999 metrenin dayanılmaz hiç’liği Herkes için, herkese uygun olan bir “iyi” olabilir mi? Sofistler ile Sokrat ve Platon’u karşı karşıya getiren soru işte budur. Ben herhangi bir tarafı desteklememekle beraber bu soruya nasıl yanıtlar verebiliriz, hangi açılardan eleştirebiliriz ve saptamalar yapabiliriz sadece bu yanıyla ilgilenip bir sonuca erdiricem. Sofistler’in aksine Sokrat tümel-geçer “iyi”lerin varlığına inanıyordu. Tümel-geçer denince benim aklıma hep “etik” gelir burdan. Aynı şekilde, “iyi”lerden “doğru”lara, oradan da “etik”e geçebiliriz, “ahlak”a değil “etik”e. Bunu özellikle belirtmeliyim. Hartmann sözünü hatırlatarak, “Ahlaksal çokluğa karşı etik tektir.” Herkesin ama herkesin katıldığı bir “iyi” (yargı) olabilir mi? Herkesin üzerinde hem fikir olabileceği bir durum olabilir mi? Dünyayı makrokosmostan mikrokosmos’a indirgeyecek olursak, dünya üzerinde kıtalar bulunur, kıtalarda devletler, devletlerde topluluklar, topluluklarda gruplar, gruplar da aileye indirgenir en temel taşı olarak. Biz, bir aile içinde bile bir aynı-fikirde-olunma-durumu bulamazken, milyonlarca insanın aynı fikirde bütünleşmesini bekleyebilir miyiz? Bence, bana sorarsanız, Sokrat tümel-geçer’de iyi’yi değil, etik’i kastediyordu daha çok. M.Ö 4. Yüzyıldan çok sistematik derinlemesine bir tespit beklemiyorum tabi ki de. Bu haksızlık olurdu tamamen Sokrat’a. Sokrat’ta var olan şey, iyi’nin vicdan ve us’la bütünleşmesidir bana göre. Yine kendim ile çelişeceğim, ama söylemeliyim, bir kişi olarak, tüm değer ve yargıları bir kenara koyarsam, akılcı davranırım değil mi? Diğer yandan, Descart’ta da olduğu gibi, tüm kültürlerin açısından bir şeyi ele alabilirim ancak, kendi bakış açımdan bir şeyi değerlendiremem, sonuca varamam o şey hakkında. Varmış olacağım tek şey benim açım olur ve bu da beni çürütür ancak. Ama Sokrat herkesin akılcı olmasından yanaydı, zaten idam edilmesi de bundan
değil miydi zaten? “Tanrıları reddetmek” diye suç mu olurmuş? 21.yy için –teokratik devletler sınırları dışarsında- tamamen mantıksız ve saçmadır böyle bir şey. Yine, genel-geçer bir iyi bulacaksak,bir örnek olarak, otobüs dolu iken, hamile bir kadına yer vermemek “kötü” olmaz mı? Bu fikre herkes katılmaz mı? Yoksa birisi çıkıp “yer vermemek benim irademledir, irademe neden kötü diyesiniz?” de demez mi? Bana göre böyle bir cevap pekala saçma olacaktır. Burada, hamile kadının durumu bir “yardım etme” hâli olabilir, ve yardım etmek istemezse bir insan, onu aşağılayacak değilim. Yine de merak ettiğim şu ki: Bu genel-geçerliliği her şeye uygulayamam, böyle bir usavarma’ya varıcak kadar iddialı değilim, çünkü, kendim de bunun bilincindeyim ki, herkesin aynı “iyi”lere varması çok ütopik bir sonuç. Gerçi ütopyalarda herkes aynı fikirde, fikirden kastım, herkes olduğu şeyden memnun. Ama bu memnunluk Cesur Yeni Dünya’da da var, orada herkes “o” olduğu için memnun ama, oradaki herkes gerçek dünyada olmadığı için bizim yaşantımız ile oradaki yaşantıyı karşılaştırmam dayanıklı bir sonuç sağlamaz bana. Sofistler’e hak verdiğim kısım şudur ki, herkesin kendi iyi’leri ve haz’ları vardır. Ve, ayrıca, her haz da iyi değildir derler. İşte budur can alıcı noktası. Haz’lar yıkıcıdır, tutkular da. Hazları hep iç-güdü olarak görmüşümdür, çünkü iyi yönlü bir hazza rastlamadım henüz. Haz genelde ete duyulan istekle başlar ve hep te insanı peşinden sürükleyen bir şey hâline gelir, ama, herkesin hazzı da bir olmuyor. Sayısal loto oynamak da bir haz olabilir, kadınlara olan düşkünlük te. Burada ahlak bekçiliği yapacak değilim, yine de hazları “iyi” kabul edemiyorum. Hep insanı tutsak eden, insanın efendisi olan bir şey olu verip çıkıyor hazlar en sonunda. Peki biz en yüksek iyi’den ne anlamalıyız? Bir iyi varsa, bunun bir seviye açısından en yükseği ne olabilir, varmamız gereken? Camus’dan bir alıntı yapıcam burada, Camus, Sisifos Söyleni’nde, paradan bahseder. Paranın en başta bir araç olduğunu vurgular, para,
maddi olarak istediğimiz şeyleri almamızı sağlayan bir “araç”tır. Sonra, bu para, araç’tan amaç’a dönüştüğünü söyler. Paranın,artık bir araç’tan ziyade,mutlu olunmak için gerekli şey olarak gördüğümüzü söyler. Haklıdır da. Böyle bir tüketim çılgınlığı içersinde söylenecek ne var ki? İşte, en yüksek iyi de belki böyledir. Önce ona varmaya çabalar, sonra onun bizi ele geçirişini izleriz. Ama filozoflar benim bahsettiğimden bahsetmiyor kuşkusuz. Onlar belki erdemden bahsediyor olabilir veya ahlaklılıktan. Ama, neyi en yüksek iyi yapsam, en başta zaten ona sahip olunmalı gibi hissediyorum, yani demek istediğim şu ki, ben erdeme erişeceksem, önce zaten erdemin bilincinde olmalıyım. Bir şeyin var olduğunu düşünüyorum ve biliyorum ama ona varmaya uğraşıyorum, bu sanki bir dağın tepesine varmak gibi, dağın tepesini biliyorum, bir tepenin varlığına kuşku duymuyorum, ama tırmanırken “neye varıyorum”? Bu tam anlamıyla bir sıçrama değil de nedir? Dağın başından tepesine kadar geçen süre zarfında hiç bir şeye varamıyorum mu? Belki de bu uğurda, dağa tırmanırken, tepenin varlığına olan inancını yitirip dağdan aşağıya inmeye karar veren insanlar bile vardır. Ama bu şöyle bir şey ki, tepeye “yaklaşma”yı kimse tebrik etmez. Siz, tepeye çıktığınız vakit bir işi başarmış sayılırsınız. Demek ki bu bir sıçrama’dır kuşkusuz. Çünkü, dağ 1000 metre ise, ben 1000. Metreye varana kadar bir hiç’im. Bu dağa tırmanma hâlim – süregelmişliğim bir hiç’tir. Kimse dağa tırmananı dikkate almaz çünkü. Bu bir yok’luk hâli midir? Ben 999 metre tırmanmış olsam, kimsenin umurunda olmayacaktır o vakit. 999. Metre’de ölsem, sanki hiç tırmanmamış gibi olacağımdır. Ama 1000 metre tırmanmak bana bir başarı mı elde edecektir? Bir de şu var ki, o dağda 1000 metre tırmanmak bir başarı kabul edilir, yani, farklı farklı 5 dağda, her dağda 200 metre tırmansanız, bir dağda 1000 metre tırmanmanızla eş değer olamaz, değildir. Sanki, sanki, bir hiç’liğin hâli. Daha ötesi, havadaki toz gibi. Havada toz var, ama kim dikkat ediyor ki? O toz, koltuğun üzerinde olunca, ve siz koltuğa
hızlıca vurunca açığa çıkıyor, gün yüzüne beliriyor, kendisini gösteriyor. İşte bu. Tozun, vuruluncaya kadar geçen süresi, bir olmamışlık hâli, bir olmayan-var-olan hâli. Ben, 1000 metre tırmanıncaya kadar bir, yok olan hâldeydim de, tırmanma işlemim tamamlanınca bir başarı elde eden birisi oldum sanki. Kimse 999 metreyi önemsemiyor, “bininci metre”yi önemsiyorlar sadece. Bu çok karmaşık bir anlatım oldu galiba, ama öyle. İnsanlar sizin bir şey başarmış olduğunuza sevinmiyor veya tebrik etmiyor, “başarabilmiş olduğunuzu” tebrike diyor. 999 metre çıkmış olsam, kim tebrik edecek? KİMSE. İnsanlar aşağılamayı pek sever bu yönden. Kalmış olan 1 metre yüzünden sizi yok sayar. Bakın, yok sayar. 1 metre daha çıksam var sayacaklar. İşte bu pek acı. Bunu bilmek daha da acı. Keşke yalanlarla bezeli bir hayat olsaydı. Rüya olduğunu bildiğim bir hayat olsaydı keşke, hiç uyanmadığım. Sanırım yazı yine karıştı birbirine geçti anlatımlar. Yine berbat oldu.
bir köle sahibi olarak tanrı’lık Ben tanrı inancına bir kesinlik koymuyorum “vardır” veya “yoktur” diye, sadece olan durum üzeriden “var ise” ve “yok ise” üzerine yorum yapıyorum, bu yazıda da “var ise” durumu üzerine bir şeylere varmaya çalışıcam. Tanrının varlığını kabul eden, aynı zamanda da determinizm’i kabul edenler üzerine bir “eleştiri” yapmak istiyorum. Çünkü bu kişiler hem tanrıya inanıyor , hem onun en üstün varlık olduğunu kabul ediyor, hem de onu yargılıyorlar. Kendilerini tanrıdan yukarı görmüyorlar herhalde, onu en yüksek kabul ederken, bu pek saçma olurdu. Tanrının yetkin, her şeye gücü yeten şey olarak görülmesi bir kenarda dursun, onun herkesin yazgısını da yazdığını iddia ediyorlar. Şimdi asıl nokta şu ki, tanrının her şeyin kaderini önceden çizmiş olduğunu söylüyorlar ama diğer yandan insanları, davranışları ile pekala suçlayabiliyorlar, yargılayabiliyorlar. O zaman, kendileri dolaylı yoldan tanrıyı yargılayıp suçluyorlar, çünkü o kişinin davranışını tanrı çizmiş, öyle söylüyorlar. Kendileri ya kadere inanmayacak, ya da kimseyi davranışları üzerinden suçlamayacaklar. İki yolu var bu tezattan kurtulmanın, gördüğünüz gibi. Tanrı beni, şuan bu yazıyı yazmamı önceden “karar verdiyse” ben ne olabilirim? Ne olmayabilirim? Olabileceğim şey bir köle olur, olmayabileceğim şey ise istenç sahibi bir varolan. Benim işleyeceğim her suçu, veya iyiliği tanrı zaten karar verdiyse, bu irade de bana ait değildir, hatta hiç, tümden irade sahibi değilimdir. İrade sahibi olsaydım, tanrı benim adıma karar veremezdi, ama onlar kabul ediyor bunu ise, onlar kimseyi yargılayamaz, suçlayamaz davranışları adına, ki, yargılama fiili resmen tanrıyı inkar etmektir, tanrının bir suçu olduğunu iddia etmektir, ki, burada kendileri tanrının yetkin olduğunu kabul ediyorlar böylece tanrı her şeyin anası, kötülüklerin de, ve, daha da ötesi, Orta Çağ’da bir çok filozof , din baskısı altında, kötülüklerin tanrıdan
gelmediğini söyler, ayrıca, kötülüklerin tanrıdan gelemeyeceğini, tanrının iyilik kaynağı olduğunu söylerdi ama çelişik şey şu ki, tanrı mutlak şey ise –yani her şeyi barındırıyorsa- kötülüğü de barındırması beklenir ondan, hele o kötülüğü barındırmıyor , başka bir şey barındırıyor ise, tanrı mutlak güçte değildir, çünkü, onun dışında da bir şey “var etme” gücüne sahiptir demek oluyor bu, çünkü, tanrıdan bağımsız bir şeyin var etme eylemini gerçekleştirmesi asıl can alıcı noktasıdır, yani bu da, tanrıyı her şeyin töz’ü olmasını engeller nitelikte, ve , varlık olarak tanrı dışında bir “şey” daha vardır demeye varıyor sonuç olarak. Kader anlayışını kabul eden kimse bireysel iradeyi kabul edemez, etmesi saçmalıktır. Her şeyin tanrının buyruklarına göre geliştiğine inanıp hem de kişinin kendisinin irade sahibi olarak görmesi mantığa sığamaz derecede aykırıdır. Diğer yandan tanrı “var ise” onu suçluyorum, suçluyor ve milyonlarca AÇ insan adına onu lanetliyor aynı zamanda ölüm cezası vermek istiyorum. Kader anlayışını illa kabul edecek isem, tanrının tamamiyle şerefsiz bir kişiliği olması gerekiyor (tanrıya bir kişilik, sıfat atfederek onu insanlaştırıyorum, bu duruma çok filozof karşı çıkmıştır, din adamı da, ama onlar hıristiyanlığı atlıyor bu konuda. Tanrı kendisini İsa olarak yeryüzüne indirip, kendisi acı çekerek diğer insanların acısını dindirmeyi amaçlamıştır, diye söylenir.) Tanrı şuanı, dünü ve yarını ve daha da ötesini çok önceden yazdıysa, olan bitenden de o sorumludur. Milyonlarca insanın acısını kendisinde, vicdanında hissetmelidir! Aç insanların, acı çekerek yaşayanların, acıya maruz kalanların, acı içinde ölen insanların hepsinin acısını kendisinde duymalıdır! Nasıl olur da, dindar kesim tanrıyı pekala iyi olarak görürken, kadere inanırken, diğer yandan ACI ÇEKENLERİ göremez, ve tanrıya şükretmeye devam eder, böylesine kahpe ve pezevenkçe davranırken. Evet tanrı bir haysiyetsizin önde gideni olmalı EĞER VAR İSE. Var ise, cidden benim tüm damarlarımdaki nefreti hak ediyor,
sonuna kadar. Tanrının cidden böyle bir yaratık,kötülük sahibi olmaması gerektiğini düşünüyorum ,eğer var ise, ve olmamasını umut ediyorum! Eğer yok ise, onu suçlamama da gerek kalmaz, o zaman adaletsiz insanları suçlayabilirim. Ama tanrının varlığı onun kötülükler kaynağı olduğunu da kanıtlar. Tabi, neden bir mutlak güç’e inanmak istiyoruz onu da anlamış değilim, çünkü çok bağnazca bir tutum. Ben göğe baktığımda tanrıyı göremiyorum ne yazık ki, yıldızları ve ayı görebiliyorum. Ben koskoca bir evreni görebiliyorum. Ben doğayı, yağmuru, karı milyonlarca ışık yılı, keşfedilmeyi bekleyen gezegenler görebiliyorum, tanrıyı görüyor musunuz siz? Görürseniz yüzüne tükürün benim adıma. Bir şeye kör cahilce tutunmak, bir şeyin doğruluğunu kabul etmekten pek kolaydır, ah ne de üzülürüm ben bu tip insancıklara, kader mahkumlarına!
O kadar geliştik ki, dünyayı katlediyoruz İnsan varolan’ı “birey” veya “kişi” olmaya çabalamalı her şeyden önce. Çünkü, yaşamaya başlamamız böyle başlar. İrade ve bilinç olmadığı sürece ben bir insan yapısı’ına “birey” diyemem. Demeye hakkım olamaz da. Birisinin kişi olması onun bir baskı altında olmaması ile başlar önce. İlk adım budur. Diğer yandan, bir insanın tamamiyle baskısız yaşaması mümkün olamaz. Burada kastettiğim baskı insanın bilincinin uyanmasını engelleyen baskılardır. Yoksa “baskı” kavramı pek geniş bir çerçevede incelenir. En basit baskılar çevredir, çevrenin yapısı size şekil verir, siz buna ne kadar direnseniz de. Buna kabaca “kültür” ve yargılar diyoruz. Bizim bir fikrimizin doğmasından önce var olan fikirler. Zaten insanın bütünüyle baskı’sız yaşaması demek, onun doğa üstü bir varolan yapıya sahip olduğuna kanaat getirmekten ibarettir. Kant’ın güzelce ele aldığı etik’inde bu görülür. Doğa yasaları hipotetik (koşullu,zorunlu) olmasına rağmen ahlak yasaları kategorikdir (zorunlu olmayan,koşulsuz). Ahlak doğadan gelmez veya doğuştan, çünkü öyle olsaydı herkeste bunu aynı şekilde görürdük, fakat Hartmann’ın da dediği gibi “etik’in tek olmasına rağmen ahlak çoktur”. Zaten şunu şu şekilde de görebiliriz, bir insanın hiç bir şekilde toplumda yaşamadığını düşünelim, doğduğu zamandan itibaren doğada hayvanlarla bir arada yaşasın, o kişi bir ahlak yasası yaratabilecek midir? Eğer doğuştan gelseydi bu insan bunu zamanla oluşturacaktı. Ama bir toplum içersinde yaşamaması yüzünden, bunu fark etmesi ve bir ahlak yasası oluşturması mümkün olmayacaktır. Doğa yasalarını biz yaratamayız veya onu değiştirme şansımız da yoktur. Fakat ahlak yasaları bizler tarafından yaratılır. Ne doğuştan
gelmiştir ne de doğa’da vardır ahlak. İnsanın kendisini geliştirebilmesi, mantığını kullanabilmesi de böyle görülebilir. Ama ben yine de ben demiyorum ki, her ahlak yasası mantığa uygundur. Her toplumun kültürünü kendime doğru bulmam mümkün değil bu yandan. Peki ben bu toplumda, koskoca evrende nerede duruyorum? Benim bir işlevim var mı? Yoksa işeyaramaz bir canlı mıyım sadece? Küçücük karıncaların bile doğada koskoca yerleri var iken, bir insan olan ben o kadar yararsızım ki. İnsanı doğadan koparıyor sanki, insanı doğa dışında bırakıyor gibiyim, öyle mi olmalı? Dünyada insanlar olmayınca hayat akışına devam etmez mi? Belki de, daha da iyi devam eder biz yokken. İnsanların gelişmesi (?) ile hayvan türlerin birer birer yok olması sebebiyle ben, kendimizi pek yararlı bulmuyorum bu gezegende. Resmen katliam yapan bir pisliğiz. Bir sülüğüz. Sanki defolu bir canlıyız. Böyle olmamamız gerekirdi belki de. Ben insan’a bakınca binlerce yıldır şu küçücük dünyayı paylaşamayan aptalları görüyorum. Hâlâ daha paylaşamadığımız besbelli! Ben, insanın hâlâ salak olduğunu, bir umut varsa bile, o umutun artık yeşeremeyeceğini düşünür hâle geldim. Sanki bir şey, bir atılım yapacak gibi, ama diğer yandan acı çektirmeyi sever gibi görüyorum kendimizi. Yahu, öyle bir yalancı kelimeler türetilmiş ki, ben cidden kelimenin taşıdığı anlamdan bile şüpheliyim. “Gelişme”, “evrilme”,”insanlık” kelimeleri ve bunların türevleri ne kadar da yalancıdır? Ne anlarım ben gelişmekten evrilmekten? Hele hele insanlıktan? Şuan dünyada azıcık insanlık varsa insanı öldürmeyi durdurur, onların da “insan canlısı” olduğunu hatırlarız. Ama yok, biz vahşetten beslenen kişileriz tabi, unutuyorum bunu sık sık. Binlerce yıldır insan gelişiyor mu? Sanmıyorum. Koskoca binalar yaparak gelişmekten dem vuranlara sözüm bu. Sen güzel güzel bina, yol, köprü yap, istersen bin katlı bina yap. Sen yine de gözümdeki akılsız cahilden öteye gidemezsin. Ben gelişmek’ten ne mi anlarım? Ben,
insanların fikirleri yüzünden öldürülmediği, insanların acı çekmesinin durdurulduğunu anlarım. Ama siz bana niye kulak asasınız ki? Ben kimim ki sizlere, koca devlet yöneticilerine öğüt vereceğim. Zaten öğüt vermek en acizce şeydir. Ben sadece fikirleri ile gömülecek bir canlıyım, benim ne katkım olur şu koca evrene, ne de “insanlığınıza”. Amerika’nın 2013 yılında askeri ihtiyaçlara harcadığı 600 milyar dolar gibiyim. O kadar amaçsız, o kadar cani ki. Bir insanın karnı ne kadar parayla doyabilir ki? Onu bilmem de, orta doğu ve Afrika’da insan katletmenin 600 milyar dolar tuttuğunu biliyoruz artık. Ne yazık ki ben, bizi, hâlâ o kafasını kullanmaya yeltenmeyen bir “şey” olarak görmekten uzağa gidemiyorum. Çünkü o hâlâ şiddetten yana, şiddet onun cebini dolduran şey olduğu sürece, bu sistem durmayacak, durdurmaya yeltenenlerin de ölümü bundan olucaktır. Tüylerimi diken diken eden şey de bu. Sokrat belki de haksızdı, belki de tam haklı değildi. “Tek iyi, bilgi ; tek kötü, cahiliyet” derken bence insanların bu kadar pislikleşeceğini düşünememişt, tahmin edememişti. İnsanların nasıl öldürüleceği “bilgi”sini bilmiyor olsaydık keşke. Keşke silahları, bombaları yapamıyor olsaydık. Barış içinde yaşıyor olsaydık. Hayvandan farksız şekilde, cahillik içinde yaşıyor olsaydık? İnsanların bu kadar kendilerini kaybedeceklerini nerden bilecektik. Para hırsıyla insanların göz yaşına aldırış etmeyen “insan”cıklara dönüşeceğimizi nerden bilebilirdik. Dünya tarihi hakkında geniş kapsamlı bilgim yok, tek bildiğim şey, kan dökmenin barış ve “demokrasi” getirmesinin imkansız olduğudur.
Film önerisi Waking Life (2001)
Waking Life bir uzun metraj-animasyon filmi, filmde felsefesi konuşmalar yoğunlukta, ama bu diyaloglar filmin görsel yapısını bozmuyor, görselliğini geri planda bırakmıyor. Aksine, konuşmalar ile filmin hikayesi bir bütün hâlde akıyor. Filmdeki konuşmalar tekrar tekrar izlenip, üstünde düşünülecek tarzda, sanki Diyaloglar’ı okuyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Verilen örnekler, kullanılan terimlerle de süslenmiş olan bu filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.