyman, İmdat Akmermer, Aytekin Yıldırım, Ergün Yıldırım, Reşat (THY’de görevli), Mehmet Çapar, Ali Karcı, İlhan Kuşçu Halk filozofları: Kamil Tuncer (Şoför Kamil), Belediyeci Zeki Bey (Köse Zeki), Bahri Yüzlüer (Bankacı, ülkücü marşların ilk bestekarı), Cemal Hatipoğlu (Filozof Cemal), Mehmet Özsoy (DAS Mehmet), Şaban Kırboz (Yahudi mütehassısı), Hilmi Oflaz (Necip Fazıl’ın mutemet adamı), Meteorolog Refik Bey (Teşkilat Refik), Reşat Hoca (Tarsuslu), Ahmet Öztürk (Papaz Ahmet-Çarşıkapı Camii imamı). Marmaratörlerin adını yazarken herhangi bir sıra takip etmedik. Çünkü, Marmaratörler arasında herhangi bir protokol, hiyerarşi, sıralama veya öncelik yoktu. Marmaratörler ve Siyaset Ayrıca marmaratörlerin arasına sızmış Siyasi Şube’nin sivil polisleri de Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerdendi. Onlar da netameli konuşmaları not alır, Şubelerine rapor ederlerdi. "İlmi siyaset" bilen marmaratörler, onları tanır, yanlarında ona göre konuşurlardı. Fakat "ilmi siyaset" bilmeyen marmaratörlerden biri, 27 Mayıs İhtilali’nin o sıkıntılı günlerinde bir gün çevresindekilere, Yassıada’da yargılanan Adnan Menderes ve arkadaşlarını düşünerek “Ah! Şöyle bir imkânımız olsa da, Yassıada’ya bir tünel kazsak” diyor. Bu konuşmayı ciddiye alan bir sivil polis memurunun raporu üzerine o kişi hapse atılıyor ve uzun süre hapiste kalıyor. Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin fikri profilini incelediğimizde, tamamına yakının sağ görüşlü aydın ve entelektüeller olduğunu görüyoruz. Aralarında çok az sa-

nY ur t


MARMARA KIRAATHANESİ VE MÜDAVİMLERİ / Dr. Sakin ÖNER

yıda da olsa ılımlı CHP’liler de vardı. Ahmet Güner Elgin’in ifadesiyle “Marmara Kıraathanesi, 27 Mayıs 1960 sonrasının karanlık günlerinde âdeta bir millî muhalefet merkezi gibi siyasi ve entelektüel tartışmalara, haberleşme ve sohbetlere vesile olmuştu. Marmara Kıraathanesi bir sığınma yeriydi. Ümit arama, başta siyasi, her türlü karamsarlığa karşı bir arınma, bir manevî güçlenme üssüydü”. O günlerde 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra 1961 Anayasası’nın aşırı özgürlükçü yapısının da etkisi ile ülkede bir sosyalizm rüzgârı esiyordu. Aydınların bir kısmı ve üniversite gençliğinin çoğu bu rüzgârın etkisiyle sosyalizme yönelmişti. O tarihlerde Alparslan Türkeş, 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) Genel Başkanı olmuş ve böylece ilk defa Türk milliyetçiliği fikrini siyasi arenaya taşımıştı. Bu durum, o tarihe kadar Adalet Partisi’ni destekleyen ve sosyalizme karşı olan milliyetçi gençliğin büyük çoğunluğunun MHP saflarında toplanmasına yol açtı.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

O tarihe kadar marmaratörlerin arasında “milliyetçi, Türkçü, İslamcı, muhafazakar ve dindar” veya “A-B-C Partili” ayrışması yoktu. 1965’te Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olmasından sonra AP-CKMP ayrışması başladı. 1967’de Milli Mücadele Birliği sancakları kurulunca sağ aydınların bir kısmı “Mücadeleci” oldu.1968’de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Genel Sekreteri Prof. Dr. Necmettin Erbakan siyasete atılacağının sinyallerini vermesinden sonra, kendini “İslamcı, muhafazakar ve dindar” olarak tanımlayan bazı marmaratörler, kendilerini “Erbakancı” olarak tanımlamaya başladılar. Bunların gençleri de, kendilerini “Akıncılar” olarak tanımlamaya başladılar. Bu ayrışma sürecinde bile marmaratörler, birlikte oturma, konuşma, tartışma ve yaşama kültürlerini sürdürdüler. Tartışmalarını küskünlüğe ve kırgınlığa yol açacak boyutlara taşımadılar. Bunda hoşgörüye dayanan tasavvuf kültürünün, İslami ahlak ve terbiyenin, Türk kültürü ve töresine uyumun,

Münif Fehim'in çizimiyle Sahaflar Çarşısı

39


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MARMARA KIRAATHANESİ KÜLTÜR MERKEZİ / Dr. Sakin ÖNER

ağabey durumundaki kanaat önderlerinin sakinleştirici tutumunun büyük payı vardı. Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinin geniş bir tartışma ve konuşma portföyü vardı. Osmanlı’dan miras kalan sohbet geleneğinin son temsilcileri olan bu her meslekte, insan, bir araya geldiklerinde; Türk, İslam ve dünya tarihinden, günlük olaylardan, Türk ve dünya siyasetinden, tasavvuf felsefesinden, eğitimden, ekonomiden, sosyal ve kültürel konulardan söz ederlerdi. O masalarda hükümetler kurulur, hükümetler yıkılır, ihtilaller yapılırdı. Bu çok yönlü ve renkli sohbetler gece geç vakitlere kadar devam ederdi. Hatta 19681969 yıllarında Dündar Taşer’in İstanbul’a geldiği günlerde akşamları mutlaka Marmara Kıraathanesi’ne giderdi. Orada Ziya Nur Aksun ve Hacı Muzaffer Ozak’la bir araya gelirler ve sabaha kadar çeşitli konularda sabahlara kadar sohbet ederlerdi. Biz gençler de, onların sundukları kültür ziyafetinden azami istifadeye çalışırdık, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Sabah ezanı okunduğunda Erol Kılınç ve İlhan Kuşçu’yla Dündar Ağabeyi alıp Cağaloğlu’nda kaldığı Sipahi Palas Oteli’ne bıraktığımızı çok hatırlarım. Marmara Kıraathanesi, beyin fırtınası yapılan bir ‘düşünce merkezi’, kültür, sanat ve fikir sohbetlerinin yapıldığı bir ‘kültür merkezi’, iç ve dış siyasetin konuşulduğu, hükümetlerin yıkıldığı ve kurulduğu, ihtilallerin yapıldığı bir ‘siyaset arenası’ idi. Marmara Kıraathanesi, marmaratörleri ile en yoğun günlerini 1958-1972 yılları arasında yaşadı. Önce 1970’li yılların kanlı sağ-sol çatışmalarının oluşturduğu ürkütücü anarşi ortamı, ardından 1980’li yılların ranta yönelik ekonomik düzenin öne çıkması, Marmaratörlerin Marmara Kıraathanesi ve Küllük’ten elini

40

eteğini çekmesine sebep oldu. Oralar yıkılarak tamamen bir iş merkezi haline getirildi. Yakın geçmişimizin bir döneminde bir kültür merkezi işlevi üstlenen ve yüzlerce gencin kültür dünyasına büyük katkılar sağlayan Marmara Kıraathanesi ve Küllük gibi mekânların

tarih olması gerçekten üzüntü verici bir durum. Bu mekânların gelecek nesillere tanıtılmasının hem vefa duygusunun bir gereği olduğunu, hem de ileride yeniden bu tür kültür mekânlarının oluşumuna katkıda bulunacağını düşünüyorum.


Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin altın değerindeki en üst yapraklarından özel olarak harmanlandı.



EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR Erdem YÜCEL Arkeolog, Sanat Tarihçisi

Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların ünlü edebiyatçıları nerelerde buluşur, nerelerde edebi sohbetler ederlerdi diye kendimce düşünüyorum. Bazılarını yakından tanıma şansını yakalamış, bazılarını da yazı ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili yazılanları okumuştum. O günlerin güçlü kalemleri çoğunlukla Cağaloğlu’nda, Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Eskinin köhneleşmiş basımevlerine girdiğinizde; benim de çok sevdiğim kâğıt kokularını solur, rotatiflerin melodileri andıran seslerini duyardınız. Günümüzde ismi Ankara Caddesi olan Babıâli Yokuşu’nu tırmanırken tanınmış edebiyatçılar, gazeteciler ile karşılaşırdınız...


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Valilik binası, Babıali Yokuşu

Zamanın acımasızlığını ve bir o kadar da süratle akıp gittiğini söylemeye gerek yok. Çok yakın sandığınız olaylara bakıyorsunuz; geçmiş yılların ötesinde kalmış. Bazen üzülüyor, bazen de biriktirdiğiniz o güzel anılar belleğinizden silinmediği için seviniyorsunuz. Geride yalnızca hoş bir sedadan başka bir şey kalmamış. Gideni geri getirmek nasıl mümkün değilse, yitirdiğimiz zaman da bir daha geri gelmiyor. Yapmanız gerekenleri ya zamanında yapacaksınız ya da yaşamadım diye hayıflanmayacaksınız… Bazen geçmişe dalıyor, bir zamanların ünlü edebiyatçıları nerelerde buluşur, nerelerde edebi sohbetler ederlerdi diye kendimce düşünüyorum. Bazılarını yakından tanıma şansını yakalamış, bazılarını da yazı ustalarımdan dinlemiş, onlarla ilgili yazılanları okumuştum. O günlerin güçlü kalemleri çoğunlukla Cağaloğlu’nda, Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Henüz doğa katledilmemiş, 44

gökdelenler dikilmemiş, bugünkü gelişmiş teknolojiler yoktu; ama edebi yönü ağırlıklı yazılar vardı. Eskinin köhneleşmiş basımevlerine girdiğinizde; benim de çok sevdiğim kâğıt kokularını solur, rotatiflerin melodileri andıran seslerini duyardınız. Günümüzde ismi Ankara Caddesi olan Babıâli Yokuşu’nu tırmanırken tanınmış edebiyatçılar, gazeteciler ile karşılaşırdınız… Geçmişte ülkemiz edebiyatçı ve gazetecilerinin sohbetlerini, birlikte oldukları mekânları basındaki ustalarımdan öğrenmiştim. Batı dünyasında yazarların anılarını içeren çok sayıda edebi kitaplar vardır. Oysa bizim ülkemizde edebiyatçılara hak ettikleri değer verilmemiş, çoğu ölümlerinden sonra kıymete binmiştir. Nedense bizim yazarlarımız; tevazudan olacak kendileriyle ilgili şeyleri yazmaktan hep kaçınmışlardır. Abdülhak Hâmid’i, Tevfik Fikret’i, Cenap Şahabettin’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i, Hüseyin Cahit’i, Yusuf Ziya Ortaç’ı,

Süleyman Nazif’i, Rıza Tevfik Bölükbaşı’nı, Mehmet Akif Ersoy’u, Celâl Sahir’i, Abdullah Cevdet’i, Mithat Cemal Kuntay’ı, Ahmet Haşim’i, Emin Bülent’i, Ziya Gökalp’ı, Mehmet Emin Yurdakul’u, Ömer Seyfettin’i, Enis Behiç’i, Yahya Kemal’i, Ercüment Ekrem Talu’yu, İbrahim Alâeddin Gövsa’yı, Halil Nihat Boztepe’yi, Reşat Nuri Güntekin’i, Mahmut Yesari’yi, İbnül Emin Mahmut Kemal’i ve Peyami Safa’yı konu alan birçok yazı dışında yaşamlarını, sohbetlerini, buluştukları yerleri; Reşad Ekrem Koçu, Cemal Kutay, Niyazi Ahmet Banoğlu, Elif Naci gibi yazın ustalarından öğrenmiştim. Basına ilk adımımı attığım yıllarda Ahmet Emin Yalman’ı, Yaşar Kemal’i, Nail Tirali’yi, Cemal Kutay’ı, Reşad Ekrem Koçu’yu, Oktay Akbal’ı, Oktay Burtböke’yi, Elif Naci’yi, Çelik Gülersoy’u, Ahmet Kabaklı’yı, İbrahim Hakkı Konyalı’yı, Niyazi Ahmet Banoğlu’nu, Recep Ekicigil’i ve Orhan Duru’yu tanıma şansına erişmiştim.


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Eski yazı ustaları Bir zamanların ünlü yazarlarından Abdullah Cevdet’in, bugün her nasılsa ayakta kalabilmiş, Cağaloğlu’nda üç buçuk katlı İçtihat Evi isimli bir apartmanı vardı. O zamanlar yayınladığı “İçtihat” isimli dergisinden ötürü ismini verdiği evinde tanınmış yazarlar edebiyatçılar buluşurlarmış. Çarşamba çayları ismi yakıştırılan bu toplantılarda o günlerin tanınmış edebiyatçıları, gazetecileri bir araya gelirmiş. Edebiyat, felsefe ve sanat konularının ağırlıklı olduğu sohbet günlerinde İçtihat Evi’nin özel salonunda rahat koltuklar ve sedirlerde misafirler ağırlanırmış. Salonun duvarları kitap raflarıyla kaplanmış, üzerlerinde dönemin tanınmış yazarlarının fotoğraflarına yer verilmişti. Bana anlatılanlara ve okuduklarıma göre Ahmet Cevdet doktorluğunun yanı sıra bilgi dolu insancıl bir kişiymiş. Ancak son derece cimri biri olduğu söylenirmiş. Nitekim Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Çarşamba toplantılarında çaylar şeker yerine kuru üzümle içilirmiş!.. Oysa bu durum şekerin piyasada bulunmayışından değil okkasının üç lira olmasından kaynaklanıyormuş… Ahmet Cevdet ile ilgili pek çok anı vardır. Bir gün; “Vatanın öksüzüyüm. Öksüzlerin gözüyüm” diye başlayan bir yazı yazmış. O günlerde hurufatı düzenleyen mürettipler farkında olmadan öksüzün ‘s’lerini düşürünce yazı “Vatanın öküzüyüm. Öküzlerin gözüyüm” şeklini almış. Bu olay o günlerde çok konuşulmuş ve üstat epey alay konusu olmuş. Edebiyatımızın dâhilerinden sayılan Abdülhak Hâmid dostlarını ve bazı misafirlerini Teşvikiye’deki evinde kabul eder; edebi sohbetlerini orada sürdürürmüş. Bazen de Serkldoryan’da arkadaşlarıyla buluşurmuş…

45


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Arkadaşları sigara alacak parası olmadığından tütün sarmalı sigarayı bıraktığını söylemişlerdi. Kardeşi Faik Ali mezar taşına onun için; “Şimşek mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem / Tahrir için kitabe-i seng-i mezârını!” dizelerini yazmıştır. Celal Sahir, Sultanahmet’te Toprak sokaktaki evinde dostlarıyla toplanmayı adet edinenlerdenmiş. Edebi sohbetler bazen uzadığında misafirleri onun evinde yatmak zorunda kalırlarmış. İttihat ve Terakki’nin çöktüğü günlerde “ben ittihatçıyım” diyebilecek kadar cesur bir kişiliğe sahip olduğu söylenirmiş. Ahmet Ağaoğlu anılarında onun için “Malta’da esir olduğum günlerde, yalnızca Celal Sahir’den mektup aldığını” yazarak cesaretini övmüştür. Gece gündüz beraber oldukları dostları, korkudan bir anda yok olmuşlar!

Abdullah Efendi Lokantası

Süleyman Nazif yaşamının sonlarına doğru Divanyolu’nda Şûle isimli batı görünümlü meyhaneye gelir, orada dostlarıyla siyaset ve edebiyat ağırlıklı sohbetler yaparmış. Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Halil Nihat, Hamamizâde İhsan, Enis Behiç ve Fuat Köprülü bu meyhanenin müdavimleri arasındaymış… Osmanlı’nın son dönemlerinde Bağdat, Basra ve Trabzon vilayetlerinde valilik yapmış olan Süleyman Nazif’in öldüğünde yelek cebinde yalnızca üç nikel kuruş çıktığı söylenmiştir.

Bir zamanların ünlü yazarı Mithat Cemal Kuntay da dostlarını Mısır Apartmanı’ndaki dairesinde kabul ederek edebi sohbetlerini sürdürmüştür. Abdullah Cevdet ile Süleyman Nazif onun dost toplantılarının müdavimleri arasındaymış. Onların dışında bazen Halil Nihat Boztepe’nin evinde, Abdullah Efendi Lokantası’nda, akşamüstleri de Lebon’da, Büyükada’da Anadolu Kulübü’nde dostlarıyla buluşurmuş. Yaşamının sonlarına doğru başına hiç kimsenin beklemediği bir olay başına gelmiş ve bir kadına âşık

olmuştur. Kim olduğu bilinmeyen bu kadın için şu şiiri yazmıştır: O Kadına Kendi aşkımda ben vefâ ararım, Bana siz verdiniz o hârikayı. Uçurumsuz bir irtifa aradım, Sizde buldum bugün o şâhikayı. İstemem vuslatın hakikatini, Yetişir vuslatın hayali bana. Bahtiyar olmak istemem, yetişir Bahtiyar olmak ihtimali bana. Ömrümün günleriyle birliktir Gecelerden uzun tahayyülünüz, Talimi gülmemişse kendi bilir, Bana âlemde sade siz gülünüz. Ne gariptir ki; kadın da ona âşıkmış. Evlenememelerinin nedenini yalnızca Yusuf Ziya Ortaç’a anlatmıştır: “Almam Yusuf Ziyacığım, almam… Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası için aldı derler…” Mithat Cemal Fransızcayı kendi kendine öğrenebilmeyi başarmıştı. Son derece zengin kütüphanesinde ise okumadığı kitabı yokmuş. Kitaplarının kenarlarına, derkenar denilen notlar yazmayı adet edinmişti. Edebi yöndeki ününe rağmen birçok yazar gibi o da güzel ama hep parasız bir yaşam sürdürmüştür. Maçka’daki apartmanına dostlarını davet eder onlarla edebi sohbetler yapardı. Kışın Abdullah Efendi Lokantası’nda, yaz aylarında da Büyükada Anadolu Kulübü bahçesinde onlarla buluşurdu. Öldüğü son gece on yıldır kapısını açmadığı ölmüş eşinin odasında yatmış ve orada yaşama veda etmiştir. Mezar taşını ise ölmeden çok önce yazmıştı: “Yolcu. Burada bir karı koca yatıyor. İkisine bir Fatiha yeter.” Türk hikâyeciliğinde yeni bir çağ başlatan Ömer Seyfeddin, Babıâli Yokuşu'nda Zaman Kütüphanesi’nin sahibi Misak Efendi’ye sıkça uğrar, yazdığı hikâyeleri ayrı zarflar içerisi-

Misak Balamutoğlu tarafından işletilen Zaman Kütüphanesi’ne ait evrak

46


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

“Cehl-ü günâhı bi hesap, Paspas-ı bâb-ı intisap Bed çehresinden ismeti Sünger ile silmiş kasap.”

ne koyar, üzerlerine isimlerini yazıp bırakırmış. Hikâye isteyen gazete ve dergi sahipleri Misak Efendi’ye giderek zarflardaki hikâyelerden birini seçerek yayınlarlarmış. Ömer Seyfettin’in dostları ve onlarla nerede buluştuğu konusunda kaynaklarda yeterli bir bilgiye rastlanmamıştır. Yalnız yaşadığı sanılan, Süleymaniye Kütüphanesi’nde küçük bir görevi olan yazar, ardında dokuz cilt hikâye bırakmıştır. Henüz 36 yaşındayken hastalanmış ve hastalığına teşhis konulamadan ölmüştür. Büyük olasılıkla şeker hastalığından mustarip olan yazarın son günleri yokluk içerisinde geçmiş, yakınları da olmadığından cesedi ne yazık ki, kadavra yapılmıştır. Geçen yüzyılın ünlü yazarlarından Mahmut Yesari ile sohbet etmek isteyenler, İstanbul Vilayeti’nin yanındaki İlhami Safa’nın matbaasına giderek kendisiyle orada görüşürlermiş. Kırmızı aşı boyalı bu konağın üst katında “Nedim” isimli edebi bir dergi yayınlanırmış. Mahmut Yesari çoğunlukla Raşid Rıza’nın Bizim Lokantası’na giderek orada Mesut Cemil, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Nurettin Artam ile sohbet edermiş. Bazen de Osmanzade Hamdi ile Kılıç Ali de onlara katılırmış. Kaynaklardan Yesari’nin dostlarıyla Cağaloğlu’ndaki Meserret Kıraathanesi’nde tavla oynarken edebi sohbetler yaptığı öğrenilmiştir. Yakın tarihte ender yetişen bibliyograf ve kültür insanlarından birisi de İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal idi. Beyazıt Bakırcılar’da en nadide eski eserlerin olduğu Emin Paşa Konağı’nda yaşayan İnal, eski Sahaflar Çarşısı’nın belli başlı müdavimlerinden birisiymiş. Çarşıya ne zaman girse sahafların hepsi yerlerinden kalkarak kendisini selamlarmış. O da onlardan bazılarına baştan savma bir el hareketiyle cevap verir, bazılarına da gülümsermiş. İnal’ın gülümsedikleri ise bundan büyük onur duyarlarmış.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Mahmut Yesari

İbnü’l Emin Mahmut Kemal’in yaşadığı konağında ender el yazmalarının yer aldığı zengin bir kütüphanesi varmış. Konağının duvarları sülüs, nesih, talik yazılı levhalarla bezeliymiş. Böylesine zengin bir ortamda dostlarını kabul eder, ara sıra da olsa onlara musiki ziyafetleri sunmaktan da geri kalmazmış. Konağına gelenleri başında takkesiyle karşılar, onları rütbelerine veya unvanlarına göre oturacakları yerlere kendisi yerleştirirmiş. Ne var ki, onun dostluğunu kazanmak da çok kolay değilmiş. Şair Halil Nihat Boztepe, Prof. Dr. Mükremin Halil, Mithat Cemal belli başlı dostları arasındaymış. Osmanlı tarihinin ünlü kişilerinin doğum ve ölüm yıllarından başlayarak kendisine sorulan her soruya doğru yanıtlar vermesiyle ünlüymüş. İleri düzeyde mizah ve hiciv gücü olduğu bilinirmiş. Bir zamanlar huzurunda iki büklüm eğilen, daha sonra biraz palazlanınca kendisine meydan okuyan birine yazdığı taşlaması dilden dile dolaşmıştır:

Abdulla

Peyami Safa

Abdullah Cevdet , İçtihat

h Cevd

azesi İç et’in cen

Evi’nde

tihat Evi’n

den çıka

rılırken

47


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Tokatlıyan Oteli, İstiklal Caddesi

Kendisini her gün ziyaret eden Filorinalı Nazım’a da şu kıtayı söylemiştir: “Bir takım laf ile teşviş-i huzur Etme ey şair-i bi şi’r-i şuur. Her dakika bana gelmektense Yılda bir kendine gelsen ne olur?” Dostluğunu da düşmanlığını da sağlam temeller üzerine oturtan ender insanlardan birisiymiş. Beğendiği kişilere “Bize hürmeti vardır” demesiyle de tanınmıştır. Dostluğu çok eskilere dayanan Mithat Cemal’e bir iftar sofrasında darılınca ardından şunları söylemiştir: “Yıllarca ırz-u namusuna nigehban olduk. Nân-u nimetimizle perverde

48

eyledik. Biraderim merhumun mübarek elleriyle hazırladığı nar ve turunç şerbetlerini içe içe büyüdü. Gözüne dizine dursun mel’unun.” Alerjisi olduğundan peynir yemez, peynire “sütün veled-i zinası” ismini yakıştırmıştır. Yakın tarihimizin ünlü yazarlarından Peyami Safa, Türk edebiyatını çok iyi bilenlerin başında gelirdi. O günlerin fikir ve sanat adamlarının hemen hepsiyle dostluğu varmış. Ahmet Rasim, Mahmut Sadık, Yunus Nadi ve Şekip Tunç onların başında gelirmiş. İçkiye aşırı derecede düşkün olduğundan; içtikçe coşar, coşunca da dostlarıyla sabahlara kadar sohbet edermiş.

Günümüzde Tokatlıyan lokanta ve pastanesinin olduğu yerde bir zamanlar Paris Kahvehanesi vardı. Lokantanın müdavimlerinden olan Ahmet Rasim haftanın birkaç gecesi buraya gelir, parası olmadığı zamanlarda veresiye içer sonra da borcunu ödermiş. Cuma ve Pazar günleri öğleden akşama kadar ön pencerelerden birinin önündeki masayı kapatır, geleni geçeni seyredermiş. Lokantanın sahibi bu duruma içerlerse de sesini çıkarmazmış. Abdülhak Hâmid Brüksel elçiliğinden alınarak İstanbul’a döndüğünde Süleyman Nazif ve Süleyman Nesip ile Tokatlıyan’da bir öğle yemeği düzenlemişler. Yakup Kadri başta olmak


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

betlerini koyulaştırırlarmış. Ragıp Sarıca Fransızca gazetelerden dünya siyaseti ile ilgili yorumları okur ve okuduklarını onlara tercüme edermiş. Haldun Taner Markiz’in yanı sıra Tepebaşı’nda bugün yerinde olmayan Şehir Tiyatrolarının karşısındaki Pelit’e giderek Nahit Sırrı Örik, Sadri Ertem, Ertuğrul Şevket, Avni Dilligil, Sabri Berkel, İskender Fikret Akdora, Nurullah Berk, Salah Birsel, Kenan Yontuç, Salih Urallı gibi edebiyatçı ve sanatçılarla buluşurmuş.

Tokatlıyan Oteli

üzere genç edebiyatçıları sohbet etmek için oraya çağırmışlar. Yemek sonrası karşılıklı konuşmalar, birbirlerine atışmalar yapılırken bunların en güzelini Hamdullah Suphi Tanrıöver söylermiş. Yahya Kemal, Yakup Kadri, Sahabettin Süleyman, Halit Fahri de zaman zaman buraya gelerek akşam yemeklerini birlikte yerlermiş. Fazıl Ahmet Aykaç, Celâl Nuri, Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Halit Karay da restoranın müdavimlerindenmiş. Sohbetlerin ana noktasını siyasetten çok edebiyat ve gazetecilik oluştururmuş. Yahya Kemal’in bu sohbetlerde her zaman başı çektiği söylenirmiş… Bazen de birbirlerine sataşırlarmış. Bir gün Fazıl Ahmet yazdığı bir şiirle Celâl Nuri’yi yermiştir: İngiltere kaybolup dumanda Hikmet Saçıyor Celâl Nuri Ben esniyorum Tokatlıyan’da O günlerde Ahmet Rasim’in en sevdiği yerlerden birisi de Tokatlıyan’ın küçük bir benzeri olan Central’mış. Buranın bir özelliği de garsonların müşterilerle hiç konuşmamasıymış. Ahmet Rasim buraya her gelişinde kendisini dilsizler okulunda buldu-

ğunu söylermiş. Ahmet Rasim bazen de Pappi’de içkisini içermiş. Aslında Pappi hem meyhane hem de bir bakkal dükkânıymış. Onun yakınında, Aznavur Pasajı’nın yakınında yine bir bakkal-meyhane olan Due Fratelli varmış. Ahmet Rasim, Yakup Kadri, Refik Halit ile Tokatlıyan’a gitmedikleri günlerde veya paraları az olduğu günlerde burada buluşur, sohbet ederlermiş. Yakın zamanlara kadar bakkal-meyhanelere şehirde sıkça rastlanırdı. Bakkalın güvendiği kişiler tezgâhın arkasında, müşterilerin göremeyeceği yerde küçük iskemlelere oturarak bakkaldan aldıkları sucuk, pastırma ve peynirle çilingir sofrası kurarlardı. Bunlardan bazılarına, özellikle Beşiktaş’ta olanlardan birine ben de şahit olmuştum. Çocukluk günlerimden hatırladığım kadarıyla İstiklal Caddesi ile Kumbaracı Yokuşu’nun birleştiği yerde Lebon Pastahanesi, onun karşısında da Markiz Pastahanesi vardı. Haldun Taner Markiz’e kitap okumak, notlar almak için sıkça gidermiş. Orada Abdülhak Şinasi ve Prof. Ragıp Sarıca ile karşılaşınca edebiyat üzerine soh-

Yaşadığım Dönemin Ünlü Edebiyatçı ve Gazetecileri Basına ilk adımımı attığım günlerde teknolojinin henüz girmediği gazetelerin yazı işleri büroları günümüzdekilerden oldukça farklıydı. Onlar günün olaylarının tartışıldığı, edebiyat ve sanat eleştirilerinin yapıldığı mekânlardı. Öğleye kadar geçen saatlerde genel yayın yönetmeni ile yazı işleri müdürleri gazetenin servis şeflerini ve köşe yazarlarını toplayarak ertesi gün hangi haberlerin yayına verileceğini tartışırlardı. Bunu izleyen saatlerde köşe yazarları diğer günlük gazeteleri okuduktan sonra yazacakları konuları belirlerlerdi. Öğleden akşama kadar geçen süre içerisinde; yazarlar yazılarını bitirince o günün en hareketli ve en zevkli saatleri başlardı. Bu arada gazete dışındaki 49


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

diğer yazarlar, dostlar, okuyucular gazeteyi ziyaret ederlerdi. Siyasi olayların, gündemin yanı sıra edebiyat ve kültür ağırlıklı sohbetler edilir, çeşitli fıkralar, anılar anlatılırdı. Tercüman, Bizim Anadolu, Hergün, Yeni Tanin, Yeni İstanbul, Günaydın ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdığım günlerde bu toplantılara çoğu kez katılmış ve ustalardan epeyce bilgilenmiştim. Cumhuriyet gazetesinde rahmetli Elif Naci’nin sohbetlerine doyum olmazdı. Topkapı Sarayı Müdür Yardımcılığı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi yöneticiliğini yapmasının yanı sıra D Resim Grubunu kuran ressamlardan Elif Naci’nin sohbetleri gerçekten insanın bilgi dağarcığını zenginleştirirdi. Gönülden sanatkâr ve daima neşeli olan Elif Naci, Çallı İbrahim’in öğrencilerindendi. Dönemin ünlü yazarlarından Celal Esat Arseven, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, İ. Galip Arcan, Çetin Altan, Melih Cevdet Anday, Cevat Fehmi Başkut, Nurullah Berk, Recep Bilginer, Sedat Çetintaş, Atilla Dorsay, Muhsin Ertuğrul, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Burhan Felek onun yakın dostlarından yalnızca birkaç örnektir. Bunların çoğunu yakından tanıma olanağını bulduğum için her zaman kendimi mutlu saymışımdır. Elif Naci çoğu kez bizlere anılarını anlatırdı. Vaktiyle Sultan Abdülhamid devrinde bir çeşmenin açılış merasiminde padişah Vilayetin Alaybeyi’nin ( jandarma kumandanı) bir şeyler söylemesini istemiş... Kumandanın okuması yazması olmadığından eline tutuşturulan kâğıtta yazanlar kendisine ezberletilmiş. Gelgelelim halk huzurunda, Saye-i Şahanede nutuk vermek kolay değil. Adam kürsüye çıkmış bir temenna etmiş ve başlamış konuşmaya: “Şevketlû, kudretlû, mehabetlû, padişahımız essultan ibni sultan essultan El-gazi Abdülhamid han hazretleri…” Nutkun alt tarafını unutmuş. Bakmış ki olacak gibi değil bir kere daha aynı sözleri söylemiş gene arkası gelmemiş. Üçüncü defasında nutkun alt tarafını getiremeyince “Çeşmeyi yaptıran iyi adamdır vesselam” deyip kürsüden inmiş. Elif Naci’nin anlattıkları unutulur cinsten değildir. Vahdet Gültekin’in deyişiyle ölçülü, dengeli, bilgili ve görgülüdür. Hesaplı kitaplıdır; hazır cevaptır. -Nasılsınız Naci Bey -E, valla iyiyim… İyiyim ya, demin suratımda bir şey pır pır ediyordu, sizi gördüm geçti. -Bana güvenciniz, üfürüğe inancınız varsa, okuyayım mı; üfleyeyim isterseniz. -Beyefendi benim okunacak yerim kaldı mı ki. Ezelden çarkıma okunmuş benim.

50

Yazarların Buluştukları Kitapçılar Edebiyatçıların, yazarların, gazetecilerin ve okumaya meraklı kişilerin çoğunlukla buluştukları yerlerin başında şehrin belli başlı yerlerindeki kitapçı dükkânları gelirdi. Beyazıt yapı topluluğunun arkasındaki tarihi Sahaflar Çarşısı eski ve yeni kitapların alınıp satıldığı, yazarların, okuyucuların kaynaştıkları şehrin en önemli kültür mekânlarından birisiydi. Beyazıt Camisi’nin solundaki taşlıktan Kapalıçarşı’nın Sedefçiler Kapısı’na açılan yerde bulunan Sahaflar Çarşısı 1460 ve 1894 yıllarındaki İstanbul depremlerine kadar ayakta kalmıştır. Depremden sonra Sahaflar Çarşısı o zamanki ismiyle Hakkaklar Çarşısı denilen bugünkü yerine taşınmıştır. Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; eski yazmaların alınıp satıldığı çarşıda Sahhaflar loncasına bağlı elli kitapçı dükkânı bulunuyormuş. Osmanlı döneminde tereke kitapları, ailelerden arta kalan kütüphaneler ve yazmalar buraya getirilir ve müzayede yoluyla satılırmış. Ne acıdır ki; bir insanın yaşamı boyunca topladığı, üzerine titrediği kitaplar ölünce mirasçıları tarafından yok pahasına elden çıkarılmaktadır. Çarşının kendine özgü tellalları, bohçalar içerisinde meraklılarına nadir yazmaları götüren bohçacıları varmış. Yazarların, kitap meraklılarının, ilim sahibi insanların sıkça uğradıkları yerlerin başında gelen çarşıdan medrese öğrencileri de çeşitli ihtiyaçlarını karşılarlarmış. Kitapları alıp satan sahaflar çıraklık ve kalfalık dönemlerini geçirmeden ustalığa yükselemezlermiş. Dükkânlar dua ile açılır ve kapatılırmış. Sahaflar Loncası’nın piri çarşının ilk kitapçılarından olduğu söylenen Basralı Abdullah Yetimi Efendi’ymiş. Ne yazık ki, tarihi Sahaflar Çarşısı 1950 yılında yanmış, içerisindeki binlerce yazma ve basılı eser kül olmuştur. İstanbul Belediyesi yanmayan yerleri kamulaştırıp, ahşap dükkânları da betonarmeye çevirerek, çarşıyı bugünkü durumuna getirmiştir. Ayrıca çarşının ortasına da ilk Türk matbaacısı İbrahim Müteferrika’nın büstünü yerleştirmiştir. Bugün çarşıda 17’si çift katlı, 23 dükkân bulunmaktadır. Ne var ki günümüzde Sahhaflar Çarşısı eski canlı görünümünden uzaklaşmış eski yazmaları satan bir-iki kitapçı dışında adeta kırtasiye dükkânlarına dönüşmüştür. Sahhaflar Çarşısı’ndaki dükkânlarda, benim de tanık olduğum gibi birçok edebiyatçı, bilimsel kişiler bir araya gelerek sohbet eder, birbirleriyle bilgi alışverişinde bulunurlardı. Bunların başında da rahmetli Hacı Muzaffer’in, Aslan Kaynardağ’ın ve İbrahim Manav’ın dükkânları gelirdi. Günün hemen her saatinde o dükkânlarda sohbet eden, tartışan yazarları, ilim adamlarını görebilmek mümkündü.


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Bugün onlardan geriye kalan, çarşının en eski sahaflarından ve sahaflık geleneğini sürdüren İbrahim Manav’dan öğrendiğimize göre, Sahaflar Çarşısı’na sıkça gelen edebiyatçılar arasında Neyzen Tevfik, Halide Edib Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal ve Hasan Ali Yücel, Elif Naci, Özdemir Asaf, Hamdi Varoğlu, Nâzım Hikmet’in yakın arkadaşı Müzehher Va-nü, Asaf Halet Çelebi, Ümit Yaşar Oğuzcan, Salah Birsel, Mehmed Şevket Eygi, Turan Oflazoğlu, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı başta olmak üzere Sevgi Gönül ile Ömer Koç gibi ekonomi dünyasından meraklıları da vardı. Çocukluk yıllarımdan bu yana kitaba meraklı olduğumdan hemen her ay harçlığımı aldıktan sonra büyüklerimden biriyle o zamanlar ahşap olan çarşıya gelerek eski dergileri aldığımı anımsıyorum. Şimdilerde ise fırsat buldukça eski dostlarımdan İbrahim Manav’ın dükkânına gider, bir yandan onun çayını yudumlarken dükkânına gelen tanıdık veya orada tanıştığım kişilerle sohbet etmekten hoşlanır, bazı konularda da bilgilenirim. Günümüzde Sahaflar Çarşısı’nın benzerleri Beyoğlu’nda ve Kadıköy’de açılmış olmasına rağmen yine de Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nda birkaç dükkân eski günleri yaşatmaya çalışmaktadır.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Sahaflar Çarşısı’nın yakınında, bugün yıkılmış olan bir de Kitapçı Nişanyan’ın dükkânı vardı. Nişanyan’ın dükkânının ortasındaki masaya son çıkan dergiler ve kitaplar gelişi güzel sıralanırdı. Müdavimleri sürekli olarak oraya gelir ve son çıkan eserler hakkında bilgilenirlerdi. Üniversite hocaları ve yazarlar orada ayaküstü sohbet eder, bazıları da birbirleriyle tanışmış olurlardı. Bedros Nişanyan, Osmanlı Tarihi ve Türkiye hakkındaki Avrupa baskısı eski kitaplar ve o yıllarda Halkevleri tarafından yayınlanan yerel monografilerin çoğunu getirten ve meraklılarına sağlayan bir kitapçıydı. Küllük Kahvesi Beyazıt Camisi’nin dış avlusunda ve Sahaflar Çarşısı’nın yanı başındaki Küllük Kahvehanesi’nde bir dönemin ünlü edebiyatçıları, yazarları ve kitap dostları buluşurlardı. İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Medresesi’nin ve Sahaflara yakınlığından bilimsel kişilerin uğrak yeri olması kadar kitap meraklılarının da buluştuğu bir yerdi. Osmanlı’ya ilk kahve XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmiş ve ilk kahvehane Tahtakale’de açılmıştır. Bunun ardından büyük camilerin çevrelerinde

51


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

namaz vakitlerini bekleyenler için kahvehaneler kurulmaya başlamıştır. Küllük de Beyazıt Camisi’nin yanında kurulan ilk kahvehanelerden birisidir. Buraya Küllük denilmesinin nedeni tam olarak bilinmiyorsa da bazılarına göre Beyazıt Camisi’nin çevresi gül bahçesi olduğundan bu isimle anıldığı, Güllük’ün zamanla küllüğe dönüştüğü ileri sürülmüştür. Sahaflar Çarşısı’ndan veya üniversiteden çıkanların burada çay veya kahve içmeleri gelenekselleşmiş gibiydi. Bazılarına göre yazarların birbirlerini çekiştirdikleri dedikodusu bol olan bir mekândı. Küllük’ün yerinde bugün yeller esiyor. Buraya gelenler arasında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nurullah Ataç, Vala Nu-

Beyazıt Meydanı

52

rettin, Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Sait Faik, Celal Sılay, Neyzen Tevfik, Nuri İyem, Abidin Nesimi, Suat Derviş, Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Abdülbaki Gölpınarlı, Ömer Lütfü Barkan, İ. Hakkı Uzunçarşılı, Şemseddin Günaltay, Necip Fazıl, Ahmet Muhip Dranas başta olmak üzere o yılların pek çok yazarı ile bilimsel kişisini görebilmek mümkündü. Küllük’e gelen yazarlar, edebiyatçılar bir ara “Küllük” isimli bir edebi dergi bile çıkarmışlardır.

denilmesine rağmen aslında oradaki ağaç çınar değil atkestanesiydi. Bu arada milliyetçi veya Türkçü olarak isimleri çıkan Orhan Seyfi Orhon’la Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardıkları meşhur Çınaraltı Mecmuası da ismini bu kahveden almıştır. Yusuf Ziya Ortaç bir yazısında Küllük’ten “Fesat ocağı” olarak söz etmiş. Buna karşılık Abidin Dino’nun kardeşi Arif Dino da “Akbaba Çınaraltında leş yesin” diye bir şiir yazmıştır.

Küllük Kahvehanesi 1940’lı yıllarda solcuların uğrak yerlerinden biri olmuştu. Bunun üzerine milliyetçi ve dini görüşleri ağırlıklı olanlar Küllük’ü terk ederek Beyazıt Camisi’nin kuzeyindeki Çınaraltı Kahvesi’ne yönelmişlerdir. Bu kahveye Çınaraltı

Küllük Kahvehanesi romanlara da konu olmuştur. Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan isimli romanında Küllük’ten uzun uzun söz etmiştir. Ayrıca Kemal Tahir’in Yol Ayrımı, Peyami Sefa’nın Fatih-Harbiye isimli romanlarında da buraya değinilmiştir.


EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Ünlü yazarlardan Tarık Buğra da bazı üniversitelere devam etmiş ancak hiç birisinden mezun olamamıştır. Bu yüzden de “Ben Küllük’ten mezunum” demesiyle de tanınmıştır. Onun bu sözleri Küllük’ün bir bakıma üniversite niteliğinde olduğunu göstermektedir. Üstad Dönemeç isimli eserinde de buradan söz etmiştir. Beyazıt Meydanı’nın özelliklerini hiçe sayan çevre düzenlemesinin yapıldığı 1980’li yıllarda Küllük Kahvesi yıkılmıştır. Buranın müdavimleri ise bir süre Marmara Kahvesine gitmişlerdir. Ancak Marmara Sineması ile kahvenin de yıkılmasıyla edebiyatçıların, bilimsel kişilerin bir arada olabilme imkanları da ortadan kalkmıştır. Marmara Kıraathanesi Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta edebiyatçıların bir araya geldiği mekânlardan birisiydi. Bu kıraathanenin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmemekle beraber, Osmanlının sonlarıyla Cumhuriyetin ilk yarısında edebiyatçıların, akademisyenlerin buluşup sohbet ettikleri yer olarak ünlenmiştir. Kıraathane 1958 yılında yeniden açılmış, Küllük’ün kapanmasından sonra oranın müdavimlerinin toplandıkları yer olmuştur. Necip Fazıl Emin Efendi Lokantası Beyazıt Camisi’nin yanı başında, Küllük ile Çınaraltı’nın yakınında iki katlı ahşap bir yapı olan lokanta birçok ünlünün buluştuğu yerlerden birisiydi. İstanbul’un ünlü lokantalarının başında isminden söz ettirmiş, yemeklerinin nefaseti ile tanınmıştır. Ahmet Haşim bir gün “Bu Emin Efendi nasıl bir adam ki her gün bütün İstanbul’u dört başı mamur lezzetlerle doyuruyor” demiştir. Ahmet Haşım’i dostları bir gün eve yemeğe davet etmiş, tıka basa yedikten sonra “Şimdi Emin Efendi’de olsak da ağız tadıyla bir yemek yesek” demiştir.

Kıraathane, lokanta ve pastanelerde oluşan edebiyat mahfilleri, çoğu yazar ve şairlerin eserlerine konu olmuştur. 1940’lı yıllarda üniversite hocalarının yanı sıra Nazi Almanya’sından kaçan Yahudi Alman öğretim üyeleri de yemeklerini burada yerlermiş. Degustasyon Beyoğlu’nda Çiçek Pasajı’nın yanındaki Degustasyon’un geçmişi oldukça eski yıllara inmektedir. İlk defa İtalyan subaylarından Maurandi tarafından 1920 yılında açılmış, üç yıl sonra da Edmondo Morrigi’ye devredilmiştir. Degustasyon 1930-1960 yıllarında en parlak dönemini yaşamış, Orhan Veli’ye Canan ki Degustasyon’a gelmez Balıkpazarı’na hiç gelmez dizelerini yazdırmıştır. Bazılarına göre müdavimlerinden Ahmet Haşim’in özel bir iskemlesi bile burada bulunurmuş. Yahya Kemal, Ercüment Ekrem Talu, Faruk Nafiz Çamlıbel, Tarık Buğra, Eşref Şefik ve Sait Faik’in sık sık uğradığı Degustasyon zamanla eski havasından uzaklaşmış, 10 Mayıs 1970’te Çiçek Pasajı çökünce diğer meyhanelerle birlikte kapanmıştır. Bu isim bir süre Balıkpazarı’ndaki bir meyhanede kullanılmış ise de eskisiyle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Meserret Pastahanesi Sirkeci’de Ankara ile Ebussuut caddelerinin birleştiği köşede bulunan Meserret Pastahanesi dönemin ünlü yazarlarıyla gazetecilerinin sıkça uğradıkları yerlerden birisiydi. Salah Birsel Kahveler isimli kitabında Me-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

serret’den “Meserret Kahvesi tüm İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse bir kez oturmamış edebiyatçı da gösterilemez” diye söz etmiştir. Meserret Pastahanesi 1900’lü yılların başında açılmış dönemin ünlü yazarlarının uğradığı yerlerden biri olmuştur. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait Faik, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Muzaffer Buyrukçu, Mehmet Rauf, Halit Ziya Uşaklıgil, Necip Fazıl gibi edebiyatçılar sık sık burada sohbet etmişler, yazılarını birbirleriyle paylaşmışlardır. Orhan Kemal’in bazı eserlerini burada yazmaya başladığı söylenmiştir. İkbal Kahvesi Cağaloğlu’nda Nuruosmaniye Camisi ile Kapalıçarşı arasındaki İkbal Kahvesi 1960’lı yılların sonuna kadar edebiyatçıların buluşarak sohbet ettikleri bir yer olma özelliğini korumuştur. Orhan Kemal ve oranın müdavimleri olan Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Haşim’in değişiyle “Kahvetül-ikbal” olarak tanınmıştır. Burada buluşan edebiyatçılardan Muzaffer Buyrukçu, Nurer Uğurlu ve Orhan Kemal, Edip Cansever, Musa Anter, Yaşar Kemal, Ece Ayhan, Rıfat Ilgaz, Oktay Akbal, Behçet Necatigil ve Sennur Sezer’in isimlerini biliyoruz. Papirus Beyoğlu sinemalarından Ses’in üzerinde Kulis Bar’ın garsonlarından Ertuğrul Bora tarafından 1972 yılında açılan Papirus 1977 yılında yanıncaya kadar Yaşar Kemal, Selim İleri, Cemal Süreyya gibi edebiyatçılara, sanatçılara hizmet vermiş, bir yönden onları orada bir araya getirmiştir. Yandıktan sonra da yakınındaki Ayhan Işık Sokak’ta Erman Han’da hizmet vermeye devam etmiştir. Papirus’un özelliklerinin başında, müdavimlerinin getirdikleri sinema ve tiyatro ilanlarıyla duvarlarının bezenmiş olması gelirdi. 53


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYATÇILARIN VE GAZETECİLERİN BULUŞTUKLARI MEKÂNLAR / Erdem YÜCEL

Nisuaz Pastahanesi

Nisuaz Pastahanesi Bugün Beyoğlu’nda Ayhan Işık Sokağı’nın girişinde bulunan Nisuaz Pastahanesi, 1930-1950 arasında edebiyatçıların uğrak yeriydi. Sait Faik 14 Mart 1941’de Orhan Veli’ye yazdığı mektubunda Nisuaz’dan “Burada eski tas eski hamam. Cumartesi günleri Nisuaz’da üdeba toplanır. Kararlar verilir” diye söz etmişti. Oldukça geniş ve yüksek vitrinleriyle adeta İstiklal Caddesiyle iç içe bir konumda olan pastanede dönemin pek çok ünlü yazarını görmek mümkündü. Bir yandan çaylarını içen edebiyatçılar henüz yayına vermedikleri yazılarını birbirlerine okuyarak onların fikirlerini alırlardı. Bazı dergilerin yayına girmelerinin temelleri bile burada atılmıştı. Örneğin Hilmi Ziya’nın “İnsan” ve Burhan Arpad’ın “İnanç” dergilerinin hazırlık aşamaları burada yapılmıştı. Beyoğlu’nda 1967 yangınında harap olan, ardından yıkılan pastaneye 54

gelen ünlü yazarlar arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Ayel, Cavit Yamaç, Sabahattin Kudret Aksal, Asaf Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino, Orhon Murat Arıburnu, Hilmi Ziya, Orhan Veli, Burhan Arpat, Cemal Süreyya, Sait Faik ve Sabahattin Ali bulunuyordu. Hatay Restoran İstanbul’un Kadıköy semtinde edebiyatçıların buluştukları ilk yerlerden birisi olan Hatay Restoran 1967 yılında Ali Demir tarafından açılmıştır. Cemal Süreyya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ece Ayhan, Salah Birsel, Arif Damar, Fethi Naci, Tomris Uyar, Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer, Can Yücel ve Behzat Ay gibi isimler buraya sıkça gelenler arasındaydı. Bazı kaynaklardan öğrenildiğine göre, Cemal Süreyya bu restoran ile ilgili bir anı defteri tutmaya başlamış, 1983 yılında bu anılar on bir cilde ulaşmış ve şairin ölümünden sonra Hatay Meyhanesi Defterleri ismiyle yayınlanmıştır.

Ayasofya Müzesi Müdürlüğü yaptığım yıllarda bazı akşamlar bilimsel kişi, yazar ve sanatçıları müze bahçesindeki kafeteryada bir araya getirir, onlarla edebi ve kültürel konuları tartışırdık. Bunların başında da Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Cemal Kutay, Çelik Gülersoy, Edip Cansever, Necati Cumalı, Tacettin Diker, Orhan Kurt, Doğan Katırcıoğlu gelmektedir. Kaynakça Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman Antolojisi, C.1-3, İstanbul 1968. Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınevi,1963. Anonim, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, C.1-8, İstanbul 1977-1998. Anonim, Elif, 60 Yılı, İstanbul 1976.


www.mehmetefendi.com

İhap Hulusi’den bugüne…

Her zaman sanatın destekçisi olmaktan gurur duyuyoruz.



DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI Söyleşen:

Betül EREN

Pastane kültürü başka bir kültürdür. Her pastanenin güzel yapılan bir şeyi vardı. Hangi pastane hangi pastayı iyi yapar çok ilgilendiğim bir şeydir. Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları nasıldır… Şimdi pek çok kimse bununla ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok. Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen rastlıyorum, öylesine soruyorlar bu neyli, o neyli diye.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN

Yakın tarihimizde kültür sanat sohbetlerine ev sahipliği yapmış, döneminin entelektüellerinin mesken tutuğu İstanbul mekânları üzerine Doğan Hızlan ile söyleştik. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’yle başlayan sohbetimiz İstanbul’un farklı semtlerinde pek çok durağa uğrayarak şehrin kült pastaneleri ve pastane kültürü bahsiyle nihayetlendi. Bir İstanbul beyefendisinin şahitlik ettiği İstanbul'u, onun yaşantısı ve seçkin zevkleri üzerinden dinlemek kentle ilişkimize yeni bir bakış kazandırdı. Okurken sizin de keyif alacağınızı umuyoruz. Doğan Bey, öğrencilik yıllarınızda Çınaraltı’nın arkadaşlarınızla buluştuğunuz mekânlar arasında olduğunu rahmetli Sennur Sezer’den dinlemiştim. 50’li yıllarda Çınaraltı nasıl bir yerdi, anlatabilir misiniz? Beyazıt’ta üniversiteden çıkan herkes Çınaraltı’nda otururdu. Çınaraltı’nda oturmamızın bir nedeni Sahaflar Çarşısı’na yakın olmasıydı. İkincisi; aklımıza takılan bir şey olduğunda Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gitmemizdi. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin benim hayatımda önemli bir yeri vardır. Oranın müdürü rahmetli Muzaffer Gökman, aile dostumuzdu. Ben sabahleyin bir görev gibi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne giderdim. Yukarıda büyük, oda gibi bir yer vardı. Orada çalışırdım. Muzaffer Gökman, devlete müthiş bağlı biriydi. Odanın yüksek tavanında zayıf bir ışık vardı, hiçbir şey göremiyordum. Bir gün, “Efendim hiçbir

Beyazıt Devlet Kütüphanesi

58

Şimdi, Markiz yapıldığı zaman Markiz’e gelen kimse yok. Onun için de eski Markiz yok. Mekânları yeniden kurmanın faydası yok, o mekânları yaşatan kimseler, o mekânları yaşatacak insanlar olmadıktan sonra… şey göremiyorum” dedim. “Devlet bu kadar veriyor, sen git paranla al” dedi. Ben de gittim oraya paramla masa lambası aldım. Aşağıda tuhaf bir şekilde çay filan veriliyordu kütüphanede. “Çaylar içiliyor, akşam giderken parası veriliyor” dedi. “Aa, öyle mi, paralı mı? Ben ikram zannettim” dedim. “Evladım devlet sana mı bakacak zannediyorsun?” dedi. Böyle bir hatıram var orada. O kütüphanede çok çalıştım. Oradaki kütüphanecilerin birçoğunun bende büyük emeği vardır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi daha sonraları bir ödül vermeye başladı ve ilk ödülü ben aldım yıllar önce. Muzaffer Gökman’ın kütüphanecilikte enteresan bir yönü vardı. O zamanlar küçük bir yerdeydi kütüphane. Yanda bir bina vardı, o binaya herkes talipmiş. Muzaffer Gökman da Ankara’ya gitmek için kendi cebinden bir otobüs bileti almış. Başbakanlığın kapısına gidip Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin müdürü


DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

olduğunu ve Başbakan’la görüşmek istediğini söylemiş. Adnan Menderes de kendisini kabul etmiş. Muzaffer Bey makama çıkıp meseleyi anlatmış. Menderes, yanlış hatırlamıyorsam Emin Kalafat’ı çağırmış ve “Müdüre verin o binayı” demiş. Kütüphane ondan sonra gelişmeye başlamış. Bu sebeplerle Çınaraltı’nın bizde ayrı önemi vardır. Üniversiteden, kütüphaneden çıkınca orada toplanır, birbirimizle konuşurduk. Akşit Göktürk, Turan Oflazoğlu, Onat Kutlar, Ergin Ertem, Demir Özlü, Sina Akşin, Önay Sözer, Kemal Özer... Hepsi Çınaraltı’nda toplanırdı. Sahaflar Çarşısı’ndan da Babıali’ye giderdik. Hem arkadaşlarınızla hem de dönemin entelektüelleriyle buluşup sohbet ettiğiniz başka mekânlar var mıydı? Çınaraltı’ndan başka yerler de vardı tabii ama bizim kuşak oraya giderdi. Belki başkaları da gelirdi oraya ama biz en çok kendimizle meşgul olurduk. Sahaflar Çarşısı’nda Arslan Kaynardağ’ın felsefeci dükkânı vardı, oraya uğrardık. Ali Ertan vardı, Yeşil Hoca vardı. Oradan Kapalıçarşı’ya, Kapalıçarşı’dan Nuruosmaniye’ye çıkardık. Nuruosmaniye’den kitapçılara, dağıtımcılara ve dergilere giderdik. Bunun dışında arkadaşlarımızla toplandığımız, a dergisi üzerine konuştuğumuz Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesi vardı. a dergisi orada mı kuruldu? Evet, Kemal (Özer) Bey’in kahvesinde kuruldu. Tabii bütün gençliğimde sadece oralarda oturmadık. Diğer bir ekip de Baylan’da otururdu, ben Baylan’a da giderdim. Bir sevdiğim yer de Park Otel’in balkonuydu. Çok güzel bir yerdi. Park Otel’in balkonunda oturur, akşamleyin belli saatte evimize giderdik. Sonrasında evime gider, kitap okur, müzik dinlerdim. Bizim a kuşağı hep böyle, elli kuşağı daha doğrusu. Elli kuşağı birbirini tutan, birbirini seven, birbirini destekleyen bir kuşaktır. Çoğu, kitaplarını 1959’da çıkardı. Rahmetli Onat Kutlar, İshak kitabıyla ödül almıştı. Elli sene sonra, Ferit Edgü “Hepimiz ilk kitabımızın ellinci yılını çıkaralım ve başına da Doğan bir önsöz yazsın” dedi. Bütün kitaplar benim önsözümle çıktı. Sebahattin Karakurt da bizim antika bir otomobilde fotoğrafımızı çekti. Benim çok hoşuma gitti. Bir yazı yazdım, bütün kitapların başında o geldi. İlk defa yapılan bir şey oldu. Ondan sonra hepimiz ayrı ayrı yerlerde de bulunduk ama a birleşikliğimizi devam ettirdik. a kuşağının tek eleştirmeni ben olduğum için, eleştirmen olarak beni önemsiyorlardı, beni öne çıkarttılar. 50 kuşağının hikâyecisi var, romancısı var, şairi var ama tek eleştirmeni benim.

Kendi kuşağınızın dışında da pek çok kıymetli yazar ve şairle de vakit geçirmişsiniz. Kemal Tahir’in evine gidip gelecek samimiyetiniz varmış. Nasıl tanışmıştınız? Evet, çok sık gider gelirdim. Kemal Tahir ile ben, bir yazıdan sonra ahbap olduk. Yorgun Savaşçı için bir yazı yazmıştım, onun üzerine beni aradı. Ölünceye kadar da büyük dostluğumuz devam etti. Dergide yazmazken benim yönettiğim Yeni Edebiyat’ta yazı yazdı. Belli adamlar vardı hayatında, Kemal Tahir onlarla idare ederdi. Benim de evine gittiğim insanlar, Kemal Tahir ve Behçet Necatigil’dir. Bir de rahmetli Mehmet Seyda’ya giderdim. Ben ev ziyaretlerinden hoşlanmam. Bana ev ziyareti yapılmasından da hoşlanmam. İstanbul'da doğmuş ve bilfiil burada yaşayan biri olarak şehirdeki buluşma mekânlarının uğradığı değişimi, belki teknolojinin de etkisiyle, nasıl görüyorsunuz? Benim bütün ailem, baba tarafım, İstanbullu. Onun için de İstanbul’u çok severim ve İstanbul’un her yerini bilirim. Ada’sından Balat’a Fener’e kadar, Samatya’ya kadar… Nereye gitsem İstanbul’u arıyorum. Buradayken kızıyorum, yahu bu kalabalık ne olacak, bu trafik ne olacak, diye ama gittiğimde de iki gün üç gece kalınca İstanbul’a dönmeyi istiyorum.

59


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN

İstanbul’un eski hayatlarıyKadıköy’de, Karaköy’de Bayla bugünkü hayatları farklı lan vardı. Bunun dışında Diama hep şunu söylüyorum; Sinemaya gitmek isterseniz, iyi sinema van, Nisuaz, Markiz, Lebon, Pelit vardı. Onların hepsine her şey değişiyor dünyada, Beyoğlu’ndaydı. Şehir tiyatroları giderdim. Pastane kültürü değişmeyen bir şey yok. Bu, Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi, başka bir kültürdür. Bugün teknolojinin değişimi. Şimdi, giyim, restoran, evin mefruşatının bile o kadar pastane kültürü oltoplanılmıyor konuşulmuiyisi Beyoğlu’ndaydı. yor, deniliyor. E bu kadar ağır duğunu söyleyemem. Çünkü trafikte toplanmak çok güç. insanlar, belki de hayat artık Karşıda oturan birisi buraya çok hızlı, çok yüksek tempolu olduğu için böyle yerlere gitmeye vakit ayıramıyorlar. iki saatte geliyor ancak. İnternet, bilgisayar, buluşmaları Yahut tadın değişimi var. Dürümler, sandviçler görüyorum dijitale, sanala dönüştürdü, çoğunlukla onlar aracılığıyla bugün. Oysa her pastanenin güzel yapılan bir şeyi vardı. görüşülüyor. Ama gene de, buluşuluyor, konuşuluyor. Hangi pastane hangi pastayı iyi yapar çok ilgilendiğim bir Bir yandan da mesela, Beyoğlu çöküyor, Beyoğlu bitiyor, şeydir. Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları nadeniyor. Çocukluğumuzda her şey Beyoğlu’ndaydı. Sinesıldır… Şimdi pek çok kimse bununla ilgilenmiyor, böyle maya gitmek isterseniz, iyi sinema Beyoğlu’ndaydı. Şehir bir meseleleri yok. Pastanın da bir kültürü vardır. Bazen tiyatroları Beyoğlu’ndaydı. Alışveriş merkezi, giyim, resrastlıyorum, öylesine soruyorlar bu neyli, o neyli diye. toran, evin mefruşatının bile iyisi Beyoğlu’ndaydı. Şimdi Beyoğlu’na yok diyorlar. Fiyatlar o kadar arttı ki, kitapçılar Pastaneler sonradan canlandırılmaya çalışıldı, Markiz gibi, ve plakçılar kiralarını ödeyemiyorlar. Çok pahalı oldu. Bir ama olmadı. Ben Markiz’e hukukçu hocalarım Necip Kocayusufpaşaoğlu ve Ragıp Sarıca ile giderdim. Bir de Halyandan AVM’lere kızıyoruz ama insanlar da AVM’leri tercih ediyorlar. Hayatın bütün işlerini orada yaptıkları için dun Taner ile orada buluşurduk. Şimdi, Markiz yapıldığı çok rahat. Alışverişe gidiyorsunuz, sinemaya gidiyorsuzaman Markiz’e gelen kimse yok. Onun için de eski Markiz nuz, yemeğinizi yiyorsunuz, kitabınızı alıyorsunuz, evinize yok. Mekânları yeniden kurmanın faydası yok, o mekânları yaşatan kimseler, o mekânları yaşatacak insanlar olmagidiyorsunuz. Bir de hep böyle havalar güzel olacak diye dıktan sonra… düşünmeyin; yağmur var, kar var… Pek çok farklı mekândan bahsettik, bu mekânların ortak bir hüviyeti olduğunu söyleyebilir miyiz? Ortak bir hüviyet demeyelim, çok farklılar. Pastaneler ayrı mekânlar; Beyoğlu’nda,

60

Bu mekânların dönemin İstanbul’unun, belki Türkiye’nin, kültür sanat gündemini belirlediğini iddia etmek doğru olur mu? Tabii ki, zaten Türkiye İstanbul demekti. Edebiyatçılar ressamlarla müzisyenlerle filan da buluşurdu. Yeni türler,


DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN

değişik türler arasında bir buluşma vardı. O zaman şimdiki kadar galeri de resim yayını da yoktu. Eskiden galeri davetleri, bir küçük dört-beş sayfalık broşürle olurdu. Bugünkü gibi katalogların basıldığı bir dönem değildi, sergiler yoktu. En çok Maya Galerisi’ne giderdik, zamanında çok meşhurdu. Galatasaray’da başka yerlerde de sergiler açılırdı ama az kişi, az yerde temerküz etmişti. İstanbul'un en iyi kitapçıları hangileriydi? Beyoğlu’nda da çok iyi kitapçılar vardı. Mesela, hukukta okuduğum halde Tanpınar’ın tiyatro dersine giderdim, Tanpınar’a özel bir ilgim olduğu için. İki tane İngilizce tiyatro kitabı tavsiye etti bana. Ben de çıktım gittim, Haşet’te buldum. Haşet, Kohen Hemşireler Kitabevi, French American vardı Tünel’de. Biraz gittiğinizde, Saray Kitabevi vardı, yabancı kitaplardan satardı. Sonradan orada Necdet Sander bir yer açtı, ama o da kapandı. Şimdi işte bu kitapları bulabileceğiniz Pandora var, Mefisto var orada. Diğerleri kapandı oraların yüksek kiralarını kitap karşılayamadığı için. Gerçi şimdi bütün AVM’lerde kitapçı var. Remzi, D&R ve İnkılap var bazı yerlerde. Babıali’deki önemli kültür ortamları arasında nereleri sayabilirsiniz? Bütün kitapçılar, bütün yayınevleri Babıali’deydi. Her gelen mutlaka Cumhuriyet’e veya sonra Yeni Gazete’ye

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

uğrardı. İstanbul’a gelip de Cumhuriyet’e uğramayan ya da oraların bir kahvesine, pastanesine, meyhanesine uğramayan yoktu. Pek çok dergi idarehanesi de oradaydı, edebiyatın başkenti Babıali’ydi. O zaman gazetelerin üstlendiği fonksiyonların, bugünkünden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz herhalde? Şüphesiz. Şimdi hayat değişti. Bir gazetede bunu düşünen var mı? Artık insanlar, teknolojiyle görüşüyorlar, konuşuyorlar. Cep telefonu denilen bir şey var, eskiden arasaydınız bulamazdınız. Teknoloji bazı şeyleri değiştiriyor ama yemek adabı, lezzeti, tadımı başka bir şey, teknolojiyle alakalı değil. Ama belki hayatın hızı, iş gücü, durumu, bu şehirdeki başka sorumluluklar, başka sıkıntılar da bu adetleri değiştiriyor. Bizde saat beşte herkes çay içer, kurabiyeler filan yerdi. Ama şimdi benim yardımcı arkadaşım da diyor ki, “Güzel de müsait miyiz?” Altıda mesaisi bitecek bir çalışan, “Müsaadenizle patron, beşte ben çaya gidiyorum” diyemez. Hayat şartları, koşullar, bunları mümkün kılmıyor. Başka tabii zorluklar da var. Ben, İstanbul’da merkezde çalıştım, Cağaloğlu’nda. Cağaloğlu her yere yakın. Bugün Cağaloğlu’na gittiğimde de arabamla, şoförümle gidiyorum. Ama mesela buraya (Hürriyet gazetesinin İkitelli’deki binası) gelmek çok zor. Babıali’deyken Yeşil Ev’e giderdik, orada oturur dönerdik. Şimdi, buradan çıkıp

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir zamanlar Cumhuriyet gazetesi binası olarak da kullanılan köşkü, 2015

61


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

DOĞAN HIZLAN İLE İSTANBUL'UN ESKİ MEKÂNLARI / Betül EREN

gezmeye gitmek gazetenin rutininde çalışan arkadaşlar için mümkün değil. Mesela buraya yakın bir alışveriş merkezi var. Oraya da bir saatte gidip gelmek mümkün değil. Merkezden ayrıldığınız anda, merkezin nimetlerinden yararlanamıyorsunuz. Merkezlerin nimetleri kaldı mı aslında o da başka bir tartışma konusu. Ben hâlâ Cağaloğlu’na giderim kırtasiyecim için. Kitapçılara giderim çünkü kültürel yarımada orası. Fatih ile orası önemli bir yer. Peki ya Beyoğlu? Beyoğlu ise başka, kozmopolit bir yer. Oranın kozmopolitliğini ben severdim. Kozmopolitlik de pek kalmadı tabii. Beyoğlu'nda Balık Pazarına girerdiniz. Çiçek Pasajı derlerdi oraya, çünkü çiçekçiler gelir, orada müzayede yaparlardı. Herkes çiçeklerini oradan alırdı, sonra balık pazarı oldu. Orada sadece Türklerin, Müslümanların yediği yiyecekler yoktu. Kozmopolit olduğu için Ermeni’nin, Rum’un, Musevi’nin de yediği yiyecekler vardı. Her çeşit vardı. Dürümcüyü, telefoncuları gördüğünüz yerde Havyar Mağazası diye mağaza vardı. Balık yumurtası satardı, anneannem çok

62

Hangi pastanenin hangi pastayı iyi yaptığıyla çok ilgilenirim. Kurabiyeleri nasıldır, kukileri nasıldır, pötifurları nasıldır… Şimdi pek çok kimse bununla ilgilenmiyor, böyle bir meseleleri yok. Pastanın da bir kültürü vardır. severdi, oradan alırdık, güzel mağazaydı. Nisuaz diye bir pastane vardı, çok şıktı. Park vardı, Park Otel’in pastanesi. Pastaneler medeniyetti. Bugün hangi pastanelere gidiyorsunuz? Ataköy’de Divan var. Biraz ileri giderseniz Pelit var, Venüs’ün bahçeli yeri var. Ataköy bu açıdan pastane cenneti. Beyoğlu’na gittiğimde, ne yazık ki yine Divan’a uğrarsam uğruyorum. Divan’ın İstiklal Caddesi’ndeki yerine gidiyorum. Artık Divan gibi pastane yok orada. Pasta filan her yerde satıyorlar ama o lezzet yok. Belki de şu var, insan alıştığı şeyi seviyor. Alıştığı şeyin de en iyi olduğu kanaati var. O da ayrı mesele.




İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ Dr. Şemsettin ŞEKER Yazar

Osmanlı asırlarında ilim ve sanat hayatını şekillendiren muhitler arasında konakların ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bu meclislerde şiir, mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi bahisler konuşulur; istidad ve iktidar sahibi kimselerin yazacağı mevzulara karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri mahlaslar burada verilirdi. Konaklara devam eden şairler tarafından “dâriyye” adı verilen kasîdeler tanzîm olunup padişah, sadrazam, şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle takdim edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve meddahların icrâ ettikleri sanatlar evvela buralarda sahneye çıkar, sonra cemiyet hayatına mal olurdu. Bir nevi muhitin ilgisi buralarda esere dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış ve fikirlerle temas kurarlardı.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

Cümlenin malumu olduğu üzere kültür; bir muhitte doğar, büyür, gelişir ve oradan yayılır. Genelde sanat, özelde edebiyat sahasıyla ilgilenenler bilirler ki şahıs ve eser; devir ve muhitten bağımsız değerlendirilemez. Malumdur ki insanın ahlâkî, fikrî, siyasî temayülleri ile sanat zevkinin oluşmasında çevresinin önemli katkıları vardır. Bugün bile böyledir: Okunan–okunacak olan eserlerin, dinlenilen müziklerin, uğraşılan meşgalelerin belirlenmesinde–oluşmasında dâhil olunan çevrenin etkisi büyüktür. Osmanlı asırlarında ilim ve sanat hayatını şekillendiren muhitler arasında saray başta olmak üzere tekkeler, medreseler, camiler, kahvehaneler ile yalı ve konakları zikredebiliriz. Buralarda akdedilen şiir ve mûsikî meclisleri, eser mütalaaları, muhtelif ilimlere dair gerçekleştirilen sohbetler devrin ilim ve sanat hayatının ufkunu–mahiyetini tayin etmiştir. Bu muhitler arasında etki ve tesirinin devamlılığı açısından saray, tekke ve medresenin yanında konak, yalı veya köşklerin –daha umumî bir tabirle söyleyecek olursak evlerin– ayrı bir ehemmiyeti vardır. Siyaset, ilim ve şiirde zirve şahsiyetlerin konak yahut yalıları devrin siyasî, ilmî, edebî ufkunu tayin eden yerler arasındadır. İlimde, sanatta ve memuriyet hayatında hâmî– mahmî ilişkisinin devam ettiği asırlarda kişinin intisap ettiği daire, edebî ve fikrî gelişiminin yanında ilim, sanat veya memuriyet hayatındaki derecesini de belirleyecek

evsaftadır. Kaynaklarda bezm-i edeb, daire, cemiyet, encümen, muhit, mahfil gibi kelimelerle de karşılanan bu meclislerde şiir, mûsikî, hat, kitap, tarih, hukuk gibi ilmî–bediî bahisler konuşulur; istidad ve iktidar sahibi kimselerin yazacağı mevzulara karar verilir; şairlerin iştihar edecekleri mahlaslar buralarda verilirdi. Konaklara devam eden şairler tarafından “dâriyye” adı verilen kasîdeler tanzîm olunup padişah, sadrazam, şeyhülislâm, vükelâ ve ricâle takdim edilirdi. Piyesler, Karagöz oyunları ve meddahların icrâ ettikleri sanatlar evvela buralarda sahneye çıkar, sonra cemiyet hayatına mal olurdu. Bir nevi muhitin ilgisi buralarda esere dönüşürdü. İlim ve sanat ehli bir araya geldikleri bu gibi yerlerde yeni anlayış ve fikirlerle temas kurarlardı. Memleketin ihsandan, sazdan ve sözden hoşlanan maruf zenginleri, hânelerinin kapısını her sınıftan halka açarlar, tabir-i maruf ile bunlara “kapusu açık hânedânından” denilir. Bunlar cedlerinden kalan mirasla “servet ü sâmân” sahibi olan kimselerdir. Her konağın kendine mahsus bir kütüphanesi ve kitapçı efendisi (hâfız-ı kütüb) bulunur. Hâfız-ı kütübler konakların birinci dereceden daimî muvazzaflarındandır. Önemli eserleri satın alır veya istinsah ettirir, araştırma yapar. Bir yerde konaktaki ilim ve sanat hayatının belirleyicisi odur. Bunların kıymetli kısmı ekseriya İlmiye ricâlindendir. Kişinin ilgisine göre tesis edilen

66 Bir zamanlar Üsküdar’da Ahmed Fethi Paşa Yalısı


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

bu kütüphaneler ilme verilen kıymeti gösterir. Devrinin önemli ilim adamlarından Hoca Hayret Efendi’nin “Bir âdemin ilmine, yahud cehline, terekesinden çıkacak kitablar şehadet eder” sözünü burada zikretmekte fayda vardır. İbnülemin, bu sözün kitabın çokluğuna değil, ilmî kıymetine dikkat çekmek için ifade olunduğunu belirtir. Bu kütüphaneleri nefis ve nadir eserlerle tezyîn etmek adettendir. Teclîd ve tezhip meraklısı olan rical, “musavver kaplar, münakkaş yazma kitaplar, müzeyyen ve müzehheb meşâhir-i hattâtîn yazılarıyla tahrir olunmuş Mushâf-ı Şerîf ve elvâh-ı nefîseye sahiptirler. Konaklara hemen her gün bir hattat devam eder. Kurʽân-ı Kerîm, Buhâri-i Şerîf, Şifâ-i Şerîf gibi mühim eserlerden birkaç sayfa kendilerine yazdırılarak hâneler bereketlendirilir.1 Buralarda akdedilen meclislerde bu gibi eserlerin “elvan ve dekâyıkına” müteallik mübahaselerde bulunulur. İran’ın minyatürüne, İstanbul’un şemsesine, Edirne’nin usulî kaplarına çok rağbet edilir. İslâmî ilimler genellikle naklî bilimler olduğu için, bilginin olduğu gibi korunması ve daha sonraki kuşaklara bozulmadan aktarılması önemlidir. Bunun en sağlam yolu da kitapların eski âlimlerin yazdığı şekliyle aynen hıfz ve istinsah edilmesidir. Harf inkilâbına kadar hat sanatı eski itibarını, ehemmiyetini kalemler, resmî yazışmalar ve özellikle konak sahiplerinin himayesiyle devam ettirmiştir. Ulemâ ve vüzerâ tarafından Mushâf-ı Şerîfler, Şifâ-i Şerifler, hilyeler, muhtelif camilere, köşklere meşk ettirilen âyet-i celîleler vasıtasıyla; diğer bir deyişle nadir ve nefis eserlerin istinsah edilmesi bu sanatın devamı için fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. İslâm âleminde resme rağbet edilmemesi hüsni hattın millî bir resim ittihaz edilmesini, dolayısıyla millî sanatlarımızın en güzellerinden biri addedilmesini beraberinde getirmiş, terakkisine pek çok çalışılmıştır. Halkı teşvik etmek için Türk hükümdar ve şehzâdelerinin, mülkî ve ilmî ricalin hüsni hatta rağbet buyurmaları, okuryazar kesiminin pek çoğunun bir başka meslek ihtiyar etmeyerek bu sanatı medâr-ı maişet addetmelerine vesile olmuştur.2 Diyebiliriz ki millî sanatların bu şubelerinin muhafazasında ve sonraki nesillere intikâlinde konak ve yalılar mühim bir fonksiyon icra etmişlerdir. Bu manada her bir yalı ve konağın sanat evi hüviyetini hâiz olduğunu söyleyebiliriz. Konakların bir diğer hususiyeti de camiler, medrese ve mektepler haricinde eğitim hayatının feyizli bir devresini de ihtiva etmesidir. Geniş bir nüfusu da ihtiva eden konak ve yalılarda verilen eğitim şahısların ilmî, fikrî, edebî şahsiyetlerinin oluşması için fevkalâde önemli bir basamak hüviyetindedir. Biraz imkânı olanlar çocuklarını mektep yahut medreseye göndermeyip devrin ilim ve irfanıyla iştihar eden zatlarından ders almalarını sağlamışlardır. Lisan, edebiyat, mûsikî, hat, tezhip gibi konularda hususî muallimlik yapan hocalar,3 hâne sahibinin çocukları ile sâir mensuplarına ilim ve hüner öğretip, sanat meşk ettirmişlerdir.4 Özellikle Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

devirlerinde her büyük konak “dârü’l-fünûn-ı millîden” bir şube hükmündedir.5 Çocukluk ve mektep hatıraları okunduğu vakit görülür ki bu senelerde yaşadıkları ve okudukları, dimağlarına ve zihniyetlerine yön vermiş, müelliflerin evvela yetişme tarzına, daha sonraları da eserlerine yansımıştır. Özellikle 19. asırda konak ve köşklerdeki hususî kütüphanelerde okunan eserler; 1. Geleneği temsil eden eserler 2. Yeni devre ruh veren müelliflerin eserleri 3. Batılı müelliflerin eserleri olmak üzere üç farklı zihniyete mahsustur. Evlerde okunan, diğer bir deyişle halk irfanının tesisinde rolü bulunan eserler arasında “Muhammediye, Mesnevî, Mevlîd-i Şerîf, Kısâs-ı Enbiyalar, Bostan ve Gülistan, Divanlar, Kerbelâ mersiyeleri, Mızraklı İlmihâl, Âşık Garip, Hz. Ali Cenkleri, Battalnâme, Bin Bir Gece Masalları, Yunus Emre ilahileri” dikkati çeker. Asrın son çeyreğine kadar yaygın olarak okunan bu eserlerin yerini önce Namık Kemâl, Ziya Paşa, Ahmed Midhat ve Abdülhak Hamid gibi yeni bir edebiyat, düşünce telâkkisiyle yazanlar almış, asrın sonlarına doğru ise Batılı müelliflerin yazdıklarının yavaş yavaş evlerde yerini almaya başladığını görürüz. Kitap meraklıları ile onların oluşturdukları hususî kütüphanelerin ilim ve edebiyat tarihimizde müstesna bir yeri vardır. Hastalık derecesinde kitap düşkünü olan zatlar ve hâneleri, eser kaleme alanların karşılaştıkları müşkilleri çözmek için müracaat ettikleri yerler arasındadır. Zamanın “ârif-i kâmil”i olan ve Cevdet Paşa’nın “millet-i İslâmiye içinde yerine konmaz âdemlerden biri” şeklinde tavsîf ettiği6 Şeyhülislâm Arif Hikmet’in hânesinde 12 bin kitap vardır. Bunlardan üç bin kadarını Medine’de inşa ettirdiği kütüphaneye göndermiş, kalan kısmını da götürmek üzere hazırlık yaparken vefatı vuku bulmuştur. Cevdet Paşa Encümen-i Dâniş’te kendisine havâle olunan Tarih’inin yazımı sırasında Efendi’nin dillere destan kütüphanesinden pek ziyade istifade etmiştir.7 Edebiyat, felsefe ve matematiğe dair ilimlerde verdiği derslerle meşhur Kethüdâzâde Arif Efendi’nin8 her ilme mahsus kırk sandık dolusu nefis yazma kitaplarının büyük kısmını vefatından sonra Şeyhülislâm Ârif Hikmet Efendi satın alarak Medîne-i Münevvere’de tesis ettiği kütüphanesine göndermiştir. Bu devirde kütüphanesiyle meşhur ricalden biri de Yusuf Kamil Paşa’dır. “Dârü’l-Hikme” olarak nitelendirilen Vezneciler’deki konağında devrin ricali tefsîr-i şerîf okurlar. Bu mecliste Mustafa Fâzıl Paşa okuyucu, Cevdet ve Şîrvânîzâde Rüşdü Paşalar gibi ulemâ kökenli vezirler mukarrir, Âlî ve Fuad Paşalar ile bir kısım zevât dinleyici sıfatıyla bulunmuşlardır. Konağın sahibi ise bu mecliste mümeyyizlik vazîfesini îfâ eylemiştir.9 Buraya devam edenler tarafından Paşa’ya takdim edilen kasîdeler birkaç cildi dolduracak

67


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

Bebek’teki Yusuf Kamil Paşa Yalısı. Boğaziçi’nin ziynetlerinden biri olan bu saray da maalesef güzel olan pek çok şey gibi hâtırâlarda kalmıştır.

hacimdedir. Konağın kütüphanecisi meşhur Elhac Mehmed Zeki Efendi’dir (1821-1881). Burada kendisine tahsis olunan maaş mukâbilinde daire mensuplarına Mesnevî okutur ve Paşa’nın istediği kitapları istinsah eder. Kütüphanesiyle meşhur bir diğer rical de Ahmet Vefik Paşa’dır. Ömer Faruk Akün’ün de bahsettiği üzere onun kütüphanesi, doğu ve batının bilhassa tarih ve edebiyat sahasındaki külliyatları ve en muteber kitapları yanında, elde edilmesi güç Çağatayca eserleri, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi gibi yazma eserleri barındırmaktadır. Bu muazzam kütüphanenin bulunduğu köşkü (Rumelihisarı’ndadır), payitahta ayak basan Batılı âlim ve sanatkârların hem kitaplardan hem de sahibinin ilminden, sohbetinden istifade etmek için uğradıkları bir ziyaretgâh hükmündedir. Paşa’nın vefatından sonra borçlarını ödeyebilmek için kitapların bir kısmı satılmış, geri kalanları da ölümünden iki sene sonra basılı bir kataloğu yapılarak satışa sunul68

muştur. Buradaki kitaplar, Rıza Paşa gibi kitap meraklılarından Prag Üniversitesi’ne kadar çeşitli yerlere dağılmış bulunmaktadır.10 Eserlerin bir kısmı ise devrin hükümeti tarafından satın alınarak Dârülfünûn Kütüphânesi’ne konulmuştur.11 Ahmed Vefik Paşa’nın bu kitapları sadece kütüphanesini tezyîn etmekle kalmamış, efkâr-ı umûmiyenin istifadesine de sunulmuştur. Diğer bir deyişle paşa, “eski müelliflerin tarih ve edebiyat sahasındaki neşir imkânına kavuşamamış mühim eserlerinin basımını sağlamak suretiyle kültür ve fikir hayatımıza” katkı sağlamıştır.12 Paşa’nın 45-50 senede elde ettiği bu kitapların bir kısmını şerh, tenkit ve tashih ettiğini de torunu söylüyor.13 Zamanının âlim ricalinden olan Sadrazam Said Paşa’nın hânesinde nefis ve nadir eserleri ihtiva eden bir de kütüphanesi vardır. İbnülemin, Said Paşa’nın avukatı tarafından kendisine gönderilen basma listede muhtelif ilimlere dair çeşitli lisanlarda yazılmış 1077 adet kitap ve mecmuanın -merhu-


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

mun müsellem olan ilim ve faziletine göre ümid edilenden azdır- varlığından söz eder.14 Bu eserlerden nüshası nadir bazılarını İbnülemin daha sonra satın almıştır. Kitap meraklısı bir zat olan Maliye Nâzırlarından Nazif Paşa, resmî vazifeleri hâricinde konağında mütalâada bulunurdu. Zamanın bazı büyükleri ve kitapseverleri gibi o da nüshası nadir, hat ve tezhibi güzel kitabları satın alır, bunların iyi bir şekilde muhafazasına itina eylerdi. Vefatından sonra Paşa’nın bütün hayatı boyunca topladığı bu eserleri ailesi zaruret yüzünden satmak mecburiyetinde kalmıştır. Ali Emirî Efendi tarafından satın alınan bu kitaplar arasında sonradan Maarif Nazaretince bastırılmış olan Divanı Lügati’t-Türk isimli kıymetine paha piçilmez abidevî bir eserin de merhumun metrükâtı arasında zuhur etmesi kütüphanesinin önemine delâlet eyler. Ali Emirî Efendi bir zamanlar neşrettiği Tarih ve Edebiyat isimli mecmuasında Millet Kütüphanesi’nin kuruluşunu hikâye ederken dünyada yegâne olan bu nüshanın verese tarafından geçim sıkıntısı yüzünden satıldığını hikâye eylemiştir. Ders Vekîli ve Dârüşşafaka muallimlerinden Amasyalı Hoca Hâlis Efendi (1843-1913) de kütüphanesiyle iştihar eden zatlar arasındadır. Ömrünün sonuna kadar ilimle meşgul olan Hoca Halis Efendi, hafızasının kuvveti ve Arap edebiyatındaki vukufuyla meşhurdur. Kütüphanesinde her dilden, her fenden binlerce eser vardır. Çağdaşları, onun büyük sarığının yarım asırlık kemâlinin tantanalı tâcı; hitâbetinin ise geçmiş asırların ilmî ve mânevî intibâlarını câmi bir hazine olduğu hususunda hemfikirdir. Aynı isme bir diğeri ise, kötü şöhretiyle meşhur Hazine-i Hassa Muhasebecisi Hâlis Efendi’dir. Kitap meraklısı (bibliyofili) olan Hâlis Efendi’nin diğer erbâb-ı kitaptan farkı sahaflardan topladığı nadir ve nefis eserleri saklayıp büyük paralara ecnebilere satmasıdır. Büyük kitâbiyat âlimleri Ali Emirî Efendi ile İbnülemin eserlerinde doğrudan ve dolaylı olarak Hâlis Efendi’nin bu tarafını tenkit ederler. Bulunduğu her yeri tabiî bir edebî–fikrî mahfil hâline getiren İbnülemin’in15 haftanın belirli günlerinde ilim, mûsikî ve edebiyat meclisleri akdettiği Beyazıt’ta Mercan’daki konağı da Osmanlı kitap kültürünün bütün safhalarının görüleceği yerler arasındadır. Süleyman Nazif’in söylediği vechile vaktiyle bazı maruf zatlar tarafından “Darü’l-Kemâl”16 nâmı verilen konakta cuma ve pazar günleri17 ulemâ ve üdebadan, şuara ve mûsikî erbabından pek çok kimsenin iştirakiyle ilmî, edebî sohbetler yapılır. Mühürdar Mehmet Emin Paşa Sokağı’ndaki konağı; Yusuf Kamil Paşa ve babası Mehmed Emin Paşa’dan kalma bir alışkanlıkla kadim Türk geleneğine uygun olarak bu asrın son yıllarından İbnülemin’in vefatına kadar elli yılı aşkın süre bir edebî ve fikrî mahfil işlevi görmüştür.18 Onun konağı, kültürümüzün bütün meselelerinin, 69


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

Hoca ve talebesi eski usul ders takrir ediyorlar.

değerlerinin konuşulduğu ve yaşatıldığı; ilim, siyaset ve sanat muhitlerinden seçkin simaların her hafta uzun geceler etrafında buluştuğu bir yerdir.19 Bugün büyük bir kısmı İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi’nde bulunan bu kütüphanenin en belirgin hususiyeti Türk kültür ve edebiyatının hemen bütün merhaleleri hakkında, özellikle de Türk şiirinin değişik devirleri açısından, zengin bir kaynak teşkil eden nadir ve nefis eserleri ihtiva etmesidir. Yakın tarihimizin ihmal edilmiş, üzerinde çalışma yapılmamış mühim şahsiyetleriyle alakalı çalışmalar için asıl kaynak vazifesini görecek şiir, münşeat, cönk vs. mecmuaları, matbû eserlerinin müsveddeleri ile neşir sahasına çıkmamış eser ve husûsî evrâkları bu kütüphanenin kıymetini gösterecek evsaftadır. Bu kütüphane, bütünüyle “muhafaza” hissinin harekete geçirdiği, “memleketin ilim ve marifet”ine katkıda bulunarak eslâfın ve ahlâfın hayır dualarına mazhar olma arzusunun ve eserlerinde sık sık dile getirdiği “Hayru’n-nâs men yenfa’u’n-nâs” [İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır] düsturunun harekete geçirdiği bitmek tükenmek bilmez bir azmin ve sabrın meyveleridir.20

70

Konaklar, ikbal ile idbar arasındaki yerlerdir. Vükelâ ve ulemanın kudemâsının hâneleri, bir diğer deyişle daireleri, devletin istikametini belirleyecek derecede etkili yerler arasındadır. Üst kademe memuriyetlere getirilenler, genellikle aynı daire mensuplarıdır. Ayrıca ricâl-i devletin husumetlerinden doğan politik dedikodular hep buralarda neş’et eder. Devlet erkânı arasında birtakım sürtüşmeleri, dargınlıkların esbabını yalı ve konaklar üzerinden rahatlıkla müşahede edebiliriz. Devletin kaderini ilgilendiren kararların bir kısmının konaklarda konuşulup alınması buraları tabiî bir siyasî mahfil hâline getirmiştir. Her konak zamanın sosyal ve siyasî hadiselerinden bir şekilde etkilenmiştir. Özellikle Halet Efendi yalısı ile Pertev, Akif, Hüsrev, Mustafa Reşid, Mütercim Rüşdü, Yusuf Kamil, Midhat ve Hüseyin Avni Paşaların konakları fikir ve sanatın yanında siyasî bir mahfil olarak da düşünülebilir. Buralar 1810-1877 arasında toplumu derinden etkileyen hadiselerin yaşandığı mekânlar olmaları hasebiyle önemli yerlerdir. Özellikle Mehmed Said Hâlet Efendi (17601823) şahsiyeti, ilmi, siyaseti, kıyâseti ve kendine mahsus hâlleriyle bir devri dolduran zatlardan biridir. XIX. asrın başlarında devlet idaresindeki etkisiyle, tarihimizin özellikle 1811-1822 yılları, biraz da Hâlet Efendi’yle özdeşleştirilmiştir. Tarz-ı siyasetiyle sarayı, askeriyeyi, mülkiyeyi ve tasavvufî çevreleri neredeyse tek başına avucunun içine almıştır. Devrinin hemen hemen bütün kibarını, ulemâsını etrafına toplayan Hâlet Efendi’nin Beşiktaş’ta bulunan yalısı, Küplüce’deki sâhilhânesi, Süleymaniye ve Vezneciler’deki konakları; kibarın, ricalin, zurefânın toplanma yerleri arasındadır. Dairesinde bulunmak ikbâle ulaşma yollarından biridir. II. Mahmud devri ricalinden Kırım asıllı Mehmed Said Pertev Paşa’nın dairesi, Tanzimat sonrası ricalin kısm-ı azamını yetiştirmesi hasebiyle önemi hâizdir. Kabiliyetli, ehil kimseleri daima koruyup kollayan Pertev Paşa, Tanzîmat sonrasının mümtaz şahsiyetlerinin büyük bir kısmını himâye etmiştir. Bu zatlar arasında en çok dikkat çekeni Reşid Paşa’dır. Konağa devam eden şairler arasında Vakʽanüvis Esad Efendi, Şânizâde Atâullah Efendi, Âkif Paşa, Esad Muhlis Paşa, Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Mehmed Arif Beyzâde Said, Şeyh Mehmed Emin Zâik Efendi, bir ara idamdan kurtardığı şair Lebib Efendi gibi devrin önemli kimseleri dikkat çeker. Pertev Paşa dairesinde yetişenler uzun süre umûr-ı devlete, ilim ve edebiyat âlemine hâkim olmuşlardır. II. Mahmud dönemiyle başlayıp Tanzîmat’la devam eden yeni uygulamaların Mülkiye ve İlmiye’deki yürütücüleri, yani Mustafa Reşid Paşa ile Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyefendi çevresi, Pertev Paşa’nın hususî dairesinde yetişen şahsiyetler olmaları itibariyle dikkat çekicidir. Konağında devlet adamı yetiştiren bir diğer devletlu da “adât-ı frengâne ve etvâr-ı lâubâliyânenin mürevvici hatta müessisi” olarak takdim edilen Hüsrev Paşa’dır. Hüsrev Paşa, kölelerini ve sair kimsesiz çocukları konağında eği-


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

terek büyük memuriyetlerde istihdamlarına delâlet etmiştir. Kaptanıderya Damat Gürcü Halil Rifat Paşa, Koca Hakkı Paşa, Sadrazam Gürcü Reşit Paşa, Tophane Müşiri Vasıf Paşa, Müşir Çerkez Sadullah Paşa, Müşir Çerkez Abdi Paşa, Sadrazam Edhem Paşa, Gözlüklü Reşit Paşa, Zaptiye Müşiri Hayrettin Paşa, Ferik Haydar Paşa, İskender Paşa, Selim Paşa, Ferhat Paşa, Liva Hüseyin Paşa ve Hattat Abdülfettah Efendi gibi zatlar hep Hüsrev Paşa’nın dairesinde yetişmişlerdir. Siyaset ve edebiyatta Âlî, Fuad, Mahmud Nedim, Rüşdü, Memduh ve Cevdet Paşalar başta olmak üzere Üsküdarlı Hakkı, Hafız Müşfik, Şair Âli, Ziya Paşa, Kâzım Paşa, Namık Kemâl gibi birbirinden kıymetli şahısları teşvik ve himaye edip devlete kazandıran Mustaf Reşid Paşa’nın dairesi de aynı devrin en mühim siyaset, edebiyat mahfilleri arasındadır.

Servet-i Fünû

n mecmuasın

ın kapağı

Must afa Reşid Paşa’nın Baltaliman ı’ndaki yalısı. (1942 yılı). Bir ara Dam ad Ferit Paşa’nın da oturduğu yalı, Cum huriyet devrinde bir ara İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesine tahsis edilm iştir.

“İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları arsında Darülkemâl ismini almış olan bu ev, üstat Mahmut Kemal İnal'ın, daha doğrusu İbnülemin Mahmut Kemal’in, bütün müştaklarına feyiz ve irfan serpen yuvasıdır. Darülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkmış, ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i kemali olmuştur. Her ilim düşkünü oraya gider, üstadın elini öper, orada bilmediğini öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına münhasır bir üniversite, İbnülemin Mahmut Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsına münhasır rektörüdür.” Hasan Âli Yücel.

71


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

Sultan II. Abdülhamid’in Tunuslu Hayreddin Paşa’ya ihsan ettiği konak. Nişantaşı’ndaki bu konağın tamir ve tadilatı da ceyb-i hümayundan karşılanmıştır.

Reşid Paşa’dan sonra her sınıftan insanı himaye eden Yusuf Kamil Paşa’dır. Kıymet-şinas olan Paşa, kimde istiʽdât ve liyâkat görse “lisanen ve ihsânen” himaye eder, her suretle teşvik ve tergîb edermiş. Mustafa Reşid Paşa’nın vefatından sonra Şinasi’yi, Kemâl ve Ziya’yı himâye etmiştir. Yusuf Kâmil Paşa’nın bu hususiyetleri devrin edebiyat mahfillerinde de akis bulmuştur. Leskofçalı Galib, Hersekli Ârif Hikmet, Nâmık Kemâl, Ayaşlı Hayri, Recâizâde Mahmud Ekrem gibi zamanının mühim şairleri de yazdıkları

kasîdelerle Paşa’yı methetmişler, onun kemâlini, ihsan ve atiyelerini hususen belirtmişlerdir. Midhat Paşa’nın Beyazıt’ta, Tavşantaşı Mahallesi’nde Soğanlı Camii’nin yanındaki konağı zamanın mühim bir edebiyat, hususen de siyaset mahfillerinden bir diğeridir. Midhat Paşa’nın konağı ihtilâl, hürriyet ve Kanûn-ı Esâsî hazırlıkları ve tartışmaları eşliğinde, parlamenter rejimi getirmek isteyenlerin uğrak yerlerindendir. Hatta denilebilir ki devlet idaresinde nüfuz ve kuvvetin Rüşdü, Avni Paşalar ile kendisinin elinde toplanmasının ve cumhuriyet, meşrûtiyet fikirlerinin kuvveden fiile çıkartılma faaliyetlerinin âdeta ana karargâhı hükmündedir. Zamanının en alafranga konaklarından birisidir. Sultan Abdülaziz’in son zamanları ile V. Murad ve Sultan Abdülhamid’in cülûsunun ilk senelerinde yeni fikirlere sahip olanların ekserisinin buluşma yeri olan bu konak, hakikâten son devrin en mühim meselelerinin konuşulduğu mekânlardan biridir. Osmanlı nüfus ve nüfuzunu temsil eden pek çok kimse buradadır. Sultan II. Abdülhamid devrine kadar tesirini bir şekilde sürdüren konaklar, bu devirde yerini büyük oranda mektepler ve matbuata bırakmıştır. Konaklardaki ilmî, edebî, fikrî meclislerin inhitatında devrin siyasi havasının yanında sosyal ve iktisadî hayatın değişmesi de etkili olmuştur.21 Dipnotlar

72

ün Rejisi müdürFotoğrafın mehazı Tüt nç ’in Yakacık 'taki köşkü. ri hakkında hayli ilgi inle sak n anı Menâpirzâde Nuri Bey bur ve ri Bey ’in ahşap köşkü t, mültef it, herkesin hbe -so hoş ibi, lerinden Ramber t; Nu sah tahsil yanında ayakta ber t; “temeddün ve sîf ettiği Nuri Bey ’in bilgiler akt arır. Ram uş bir zât ” olarak tav uğundan bahund bul ı dad isti hürmetine mazhar olm aya lı boy Resimden de iha’nın da resim ve yağ 56. Sab ise kızı Bey ük ri küç Nu a, an dur yaşınd çekildiği esnada 12 ine gelmiş. af hâl ” oğr tut fot , fer -i iha “pîr Sab r. bir ında sediyo a o yaşta, sek sen yaş dah , hile veç ğı aca anlaşıl

1 Balcızâde Tahir Harimî, Tarihi Medeniyette Kütüphaneler, Vilayet Matbaası, Balıkesir 1931, s. 529-530.

2 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Hattatlar, MEB, İstan bul 1955, s. 3.


İLİM VE SANAT HAYATINDA KONAKLARIN ROLÜ / Dr. Şemsettin ŞEKER

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Halife Abdülmecid Efendi’nin Bağlarbaşı’ndaki konağında tertip edilen Abdülhak Hamid gününde devlet adamları ve şairler...

3 Mehmet Zeki Pakalın, Mâliye Teşkilâtı Tarihi IV, Maliye Ba kanlığı, Ankara 1978, s. 35.

“Öteden beri tanıdığı, tanımadığı âdemler, nezdine gelir yahut tezkire yazar hatta sokakda yakalar, soracağını sorar, müşârun ileyh sorulan meseleyi bilirse derhal cevabını verir ve muhatabının –tanımadığı zât ise– hüviyetini öğrenmeğe de lüzum görmez. Bilmediği bir şey sorulsa “bilmiyorum. Fakat filân kitaba müracaat edilse aranılan bulunur zannederim” der.

Kable’l-işgal kitaphânesinde pek mühim kitaplar, pek mühim evrak-ı kadîme –bugün emsâli mefkûd– eski gazete kolleksiyonları mevcut olduğundan ulemâ ve üdebâdan bazı zevât müracaatla müstefîd olurlardı. İkametgâhı dâru’l-ilm hükmünde olduğundan müdâvimlerden bazı zevât “Dâru’l-Kemâl” tesmiye etmişlerdi; birbirlerine “Mahmud Kemâl Bey’in hânesine gidiyor muyuz” makamında “Dâru’l-Kemâl’e gidiyor muyuz” diye sorarlardı. Ulemâdan, üdebâdan, şuarâdan, hattâtînden, erbâb-ı sanatdan, erbâb-ı mûsikîden el-hâsıl meslek-i muhtelife mensuplarından her fert aradığını Dârul’l-Kemâl’de bulur, istifade ederdi.” Hüseyin Vassaf, Kemâlü’lKemâl, s. 148.

4 Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, haz. Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi, İstanbul 2001, s. 20. 5 Abdurrahman Âdil, “Yeni Osmanlılar Tarihi ve İnkılâbât-ı Fikriye Münâkaşaları”, Hâdisât-ı Hukukiye ve Târihiye, cüz 3, 15 Mayıs 1341. 6 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir II, haz. Cavit Baysun, TTK, Ankara 1986, s. 73. 7 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih II, Dersaâdet 1309 s. 102. 8 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz. Cemal Kurnaz), MEB Yay., İstanbul 1995, s. 172. 9 İbnülemin Mahmud Kemâl, Kemâlü’l-Kâmil, İÜ Nadir Eserler Kütüphanesi İbnülemin kısmı, T3341, v. 115/a-b. 10 Bkz. Ömer Faruk Akün, “Ahmet Vefik Paşa”, DİA, c. II, İstan bul 1989, s. 150-151. 11 İbnülemin Mahmud Kemâl, Evkâf-ı Hümayun Nezareti’nin Târih-i Teşkilâtı ve Nuzzarin Terceme-i Hâli, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliye 1335, s. 114. 12 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, İstanbul, 1940-1953, s. 704-705. 13 Mehmed Cemaleddin, Osmanlı Tarih ve Müverrihleri (Ayîne-i Zurefâ), haz. Mehmet Arslan, Kitabevi Yayınları, İs tanbul 2003, s. 127. 14 İbnülemin, Son Sadrıazamlar, s.1253. 15 İbnülemin’in muhtelif meclislerdeki hâlleri ve bunların menkıbeleri için bkz. Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemâl, haz. Fatih M. Şeker – İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, s. 252 vd. 16 Süleyman Nazif, Servet-i Fünûn, nr. 90-1564, 5 Ağustos 1925. 17 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 19301942, s. 959. Bir ara İbnülemin’in konağına devam ederek müstefîd olan Mehmed Zeki Pakalın, daha sonraları aleyhinde bulunmuştur, konağın ve sahibinin hususiyetiyle alakalı şunları yazar:

18 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 168. 19 Ağabeyim Fatih M. Şeker, konağın devirleri ve nesilleri etkileyen bir mahfil olmasının arkasında Nakşî geleneğin de önemli bir etken olduğunu söyler: “İbnülemin’in dârü’l-kemâl diye isimlendirilen konağı sohbet meclislerinin kurulduğu bir yerdir. Erbabının dergâhı olan konağın mürşidi İbnülemin’dir. Kendisini Nakşîlikte idrak eden İbnülemin intisap ettiği tarikatte ve gelenekte olduğu gibi hayatında sohbete merkezi bir yer verir.”; Fatih M. Şeker, “İbnülemin İçin Bir Entelektüel Portre Denemesi: Osmanlı ile Cumhuriyet Arasında Sahih Bir Köprü”, Kemâlü’l-Kemâl, Haz. Fatih M. Şeker-İsmail Kara, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2009, s. 18. 20 Bkz. Metin Toker, “İstanbul’un Harab Bir Konağındaki Hazine”, Cumhuriyet, 08.10.1949, s.14. Yakın dostu Hüseyin Vassaf’ın kütüphane hakkındaki değerlendirmeleri için bkz. Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi, s. 152-153. İbnülemin’in konağındaki hat koleksiyonunu değerlendiren bir yazı için bkz. Ali Alparslan, “İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın Kısa Hayatı ve Hat Koleksiyonu”, Müteferrika, Yaz 2000, nr. 17. 21 İlmi ve edebi muhitler hakkında geniş bilgi için bkz. Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında: On Dokuzuncu Asır İstanbulu’nda İlim, Kültür ve Sanat Meclisleri, İstanbul 2013, s. 647

73



KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE Halil SOLAK Yazar

En hurda teferruatı dahi hatırlayan, hafızasıyla ünlü tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç, Kazancıgil konağına birkaç saat erken gelirmiş Tevfik Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna şüphe olmayan Mükrimin Halil Bey, üç ayda Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sını okuyacak seviyeye getirmiş evin küçük oğlunu. Yinanç, toplantılarda heyecanlı konuşması ve tarihî hadiseleri âdeta yaşarmışçasına anlatmasıyla herkesi kendine hayran bırakırmış.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK

İstanbul’un insanın nefesini kesen dik yokuşlarından biri Taksim’deki Kazancı Yokuşu. Bir zamanlar bu yokuşun başında bahçesinde güller ve tenis kortu olan 6 katlı 32 odalı muhteşem bir konak vardı desem inanır mısınız? Öyle bir konak ki, Yahya Kemal’den Peyami Safa’ya, İbnülemin Mahmud Kemal’den Hilmi Ziya Ülken’e Mesut Cemil’den Mükrimin Halil’e kudemânın kırk atlısından olup da yolu bu evden geçmeyen isim neredeyse yok gibi. Burayı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin takımyıldızı entelektüelleri için bir câzibe merkezi yapan elbette evin sahibi Ord. Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil idi. Türkiye’de jinekolojinin kurucu isimlerinden biri olan Kazancıgil, Malatya’nın önde gelen ailelerinden birine mensuptur. Hem medreseli hem tıbbiyeli babası Osman Remzi Bey’in izinden giden Tevfik Remzi Bey, askerî tıbbiyeyi birincilikle bitirmesinden dolayı Ziya Gökalp tarafından uzmanlık eğitimi için Berlin’e gönderilmiş, buradan döndükten kısa bir süre sonra da kadın-doğum alanında uzmanlaşmak için İsviçre’ye gitmiştir. 1924’te İstanbul’a dönen Tevfik Remzi Bey, Kazancı Yokuşu’ndaki evi satın almış ve büyük masraflarla yenileyip “Kazancı Konağı” hâline getirmiş. 76 Büyük salonun bir köşesi.


KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK

Konağın iki kapısından alttakinin girişinde Tevfik Remzi Bey’in muayenehanesi, personel odaları ve kalorifer dairesi bulunuyormuş. Birinci katta ise sayısı 20 bini aşan kitaplarıyla dev bir kütüphane karşılarmış misafirleri. Burada sadece tıpla alakalı kitaplar olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve Rumcaya vâkıf olan Tevfik Remzi Bey çocukluğundan son nefesine kadar bitmez tükenmez bir okuma aşkıyla yaşamıştır. O kadar ki, çok okumaktan dolayı gözleri genç yaşta bozulmuş ve taktığı gözlük yüzünden arkadaşları arasında “Camekân Tevfik” diye anılır olmuş. Lise arkadaşı Vedat Nedim Tör, ondan “Tevfik’i mütemadiyen kitap okurken hatırlıyorum” diye bahseder.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sını okuyacak seviyeye getirmiş evin küçük oğlunu. Yinanç, toplantılarda heyecanlı konuşması ve tarihî hadiseleri âdeta yaşarmışçasına anlatmasıyla herkesi kendine hayran bırakırmış.

Konağın bir başka önemli misafiriyse Yahya Kemal’miş. Kendi Gökkubbemiz şairi geldiğinde her zamankinden başka bir teşrifatın işlediğini tahmin edebiliriz. Türk ve Fransız şiirinden örnekler okuyup onları izah eden Üstad’ın, üslûbu, jest-mimikleri ve şakalarıyla şimdiki ‘talkshow’culara taş çıkarttığını söylüyor evin oğlu Aykut Kazancıgil. Ciddiyetiyle meşhur diplomat Numan Menemencioğlu bile onun esprilerine dayanamaz, kahkahalarla Tevfik Remzi Bey kütüphanesinde istirahat halinde. gülermiş. Sohbetiyle meclisleri süsleyip revnak veren, Ömrü boyunca siyasete bulaşmayan, tarih, felsefe ve bilhassa sosyolojiye duyduğu eskilerin ‘mîr-i kelâm’ dediği insanlardan olan Yahya Kemal konuşurken Sabri Esat Siyavuşgil, şairin ağzının içine büyük alaka dolayısıyla daima okuyan, zamanının çoğunu bakarmış. Dikkatini çeken bu durum üzerine Aykut Bey, 150 metrekare civarındaki bu kütüphanede geçiren Tevfik bir gün babasına, “Bu adam niçin Yahya Kemal’e düşman Remzi Bey için ünlü sosyoloji profesörü Ziyaeddin Fahri gibi bakıyor?” diye sormuş. Babası da gülümseyerek şöyle Fındıkoğlu ise şöyle der: “O sosyolojiyle hekimliği buluşturmuştur.” demiş: “Hayır, bilakis, söylediği bir kelimeyi dahi kaçırmak istemiyor da ondan öyle dinliyor.” Yahya Kemal Sahnede Kütüphaneden merdivenlere yönelip üst katlara çıkıldığında, çeşitli büyüklüklerde yemek odaları, salonlar, yatak odaları ve en üst kattaysa eski usûl büyük bir çamaşırhaneyle evde çalışan iki hanımın kaldığı odalar bulunurmuş. Şayet günlerden perşembe, vakit de akşamüzeriyse, geniş bir ailenin ikâmet ettiği bu konakta, nüfus iki üç katına çıkarmış. Zira müdavimler birer birer kapıyı çalar, hafif bir akşam yemeğinden sonra, ‘sohbet sanatı’nın en iyi icra edildiği sahnelerden biri olan Kazancı Konağı’nın klasik tarzda döşenmiş geniş ve güzel salonundaki yerlerini alırlarmış. En hurda teferruatı dahi hatırlayan, hafızasıyla ünlü tarihçimiz Mükrimin Halil Yinanç, birkaç saat erken gelirmiş konağa Tevfik Remzi Bey’in oğlu Aykut’a Osmanlıca öğretmek için. İyi bir hoca olduğuna şüphe olmayan Mükrimin Halil Bey, üç ayda Ahmed Cevdet

Küçük salonu

n bir köşesi.

77


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK

Zıt Kutuplar Bir Arada Ünlü romancı Peyami Safa da evin müdavimlerinden biriymiş. Üstelik de Durkheim’ın öğrencisi eğitimci Sadrettin Celal Antel ile! Bir yanda gazete ve dergilerde polemikçi bir üslupla kaleme aldığı yazılarla gündemde olan ‘sağcı’ Safa, diğer yanda Tan gazetesinde onun tam aksi istikamette yazılar yazan ‘solcu’ Sadrettin Celal Bey. Öyle ki, Aykut Bey, ertesi gün okulda “Dün akşam Peyami Safa ve Sadrettin Celal bizdeydi” dediğinde arkadaşları şaşırır, bir türlü inanmazlarmış. Köşelerinde son derece kavgacı, ancak yüz yüze gayet nazik davranan bu iki zıt kutbu bir araya getiren, Kazancıgil Konağı’nın yazısız kurallarıymış: Bu toplantılarda hemen hiç siyaset konuşulmaz, ailelerden, kültür olaylarından, yeni çıkan kitaplardan bahsedilirmiş. Çok önemli güncel siyasî gelişmeler, meselâ hükümet değişikliği gibi meseleler sohbet meclisinin gündemine ancak iki üç hafta sonra gelirmiş, o da birkaç cümle ile. Adnan Adıvar geldiğindeyse sohbetin seyri doğal olarak felsefeye kayarmış. Alman felsefesi, Hitler öncesi-Hitler sonrası, yeni Kantçı akımlar, bilimsel gelişmeler, Batı’daki büyük kültür hareketleri gibi konular konuşulurmuş. Aykut Bey, Adnan Adıvar’ın toplantılara bazen eşi Halide Edip ile geldiğini, ancak Sinekli Bakkal romancısının bu meclislerde yeni insanlarla tanışmayı pek tercih etmediğini, daha ziyade eski tanıdıklarıyla sohbet ettiğini söylüyor. Konağın zengin kütüphanesinden de istifade eden Adnan Bey, bir kitabı ödünç alır, iade edene kadar diken üstünde oturur, üç dört defa arayıp işinin çok az kaldığını, 78 Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, babası ile


KAZANCIGİL KONAĞI’NDA BİR GECE / Halil SOLAK

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kitabı derhal göndereceğini söylermiş. Tarih Boyunca İlim ve Din kitabının sonunda “Bu kitabı Tevfik Remzi Bey’in seçkin kütüphanesinde yazdım” diyerek bu duruma işaret etmiştir. En Ağır Misafir Modern Türkoloji araştırmalarının kurucusu Prof. Fuad Köprülü de Kazancıgillerin aile dostlarındanmış ve konaktaki sohbetlere sık sık katılırmış. O sıralarda eve gelen aydınların çoğu ya Halkevlerinin etrafında toplanırmış ya da CHP azalarıymış. Türk Ocağına mensup Köprülü ile CHP’liler Kazancıgil Konağı’nda bir araya geldiklerinde gergin değil, hoşgörülü bir ortam olurmuş. Vefatının ardından “Fuad Köprülü’ye Veda” başlıklı bir yazı kaleme alan Tevfik Remzi Bey, “Benim, ruh sarsıntım tarif edilemez. O derece derin ve samimi. Musalla taşında, uzanmış yatan, Türk milletinin kültür dünyasında açılmış bayrağı idi.” diyerek bu büyük âlime karşı hislerini dile getirmiştir. Konağın en ağır misafiriyse hiç şüphesiz İbnülemin Mahmud Kemal’dir. Tam manasıyla nevi şahsına münhasır bir insan olan bu “devr-i kadîm efendisi” geldiği zaman musikî olmasına dikkat edilir, Mesut Cemil Bey’i dinlerken ellerini dizlerine vurarak “Allah rahmet etsin babasına” diye mırıldanırmış. Misafirler arasındaki pek çok yabancı arasında, sanatta devlet yönlendirmesine karşı olduğu için Almanya’dan ayrılıp Türkiye’ye gelen heykeltıraş Rudolf Belling ile neredeyse aileden biri diyebileceğimiz Fransız mimar ve sanat tarihçisi Albert Gabriel’i sayabiliriz. Emin olun, burada isimlerini zikredemediğimiz devrin önemli kültür, sanat, ilim, tıp ve siyaset adamlarının yolları en az bir kez Kazancıgil Konağı’ndan geçmiştir. Onlar da Tevfik Remzi Bey’in sofrasına oturup nefis yemeklerden yemiş, tavşankanı çaylardan yudumlamış, o zengin kütüphaneden birkaç kitap ödünç almışlardır. Muhabbetten aldıkları lezzetten bahsetmeye gerek bile yok. Şimdi artık ne o insanlar var, ne o Kazancı Konağı, ne de o sohbetler… “Ol saltanatın yerinde yeller eser şimdi.” * Hâmiş: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ismine ilk kez Beşir Ayvazoğlu’nun Sîretler ve Sûretler isimli portreler kitabında rastladım. Ardından Kazancıgil ile yapılmış nehir söyleşi kitabı Her Doğum Bir Mucizedir’i okudum. Şükür ki, yıllar sonra kendisiyle tanışmak ve uzun sohbetler etmek nasip oldu. Bu metni yazarken de onun lütfettiği değerli bilgilerden ve aile albümündeki fotoğraflardan istifade ettim. Yardımları için değerli hocama müteşekkirim. Belling, beş ça

yı için geldiği

Kazancıgil Ko

nağı'nda Tevf

ik Remzi Bey'l

79 e.



BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL Ahmet KARA Yazar

Devrinin önemli simalarıdan Mahmud Kemal Bey, Beyazıt’taki konağında her hafta musiki toplantıları ile edebiyat, tarih ve günün meselelerinin konuşulduğu sohbet meclisleri düzenlerdi. Bu tarihi konak, İbnülemin’in vefatına kadar, yarım asırdan daha fazla bir süre, döneminin mühim edebi ve fikri mahfili olmayı sürdürmüştür.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA

Mehmet Emin Yurdakul, Hasan Âli Yücel Halit Ziya Uşaklıgil, İbnülemin Mahmud Kemal İnal

Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk demlerinde, kültür hayatının önemli simalarından biriydi İbnülemin Mahmud Kemâl İnal Bey (1871-1957). Devrinin mühim biyografi yazarlarından, tarihçilerinden, koleksiyonerlerinden, arşivcilerinden hülasa kültür âleminin vazgeçilmezlerindendi. Mahmud Kemâl Bey, inanılmaz derecede güçlü bir hafızaya, keskin bir zekâya, vakit sınırlaması olmayan çalışkanlığa ve hikmet dolu nüktelere sahipti. Devrinde yaşayan pek çok ilim bekçisi gibi o da nev’i şahsına münhasır bir zattı. Yahya Kemâl’in dediği gibi “devr-i kadim efendisi”ydi. Yazdığı onca kitap ve makale ile muhtelif mevkilerdeki kültür hizmetinin haricinde, devrinin kültür hayatına sağladığı en mühim katkı, Beyazıt’taki baba mirası konağında haftanın belirli günlerinde düzenlediği mûsikî, ilim ve edebiyat meclisleriydi. Mahmud Kemâl Bey, Yusuf Kâmil Paşa ve babası Mehmed Emin Paşa’dan kalma bir kadim alışkanlıkla konağında, her hafta mûsikî toplantıları ile edebiyat, tarih ve günün meselelerinin konuşulduğu sohbet meclisleri düzenlemişti. Beyazıt’taki bu tarihî konak Mahmud Kemâl Bey’in vefatına kadar, yarım asırdan fazla süre, devrinin mühim edebî ve fikrî mahfili olmuştu. 82


BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Konağın Meşhur Müdavimleri Süleyman Nazif, Mahmud Kemâl Bey’in konağı için “Darü’l-Kemâl” tabirini kullanmış ve konak bu tabir ile meşhur olmuştur. Darülkemâl’in müdavimleri devrin kültür, edebiyat ve mûsikî âleminin önemli şahıslarıydı. Bunların en bilinenleri; Said Halim Paşa, Münif Paşa, Hersekli Arif Hikmet Bey, Ali Emîrî Efendi, Mahmud Esad Bey, Beyazıt Kütüphanesi hafız-ı kütübü Tahsin Hoca, Mehmed Âkif, Babanzâde Ahmed Nâim, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid, Yahya Kemâl, Mehmed Fuat Köprülü, Osman Turan, Mithat Cemal, Hüseyin Vassaf, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hasan Âli Yücel, Mükrimin Halil Yinanç, Alaaddin Yavaşça, Faruk Kadri Timurtaş ve Hamid Aytaç’tır. Pek çoğu döneminin kuvvetli kalemşörlerinden olan müdavimler hatıralarında veya yazdıkları çeşitli yazılarda Darülkemâl’i anlatmaktadırlar. Kimi, bu kültür meclisine katıldığı ilk gecenin kendi ruh âleminde bıraktığı izleri anlatırken, kimi de hanenin ve aynı zamanda meclisin sahibi Mahmud Kemâl Bey ile meclise katılanlar arasında geçen hadiselere değinir. Dillere destan bu konak günümüze ulaşmadığı gibi ne yazık ki konağı, özellikle de içini, gösteren bir fotoğrafı yahut tasviri de bulunmamaktadır. Ancak konağa giden, meşhur meclislere katılanların yazdıklarından bir konak tasviri çıkarmak mümkün olabilir. Darülkemâl’in Tasviri

“Muhibbi kadirşinas Tah a Toros’a” imzalı bu foto ğrafta İbnülemin İstanbu tesi'ndeki jübilesinde, 1953 (Taha Toros arşivi, l Üniver siŞehir Üniver sitesi)

Konağın en meşhur bölümü misafir odasıydı. Sofadan misafir odasına girildiğinde kapının hemen yanında bir koltuk, onun yanında kırmızı kadifeyle kaplanmış bir kanepe bulunurdu. Odaya girer girmez karşıda çini bir soba vardı. Sofa, çalışma odası ve misafir odasının duvarları boş yer kalmamacasına Osmanlı devrinin meşhur hattatlarının elinden çıkmış kimi tezhipli, kimi ebrulu levhalar ile kaplıydı. Sanat eseri hüviyeti taşıyan sehpaların üzerleri de her biri yine sanat eseri olan antika eşyalar ile doluydu. Mahmud Kemâl Bey, tarihî eşyalar, antikalar ve yazma kitaplarla dolu konağıyla, onu Topkapı Sarayı ile kıyaslayacak kadar övünürdü.

Beyazıt’tan Mercan’a inerken Mühürdar Emin Paşa Sokağı, 13 numarada bulunan ve Mahmud Kemâl Bey’e babadan kalma 3 katlı kâgir Mühürdar Emin Paşa Konağı’na az ışıklı ve bol rutubetli bir avludan geçilip, camekânlı bir kapıdan girilirdi. Her basamağı eski bir ses veren merdivenlerden yukarı, ikinci kata çıkıp tam orİrfan Serpen Yuva tasında uzunca bir masanın bulunduğu sofaya ulaşılırdı. “İstanbul’un kendini ilme vermiş insanları Bu sofadan muhtelif odalara arasında Darülkemâl ismini almış olan bu girilirdi. Birinci kapı Mahmud ev, üstat Mahmud Kemâl İnal’ın, daha doğKemâl Bey’in çalışma odasıydı. rusu İbnülemin Mahmud Kemâl’in, bütün Bu odanın pencereleri bahçemüştaklarına feyiz ve irfan serpen yuvasıdır. ye bakardı. İkinci kapı ise penDarülkemâl artık üstadın evi olmaktan çıkcereleri sokağa bakan ve hiç mış, ilmî tetkikler yapan zümrenin hazine-i bir zaman açılmayan misafir kemâli olmuştur. Her ilim düşkünü oraya odasına açılırdı. Sağda yatak gider, üstadın elini öper, orada bilmediğiodası, mutfak ve banyoya açıni öğrenir, kafasını yeni baştan kemâlât ile lan kapılar mevcuttu. Üst katta doldurarak çıkar. Darülkemâl nev’i şahsına ise Mahmud Kemâl Bey’in kümünhasır bir üniversite, İbnülemin Mahtüphanesi bulunuyordu. Buramud Kemâl de bu üniversitenin nev’i şahsıya Kemâl Bey’den başka kimse na münhasır rektörüdür.” giremezdi. Hasan Âli Yücel

Mahmud Kemâl Bey, misafir odasına girildiğinde kapının yanında bulunan kadifeyle kaplanmış kanepede oturur ve gelen misafirleri ilmi hüviyetleri, yaşları, dostlukları ve vefa derecelerine göre karşılardı. Sevmediklerine pek aldırış etmezken, sevdiklerine, özellikle uzaktan gelen dostlarına özel alaka gösterirdi. Mahmud Kemâl Bey misafirlerini, ilmî seviyeleri veya dostluk derecelerine göre kendince belirlediği yerlere oturturdu. Mesela meclise yeni katılmaya başlayanlar soba ile duvar arasındaki sandalyelere otururlardı.

83


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA

Darülkemâl’in Kuralları

Burada Her Şey Eskiydi

Darülkemâl’e herkes katılamazdı. Katılanların da uyması gereken kurallar vardı. Bizzat Mahmud Kemâl Bey tarafından konulan ve yine onun tarafından takip edilen kurallar... Mahmud Kemâl Bey bu kurallara riayet etmeyenleri, mûsikî sırasında konuşanları, lâubali hareket edenleri dışarıdaki makam ve mevkiine bakmaksızın haşlarmış. Hatta bunu yapmaktan büyük keyif alırmış. Bir gün konağa ilk defa gelenlerden bir ilim adamı duvarlardaki nefis hat levhalarına dalınca “Efendi, sen buraya bizi dinlemek için mi geldin, yoksa bizim evin duvarlarında gezinmek için mi teşrif ettin.” diyerek azarlamış.

“Bu odanın dört duvarından ikisinde Türk ve Acem hattatlarının el yazıları... Bu yazıların Türkçe olanları bile lâmelifleriyle bana o zaman Arapçadır hissini verir, iğrabında yanlış yapacağım diye korkumdan yüksek sesle okumazdım. Üçüncü duvarda çürük kaplı, ruhanî ciltli kitaplarla dolu kütüphane... İçinden I. Abdülhamid’in, III. Selim’in el yazılarını İbnülemin Mahmud Kemâl Bey’in çıkarıp misafirlerine uzaktan gösterdiği cilbentler... Dördüncü duvar hep pencere... Ve bu pencerelere asıldığı için perde sandığım sevaîler, Buhara işlemeleri... Bu odada dünya içkilerinden yalnız ikisi malumdu: Devetüyü renginde kulpsuz fincanlarda Yemen kahveleri... Bir de misafirler yudum yudum içmezlerse İbnülemin Mahmud Kemâl Beyin halâvetine yandığı turunç şerbetleri... Bu odada levhaların, kitapların üzerindeki tozlar bir veli türbesinin toprak zerreleri gibi mukaddesti. Hizmetçi bu mukaddes şeylere ancak ev sahibinin izniyle yalnız ayda bir defa el sürebilirdi.

Mahmud Kemâl Bey’in ilginç bir huyu daha varmış. Konağa gelen konukları birbirleriyle tanıştırmazmış. Konağın misafir odasında icra edilen meclise katılanlar zaman içinde aşinalık kazanırlar ve bir gün konaktan çıktıktan sonra birbirlerine isimlerini sorarak öğrenirler, ancak bu şekilde tanışırlarmış. Konağın Başına Gelenler Bir konaktan ziyade esaslı bir mektep olan Mühürdar Emin Paşa Konağı, ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. Bugün yerinde, en üst katında İbnülemin Mahmud Kemâl İnal Vakfı’nın yer aldığı bir iş hanı bulunmaktadır. Konak daha önce de iki kez yanmış, bir kez

Burada her şey eskiydi. Okunan şiirler eski, oturulan sedirler eski, kelimeler eski, hattâ sesler bile eski.

İbnülemin Mahmud Kemal evinde kitap okurken, 1642 (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)

Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir devrin cenaze namazından dönüyorum sanırdım. Fakat lâ-ekal iki asır eski olan bu odanın mâziliğine rağmen burada manevî bir aydınlık vardı. Buraya gelenler Fuzûli’nin bir imâlesinden başka tûl-i emel bilmezler, burada Naîmâ’nın bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler unutulurdu. Ve bu oda mukaddes bir mahremiyetin rutubeti içinde yazın bile serindi. Ancak bu serinlik selvilerden inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca sokaklara, insanlara şaşırarak bakardım. Bu odada mühim ilim vakaları olurdu: Ali Emiri Efendi bir yazma kitapta bir sineğin bir damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp eliyle silerek ‘Revan sekarı’nın ‘Revan seferi’ olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93 âyanından Bursalı Rıza Efendi’nin Şehname’yi ezber bildiğini Tarih-i Edebiyat müellifi Faik Reşat Bey gözlerini açarak bu odada söylerdi. Namık Kemâl’in temiz ve beyaz çoraba meraklı olduğunu da şâir Adanalı Hakkı Bey’den yine bu odada öğrenirdim. (...)” Mithat Cemal

84

İbnülemin, Taha Toros ile birlikte, 1954 (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)


BEYAZIT’TA BİR KÜLTÜR MECLİSİ: DARÜLKEMÂL / Ahmet KARA

de işgale uğramıştır. Konağı kullanılamaz hale getiren ilk yangın 1864 yılında yaşanmış ve içindekiler dâhil konaktan geriye hiçbir şey kalmamıştır. İkinci yangın ise 1911 yılında çıkmış, Yakacık’taki yazlık evlerinde olan Emin Paşa ailesi yangından zarar görmese de konak ağır hasar almıştır. Dostlarının, konağı ve içindeki değerli eşyaları kurtarmak için yoğun çaba sarf etmesine rağmen fırsatı ganimete çeviren çapulcular yangından kurtulan yükte hafif pahada ağır ne kadar eşya varsa hepsini yağmalamışlardır.

Mah

inde Cumhu mud Kemal ev

riyet gazetesin

e demeç verir

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ken

Konak asıl darbeyi İstanbul’un işgal yıllarında Fransız ve İngiliz askerlerinden yemişti. İstanbul’u işgal etmekle yetinmeyen garbın askerleri Darülkemâl’i de işgal etmişlerdi. Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan dostları Said ve Abbas Hilmi Paşaları ziyaret eden Mühürdar Emin Paşa ailesi Fransızların dikkatini çekmiş, bir cuma sabahı kapıya dayanan işgalci askerler, 24 saat içinde konağı boşaltmalarını istemişti. Binlerce cilt kitap, oda dolusu mecmualar, gazeteler ve sanat eserleri devrin şartları içinde 24 saatte nasıl taşınabilirdi? Çaresizlik içinde başvurulan birkaç kapının ardından karar verilmiş; kitap ve levhalar güç bela bulunan arabalarla Evkaf Müzesi’ne, ev eşyalarının da taşınabilecek evsafta olanları Babıali civarında kiralanan eve taşınmıştı. Ancak bir buçuk sene sonra, Mekteb-i Sultani’de görevli Fransız hocaların aracılığıyla konak kurtarılabilmişti. Not: “Darülkemâl’in Tasviri” isimli bölüm devrin konak müdavimlerinin hatıralarında ve muhtelif yazılarında yazdıkları bilgilerden derlenerek yazılmıştır. Kaynaklar Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi: İbnülemin Mahmud Kemâl İnal Kemâlü’l-Kemâl, haz: Fatih M. Şeker-İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009. Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler, İstanbul 1963. Midhat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, Bedir Yayınları, İstanbul 1992. Taha Toros, Mazi Cenneti I, İletişim Yayınları, İstanbul 1998 Beşir Ayvazoğlu, Üçüncü Tepede Hayat, Kubbealtı Yayınları, İstanbul 2012 Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında, Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, İstanbul 2013 Dursun Gürlek, “Vefatının 50. Yıldönümünde İbnülemin Mahmud Kemal İnal”, Türk Edebiyatı Dergisi, s. 60-63 S. 403

85



SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ Prof. Dr. Fazlı ARSLAN İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Birçok edebiyat mahfilinde mûsikî, mûsikî mahfilinde de edebiyat adeta etle tırnak olmuştur. Osmanlı döneminde sarayda, konaklarda, köşklerde, daha sonraları hususi hanelerde, hatta kıraathanelerde otellerde, kitapçılarda ortaya çıkan bu mahfillerde, edibler, hep mûsikîşinaslarla beraber olmuş, sanatlarını birlikte icra etmiş, birlikte yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hatta sadece mûsikî değil diğer sanat dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı mahfillerdir edebiyat mahfilleri. Bir yandan şiirler inşad edilirken diğer yandan bazı mahfillerde piyano eşliğinde, bazılarında sadece Türk mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı. Kısacası mahfillerdeki iki temel unsur, söz ve mûsikîdir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

18. yüzyıl ortalarında Osmanlı müzisyenleri

“Mûsikî, millî şuurun en aşikâr sırlarından biri sayılmalıdır.” Abdülhak Şinasi Hisar Ses ve mûsikî insanlık kadar kadîmdir. Mûsikînin kökenini aramak adeta konuşmanın başlangıcını aramak gibidir. Yaratılan insan, duygularını ifade etmek için evvela sesi, mûsikîyi kullanmıştır. İnsanın çocukluğuna bakıldığında mûsikînin konuşmadan önce geldiği açıkça görülür. Çocuklar henüz ağızlarından tek bir harf çıkaramadıkları hâlde türlü türlü seslerle isteklerini anlatabilirler. Yine insan, çocukluğunda henüz kendisine hitap edilen kelimelerden hiçbirisini anlamazken seslerin perdeleri ile bunların sırası ve terkiplerinden birtakım manalar sezebilmektedir. Anneler, çocukları ile iletişim kurmak için, özel kelimeleri farklı ses tonlarıyla çıkarırlar. Hele ninnilerin vahşilere kadar yaygınlaşmasının sebebi, annelik şefkat hissinin tercümesi olan bu nağmelerden mutlaka çocukların bir şey anlamaları ve anladıkları şeyle kalplerine huzur gelmesidir.1 Asırlar geçtikçe söz ve ses gelişip, güzel sanatların önemli iki dalı olmuş ve 88

aynı yolda birbirlerine refakat etmişlerdir: Şiir ve mûsikî. Üstad Banarlı, “Rakseden dil” derken şiiri kastediyor ve şiirin, mûsikîden ayrı olamayacağını söylüyordu. Ona göre dünyanın neresinde büyük bir şair yetişmişse mutlaka şiirine mûsikî katmıştır ve bu anlayışa göre şiir, kelimelerle yapılan mûsikîdir.2 Evet, birçok şair, edib mûsikî ile birçok mûsikîşinas da şiirle, edebiyatla ilgilenmiş, bazıları her iki sahada da eşit seviyede malumat sahibi olup eserler vermişlerdir. Bunun sebebi bu iki sanatın yukarıda andığımız ünsiyetidir. Şiir mûsikîyle var olan bir sanattır. Hem manzumelerin kendilerinde mündemiç olan mûsikîleri, hem manzumelerin sesli eserlere dönüş-

Mahfillerdeki iki temel unsur söz ve mûsikîdir. Mûsikînin icra edilmediği ya da konuşulmadığı edebiyat mahfili yok gibidir.

müş besteli hallerini kastediyoruz.3 İslamî edebiyatın ve mûsikînin tarihine göz atıldığında bu birlikteliğin çok sayıda örneğini görürüz. Divan şairlerinden,4 halk şairlerine kadar birçok şair ve edib mûsikî ile ilgili de eserler vermişlerdir. Osmanlı şiirinde Sûrnâmeler, Sâkînâmeler, Nasihatnâmelerde ve dahi diğer divanlarda mûsikî ile ilgili birçok mazmuna yer verilir.5 İnsana önce “sesi dinle” diyen Mevlânâ’nın, Mesnevi’nin ilk on sekiz beytini ney sazı üstüne kurması tesadüfi değildir. Yine Sultan Veled’in Rebabnâme’sinde, Ahmed-i Dâ‘i’nin Çengnâme’sinde mûsikî terimleri ve sazları, manzumeler içinde işlenmiş ve tasavvufi edebiyat çerçevesinde yorumlanagelmiştir.6 Mûsikî, İbnülemin’in ifadesiyle “lisan-ı aşktır”.7 Şiir de öyle değil midir? Bu kısacık bilgiler bize şiirin ve dahi edebiyatın mûsikî ile münasebetini göstermek için kâfidir. Edebiyat ve mûsikî bu denli iç içe olunca, edebiyatın ve mûsikînin birlikte konuşulduğu, birlikte icra edildiği mahfiller, kültür ve medeniyet tarihimizin en nadide üretim ve terakki merkezleri olarak göz önünde durmaktadır.


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

Osmanlı döneminde sarayda, konaklarda, köşklerde, daha sonraları hususi hanelerde, hatta kıraathanelerde, otellerde, kitapçılarda ortaya çıkan bu mahfillerde, edibler, hep mûsikîşinaslarla beraber olmuş, sanatlarını birlikte icra etmiş; birlikte yazmış, birlikte söylemişlerdir. Hulasa kanaatimce edebiyat mahfillerini mûsikî mahfilleri gibi düşünmek ve öyle kabul etmek daha doğru olacaktır. Çünkü örneklerine baktığımız zaman mûsikînin icra edilmediği ya da en azından konuşulmadığı, tartışılmadığı bir edebi mahfil yok gibidir. Hatta sadece mûsikî değil diğer sanat dallarının da konuşulduğu, tartışıldığı mahfillerdir edebiyat mahfilleri. Bir yandan şiirler inşad edilirken diğer yandan bazı mahfillerde piyano eşliğinde, bazılarında sadece Türk mûsikîsi sazları ile icralar yapılırdı. Kısacası mahfillerdeki iki temel unsur, söz ve mûsikîdir. Mahfillerin karakterini dikkate aldığımızda, yani bu mahfiller, meyhaneler, gazinolar, kahvehaneler, lokantalar, pastaneler olunca söylenebilir ki mûsikî sözün de önündedir. Bu defa bu meclislerin ana unsurunun mûsikî olduğu düşünülebilir.

Edebiyat mahfilleri hakkında birçok yazı bulunmakla beraber son yıllarda yapılan iki çalışma çok önemlidir: Şemsettin Şeker’in Ders ile Sohbet Arasında8 adlı kitabı ile Turgay Anar’ın Mekândan Taşan Edebiyat’ı.9 Bu iki çalışma Osmanlı son dönemini ve Cumhuriyet dönemi ilim, sanat ve edebiyat meclislerini derli toplu sunması bakımından kıymetli eserlerdir. Bunlara şöyle bir göz attığımız zaman ilim, kültür ve sanatın nerelerde temerküz ettiğini, hangi mekânlarda neşv ü nema bulduğunu görüyoruz. Şemsettin Şeker, konuya sadece edebiyat penceresinden bakmamış, ilim, kültür ve sanatın hayat bulduğu mekânları ele almıştır. Saray ve çevresinden başlayarak, camii, tekke, kütüphane ve meyhaneler gibi farklı dinî ve ictimaî muhitlerden, vezir, âlim ve şair konaklarına varıncaya kadar örnekler vermiştir. Turgay Anar ise, Tanzimat’tan günümüze kadar ortaya çıkan edebiyat mahfillerini kronolojik olarak dokuz başlık altında toplamıştır. Konaklar, köşkler, yalılar, evler, kıraathaneler, pastaneler, kitabevleri, matbaa ve edebiyat dergileri çevresindeki birliktelikler vb. Yazımızın devamında edebiyat mah-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Recaizade Mahmut Ekrem’in bir portresi

filleri ve bu mahfillerin müdavimlerinden örnekler verirken bu eserlerden ve İbnülemin’in Hoş Sada’sından yararlanacağız. Edebiyatçı ve mûsikîşinası yakınlaştıran husus, iki sanatın birbirine ünsiyetidir, dedik. Bu sebeple mahfillere katılan edebiyatçı ve mûsikîşinaslar birbirlerini beslemişlerdir. Edebi eserler okunup mahfile katılanların zevkine sunulduğu gibi bazı mûsikî eserleri de mahfillerde ortaya çıkar, hemen oracıkta ediblerin zevk-i seliminin

Ahmet Mithat Efendi’nin meşhur yalısı

89


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

muvafakatını alırlardı. Yapılan tenkidlerle oracıkta tashihler yapılır, besteler geliştirilirdi. Bazen mahfil müdavimleri bir hususta yazı yazarlar, o yazıyı birbirlerine okurlardı. Yeni şairler eskilerle tanışmak, onlardan hem feyz almak hem tensib görmek isterlerdi. Kuvvetle muhtemel, mûsikîşinaslar bestelerinde kullanacakları bazı güfteleri bu mekânlarda tespit ederler, bazı şairler de mûsikîşinasların kolayca besteleyecekleri şiirleri oralarda te’lif ederlerdi.

Ahmet Rasim, Şevki Bey ile; Dikran Çuhacıyan, Ahmet Mithat ile; Yahya Kemal, Münir Nurettin ile; Ekrem Hakkı Ayverdi, Neyzen Niyazi Sayın ile birlikteyken birbirlerinden ne ölçüde feyz aldıkları izahtan vârestedir. Hatta bu mahfillerdeki anlayışların tesiri edebiyatçıların ya da mûsikîşinasların eserlerinde bile kendini gösterecektir.10 Bazı mahfil müdavimleri arasında mûsikîşinasların çok olması sebebiyle, edebiyat kadar mûsikînin de konuşulduğu ve icra edildiği muhakkak. Mesela, İbnülemin Mahmut Kemal Bey’in konağı, yine Recaizade Mahmut Ekrem’in, Şair Nigâr’ın, İhsan Raif Hanım’ın evleri, Ahmet Midhat Efendi’nin yalısı sadece birkaç örnektir. 90

Bazı mahfillere yakından bakalım ve oralardaki mûsikîyi görmeye çalışalım. Ahmet Mithat Efendi’nin özel desteğini gören,11 iltifatına mazhar olan Recaizade’nin edebiyat mahfilini ele alalım. Recaizade’nin evindeki edebiyat mahfilinde edebiyat kadar mûsikî de yer almaktaydı. Hatta resim de. O dönem bazı hanelerde olduğu gibi bazı mahfillerde de Batılılaşmanın etkisiyle Batı ve Türk mûsikîsinin birlikte icra edildiğini görüyoruz. Turgay Anar’ın Ercüment Ekrem Talu’dan naklettiğine göre Recaizade’nin evi her iki mûsikînin de icra edildiği bir mekândır. Recaizade’nin kendisi de piyano çalar, resim yapardı. Bazı parçaları gelen misafirlere piyanoda çaldığı da resimleri üzerinde bazı konuklarla tartıştığı da vakidir.12 Bu mahfilin müdavimlerine baktığımızda kimleri görüyoruz? Piyanist Devlet Efendi, Kemanî Tatyos, Udî Afet, Hacı Arif Bey, Şevki Bey ve daha niceleri. Bu kadar mûsikîşinasın iştirak ettiği meclisten, nasıl hoş bir sada yükselir ve İstanbul kültür muhitinde yankılanır, düşünmek gerek. İşte İstanbul’da bu mekânlarda, edebiyatımız ve mûsikîmiz inceliklerini kazanarak hususi bir şekil almıştır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın dediği gibi, Şark’ın en Garplı öğrencisi olan İstanbul’dur ve bu şehir Şark mûsikîsini sazla birçok inceliklerine vardırmış ve onu kendi edasının hususiyetleriyle bezemiştir.13 İşte bu mûsikî Ziya Gökalp’in tanımladığı Bizans’tan alınan, Arap ve İran tarzı ile karıştırılmış hastalıklı bir Şark mûsikîsi değil, İstanbul ve Anadolu hâkim kültür havzasının ve aydınlarının kendilerine ait hususiyet ile bezedikleri, bu topraklara ait

Şair Nigar Hanım'ın Osmanbey'deki konağı. (Taha Toros arşivi, Şehir Üniversitesi)

olan mûsikî idi ve bu mahfillerde hayat bulup terakki ediyordu. Batılılaşmanın etkisiyle kültürün değişmesi, sanatın dönüşmesi sebebiyle mahfillerde tabii olarak en çok konuşulan tartışılan meselelerden birisi de, mûsikîde yenilik hareketleri, Doğu-Batı, eski-yeni mukayesesi idi şüphesiz. Alaturka alafranga, daha Şair Nigar Ha

nım Osmanbe

y'deki konağı

nda


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

genel başlıkla “millî mûsikî” mevzuu idi. Ünlü lisancı Necip Asım ile Ahmet Mithat Efendi’den başlayarak Peyami Safa’ya, Hakkı Süha Gezgin’e, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na14 kadar birçok aydın ve mûsikî yazarı bu mevzuda hararetli tartışmalar yapmış ve dönemin matbuatı bu hususta kaleme alınan yazılarla doldurulmuştur. Pek tabii ki tartışmaların en hararetle yapıldığı yerler bu mahfillerdi. Buralar, mûsikî tekniği yanında, tarihi mevzuların, mûsikî beğenisi bağlamında mûsikî sosyolojisinin de yapıldığı yerlerdi. Hacı Ârif Bey’in yeni tarzı, Şevki Bey’in halka dönük eserleri, Dede’nin yenilik hareketleri içinde mûsikîsini nasıl muhafaza ettiği ya da edemediği, Osmanlı’dan miras alınan mûsikînin nasıl geliştirileceği, Batılılaşma cereyanıyla Osmanlı’dan tevarüs edilen klasik mûsikînin gözden düşmesine karşı neler yapılması gerektiğine dair tartışmaların bu mahfillerde yapıldığını tahmin ediyoruz. Çünkü o dönem, matbuatta, kitaplarda yer alan mevzuların o mahfillerde konuşulduğu bir hakikat. Alaturka alfranga demişken, hatırlatalım ki bazı mahfillerde piyanoyla misafirlere mûsikî icra edildiğini görüyoruz. Bu durum, son dönem

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Osmanlı toplumundaki mûsikî anlayışının geçirdiği değişim sürecini göstermektedir. O dönemde piyanonun birçok hanede olmazsa olmaz bir saz olarak bulunması, en azından bir kesimin meylinin Batı müziğine doğru evrildiğinin işaretidir. Bu zaviyeden Şair Nigâr’ın evindeki mahfile bir göz atalım. Şair Nigâr’ın evinde de piyano vardır ve bizzat kendisi piyano çalarak mahfile iştirak edenlere dinletmektedir. Evet Şair Nigâr’ın edebiyat mahfiline iştirak edenlere baktığımızda, Ahmet Mithat Efendi, Piyanist Furlani, Piyanist Hegye, Kemani Tatyos, Bimen Şen, Selim Sırrı, Leyla Hanım (Saz), Carmen Sylvia gibi isimleri görüyoruz. Kemani Tatyos ile Bimen Şen’i, Leyla Saz ile Piyanist Hegye’yi bir araya getiren Osmanlı son dönem fikir dünyası, her iki mûsikînin de bir arada bulunmasını ve icrasını beraberinde getirmekteydi. Pek tabii ki mûsikiyle ilgili elliye yakın yazıyı kaleme alan Mithat Efendi’nin iştirak ettiği bir toplantıda Osmanlı mûsikîsinin geleceği tüm sıcaklığıyla tartışılırdı. Bu mahfillerde pişirilip kotarılan fikirler gazetede sofraya konurdu. Bu yönüne bakıldığında mahfillerin eğitici, geliştirici yanı inkâr edilemez.

Kemani Tatyos Efendi'nin karakalem portresi

koyacaktır.16 Ahmet Mithat, edebiyat mahfillerinden bazılarının da müdavimidir. Mithat Efendi’nin Beykoz’daki yalısı, edebiyat ve mûsikînin de merkezlerinden biri idi. Beykoz’daki yalısında özellikle hem edebiyatçılarla konuşur tartışır hem de mûsikî fasılları tertip ederdi.17 Oğlu Kâmil Yazgıç’ın ifadesiyle, babasının değişik sanat dallarına merakı vardı, BeySözü, bu kültür ve sanat koz’daki yalısında müatmosferinin vazgeçilziğe olan düşkünlüğü mez ismine, yukarıda nedeniyle orgdan sakadını andığım Ahmet safona, piyanodan uda Mithat’a ve onun yalıçeşitli mûsikî aletleri sına getirmek isterim. bulundurur, çocukları Kalemi, fikir tarlasında ve torunlarını mûsikî ile inkıtasız nadaslar yaLeon Hancıyan iç içe yetiştirirdi.18 Bu yapan bir sabana benzelının mûsikî hocası meştilen, Türkiye’nin kalem 15 hur mûsikîşinas Leon Hancıyan’dır. şampiyonu Ahmet Mithat yaşadığı Halil Ethem (Eldem)’in verdiği bildönemde birçok yazarla tartışan, birgilere göre haftada bir-iki defa müçok mevzuda kitaplar yazan bir isimkemmel saz çalınır ve kendi de beradir. Tercüman-ı Hakikat’te çok sayıda ber okurdu. Eldem, Ahmet Mithat’ın yazıyı kaleme alacak ve mûsikîye ilişkendi bestelediği şarkılar ve gazelkin yazdıklarının merkezine Osmanlı ler olduğunu da ifade eder19 ancak mûsikîsinin muhafazası ve terakkisini

Şerif Muhittin Targan ud çalarken

91


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

notası günümüze ulaşmış bir bestesini bilmiyoruz. Beykoz’daki yalısında mûsikî meclisleri yanında 31 Mart Vakası’na kadar devam eden “millî temaşa akademisi”nde kabiliyetli gençlere tiyatro dersleri verilmiş, piyesler sahnelenmiştir. Baltacıoğlu, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’si ile Ahmet Midhat’ın kendi eseri Deli Kim isimli oyunların isimlerini verir. Bu tiyatroları dönemin birçok meşhur ismi izlemiştir.20 Mahfillerde hem azınlık bestecilerin hem yabancı mûsikî insanlarının olması da, aralarında yapılan sohbetlerin ne kadar farklı mecralarda olduğu konusunda fikir verir. Bazen bu mahfiller bizzat bir mûsikîşinasın evi olmuştur. Peygamber torunu olan ud virtüözü Şerif Muhittin Targan’ın Çamlıca’daki köşkleri böyle bir mahfildir. Bizzat Mehmet Âkif’in de iştirak ettiği bu sohbet meclisinde mûsikî ağırlıktadır. Âkif, Şerif Muhittin’in evinde çok sayıda yerli ve yabancı mûsikîşinası dinler hatta aralarında mukayese yapar. Targan’ın sanatına hayran kalır. Targan, Amerika’ya gittiğinde bu ayrılık ona güç gelir. “Şark’ın En Büyük Dahisine” başlıklı şiirini Targan’ın Amerika’ya gidişi üstüne yazmıştır. Yine Safahat’ın “Gölgeler” kitabını Targan’a ithaf etmiştir. İstanbul’da bu ve benzeri birçok hanede edebiyat ve mûsikî meclisi olduğu şüphesizdir. Adı duyulmayan belki niceleri var. Tevfik Fikret’in evindeki edebiyat mahfiline baktığımızda, oraya katılanlardan bir isim dikkat çekiyor: Nuri Şeyda Bey. Tevfik Fikret ile şarkı terennüm ettiklerine göre kuvvetle muhtemel ki bu zat İkdam’da mûsikîşinas biyografileri yazan Nuri Şeyda’dır. Bu hizmeti için Ahmet Midhat Efendi ona teşekkür etmiş ve bir yazı kaleme almıştır.21 Ancak “Kafile-i Mûsikî-i İnsânân-ı Osmaniye” başlıklı bu yazıların kaynaksız olduğu, çok fazla hurafe içerdiği id-

92

Yahya Kemal, sevdiği kahvelerden birinde

diasıyla devrin önemli mûsikî insanı Rauf Yekta tarafından eleştirilmiştir. Tartışmaya Midhat Efendi de katılmış ve Şeyda’nın yazdıklarının hurafe olmadığını, bunlara menkıbe denmesi, hurafe olsa bile bu rivayetlerin korunması gerektiğini anlatmış ve Rauf Yekta’dan mûsikîşinas biyografilerini yazmasını talep etmiştir. Daha sonra Rauf Yekta, mûsikîşinas biyografileri yazacaktır. Hulasa, Nuri Şeyda gibi bir mûsikî yazarı ve gazete sayfalarında yer alan bu tartışmaları yapan sair insanlar, belli ki bu mahfillerde fikirlerini zikre döküp, konuşup tartışıp sunuma hazır hale getiriyorlardı. Bu mahfiller mûsikîşinasların da mutfağı idi denebilir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın konağıdır. Mûsikîşinaslar kadar mûsikî bilgisine sahip aynı zamanda bu sahanın velûd bir yazarı olan İbnülemin’in konağını bir mûsikî mektebi kabul etmek gerek. Bu sahada Hoş Sada, Son Asır Türk Mûsikîşinasları adlı muhteşem bir eseri de kaleme almış olan İbnülemin, mûsikî ile hemhal bir münevverdir. Tercüman-ı Hakikat’te de mûsikî üstüne bazı teorik yazılar yazmış ve bunları bir küçük kitapçıkta Mûsikî başlığı altında bir araya getirmiştir. Konağına devrin tanınmış birçok devlet, sanat ve mûsikî erbabı devam etmiştir. Yakın zamanda vefat etmiş, bazıları hâlâ hayatta olan birçok ünlü mûsikîşinas İbnülemin’in Darü’l-Kemal’inden22 feyz almışlardır.

Mahfillerde icra edilecek mûsikî türünü mahfil sahibinin anlayışı ve katılımcıların durumu belirlerdi.

Kimler yok ki? Sadi Irmak, Nevzat Atlığ, Alaattin Yavaşça, Kâni Karaca gibi mûsikî icracıları, Ekrem Karadeniz gibi iddialı bir kitap yazarı, mûsikî teorisyeni; çeşitli mecmualarda mûsikî yazıları kaleme alan edebiyatçı Hakkı Süha Gezgin23 ve daha niceleri. Gelen hanende ve sazendeler, eski besteler, nakışlar, kârlar, semailer şarkılar çalar okurlardı. Salı akşamları tertip edilen bu mûsikîli toplantılar akşam namazından önce gelenlere yemek ikramıyla başlar ardından akşam namazı eda edilir, sonrasında başlayan

Özellikle bazı münevverlerin konaklarındaki mahfillerde mûsikînin hususi bir yeri vardır, dedik. Midhat Efendi’nin yalısı gibi mûsikî için müstakil bir-iki gün ayrılan başka mekân


SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

sohbet yatsıya kadar sürerdi. Yatsı namazı da eda edildikten sonra mûsikî bölümü başlar. Hitamına doğru ise na‘tler, ilahiler okunur ve mutlaka bir aşr-ı şerifle bitirilirdi.24 Görülüyor ki bazı mahfillerde mûsikî meşklerinde daha eski ve nitelikli eserler okunurmuş. Mahfil sahibinin anlayışına ve katılanların durumuna göre icra edilen mûsikî türlerinde farklılıklar oluyor. Tamamen geleneğe bağlı kalınarak klasik mûsikî fasılları icra edilen mekânlar -Midhat Efendi, İbnülemin, İsmail Hami Danişment’in mahfilleri- olduğu gibi özellikle Batı müziği eğitimi almış müdavimleri sebebiyle piyano ile icra edilebilecek eserlerin seçildiği yerler de vardı. Bazı konaklarda da türküler söylendiği görülüyor. Bu mesele, o dönem için çok önemli bir ayrıntıyı veriyor bize. Sabahattin Eyüboğlu’nun evine bakalım kimler gidiyor? Hasan Âli Yücel, Adnan Saygun, Pertev Naili Boratav, Melih Cevdet Anday, Fakir Baykurt, Ruhi Su… Halkbilimi uzmanları, halk mûsikîsi üstadlarının da katıldığı meclislerde türkülerin de söylendiği vakidir.25

Bambaşka bir mahfil, Abdullah Cevdet’in İctihat dergisinin idarehanesidir. Daha ziyade devrin edebi ve siyasi olayları konuşulsa da M. Doubresse’in Musicotherapie kitabını Mûsikî ile Tedavi başlığı ile tercüme edip yayımlayan (Kahire 1908) Abdullah Cevdet’in dostlarıyla bu mevzuları konuşmaması imkânsız. Belki adı hiç duyulmamış nice hanelerde, şöhret olmamış nice konaklarda mûsikî meşklerinin yapıldığı muhakkak. Abdülhak Şinasi Hisar’ın tahassürle andığı o zaman, İstanbul semalarında sazın ve sesin eksik olmadığı yıllar. Üstelik kendi zamanında, azaldığını teessüfle söylediği mûsikînin, Boğaziçi Mehtapları’nda, hissiyatımıza ne kadar dokunduğu ortada. “Sükut mabetleri gibi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber yine yerli yerinde nice yalılar ve köşkler”den bahseder.27 “O zamanlarda İstanbul’da köşklerde ve Boğaziçi yalılarında olduğu gibi en küçük evlerde de -vücudun dokunulur dokunulmaz ürperen en hisli damarları gibi- mutlaka bir saz aleti bulunur ve mutlaka bunlara dokunarak söyletmesini bilen biri de bu-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

lunurdu. İstanbul’un tabii hayatında bu yalılardan ve bu evlerden arada sırada mutlaka bir saz sesi gelirdi. Ya bir tanbur çalınır, ya bir ney inler, ya bir kanun tıngırdar, ya bir ud mırıldanır, ya bir def usûl tutar, bir şarkı söylenir ya bir keman meşk eder, bir başka keman cevap verir, uzun uzun söylerdi. İnik kafesli pencereler arkasından duyulan bu sesler o zamanki hayat zevklerinin iç bayıltıcı bir içkisi gibi gönlümüzü yakarak ta derinliklerimize kadar nüfuz etmesini nasıl bilirdi! Kendimi dinlesem vaktiyle önlerinden geçmiş olduğum yabancı evlerden içimde kalmış böyle bir sesler duyarım ki bende o uzak zamanları yeşerten tohumlar gibidir.” der Hisar ve günümüz insanının nasibine de Abdülhak Şinasi Hisar’ın tahassürünün bin katı düşer. Söz Hisar’da iken onun birkaç önemli cümlesini anarak mevzuu bağlamak istiyorum. Merkezine tamamen mûsikîyi koyduğu, “Sükut Faslı”nı okurken bile bin bir ezgiyi kulağınızda hissettiren Boğaziçi Mehtapları’nda, edebiyatı “bir milletin hafızası, fikrinin ve hayatının hatıraları”28 olarak tavsif ederken, başka bir yerde

Yine Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evindeki mahfile; Halil Can, Neyzen Niyazi Sayın, Ulvi Erguner, Hafız Kemal Batanay, Sadettin Heper, Münir Nurettin, Uğur Derman gibi dinî mûsikînin mümtaz isimleri katılıyor. Bu misafirlerin olduğu bir mahfil tabii ki saz, söz, sohbet muhabbet ve Mesnevî ile dolu olacaktır. Ayverdi’nin evinde önce Mesnevi şerhinden bir bölüm okunur, ardından Halil Can bazen Hulusi Bey ya da Ahmet Bîcan ayağa kalkıp el bağlayarak Itrî’nin na‘tinden iki veya üç bölüm okur sonra da ney faslı başlar. Kur’an tilavetinin ardından çay ve pasta ikramına geçilir. Sonra edebiyat sohbetleri ve arkasından ilahi ve şarkılar okunur. “Herkes mest, medhûş, ve pür cûş u hurûş…”26 Mesnevî’nin, neyin, dinî mûsikînin ağırlıkta olduğu bir mahfildir Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evi. Münir Nurettin piyanosunun başında

93


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SÖZ İLE SAZIN REFAKATİ: EDEBİYAT MAHFİLLERİNDE MÛSİKÎ / Prof. Dr. Fazlı ARSLAN

mûsikîyi, “millî şuurun en aşikâr sırlarından biri” olarak değerlendirir. Mûsikî ve edebiyatın evvelemirde yakınlıklarını vurgulayarak yazıya girdim, bitirirken de bu iki sanatın, milletlerin kültür ve medeniyetlerinin devamında nasıl bir hizmet gördüklerini Hisar’a atıf yaparak vurgulamış olalım. Bugün kaybettiğimiz nedir? Sokaklarından geçerken baştanbaşa mûsikî dinlenen bu şehrin sadasını duyamayışımız bu seslerin kaybolmasından mı yoksa bu seslerin bastırılmasından mıdır? Saadettin Ökten Hoca’ya göre mûsikî ve şiir insanların, şehirlerin hazzını yakalayabilmeleri için ihtiyaç duydukları iki sanattır. Ancak bu iki güzellikle beslenen insan şehrin çağrısını duyabilir ve büyük cedlerin manevi iklimine kabul olunabilir.29 Kayboluş alabildiğine artarken yok ediciler alabildiğine azgınlaşmakta ise medeniyet mensuplarının mazilerini korumaları ve ihya etmeleri, yok oluşlarına mani olacak hayati öneme sahiptir. Dipnotlar 1 Mûsikînin ilk mebdei, milel-i kadimenin mûsikî hakkında mütalaaları, mûsikînin talakatle münasebeti gibi birçok konu için, ülkemizde mûsikî tarihi üstüne yazılar kaleme alan ilk isimlerden Ahmet Mithat Efendi’nin “Târîh-i Mûsikî”(Müntehabât-ı Tercümân-ı Hakîkat, Kırkanbar Matbaası, İstanbul, 1302, I, 658-692) başlıklı yazısına bakılabilir. 2 Türkçe’nin Sırları, Kubbealtı, İstanbul 2007, s. 93. Bilindiği gibi Banarlı kelimelerle nasıl resim yapıldığını da Akif, Yahya Kemal

10 Tanpınar, bilhassa musikiyle münasebeti olan muhitlerde yetişen şairlerde ve onların bestelenmek üzere yazdıkları kısa ölçülü manzumelerdeki çözük ve basit dil anlayışına dikkat çeker ve bu hususta Recaizade’yi örnek gösterir. Bkz. 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi İstanbul 2001, s. 479-480. 11 Ahmet Mithat, Recaizade’ye hitaben bizzat bir yazı kaleme alarak onun mûsikî yetkinliğine işaret etmiştir. Bir eser için seçtiği makam ve usûlü fevkalade uygun bulmuştur. Onu çok yönlülüğü sebebiyle “müstecmiü’l-kemalât” olarak tavsif etmiştir. “Ekrem Beyefendi Hazretleri”, Tercümân-ı Hakîkat, sayı 3442, (30 Teşrîn-i sânî 1889), s. 3-4. 12 Mekândan Taşan Edebiyat, s. 114. 13 Boğaziçi Mehtapları, Ötüken 1978, s. 39. 14 Tüm bu isimlerin “millî mûsikî” mevzuunda neler yazdıklarını ve mûsikîde batılılaşma ekseninde hangi tartışmalara girdiklerini görmek için bu satırların sahibinin Müzikte Batılılaşma ve Son Dönem Osmanlı Aydınları, adlı çalışmasına bakılabilir. (Beyan Yayınları, İstanbul 2016).

Hafız Kemal Batanay

ve Ahmet Haşim’i örnek vererek anlatır. 3

Mehmet Kaplan hocamıza ait örnek bir çalışmayı hatırlatmak isterim: “Cenab Şahabeddin’in Şiirlerinde Ses ve Musiki”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 7 sayı 1-2’den ayrı basım, İstanbul 1956, s. 4560.

15 Cenab Şahabettin “Ahmet Mithat’ın Eserleri”, İdeal Gazeteci Efendi Babamız Ahmet Mithat, (Hzl. Münir Süleyman Çapanoğlu), Gazeteciler Cemiyeti yay. İstanbul 1964, s. 41. (Servet-i Fünûn sayı 1480’den (1925).

4 Avni Erdemir, Musikişinas Divan Şairleri, kitabında Anadolu sahasında çok sayıda divan şairi mûsikîşinası bir araya getirmiştir. Tüsav Yayınları 1999.

16 Tüm yazıları için bkz. Fazlı Arslan, Başmuharrir’in Mûsikîşinaslığı: Ahmet Mithat ve Müzik, Yayın Evi Yayınları Ankara 2009.

5 Hayali Bey Divanı, Nev’î Divanı, Şeyhî Divanı vb. birçok Divan’ın tetkik ve tahlillerini yapan yeni çalışmalara baktığımız zaman mûsikînin bir başlık olarak yer aldığını görürüz. Ayrıca Cemal Kurnaz hocamızın Halk Şiiri ve Divan Şiirinin Müşterekleri kitabını burada hatırlatmak isterim. 6

17 Şemsettin Şeker, “Ahmet Midhat Efendi Yalısı”, Ahmet Midhat Efendi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, (Ed. Mustafa Miyasoğlu), Ankara 2012, s. 87-106. 18 Kâmil Yazgıç, Ahmet Mithat Efendi Hayatı ve Hatıraları, s. 59-60.

Türkan Alvan, M. Hakan Alvan, Saz ve Söz Meclisi, Şule Yayınları, İstanbul 2016. s. 378.

19 Halil Edhem, “Terâcim-i Ahvâl, Ahmed Midhat Efendi”, Şehbal, sayı, 70 (15 Şubat 1328), s. 429.

7 Hoş Sada, Maarif Matbaası 1958, s. 1. 8 Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, 2013.

20 Şeker, s. 101.

9 Kapı Yayınları 2012.

21 “Nuri Şeyda Bey’e Teşekkür ve Rica”, Tercüman-ı Hakikat, sayı, 6222, (23 Ağustos 1898), s. 1 22 Süleyman Nazif’in tavsifidir. Anar, s. 162. 23 Bu yazılar için bkz. Arslan, Müzikte Batılılaşma ve Son Dönem Osmanlı Aydınları, s. 145. 24 Anar, s. 167. 25 Anar, s. 183. (Melih Cevdet Anday’dan naklen). 26 Anar, 193-194. 27 Boğaziçi Mehtapları, s. 11. 28 Boğaziçi Mehtapları, s. 202.

Ulvi Erguner

94

Ney z

en H

alil C

29 Sadettin Ökten, “İstanbul’da Bir Bahar Gezintisi”, İzlenim, Sayı: 33-34, (Mayıs-Haziran 1996), s. 9. an

Ekrem H

akkı Ay ve

rdi




ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN Rahşan TEKŞEN Yazar

Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin Akbıyık Camii’nin karşısındaki aşı boyalı konağında, Dellalzade İsmail Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi, Çilingirzade Ahmed Ağa, Yağlıkçızade Ahmed Ağa, Eyyûbi Mehmed Efendi, Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa gibi nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak yaşanan demlere katkıda bulundu. Rebabın, tamburun, neyin, kudümün sesiyle şifa bulan konak, girip çıkan nice musikişinasın yüzü suyu hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla dergâh arasında geçen bir hayatın mahremi ve Dede Efendi’nin sadık bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece yirmi sekiz yılını onunla geçirmesine rağmen, iki asır boyunca Dede Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN

Elini çenesinin altına koymuş, sahibinin yolunu gözlüyordu Akbıyık’ta bir konak. Beraberinde gelecek olan herkesin yolunu; ailesinin, dostlarının, şakirtlerinin… En çok da bestekârların, hânendelerin, nâyilerin, tamburîlerin… Belli ki uzun bir zaman daha bekleyecekti. Zira ileride onu temellük edecek olan İsmail, henüz on yaşına bile girmemiş bir sabiydi. Evvela Çamaşırcı Mektebi’ne başlayıp sesinin güzelliğiyle temeyyüz edecek, mektepte ilahicibaşı olup Uncuzade Mehmed Efendi’nin dikkatini çekecek ve musiki nehrine düşecekti. Sonra akıntı nereye götürürse… Önce Yenikapı Mevlevîhanesi’ne, ardından Enderun’a ve nihayet Akbıyık’taki konağa. Mektebin tertip ettiği bir merasimde çocuklar hep bir ağızdan ilahiler okurken, sürünün içindeki kuşlardan bir tanesinin başka renkte olması gibi İsmail’in sesi de diğerleri arasından sıyrılıyordu. Musikide bir üstat olan Uncuzade Mehmed Efendi’nin kulağı, bu sesi yakalamakta vakit kaybetmedi. Ailesinden müsaade isteyip onu rahle-i tedrisine aldı ve kendi konağında meşke başladı.2 Geniş ağızlı bir kaptan dar ağızlı bir kaba su boşaltır gibi tek damlayı zayi etmeden, yüzlerce eser nakletti İsmail’in hafızasına. Bir gün Tab’î Mustafa Efendi’nin “Yâr hemîşe dilde sühan elde saz kârımdır” eserini meşkediyorlardı. Nasıl olduysa 98

meyan kısmı Uncuzade’nin hatırına gelmedi ve devamının bestelenmesi için talebelerini vazifelendirdi. Eseri daha önce hiç dinlemediği halde aslıyla aynı şekilde tamamlayan tek kişi sadece İsmail oldu ve bu vesileyle musikideki kudretini bir kez daha ispat ederek icazetini aldı.3 Hazırladığı besteyi hocasına okurken, sahibinin sesini ta Akbıyık’tan duyup hayranlıkla dinleyen konak, dört duvarının arasında derslerin verileceği, fasılların yapılacağı, eserlerin okunacağı günlerin giderek yaklaşması heyecanıyla bir kez daha uzattı başını yola. Bu defa Uncuzade Mehmed Efendi’nin evladı gibi sevdiği İsmail, hocasının yönlendirmesiyle Ali Nutkî Dede’nin önüne diz çökmüştü. Yenikapı Mevlevîhanesi’nin şeyhiydi Ali Nutkî Dede. Uncuzade Mehmed Efendi’nin yedi yılda yoğurduğu hamuru şekillendirmesi için ellerine teslim ettiği büyük musiki üstadı… Takdir-i ilahi devrin en güzîde hocalarını çıkarmıştı onun karşısına. Zamanla Ali Nutkî Dede’nin manevî yönünü de keşfeden İsmail, yirmi yaşlarında olmasına rağmen, maişetini temin ettiği kalemdeki görevinden ayrılıp dergâhın bir dervişi olmaya ve çileye girmeye karar verdi.


ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN

Bu sırada Keçecizade İzzet Molla’nın “Zülfündedir benim baht-ı siyahım / Sende kaldı gece gündüz nigâhım” diye devam eden eserini besteledi. Kendisi çilehanede gün yüzü görmeden vaktini geçirirken buselik makamında bestelediği bu eser, bütün İstanbul’u dolaşarak Saray’a kadar ulaştı ve Sultan III. Selim’in huzurunda okundu. Eserin bestekârını merak edip dergâhta çileye kapanmış bir derviş olduğunu öğrenen Sultan, onun huzura getirilme-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

sini irade etti. Ali Nutkî Dede’nin müsaadesiyle çile kırıldı ve İsmail huzura çıkarıldı. Eseri iki defa dinledikten sonra, bu delikanlıdaki istidadı ve mahareti fark eden Sultan’ın nazarı, karanlıkta İsmail’in üzerine düşen ay ışığı gibi bütün dikkatleri ona çevirdi. Dergâhın yolunu dahi bilmeyen insanlar, onu görmek için dergâhtan çıkmaz oldular. Ali Nutkî Dede, İsmail’in ahdine sadık kalarak çilesine geri döndüğünü ve Sultan’ın huzuruna çıkacak kadar yetenekli olmasına rağmen mütevazı kaldığını görünce çileyi vaktinden önce bitirdi. Diğer dervişandan ziyade sevdiği talebesi İsmail’e, dergâhta bir hücre verdi; başına Mevlevî sikkesi geçirdi ve onu dede unvanıyla şereflendirdi. O günden sonra Dede Efendi, dönemin en muazzam musiki mahfili olan Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki hücresinde öğrenciler yetiştirmeye başladı. Bestelediği bütün eserler, onlar vasıtasıyla İstanbul’un musiki çevrelerine yayılıp hayranlıkla icra edildi. Bu hücreden yetişen talebeler, gün gelip Akbıyık Camii’nde toplanacak, teravih namazından sonra Dede Efendi’nin evine geçecek ve sahura kadar ferahfezadan nihavende, hicazdan sabâya nice makamda eserler icra edecekti. Mutfak penceresinden yayılan nefis bir kokunun bütün sokağı sarması gibi ahşap duvarlar, sofada okunan ilahilerin, ayinlerin; geçilen peşrevlerin, semâîlerin sesini zapt edemeyecek ve Akbıyık sokakları, ruhlarına ulaşan lezzetten nasibini doyasıya alacaktı. Bu musiki ziyafetleri, alelâde bir mesken olmaktan çıkaracaktı konağı. Asırlar sonra bile önünden geçen insanlar birbirlerine onu gösterecek ve Dede Efendi’nin evi olduğunu söyleyeceklerdi. İşte o zaman bir yandan geçmişiyle iftihar ederken bir yandan da o günlere duyduğu hasretle iç çekecekti konak. Lakin tüm bunlardan önce Dede Efendi’nin “Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni / Çün nâfe bağrım hûn edip sahralara saldın beni” eserini bestelemesi icap ediyordu. Zira bu hicaz eseri dinleyen III. Selim, Dede’nin artık dergâhta değil Enderun’da olması gerektiğini söyleyecek ve ona sarayın kapılarını açacaktı. Dede ise şükranlarını ifade için “Müştâk-i cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ / Etdi nigeh-i âtıfetin bendeni ihyâ” dizelerini besteleyip bu eseri Sultan’a takdim edecek; bestekâr, nâyî ve tamburî olan III. Selim kendisine hediye edilen bu eserden ziyadesiyle memnun olup Dede’nin musikide daha fazla mesafe katetmesi için vefatına kadar onun üzerinden himayesini çekmeyecekti. Hatta Sultan’ın takdir ve teşviki sayesinde, Saray’a girdikten sekiz yıl sonra Sadullah Ağa, Küçük Mehmed Ağa, Vardakosta Ahmed Ağa, Abdülhalim Ağa gibi dönemin en meşhur bestekârlarından biri olacaktı Dede Efendi.

99


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN

Evliliği de bu yıllara tekabül etti Dede’nin. Sene 1802’ydi. Dergâhtaki hücresinden ayrılıp Saray’da yetişen Nazlıfer Hanım’la Akbıyık’ta bir konağa yerleşti. Fakat bu, kendisini sabırsızlıkla bekleyen konak değildi henüz. Kira ile tutulmuş bir evdi. Üstelik burada geçirdiği yıllar, Dede’nin naif ruhunda derin tesirler bırakan kayıplarla doluydu. Evliliğinin ikinci yılında, çok sevdiği şeyhi ve hocası Ali Nutkî Dede’yi kaybetti. Daha kendisini toparlamaya fırsat bulamadan üç yaşındaki oğlunu… Evinin içini aydınlatan çocuk sesinin bir anda sönmesi ve evladını kendi elleriyle toprağa vermesi, onu fazlasıyla mahzun etti. Oğlunun ardından duyduğu acıyı “Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde / Ateş dökülürse yeridir âh serimde” dizelerini kaleme alıp bayatî makamında besteleyerek ifade etti. 1808’de gelen vefat haberi ise Dede’nin ruhunu yerle bir eden depremlerin en büyüğü oldu. Zira bu kez, dergâhtaki derviş İsmail’i saraya hânende yapan III. Selim katledilmişti. Aynı yıl annesi Rukiye Hanım, iki yıl sonra da altı yaşındaki oğlu Mustafa... Bu yaşadıklarından sonra Saray’dan ayrılan Dede Efendi, dergâha geri dönüp Abdülbakî Nasır Dede’den ney dersleri alarak ruhundaki yaraları onunla tedavi etmeye çalıştı. Yenikapı Mevlevîhanesi, yine eskisi gibi onu dinlemek için gelen insanlarla dolup taştı. Hele Itrî’nin rast na’tını okumaya başladığında, tüyleri diken diken eden manevî bir ürperti sarardı herkesi. Yüzlerce kişinin nefes almaya bile çekindiği semahanede Dede’nin sesi, gürül gürül akan bir şelâle gibi duvarlara çarpar; böylesi demlerde dergâhtan ayrılıp dünyaya dönmek, baharı atlayıp yazdan kışa geçmek gibi gelirdi. Dede Efendi’nin, Akbıyık’ta kendisini bekleyen konağına yerleşmesine ramak kalmıştı. Ancak bu kez, üç kız babası olarak gidecekti yeni evine. Daha konuşmayı bile öğrenmeden nevanın manevî neşesi, sabanın hüzünlü havasıyla demlenecekti ruhları. Merdivenlerin ahşap tırabzanlarına yüzlerini yaslayıp kudümü döven tokmakların iki yukarı bir aşağı hareket edişini bir oyun gibi izleyecek ve bu sayede usûlü öğreneceklerdi. Konakta icra edilen her fasıl onlar için yeni bir oyun, yeni bir eğlence sayılacak; günü geldiğinde musiki ilminde söz sahibi birer hanımefendi olacaklardı. Fakat bunun için III. Selim’in vefatından sonra ortaya çıkan karışıklığın giderilmesi, Sultan II. Mahmud’un askerî ve mülkî düzeni temin ettikten sonra fikrî ve fennî meselelere de eğilebilmesi, Dede’nin varlığını hatırlayıp onu yeniden saraya alması ve mezkûr konağı ona hediye

100

edecek kadar aralarında muhabbet ve yakınlık hâsıl olması gerekiyordu. Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki mukabelelerden biriydi. Semazenler, âyinhanlar ve mutrib heyeti yerini almıştı. Cemaatle namaz kılındı, şeyh efendinin duasının ardından Itrî’nin na’tı okundu ve sema eşliğinde Dede Efendi’nin kendi bestelediği âyin başladı. O sırada dergâhta hazır bulunan Sultan II. Mahmud, onu dinlerken saraya alındığı ilk günü hatırladı. Kendisi on üç yaşında bir şehzade idi ve o günün üzerinden yıllar geçmiş; Dede, musikide ele avuca sığmaz bir deha olmuştu. Bu dehanın yeri dergâh değil, elbette saraydı. Bunları düşünürken kudümzenbaşının birkaç darbıyla ney taksimi ve şeyh efendinin okuduğu Fatiha ile mukabele sona erdi. Sultan II. Mahmud, Dede Efendi’yi yeniden Saray’a çağırdı. Önce musâhib-i şehriyar, sonra da sermüezzinlik görevi vererek onu yanı başından hiç ayırmadı. Sene 1818’di. Sultan II. Mahmud, Akbıyık Camii’nin karşısındaki aşı boyalı konağı alarak Dede Efendi’ye tahsis etti. İşte o vakit, yıllardır sabırla bekleyen mezkûr konak, sahibine kavuşmuş oldu. Hemen duvarı dibinde, kendisine yaslanmış olan mermer çeşme, daha suyunu akıtmadan insanın içini serinletiyor, burada kederden uzak günler yaşanacağını müjdeliyordu. Nitekim kızı Aişe’nin on üç yaşında vefat etmesi haricinde büyük bir acı görmedi Dede Efendi. Hatice’sini ve Fatıma’sını burada yetiştirip mürüvvetlerini gördü ve evini bir dershaneye çevirdi. Bu dershanede yetişen Fatıma, haremdeki kadınlara musiki eğitimi verecek kadar ilerledi.4 Her ikisi de babaları gibi kendi evlatlarını birer musikişinas olarak yetiştirdiler. Bestekâr Rıfat Bey, Hatice Hanım’ın; hânende Şevket Bey de Fatıma Hanım’ın evladı, aynı zamanda Dede Efendi’nin talebeleriydi. Dellalzade İsmail Efendi, Mûtafzade Ahmed Efendi, Çilingirzade Ahmed Ağa, Yağlıkçızade Ahmed Ağa, Eyyûbi Mehmed Efendi, Hoca Vehib Efendi, Nikogos Ağa5 gibi nice isimler Dede’nin şakirtleri olarak bu konakta yaşanan demlere katkıda bulundu. Rebabın, tamburun, neyin, kudümün sesiyle şifa bulan konak, girip çıkan nice musikişinasın yüzü suyu hürmetine giderek güzelleşti. Sarayla dergâh arasında geçen bir hayatın mahremi ve Dede Efendi’nin sadık bir hizmetkârı oldu. Ömrünün sadece yirmi sekiz yılını onunla geçirmesine rağmen, iki asır boyunca Dede Efendi’nin Evi nişanıyla zikredildi. Zira her mekân, kıymetini sahibinden alır yahut sahibiyle kıymetten düşerdi. Şeref’ul-mekân bi’l-mekîn diyen ecdadın kastı da bu olsa gerekti. Yıllarını saray ile dergâh arasında geçiren Dede Efendi’nin evinde, birbirine çok uzak olan bu iki dünyanın da izleri vardı. Sedirlerin döşendiği kadife kumaşlar, üzerine dizilen nakışlı yastıklar ve yerlere konan atlas minderler gösteriyordu burada nasıl bir zevkiselim ile yaşandığını. Kapıları


ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

karşılıklı birbirine bakmayacak şekilde inşa edilen odalara; kabından tenceresine, yatağından yorganına kadar türlü eşyayı muhafaza edecek gömme dolaplar yapılmıştı. Gusülhaneler bile bu dolapların içine saklanmıştı ki mahrem hayata dair hiçbir iz ayak altında olmasın. Hele gün içinde onlarca kişinin girip çıktığı bir konakta… Odanın içine açılan pencerelerin bir de dış cephede ahşap kanatları vardı. Bu kanatlar örtüldüğünde, güneşin hükmü geçmez, ne kadar ısrar ederse etsin konağa alınmazdı. Uzun yoldan gelmiş bir misafir yahut ıstırap çeken bir hasta istirahate alındığında, insanoğlunun emrine girerdi gece ile gündüz. İnşa edildiği günden beri Dede Efendi’nin evi olmayı hayal eden konak, onunla geçirdiği günlere doymuyor; Enderun’daki fasıllardan ve dergâhtaki mukabelelerden kalan vakitle yetinmiyordu. Üstelik Dede’nin kimi zaman Saray’dan mahzun dönmesine üzülüyor, ahşap zemini uyandırmadan ağır adımlarla içeri giren ayak sesinden anlıyordu bunu. Enderun’daki kimi hanendelerin Dede’yi istemediğini ve onun gölgesinde kalmaktan rahatsız olduklarını da biliyordu. Hatta bazı planlar tertip ederek Dede’yi Sultan’ın huzurunda mahcup etmeye çalıştıkları oluyordu ki bu hadiselerden biri hanende Şakir Ağa’yla yaşanmıştı. Sonunda mahcubiyet duyan Şakir Ağa olmasına rağmen, Dede Efendi bu olaydan kâfi derecede etkilenmiş, neredeyse bir sene boyunca ne konakta ne de başka bir yerde, tek bir eser bestelememişti. Hariçte yaşanan hadiseler ister istemez evdeki hayata tesir ediyor, Dede’nin yüzündeki ifade, şeffaf bir kâğıt gibi kırgınlığını ele veriyordu. Musikinin bütün inceliklerine vâkıf olan Sultan II. Mahmud, huzurunda gerçekleşen bu rekabeti fark ediyor; hiçbir şekilde söze ve davranışa yansımayan, sadece eser icra ederken ustalıklarını konuşturarak yaptıkları çekişmeleri yakalıyordu. Bu durumdan rahatsızlık duymadığı gibi benzer hadiseleri, onların kabiliyetlerinin bir alâmeti olarak görüyordu. Yine böyle bir fasıl sonrası, Dede Efendi’nin yakasına taktığı murassa nişan, musikisinin bükülmeyen bileğine verilmiş bir mükâfattı. Neyzen Mustafa İzzet Efendi, Ali Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi, Numan Ağa, Bamacızade Abdi Efendi6 gibi Dede’nin arkadaşları olan nice isimler şahitti buna. Hatta onun son zamanlarına yetişmiş olan Zekâi Dede, Dede Efendi’yi bizzat konağında ziyaret ettiği gün, yıllar önce II. Mahmud’un taktığı bu nişanı, bir madalya gibi hâlâ yakasında taşıdığına şahit olmuştu.7 Sultan Abdülmecid, tıpkı babası gibi Dede Efendi’ye saygıda kusur etmedi ve onun saraydaki mevkiini korudu. Lakin bu, onu sarayda tutmaya yetmedi. Zira Abdülmecid’in kendisine duyduğu hürmetin altında bir vefa borcu olduğunu; alafranga müzikle büyüdüğü için sunî gıdalarla beslenen bir çocuk gibi kendi musikisinin tabiî lezzetini almadan yetiştiğini biliyor ve buna içerliyordu. Halbuki

Dede Efendi

II. Mahmud, bu lezzeti bildiği için Dede Efendi’yi takdir ediyor ve sahip çıkıyordu. Buna rağmen Giuseppe Donizetti’yi bando eğitimi için İstanbul’a getiren, Enderun-ı Hümayun’u kaldırıp yerine Mızıka-i Hümayun’u kuran8 ve alafranga müziği kendi musikisinin kanına bulaştıran da II. Mahmud’du. III. Selim’in Dede Efendi’ye hürmetinde ise ne sadece vefa vardı ne de takdir. Ana dilleriyle konuşur gibi kendi musikileriyle konuşan iki insanın birbirini anlaması vardı. Üç ayrı sultan görmüştü Dede Efendi. Kaç sultan görmüştü Dede Efendi’nin evi. Ayakları olsa, sahibi gibi o da kaçardı belki İstanbul’dan. Beytullah’ın gölgesine sığınır, orada vefat ederdi. Fakat gidemedi. Neredeyse iki asır boyunca yerinden hiç kımıldamadan, inşa edildiği yerde bekledi. Yakut gibi kırmızı, yakut gibi kıymetli… Garb’ın müziğini değil, tek bir notasını bile konağına almayan Dede Efendi gibi kıymetli. Musikimiz gibi. Anadilimiz gibi.

101


ŞEREFU’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN / Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Dipnotlar 1 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108. 2 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 141150. 3

M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul 1995, sf. 13-28.

4 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul 1995, sf. 13-28. 5

Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997, sf.62-108.

6 Rauf Yektâ, Esâtiz-i Elhân, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, İstanbul 1925, 3.Cüz, sf. 174175. 7 Yılmaz Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1997, sf. 10-21. 8 M. Fatih Salgar, Ölümünün Yüz Ellinci Yılında Dede Efendi, Ötüken, İstanbul 1995, sf. 29-40.

Dede Efendi'nin Cankurtaran'daki evi

Tanımadığımız Meşhurlar

102

(...) " Bilhassa Zekâi Dede bu çocukta parlak bir istikbal gördüğü için, meseleyi büyük Dede efendiye anlatıyor ve şu cevabı alıyor: — Bir gün getir de dinleyelim!.

hayet tahta tablalarla yemek geldi. Yer sofraları kuruldu. Tahta kaşıklar, büyük bakır lengerlerle yemekler... Hepimiz yedik. Yemekten sonra: — Buyrunuz meşk odasına!.. dediler.

İşte bu suretle bestekâr Arif beyi Zekâi Dede de, büyük Dede efendiye tanıştırıyor. Bunun da nasıl olduğunu bestekâr Arif bey talebelerine ve yakınlarına bir kaç kere şu suretle anlatmıştır: — Zekâi Dede, beni İsmail Dedenin evine götürmek üzere annemden izin almış. Fakat bana nereye gideceğimizi hiç söylemedi. Kalktık. Sultanahmette Kabasakalda Dede efendinin konağına gittik. [Dede efendi için vaktile ihtifal yapılan konak].

Dede efendinin konağında büyük bir meşk odası vardı. Köşede yüksek bir minderde saz benizli kısa sakallı iyi yüzlü bir adam, Dede efendi oturuyordu, ötekiler, hepsi de sakallı sakallı, ihtiyar musikişinaslar Dede ile aralarında epey bir hürmet mesafesi bırakarak çok ileriye yere, saygılı tavırla diz çökmüşlerdi. Buradaki ak sakallı telâmizden, talebelerden en genci Zekâi Dede idi. Ve yaşının nispeten küçüklüğü dolayısile en başta oturuyordu ötekilerin yaşlarını bundan çıkarmak kabildir.

Hiç unutmam. Şöyle geniş bir avlu. Yatık, alçak basamaklı çifte merdivenlerde, limon gibi sarı, ince mısır hasırları... Sofalar da öyle. Devrin musiki ilâhları hep orada. Ben bir köşeye büzüldüm. Evvelâ düğün var zannetmiştim. Cemaatle namaz kılınınca kendi kendime: «Düğün olsa namaz kılınmaz!.» dedim. Ni-

Ak sakallı şakirtler başlar öne eğilmiş sükût içinde duruyorlar. Nihayet Zekâi Dede, büyük Dede efendiye: — Geçen hafta bahsettiğim Arif bendenizi getirdim efendim.. dedi. Büyük Dede efendi cevap verdi: — Öyleyse bize bir şey okumazlar mı?

Ben fena halde sıkıldım. Ter içinde kaldım, Zekâi Dede kulağıma eğildi: — Oku oku.. diye mırıldandı. Ve bir ilahi okudum…” Hikâyenin buraya kadar olan kısmını Arif beyin talebelerine anlattğı şekilde tesbit edebiliyoruz. Küçük Arif, büyük musiki üstadının karşısında ilâhiyi okuyunca Dede efendi o kadar mütehassis oluyor ki o sakalları göbeklerinde büyük musiki üstatlarının en gerisinde olan Arife: — Gel, otur buraya oğlum!.. sözlerile, minderde ve yanında yer gösteriyor. Ve işte o zaman meşhur sözünü söylüyor: — Bu çocuk hepimizi geçecektir!.. Dede efendi bunun üzerine kendi çıraklarından Eyübî Mehmet efendiyi, Arif beye hoca tâyin ediyor. Yalnız Arif beyle Eyübî Mehmet efendinin sanat zevkleri pek kaynaşamıyor. Hikmet Feridun Es, Akşam gazetesi




AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR Söyleşen:

Ayşegül ÜNAL İNAN Fotoğraflayan:

Şeyma KILIÇ

Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın, Eylül Akşamları, Seni Ben Unutmak İstemedim ki gibi dillerden düşmeyen, unutulmaz bestelere imza atan Amir Ateş ile gençliğinden itibaren talebelik ve hocalık yaptığı, nihayetinde de başkanlığını yürüttüğü Üsküdar Musiki Cemiyeti üzerine konuştuk. Yaklaşık yüz yıldır musiki geleneğimizi yaşatan, verdiği eğitimlerle pek çok kıymetli sanatçı yetiştiren Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti, musiki kültürümüzde eşine az rastlanır bir yere sahiptir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN

Küçük yaşta Kocaeli'nin Kandıra ilçesinde hafızlığını tamamlayarak on beş yaşlarında İstanbul’a gelen Amir Ateş, Nuruosmaniye Kuran kursunda, dönemin en kıymetli hafız ve kıraat âlimlerinden biri olan Hasan Akkuş’tan dersler almış. Nuruosmaniye tedrisatını bitirmesiyle birlikte Kadıköy’e taşınmış ve burada bir musiki çevresine dahil olmuş. Çevresinin yönlendirmesiyle kısa süre sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde talebelik yapmaya başlamış. Burada da Avni Anıl, Şekip Ayhan Özışık, Arif Sami Toker, İnci Çayırlı, Emin Ongan gibi döneminin en önemli musikişinaslarından musiki eğitimleri almış. Genç yaşlarından itibaren talebesi olduğu Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde hâlâ hocalık ve başkanlık yapmaya devam eden Amir Ateş’le yaptığımız keyifli söyleşiyle sizleri baş başa bırakıyoruz. Emin Ongan Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin kuruluş hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Üsküdar Musiki Cemiyeti 1918 yılında kurulmuş. Kurucuların hemen hemen tamamı rahmetli olmuş kişiler. Çünkü bir asırlık süre içinde elbette kuruculuğun tarihinde doğmuş olsalar bile neredeyse yüz yaşına basmış olacaklar. Bu nedenle kimse yok kuruculardan. Ancak torunları var.

Çocukları var bazılarının. Telgrafçı Ata Bey gibi namıyla maruf bir zatın önderliğinde Zeki Arif Ataergin, Hafız Arap Cemal, Udi Sami Bey, onlardan hemen sonra da cemiyete adını verdiğimiz hocamız Emin Ongan. Selahattin Pınar ve ilk öğrencilerden Arif Sami Toker, Müzeyyen Senar, bu cemiyetin ilk temelini teşkil eden kurucu, hoca ve talebeleri olarak o günden bugüne kadar faaliyetlerini aralıksız sürdürmektedir. Bunun yaklaşık elli beş senesinde ben de varım naçizane Amir Ateş olarak. Benden sonra otuz beşkırk yıllık arkadaşlar da var burada. Mesela Ahmet Özhan, Ömer Tuğrul İnançer de talebe arkadaşlarımızdı bizim. Daha önceki tarihlerden olanlar da var ama onlar faal biad içinde değiller, herkes işiyle gücüyle meşgul. Bir röportajınızda Üsküdar ile ilgili “Üsküdar, bütün duygu ve düşünceleri birlikte barındırır. İstanbul denildiğinde önce Üsküdar aklıma gelir. Salacak gelir” diyorsunuz. Cemiyetin Üsküdar’da olmasının sizin için özel bir anlamı var mı? Üsküdar’ın cemiyete yahut cemiyetin Üsküdar’a katkısı olmuş mudur? Burası her ne kadar Üsküdar Musiki Cemiyeti adı altında olsa da tamamen Türkiye’ye mâl olmuş, gerek ismi itibariyle, gerek kültürel faaliyetleri itibariyle sınırları aşmıştır. Şöyle ki benim Üsküdar’a bir vefa borcum var. Eğer ben, ufacık tefecikken ‘ben’ olduysam Üsküdar Musiki Cemiyeti bana bir basamak olmuştur. Ben de mehma-imkan yararlandığım bir yere faydalı olmak durumundayım. Cemiyete yeni başkan olduğum tarihlerde, hiç unutmuyorum rahmetli olan bir belediye başkanımız vardı; Mehmet Çakır. Bizi tebriğe gelip “Hayırlı olsun Amir Beyciğim, bizden herhangi bir arzunuz var mı?” diye sordu, “Estağfurullah” dedik. “Peki, sizin bizden bir emriniz arzunuz var mı?” dedim, “Ne olabilir ki” dedi. “Üsküdar, İstanbul’un hatta dünyanın en tarihi, en köklü mazisi olan semtlerinden biri. Üsküdar gibi bir yer Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur şarkısıyla mı kalsın? Bir şiir yarışması açalım, iyi şiirleri bestekarlara dağıtalım. O şiirlerden en azından sekiz-on tane daha Üsküdar konulu beste olsun” dedim. Aradan iki üç ay geçti, bir telefon, “Buyurun sayın başkanım, buyurun hadi göreve. Bir öneride bulundunuz, öneri babalığınızı devam ettirin. Şiir yarışması açtık, şiirler geldi. Bestekarlara yolladık besteler de geldi. Sıra jüride. Jüri başkanı olarak bu organizasyonda bulunacaksınız dedi.” O arada hakikaten güzel eserler geldi. Ben boş durabilir miyim, duramam tabi. Bir şeyler karalamaya başladım ve Üsküdar’la ilgili şöyle bir güfte yazdım: Üsküdar’ın güzelliği dünyaya bedel Kız kulesi gelin gibi özel mi özel Martıların, dalgaların, serin suların, Şarkıların, türkülerin, güzel mi güzel

Cemiyetin ikinci binası, Dişçi Hamdi Bey'in konağı, Ahmediye

106


AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Cemiyetin İmrahor'daki binası

Üsküdar’ın yamaçları tarih kokuyor Çamlıca’dan gönüllere huzur akıyor Camilerin türbelerin minarelerin Orda Bilal Habeşi ezan okuyor. Bir ezan koydum son kısma ama sözsüz, sadece ses. Ve şu anda piyasada tek bu var. O yarışmada gönderilip seçilen eserlerden okunan pek duymadım. Buraya vefa borcumuzu bu şekilde ödüyoruz. Üsküdar konulu daha yedi sekiz tane şarkım var, bestem var.

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin müzik eğitimine ve kültürümüze olan katkılarından bahseder misiniz? Üsküdar Musiki Cemiyeti musiki kültürümüze büyük katkılar sağlayan kuruluşlardan biridir. Şöyle ki, daha henüz radyolar kurulmamış, konservatuvarların kuruluş tarihi zaten yirmi beş sene gibi bir zamana tekabül ediyor. Ve konservatuvarların tüzüğünün hemen ilk sayfasında der ki, “Şablon olarak Üsküdar Musiki Cemiyeti örnek alınmıştır.” Hesap edin ki şu anda devlet konservatuvarlarının dahi

107


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN

Hakkı Özkan hocamız, “Yetiştiğim yere şöyle bir atfı nazar edeyim; ne halde, ne yapıyorlar…” dediğinde biz de kendisine dedik ki, “Hocam evet buradan yetiştiniz ve yıllardır da konservatuvarlara, birçok yere hocalık yapmaktasınız ama artık buradaki görevinizi yerine getirin; tekrar hocalığınıza devam edin” diye kendisine teklifte bulunduk. Bu arada kendisinden konservatuvar tedrisat nazariyat kitabını rica ettik, o da bizimkini aldı. Bir hafta sonra gelip, “Burada olan tedrisat konservatuvarda yok, konservatuvarın eksikleri var buranın yok, onun için beni bağışlayın” dedi. Şunu da belirtmek gerekir. Musikinin asıl kaynağı hafızlıktır. İşte gelmiş geçmiş en büyük bestekarlardan biri Sultan Ahmed Camii imam hatibi Saadeddin Kaynak, Süleyman Erguner de Yavuz Selim Camii müezzini. Daha ilerilere gidersek Hafız Post, Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi, Hacı Sadullah Efendi… Bunlar hep müezzin, imam vs. kişilerdir. Hafız Burhan, Hafız Kemal, Hafız Sami musikinin en yüksek mertebelerine ulaşan ve oralarda halkı hazdan hazza koyan değerlerdi. Ben de bu değerlerin ışığı altında kendim bir şeyler öğrendikten sonra arkadaşlarıma da yavaş yavaş öğrendiklerimi öğretme gayreti içinde oldum hep. Cemiyetteki musiki sohbetlerinizden, hocalarınızla ve arkadaşlarınızla ilgili anılarınızdan bahsedebilir misiniz?

Üsküdar Musiki Cemiyeti’nden yararlandığı bir vaka. Hocaların da zaten çoğu, gerek konservatuvarların ilk hocaları, radyoların saz sanatçıları, birçok ses sanatkarı yine Üsküdar Musiki Cemiyeti menşelidir. Üsküdar Musiki Cemiyeti sayılamayacak kadar çok sanatkar ve öğrenci yetiştirmeye halen devam eden fevkalade bir ilim yuvası ve bir feyiz menbası deme durumunda olduğumuz bir kurum ve kuruluştur. Oysaki hiçbir yerden hemen hemen yardım görmemiş ancak naçizane bizim çabalarımızla devam eden bir dernek. O bakımdan buranın ulviyet ve kutsiyeti anlatılamaz. Siyasi, şu, bu gibi şeylere karışmamıştır. İşi gücü sırf musiki. Musikiye ses sanatçısı, saz sanatçısı, besteci vs. hoca yetiştiren Üsküdar Musiki Cemiyeti adı altında devam edegelen bir dernektir. Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde görev yapan kıymetli hocaların ekseriyetle yine bu cemiyetten mezun olduklarını biliyoruz. Bu bağı sağlayan etken nedir? Evet, hocalarımızın hemen hemen çoğu cemiyetimizin bünyesinden yetişmiştir. Mesela cemiyetimizden yetişmiş, konservatuvarın nazariyat hocalığını yapan bir hocamız emekli oldu oradan ve bizi ziyarete geldi. Rahmetli İsmail 108

Biraz uzun ama şunu anlatayım: Rahmetli hocam Emin Ongan sağken onunla bütün gizli aşikar şeyleri konuşabiliyordum. Takıldığım şeyleri arayıp soruyordum, gün geldi dasdazlak kaldım böyle ortalıkta. Fakat hocamın zamanında da ahbabım olan kişiler vardı. Mesela rahmetli Yıldırım Gürses ile şimdiki tabirle kankaydık. Avni Anıl ile Alaaddin Yavaşça abimle hocamla, Erol Sayan ile derken en çok içli dışlı olduğum, mazisi en eskilere dayanan biri vardı: Yesari Asım Arsoy. Hoca zamanında da onunla gene talebe hoca ilişkisi değil de ahbaplık, dostluk ilişkisi içindeydik. Rahmetli Sadettin Kaynak ile pek fazla hoca talebe ilişkisi içinde olamadık ama çok şeyler öğrendim sohbetinden. Hastaydı o, felç geçirmişti. Benim de tam çocukluk çağlarıma rastladığı için pek fazla iletişimim olamadı. Her gün gider gelirdim. İçecek su götürürdüm Kayışdağı çeşmesinden, şuradan buradan. Yesari Asım Arsoy ile gece gündüz beraberdik. İşinden gücünden sonra arar beni, “bekliyorum neredesin” derdi. Ben de şiirle Bekliyordun işte geldim Yollar açtım dağlar deldim Bir zamanlar ben bir eldim Bekliyordun işte geldim falan diye böyle hiç olmamış sözlerden bir şeyler söylerdim, çok hoşuna giderdi. Bir gün kendisinin göz ameliyatı olma durumu icap etti ama kimse ikna edemiyor. Seksen


AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN

beş-doksan yaşını bulmuştu göz ameliyatını yaptırdığı yıllarda. En son Alaaddin Yavaşça’ya gidiyorlar diyorlar ki, “Seninle çok içli dışlı hoca, ikna edebilirsen bir sen ikna edebilirsin, gözlerini ameliyat edelim.” “Valla o Nuh der, Muhammed demez” diyor Alaaddin Yavaşça, “Amir’e gidin, Amir onu ikna eder” diye de ekliyor. Turgut Özal da talebesi olmuş Ogan Hoca'nın. Bu mesele de kendisine kadar ulaşınca "Hocam, doktorlar emrinizde, gelip sizi ameliyat etsinler" diyince, ‘‘Turgut, otur oturduğun yerde. Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıysan, ben de gönlümün cumhurbaşkanıyım’’ diye cevap veriyor hoca. ‘’Beni böyle azarladı.’’ diyor Özal. Bir gün oturuyoruz. “Hocam” dedim, “kayınpeder kayınvalideyi Bursa’da muazzam bir göz operatörüne ameliyat ettirdi, öyle memnun ki sormayın.” “Deme” dedi hoca da. “Üstadımız emrederlerse niye gitmeyelim.” Telefon ettim randevu aldım. Benim hanım, onun hanımı -Fanika yengeydi onun hanımı, Suzan ismini kullanırdı- yola koyulduk. Suzan Hanım Yahudi idi, ama çok Osmanlıcı bir hanımdı. Ondan sonra kızım da o zaman üç yaşlarında. Kavga ederlerdi biz Bursa’ya gidip gelene kadar. Kızım ona “dede” der, hoca da ona “sus Şevval Hanım, ben baba bile olmadım, nasıl dede olurum” derdi. Sohbet ede ede giderdik. Son gidişlerimizden bir tanesinde -asıl manahu-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

fihimize geldik şimdi- evden aldık, geldi oturdu yanıma. Şoför mahallinde ben vardım. Yenge bizim hanımla arkada oturuyor. Tam hareket edeceğim, “bir dakika” dedi. “Hocam gidebilir miyiz artık” dediğimde, “Kaç adet besten var?” dedi. Birden şaşırdım. O gün bile hocanın eserlerinden fazla bestem vardı. Hoca doksan küsur yaşında, ben daha o zamanlar varsa işte kırk beş yaşlarımdayım. “Hocam” dedim, “beste denecek olursa sizinkine yakın sayılır.” “O zaman bir zat-ı aliniz, bir ben; bir zat-ı aliniz, bir ben. Oldu mu? Haydi yallah” dedi. “Ya Allah, ya bismillah” dedik başladı hocam. Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır hüzzam şarkısını okudu. Ben de hüzzam bir şarkıma girdim. (Amir Ateş bize şarkıları nağmeleriyle söyleyerek okuyor.) O bir hicaz okudu, ben bir hicaz okudum. O bir rast okudu, ben bir rast okudum… En meşhur bestelerinizden Bir kızıl goncaya benzer dudağın’nın şaşırtıcı bir hikâyesi olduğunu biliyoruz. Bunu bir de sizden dinleyebilir miyiz? Alt yolun göbeği, bir taraf söğütlüğe iner, sağ taraf yoğurtçuya iner, orada da bir sokak var, o cadde değildir de sokak vardır. Orada yıllardır oturduğum ev, tam karşımıza gelen bir binada oturuyorum. O binanın bitişiğinde bir aile dostumuz vardı. Çocukları var, biri de Mehmet.

İlk solda Amir Ateş; ilk sağda Şekip Ayhan Özışık;sağda oturan Emin Ongan

109


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

AMİR ATEŞ: MUSİKİYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR / Ayşegül ÜNAL İNAN

Akşam daireden -ben de Mezarlıklar Müdürlüğü’nden emekliyim- çıkınca evvela kendi evime gitmeden onların evine giderdim. Yedi sekiz aylık o zamanlar Mehmet. O yıllarda hep elektrikler kesilir, sular akmaz zaman zaman. Evde bebeği sevmeye bahaneler arıyorum, fırsat arıyorum. Annesiyle babaannesi mutfağa girdiler yemek hazırlıyorlar, yemeğimi de orada yiyorum. Sonra birden elektrikler kesilince ben kundağından hemen Mehmet’i kaptım ağlamasın diye, o da zaten korktu, başladı hemen mırıldanmaya. Yan tarafta bir tane piyano var. Piyanonun başına geçtim, “Mehmet bak dımdım, ağlama, dımdım dımdıdımdıdımdım” filan diye Bir kızıl goncayı sanki besteymiş gibi okumaya başladım. Zaten o evin bir tek oğlu, açılan tek gülüsün sen bu bağın, bu evin... Aklımdaydı o güfte- şiir, onu orada kısa bir zaman içinde besteledim.

teşekkür ederiz, rahmetli Melek hanım teyzemin Peygamber Efendimiz için yazdığı şiiri-güfteyi bu kadar güzel bestelediğiniz için..” dedi. Ondan sonra anladım, şarkının fazla tutulup beğenilmesinin sebebi demek buymuş.

Şarkı bir çocuğa bestelendi yani?

Sevenler hep ağlarmış

Tabi tabi, fakat aradan kısa bir zaman geçti bir tutuldu şarkı, ondan çok güzel şarkılarım var aslında benim: Ben seni unutmak için sevmedim, Seni ben unutmak istemedim ki… Onlar hep benim o günlerde çok sevilen şarkılarımdı. Yahu bu niye bu kadar fazla sevildi diye düşünürdüm... Televizyonda program yapıyoruz birileriyle -televizyonda da o zaman tek kanal var, o da siyah beyaz- bu şarkıyı okuduk, Bir kızıl goncaya benzer dudağın şarkısını. Avrupa’dan şuradan buradan, Ankara’dan bağlantılar oldu. Avusturya veya Avusturalya’dan bir telefon bağlandı. “Amir bey çok

110

Bir de ablası var Mehmet’in, iki kardeş bunlar. Adı Nükhet. Ondan birkaç yaş büyük. “Amir Abi aşk olsun” dedi. “Ne oldu Nükhet” dedim. “Mehmet’e beste yaptın, bana yapmıyorsun di mi”. Daha ortaokula gidiyor o yıllarda. “Nükhet” dedim, “sen bak şiir de yazıyorsun bana birkaç tane gösterdin bir ara. Sen de yaz bir şiir, güfte yaz, ben de besteliyim” dedim. “Ne yazayım” dedi. Aklımdaydı, bir şiir vardı severdim çok, ama pek fazla besteye gelmiyordu. “Eylül akşamları, diye bir şiir yaz” dedim “öyle bitsin.” Bana bir şiir getirdi; Yanar bağrın dağlarmış Çiçekler yas bağlarmış Eylül akşamlarında Ne olursun kal gitme Beni sevginden etme Sana hasret bekletme Eylül akşamlarında Şu anda en çok sevilen iki bestem bu şarkılardır.




OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ Zehra ÖKSÜZ İZÜTEM Türkçe Eğitimi ve Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı

XV. asırdaki fetihlerle birlikte İstanbul’un merkez olması, Osmanlı toplumunda kültürel faaliyetlerin büyük bir ivme kazanmasında adeta bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu devirden itibaren İstanbul’daki edebiyat mahfilleri de hem nitelik hem nicelik itibariyle artış göstererek İstanbul’un büyük bir kültür başkenti hâline gelmesinde katkı sağlamış ve sonraki asırlarda da bu gelişimini devam ettirmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

Marifetin iltifata tâbi olduğu gerçeğine bakılırsa bir sanatkârın, sanatını ve icraatını o toplumda hâkim olan sosyal ve kültürel yapı içerisinde ortaya koyması pek tabiidir. Osmanlı toplumu gibi patrimonyal bir toplumda yaşadığı devre ve topluma yön veren, doğrudan veya dolaylı olarak, farklı alanlarda toplumun gelişimini sağlayan “hami” ya da “patron” sıfatını almış şahsiyetlerin varlığı bilinmektedir.1 Her fırsatta sanatkârı koruyup kollayan, maddi ve manevi desteğini ondan esirgemeyen hami, sanatkârı bir nevi terbiye edendir. Hatta onun ortaya koyduğu bu himayeci gelenek, zaman zaman belirli bir mekâna taşınıp devam ederek kültürel bir yapı olan mahfillerin oluşumunu sağlamıştır. Bir kavram olarak “mahfil”; “oturulacak, görüşülecek yer, toplantı yeri; konuşup görüşmek için bir araya gelinen yer; toplanmış heyet, meclis” 2 gibi anlamlara sahiptir. “Edebiyat mahfili” ise, belirli bir mekânda ve belirli zaman aralığıyla bir araya gelen ve edebiyatla iştigal eden şahsiyetlerin meydana getirdiği edebî toplantıların merkezidir. Bu itibarla mahfiller, bir milletin sosyo-kültürel yapısını, ilim ve irfan seviyesini ve bu sosyo-kültürel yapıdaki fikirlerin gelişimini gösteren, sanatın ve edebiyatın zirveleştiği

114

Van Mour'un çizimiyle 18. yüzyılda Hollanda Elçiliğinden İstanbul manzarası

cazibe merkezleri olarak hemen her devirde rağbet görmüştür. Bir edebiyat mahfili, birçok farklı misyona sahiptir. Kültürel mirasımızın unutulmadan nesilden nesile aktarılması, edebiyat dünyamız için önemli şahsiyetler yetiştirip onların başarılı eserler ortaya koymasını sağlaması ve günümüzdeki kültür merkezlerine örnek teşkil etmesi bunların başlıcalarıdır. Ayrıca bir edebiyat mahfilinin en önemli hususiyetlerinden biri, eğitici olmasıdır. Bu yönüyle adeta bir eğitim merkezi hüviyetindedir. Mahfilde icra edilen faaliyetlerin ve ortaya konan eserlerin her defasında daha mükemmel olanı yakalama çabasıyla meydana getirilmiş olması, bunun en güzel ifadesidir. Nitekim bu mekânlarda şair ve sanatkârlar, her zaman daha güzel eserler ortaya koymaya gayret ederek adeta bir yarış haline girmişler, birbirilerine ve kendilerinden önceki üstat sanatkârlara öykünüp nazireler yazmışlardır. Böylece sanat ve edebiyat zevklerini gün geçtikçe artırarak kendilerini yetiştirmişlerdir. Ancak onların kendilerini yetiştirmesinde sanatkâr hamisinin/mahfil sahibinin sahip olduğu edebî zevkin seviyesinin önemli bir ölçüt olduğunu unutmamak gerekir.3


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

XV. asırdaki fetihlerle birlikte İstanbul’un merkez olması, Osmanlı toplumunda kültürel faaliyetlerin büyük bir ivme kazanmasında adeta bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu devirden itibaren İstanbul’daki edebiyat mahfilleri de hem nitelik hem nicelik itibariyle artış göstererek İstanbul’un büyük bir kültür başkenti hâline gelmesinde katkı sağlamış ve sonraki asırlarda da bu gelişimini devam ettirmiştir. Osmanlı kültürel hayatında edebiyat mahfillerinin boy gösterdiği devirlerden biri de XVIII. asır olmuştur. Bu asırdaki edebiyat mahfilleri, özellikle kültür ve sanat faaliyetlerinin hüküm sürdüğü Lale Devri’nde (1718-1730) ve Osmanlı topraklarındaki yenileşme hareketlerinin filizlendiği asrın son çeyreğinde önemli vazifeler üstlenmiş; kültür dünyamızdaki gelişme ve değişmeleri en canlı şekilde yansıtan mekânlar olmuştur. XVIII. asrın zihnî yapısının en çarpıcı örnekleri de yine bu mekânlarda gözler önüne serilmiştir. XVIII. asırda irili ufaklı pek çok edebiyat mahfilinin varlığı söz konusu olmakla beraber bu hususta daha çok padişah, şehzade ve vezirlerin sarayları ile devlet büyüklerinin, paşaların ve beylerin köşk, yalı ve konakları ön plana çıkmıştır. Ayrıca çevresinde saygın ve “üstat” olarak kabul gören şahsiyetler de kendileriyle bütünleşen mekânlarda

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kurdukları edebî meclisleriyle sanatkârı himaye edip kendi mahfillerini oluşturmuşlardır. Edebiyat mahfilleri, kültürel mirasın taşıyıcısı rolüne sahip olarak yetiştirilen şahsiyetler ve ortaya konan eserler bakımından ehemmiyetli merkezler olduğu kadar mahfilde okunan eserler ve örnek alınan sanatkârlar bakımından da önem arz etmektedir. Birçoğu şair ve yazarlardan oluşan bu mahfillerin müdavimleri, bağlı oldukları mahfilde kendilerine model olarak seçtikleri, çoğunluğu bedii zevke sahip hamilerinin öncülüğünde Doğu kültürünün şaheserlerini okuyup tetkik etmişler; Batılılaşma dönemine kadar, kendilerini Doğu medeniyetinin sanat zevkine göre yetiştirmeye çalışmışlardır. Nitekim bu duruma en güzel örnek, XVIII. asrın ve Osmanlı’nın son büyük şairi olduğu kabul gören Şeyh Gâlib’tir. Onun Türk edebiyatının şaheseri olarak tavsif edilen “Hüsn ü Aşk” mesnevisini yazma fikrine böyle bir mahfildeki sohbet esnasında karar verdiği bilinmektedir. XVIII. asır İstanbul’unun edebiyat mahfilleri nitelik itibariyle farklı büyüklükteki meclislerden oluşurdu. Nicelik bakımından durumları ise, kaynaklarda yeterli derecede işlenmemesi hasebiyle, tam olarak bilinmemektedir. Bu itibarla XVIII. asır İstanbul’undaki edebiyat mahfillerinin ön plana çıkan örneklerine değinmek yerinde olacaktır. XVIII. Asırda Edebiyat Mahfilleri XVIII. asırda Osmanlı sarayı, toplumun kalbinin her alanda attığı bir merkez olmaya devam etmiştir. Sarayın önemli bir kültür merkezi olduğu bu devirde sarayda cereyan eden edebiyat faaliyetlerinin ve şairlerin de çok olması tabiidir. Nitekim padişah ve devlet adamları sanatkârı teşvik için son derece cömert davranmış, onları himayesine alarak lütuf ve ihsan ile taltif etmişlerdir.4 Ayrıca Osmanlı sultanlarının birçoğunun devlet yönetiminin yanı sıra sanat ve edebiyatla da yakından ilgilendikleri bilinmektedir. Hatta sultanlar arasında başarılı eserler ortaya koyacak kadar sanat ve edebiyatla meşgul olan ve sarayında ilmî ve edebî meclisler tertip edenleri de vardır. XVIII. asır Osmanlı İstanbul’unda saray merkezli edebiyat mahfillerinin en meşhurları, biri asrın başında diğeri sonunda olmak üzere III. Ahmed ve III. Selim olmuştur. Bunlardan Sultan III. Ahmed, Lale Devri padişahı olarak da bilinmektedir. Sultan, edebiyat ve sanat meclisleriyle donattığı sarayını devrin önemli kültür merkezlerinden biri hâline getirmiştir. Dönemindeki âlim, şair ve faziletli kişileri himayesine alarak onlara ihsanlarda bulunmuş, ilmi ve sanatı teşvik edici hizmetler yapmış; böylece Osmanlı coğrafyasında görülen saray şiiri, III. Ahmed devrinde zirveye ulaşmıştır.5 Osmanlı sarayında cömert bir hâmi olarak bilinen ve kendisi de Necîb mahlasıyla şiirler yazan Sultan’ın meclislerine gelenlerin sayısı o kadar çok olmuştur ki huzuru, her çeşit ilmin neşv ü nemâ bulduğu bir mahfil olarak zikredilmiştir. 115


“Bu suretle aslında saray şiiri Türkiye’de her devirde görülmüş olmakla birlikte hiçbir zaman III. Ahmed’in hükümranlığının sonlarında olduğu kadar, ne bu denli başarıyla işlenmiş ve ne de böyle parlak bir üstünlüğe sahip olmuştur.”6 Etrafında çok geniş bir edebî zümre toplayan III. Ahmed’in mahfilindeki şairlerin en meşhurları, Nedîm, Seyyid Vehbî Safayî, Sâbit, Ahmed Refi’ Efendi, Ahmed Neylî, Nahîfî, Koca Râgıb Paşa ve Osman-zâde Tâib olarak zikredilebilir. Osman-zâde Tâib, Sultan III. Ahmed’in fermanı üzerine dönemindeki bütün şairlerin başına sultanü’ş-şuara (şairlerin sultanı) olarak atanmış; böylece şiirlerin düzenine dikkat etmeyi ve ölçülerine uymayan şiirler yazanlara düzgün söz söylemenin kurallarını öğretmeyi amaçlamıştır. Ünlü tarihçi Ahmed Refik, Lale Devri adlı eserinde Sultan’ın bu amacını vurgulayarak hem III. Ahmed devrindeki edebiyat faaliyetlerin ciddiyetine hem de onun sahip olduğu mahfilin Türk kültür tarihi açısından ne derece önem arz ettiğine dikkat çekmiştir.7 Ayrıca III. Ahmed’in sarayındaki edebî meclislerde methiye ve nazire türünün en orijinal örnekleri ortaya konmuştur.

Sultan III. Ahmed gibi, Sultan III. Selim de kültürel donanıma sahip bir Osmanlı hükümdarıdır. Henüz şehzade iken sanatla ilgilenmeye başlamış; İlhâmî mahlasıyla şiirler yazmış, musiki alanında icracı ve besteci olarak başarılı eserler ortaya koymuş ve geliştirdiği metotlarla, terkip ettiği yeni makamlarla eserler besteleyerek Türk musiki tarihine büyük katkı sağlamıştır. Daha genç yaşlarında etrafında seçkin bir edebî zümre oluşmaya başlamıştır. Kaynaklar onun şiir ve musiki alanlarındaki üstün meziyetlerini, ta’lik hattı güzel yazdığını, sanatkârı himaye etmesini ve yüce belâgatine yaraşır “divan sahibi” bir padişah olduğunu naklederler. Şiirlerine taştirler ve tahmisler yazılan padişah, bu yönüyle devrindeki ve kendisinden sonrasındaki şairlere örnek olmuştur. Kendisi âlim, şair ve sanatkârların himayeliğini yapmış bir padişah olarak onlara ziyadesiyle saygılı davranmış ve onları sarayındaki edebî mahfilinde ağırlayıp taltif etmiştir.8 Nitekim şairleri seven III. Selim, daha tahta çıkar çıkmaz mahfilinin müdavimlerinden olan Sünbül-zâde Vehbî (ö. 1809)’nin rahat ve mutlu bir hayat yaşamasını sağlamış, buna mukabil Vehbî de tertip ettiği Divan’ını sultana ithaf etmiştir. III. Selim’in edebî zümresinde yaşayan Vehbî, doksan yaşını aşkın bir süre ömür sürmüş, hamisi sayesinde de hayatını refah içinde şiir yazarak ve eğlenerek geçirmiştir. 9 Her ne kadar devrindeki şairleri taltif etse de III. Selim’in şiire ve şairlere olan lütuf ve ihsanı Şeyh Gâlib’in varlığıyla son hadde ulaşmıştır. İki yakın dost olan bu sultan ve şair, mümkün oldukça sohbet meclislerinde bir araya gelmişler; sultanın şaire olan 116

Joseph Warnia-Zarzecki'nin fırçasından Sultan III. Selim

himaye ve iltifatı da giderek artmıştır. Çok sevdiği şair dostu sultana methiyeler sundukça sultan da her fırsatta onu manevî değeri büyük caizelerle lütuflandırmıştır. Bir edebî sohbet meclisinde şair dostuna Cevrî’nin ta’lik hattıyla yazılan ve sayıca az bulunan bir Mesnevî-yi Şerîf hediye etmiş ve Gâlib de bu hediye karşılığında: Bana Sultân Selîm-i kâmver kâm-ı cihân virdi Bütün dünyâ değer bir genc-i hâs u râygân virdi10 beytiyle başlayan “virdi” redifli kasidesini kendisine takdim etmiştir. Şeyh Gâlib, şiirlerinde III. Selim devrinde himaye gören âlim ve şairlerin, bilhassa kendisinin, padişahtan çokça lütuf gördüğünü, Çağatay dönemindeki Baykara meclislerinde izzet ü ikram gören Molla Câmî’nin ve Kızılarslan’ın teveccühünü kazanan Nizâmî-i Gencevî’nin bile bu devrin şairleri kadar lütfa mazhar olmadığını şiirlerinde ifade etmiştir.11 III. Selim’in sanatkârı bu derece himayesi neticesinde Dede Efendi gibi meşhur sanatkârlar da sultanın sarayındaki mahfile iştirak etmiş, onun mahfili devrin şair ve sanatkârıyla dolup taşmıştır.


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

Osmanlı’da saray yönetimindeki devlet ricali de edebî zümreleri kendi etrafında toplayarak bulundukları yeri birer mahfil haline getirmiştir. Bunlardan biri olan Damad İbrahim Paşa (ö. 1730), Sultan III. Ahmed devrinin en meşhur sadrazamı olup Lale Devri adı verilen ve on üç sene boyunca devam eden bir barış dönemine hem siyasi hem de kültürel açıdan yön veren önemli bir devlet adamıdır. Sadrazamlığı boyunca onun gayret ve teşvikleriyle edebiyat ve sanat çok büyük gelişme göstermiştir.12 İbrahim Paşa, kaynaklarda şehri yeniden mamur edecek derecede hayrat sahibi, âlim, edip, şair ve hünerli bir devlet adamı olarak nitelendirilmektedir.13 Damad İbrahim Paşa, Beşiktaş Mevlevihanesi’ne bitişik yalısında lale eğlenceleri, küme faslı âlemleri düzenletmiştir. 14 Onun mahfili, usta şairlerin de içlerinde bulunduğu, zamanın pek çok şair ve sanatkârı için bir cazibe merkezi konumundadır. Nitekim devrindeki sanatkâr ve şairlere bakılırsa onun sanata ve sanatkâra ne derece rağbeti olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda onun sadrazamlık süresi boyunca, sadece edebî mahfilinde yıldızı parlayan yaklaşık yüz şair ve yazarın varlığından söz edilmektedir.15 İlim adamlarına karşı gösterdiği bağış cömertliğini edebî çalışmalardan da esirgemeyen İbrahim

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Paşa, böylece Osmanlı coğrafyasında birçok faydalı eserin yayınlanmasını da sağlamıştır.16 Onun bu lütufkâr tavrına mukabil şairler de adına çokça kitaplar ithaf etmiş; Sâmî, Sâbit, Keçecizâde Vehbî, Nâbî, Nedîm ve benzeri pek çok şair, divanlarında ona methiyeler yazmışlardır. Ayrıca bazı sebeplerden ötürü İbrahim Paşa sarayının dışında kalarak onun edebî meclislerinden uzak olan şair ve yazarlar da olmuştur. Fakat Sadrazam İbrahim Paşa, içlerinden cesaret edip yardım dileyenlere de himmet elini uzatmaktan geri durmamıştır. Hatta bu şairlerden bazılarının şairlik kudreti bakımından -Nedîm hariç- saraydaki pek çok şairi dahi gerisinde bıraktığı kaydedilmiştir. 17 İbrahim Paşa’nın yenileşmeye ve eğlenceye olan eğilimi en çok edebiyatın gelişmesini sağlamış, sadrazamın hamiliğinde gerçekleştirilen Lale Devri eğlencelerinin ve kültür faaliyetlerinin etkisiyle duygularda oluşan incelikler, sanatta ve edebiyatta seçkin eserlerin vücuda gelmesine zemin hazırlamış ve kültürel mirasın gelecek nesillere taşınmasına katkı sağlamıştır. Şair Nedîm, İbrahim Paşa’nın edebî mahfilinde en önde yerini almış, devrin güzellik ve ihtişamını, kültürel yaşantısını tüm canlılığıyla şiirlerinde yaşatmıştır. İbrahim Paşa meclislerinin müdavimlerinden Seyyid Vehbî, Neylî, Küçük Çelebi-zâde Âsım, İzzet Ali Paşa gibi şairler, bu meclislerde Nedîm ile arkadaş olup onun etkisinde şiir yazmışlardır. Bunlardan başka Nahifî, Safâyî, Vakanüvis Râşid Efendi, Rahimî, Vakanüvis Sâmî, Tezkiretü’ş-Şuara sahibi Safâyî, Vakanüvis Şakir Bey, Sultanü’ş-Şu’ara Osman-zâde Tâib gibi şairler onun mahfilindeki meşhur şairler arasındadır.18 Devrin önde gelen tarih yazıcılarından biri olan Râşid Efendi (ö. 1734/35)19, devlet adamlığının yanı sıra hem şairliği hem de sanatı ve sanatkârı koruyan hami kimliğiyle kaynaklara geçmiştir. Onun Üsküdar’daki yalısı, sadece kendi çevresindekilerle değil, farklı şehir ve ülkelerden gelip misafir olan şairler ve faziletli kişilerle de dolmuştur. Hatta meclislerden birinde mahfilindeki şairlerden Antakyalı Münif,20 “Bütün faziletli kişilerin Râşid Efendi’ye sığınmasına sakın şaşma / Allah’ın bütün âlemi bir (nokta)’de toplaması (ona) zor değildir.” 21 anlamındaki Arapça beytini söyleyerek Râşid Efendi’nin fazilet erbabını himayesi edişine değinmiştir. Râşid Efendi’nin şiirlerinden Nâbî etkisinde kaldığı görülmektedir. Sadrazam Râgıb Paşa’nın Evi Sultan III. Osman ve Sultan III. Mustafa devirlerinin en mühim ve başarılı sadrazamı olarak bilinen Koca Râgıb Paşa (ö. 1763) zeki bir devlet adamı olmasının yanı sıra hikmetli söz söyleyen, belâgat ve nesirde üstat bir ilim adamı olarak vasıflandırılmıştır.22 Kendisi de kudretli denebilecek derecede bir şair olan Râgıb Paşa, âlim ve sanatkârların hamiliğini üstlenmiş, her fırsatta onları ödüllendirerek teşvik etmiştir.

117


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

Nitekim Paşa, sanatkârları milletin en güzel, en değerli süsleri olarak görmüştür.23 Koca Râgıb Paşa’nın ilmî ve edebî toplantıların merkezi konumundaki evi, XVIII. yüzyılın kültür hayatında epey rağbet gören bir edebiyat mahfili hüviyetindedir.24 Şeyhülislâm Küçük Çelebizade Asım Efendi, kazaskerlerden Haşmet, Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin kızı ve Anadolu kadın şairlerinin en önde geleni Fıtnat Hanım, Koca Râgıb Paşa mahfilindekilerden bazılarıdır.25 Onun mahfilinde bir araya gelen şairlerin müşterek en önemli hususiyetleri, şiirlerinin büyük bir kısmını Nâbî tesirinde söylemeleridir. Bunda, Nâbî ekolünün mühim takipçisi ve temsilcisi bir şair olarak bilinen Koca Râgıb Paşa’nın tesiri büyüktür. Paşa’nın bu fikir dünyası, mahfilindeki pek çok şair tarafından benimsenmiş; “hikemî tarz”ın solukları onun edebî meclislerinde yoğun bir şekilde hissedilmiştir.26 Ayrıca mahfildekilerin Râgıb Paşa’ya ve birbirilerine yazdığı nazireler, onun edebî mahfilinin XVIII. yüzyılın nazirecilik geleneği açısından mühim bir merkez olduğunu da göstermektedir. Mahfilin önde gelen isimlerinden Haşmet ile Koca Râgıb Paşa arasındaki şakalaşmalar, hem bu iki dostun latife ve nüktelerden hoşlanan mizacını ortaya koyması bakımından hem de mahfildeki samimi havayı vermesi bakımından dikkate değerdir.27 “Tarihçibaşı-zade” adıyla tanınan Şeyh Muhammed Âgâh Ağa (ö.1770), devrin meşhur mesnevîhanlarından biridir. Âgâh Ağa, Galata Mevlevîhanesi’nin az ilerisindeki bir konakta oturarak burayı bir mahfile dönüştürmüştür. Türk

edebiyatının başyapıtlarından biri olan Mesnevî-i Şerif, onun mahfilinde okunan ve şerh edilen en temel eserdir. Mesnevî’nin incelikleri üzerine oluşturulan sohbetlerle mahfili mühim bir rol üstlenmiştir. Hatta bu vesile ile konağı ilim ve edebiyat ehlinin uğrak yeri olmuştur. Devrin şiir ve inşa ile meşgul olan zevatı onun mahfiline gelip birbirileriyle görüşme ve sohbet etme imkânı bulmuştur. Şeyh Gâlib’in Meclisi Sultan ve devlet ricali dışında devrin önde gelen şair ve sanatkârların yaşadığı mekânlar da birer mahfil hüviyetindedir. XVIII. asrın ikinci yarısında yaşayan ve Klasik Türk Edebiyatının son büyük şairi olarak zikredilen Şeyh Gâlib, önce Yenikapı, daha sonra da Galata Mevlevihanesi’ndeki irfan meclislerinde sık sık âlim ve şairlerle bir araya gelmiştir.28 Gâlib, daha genç yaşındayken hocası Neş’et Efendi’nin konağında meydana gelen şiir ve inşâ meclislerinden aldığı feyizle tıpkı hocası Neş’et Efendi gibi, bu mekânları birer edebî mahfil hâline getirmiştir.29 Galata Mevlevihanesi’nde postnişin olduktan sonra mahfili başta Mesnevî-i Şerîf ve Mevlânâ’nın diğer eserleri olmak üzere pek çok edebî eserin okunup şerh edildiği, şiirlerin değerlendirildiği bir merkez hâline gelmiştir.30 Derviş Neyyir, Mehmed Esrar Dede, Derviş İsmail Hulûsî, Sultan III. Selim, Hafız Manastırî, Said Halet Efendi, Ahmed Hâmid Efendi gibi isimler onun mahfilinin müdavimlerindendir. Ayrıca Esrâr Dede, Gâlib ile yakın dost olması hasebiyle Mevlevihane’de tertip edilen pek çok irfan meclisinin oluşumunda ve gelişiminde etkin rol oynamıştır.31 Nakşibendî ricalinden ve Mevlevî müntesiplerinden olan Şeyh Ali Behçet Efendi (1727-1823)32, Üsküdar’daki Selimiye Dergâhı’na şeyh olduktan sonra burada geniş bir sohbet halkası oluşturmuş; derslerine şeyhler, âlimler, şairler, sanatkârlar ve devlet ricâli de dâhil olmak üzere zikredilemeyecek kadar çok sayıda isim teşrif etmiştir. Kendisinden ilim talep edenlere pek çok alanda dersler vermiştir. O devrin edebiyat mahfillerinin adeta başyapıtı hâline gelen Mevlânâ’nın Mesnevîsi, onun mahfilinde de yerini almıştır. Onun Mesnevî derslerine mahfildekiler tarafından büyük ilgi gösterilmiştir. Kethüdazâde Mehmed Ârif Efendi ve Mülkiye Nazırı Muhammed Said Pertev Paşa; Şeyh İbrahim-i Hayranî Efendi, Mesnevihan-ı şehir Hacı Hüsameddin Efendi, şair Lebib Efendi, Ali Behçet Efendi’nin edebî sohbet halkasına dâhil olanlardan sadece birkaçıdır.33

Ressam Liotard'ın Sadrazam portresi, 1738-43

118

Beşiktaş’taki Sinan Paşa Tekkesi postnişinlerinden olan Neccarzâde Şeyh Rıza Efendi (ö.1746), Osmanlı kültürel hayatında şiir söylemekle meşhur şeyhler arasında yer almıştır. Şeyh Rıza, Mesnevî-i Şerîf okutmakla meşgul olan devrin önde gelen Mesnevihanlarından biridir. Onun Beşiktaş Camii’nin karşısındaki dergâhı ilim ve irfan erbabı-


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

bir mahlasname yazarak “Vahyî” mahlasını hediye etmiş; Süleyman Mustafa Efendi, o günden sonra “Hoca Süleyman Vahyî” adıyla meşhur olmuştur. Vahyî Efendi, hocasını örnek alarak Çatladıkapı civarında bulunan evinde kendi mahfilini kurmuştur. İstidadı olan talebelere sabah akşam Farsça ve Mesnevî dersleri okutmuş, Mesnevî’nin hakikatlerinden ve inceliklerinden bahsetmiştir.37 Aynı zamanda bir şair olan Hoca Vahyî, devrinde kemal ve faziletiyle herkesin hürmetine mazhar bir zattır. Mahfili Doğu edebiyatının klasik eserlerinin okunduğu, şair ve münşilerin himaye edilip eğitildiği bir merkez konumundadır.38 Osmanlı ricali arasında çok büyük nüfuza sahip bir devlet adamı olarak tanınan Hâlet Efendi (ö. 1822), şair kimliği, sanatı ve sanatçıyı koruyup kollaması itibariyle de mühim bir şahsiyettir. Şiir ve edebiyata karşı temayülü ve istidadı ile Şeyh Gâlib’in mahfiline dâhil olup onunla yakın dostluk kurmuştur.39 Hâlet Efendi, Gâlib’in sohbet meclislerinden aldığı feyizle Süleymaniye’deki konağında ilmî ve edebî toplantılarla bilgi ve sanat zevkini artıran sohbetler tertip etmiştir. Konağındaki meclislere kayıtsız kalamayan Hâlet Efendi, bu meyanda güzel şiirler ve musiki parçaları vücuda getirmiştir. Onun yazdığı şiirlerin birçoğu yine mahfilinin ürünüdür.40 Hâlet Efendi’nin sanatı ve sanatçıyı himaye etmesine mukabil muhitindekiler tarafından da kendisine methiyeler yazılmış, dualar edilmiştir. Onun mahfilindekilerden Keçecizâde İzzet Molla, Bahâr-ı Efkâr, Hazân-ı Âsâr ve Mihnetkeşân adlı eserlerinde kendisine kasideler yazıp methiyeler düzmüştür.41 Süleyman Neş’et Efendi Konağı

Şeyh Gâlib

nın ziyaret ettiği bir mahfildir. Kaynaklarda mahfilinden istifade etmek isteyenlerin çokluğu sebebiyle meclislerinin dolup taştığı nakledilmiştir. Nakşibendî-Müceddidîler arasında Neccarzâde ile başlayan Mesnevî okuma geleneği, kendisinden sonraki silsilede yer alan Muhammed Âgâh (ö.1770), Mehmed Emîn-i Bursevî (ö.1813) ve Ali Behçet (ö.1823) gibi Nakşıbendî-Müceddidî şeyhleri tarafından devam ettirilmiştir. Râgıb Paşa’nın mühürdarı olan Nüzhet Efendi34 ve meşhur Hoca Neş’et Efendi35 onun mahfilinden istifade edenlerin meşhurlarındandır. Ulemadan olan Süleyman Mustafa Vahyî Efendi (ö.1817/18), ilimleri tahsil edip hoca olduktan kısa bir süre sonra Hoca Neş’et Efendi’nin mahfiline devam edip onunla yakın iki arkadaş olmuş ve bu arkadaşının edebî yönünden bol bol istifade etmiştir.36 Neş’et Efendi, mahfiline gelen yakın dostu ve talebesine âdeti olduğu üzere

XVIII. asrın Osmanlı kültür ve medeniyet dairesine adını yazdıran mühim şahsiyetlerden biri de hocalığı ile meşhur olan Süleyman Neş’et Efendi’dir. Konağını ilim âleminin istifadesine açarak ilim ve irfan talep edenlere dersler vermiştir. Talebelerinden kabiliyeti olanlara hususi bir ihtimam göstererek onların yetişip faydalı işlerle meşgul olmaları için gayret sarf etmiştir.42 İstanbul’un Aksaray semtindeki Molla Güranî mahallesinde bulunan Neş’et Efendi konağı, onun edebî mahfilini oluşturduğu devrin tanınmış mekânlarından biridir.43 Burada ömrünün sonuna kadar arzu edenlere ve meraklılarına çeşitli dersler vererek talebeler yetiştirmiştir. Mahfilinin kırk yıldan fazla bir süre devam ettiği bilinmektedir. O, mahfilindeki sohbetlerle devrindeki herkes tarafından ilmi ve irfanıyla tanınan ve sevilen bir üstat hâline gelmiştir. Hatta şöhreti Arabistan, İran ve Çin’e kadar “Baba-yı âlem” olarak yayılmış ve konağı sadece şehrin edebiyat erbabının uğrak yeri olmakla kalmayıp İran, Turan ve Frenk diyarından gelen ziyaretçilerle de dolup taşmıştır.44 Böylece Molla Güranî’deki konağı kısa zamanda medreselere gıpta ettirecek hale gelmiştir.45 Yakın talebesi Pertev Efendi, Neş’et’in bizzat yetiştirdiklerinin yanı sıra dolaylı olarak yetiştirdiği 119


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

talebelerinin de çokluğundan söz etmiştir.46 Neş’et, kalem erbâbını çoğaltmağa çalışan bir üstat47 ve çalışmalarında öğrencilere şevk verecek kadar iyi bir hoca olması hasebiyle kendisine büyük sevgi ve saygı duyulmuştur. Hatta Faik Reşat, vaktin en ileri gelen kalem erbabının Neş’et’in talebesi olduğuna dikkat çekmiş, Muallim Naci ise kalem erbabını yetiştirdiği için Osmanlıların kendisine daima minnettar olması gerektiğini dile getirmiştir.48 Ayrıca talebelerinin çoğu şiir sanatında kendisini geçmiş olmasına ve Neş’et’in şairlikte fevkalâde olmadığını bilmelerine rağmen hiçbiri ona karşı saygısız bir davranışta bulunmamış; aksine, bir talebenin hocasına göstermesi gerektiği saygı ve hürmeti fazlasıyla göstermiş ve divanlarında hep ondan övgüyle bahsetmişlerdir. Bu durum, Neş’et mahfilinin sahip olduğu havayı aksettirmesi ve mahfildekilerin ahlakî hususiyetlerine işaret etmesi bakımından ayrıca dikkate değerdir. Onun şiirleri şekil ve muhteva bakımından talebelerine model oluşturmuştur. Neş’et, mahfilindeki derslerde talebelerine Farsça’nın incelikleri üzerinde durarak hadis ve edebiyat gibi çeşitli ilimleri de öğretmiş;49 Mesnevî-i Şerif50 başta olmak üzere, Gülistan ve Bostan ile Molla Câmî,51 Sâ’ib ve Şevket’in eserlerini okutmuştur. Neşet Efendi, adeta bir kültür merkezini andıran mahfi-

linde haftada iki gün Farsça, diğer iki gün de hatm-i hâce dersleri vermiştir. 52 Neş’et Efendi, ilim talep edeni vakit ne olursa olsun geri çevirmemiş, konağını gece gündüz ilim âleminin istifadesine açmıştır.53 Hoca Neş’et Efendi, kısa zamanda Mesnevî okutmakla şöhret bulmuş bir “mesnevîhan” vasfına sahip,54 “İstanbul’un parmakla gösterilen bir Farsça hocası”55 olmuştur. Devrinin ileri gelen kalem erbabının da hocası olup talebelerinden şiir yazmaya kabiliyeti olanlara birer mahlas vermiştir. Hatta o, teveccühüne mazhar olanlara manzum birer “mahlas-nâme” yazıp hediye etmiştir. Nitekim Divan’ında yirmiye yakın mahlas-nâme bulunmaktadır. Neş’et’in mahfilinin müdavimleri arasında olup Neş’et tarafından kendisine mahlas-nâme yazılan şairler şunlardır: Şeyh Galib, Vakanüvis Pertev Efendi, Sadrazam Muhammed Pertev Paşa, Kethüdazâde Mehmed Ârif Efendi, İbrahim Hanîf Efendi, Beylikçi İzzet, Süleyman Vahyî Efendi, Bitlisî Müştak Mustafa Efendi, Reisülküttab Mehmed Ârif Efendi, Mîr Âmir Mehmed Beg, Muîn Efendi, Ferrî, Ali Hâtif Efendi, Zâhir Efendi, Ali Efendi, Niyâz, Nâyâb, Âkif Efendi, Hoca Vehbî, Nâbud. İlmî ve edebî sohbet meclislerinin bir mekânla bütünleştiği edebiyat mahfilleri, hemen her devirde boy göstermiş, XVIII. asırda da varlığını devam ettirmiştir. Bu itibarla padişah, sadrazam, vakanüvis, vb. devlet büyüklerinin saray, yalı ve köşklerinin yanı sıra sanat erbabı şahsiyetlerin köşk, yalı ve konakları da mahfil vazifesi görmüştür. Mahfiller, edebiyat dünyasının önde gelen eserlerinin örnek alınarak benzerlerinin ortaya konması, kültürel birikimin nesilden nesile aktarımı, yetişmekte olan sanatkârların en güzel şekilde yetişmesine katkı sağlamaları bakımından Osmanlı’nın hemen her devrinde varlığını sürdürmüş ve giderek gelişme göstermiş kültür merkezleridir. Dipnotlar 1 Halil İnalcık, Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011, s.7; Tûbâ Işınsu Durmuş İsen, Tutsan Elini Ben Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği, Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.18. 2 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri: Ahmed Cevdet), Dersaadet, 1317, s.1302; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003, s. 566; İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011, s.2153; Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2005, s.1326; Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, (Haz.: Recep Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2000, s.709. 3

Halil İnalcık, a.g.e., s.28.

4 E. J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, III-V, (Çev. Ali Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s. 412.

120

5

a.g.e., s.275.

6

a.g.e., s.275.


OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

28 Ali Enver Bey, Mevlevî Şâirler -Semahâne-i Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları, İstanbul, 2010, s.95. 29 Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s. XII, 4; İlhan Genç, Hoca Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvân’ının Tenkidli Metni, İzmir, 1998, s.60. 30 Ali Enver Bey, a.g.e., s.95; Esrar Dede, a.g.e., s.4; İlhan Genç, a.g.e., s.60. 31 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000, s.150. 32 Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, (Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi Yayınları, C.II, İstanbul, 2006, s.194. 33 a.g.e., s.194-195; 199; 211. 34 Muallim Naci, a.g.e., s. 145-147. 35 Murad Molla Nakşibendî, Murad Molla Divanı, (Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2008, s. 128-129. 36 Fatîn Efendi, Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul, 1283/1867, s.433; Vassâf, a.g.e., s. 203. 37 a.g.e., s.433; Vassâf, a.g.e., s.203. 38 Fatîn, a.g.e., s.433.

Topkapı Sarayı'ndaki bir köşkün dış görünümü, Abdullah Biraderler, 19. yüzyıl sonu

7 Ahmet Refik (ALTINAY), Geçmiş Asırlarda Osmanlı Hayatı - Lâle Devri (1730-1718), (Çev.: Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011, s.57-58. 8 M. Nuri Çınarcı, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve Transkripsiyonlu Metni, Gaziantep Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep, 2007, s.24. 9 Gibb, a.g.e., s.432. 10 M. Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul, 1992, s.128. 11 a.g.e., s.129; 131; 159. 12 Ahmet Refik, a.g.e., s.13-14; 23. 13 (Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, (Haz. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi Yayınevi, İstanbul, 2012, s.76. 14 a.g.e., s.75-76; İ. Hakkı, Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1. Bölüm-Karlofça Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın Sonlarına Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, s.163-166. 15 Gibb, a.g.e., s.275; Mehmed Tevfik, a.g.e., s.76; J. Von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi 7, Üçdal Neşriyat, İstanbul, s. 356.

16 a.g.e., s.356-357. 17 Gibb, a.g.e., s.275. 18 Uzunçarşılı, a.g.e., s.163-166; Ahmet Refik, a.g.e., s. 55-58; Abdurrahman Şeref, Osmanlı Devleti Tarihi, Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, (Haz. Musa Duman), Gökkubbe, İstanbul, 2005, s.358. 19 Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2005, s.320. 20 Gibb, a.g.e., s.315-316. 21 Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000, s.101. 22 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358. 23 Hammer, a.g.e., s.341.

39 Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi, Süleymân Besîm Efendi, Hadîkatü’lCevâmi’, İstanbul Câmileri ve Diğer DînîSivil Mi’mârî Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih Galitekin), İşaret Yayınları, İstanbul, 2001, s.446. 40 a.g.e., s.446. 41 a.g.e., s.444. 42 Gibb, a.g.e., s.412. 43 Vassâf, a.g.e., C.I, s.159; C.II, s.188; Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri 1915-1299, C.II, (Haz.: A. Fikri Yavuz, İsmail Özen), Meral Yayınları, İstanbul, 1972, s. 279; Fatîn, a.g.e., s. 405; Faik Reşat, Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler - Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin Kutlu), Tercüman, İstanbul, (tarih yok), s.311; Gibb, a.g.e., s. 412; Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı ‘Uşşâk, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş: 02421, 1247, vr. 19b.

24 Gibb, a.g.e., s.333.

44 Gibb, a.g.e., s. 412.

25 Abdurrahman Şeref, a.g.e., s.358.

45 Muallim Naci, a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s. 412.

26 Gibb, a.g.e., s.333. 27 Ali Canip Yöntem, (Derleyen), Kahkaha Dergisi, Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949, s.3132; Dursun Gürlek, Kültür Dünyâmızdan Manzaralar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2012, s.342; Sedit Yüksel, “Koca Ragıb Paşa’nın Sanatında ve Yaşantısında Haşmet’in ve Fitnat’ın Yerleri”, Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, Cilt 7, Sayı:1, 1977, s.32.

46 Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye Ktp. Pertevniyal Valide Sultan, No: 801, yk. 176a. 47 Muallim Naci, a.g.e., s. 73. 48 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci, a.g.e., s. 73.

121


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

OSMANLI KÜLTÜR VE MEDENİYET DÜNYASINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ: XVIII. ASIR İSTANBUL ÖRNEĞİ / Zehra ÖKSÜZ

49 Fatîn, a.g.e., s. 405; Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, a.g.e., vr. 19b. Faik Reşat, a.g.e., s. 311; Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e., C. II, s. 279; Vassâf, a.g.e., C. I, s. 159; Hüseyin Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları, İstanbul, 2012, s.22-23. 50 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C.I, s.159; Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye, s. 22-23; Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, a.g.e., C. II, s. 279; Fatîn a.g.e., s. 405; Faik Reşat, a.g.e., s. 311.

Faik Reşat. Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler Eslâf, (Baskıya Haz.: Şemsettin KUTLU), Tercüman, İstanbul, (tarih yok). Fatîn Efendi. Tezkire-i Hatîmetü’l-Eş’âr, İstanbul, 1283/1867. Genç, İlhan. Hoca Neş’et Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvân’ının Tenkidli Metni, İzmir, 1998.

51 Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, a.g.e., vr. 78a-78b.

Gürlek, Dursun. Kültür Dünyâmızdan Manzaralar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul

52 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C. II, s. 188.

Hammer, J. Von. Büyük Osmanlı Tarihi 7, Üçdal Neşriyat, İstanbul.

53 Fatîn, a.g.e., s. 405. 54 Faik Reşat, a.g.e., s. 312; Muallim Naci, a.g.e., s. 73; Gibb, a.g.e., s. 412. 55 Faik Reşat a.g.e., s. 312; Muallim Naci, a.g.e., s. 73.

Kaynakça Ahmet Refik (Altınay). Geçmiş Asırlarda Osmanlı Hayatı - Lâle Devri (1718-1730), (Çev.: Ziver Öktem), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011. Ahmet Vefik Paşa. Lehçe-i Osmanî, (Haz.: Recep Toparlı), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2000. Ali Enver Bey. Mevlevî Şâirler -Semahâne-i Edeb-, (Haz.: Tahir Hafızoğlu), İnsan Yayınları, İstanbul, 2010.

Hüseyin Vassâf, Risâle-i Müştâkıyye (Yayına Hazırlayan: Sinan Doğan), Kırkambar Yayınları, İstanbul, 2012. İnalcık, Halil. Şâir ve Patron, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011. İsen, Tûbâ Işınsu Durmuş. Tutsan Elini Ben Fakîrin, Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği, Doğan Yayıncılık, İstanbul, 2009. Kalkışım, M. Muhsin. Şeyh Gâlib Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul, 1992. Muallim Naci. Osmanlı Şairleri, (Haz.: Cemal Kurnaz), Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000. Murad Molla Nakşibendî. Murad Molla Divanı, (Haz. Davut Köse), Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2008.

Ayvansarâyî Hüseyîn Efendi, Alî Sâtı’ Efendi, Süleymân Besîm Efendi. Hadîkatü’l-Cevâmi’, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mârî Yapılar, (Haz.: Ahmed Nezih Galitekin), İşaret Yayınları, İstanbul, 2001.

Osmânzâde Hüseyin Vassâf. Sefîne-i Evliyâ, (Haz: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz) Kitabevi Yayınları, C. II, İstanbul, 2006.

Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C.II, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2011.

Sâlim Efendi. Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz.: Adnan İnce), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2005.

Beylikçi İzzet, Pertev Dîvânı Dîbâcesi, Süleymaniye Ktp. Pertevniyal Valide Sultan, No: 801, yk. 176a.

Şemseddin Sami. Kâmûs-ı Türkî, (Sâhib ü Nâşiri: Ahmed Cevdet), Dersaadet, 1317.

Bitlisî Müştâk Mustafâ Efendi, Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı ‘Uşşâk, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi, Sınıflama: 297.9, Demirbaş: 02421, 1247, vr. 19b. Bursalı Mehmet Tâhir Efendi. Osmanlı Müellifleri 1299-1915, C. I-III, (Haz.: A. Fikri YAVUZ, İsmail ÖZEN), Meral Yayınları, İstanbul, 1972. (Çaylak) Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, (Haz. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu), Doğu Kütüphanesi Yayınevi, İstanbul, 2012. Çınarcı, M. Nuri. Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve Transkripsiyonlu Metni, Gaziantep Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep, 2007. Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003.

122

Esrar Dede. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, İnceleme-Metin, (Haz.: İlhan Genç), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000.

Şeref, Abdurrahman. Osmanlı Devleti Tarihi, Târîh-i Devlet-i Osmâniyye, (Haz. Musa Duman), Gökkubbe, İstanbul, 2005. Türk Dil Kurumu. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2005. Uzunçarşılı, İ. Hakkı. Osmanlı Tarihi IV. Cilt, 1. Bölüm-Karlofça Anlaşmasından XVIII. Yüzyılın Sonlarına Kadar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995. Yöntem, Ali Canip (Derleyen). Kahkaha Dergisi, Sayı: 6, İstanbul, Nisan 1949. Yüksel, Sedit. Koca Ragıb Paşa’nın Sanatında ve Yaşantısında Haşmet’in ve Fitnat’ın Yerleri, Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, Cilt 7, Sayı:1, 1977.




MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR Kasım HIZLI Başbakanlık Osmanlı Arşivi Personeli

İlim meclisleri ve salonlar, yeni şairlerin hünerlerini gösterip isbat-ı vücud ettikleri1, bir nevi reklamlarını yaptıkları yerlerdi. Buralarda hem bilgi alışverişi hem gelenek ve görgü aktarımı olduğu gibi yeni fikirler neşv ü nema imkânı bulurdu. Bu husus, yani fikirlerin yayılması, özellikle Tanzimat sonrası salonlarının ve kültür meclislerinin icra ettiği bir fonksiyondu. “Bu konaklarda yapılan tartışmalar, Batı’nın kültürel mirasının parçası olan fikirleri Türkiye’ye getirme teşebbüsleriyle eş zamanlı olarak yürütülmüştü. Kültürel Avrupalılaşma, bu salon faaliyetlerinin neticelerinden biri idi.”


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI

Eski İstanbul’un eğlence ve tenezzüh âlemlerini şiirlerine yansıtarak bugün tarih olmuş devirleri kelimelerle tasvir eden şair Nedim, İstanbul’u methettiği “Bu şehr-i Stanbul ki bî misl ü bahâdır/Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” kasidesinin bir beytini, kıymet yetiremediği bu şehrin ilim ve irfan hayatına hasretmiştir:

Maarif reisi Dağıstanlı Hamdi Efendi, Aristidi Paşa, Tüccarbaşı Halil Efendi, bu zatın damadı, bir Buharalı, Hindli Çermeçer (Mecusi İskender), on dört yaşında idadi talebesinden Kilisli Necib Asım Efendi ve diğerleri. Bu zevatın hepsi de paşanın ayrı ayrı hürmetine, iltifatına nail olurdu.”3

Kâlâ-yı maarif satılır sûklarında Bâzâr-ı hüner, maden-i ilm ü ulemâdır İlim ve irfan menbaı olan İstanbul’un bu özelliği, şark toplumları için bilinen ve her zaman istifade için can atılan bir durumdur. İstanbul’un ilim irfan kaynayan bir şehir olması hem medrese ulemasının bolluğundan hem de bu ilim irfan hayatına katkıda bulunan hatta çoğu kez bu ortamları oluşturan devlet adamlarının varlığından ileri gelmekteydi. Zira marifet iltifata tabiydi ve her şey gibi bilgi ve hüner de tâlibini bulamadığı yerden elini ayağını çekiyordu. Fakat İstanbul kendi iç dinamikleri vasıtasıyla ve en çok da ilim irfana hâmî olan devletlûler vasıtasıyla merkez olmayı sürdürdü. İlim meclisleri ve salonlar, yeni şairlerin hünerlerini gösterip isbat-ı vücud ettikleri1, bir nevi reklamlarını yaptıkları yerlerdi. Buralarda hem bilgi alışverişi hem gelenek ve görgü aktarımı olduğu gibi yeni fikirler neşv ü nema imkânı bulurdu. Bu husus, yani fikirlerin yayılması, özellikle Tanzimat sonrası salonlarının ve kültür meclislerinin icra ettiği bir fonksiyondu. “Bu konaklarda yapılan tartışmalar, Batı’nın kültürel mirasının parçası olan fikirleri Türkiye’ye getirme teşebbüsleriyle eş zamanlı olarak yürütülmüştü. Kültürel Avrupalılaşma, bu salon faaliyetlerinin neticelerinden biri idi.”2

Münif Paşa

ka adamının toplanma yeri idi. Tabi bunda Münif Paşa’nın tabiatının katkısı büyüktü: “Münif paşa hassas bir şair, ince bir nâsir, mütevazi, maârif-perver zarif bir zat idi. Zamanının nazırları içinde firavuna rahmet okutacak kadar vezaret şânını muhafaza için ceberrut görünenlere hiç benzemezdi. Zamanımızın tabirince tam demokrat bir nâzır idi. Küçükle küçük büyükle büyük idi, fakat daima büyük idi. Salonunda her biri birer meziyet sahibi, içtimaî rütbece en düşüğünden en yükseğine kadar zevat bulunurdu. Mesela bir gece orada bulunan zevat şunlardı: Hasan Fehmi Paşa, Meclis-i

Münif Paşa kadar renkli olmasa da onun gibi konağında zevk sahibi insanlarla görüşüp konuşmayı seven bir devletlû daha vardı. Geniş kütüphanesi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne bağışlanan Batumlu Hasan Fehmi Paşa, Münif Paşa’nın konağına gider, yârenlik eder, Münif Paşa ve misafirleri ise bazen ona gelirdi. Münif Paşa ve Hasan Fehmi Paşa’nın misafiri olup hem kitap meraklısı hem politikaya yakın, heveskâr müşterek dostları vardı. Zira bu konaklar bürokratlık ve politika âlemine atlayabilmek için pek müsait mekânlardı. Bu heveskârlardan biri Louis Sabuncu, bir diğeri ise Şekip Arslan idi. Her ikisi de Ortadoğulu Osmanlı vatandaşı olan bu zıt karakterli adamlar, birkaç defa Münif Paşa konağında görüşme fırsatı buldular. Sabuncu aslen Süryani olan Mardinli bir gazeteci idi. Evvela Beyrut’ta sonra Amerika ve İngiltere’de Osmanlı hilafeti aleyhine yayınlar yapmış, o günlerde ise İngiliz menşeli bir demiryolu şirketine ihale kapabilmek için İstanbul’a gelmişti. Şekip Arslan ise Cebel-i Lübnanlı bir Dürzî idi. Müslüman, kendini ve dünyayı tanımaya çalışan, Başkent’te kendine bir çevre edinmeye çalışan bir gençti.

Tanzimat devrinin hem fikir hem de idari vazifelerdeki velûdluğuyla dikkat çeken siması Münif Paşa ve birkaç defa değiştirdiği konağı, geniş yelpazeden ilim, sanat ve politi126

Münif Paşa İstanbul’da birkaç konak değiştirmişti. İlki Cağaloğlu’nda idi. Sonra Bozdoğan Kemeri civarında bir konağa taşındı. “Bozdoğan Kemeri konağının yukarı katında ve selamlık kısmında salonlar vardı. Bu salonlar ufak ufak odalar idi. Salonlara çıkılınca sohbet başlar, çaylar içilirdi. İlimden, fenden, yeni icatlardan bahsedilirdi.”4

Şekib Arslan, Sabuncu ile tartışmanın geçtiği yıllarda, 25 yaşında iken


ld ayı saraya bi ptığı tartışm ya ile u nc ) ’ın Sabu M, 4/47 Şekib Ar slan smanlı Ar şivi Y.PRK.TK ık O (Başbakanl

iren jurnali

Paşa Konağında Sıcak Saatler Emir Şekib Arslan, babasının vefatı üzerine onun yerine nahiye müdürü olmuş ve bu görevde iki yıldan fazla kalmıştı. Fakat bu 18 yaşındaki delikanlı, Cebel’e sığacak gibi değildi. O günleri kendisi şöyle anlatıyor: “Derken Cebel bölgesi bana dar gelmeye başladı, çünkü gözüm daha yükseklerdeydi. Müdürlükten istifa edip İstanbul’a gittim. İstanbul’da yaklaşık iki yıl kaldım. En çok Maarif Nazırı Münif Paşa ve Maliye Nazırı Hasan Fehmi Paşa ile görüşüyordum. Her iki nâzır da âlim ve faziletli kişilerdi. "Münif Paşa beni Maarif Encümeni denilen bir meclise üye yapmak istiyordu.”5

Louis Sabuncu ihale kapabilmek için İstanbul’da paşaların kapısını aşındırsa da hiçbir imtiyaz almaya muvaffak olamadı. Yorgun, bıkkın, sinirli ve umutsuzdu. 12 Şubat 1900 gecesi, kendisi için tek ümit vadeden adamın, Münif Paşa'nın konağındaki toplantıya iştirak etti. Toplantıda Ahmet İzzet Holo ve Emir Şekip Arslan ile Selavî Efendiler vardı. Burada ilmî mevzulardan bahsedildi. Sabuncu toplantı esnâsında mecliste bulunanların hoşuna gitmeyecek sözler sarf etti. Tabi söylediği sözlerin saraya aksetmemesi söz konusu olamazdı. Sabuncu’nun mecliste söylediği sözleri

saraya bildiren Şekip Arslan idi. Şekip Arslan, Sabuncu hakkındaki jurnalinde hem mecliste yaşananları anlatıyor hem de Sabuncu’nun Osmanlı’nın Ortadoğu politikası ve İslam dini aleyhinde sarfettiği hakâretâmiz sözleri sıralıyordu: “Louis Sabuncu ile birinci mülâkâtım Münif Paşa’nın konağında olup esnâ-yı mükâlemede Mısır’ı İstanbul’a rabt eden iplerin altı senden sonra kesileceğini alenen söylediğinden bu adamın kim olduğunu suâl eylediğimde Londra’da devlet aleyhinde bulunmuş Louis Sabuncu olduğunu anladım. Daha sonra Münif Paşa’nın konağında

127


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI

nun yalan ve gayr-ı mümkün idiğini istiğrâbı mûcib bir cüret ve vekâhatle söylemişdir. Birkaç günden sonra Abdullah Gulyâm Efendi6 burada idi.

Hasan Fehmi Paşa

kendisiyle görüştüğümde Afrika’nın istikbali, Amerika’nın haline girip Avrupalıların oraları taksimiyle zîr ü zaptlarına geçirmekte olduklarından ora ahâlî-i asliyyesinin mahv ü mütelâşi olacaklarını dermeyân eylemesi üzerine ben dahi cevaben kendisine Afrika’nın Amerika’ya müşabih olmadığını ve Afrika ahâlîsi pek çok ve ehl-i İslâm bulundukları cihetle hiçbir vechile mütelâşi olmayacakları gibi din-i mübin-i İslâm’ın dahi daima bâkî ve mahfuz kalacağını ifâde eyledim. Münif Paşa da ifâdemi tasdikiyle kendisini iknâ ve iskâta çalışmış ise de yine fikr-i evvelinde ızhâr-ı sebât ve inad eylediğinden bu adamı hakikaten din ve devlet düşmanı anlayıp memuriyet istihsâli zımnında buraya gelmiş iken ricâl-i devlet muvâcehesinde bile buğz ve düşmanlığını ketm etmemesinden taacüpte kaldım. Yine paşa-yı müşârun ileyhin huzurunda diğer defa vukûbulan mülâkâtta Liverpool’da din-i mübin-i İslâm’ı kabûl eden İngilizler’den bahs eylediğimde kendisinin çok senelerden beri İngiltere’de bulunduğunu ve böyle bir haberi orada işitmemiş olduğu cihetle bu128

Louis Sabuncu ile Hasan Fehmi Paşa’nın konağında bir kere daha görüşülüp din ile ilim ve sanayinin ittihadından bahs edilerek din-i İslâm’ın ulum ve sanayi-i cedîdenin tahsil ve takaddümüne mani olduğunu makâm-ı itirazda iddia eyleyerek din-i mübini tahkir eylemek istediğinden din-i İslâm’ın ulûm ve sanayie hiçbir sûretle mani olmadığını cevaben kendisine tefhimle dinimize sarf etmek istediği mâniiyyetin diyânet-i Nasraniyye’de (Hıristiyanlık) mevcut bulunduğunu ve hatta Amerikalı meşhur Doktor (Draper) buna dâir telif edip (Ahlâku’l-İlm ve’d-Din) tesmiye eylediği ve tarafımdan lisan-ı Arabi’ye tercüme edilmiş olan kitapta diyânet-i Nasraniyye’nin terakkiyât-ı ilmiyyeye mani olan cihetleriyle Nasara’nın teehhür-i ulûma bâis olmuş olan engellerini tarihe müstenid bast u beyân eylediğini ve diyânet-i İslâmiye’nin ez her cihet terakkiyât-ı ilmiyyeye müsâadede bulunmuş olduğunu mezkûr kitabda mufassalan ve sarâhaten münderiç bulunduğunu kendisine söyledim.

Münif Paşa Konağı, geniş yelpazeden ilim, sanat ve politika adamlarının toplanma yeriydi. Ancak kendisi filhakîka dine düşman bulunduğundan adâvetini ketm edemeyip Kur’ân’da varid olan Miraç kaziyyesi, ilm-i tabiiyyet mûcebince merdûd ve gayr-ı makbûl iken bunu ilme ne vechile tatbik edeceksin diyerek din aleyhinde itâle-i lisana başladığında orada hazır bulunan Hüseyin Fikri Efendi'yle bana hiddet gelip Hasan Fehmi Paşa’nın dahi yüzü kızararak hanesinde bulundu-

Louis Sabuncu İngiltere’de iken

ğu cihetle merkûmu tard edemediğinden bu mesâilden bahs olunmamasını emr eylemiş ise de Louis Sabuncu bu emre kulak vermeyi istemeyerek itâle-i lisanda devam eylediğinden Hüseyin Fikri Efendi Hazret-i Peygamber Efendimizin semâya urûc edip etmemiş olmasını itikâd etmekte Müslümanlar muhayyerler fakat Mescid-i Aksa’ya isrâ olunduğu Kur’ân’da musarrah bulunduğundan bu isrânın sıhhatini itikâd eylemek ferâiz-i diniyyeden demesi üzerine Louis Sabuncu Nübüvvet-i Muhammediye’nin kâzib olduğunu söylemeye cüret etmesine mebnî Hüseyin Fikri Efendi bunu ikna etmek için birkaç burhân gösterip ezcümle eğer keyfiyet dediği gibi olmuş olsa idi Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi fuhûl ve ukalâ ve sanâdîd-i ricâl Hazret-i Muhammed’e (s.a.v) tâbî olmazlar idi, diyerek merkûmu iskâta çalışmış ise de kendisi yine sözünde ısrâr ile Hazret-i İsa’nın vâlidesi olan Meryem, Kur’ân’da (Meryem binti İmran) nâmıyla zikrolunup diğer bir âyette kendisine hitâben (Yâ üht-i Harun) ibaresi vârid olduğundan ve İsa’nın vâlidesi olan Meryem ile İmran ve Harun’un aralarında kurûn-ı adîde mürûr etmiş olduğundan gerek Hz. Muhammed’in


MÜNİF PAŞA KONAĞI'NIN RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ve gerek Kur’ân’ın tarihçe câhil oldukları bundan anlaşılır dediğinde, Hazret-i İsa’nın vâlidesi olan Meryem’e Kur’ân-ı Kerim’de bint-i İmran ve üht-i Harun namlarının verilmesi büyük cedleri olan İmran’a ve Harun’a mensub olduğunu izhâr eylemek olup bu kâide ise Araplarda cârî ve ma’rûf bulunduğu cihetle sülâle-i nebeviyyeden bulunanlara elyevm (Yâ İbni’n-Nebi) denildiği gibi bir kabîle ve tâifeye mensub olanlara dahi (yâ eha Kabîle-i kezâ) denilmekte idiğini merkûm Louis’e tefhîm eyledim.

Louis Sabuncu, bir İngiliz şirketi adına Haleb-Basra demiryolu imtiyazını almaya uğraştığı ve yazıdaki tartışmanın gerçekleştiği yıllarda. Vakit Gazetesi, 28 Nisan 1952

Binâenaleyh Hasan Fehmi Paşa cümlemizi bu mübâhaseden iskât ettirip meclis dağılmış ise de hamiyet-i diniyem bu düşmanın halini hazm eylemediğinden ferdâsı gün mahsûsan Beyoğlu’na giderek kendisini Uzun Cadde’de bularak tevbîh eylemiş isem de yine vakâhatında sâbit idiğini anladığımdan ve bunu tedib eylemek yed-i iktidârımda bulunmadığından vukû-ı hali tesadüf eylediğim zevâta maa’t-teessür nakl ve hikâye etmekten başka elden bir şey gelmemiştir.”7 Yazdığı yazılar dolayısıyla zaten mimli olan Sabuncu’nun, muhtelif meclislerde sarf ettiği sözler dolayısıyla sarayın dikkatini iyice çektiği söylenebilir. Yurtdışında iken aleyhte olan bu keskin muhalif, yurtiçinde de aynı muhalefetini devam ettirince saray kendisini yola getirmenin yollarını aramaya koyuldu. Bu arada Sabuncu, Münif Paşa’dan birtakım vaatler almaya devam ediyordu. Sabuncu’ya ya Şam Maârif Müdürlüğü’ne ya da Londra’ya hususi memuriyetle gönderileceğini vaat eden paşa, onun boş bırakıldığı takdirde Osmanlı Devleti aleyhine çalışacağını düşünüyordu ki yaptıkları ve söyledikleri ortadayken böyle düşünmemesinin safdillik olacağı söylenebilir. Nitekim Sabuncu’nun başka devletlere angaje olabileceği ihtimalini, saraya birtakım isteklerini iletmek için hazırladığı dilekçede görmek mümkündür.

Louis Sabuncu’nun yayınladığı En-Nahle Mecmuası’nın kapağı. (Vakit gazetesi, 7 mayıs 1952)

129


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI

Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülham

id’e Miraç Kandili Tebriği (Başbakan

lık Osmanlı Arşivi Y.PRK .TKM, 37/8)

Sabuncu çok geçmeden Sultan Abdülhamid tarafından Mâbeyn Mütercimliği’ne tayin edildi. Sabuncu bu hadiseler yaşandıktan bir buçuk sene sonra saray hizmetine girdiği vakit, aleyhindeki iddialar artınca saray ve saraya yakın zevata üst üste arizalar sunarak kendisi hakkındaki ithamları çürütmeye çalıştı. Bu arizalardan birisi Şekip Arslan’ın yukarda anlattığı vakalardan birine cevaptır: “Şeyh Ebülhüda Efendi’nin evine gittim. Güya Hasan Fehmi Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda Kur’ân ayetlerinden bazısını tenkit ettiğime dâir Emir Arslan denilen bir adam tarafımdan zât-ı şahaneye yapılan ihbar hakkında Şeyh Ebülhüda ile aramızda bir konuşma oldu. Şeyh Efendi’ye dedim ki, bir buçuk sene evvel Hasan Fehmi Paşa’nın evine gittim. Tarihi meselelerden ve Mısır ehramlarından bahsettik. Orada itibarlı birçok Müslüman vardı. O akşam Kur’ân’dan hiç bahsedilmedi. Bunu paşanın evinden kendi evime döndükten sonra hatıra defterime geçirdiğim ken130

di notlarım ispat eder. Çünkü yatmaya gitmeden evvel o toplantıda geçen bahislerin hülasasını kaydetmiştim. Arzu ederseniz günü, ayı ve senesi belli olarak bu hakikati öğrenmeniz için hatıra defterimi getireyim. Şu halde şeyh efendi hazretleri lütfen protestomu şu ibarelerle zât-ı şahaneye arz ediniz: Şevketli padişahın kulu Sabuncu, dinleri tezyif etmek ve dinlerin müntesipleri arasına fesat tohumları atmak yaratılışında olsaydı, Cenab-ı Hak ona Emirü’l-Müminine intisap şerefini bahşetmezdi. (14 Ekim 1891)” 8 Sabuncu, geçmişini silmek ve sultanın gözüne girebilmek için daha başka yollara da tevessül etti. Mesela sultanın kandilini tebrik etti, hem de yukardaki toplantıda ayrıntısını verdiğimiz, ısrarla inkâr ettiği hadisenin geçtiği Miraç kandilini: “Kulları bu defa mübarek Miraç kandilinizi tebrik ediyorum. Heman Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve Emirü’l-müminin hazretlerini daha böyle nice mesud günleri idrak ettirsin ve saltanatınızı daim kılsın, âmin.”


MÜNİF PAŞA KONAĞININ RENKLİ MİSAFİRLERİ VE BİR SOHBET MECLİSİNDE YAŞANANLAR / Kasım HIZLI

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Louis Sabuncu’dan Sultan Abdülhamid’e Miraç Kandili Tebriği “Kulları bu defa mübarek Miraç kandilinizi tebrik ediyorum. Heman Cenab-ı Hak halife-i ruy-ı zemin ve emirü’l-müminin hazretlerini daha böyle nice mesud günleri idrak ettirsin ve saltanatınız daim kılsın, âmin. Kandil tebriğinde sultan için yazdığı Arapça şiirin tercümesi: “Arş-ı mukaddesin huzurunda meleklerin medh ü sena ettikleri esnada böyle bir mübarek gecede Hazret-i Muhammed miraç buyurdular. Ey melâik! Ebedi kalınacak cennetin Bâb-ı Muallâsını açıverin

Zira hem Cenab-ı Hakka temcid ve tazim hem de mülk ve milletin devamı Hem dahi hazret-i halife-i ruy-ı zemine şefaatçi olmak zımnında kâinatın en hayırlısı bulunan hazret-i peygamber teşrif buyurmuşlardır. Bu mübarek gecede meleklerle beraber Abdülhamid’in ibadet ettiğine bütün mahlûkat sana gıbta etmekle iftihar eder. 10 Ocak 1896 Kulları Louis Sabuncu9

Sultan II. Abdülhamid

2

Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtazer Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İstanbul 2015, İletişim Yay, s.262

3 Necib Asım Yazıksız, “Gazi Ayıntab Tarihi-1” İkdam Gaz. Nu. 9388, 5 Mayıs 1339 4 Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec., Nu. 62, 1 Eylül 1937; bkz. M. Kayahan Özgül, XIX. Asrın Benzersiz Bir Politekniği Münif Paşa, İstanbul 2014, Dergâh Yay. 5 “Emir Şekib Arslan, İttihatçı Bir Aydın’ın Anıları (Arap Gözüyle Osmanlı), Çev. Halit Özkan, İstanbul 2009, Klasik Yay., s.9 6 Abdullah Gulyâm, Liverpool Müslümanlarının imamıdır. 7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 4/47 8

Sabuncuzade Louis Alberi, Yıldız Sarayı’nda Bir Papaz, İstanbul 2007 Selis Kitaplar, s.112

9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.TKM, 37/8 Louis Sabuncu, Yıldız Sarayı’ndaki son senelerinde (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.TKM, 37/8)

Dipnotlar 1 Şeyh Gâlib, klâsik edebiyatın önemli metinlerinden olan Hüsn ü Aşk mesnevisini bir şiir meclisindeki tartışma sonrasında yazmaya karar verdi. Şeyh Gâlib, eserinin sebeb-i telif kısmında, bir mecliste, Nâbî’nin Hayrâbâd adlı eserinin fazlaca övüldüğünü, meclistekilerin ona benzer bir eserin yazılamayacağında birleştiklerini ifade eder. Şeyh Gâlib ise Hayrâbâd’ın konusunun Attâr’dan alındığını, eserde orijinallik bulunmadığını, ayrıca Nâbî’nin dil ve üslup açısından övüldüğü kadar iyi olmadığını iddia eder. Bunun üzerine mecliste bulunanların kendisine, adeta imtihan mahiyetinde bir eser yazmasını teklif etmeleri üzerine Hüsn ü Aşk’ı yazdığını anlatır.

10 Abdrurrahman Âdil Bey’in Hintli bir avukat şeklinde tarif ettiği garip sima Sabuncu’dan başkası değildi. Uzun yıllar sonra hatırında kaldığı kadarıyla konağın müdavimlerini tasvir eden Abdrurrahman Âdil Bey’in Sabuncu’yu unutmaması gayet doğaldır. Bu eksantrik adam, sohbeti ve tavırlarıyla her zaman sivrilmeyi ve hatırda kalmayı başarmıştır. Abdrurrahman Âdil Bey, tasvir ettiği zattan için Hintli, Müslüman ve avukat sıfatlarını kullanıyor. Sabuncu kardeşleri dolayısıyla Hindistan’dan günlüğünde ve muhtemelen konakta sık sık bahsetmiştir. Sabuncu’nun şirket danışmanlığı Abdrurrahman Âdil Bey’in aklında avukatlık olarak yer etmişe benziyor. Sabuncu’ya Müslüman demesi ise İslam tarihi hakkındaki bilgisi ve konaktaki muhabbetlerde bu konudaki ifadelerinden olsa gerek. Sabuncu bazen kendisini Müslüman gibi lanse etse de birçok kez İslam’ın mukaddes değerlerine karşı uluorta hakaretlerde bulunabilmektedir.

131


Münif Paşa Konağı’nın Renkli Simaları

Bu konağa (Süleymaniye’deki) yerleştikten sonra Münif Paşa dairesi bir antropologie müzesi haline geldi. Her cins âlim, her cins kıyafet ve her cins lisan o konakta ictima ederdi. Konağın ziyaretçileri içinde başta şeyh Şıngıtî gelirdi. Sofrada Münif Paşa’nın sağında otururdu. Münif Paşa ile Arapça konuşurdu. Münif Paşa düz bir siyah lata giyerdi. Başındaki sarık tuhaf bir şekilde idi. Sarığının arkasından Hint askerlerinde olduğu gibi bir kuyruk sarkardı. Bu biçim sarığa Telisman derler. Şeyh Şıngıtî’yi Maarif Nazırı Münif Paşa İstanbul'a getirmişti. Onu iki defa Endülüs’e gönderdi ve Endülüs kitaphanelerindeki İslamiyet’e dair mevcut eserleri tetkik ettirdi. Şeyh Şıngıtî birçok zamanlar Münif Paşa konağında yerleşip kaldı. Şeyh Şıngıtî’nin bulunmadığı zamanlar sofrada yerini Miss Mary işgal ederdi. Miss Mary fâzıl bir İngiliz kızı idi. Münif Paşa onunla İngilizce konuşurdu. Miss Mary’nin sağda oturduğu zamanlar Mell. Mary de sol sandalyeyi işgal ederdi. Vazifesi Münif Paşa’nın kızlarına yani Leyla ve Fitnat’a Fransızca öğretmek idi. Süleymaniye konağına bazen Enderun-ı Hümayun’dan yani Topkapı Sarayı’ndan misafirler gelirlerdi. Bunları Abdülhamid Çin’den getirtmişti. Topkapı Sarayı’nda onlara daire tahsis etmişti. Bu Çinliler sofrada yanyana otururlar, pilavı çöpler ile çabuk çabuk yerlerdi. Konuşmaları Türkçe idi. Çinlilerden birinin ismi Ahmet, diğerinin Mehmet Efendi idi.

Üzerlerinde önü kapalı İstabulin setre bulunurdu. Misafir ve ziyaretçilerden biri de yeni ihtida etmiş olan Mister Nuring idi. Mister Nuring Norveçli idi. İhtiyar bir karısı vardı. İhtiyar karısından kurtulmak için İslam dinini kabul etmiş idi. O zaman ihtida ile talak vaki olurdu. Mister Nuring genç ve çok güzeldi. Zannım Münif Paşa delaletiyle genç ve güzel bir hanımefendi ile evlendi. Bu hanımefendi Tunuslu Mahmud bin Ayyad’ın en küçük kızı idi. Mister Nuring kırmızı fesi, kırmızı sakalı, redingotu ile sofraya güzel bir süs verirdi. Konuşması İngiliz kırması Fransızca idi. Dığdığı söyler idi. Mister Nuring Ali Nuri Beyefendi (Dilmeç) oldu ve şehbenderliklerde istihdam edildi. Ali Nuri Bey Hamid devrinin kahrına uğradıkça Kopenhag’da, İstokholm’da Abdülhamid aleyhine konferanslar vererek maişetini temin ederdi. Hâlâ hayattadır. Süleymaniye konağının gördüğü garip çehrelerden biri de bir Hintli avukat idi. Bu Hintli avukat bir İngiliz idi fakat Müslüman idi. Her akşam yemeği Münif Paşa konağında yer ve her gün Başmâbeynci Ali bey ile aralarında Pall Mall Gazette nerede çıkar diye münakaşa olurdu. Bu münakaşaları gülerek, istihfaf ederek Münif Paşa konağında hikâye ederdi.10 Bozdoğan Kemeri konağının yukarı katında ve selamlık kısmında salon-

lar vardı. Bu salonlar ufak ufak odalar idi. Salonlara çıkılınca sohbet başlar, çaylar içilirdi. İlimden, fenden, yeni icatlardan bahsedilirdi. Münif Paşa’nın iştikak ilmine merakı çoktu. O devirde ikinci bir ethimologie meraklısına dahi tesadüf ettim; Altıparmak Süreyya Efendi. Fakat Süleymaniyeli Süreyya Efendi’nin merakı daha âlimâne, daha vâkıfâne idi. Her kelimenin aslını Sanskrit lisanına icra ederdi. ‘Türkçe (kız) kelimesi (kini)den, (king), (hung), (hungar) kelimeleri de hep bu asıldan gelir ve Sanskritçedir’ der idi. Kermanşah şehbenderi Süleymaniyeli Ali Yümni Efendi, Maarif memurlarından ve hukuk mektebi muallimlerinden Dağıstanlı Ali Enveri Efendi Bozdoğan konağından eksik olmazlardı. Münif Paşa konağına devam eden o devrin tanınmış ilim adamları arasında bir de Ubeydullah Efendi vardı. Yemekten kalkılıp üst kata çıkılınca Celal Münif Bey, Mahrukizâde Cafer Bey ve Ubeydullah Efendi’nin ayrı bir salona geçtikleri, ayrı bir fiskos kurdukları nazar-ı dikkatimi celb ederdi. Günün birinde Ubeydullah Efendi ortadan kayboldu. Sorup soruşturduk, ‘Paris’e kaçtı!’ dediler.* *Abdurrahman Adil Eren, “Übeydullah ve Hatıralarım”, Yarım Ay Mec., Nu. 62, 1 Eylül 1937




SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ Cem SÖKMEN Kırklareli Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce odaklı “insan adaları”na dâhil oluşu en azından 1950’lerin başına dayanır. Bu meclislerde bir yandan kendi yaş kuşağından arkadaşlarla “birbirini yetiştirme” bir yandan da yazdığısöylediği takip edilen ustalarla “birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya çıkar. Ankara’dan sonra İstanbul yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş dergisine uzanan bir süreci hem de Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar, Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür mahfillerinde yeni dostlukları ve yeni usta-çırak ilişkilerini doğurur.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN

1960’lardan günümüze ellinin üzerinde edebiyat ve düşünce eseriyle Türk okuyucusuna seslenen Sezai Karakoç, hatıralarını 1988-92 yılları arasında Diriliş dergisinde “Hatıralar” başlığı altında kaleme almıştır. Yayınlanması beş yıllık bir sürece yayılan hatıralarda insanlar, şehirler ve mekânlar ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Çocukluğu ve ilk eğitim yılları Ergani, Maraş ve Gaziantep’te, üniversite yılları Ankara’da geçer. 1955’ten sonraki dönemi ise iş gereği yapılan seyahatler haricinde büyük ölçüde İstanbul merkezlidir. İstanbul yılları Sezai Karakoç’un şiiri, gazete yazıları, Diriliş dergisi ve tanıdığı insanlarla birlikte okur-yazar çevrelerce bilinen bazı mekânları da içerir. Bu mekânların arasında Aksaray’da Bulvar Pastahanesi, Beyazıt’ta Bahar Pastahanesi, Acem’in Kahvesi, Marmara Kıraathanesi, Babıali’de Meserret Kıraathanesi ve Beyoğlu’nda Eftalikus Kahvesi ile Baylan Pastanahesi’ni saymak mümkündür. Sezai Karakoç, 1955’lerden 1990’lara kadar uzanan bir zaman diliminde saydığımız mekânlarda farklı çevrelerden insanlarla bir araya gelir. Eğer sohbet halkası henüz oluşmamışsa hangi mekânda olursa olsun Sezai Karakoç’un usulü bellidir: “… akşam daireden çıkmadan önce ya da öğle vakitleri sanat edebiyat çevreleriyle temaslarım oluyordu. Çok defa pastanelerde 1-2 saatlik edebiyat çalışması yapıyordum. Dergilere bakmak, kitap karıştırmak, şiir yazmak, bir yazının müsveddesiyle uğraşmak gibi.”1

Beyazıt’taki Bahar Pastahanesi Sezai Karakoç’un ilk durağı olur. Burada Ankara yıllarından arkadaşı Ziya Nur Aksun ile karşılaşır: “Bayazıt’ta ‘Bahar’ isimli bir pastahane keşfetmiştim. Bazı akşamları da oraya giderdim. Gerek Baylan gerek Bahar pastahanesi, saat 9-9.30’da kapanırdı. Ondan sonra ya sinemaya ya eve gitmek mümkündü. Tabii ki ailem İstanbul’a geldikten sonra çoğu akşam eve gidiyordum. Bahar Pastahanesinde Ankara’dan arkadaşım Ziya Nur’u buldum. Yedek subay olarak İstanbul’daymış. Bir de Necip Fazıl Bey’in bir gün çağırmak için evine gönderdiği Kamil (Öztürk) O da Ziya’nın arkadaşıydı. Fikirdaş arkadaşlar böylece buluştuk.”2 Sezai Karakoç’un Bahar Pastahanesi’nden sonraki uğrağı Acem’in Kahvesi olur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin karşısında bulunan bu kahve o yıllarda bir yandan Laleli sakinlerini bir yandan da üniversitenin hocaları ve öğrencilerini ağırlar. Sezai Karakoç’un satırlarında buranın önde gelen simaları Mükrimin Halil Yınanç ve Muzaffer Ozak olarak belirir: “Beyazıt kahveleri de genellikle tıklım tıklım olurdu. Bu sebeple Laleli’de Laleli Kahvesine gidiyorduk arkadaşlarla. Tarihçi Mükrimin Halil bir köşede otururdu. Bir köşede de 10-15 kadar esnaftan kişi otururdu. Fötr şapkalı, paltolu, şişman bir zat gelince bunlar ayağa kalkar, kimi şapkasını, kimi paltosunu alırdı. Sonra o zat konuşur, öbürleri dinlerdi. Bazan da hafif sesle ilâhi vb. parçalar söylerlerdi. Sürekli çay gelir, leblebi yenir ve

Sait Faik, Asaf Özdemir ve Sabahatti

136

n Eyüboğlu Eftalikus’t a (Fotoğraf:

Sabahattin Kömürcüoğlu)


SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN

çay içilirdi. Biz de acaba ne konuşuluyor diye yanlarına gitmişsek, bize de çay gelirdi. Ödemeye kalkarsak: ‘olmaz ocaktandır’ derlerdi, ödetmezlerdi. Sonra tanışmış olduk. Bu grup Muzaffer Hoca (Muzaffer Ozak) ve cemaatiydi. Muzaffer Hoca hikâyeler anlatırdı.”3 Laleli’deki Acem’in Kahvesi'nden sonra sıra en uzun süre devam ettiği Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’ne gelir. Marmara Kıraathanesi’nin müdavimleri arasında yine Ziya Nur Aksun ve Muzaffer Ozak gibi önceden tanıdığı simalar vardır: “Laleli Kahvesinin ön kısmı oturmaya elverişliydi. Arka kısmında tavla oyunundan dolayı büyük bir gürültü olurdu. Bizim için sürekli oturulabilecek bir kahve değildi. Gayr-i şuuri bir şekilde bir kahve arıyorduk arkadaşlarla. İşte, bu sırada, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Camii ve Meydanının alt tarafında, ana cadde üzerinde bir kahve açıldı. Kahve önceleri bilardo salonu şeklinde idi. Sonra bilardo masaları belli bir sınırda kaldı. Kahvenin kapısı Beyazıt Meydanına, Üniversiteye bakıyordu, güneyinde ise Marmara görünüyordu penceresinden (tabii gündüzleri). Kahveye Marmara Kıraathanesi ismi verilmişti. Kahve, üniversite öğrencileri ve halkın her kesimi tarafından dolup taşıyordu. Biz kapı tarafında birkaç masada oturuyorduk. Zamanla bizi tanıdılar ve o kısımda oyuna izin vermediler kahveyi işletenler. Kapısı her zaman açıktı kahvenin. O zamanlar kahvede kalorifer de bulunmadığından kışın üşüyüp dururduk. Genç olduğumuz için dayanırdık herhalde. Arkadaşlarımızdan Ziya Nur’un bir masası vardı adeta.”4

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

yerindeki muhafazakar insanlar nezdinde tanınmasına yol açar. Görüşmek isteyenler artık onu Marmara Kıraathanesi’nde bulabileceklerini bilirler. Sezai Karakoç o günleri şu cümlelerle hatırlar: “Ve yine İstanbul. Bayazıt ve civarında iftarlar. Gençlerle birlikte. Teravih ve sonra kıraathane. İstanbul Üniversitesinin karşısında. Arkadaşlarla buluşma. Sohbetler. Sağ-sol kavgalarının kızıştığı ortamda yazdığımız yazılar. Gelenler gidenler Anadolu’dan gelenler de bizi orada arıyor. Kitaplarımız orada gazete yazılarımız ilkin orada ortaya çıkıyor. Dostluklar, nadiren de olsa kırgınlıklar. Sanki ikinci ev, ikinci yazıhane orası. Ramazan bütün cepheleriyle

Sezai Karakoç, Marmara Kıraathanesi’ni benimsedikten sonra 1958-70 arasındaki yıllarda dostları ve talebeleriyle en çok bu mekânda görüşür. Marmara’daki ilk yıllarında tanıdığı isimleri şöyle anlatır: “Marmara Kıraathanesine arkadaşlarımızdan Ziya’dan başka Kamil (Öztürk), S.B.F.’yi bitirdikten sonra İktisat Fakültesi’ne asistan olan Mehmet Genç, o zamanlar öğrenci olan Mehmet Çavuşoğlu ve Erol Güngör gelirdi. Yine oraya devam edenlerden birçok arkadaşımız oldu. Cemal Hatiboğlu (Filozof Cemal), Hilmi Oflaz, Refik Demir ve Mehmet Levendoğlu (Yazıcıoğlu) ve daha birçok arkadaş. Giderek Marmara’da bizler olaylar kızıştıkça birbirimizle daha yakın bir arkadaşlık kurmuş olduk. Siyasi toplumsal olaylar bizi birbirimize yaklaştırmıştı. İhtilalden sonra bu daha da arttı.”5 Sezai Karakoç 27 Mayıs sonrasında ve özellikle Diriliş dergisinin ikinci döneminde edebiyata eğilimli üniversite öğrencileriyle de ilgilenir. Aynı yıllardaki gazete yazarlığı Türkiye’nin her

137


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN

yansıyor oraya. Işığıyla, aydınlığıyla, aynalığıyla, loşluğuyla, gölgeleriyle, kabartmalarıyla. Kuruluşunu ve çok sonraları kapanışını gördüğümüz kahve. Sonra ona bir yazlık kısım eklendi. 1962-1970 arasında geceleri genellikle oradaydık. 1965’e kadar yazları memuriyet dolayısıyla Anadolu’nun muhtelif yerlerine gittim. 1965’de Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü kontrolörlüğünden ayrıldım. Diriliş’in ikinci ve kesin doğuşu 1966’da oldu. Geceleri kıraathanedeydik. Evlerimiz elverişli değildi buluşmalara. Yazıhanelerimize gündüz gelenler çok sayıda değildiler. İşleri ve okulları do- Sezai Karakoç layısıyla gündüz gelemeyenler gece kahvede yanımıza geliyorlardı. Diriliş’in çıkışı kahvede bir esinti, dalgalanma doğururdu. Olaylar farklı ve çeşitli yorumlarıyla oraya yansırdı. Dergi kapandıktan bir süre sonra yazmaya başladığım Babıali’de Sabah Gazetesi daha geceden kıraathaneye gelirdi. Çok defa Sütun yazılarımı orada yazmıştım. Ve ordan götürür, matbaaya verirdik. Bütün bunlar gece olurdu. Ramazan geceleri, bu faaliyetlere bir bereket ufku ve sağnağı gibi tesir ederdi.”6 Sezai Karakoç’un tarihi yarımadadaki başka bir mekânı da Babıali ile Sirkeci’nin ortasında bulunan Meserret Kıraathanesi’dir. Meserret Kıraathanesi 1900’lerin başına dayanır. Meserret, Babıali’nin hem hükümet merkezi olarak hem de basın merkezi olarak bilindiği dönemlerin tanıdığıdır. Gazetelerin muhabirleri burada birbirleriyle haber alış-verişi yapar, haberleri konuşurlar. Sezai Karakoç Meserret’i en çok Necip Fazıl’la hatırlar. Hatıralar’ında en çok yer verdiği isimlerden biri olan Necip Fazıl’la yakınlığı 1950’lerin başına, Mülkiye yıllarına dayanır. Bu yıllarda Necip Fazıl Ankara’ya geldikçe başta Ulus’taki İstanbul Pastahanesi olmak üzere değişik mekânlarda görüşürler. Sezai Karakoç İstanbul’a gelince ilk uğradığı yerlerden biri yönetim yeri Babıali’de bulunan Necip Fazıl’a ait Büyük Doğu dergisidir. Karakoç, Necip Fazıl’la Meserret’te buluştuğu günleri şöyle anlatır: “Meserret Kıraathanesi zaman zaman uğradığım bir yerdi. Vaktiyle pek meşhur olan kahvenin eski özelliği pek kalmamıştı. Ayaküstü ya da kısaca uğranabilecek bir yerdi. Eskiden kalma büyük aynalar toz içindeydi. Ben espri olarak: ‘bu aynaların herhalde Meşrutiyet’ten bu yana tozu alınmamış. Acaba ne zaman temizlenecek bunlar?’ derdim.

Necip Fazıl Bey’le de kısa süreli oturmalarımız olmuştu Meserret’te. Bir yazının provasını yapmak için falan. Kahveye bir dilsizler grubu devam ederdi. Bir masaya otururlar, elleriyle, kollarıyla müthiş bir sohbete dalarlardı. Arada bir de hep birlikte gülerlerdi. Kahvedekiler de dönüp bakardı. Hatta 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Necip Fazıl Bey, 138

bir günlük fıkrasının başlığını ‘Meserret’in Dilsizleri’ diye koymuştu. O dilsiz grubunu fevkalade tasvir ettikten sonra onların ihtilalin baskı havasında bile istedikleri gibi konuştuklarını ama bizim sustuğumuzu söylüyor ve yazısını şöyle bağlıyordu: ‘Onlar Meserret’in dilsizleri, bizse hürriyetin!’7 Yazının başlarında Sezai Karakoç’un farklı çevrelerle olan beraberliklerinden bahsetmiştik. Beyazıt kahvelerinde ağırlıklı olarak Türkiye’deki muhafazakârlık birikimi içinde yer etmiş isimlerle bir araya gelen Sezai Karakoç’un bir de Mülkiye yıllarına dayanan dostlukları vardır. Şiir ve edebiyat merkezli bu çevrede daha sonra “50 kuşağı” olarak adlandırılacak isimlere rastlanır. Sezai Karakoç İstanbul’a geldikten sonra bu isimlerden bazılarıyla Aksaray’daki Bulvar Pastahanesi’nde görüşür. “İstanbul’a geldiğimde gerek liseden tanıdığım, gerek edebiyat alanındaki görüşüm sebebiyle beni tanıyan bazı gençler beni görmeye gelmişlerdi. Birkaç defa Aksaray’da Bulvar’da, Bulvar Çay Salonunda buluştuk. Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer ve arkadaşlarıyla, bu gençler ki bizim hemen arkamızdan gelen kuşağı temsil ediyorlardı edebiyatta.”8 Sezai Karakoç, bu kuşağın en bilinen isimlerden biri olan Cemal Süreya ile İstanbul’da görüşmeye devam eder. Bu görüşmelerin adresi genellikle Beyoğlu’ndaki Baylan Pastahanesi’dir. “Beyoğlu’nda Baylan Pastahanesi, şairlerin, yazarların uğradığı bir yerdi. Ben de oraya giderdim. Yazı ve şiirlerimi orda yazardım. Bazan da Cemal’le giderdik. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve bazı gençler oraya gelirdi.”9 Baylan Pastahanesi 50’li yıllarda Attila İlhan’ın müdavimi olduğu, Kemal Tahir’in zaman zaman gittiği bir mekândır. Sezai Karakoç anılarında Baylan’dan söz ederken bu pastanenin bir geleneğin parçasına oluşuna vurgu yapar: “Baylan, Tanzimatla başlayan Batı tipi kahve, pastahane sohbetlerinin yapıldığı sonuncu buluşma yeriydi edebiyatçılar için. Daha önceleri edebiyatçılar Löbon, Tokatlıyan vb. de buluşurlarmış.”10 Baylan Pastanesi’nin 1967’de kapandığı bilinmektedir. Sezai Karakoç 1965’te memuriyetten ayrıldıktan sonra maddi açıdan sıkıntılı geçen günleri hatırlarken “Geceleri Marmara kahvesinde gündüzleri Baylan pastanesinde, evde ve sokakta geçen bu aylar üzüntü, düşünce, umutsuzluk ve hayal ayları oldu.” ifadesini kullanır. Bu sözlerden Sezai Karakoç’un İstanbul’a geldiği 1955’ten Baylan Pastanesi’nin kapandığı 1967 yılına kadar bu mekâna devam ettiği anlaşılmaktadır. Sezai Karakoç’un Beyoğlu’nda Baylan’la beraber andığı bir diğer mekân da İstiklal caddesinin hemen girişinde bulunan Eftalikos Kahvesi’dir. Sait Faik’in bir hikayesine


SEZAİ KARAKOÇ’UN “HATIRALAR”INDA İSTANBUL KAHVELERİ / Cem SÖKMEN

konu olan bu kahve Sezai Karakoç’un hatıralarına Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yaptıkları bir sohbetle dahil olur: “Bir gün Taksim Meydanı’na bakan Eftalikos Kahvesine gitmiştim. Fazıl Hüsnü Dağlarca, oturmuş meydanı seyrediyordu. Beni görünce çağırdı. Çay içip sohbet ettik…. Eftalikos Kahvesi. İlhan Berk’in şiirinde de adı geçen kahve. Cumartesi günleri öğleden sonra iyice hareketlenen meydanı güneşli havalarda oturup seyredebileceğiniz ya da kendi başınıza orada hayallere ve düşüncelere dalabileceğiniz, açık ve kapalı yeri olan bir kahveydi.”11 … Sezai Karakoç’un edebiyat ve düşünce odaklı “insan adaları”na dâhil oluşu en azından 1950’lerin başına, Mülkiye kantinine dayanır. Zamanla Mülkiye kantininin yanına Ulus’taki İstanbul Pastanesi de eklenir. Buralarda bir yandan kendi yaş kuşağından arkadaşlarla “birbirini yetiştirme” bir yandan da yazdığı-söylediği takip edilen ustalarla “birlikte öğrenme” hikâyesi ortaya çıkar. Ankara’dan sonra

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İstanbul yılları hem Büyük Doğu’dan Diriliş dergisine uzanan bir süreci hem de Baylan, Eftalikos, Meserret, Bahar, Acem’in Kahvesi, Marmara gibi kültür mahfillerinde yeni dostlukları ve yeni usta-çırak ilişkilerini doğurur. Andığımız mekânların ortadan kalkması, ölümler, şehir değiştirmeler ve hayat tarzı/görüşümüzdeki büyük değişimlere rağmen Sezai Karakoç okuyucu ve takipçileriyle yüz yüze iletişimi devam ettirmiştir. 1980’lerde Beyazıt’taki Yıldız Kıraathanesi ve zaman zaman Erenler Çay Bahçesi’nde sohbet halkalarının merkezinde bulunmuştur. Uzun yıllar Cağaloğlu’nda faaliyet gösteren ve birkaç yıl önce Haseki’ye taşınan Diriliş Yayınevi bürosu ile yine Haseki’de bulunan Yüce Diriliş Partisi İstanbul il temsilciliğinde takipçilerini ağırlamaya devam etmektedir. Dipnotlar 1 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:72, 1 Aralık 1989, s.9 2 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.14 3 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9 4 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9 5 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:82, 9 Şubat 1990, s.9 6 Sezai Karakoç, "Samanyolunda Ziyafet", İstanbul, Diriliş Yayınları, 2004, s.127-128 7 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:81, 2 Şubat 1990, s.7 8 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:71, 24 Kasım 1989, s.8 9 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:70, 17 Kasım 1989, s.7 10 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.9 11 Sezai Karakoç, "Hatıralar", Diriliş Dergisi, Sayı:74, 15 Aralık 1989, s.8-9

Meserret Kıraathanesi’nin bulunduğu bina, 2015

139



İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" Hasan Eren ULU Yazar

Üsküdarlıların mâzi ile bağ kurmasında önemli bir yeri olan, yazımızın konusu attâr dükkânı, hem bir ticârethâne hem de devrini aydınlatanların sık sık sohbetleriyle ısıttıkları bir irfân meclisi olma vasfını taşımıştı. Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye Caddesi üzerinde, Mîmâr Sinan Hamamı’nın hemen hemen karşısında yer alan bu dükkânın İstanbul’un dört bir yanından gelen müşterilerce kabûl görmesinin sebebi, belki de insanî ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir. Geçmişten bir sayfanın günümüze ‘değer yargısı’ olarak aktarılması gibi; bu ticârethânede, müşterinin hakkının geçmemesi için çok hassas davranıldığı öteden beri söylenmiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU

Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında zamanla neden güçten düştüğüne yıllar boyu kafa yoranlar; gerileme nedenleri arasında, cehâlete işâret kabilinden, okuryazar oranının düşüklüğünü göstererek istatistikî verilerle iddialarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Oysa bilgi sahibi olmanın kestirme yollarından birisi de sohbet meclislerinden istifâde etmektir. Süheyl Ünver, ‘Emir Sultan’ başlıklı kitaba yazdığı ön sözde, Jean Book’un “İnsan; yüzde yirmi okumakla, yüzde seksen sohbetle yetişir” dediğini nakletmektedir. Doğrusu Osmanlı kültür ve medeniyetinin temeli de sözlü kültüre dayanmaktaydı. Câmide, konakta, kahvehâne ya da bir attâr dükkânında kurulan sohbet meclisi; dinleyenleri aydınlatmak için âdeta bir‘ akademi’ işlevi görmüştür. Böylesi sohbet meclislerinde yetişen Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, konuyla alâkalı olarak “Osmanlı medeniyeti şifâhî bir medeniyetti. Bu şifâhi kültür nesilden nesile gürül gürül akar ve cehâleti sürüp götürürdü” ifâdesini kullanmıştır. Tıpkı onun dediği şekilde; yüzlerce kitaptan edinilen bilgi birikimi, bir arının bal özü toplayıp bal yapmak için çalıştığı gibi ustaca, sohbete katılanların istifadesine sunulurdu. Bu yüzden bizim kültürümüzde sohbet meclisinin bir adı da ‘irfân meclisi’dir. Bilgiye kanat çırpanların kendilerini ve dünyâyı tanıdıkları bir meclis… Üsküdar’da Bir İrfân Meclisi Üsküdarlıların mâzi ile bağ kurmasında önemli bir yeri olan, yazımızın konusu attâr dükkânı, hem bir ticârethâne hem de devrini aydınlatanların sık sık sohbetleriyle ısıttıkları bir irfân meclisi olma vasfını taşımıştı. Kubbealtı Lûgatı’nda attâr; güzel kokular, baharat, şîfâlı otlar ile iğne, iplik, kâğıt gibi ufak tefek ev eşyâsının satıldığı yer olarak tanımlanmaktadır. 142

Ahmet Yüksel Özemre (Fotoğraf: http://www.ozemre.com/)

Üsküdar’ı ve Üsküdar’daki attâr dükkânını tüm renkleriyle anlatan Ahmed Yüksel Özemre Hoca, Üsküdarlıların attâr kelimesini aktar olarak telâffuz ettiğini ve bu dükkânı işleten Bekir Efendi ile Sâim Efendi’nin de Üsküdar’da “Aktar Hocalar” diye anıldığını söylemiştir. Üsküdar’da Hâkimiyet-i Millîye Caddesi üzerinde, Mîmâr Sinan Hamamı’nın hemen hemen karşısında yer alan bu dükkânın İstanbul’un dört bir yanından gelen müşterilerce kabûl görmesinin sebebi, belki de insanî ilişkilere gösterilen özen olsa gerektir. Geçmişten bir sayfanın günümüze ‘değer yargısı’ olarak aktarılması gibi bu ticârethânede, müşterinin hakkının geçmemesi için çok hassas davranıldığı öteden beri söylenmiştir. Misal vermek gerekirse; tartılması gereken malın darasının alınmasıy-

la yetinilmediği, tartılan malın daha ağır çekmesine dikkat edildiği; hattâ baharat alacaklara, baharatın bayatlayınca kokusunu kaybedebileceği bu yüzden daha az almalarının lehlerine olacağı bile hatırlatılırmış. Daha fazla para kazanmaya duyulan istek, demek ki ‘fütüvvet ahlâkı’ ile böylece ahlâkî bir çizgiye çekilebiliyordu attâr dükkânında. Üsküdar’a farklı bir hava katan bu küçücük fakat şirin dükkân neredeyse ağzına kadar dolu olmasına rağmen hafta sonları 7-8 kişinin toplanıp sohbet ettiği bir meclis hâline dönüşürdü. O dönemde Üsküdar’da benzer sohbetlerin tertip edildiği farklı sohbet meclisleri vardı elbette. İçlerinde Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’nin büyük


İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

öneme sahip olduğu da bilinmektedir. Fakat; Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek’in müdürlüğünü üstlendiği bu kütüphânedeki sohbet meclisi bile ‘Aktar Hocalar’ın dükkânına uğrayanlar kadar geniş bir kitle oluşturamamıştır. Peki attâr dükkânına kimler gelirdi? Ahmed Yüksel Özemre Hoca’ya kulak verelim: “Buraya Rufaî Şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Sandıkçı Dergâhı Şeyhi Haydar Efendi, Eşref Ede, Özbekler Tekkesi Şeyhi Necmeddin Özbekkangay, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Câmiî Başimamı Nâfiz Uncu, Necmeddin Okyay, Osmanlı hânedânının son müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık, Abdulbâki Gölpınarlı, Hâfız Âma Tevfik, Ressam Hoca Ali Rıza Bey gelirdi.” Bir de bu irfân meclisinden yetişenlere göz atalım: Mustafa Düzgünman, Ahmed Yüksel Özemre, Niyâzi Sayın, Sâcid Okyay, Nezih Uzel, Ali Alpaslan, Uğur Derman, Güngör Şatıroğlu gibi çok kıymetli isimler ‘Attâr Dükkânı’ndaki bu irfân meclisinde yetişmişlerdir. Hemen burada yine Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin naklettiği bir konuya dikkat çekmeliyiz. Bağdad Müftüsü Zevâhi, geniş bilgi birikimine rağmen neden kitap yazmadığını soranlara, "Öğreticiliğim beni yazı yazmaktan alıkoydu. Ama pişman değilim. Talebelerimin mecmuundan öyle bir eser meydana getirdim ki bunların her satırı, ilim adına bir müelliftir." cevabını vermiştir. Üsküdar’daki attâr dükkânında oluşturulan sohbet meclisinde öğretici konumda olanlar, Zevâhi’nin dediği gibi öyle şahsîyetlerin yetişmesine vesile olmuştur ki kültür târihimize dâir büyük bir kırılmanın önüne geçilebilmiştir. Neyzen Niyâzi Sayın da bu attâr dükkânında kavuştuğu maddî ve mânevî

Hattat Necmettin Okyay, talebesi Uğur Derman ile (Hayat Magazin Dergisi)

müktesebâta dikkat çekmek için “Biz bu dükkândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsünden beter olurduk” demiştir. Yarım asırdan uzun bir süre Üsküdar’ın kültür hayâtına etki eden attâr dükkânı zamanın başkalaşması, insan profilinin değişmesi nedeniyle ne yazık ki 1991 yılında kapandı. Attâr dükkânında kurulan irfân meclisi olmasaydı; Yahyâ Kemâl’in “Fethi gören Üsküdar” diye övdüğü Üsküdar’ın büyük bir yönü eksik kalacaktı… Kaynakça Ayverdi, Sâmiha, İbrâhim Efendi Konağı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 1973 Derman, M. Uğur, Mustafa Düzgünman, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 10, Sf: 62-63, İstanbul, 1994

Derman, M. Uğur, Mehmed Necmeddin Okyay, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 33, Sf: 343-345, İstanbul, 2007 Özemre, Ahmed Yüksel, Hasretini Çektiğim Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2009 Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar Ah Üsküdar, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2013 Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2013 Özemre, Ahmed Yüksel, Üsküdar’ın Üç Sırlısı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2004 Şen, Yâsin, Türk Sohbet Kültürü Üzerine Bir Araştırma Sohbet Medeniyeti, Erdem Yayınları, İstanbul, 2016

143


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İRFÂN MECLİSİ OLARAK "ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI" / Hasan Eren ULU

Nâfiz Uncu Hoca Attâr dükkânının müdâvimlerinden ve ‘Aktar Hocalar’ın dostlarından olan Nâfiz Uncu; Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Câmiî’nin başimamıdır. Ahmed Yüksel Özemre’nin “Üsküdar’ın Üç Sırlısı” başlıklı kitabında Nâfiz Hoca’nın gençliğinde İstanbul’daki hâfızları kıskandıracak kadar güzel bir sese ve mûsıkî bilgisine sahip olduğu yazmaktadır. Zamanın meşhur hâfızlarından İdris Efendi’nin kızının Ayasofya Câmiî’nde hâfızlık icâzetini aldığı merasimde, Nâfiz Hoca’dan Kur’ân-ı Kerim okuması istenilir. Hoca, Kur’ân okurken câmide kendinden geçip çığlık atanlar, bayılanlar olur. Gel zaman git zaman; Nâfiz Hoca Ayasofya Câmiî’nde mukabele okurken halk, akın akın câmiye gelir. Fakat bir müddet sonra Nâfiz Hoca’nın nefsinde ortaya çıkan benlik onu rahatsız eder. Bunun sebebinin, güzel sesi ve halkın kendisine ilgi göstermesi olduğunu düşünerek pişman olur. Benliğini öldürmek, enâniyetinden kurtulmak için Allah’tan bu güzel sesi kendisinden almasını ister, duâ eder; duâsı kabûl olunur ve ertesi güne kısık, çatlak ve boğuk bir sesle uyanır. Necmeddin Okyay Hoca Attâr dükkânının bir diğer müdâvimi Necmeddin Okyay Hoca’dır. Necmeddin Hoca, Üsküdar’daki Gülnûş Vâlide Sultan Câmiî’nde imamlık yapmasının yanı sıra birçok sanat dalında ihtisas kazandığı için kendisine ‘hezarfen’ denilmiştir. Necmeddin Hoca; Özbekler Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi’den ebrû san’atını, Sultan Abdulazîz’in Okçubaşısı Seyfeddin Bey’den kemankeşliği, bunların yanı sıra hattatlığı, ciltçiliği öğrendi. Ebrû sanatında daha ileriye giderek kendi adı ile anılacak çiçekli ebrûlar yapmayı

144

nakletmektedir: Mustafa Düzgünman, hayâtının son yıllarını süren Necmeddin Okyay Hoca’ya yaptığı bir karanfil ebrûsunu hediye eder. Hoca, o kadar memnun olur ki; o anda, Mustafa Düzgünman’ın Hüdâyî Hazretleri’ne bağlılığını ifâde edecek şekilde “Hüdâyî türbedârı Mustafa Bey kârı bu ebrû Kopartıp koklamak ister, gören her bir zen-i hûb-rû*” beyitiyle cevap verir. Ahmed Yüksel Özemre başardı. Evinin bahçesinde yetiştirdiği güllerin nâmı İstanbul’da yayılan Necmeddin Hoca’nın yaklaşık 400 çeşit gül yetiştirdiği ve bunların isimlerini de tek tek bildiğini Mehmed Şevket Eygi Bey nakletmektedir. Mustafa Düzgünman ‘Aktar Hocalar’dan Sâim Efendi’nin oğlu olan Mustafa Düzgünman, özellikle ebrû sanatındaki kabiliyeti ile ön plâna çıkmıştı. Ebrûnun yanı sıra eski tarz cilt yapımı ve tespihçilikle de uğraşan Mustafa Düzgünman’a, annesinin dayısı olan Necmeddin Okyay özel ilgi göstermişti. Henüz 20’li yaşlarının başında yaptığı ebrûlar Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılmış olan yıl sonu sergisinde sergilenmiş ve sergiyi gezen İsmet İnönü, Mustafa Düzgünman’ın eserleri karşısında hayranlığını ifâde ederek kendisini tebrik etmişti. Üsküdar’da yoğun şekilde ziyâretçi akınına uğrayan Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin türbedarlığını yaklaşık çeyrek asır kadar yapan Mustafa Düzgünman’a dâir Uğur Derman Bey şöyle bir hâtıra

73 yıllık hayâtını Üsküdar’ın geçmişten gelen değerlerini tanıtmaya vakfeden Ahmed Yüksel Özemre Hoca zamanını aşan öyle bir isimdi ki tıpkı İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal gibi “Hezar gıpta o devrin kadîm efendisine Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine” beyitini hak edecek bir yaşam sürmüştü. “Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı” başlıklı kitabında bu irfân meclisine 53 sene hizmet ettiğini yazan Ahmed Yüksel Özemre, Türkiye’nin ilk atom mühendisi olmasının yanı sıra kültür târihimize dâir birçok kitaba imza atmış tam bir devr-i kadîm efendisiydi. Üsküdar’da “Son Osmanlı Beyefendisi” olarak anılmasının sebebi de budur. Ahmed Yüksel Özemre, olağanüstü denilebilecek bir hafıza gücüne sahipti. Böylece çocukluğunda tanıdığı Üsküdar’ı, o dönemin isimlerine dâir anektodları sıcacık üslûbu ile anlatarak kaybolmaktan kurtardı. * Zen-i hûb-rû: Güzel yüzlü hanım




BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM Şakir KURTULMUŞ Şair

Gençlik yıllarımızda yazılarımız için, İstanbul’un güzel mekânlarını seçerken, edebiyat sohbetlerini takip edebilmek için gittiğimiz belli başlı mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında en çok ilgi gören yerler Beyazıt’ta sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi. Sahafların çok canlı bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde. Meşhur sahafların dükkânları her zaman kapı ağzına kadar dolu olur ve gelenler buraya gelip giden hocaların sohbetleriyle beslenirdi.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ

Edebiyat, sanat ve kültür inüzerinde çalışıyorduk. Sahile sanlarının her dönemde kenyakın bir kahve, denizi gören di alanlarında çalışmalarını bir yer olursa daha çok ilgimi Teknolojik imkânların insani ilişkileri sürdürdükleri özel mekânları çekiyordu. Böyle mekânları zayıflattığı son dönemde, özellikle ola gelmiştir. Edebi mahal bulmak da gittikçe zorlaşıyor. şair ve yazarların bir araya gelmek için olarak nitelendirdiğimiz bu çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat Gençlik yıllarımızda yazılamekânlar, kültür ortamlarıve kültür mahfilleri oluşturma rımız için, İstanbul’un güzel nın gelişmesine katkı sağgayretleri anlamlıdır. mekânlarını seçerken, edebiladığı gibi, yazar ve şairlerin yat sohbetlerini takip edebilçalışmalarını rahatlıkla sürmek için gittiğimiz belli başlı dürebildikleri yerler olarak iz mekânlar da sayılıydı. Bunlar arasında en çok ilgi gören bırakmıştır. Edebiyatçıların kimi zaman dergi idarehanesi yerler Beyazıt’ta sahafların hemen çıkışındaki Çınaraltı olarak bile kullandıkları mekânlar olmuştur toplandıkları Kahvehanesi ile Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi. yerler. Öncesinde de çeşitli yerlerde esnaflar da dâhil değişik meslek gruplarının bir arada toplandıkları mekânlar ortaya çıkmış olsa da daha çok 19. yüzyılda ortaya çıkan bu mekânlar aydınların ve sanatçıların bir araya geldikleri yerler olarak üniversite çevresinde başlamış ve etrafa yayılmış. Uzun yıllar edebiyatçılar ve üniversite hocalarının bir araya geldiği bu yerlerde edebiyata ilgi duyanlar ve hocalarının ders dışında anlattıklarını dinlemek için dışarıdaki bu mekânları tercih ederlerdi.

Sahafların çok canlı bir kültürel yaşamı vardı o tarihlerde. Meşhur sahafların dükkânları her zaman kapı ağzına kadar dolu olur ve gelenler buraya gelip giden hocaların sohbetleriyle beslenirdi. Pek çok edebiyat ve kültür adamıyla sahaflarda karşılaşmak mümkündü. İçlerinde Abdullah Uçman, Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Bekir Oğuzbaşaran, Ebubekir Eroğlu, Kamil Eşfak Berki, Mustafa Ruhi Şirin gibi isimleri kitapevlerinde yeni çıkan kitapları incelerken görebilirdiniz.

Katılan aydın ve sanatçılar arasında düşünce ayrılığı da dikkate alınmaz, sağ görüşlü olsun sol görüşlü olsun edebiyat, sanat ve felsefi konularda konuşmalar yapılırdı. Kimsenin sahip olduğu görüş üzerinde durulmaz her biri ayrı görüşlere sahip olsalar bile bir arada konuları tartışıp konuşabiliyorlardı. Aylık edebiyat dergilerinde yayınlanan şiirler üzerinde değerlendirmeler yapılır, henüz yayınlanmayan şiirler üzerinde ustaların değerlendirmeleri alınırdı.

Ebubekir Eroğlu öncülüğünde Yönelişler Dergisi yayınlanmaya başlayınca Nejat Çavuş, İhsan Deniz, Osman Konuk, Mehmet Ocaktan, Yüksel Kanar, İlhan Kutluer, Adnan Tekşen, Mehmet Çetin gibi arkadaşlarla birlikte çoğu zaman derginin idarehanesi olarak kullanılan Ekin Yayınları’nın küçücük ofisinde bir araya gelmeye başladık. Yönelişler Dergisi’ndeki arkadaşların çoğunun kullandığı mekân ise Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ydi. Burada edebiyat sohbetleri, şiir değerlendirmeleri yapılıyor, müzik dinleniyordu. O dönemde ilk kez sol çevrelerle de yakın ilişki kurulmuş, bazı arkadaşlarımız Üç Çiçek Dergisi’ne katkı sunmuş, ilk şiir kitaplarını Üç Çiçek Yayınları arasından çıkarmıştı. Çorlulu Ali Paşa Medresesi o tarihlerde daha çok şairlerin tercih ettiği bir mekân olarak öne çıkmıştı. Mavera’nın İstanbul’daki bürosu, Yazıevi ve Aycan Grafik büroları ile Yedi İklim Dergisi’nin idarehanesi yıllarca edebiyat sohbetlerinin düzenli olarak yapılageldiği mekânlar olarak anılmalıdır.

1970’li yılların sonunda İstanbul’da devam etmekte olan bu toplantılara zaman zaman yetişme şansına biz de sahip olduk. Marmara’da, Küllük Kıraathanesi’nde bir araya gelen sanatçıların ve üniversite hocalarının toplantılarına katılıp kenardan izlerdik. Çeşitli dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütlerinde önceden belirlenmiş belli konularda yapılan seminer ve konferanslar da bu mekânların kültürel etkinlikler için kullanıldığı, edebi mekânlar olarak anılmalıdır. Bunlar arasında MTTB, Birlik Vakfı, Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, Kubbealtı, Fetih Cemiyeti gibi kurumların mekânları, seminer ve konferansların yapıldığı, özellikle üniversite gençliğinin ilgiyle takip ettiği yerlerdi. Yazı hayatımız Mavera Dergisi ile başladı. Şiirlerimiz Mavera Dergisi’nde yayınlanırken Yeni Devir gazetesinde düzenlediğimiz sanat-edebiyat sayfasında da bu çerçevede yazılarımız yayınlandı. İstanbul’un denizle, camilerle ve kuşlarla birleşen güzelliğini yaşayabildiğimiz yerlere daha çok yalnız gitmeyi tercih ediyor ve oralarda yazdıklarımız

148

Son dönemde İstanbul’da yazı ve çalışma mekânı olarak yine çeşitli kahveler anılmaya başladı. Sultanahmet çevresindeki kimi yerler, Fatih’te, Kadıköy, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Ortaköy, Rumelihisarı, Sarıyer gibi daha çok turistik sayılabilecek yerler, edebiyat çevrelerinin oturmak için tercih ettikleri mekânlarla dolu. Üsküdar bu anlamda kültür adamlarının tercih ettiği yerlerin başında geliyor denebilir. Üsküdar’da yoğun bir turist ilgisinden söz edilemez. Edebiyat ve sanat çevrelerinin


BENİM EDEBİ MEKÂNLARIM / Şakir KURTULMUŞ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Şakir Kurtulmuş, çalışma mekanı olarak tercih ettiği Abbare Kahve'de

tercih ettikleri mekânlar çoğunluktadır. Yedi İklim, Ay Vakti, Bir Nokta, Mektebi Üsküdar, Fayrap gibi dergilerin yayınlandığı bir yer olarak düşünüldüğünde Üsküdar’ın zenginliği daha iyi anlaşılacaktır. Dergi idarehanelerine gidip gelen şair ve yazarlar edebiyat sohbetleri için bu civardaki mekânları tercih etmekteler. Abbare Kahve benim çalışmak için tercih ettiğim bir mekân. Üsküdar’da sahile yakın, ulaşımı kolay, en önemlisi sessizliği… Çalışma ortamı için çok uygun; şehrin gürültüsünü, trafik kaosunu, stresinizi dışarıda bırakarak, okumalarınızı, yazılarınızı yapabileceğiniz bir yer. Edebiyat, sanat çevrelerinden çok kişinin tercih etmesinin bir nedeni de çalışma ortamının uygun oluşu. Kültürel etkinlikler için de

mekân olarak oldukça geniş imkânlara sahip bir yer. Bu konuda işletme sahibi ile görüşmeler sürüyor yakın bir zamanda ‘Abbare Sohbetleri’ başlayabilir. Şair ve yazarların imza ve söyleşileri olmak üzere çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapabilecek bir mekân. Teknolojik imkânların insani ilişkileri zayıflattığı son dönemde, özellikle şair ve yazarların bir araya gelmek için çeşitli mekânları kullanarak, edebiyat ve kültür mahfilleri oluşturma gayretleri anlamlıdır. Kendi çalışmalarını yapabildikleri gibi, kültür insanlarının bir araya gelerek, edebiyat ve sanat gündemi çerçevesinde sohbetleri devam ettirmeleri, kitabın, derginin konuşulduğu mekânların önemini daha çok artıracaktır.

149



SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI:

KAHVE

Cengiz AYGÜN Yazar

Mademki gelmişiz köhne cihana Derdimizi çeksin şu viranhane Gönül ne kahve ister, ne kahvehane Gönül ahbab ister, kahve bahane Kültür dünyamızın vazgeçilmez mekânlarından olan sohbet meclislerinde kahve fincanları dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden de kahveye dair mısralar dökülmesi adeta kaçınılmaz olurdu. İzine pek çok dizede rastladığımız muhabbetin bu kadim yareni üzerine lezzetli bir yazıyla başbaşa bırakıyoruz sizleri…


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN

Biri Halepli, diğeri Şamlı iki Suriyelinin İstanbul Tahtakale’de ilk kahvehaneyi açmasının üzerinden neredeyse 5 asır geçti. Bu zaman zarfında değişen onca şeye rağmen çay ve kahve, hâlâ eş-dost ziyaretlerindeki ve sohbet meclislerindeki ayrıcalıklı yerini koruyor. Bugün çay çok daha revaçta olsa da işin başında aslında sadece kahve var. Kahve adeta Yemen’le bütünleşmiştir ama bu nebatın anavatanı Habeşistan yaylalarıdır. Buraların Osmanlı toprağı olduğu devirlerde kahvenin kaynatılarak içilmesi önce Yemenli sufiler arasında başlamış, sonra Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye, oradan da Kahire’ye sıçramıştır. Suriye’ye gelişi ise 1540’lı yıllardır.

dervişlerin ve ilim erbabının buralara devam ettiğini, sığınacak yeri olmayan yabancıların ve yoksulların da uğrak yeri olduğunu yazmaktadır. Diğer bir tarihçi, Peçevi’nin verdiği bilgiler biraz daha detaylıdır. Yazdığına göre, yukarıda bahsettiğimiz iki Suriyeliden birinin adı Hakem ve diğerinin adı Şems’tir. Bazı ehl-i keyf ve özellikle kalem-kitap bilir okuryazar takımından birçok kişi, bu kahvehanelere gelmeye başlamışlardır. Bazıları kitaplar okumakta, bazıları yeni yazılmış şiirlerden bahsetmektedir. Böylece eskiden büyük masraflarla yapılan bu ahbap toplantıları bir-iki akçe kahve parasıyla temin edilir olmuştur.

Hemen ardında Anadolu’da yayılmaya başladığında, haram olduğuna dair fetvalar verilse bile 10 yıl gibi bir sürede ilk kahvehaneler devletin başkentinde açılır. Müdavimler arasında her kesimden insan vardır. Osmanlı’nın meşhur tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âlî, toplantı mahalleri olarak bahsettiği bu ilk kahvehanelerin iyi ve kötüleri barındırdığını,

En Makbul Kahve Günlük hayatımızda kahvenin vazgeçilemez bir içecek haline gelişi çok hızlıdır. Öyle ki, önce yasaklanmışken kısa bir süre sonra artık devlet idaresindeki tahmishanelerde onlarca dibekte kahve öğütülür ve İstanbul kahvehanelerine dağıtılır olmuştur. Fakat buralarda üretilen kahvede istediği lezzeti bulamayan İstanbullular zamanla çekirdek kahveye yönelmiş, bizzat kavurup toz haline getirdikleri kahveyi içer olmuş-

lardır. Zira kahvenin tazesi makbuldür. Hele “taze elden taze pişmiş” ise aliyyülaladır. Osmanlı sarayına kahvenin ne zaman girdiği tam olarak bilinmese de sarayın mutfak defterlerinde kahveye dair ilk kayıtlar, XVII. asra aittir. Her şeyin belli usuller ve teşrifat dâhilinde işlediği sarayda elbette kahve ikramının da bir adabı, erkânı vardı. Nitekim “kahve ocağı” dahi teşkil edilerek başına kahvecibaşı tayin edilmişti. Padişaha kahve hazırlamak onun göreviydi ve bu işi, emrindeki kahvecilerle beraber adeta özel bir ritüelle yapardı. Kahve, son devre kadar Osmanlı sarayındaki yerini korumuş, özellikle de kahvesini, üzerinde tuğrası yer alan fincanlarla içen Sultan İkinci Abdülhamid’in hayatında ayrı bir mevkii olmuştur. Bugün bu kahve takımlarını ve üzerinde bazı padişahların portrelerinin yer aldığı fincanları, müzelerde görmek mümkün. Esasında Türk kahvesi denilince, yeşil kahve çekirdeklerinin kararınca kavrulması, öğütülmesi, pişirilmesi ve ikram tarzını da içine alan bir merasimi anlamak gerekir. Cezve, dibek, değirmen, fincan, zarf, sitil, mangal ise bu merasimin çoğu kere sanatkârane hazırlanmış birer öğesidir. Özellikle çeşitli kıymetli malzemeden mamul fincan zarfları, zengin konaklarında zarafetin ve servetin delili sayılırdı. Sohbet meclislerinde kahve fincanları dudaklara değdikçe, şairlerin dilinden de kahveye dair mısralar dökülmesi adeta kaçınılmaz oluyordu. İşte bir misal: Madem ki gelmişiz köhne cihana Derdimizi çeksin şu viranhane Gönül ne kahve ister, ne kahvehane Gönül ahbab ister, kahve bahane

152


SOHBETİN OLMAZSA OLMAZI: KAHVE / Cengiz AYGÜN

Ve kahve kültürü hayatla o kadar iç içeydi ki, ilgili bilmeceler zuhur etmişti: Çanağı beyaz, çorbası kara (fincan); sürdüm kustu, çektim küstü (cezve)… Kahvenin Avrupa macerası da hayli ilginçtir. Cem Sökmen’in Hilmi Yavuz’dan naklettiğine göre kahveden söz eden ilk Avrupalı seyyah Leonhard Rauwolf’tur. 1570’li yıllarda Halep’te kahveyle tanışmış ve bunu, 1582’de bastığı kitabında dile getirmiştir. Türk kahvesinin Avrupa’da revaç bulması ise bu tarihten yaklaşık bir asır sonradır. Sultan IV. Mehmed devrinde (1648-1687) Fransa’ya gönderilen Müteferrika Süleyman Ağa, Paris’te Şark usulü döşettiği hususi konağında Fransızları Türk kahvesiyle tanıştırmış ve büyük sükse yapmıştır.

“Bu içecek siyah renkli ve acıdır, biraz da yanık konar… Bu içecek midedeki sarhoşluğun başa doğru yükselmesini engellemek… için iyidir. Türkler onun her türlü hastalığa iyi geldiğini söyler ve işin aslı, kesinlikle en az çaya atfedilen kadar meziyete sahiptir… Kimileri içine karanfil ve birkaç kakule atar, kimileri biraz şeker koyar ama tadını güzelleştiren bu karıştırma işlemi yararını azalttığı gibi onu daha sağlıksız bir içecek yapar. Türklerin yaşadığı ülkelerde bol miktarda kahve içilir. İster fakir, ister zengin olsun, günde iki veya üç fincan kahve içmeyen yoktur…” (Jean Thevenot, Thevenot Seyahatnamesi, çev.: Ali Berktay, İstanbul 2009)

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hayatlarında ilk defa içtikleri bu siyah maiye ve bütün Batılılar nazarında gizemini hep korumuş Şark havasına iyiden iyiye merak saran Fransız sosyetesi, Süleyman Ağa’nın konağından çıkmaz olmuştur. Paris’te 1683’te açılan ilk Türk kahvehanesi bugün hâlâ mevcuttur ve lokanta olarak işletilmektedir. Fransa’da ve sonra da Avrupa’da Türk kahvesi modasının başlaması böyledir. Kaynaklar Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri, İstanbul 2016; Beşir Ayvazoğlu, Kahveniz Nasıl Olsun?, İstanbul 2012; Veysel Sekmen, “Doğu’nun Siyah Çekirdeği Avrupa’da”, Yedikıta Dergisi, Sayı 88, s.34-38; İdris Bostan, “Kahve”, DİA, Cilt 24, s.202-205, İstanbul 2001.

153





TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN Metin ÖZTÜRK Yazar

İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı Giovanni Scognamillo. Uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki Glavani Apartmanı’nın 13 numaralı dairesi adeta bir dergâh ve mahfil gibiydi. Yüksek tavanlı geniş salondaki büyük soba, kitaplarla dolu duvarlar ve geniş koltuklarla her misafirin kendisini rahat hissettiği, mekânla bütünleştiği ve hemen ayrılmak istemediği bir havası vardı. Bu evin kapısını çalan hiç kimse geri çevrilmez, içeri buyur edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz ayırt edilmeden ağırlanırdı. Beyoğlu’nun beyefendisinin huzurunda kendinizi şimdiki zamandan kopmuş, geniş zamanların içine düşmüş bir çocuk gibi hissederdiniz.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK

1980’li yılların sonunda Türk sinema tarihine dair kaynak kitap yokluğu sinema üzerine araştırma yapmak isteyenler ve bu sanata merak salanlar için ciddi bir boşluk oluşturuyordu. Nijat Özön’ün araştırmaları, Rakım Çalapala ve Nurullah Tilgen’in incelemeleri kaynak ve belge açısından sıkıntılardan dolayı “tarih” olarak nitelendirilmeyi zorlaştırmaktaydı. Boşluğu dolduracak bir kaynağa ihtiyaç vardı. Bu kaynak da yıllardır sinema dünyasının ve bu dünyanın merkezi Beyoğlu’nun yerlisi bir isimden başkası değildi.

158

Giovanni Scognamillo’nun “Türk Sinema Tarihi” adlı iki ciltlik kitabı 1988 yılında yayınlandı. Babası İtalyan, annesinin ailesi de aslen İtalyan olmakla birlikte Yunanistan’ın Tinos Adası’ndan gelmişti. İtalyan bir Türk vatandaşıydı Giovanni Scognamillo. (Babası Leone Scognamillo İstiklal Caddesi’ndeki El Hamra Sineması’nda uzun yıllar yöneticilik yapmıştı). O zamanlar bu ismin “yabancı” bir yazara ait olabileceğini düşünmüş ve Türk sinemasının tarihini Türk olmayan bir yazarın kaleme almasını şaşkınlıkla karşıla-


TÜRK SİNEMASININ BİLGE TARİHÇİSİ GIOVANNI SCOGNAMILLO’NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK

mıştım. Tıpkı Türklerin tarihini Lamartine ya da Hammer’in yazması gibi. Kitabı gördüğümde anlayabildim ancak: Yazarımız doğma büyüme İstanbulluydu. 1987 yılının Kasım ayında Metis yayınları tarafından yayınlanan kitabın girişinde yazar şu cümlelerle tanıtılıyordu: “Scognamillo 1929’da İstanbul’da doğdu. 1948-1961 yıllarında başta İtalyan ve Fransız basını olmak üzere yabancı basında, 1961’den sonra ise Türk basınında sinema yazarlığını sürdürdü. Türk Film Arşivi yayını olan Türk Sinemasında 6 Yönetmen adlı kitabın yanı sıra Agah Özgüç’le birlikte Türk Sinemasında Kadın ve Cinsiyet’i ve 1965 Sinema Yıllığı’nı hazırladı. Dünyamızın Gizli Sahipleri, Uzaydan Geldiler ve Geleceğimizin Anahtarları (Koza Yayınları)’nın yazarı ve Batının İnanç Temelleri (Dergâh Yayınları) kitabının çevirmenidir.” Türk Sinema Tarihi kitabının 1. cildi 1896-1956 yıllarını, 2. cilt 1957-1986 yıllarını kapsamaktaydı. Kitabın editörü Fatih Özgüven sunuş yazısında, Scognamillo’nun sinema tarihi gibi nankör ve çabuk başarılar getirmeyen bir alanı yıllardır titizlikle koruyup gözeten iki, üç kişiden biri olduğunu, kitabın yargılardan ziyade olgularla ilgilendiğini ifade eder. Belki de sinema bu coğrafyada ilk kez Beyoğlu’nda gösterildiğinden bu sanatın tarihini yazmak da Beyoğlu’yla özdeşleşen bir yazara yakışırdı. Beyoğlu Osmanlı döneminde Pera (öte taraf) olarak adlandırıldı. Tıpkı anlamı gibi, “öteki” olarak nitelenebilecek gayrimüslimler, levantenler genelde Beyoğlu ile birlikte anılır oldu. Yine 1980’li yılların sonunda bu kez kült bir kitap olan İstanbul’un Gizemleri ile karşımıza çıktı Giovanni Scognamillo. Kitap İstanbul’daki yeraltı tünellerinden

Scognamillo ailes

i İstanbul'da bir hafta

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

evliya türbelerine, büyü-muska yazma geleneğinden sihirli mekânlara kadar akılla açıklanması güç olayları konu ediyordu. Yıllar sonra (90’lı yıllar) Atatürk Kitaplığı’nda gerçekleştirdiğimiz “Gizli Filimler Hazinesi” programının ismini, bu kitapta bahsi geçen ve büyü, muska, astroloji bilgileri içeren “Gizli İlimler Hazinesi”nden ilhamla koymuştuk. Giz, gizem, parapsikoloji, vampirler, karanlık, fantastik dünyalar Scognamillo’nun ilgi duyduğu alanlardı. “Gizli Filimler Hazinesi”nin bir programında Orhan Atadeniz’in “Tarzan İstanbul’da” filmini göstermiştik. 90’lı yıllarda video kasetten gösteriliyordu filmler. Video kaseti Scognamillo’dan almıştık. Filmin maalesef son kısımları eksikti. O kısımları kendisi anlatmıştı seyirciye. Seyirci de bu sıra dışı gösterimden hayli memnun kalmıştı. Giovanni Scoganmillo’nun hoşsohbet bir anlatımı vardı. Kendine özgü aksanı, tonlaması, mizahi yaklaşımı, sakin ve bilge üslubuyla dinlemesi keyif veren bir üstâddı.

sonu gezintisind

e

namillo

ni Scog

Giovan

asıyla i ve bab , annes

birlikte 159


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK

1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin düzenlediği etkinlikler arasında sinema programları dikkat çekiyordu. Türk sinemasının 80. yılı dolayısıyla düzenlediğimiz etkinliklerde Giovanni Scognamillo da konuşmacı olarak yer almıştı. Kendi “mahallesi”ndeki (Beyoğlu – Tünel) sevimli mekân Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Dünü ve Bugünüyle Yeşilçam” açık oturumunda duayen sinema yazarları Atilla Dorsay, Burçak Evren ve usta senaryo yazarı Bülent Oran ile birlikte Türk sinemasının macerasını etraflıca dile getirmişti. Ünlü senarist, sinema yazarı rahmetli Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü’nün 20 Haziran 1990 tarihli “Nasıl Bir Sinematografi?” başlıklı yazısına şöyle başlıyor: “Sevgili dost, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo’yu Tünel’deki evinde ziyaret ediyorum. Ezan sesinin, Pera kiliselerinden gelen çan sesine karıştığı bu evde, Giovanni’nin kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur yayılır. Yeni kitabına Bir Levantenin Anıları adını veren Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına hep sahici bir konumdan, bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu, samimi bir açıdan bakmaya çalışmıştır. Konumuz yine Türk sineması. ‘Bir meselede gerçekçi olalım. Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı

bile olduğu söylenemez’ diyor Giovanni. ‘Bir çok insan, falan kamera açısını neden seçtiğini, filan yerde neden yakın ya da uzak plan kullandığını hâlâ bilmiyor’. Sesinde keder var.”

Söyleyin Genç Kız lara filminde Hü lya Koçyiğit , Ekrem Bora ve Salih Gü ney'le birlik te

160

Giovanni Scognamillo’nun uzun yıllar ikâmet ettiği İstiklâl Caddesi Postacılar Sokağı’ndaki Glavani Apartmanı’nın 13 numaralı dairesi bir dergâh ve mahfil gibiydi adeta (13 rakamı meşhur gizeminden dolayı gizemlere meraklı Scognamillo için manidardır). Yüksek tavanlı geniş salondaki büyük soba, kitaplarla dolu duvarlar ve geniş koltuklarla her misafirin kendisini rahat hissettiği, mekânla bütünleştiği ve hemen ayrılmak istemediği bir havası vardı. Bu evin kapısını çalan hiç kimse geri çevrilmez, içeri buyur edilir, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz ayırt edilmeden ağırlanırdı. Beyoğlu’nun beyefendisinin huzurunda kendinizi şimdiki zamandan kopmuş, geniş zamanların içine düşmüş bir çocuk gibi hissederdiniz. Yazarımız bu evde millo, kare. Scogna filminden bir yor. Sevmek Seni lü rü gö e kt rli ile bi Beklan Algan

Selma Güneri

ve


GIOVANNI SCOGNAMILLO'NUN ARDINDAN / Metin ÖZTÜRK

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kiracıydı, ev sahibi de apartmanın kapıcısıydı. Yakın tarihin acı bir hatırası olan 6-7 Eylül olaylarında memleketi terk etmek zorunda kalan gayrimüslimlerin boşalttığı evlere fırsatçı insanlar el koymuş, zamanaşımı sürelerinin de sona ermesiyle bu gayrimenkullerin sahibi olmuşlardı. Scognamillo’nun ikamet ettiği ev de bu süreci yaşamıştı ve ev sahibi oğlunun evlenmesini gerekçe göstererek üstadı kendisiyle bütünleşen bu hâneden ayırmak zorunda bırakacaktı. Giovanni Scognamillo, Ayşe Şasa’nın eşi senaryo ve hikâye yazarı Bülent Oran ile Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenlediğimiz bir söyleşiye daha katılmıştı. Yakın arkadaşı Bülent Oran’ın en önemli özelliğini vurgularken aslında, bir bakıma kendisini de tarif ediyor gibiydi: “Bülent, içinde küçük bir çocuk taşıyan büyük bir adam”. Scognamillo’nun 90’lı ve 2000’li yıllarda uğrak yerlerinden biri de yine kendi mahallesinde, İstiklal Caddesi Atlas Pasajı’ndaki Atılgan bilim-kurgu dükkânıydı. Dükkânın ortaklarından genç yaşta vefat eden karikatürcü Metin Demirhan ile iyi dosttular. Kültür A.Ş.’den şair-sinema yazarı-çevirmen Hasan Aydın bu iki kafadar ile “Fantastik Filmler Festivali”ne imza attı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve Atatürk Kitaplığı’nda, 1997-2000 yılları arasında dört kez düzenlenen festival, gösterilen filmler ve söyleşiler ile ciddi ilgi gören bir etkinlik olmuştu.

Son dönemde İBB Kültür Daire Başkanlığı Kültürel Etkinlikler Müdürlüğü tarafından Türk Sinemasının 99. Yılı vesilesiyle Giovanni Scognamillo’ya Saygı Gecesi düzenlendi. 13 Kasım 2013 tarihinde (yine o meşhur 13’ler) Fatih Kültür Merkezi’nde düzenlenen programa üstad Scognamillo manevi kızı Nalan Söylemez ile birlikte katıldı. Üstad tekerlekli sandalyedeydi ama gözleri sevimli bir çocuk neşesiyle ışıldıyordu. Açılış konuşmasını İBB Kültür Daire Başkanı Abdurrahman Şen’in yaptığı programa Burçak Evren, İhsan Kabil, Kaya Özkaracalar ve Barış Saydam konuşmacı olarak katıldı. 7 Ekim 2016 Cumartesi günü bu dünyadaki görevini tamamlayan Giovanni Scognamillo 9 Ekim Pazartesi günü Kurtuluş’taki Latin Katolik Kilisesi’ndeki törenin ardından Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’na defnedildi. Törene hakkında “Bay Sinema” kitabını yazdığı Türker İnanoğlu ve eşi Gülşen Bubikoğlu, Abdurrahman Şen, dostları, sevenleri ve sinema yazarları katıldı. İsmi yabancı, kendi yerli bir insandı Giovanni Scognamillo. Ruhu şad olsun.

161


İSTANBUL’UN SANAT Şunu kabul etmeliyim ki ben şanslı, hem de çok şanslı bir çocuktum. Çok küçük yaşlarda, ilkokul çağımda ve sağlık nedenleriyle on bir, on iki yaşlarıma kadar okula gitmemek, gidememek durumunda kaldığım için akranlarım okula giderken ben rahmetli babam ile gezip dolaşıyordum. Bir ağabeyim daha olmasına rağmen, her nedense beni yanında taşırdı rahmetli. Her yere; işe, tekkeye, gezintiye… Her yere benimle giderdi. Bunların arasında Sütlüce Mezbahası olduğu kadar, Küllük gibi sanat mahfelleri de vardı. Arkadaşlarıyla orada buluşurlar, saatlerce sohbet ederler, tartışırlardı. Ben çocuk da üstümüze eğilmiş atkestanesi ağaçlarından dökülen meyveleri toplar, onlarla sohbet ederdim. Geçtiğimiz yıl büyük bir şans eseri elime geçen “Küllükname”yi nasıl bir iştiha ile okuduğumu tarif edemem. Sıtkı Akozan, Küllükname’yi 1936 yılında mesnevi formunda yazmış, bir formaya sığdırmış ve doğru sayabildiysem yüz yirmi seçkinimizin adını kaydetmiş orada Küllük müdavimi olarak… O günlerde, Bayezid Camii’ni ortaya alırsak, bir yanında Küllük varken öbür tarafta, Sahaflara girmeden önce solda, sanırım şimdi Bayezid Devlet Kütüphanesi olan binada cumartesi günleri, benim yakıştırmamla ‘etfal’e mahsus bir edebiyat mahfeli vardı. Evet, çocuklara tahsis edilmiş bir salon vardı binanın içinde ve dediğim gibi hafta sonu cumartesi günleri oraya gider, inanılmaz bir uğultu içinde kitap okur, okuduğumuz kitapların tartışmasını yapıyoruz diye kavgasını yapar, sıra gelirse mikrofona çıkar şiir okurduk. Başımızda görevli hocalar vardı, her sorumuza cevap vermeye çalışırlar, akşam olunca da yığıldıkları sandalyelerden gidişimizi izlerlerdi. Zaman geçtikçe orada bulunmaya alıştık, dinlemeyi öğrendik. Dahası ilgi sahalarımıza göre, bir nevi, gruplara ayrıldık farkına varmadan. Sahaflarda, tezgâhlarda eşinip kitap seçmeyi de oraya gidiş gelişlerimde öğrendim. Bir defasında babamın okul arkadaşı ve evimizin müdavimi olan merhum Cemalettin Server Revnakoğlu’na, “Şeyh Çocuk” amcama rastlamaz mıyım? Tuttu elimden, o abartmalı tavrıyla başladık dükkân dükkân gezmeye… Her girdiğimiz mekânda beni, babamın kim olduğunu anlatarak tanıştırdı. Anlayacağınız Batılıların “sosyeteye takdim” töreni gibi fakir de Sahaflar âlemine Şeyh Çocuk amcam tarafından takdim edildim. Bu, okuyanı rahatsız edebilir ama “Mekteb-i Sultanî” diye de tanınan Galatasaray Lisesi’nde Cemalettin Server Bey’e uygun görülen lâkab bu imiş. Gel zaman, git zaman, gün geçti, devran döndü; okullar bitti, elimiz ekmek tuttu. Vazife gereği İstiklal Caddesi’nden her gün geçer olduk. Yuvarlak Masa’da bir müzik mahfeline nasıl üye olunabildiğini öğrenirken karşı sıradaki tenha bir sinema mahfelinde Cahide Sonku gibi bir efsanenin nasıl bir kadeh şarap dilendiğini gördük.

Gavsi BAYRAKTAR

Tünel başında İstiklal Caddesi’nin başlangıcında yer alan tarihi Botter Apartmanı’nda bulunan iş yerimizde öyle olaylar yaşadık ki, hangi birini anlatsak bir mahfel çıkar karşımıza. Yabancı dilde haberleşmemizde görevlendirilmek üzere bir elemana gerek vardı. Verilen gazete ilanına göre başvuranlar arasında bir genç vardı ki, aranan nitelikleri fazlasıyla karşılıyordu. Almanca isteğimize karşı, İngilizceye de hâkim olan biriydi ama ancak yaz başına kadar çalışabileceğini söylüyordu. Bu beyanını da dürüst davranış olarak niteleyip işe aldık. Sarışın, uzun boylu ve mavi gözlü bir arkadaş idi. Rahat tavırları ve açık konuşmasından etkilenmiştim. İşe başladı. Her gün mesai saatinden çok önce gelmesi dikkatimi çekmişti. Açıkça sordum; aynı açıklıkta cevap verdi: Zemin katta bir Amerikalı bayan oturuyordu. Bizim genç mütercim erken gelerek kadının posta kutusuna bırakılan İngilizce gazeteleri okuyup yerine bırakıyormuş. Birtakım olaylarda gelen raporları okurken ve telefon görüşmelerini dinlerken anladık ki sadece iki dil değil çok daha fazlasını biliyordu. Romence, İtalyanca ve Fransızca bunlardan birkaçıydı. Sorduk ve anladık ki, Genç arkadaş dil öğrenme konusunda özel bir heves ve yetenek sahibiydi. Ankara’da bir Katolik rahip bularak Latince ders almıştı. Yazın işten ayrılma nedeni de Afganistan’a gidip Urduca öğrenmek idi. Her yıl bir yere gider ve oranın dilini öğrenirmiş. Bu durumda işten ayrılacağına şirket hesabına giderek hem dil öğrenmesini hem de bu faaliyetini bizim karşılamamızı, masraflarını ödeyebileceğimizi teklif ettim ama kader, onun seyahatinden önce ben işten ayrılmak zorunda kaldım. Ertesi yıl sanırım, ilk çeviri kitabı yayınlandı. Gılgamış Destanı’nı orijinal dilinden çevirmişti. Yıllar sonra sanal alemde karşılaştık. Mesleğinde yükselmiş ama tevazuunu hiç bırakmamıştı. İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Teoman Duralı idi. Şimdi nerededir bilmem. Yaş farkımıza rağmen arkadaşlığından onur duyduğum bir kimsedir. Beraberliğimiz sırasında başka bir iş arkadaşımız vardı; çalışkan, başarılı, nazik ve duygusal biriydi. Hayatta uğradığı terslikler, alkole sığınmasına sebep olmuştu. Hayatını düzene sokmak için desteğimizi istedi. Peki, dedik ve iş dışı hayatına ister istemez girdik. Bir otelde kalıyor ve yemeklerini hep aynı yerde yiyordu. Yemek yediği yeri görmek istedim, öğle yemeğine götürdü. Asmalımescit’te küçük bir köfteci dükkanı idi. Büyücek, on-on iki kişinin çevresine oturabileceği tek bir masa vardı içeride. Bir pişirici ve bir de servisi üstlenen patron vardı. Mehmet Abi dedikleri patron badem bıyıkları ve ayağındaki yumurta ökçe yemenilerle tam da İstanbul usulü bir efendi külhan beyi olduğunu saklamıyordu. Saygılı bir tavırla bizi ağırladı. Çıkışta bizimkine bir şeyler fısıldadı. Sonra öğrendim ki, akşama davet etmiş bizi… Akşam ne var dediğimde anlatıldığına göre her akşam aynı kişilerin katıldığı musiki seansları yapılır, yabancı alınmazmış. Birkaç gün sonra gittim.


VE EDEBİYAT MAHFELLERİ… Çok büyük nezaketle karşıladılar. Çevrede çalışan ya da yaşayan orta sınıf insanlarıydı çoğu; Aralarındaki nezaket ve samimiyet dikkati çekiyordu. Biraz havadan sudan sohbet sonrası “doktor” diye hitap ettikleri biri bana sordu; biraz musikiye itirazım olur muydu. Mutlu olacağımı söyledim. Makam tercihimi sordu; ben fark etmeyeceğini söyleyince aralarında kısa bir müzakereden sonra Yahya Kemal ve Münir Nureddin şarkılarında karar kılındı. Giriş makamı ‘segah2 olacaktı. Ve başladı. Saz yok, sadece insan sesi! O gece aldığım zevki, çok az yerde aldım, inanın. Bu gösterişsiz köfteci dükkânı benim ilk musiki mahfelim olmuştur. Asmalımescid deyince akla gelen bellidir. Biraz bohem, çokça tartışma… -Edebi ya da siyasal olması fark etmez, tartışma olsun yeter!- Bunlara bir okul arkadaşımız da katkıda bulunmak istemiş, bir yer açmış; açılışına bizi de davet etmişti, gittik. Okuldan olaylı ayrılmamızdan sonra kurtuluşu devrimcilikte bulmuş ve epeyce gayret göstermiş bir arkadaşımızdı. Ne var ki, okul, asker ve cezaevi arkadaşlıklarının tamamını paylaştığımız için aramızda siyaset ancak espri konusu kalırdı. O gece de öyle oldu. Mekânın adı “Intermezzo” idi. Sorduk bizim arkadaşın derin(!) Türkçesine güvenerek; Ne demek oluyordu bu intermezzo? Her zamanki rahatlığı ile cevap verdi; ne bilsindi ne demek olduğunu, dostları öyle istemişler, bizimki de he demişti. Onun tarzına uygun tartışma açtık; ne demek oluyordu bu intermezzo? Akla ziyan düşünce beyanlarından sonra karar(!) verildi ki, intermezzo, “iki arada bir derede” demek olup bizim arkadaşı da pek güzel tarif etmektedir.

Sonra duyduk ki, bir ay sonra kapatmış orayı. Sonraki ilk karşılaşmamızda sordum: “Intermezzo ne demek, öğrenebildin mi bari?” Her zamanki coşkusuyla cevap verdi: “He! Öğrendim vallahi!.. Kapitalist müziğinde ara nağmesi demekmiş.” Pera’da, Cadde-i Kebir çevresine dağılmış yüzlerce meyhaneden çoğu sanat erbabı tarafından mahfel olarak kullanılmış, mekân sahipleri de bu unvanla anılmaktan memnun, bir hay-huydur gitmiştir. Bunlardan birinde kümelenmiş olan şair takımı, çekişmeler, kıskançlıklar ve hazımsızlıklar ile bulundukları mekânı yaşanmaz hale getirmekteyken; Orhan Veli Kanık ile Celal Sahir Erozan arasında geçtiği rivayet olunan bir atışma dikkatleri çekerek dışarı sızmıştır. Edebi anlayışları farklı olduğu için farklı gruplarla yiyip içen bu iki şair, bir akşam her nasılsa aynı masaya düşer. Celal Sahir daha yaşlı ve fiziksel açıdan pek göze hoş gelmediği için aşk meşk işlerinde çekingen ve içine kapalı bir zat imiş. Orhan Veli ise aksine pek uçarı bir tip olduğu için o akşam, edebi açıdan ikna edemediği rakibini belden aşağı vurmak maksadıyla, tam kapıdan çıkmak üzereyken arkasından bağırarak şöyle der: “Sarhoş Sahir, sarhoş Sahir; Ne anlarsın aşka dair.” Mekânda bir sessizlik olur. Herkes Celal Sahir’in ne yapacağını merak ederken, O da aynı tarzda cevap vererek kapıdan çıkar, gider: “Halkı aldatmaktan sanık, Şair Orhan Veli Kanık.”

Eski zamanlarda Beyoğlu


İSTANBUL MEKÂN Nevmekan

Bağlarbaşı’nda, “kitaplı kahve” fikriyle tasarlanan bir kafe Nevmekan. Neoklasik üslupta inşa edilmiş, kökleri geçen yüzyılın başına uzanan bir yapıda kurulan yepyeni bir mekân. Üsküdar Belediyesi’nin restorasyonu sonucu, İstanbulluların kentin karmaşasından kaçıp soluklanacağı bir durak haline gelmiş. Pek çoğunu Prof. Dr. Mete Tunçay ve Prof. Dr. Uğur Derman gibi önemli isimler ile Üsküdar Sahaf Festivali’ne katılan sahafların bağışladığı 5000’e yakın kitabın oluşturduğu kitaplığı ile portatif sahnesinin kimi zaman kültür sohbetlerine kimi zaman dünya müziği ezgilerine ev sahipliği yapan sahnesi, Nevmekan’ı muadillerinden ayıran en önemli özellikleri. Lezzetli ikramları, sahnesi, bahçesi ve sergi alanıyla hizmet veren bu mekân, on üç ay gibi kısa bir sürede gerek tarihî bir atmosferde çayını kahvesini yudumlamak isteyenlerin gerekse kentin kültürel gündemini takip edenlerin uğrak yeri haline gelmiş, kendi müdavimlerini oluşturmuş. Haftanın her günü 08:00-00:00 arasında hizmet veren Nevmekan, İstanbul’un kültür mahfilleri arasında sayılacak en taze mekan. Adres: Selami Ali Mh., Gazi Cd., No: 12 Üsküdar / İstanbul Telefon: 0216 655 7475


İSTANBUL MEKÂN


AJANDA DERS İLE SOHBET ARASINDA Şemsettin ŞEKER Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları İstanbul, 2013 647 Sayfa

SAZ VE SÖZ MECLİSİ Türkân ALVAN M. Hakan ALVAN Şule Yayınları İstanbul, 2016 550 sayfa

Şemsettin Şeker, yedi yıl gibi oldukça uzun bir süre zarfında, elyazması ve matbu pek çok kaynaktan faydalanarak hazırladığı bu eserinde; 19. asır İstanbul’unda var olan ilim, kültür ve sanat meclislerini detaylı bir şekilde incelemeye tabii tutuyor. Kitabı saray ve çevresi, resmî müesseseler, dinî-içtimai muhitler, mûsikî meclisleri ve konaklar olmak üzere beş kategoriye ayırarak ilim-sanat ve muhit ilişkisini de ortaya koyuyor.

Sözün ve sazın yarenliğini anlatan bu kitapta, klasik Türk şiiri ve mûsikîsinin saz ve söz meclisleriyle ilişkisine dem vuruluyor. Bu meclislerden çıkan güftelerden ve bestelerden hikâyeleriyle bahsediliyor. Bol bol şiir ve musiki şaheserlerinin yer aldığı Saz ve Söz Meclisi'nde , okuyucuya bazı dinleti tavsiyeleri de veriliyor. Türkân Alvan ile M. Hakan Alvan'ın birlikte kaleme aldığı bu değerli eser, alanındaki önemli bir boşluğu dolduruyor.

IŞIK DENİZİNDE BİR GEZGİN Félix Ziem Yer: Pera Müzesi Tarih: 10 Kasım 2016 - 29 Ocak 2017

19. yüzyıl resmine damgasını vuran, çoğunlukla İstanbul ve Venedik konulu yağlıboyalarıyla tanınan Fransız ressam Ziem’in eserleri, ilk kez İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Sergide, Ziem’in, izlenimci ressamlarla üslupsal ilişkilerini yansıtan yağlıboyaları ile Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları öne çıkıyor. Resimlerinde kentin canlı bölgelerini yansıtan sokaklar, öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden kayıklar betimleniyor. Işıl ışıl su yansımaları, göz kamaştıran gökler, puslu görüntüler ise tuvallerinin temelini oluşturuyor. İstanbul’u ressam ve gezgin Félix Ziem’in gözünden seyretmeye davet eden bu sergi, Ocak ayının sonuna kadar ziyaret edilebilir.


AJANDA

MEKÂNDAN TAŞAN EDEBİYAT Turgay ANAR

İstanbul'da köşk, yalı ve konaklardan çayhanelere, meyhanelere kadar pek çok farklı mekân, edebiyat mahfili olarak kullanılmıştır. Turgay Anar, 19. yüzyıldan günümüze kadar kullanılan bu edebiyat mahfillerini doktora tezini Mekândan Taşan Edebiyat başlığıyla kitaplaştırmış.

Kapı Yayınları İstanbul, 2012 674 sayfa

Mahfillerin nerelerde olduğu, müdavimlerinin arasında kimlerin yer aldığı ve sohbet konularına dair geniş çaplı bilgiler veren bu kitap, titiz bir çalışmanın ürünü olarak okuyucuyla buluşturulmuş.

ESKİ İSTANBUL KAHVEHANELERİ

Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabının ilk bölümünde; kahveden ve kahvenin Türkiye’ye gelişi ile birlikte açılan farklı türlerdeki kahvehanelerden bahsediyor. Kitabın ana bölümünde ise, aydınların iletişim ortamı olarak kullandıkları İstanbul kahvehaneleri ele alınıyor. Sökmen, bu mekânları Beyazıt, Babıali, Şehzadebaşı ve Beyoğlu semtlerine göre kategorize ederek dört başlıkta inceliyor. Kahvehanelerin yanında şifahi kültürü yaşatan kıraathaneler, pastaneler, lokantalar; müdavimleri olan aydınlarla birlikte anlatılıyor. Üçüncü ve son bölümde ise İstanbul’da kahvehanelerin toplandığı dört ana merkez üzerinden dünden bugüne modernleşme ile birlikte şehirlerin değişen iletişim mekânları değerlendiriliyor.

Cem SÖKMEN Ötüken Neşriyat İstanbul, 2016 256 sayfa

CYMINOLOGY MEETS MARTIN STEDNER & KORHAN EREL Yer: Borusan Müzik Evi Tarih: 25 Ocak 2017 Saat: 20.30

Edebiyatı ve çağdaş müziği başarılı bir şekilde harmanlayan Alman caz dörtlüsü Cyminology, Rumî, Hafız ve Hayyam’ın üslubundan ilham alarak eserlerinde Fars ritimleriyle cazı birleştiriyor. İlk albümleri Get Strong’u 2002 yılında müzik piyasasına sunan grup, farklı diller ve kültür birikimlerinin müziğe kattığı renklerle birlikte Alman cazını zenginleştirmeye devam ediyor. Cyminology, Samawatie’nin bestelerini Stegner ve Korhan Erel ile birlikte seslendirirken, chamber caz, açık doğaçlama, deneysel ve elektronik müzik, modern kompozisyon, izlenimcilik ve minimalizm gibi farklı müzik türleri ve akımlarının unsurlarını titizlikle yansıtacak.





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.