Terkedilmiş Bölge Terkedilmiş Bölge'nin özellikleri:
1. Doğan her çocuk devletindir, anne-babanın hiç bir hükmü yoktur. 2. Çocuklar devlete aittir: Devlet istediği vakit tüm 20 yaş altı çocuklara sahip olabilir, herhangi bir savaş anı vb. veya devlet herhangi bir açıklama yapmadan aynı şekilde 20 altı kişilere el koyabilir. 3. 20 yaş altı kimsenin bir hakkı yoktur. 4. 20 yaş üstü kişiler yarı yarıya devlete bağlıdır, yasalar ile bağlıdır, ama devletin "çocuk kategorisi"nden çıktığı için, kendi üzerinde hakkı olur, irade sahibi sayılır devlet tarafından 20 yaşına geçince. 5. Halkın silahlanması yasaktır. 6. Halkın örgütlenmesi yasaktır. 7. Yeşillik alanlar halka açık değildir. Ağaçlara yaslanılması yasaktır. 8. Her evin mikroçip barındırması zorunludur. Mikroçipe zarar verilmesi yasaktır. Yaptırımı ağırdır. 9. Yaptırım: Devlet, mikroçipe zarar verenler üzerinde sınırsız hak sahibi olur. 20 yaş üstü olması bu durumu değiştirmez. Kendi askeri ordusuna katma hakkı vardır. 10.Örgütlenme ve silahlanma suçları mikroçip suçlarına benzer yaptırımlara sahiptir hemen hemen.
11.İnsanlar sanat ile uğraşamaz. Evlerinde sanatsal araç,alet bulunduranlar işkenceye maruz kalır. 12.Mikroçipler her 24 saatte bir insanların vücutlarını tarama hakkına sahiptir. Karşı çıkanlar işkence ile cezalandırılır. 13.Günde 12 saatten az çalışılması yasaktır. 14.İş verenler 12 saatten aşağı işçi çalıştırımaz. İş verenler devletin ataması ile olur. 15.Halk teknolojik işlerle uğraşamaz, yasaktır. 16.Çocuklar sadece devlet tarafından eğitilir. Özel eğitim yasaktır. 17.Hiç bir yazılı bildirge,bildiri,manifesto basılamaz,dağıtılamaz. 18.Toplu yürüyüş,eylem,protesto yasaktır. 19.Polis halk üzerinde sınırsız şiddet yetkisine sahiptir. 20.Polis yargıçtır, ülkede yargıyı polis sağlar. 21.Yönetici sınıf istediği yasayı yapma hakkına sahiptir. Halk yönetime katılamaz asla ve asla. 22.Ticari işlerle uğraşan sınıf ve onların çocukları, halkın geri kalanından ayrı yerde yaşama hakkına sahiptir. 23.Yönetici sınıf, militarist ve kapitalist ideolojilerle yürütülür. 24.Tüm ihracat ve ithalat yönetici sınıfın elindedir. 25.Halkı yurt dışına çıkma hakkına sahip değildir, sadece devlet karar verebilir. 26.Ülkedeki 81 şehirdeki her şehirin, diğer bir şehirle olan sınırı tel örgülerle çevrili, askerler tarafından denetlenir, mikroçipsiz
kimse geçemez, mikroçipler polis tarafından takılır. Kaçak kişiler engellenir, işkence cezası işe cezalandırılır. 27.Halk tarım ve taşeron işlerle ilgilenir. Maaşları çok azdır, sadece karınlarını doyurmaya yetecek kadar.
Hikayemizin baş karakteri Smith, sıradan bir Amerikan vatandaşıydı, gerçekte yaşadığı zaman ise 2012 yılıydı. Kendisi sıradandı, ama bir bilim insanıydı aynı zamanda. Evinin garajında kendince bir laboratuvar kurmuştu bile. Aylardır üzerinde çalıştığı, kendisinin de "Zaman-Mekan Taşıyıcısı" diye isimlendirdiği zaman makinesini bitirmişti o gece. Kocaman mıknatıslar ve karmaşık kablolara sahip olan bu aygıtı çalıştırdı ve vücudunun yavaş yavaş kendisinden koptuğunu ve hafiflediğini hissetti. Sanki elektrik süpürgesi ile çekiliyormuş gibi. Bu karmaşık duygular ve hisler bitti ve Smith kendisini karanlık bir sokakta buldu, sağlı sollu sıralanmış birbirinden dökük evler vardı bu sokakta. Sokak başında iki polis vardı. Kıyafetleri reflektörlüydü. Önce, gerçekten başarıp başarmadığından emin olamadı. Yoksa gerçekten zamanda yolculuk mu etmişti? Bu, bizim distopyamız şuan bulunan Yunanistan topraklarında geçiyor. 2012den 80 yıl uzaktaydı, 2092de. Kendisini dışarıya kapamış bir ülke. Ülkede insanların bilinçlenmediği taktirde ellerindeki kontrolü daha da hissettirebilirlerdi çünkü, amaç ta buydu, başardılar da. Smith'e geri dönecek olursak, zaman makinesi de kendisi ile gelmişti. Şanslıydı. Ama nasıl geri döneceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hava aydınlanana kadar bekleyecekti. Polislerin görünüşü pek korkunçtu, aklı olan hiç bir yabancı gece vakti sokakta dolaşmazdı zaten, bu da bir yasaktı ayrıca. Hava aydınlandı, rutin gün başlıyordu. Sokaklarda halk vardı, sadece halk. İnsanlar fabrikalara gidiyor, tarlalara oraklarını alıp gidiyordu, hepsinde ama hepsinde "Bugün ölsem ne
yazar?" ifadesi vardı suratlarında. Öyleydiler. Aile yapısı çökmüştü, dostluk, arkadaşlık, birliktelik kavramları da öyle. Kimse kimseyi düşünecek, onun için üzülecek değildi. Böyle bir durumda onları suçlayamazdık zaten. Smith de pek farksız değildi halktan. O da karıştı kalabalık yığınına, nereye gideceğini bilmiyordu. Hayatında Yunanistan'ı de görmemişti zaten. Bilgisi de yoktu. Zaman makinesini, bir sokağın çıkmazına saklamayı akıl etti, onsuz ne yapardı? Kendisi sokaklarda geziyor, insanlara bakıyordu, kimsede bir tebessüm yoktu. Herkeste bir acelecilik vardı. Her şey ama her şey düzenlenmişti. İş vaktiydi şimdi. Bir dakika boşa ayıracak zaman da yoktu. Sokakların, alanlara, meydanlara açıldığı yerlerde büyükçe dev ekranlar vardı. Yönetici sınıf zaman zaman "HALKA SESLENİŞ" konuşmaları yapardı. Halk derlerdi, köle deseler daha doğru olurdu, onlar da biliyordu bunu, halk ta. Yönetici sınıfın oluşturmuş olduğu bu durum veya sistem, ne derseniz deyin, bir "İstiklal Mücadelesi"nin devrimiydi, devrim olmadan önce böyle söyleniyordu. Halkın muhteşem bir beklentisi vardı. Ayrıca, Yunanistan toprakları dediğimize bakmayın. Halk Yunan halkı bile değil. Avrupadan getirilen fakir işçi sınıfı ile ortadoğu ve Türkiye'den getirilen taşeronlardan oluşuyordu. İstiklal Devrimi diye adlandırılan devrim yapıldığı gece tüm bilim insanları ve tarihçiler öldürüldü, yakıldı, dev çukular kazıp üstlerine toprak atarak gömdüler, kitaplar yakıldı, özellikle bilim kitapları, önceki komünist partilerden birisinin yapmış olduğu Marx heykeli balyozlarla parçalandı, halkta bir "İstiklal" coşkusu hâkimdi, evlerdeki Picasso tabloları başta olmak üzere, sanat eserleri yakıldı, solcu sınıf liderleri bıçaklandı eş zamanlı olarak. Ve, ertesi gün, yönetici sınıfı omuzlayan o insanlar, ne kadar da akılsız davranmış olduklarını öğrendiler, o halkın da yarısından fazlası öldürüldü, önceden bahsettiğim gibi, yurtdışından ithal edilen insanlarla açık kolayca kapandı. Kimse fısıltı şeklinde bile konuşamaz oldu. Neydi ki bu olan biten? "İstiklal Mücadelesi".
Smith sokaklarda gezinirken değişik levhalara rastlıyordu. Üzerlerinde "Yeteri Kadar Nefes Alınız", "Düşünceler Ölür, İnsanlar Ölür" , "Siz, Bizsiz Olamazsınız" tarzı psikolojik imâlar içeren şeylerdi. Önce pek bunların üzerlerinde durmadı ama her yerde asılıydılar. Halkı cidden "mental" yolla mı uyutuyorlardı? Günde kaç kere görüyordu insanlar bunları? 10 mu 50 mi 100 mü? Düz gittikçe polislerin azaldığını askerlerin çoğaldığını fark etti, şehirin sonuna gelmiş meğerse, şehir ne de küçüktü, sadece bir kaç kilometre aldı şehiri baştan aşağı gezmesi. Sınıra yakınlaşmaya yeltenmedi, böyle bir "sistem"de, sınırı geçmeye çalışırsa başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu. Zaman makinesinin yanına gitti, orada olup olmadığını kontrol etmek için. Oradaydı, kimse o sokağa girmiyordu belli ki. Zaman makinesini çalıştırdı, ama ortasına geçmedi kendisi. İlk defa deniyordu, acaba geçmişten bir şey gelir mi diye merak etti sadece. Ve geldi de. Gelen Sokrat'dı. Gözlerine inanamadı. Sokrates gözlerinin içine bakarak "Sen de kimsin? Bir köle mi? Neredeyim?" diye sorular sordu. Smith dahi bilmiyordu,nerede ve hangi zamanda olduğunu, tek şeyden emindi, insandı, köle değil. Ayrıca yıllar o kadar ilerlemişti ki, evrensel bir dil çeviricisi bile vardı. Tercümanlık diye bir meslek var olmuyordu artık. Uzaya gönderilen bir kaç uydu ile bu iş te hâl olmuştu. Herkes kendi dilinde konuşuyor, karşıdaki de öyle. Ama herkes kendi dilinde anlıyordu karşısındakini. Sokrat ile ilgilenmeyi bıraktı. Kapana kısılmıştı. Ne konuşacaktı ki? Sokaktaki evlerden birinden 3 kişi çıktı, muhtemelen işe geç kalmış, koşturuyorlardı. Evin kapısı açık kaldı, Sokrat ile oraya gitti, kolundan çekerek. Tahtadan bir masa ve sandalyeler vardı. Soluklanmak için oturdular. Sonra Smith "Bilmiyorum Sokrat, ama zamanda yolculuk ettik, sana bunlar belki deli saçması gelicek ama, öyle. Seni buraya bilerek bile getirmedim" dedi. Sokrat ise "Öyle mi? Anlat bakalım, yönetimi nasıldır buranın? Burada da öğretmenlik yasak mıdır? İnsanların kafasını açmak da mı yasaktır?" Smith az çok bilgi sahibiydi Sokrat hakkında, katıla katıla
güldü Sokrat'ın sözlerine. Aklına aniden zaman makinesi geldi, koştu aldı onu. Sokaklarda pek az insan vardı. Polisler her yeri dikkatlice inceliyordu. Zaman makinesini bir defa daha çalıştırdı, geçmişten buraya herkesi getirmeye niyetliydi, heyacanlıydı da. Bir kez daha çalıştı ve gelen kişi Kafka'ydı. Kafka pek bi' şaşırmamıştı, etrafına bakındı. Sordu "Nasıl bir evdir bu? Siz kimsiniz?", "Burası, sanırsam gelecekte geçen bir yer, burası da sıradan bir ev sandığım kadarıyla, gelin oturun, Sokrat da burada." Smith ne yaptığını anlamıyordu, bundan zevk alıyordu galiba. Geçmişten tüm aydın insanları buraya mı toplayacaktı yoksa? Defalarca çalıştırdı makineyi, ve gelen kişiler Philip K. Dick , Rousseau , Farabi , Epiküros oldu. Yeterli diye düşündü. Herkesi masaya oturttu, sanki kendisi pek bir şey biliyor gibi (!). Herkesi yatıştırmak adına "Siz burada kalın, benim dışarı çıkmam gerekli" dedi ve evden çıktı. Aklında bir şey yoktu, ne yapacaktı o kadar bilge insanla? Onlarla muhabbete tutuşmak istiyordu hemen. Ama ne hakkında? Belki de, muhabbetin konusu bu ülke olurdu, her neresiyse artık. Dışarıda şüpheli bir kaç kişiyi gördü, polisler yoktu, pek sıradışı bir olay. Onların yanına sokuldu, şüpheliler "içeriden misin?" dediler, "hangi içeri? Evden mi?" diye yanıtladı safça Smith. "Tamam bir şeyden haberin yok o zaman, biz halkız, şuan örgütlenmeye çalışıyoruz, biliyoruz yasak, ama başka alternatifimiz yok. Şu bir kaç sayfalık bildiriyi al, halk arasında yayılmasını sağla" dedi şüpheliden birisi fısıldayarak ve uzaklaştılar, belli ki başka bir mahallede oturuyorlar. Herkesi bilinçlendirmek asıl hedefti, pek zordu bu şartlar altında ama, ellerinde ne geliyorsa artık, herkes elini taşın altına koymalı değil mi? Bildiriyi aldığı gibi ceketinin iç cebine sıkıştırdı. Her an polisler sokakta çoğalabilirdi kuş sürüsü gibi. Evine döndü, hepsi yerli yerinde oturuyordu, çıt çıkmıyordu adeta. Hepsi şaşkındı belli ki. Kim olmazdı ki? Elindeki bildiriyi açtı, okumaya başladı, nelere karşı olduklarını madde madde anlatıyordu, dağıtan kişiler. Devlet
hakkında bilgi edinmek için en iyi kaynaktı, şuanlık. Masa yuvarlıktı, herkes sırasıyla konuşabilirdi böylece, iyi bir fikir gibi geldi. Smith: "Arkadaşlar, buraya neden geldiğinizi açıklamaya vakit yok, tek söyleyeceğim şey, gelecek bir zamandasınız şuan. Ve elimde tuttuğum bildiri ise , bu devletin diktatörce yönetimine karşı duran halk sınıfının kaleme aldığı bir kağıt parçasıdır. Hepiniz saygın, bilgili adamlarsınız, tartışmak ister misiniz?" Hepsi mırıldayarak kabul etti. Smith maddeleri okudu sırasıyla, pek yüksek değil ama, polisler kapıyı dinliyor bile olabilirdi. Smith'in sağında Sokrat oturuyordu, ilk söz hakkını ona tanıdı. Sokrat: Sizce bu insanlar gerçekten de mutlular mı? Hem de eğitimsiz bir şekilde? Kafka: Neden olsunlar ki? Aile yapısı çökmüş bir vaziyette. Ailenin yapısı dağınık. Philip K. Dick:Mikroçipler insanları bir robot, bir duygusuz hâle getiriecek,en sonunda mecburu olacaklar, Kafka haklı, aile yapısı da son bulmuş hâlde. Rousseau:En başta dikkat edilecek kısım devrim olmalı. İnsanlar niye destekledi? Neyi destekledi daha doğrusu. Yönetici sınıf olmuş kesimin ne tür sözleri, idealleri vardı? Farabi:Yönetici sınıfın belli bir bilgeliğe gerekliliği vardır, dostlar. Bu kişilerin başta olması, bir hatadır. Destekleyenler ise daha büyük bir bataklıktadır. Epiküros:İnsanların "başıma bir şey gelmesin" diye düşünmesindendir bu boyun eğmeleri,yadsınamaz. S:İnsanlar her daim böyle boyun eğecekse, at sinekleri de ineklerin etrafında olmayı versinler değil mi? İnekler kuyruklarını sallayarak onları kaçırıyorlar, ama onlar vazgeçmiyorlar.İnsanlar da olmalıdır böyle.
K:Dediğin öyle, ama siz, toplumda sevgiyi yıktığınız vakit, bütünleşmeyi sağlayamazsınız. PKD:Öyle, çünkü insanlar "arınıyor" duygulardan, birer robot oluyor. Onların üzerinde egemen kurmak ta kolaylaşıyor böylece, mükemmel bir düzen, bir oyun. R:İnsanların arasındaki uçurum açılıyor gittikçe ve bunu engelleyecek tek şey halkın gücüdür. F:Evet öyle, insanlar erdemli şekilde yaşamak istiyorlarsa da, izleyecekleri yol budur pekala. E:İnsanların burada, çıkar uğruna savaşacaklarını da unutmayınız. Mutluluk ve haz onların ateşleyecisi olacaktır adeta. S:Ne hazzı, ne mutluluğu? İnsanlar bunlara ermeye kalkarsa ne anlamı kalır erdemin? K:İnsanlar hazlara sahip, ama onları kontrol edemedikçe ne yararlar? PKD:Hazdan bahsediyorsunuz, ama onlar diğer tüm duygularından arınmış şekilde iseler şuanda, hazlarından da soyutlanmış olmaları gerek, bunu görmüyorsunuz kanımca. R:His ve duyguları bir kenara bırakmanızı önermek durumundayım. İnsanlar bir ortak birliktelik ile bu düzenden sıyrılacaklardır, haz onları bencilleştirmekten başka işe yaramaz, aksine, onlara felaket getirir haz. F:Hazlar onları yıkacaktır,katılıyorum. Ancak bilge kişi olan filozofların ve ilahi kişiler olan peygamberlerin liderliğinde bu durum çözülecektir, erdem demişken, insan, toplumda oldukça erdeme sahip olabilir. E:Onları haz düşkünü olarak tanımladım, çünkü, onların bu bozuk sistemden çıkmalarını sağlayan, onlara güç veren, fikirlerini pompayalan şey, hazdır. Mutluluğa erişeceklerini düşündükleri müddetçe çünkü onlar bu idealleri yaşatacaklar, yani haz olmasaydı, onlar karşı durmaya kalkmazlardı.
S:Haz onları mahvedecektir, onlar yeni bir devlet kursalar bile bu içlerindeki öfkeyle, onlar haza takılı kalıp, bu yeni devleti de yıkacaklardır, devletin hem kurucuları hem de yıkıcıları olacaklardır er geç. Haz onları birbirine düşürecektir. K:Haz belki onları cesaretlendiriyor olabilir, şuanki durumda. Ama onlar bununla kendilerini yiyip bitirecekler. Onlar bir sınır çizmeleri gerek kendilerine... PKD:İnsanın duyguları, onu var eden gerekli yapılardan birisi. Ama her tutkulu duygu, bir zıt diyalektik oluşturduğu zaman, fayda durumu zarara dönecek ve çöküş kaçınılmaz olacak. R:Yeni kurulması muhtemel devlette peki, bu haz, insanların egolarını da ateşlemeyecek mi? Eşitlik adına kurulan bir devlette eşitsizlik en başta gelicek sorun olacak. Burda da bir çelişki var. F:Bilge kişiler liderlik konumumda olduğu sürece, devlette düzenlemeler ve yönetim yolundan şaşmayacaktır. Bu kişilerin önderlik koltuğunda olması şart öncelikle. E:Temel erdemin de bilgelik olduğu aşikâr, ilk iş o hâlde yönetici kesimin kim olacağı konusunu belirlemede. Filozoflar başı çekmeli. Yol gösterici olmalılar. S:Bilge kişileri belirledikten sonra o hâlde, sınıflar belirlenmeli, diğer sınıflar. K:Sınıflar mı? Az önce eşitlikten bahsediyorduk. Sınıf koyulan toplumda, eşitlikten bahsedebiliyor olmanız şaşırtıcı. PKD:Sınıflar insanlarda "konum"lar yaratacağından, hep bir psikolojik açıdan yüksek-alçak sistemi görülecek. Planladığımız sisteme aykırı düşüyor bu. R:Şuanki devlet yapısının baskıcılığını kıracağız diyoruz, peki ya sonrası? Tekrar bir sınıflama ile yeniden bir baskı zinciri kurulacak, ister istemez. Bir çıkar yolu bulmalıyız. F:Sınıftan kastınız "herkes bir'dir, ayırt edilemez birbirinden" fikri ise,
bana göre yanlışsınız. Bilgeler yol gösterecek ki, halkın geri kalanı da aydınlanacak. Etkin Akıl erişilmesi zordur. Herkesin başaramayacağını düşünürsek, 100 kişide 1 kişi başarıyorsa, o kişi 99 kişiyi de aydınlatmalı. Bilinçlenmelerini sağlamalı. İşte budur asıl önder! S:Herkes nasıl aynı mesleği icraa etmiyorsa, herkes aynı sınıfa dahil olabilir mi? K:İnsanlar meslekleri ile mi ele alınıyor yani? Pek insancıl değilsiniz. PKD:Meslekler bir yanılgı, aslolan duygular ve farkında olma hâlidir. Bir örtü ile örtüyorsunuz her şeyi, reddediyorsunuz insan yapısını ne yazık ki. R:İnsanların fikirleri eş tutulmadıkça, en bilge önder çıksa dahi ortaya, fikirlerin, bir yerde toplandığı, "ortak bilinç" oluşmadıkça topluluklar asla zafere ulaşamaz. Tek bir fikri en başa koyduğunuz vakit, o bir "kalıplaşmış ortak us" olacaktır, burada herkesin kafasını açmasını bekleyemezsiniz. Tek idea, kocaman bir sürü. F:Katılmıyorum. Bir insanın onlarca kişiyi aydınlatabileceğine inanmıyor musunuz? Herkesin erişemeyeceği, saadetin seviyeleri vardır. E:İnsanlar âhlakı reddetiği ve çıkarlarına uygun davrandığını unutmayın. Fayda sağlayacağını düşünmeyen kimse normlar içersinde yaşamaz. İnsanı kalıplara koyan şey, onun, elinde sonunda hazza ulaşacağı düşüncesidir. S:İnsanların bir birliktelik içersinde devlette yaşadığını kabul etmiyor musunuz? Veya bunu görmezden mi geliyorsunuz? Geleceğe geldim, ama insanların hâlâ, en temel şeyin, eğitim ile başladığını anlamadıklarını görüyorum. İnsanlara yol göstermedikçe yerlerinde çakılı kalırlar, bir adım dahi atmaya korkarlar. K:Belki de var olan yolun dışında bambaşka bir yol inşaa etmeleri bekleniyor onlardan? Kendi yolları. PKD:İlk insanlarda pusula yoktu,ama bir yerlere vardılar, insanlar da
öyle mi olmalı, şuan? Bir beklentiye sahip olmalı ve onları izlemeli miyiz? R:Eğer, sahipsek doğru yollara, onlara bu yolları göstermeli, nasıl yapıldığını öğretmeliyiz. Onlar da elbette yapacaktır kendilerine ait yolları. F:Her kim iyi bilgiyi kullanmayıp, yol kurmadıkça, başlangıç noktasında kalmaya mahkumdur. E:Yolun sonu ışığa varıyor mu peki? Yol yol deyip duruyorsunuz. Her yoldan da gidilmez değil mi? Sonundaki durakta inecek miyiz? Yoksa dosdoğru durmayıp devam mı edeceğiz? S:Bir takım dogmalar ile de kendi akılları doldurulursa o insandan nasıl özgür düşünmesi beklenebilir aynı zamanda. K:Eğitim yaşına kadar çocukları aileleri doğru bir şekilde yetişrmelidir. İnsanların bilinçlerine resmen zincir vurularak büyütülüyor hâle geldi sistem. Bu sistem insanları özgürleştirme adı altında daha da onları korkutarak onları kendi inlerine çekiyor, bir böceğin kendi yuvasına saklanması gibi tıpkı PKD:İnsanlardan beklenen o şartlar karşılanmıyor diye, onları suçluyoruz. Sanki onlar, kendilerinden bekleneni yapmakla mükellefmiş gibi. Bir ilüzyonlar gezegeni burası, yanlış, pek yanlış. R:İnsanları bir tutmadıkça hep bir sınıf oluşturup, karşı çıkılan noktaya varılır sadece. Bunun sonu yok. İnsanların almaları gereken eğitim denk olmalı. İnsana matematiği öğretmedikçe, ondan sayısal problemleri çözmek pek saçmadır. F:İnsanların, bir sınıf ortamında, eğitim alması, etkileşim içinde olmaları, onları yüceltecektir. İnsanlar kötüyü görmedikçe iyi yolun "iyiliği" hakkında bir yargıya varamazlar çünkü. E:İnsanlar bilgelik seviyesine vardığı zaman, onlardan mantıklı davranılması beklenir. Siz bir insanı direkt "salt" başlangıç hâli ile ele aldıkça hep bir sonsuz çelişkiler içersinde döneceksiniz.İnsanlar
kendilerinin efenleri olmadıkça onlardan, "neden kölesin sen? Seni cezalandırıyorum" demek mantıksızdır. İnsan kendisi için yeterli olanı istediği zaman, fazla yemeğini de paylaştığı vakit, bilgeliğe erişmiş olucaktır. Ne yazık ki insanlar hazların peşine takılıveriyor. S:Asıl iş burada başlıyor, insanların boş kafaları hurafeler yerine, bilimle dolmalı. İnsanlar kendilerinin "saadet"e erişeceğini düşünüp, kendilerini kaptırıyorlar dogmalara. Geri dönüşü olmayan bir yol gibi. Çıkmaz bir yol. Bir bataklık ve o bataklığın bir göl olduğunu düşünen insanları içine çeken bir şeye benziyor. K:İnsanları ne derece suçlamakta haklıyız ki? Kötü niyetliler onları ele geçiriyor diye, biz burda yakınarak laf dalaşı mı etmeliyiz? PKD:Ama düşünün, insanlar, şuan, mikroçiplere bağlı durumda. Ve polislere ve askerlere. Yönetici sınıf mutlak bir kontrole sahip. İnsanlar karşı çıkamıyor, haklı sebepleri var. R:Haklı sebepler mi? Özgürlük uğrunda ney daha değerli olabilir ki kurtuluştan? F:Şuanki yönetici kesimin, belli bir otoritesi hâkim, bu yadsınamaz. Ama halkın "Yeter!" dediğini pek duymuyoruz. Yanılıyor muyum? E:Philip'in dediği gibi, insanlar sisteme karşı çıktıkları vakit, cezalandırılacaklar sebebiyle karşı çıkamıyorlar. Yoksa kimse bu sistemden memnun değil. Sisteme karşılık kötüdür diye de düşünmüyorlar. Sadece bulunulan şartlar, normlar, onları yönlendirmede güçe sahip. Bu da onları özgürlükten alı koyuyor. İçlerindeki kıvılcımın kocaman bir ateşe dönüşmesinin engelleyen faktör de bu aslında. S:İnsanın kendisi hür olmadıkça, dünya da hür olamaz, fikirler sabitlenir, fikirler özgürleşemez. K:Belki de bu özgürlüğün olmayışından korkacak, kaçacaktır en uzaklara doğru. Bu iş, sadece, özgürlük kısıtlayıcısı tatmin eder. Gücünü kullanmaktan hiç de çekinmez artık. Çünkü, bir kere sizin
korktuğunuzu görsün, o artık kendisinin sizin üzerinizde hâkim bir güç elde ettiğini düşünecektir. İnsanın yapısına pek de yatkındır bu fikir. PKD:Daha ileriye gidersek, insan, olmadığı bir şeye dönüşecektir. Bir "rol" takınacak ve sadece bu role kendisini, kalıplara sığdırmakla kalacak. Korkup kaçtığı şey bir insan,kitle bile değil. Kitlenin onun üzerinde yarattığı korkudur, kaygılar onu yiyip bitirecek. R:Hükümdara karşı çıkmak çözümün bir başlangıcı sadece. Biz diktaya karşıyız, çünkü dikta olan yer verimsiz,çorak bir toprağa benzer. Nasıl bitkiler yeşeremiyorsa, burda da fikirler filizlenemez dostlar. F:Bilgelerin insanları aydınlatmasıdır ilk adım. Bunu başarabilirse bu halk, pekala üstesinden gelecektir bu çarpık sistemin. Fikirlerin olduğu yerde kölelik olamaz. Beyinler salıverilmeli gökyüzüne güvercinler gibi! E:Kimdir bu bilge dediklerimiz? Bu toplumda var mıdır öyle birileri? Hepsi sadece işçilik yapmak için getirilmişler gibi değiller miydi? (Smith olan bitene şaşkın gözlerle bakıyordu, bu kadar bilge kişinin arasında onun tek kelimesi bile değersizdi, o öyle düşünüyordu.) Smith:"Belki haddime değil,biliyorum,ama belki de aradığınız kişi ben olabilirim." dedi. Samimiydi bunu söylerken. S:Aradığımız kişi mi? Belki. İnsanlara bu yolda yardım etmek büyük emek isteyecektir. K:Başaramazsan bile en azından denemiş olacaksın. Denemeye bile cesaret etmezsen, başarıp başaramayacağını bile bilemezsin. Karar senin. Biz sadece birer "akıl hocaları" olacağız bu uğurda. PKD:Seve seve bunu kabul ediyorum ben. İnsanların kurtuluşuna ufak bir katkımız olacaksa ne mutlu bizlere. R:Topluluklar kendilerinde bu umudu bulmadıkça yerlerinden hareket ettirilemeyen kocaman kayalar gibi olacaklardır. Bu yolda başarıya ulaşırsak bu bizlerin bilgeliği ile değil, onların ateşi ile olacaktır, tüm
dileğimiz budur, yeteri kadar üflersek alevlenecek gönülleri insanların. F:Dileriz ki bu kurtuluş halkın kurtuluşu olsun. Bir sefer daha, halkı aldatan bir "devrim" olursa, halk umudunu yitirmiş olacaktır. Kendilerini iyiden iyiye teslim edeceklerdir şüphesiz. E:İnsanların güvenini kazanmalı Smith önce. Bir yabancı kendisi burada. Kimse onu daha önce görmedi bile. İnsan nasıl güvenir bu tür yabancılara? Smith kendisini hazır hissediyordu. O bir kurtarıcı değil, bir "sözcü" olacaktı. Bir fikir sözcüsü. Yanındaki bilge kişiler olmasa o nereden başlayacağını, neler yapacağını bilemezdi bile. Umutlar ona bağlı iken, kendisinden bekleneni başaramayacak diye ödü de kopuyordu bir yandan. Kendisini dışarı attı, diğerleri konuşuyordu kendi içlerinde o evden ayrılırken. Tek tük insanlar vardı, çıkmaz sokağın başında. Polisler kol geziyordu yine. Kendisinde bu dünyaya ait bir kimlik dahi yoktu. Tanıdığı kimse de. Bu tür koşullar altında nasıl bir ayaklanma sağlayacaktı bilmiyordu. Ona bildiri veren iki adama gözü ilişti. Yanlarına gitti. "Ne istiyorsun, okudun mu bildiriyi? Yaydın mı?" diye soru bombardımanına tuttular Smith'i, "evet, ama, bir sorum var, siz ne planlıyorsunuz, yani, bu hükümeti yıkmak için? Yardımcı olabilirim." dedi. "Çok kişi değiliz şuanlık, ama diğer şehirlerde de bizler gibileri var. 81 ilde de bir bütünlük sağlamaya çalışıyoruz. Bir merkezi de yok zaten bu hareketin. Ama amaçlarımız ortak hemen hemen. Katılabilirsin bizlere, 2 sokak aşağıdaki kırmızı evde toplanıyoruz, bu gece var toplantı, bekleriz. Ama, peşinde polis takıldıysa, sakın gelme binaya doğru, adresimizi ele vermemelisin." deyip toz oldular. Onlarla tanışmak iyi bir fikirdi. Eve geri döndü, Smith'in geldiğini fark etmediler bile. Bir kilim vardı, uzandı ve yarım saat kadar uyudu. Kalktığında kararmıştı etraf. Bu evin "gerçek" sahipleri neredeydi, bir fikri yoktu. Kafasından attı bu düşünceyi, 2
sokak aşağıdaki eve gidilen yola attı kendini. İçeride mum yanıyordu dışarıdan baktığında. Polisler kendi aralarında bir muhabbete tutulmuştu. Kimseyle ilgilenmiyorlardı o hâlleriyle. Kapıyı tıklattı bir kaç kez. Pek dayanıksız görünen kapının bir kısmını oymuşlar, tıpkı kapılardaki o göze benziyordu, gelenleri oradan kontrol ediyorlardı demek ki. Kapıyı, bugün gördüğü adamlardan birisi açtı. Üst kattaydı asıl toplantı, aşağıki kat bomboştu. Kendisinin ve bilgelerin işgal ettiği evden farksızdı, ne az ne çok, aynıydı adeta. "Geldin demek, yeni yeni başlıyoruz biz de, çay da var." dedi adam, sesi daha kendine güveniyor gibiydi. Kendi evlerindeydiler. Üst katta 7-8 kişi vardı, herkes masa etrafında oturmuş çaylarını yudumluyordu. Masalarda kağıt,kalemler vardı. Akıllarına gelenleri not ediyorlardı belli ki. "Bu arkadaşımız yeni, kendisine bildiri verdikten, bir kaç saat sonra tekrar karşılaştık, yardımcı olmak istedi." dedi ve durakladı "Adın neydi?" dedi, "Smith." dedi titreyerek. "Smith hoşgeldin, bunlar da bizim bu şehirdeki dostlarımız. Şimdilik aklımıza gelenleri not alıyoruz. Tam olarak bir şey geliştiremedik. Diğer şehirlerle tam olarak bir iletişimimiz olmadığı için kopuk kopuk bir örgütlenme oluyor aslına bakarsan, şartlar mâlum." Smith kendisine bir sandalye çekip onları dinlemeye koyuldu, hemen önüne bir çay getirildi. Sırasıyla herkes söz alıyor, muhabbete dahil oluyordu. Konuşulan konu polis ve askerler ve sınır güvenliğiydi. "Ne yapabiliriz? Silahlanmamız içten bile değil. Halkın geri kalanı deseniz bir o kadar ot beyinliler ki, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Diğer şehirlerle olan bağlantıları geliştirmek ilk işimiz. Askerlerden kaç tanesi 'bizden'?" , "Her sınırda 6 askerden birisi bizden, yine de yetersiz kalıyor" ,"Bu bile iyi, sınırlarda işler pek katı. Devlet içersine bizden adam sokmalıyız, bunun için yine de tam olarak kusursuzca işleyen bir sistem bulamadık." , "Bildiğimiz kadarıyla, mikroçipleri sökmeye çalışanlara işkence uygulayıp onları zorunlu olarak asker yapıyorlar veya polis. Yine de bilmiyoruz nasıl işlediğini bu sistemin" ,"Ailelerin
bazı çocuklarını küçük yaşta alı koyuyorlar, onları da kendi adamları yapıyorlar. Çocukların farkındalığı olmadığı için nasıl isterlerse öyle yönlendiriyorlar." ,"Askerler iletişim ağına ulaşabiliyor diye duyum aldık, pek nadir, ama erişebiliyorlar. Başka ülkelerden yardıma ihtiyacımız olması muhtemel", "Bize yakın ülkeler olarak Sırbistan ve Türkiye'den silah sağlamamız iyi olur." , "Evet, bizim dostlarımız var oralarda, Sırbistan'dan geldik biz, tanıdık çok oralarda. En fakir aileler biziz diye bizi gönderdiler, lanet olasıcalar." , "Biz Türkiye'dendik, ben buraya 4-5 sene önce geldim, en son sosyalist bir parti baştaydı, ondan önce çok acılar çekti ülke, Hitler'in Torunu diye ad takılan birisi bile gelip geçti.","İçerideki askerler aracılığıyla İtalya ve Türkiye ile iletişime geçip, sınırdan kaçıracağız o vakit, elimizde para bile yok, onlar bu isteğimizi kabul edecek mi o bile bir muallak doğrusu." ,"Edeceklerdir, onların kaynakları sağlam." , "Bu gecelik konuşmaları şöyle not alalım o zaman: Sırplar ve Türklerle irtibata geçilecek. Sınırlar şehirlerini 'bizim' askerle doldurmaya çalışacağız. Bu kolay olacak." Bu son konuşmadan sonra dağıldılar, tek tek evden çıkılıyordu, polis şüphelenebilirdi fazla kişinin bir anda evden çıkması, hem de akşam vakti. Nihayet eve geldi, aklında sorular geziniyordu. Silahlanmalı mıydı halk? Ya askerler? Kendi adamları vardı devletin içersinde. Özgürlüğe giden yol buydu belki de. Kendisinin varlığı bile hissedilmeden mi varılacaktı kurtuluşa? Bilgelerden öğrendileri ne olacaktı peki? Onların umudu olacağına söz vermişti. Aradan zaman aktı geçti, silahların teslimatı yakınlaştı, silahların ülkeye kaçırılacağı yerler tespit edildi, kendi adamları o bölgelere kaydırıldı, sorun çıkmaması adına. Ülkede hayali bir "ambargo" vardı. Dünya ile ilişiği yok gibiydi görünüşte. Ama ülke içersine giren ithal gıdalardan kimse bahsetmiyordu bile, görmüyordu halk çünkü. Ülkeye giren kamyonlara kilometrelerce önce yüklenen silahlar geçiyordu önlerinden askerlerin. Ülkeye tam olarak giriş yapmadan
durdurulurdu, şöförleri bile ayarlamışlardı. Askerler silahları teslim aldı. Kamyon olağan yoluna devam etti. Şimdi silahlanmanın planı hazırlanması gerekiyordu. 81 il var. Ve bir başkent bile yok görünürde. Stratejik bir noktadan bile yoksundu bu lanet ülke. Askerler polislerin sahip olduğu tüm yetkilere sahip olduğundan, bir oyun yapıp, içerideki tüm askerler, kendi adamlarını sözde "hapis"e atmak adına esir aldı. Ve her şey burada başladı. 81 ilden, örgütlü kişiler şuan toplu olarak bir yerdeydi. Askerler onları silahlandırıyordu. Smith de oradaydı. Hayatında hiç ateş etmemiş bir bilim insanıydı sadece o. Merkez olarak kabul edilen "Tofes" şehrinin etrafındaki Kof,Zert,Sekep,Mukyet şehirlerinin etrafında getirilmişti tüm "mahkumlar". Buradan yayılacaktı silahlanma. Önemli merkezleri ele geçirdikleri vakit gerisi gelecekti. Bu süre içersinde asker sayılarını da arttırmışlardı devletteki. 6da 1asker oranını 6da 3 yapmışlardı. İşleri kolaylaşmıştı eskiye göre. Bu şehirlerde diğerilerine nazaran 4 kat polis vardı. "Güvenlik Merkezleri" olan karakolları önce ele geçirmeye başladılar. Polislerin etkisiz hâle getirilmesi ilk plandı. Ya sonrası? Yönetici kesim neredeydi ki? Onlar sadece kocaman ekranlarda konuşuyordu. Bu ülkede olup olmadıkları bile bir muamma. Sokaklardaki polisler ile devrimciler arasında çatışma kol geziyordu. Sayıları fazlaydı onlardan yine de. Savaş haberlerini aldıkları zaman, diğer şehirlerden de yavaş yavaş sınırlara doğru gelmeye başlamıştı polisler bu şehirlere. Sınırlarda da 'bizim' askerler ile çatışıyorlardı. Hazırlıksız yakalandıkları için kolayca öldürülüyorlardı. Polisler bir hayli azalmıştı. Yönetici kesim neredeydi peki? Hâlâ ortaya çıkmamışlardı. Smith'in aklında bilgeler vardı. Ne yapmışlardı onlar? Bu olan bitenlerden haberdar mıydılar? Olaylar saatlerce devam ettikten sonra, yönetici kesim dev ekranlarda belirdi. Konuşmaya "Yandaş birlikler" diye başladılar. Hepsinin yüzü sinirliydi. Ülkelerinin muhteşem çöküşüne tanık oluyorlardı. "Sizlerin kim olduklarını biliyoruz, isteklerinizin ne olduğundan haberdar değiliz, ne yazık ki.
Sizlerin bu 'kızgın' davranışına karşı cevabımız sert olacaktır. Görüyoruz ki, kendi askerlerimiz dahi bizden değilmiş! Onlar, dış kuvvetlerin birer piyonuymuş oysa ki! Kendilerine pek güvenen kesime karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Bizler, her aklı başında vatandaşın evlerinde çıkmamalarını öneriyoruz, bunlara ortak olmamalarını temenni ediyoruz. Cevabımız sert olacaktır, bilginize!" deyip bitirdiler konuşmalarını. Smith içinden "daha fazla insan ölecek, hepsi bu, hiç bir şeyin özgürleştiği bile yok, her şey daha da yıkıcı bir hâl aldı..." diye geçirdi. Belli başlı şehirlerde hâkimdiler şuan. Yönetici sınıfın "cevabı" ne olacak ki? Daha fazla polis mi? Sabaha kadar beklediler. Ve bir daha ekranlarda çıktı kodamanlar(!). "Günaydın. Geceden sözümüz vardı, cevap verecektik. Şuanda cevabımız pekala hazır. Verilecek cevap sizlere bağlı. Sadece sizlere. Her şeyin huzura ermesini istiyorsanız, silahları bırakıp teslim olunuz. Zor yoldan çözüme kavuşmak istiyorsanız eğer, elimizdeki nükleer bombaları kullanmaktan geri durmayacağız, bunu bilesiniz. Sizlere 10 saat süre veriyoruz. Lüynek sınırında sizleri bir Rus ordusu bekliyor, teslim olunuz!" Devrimciler arasında bir uğultu koptu. Şehirler küçücüktü zaten. Atılacak bir nükleer bombası en az 10 şehri yerle bir ederdi. Hepsi farkındaydı bunun. Ama genel kanı, teslim olmamaktan yanaydı. Ne olursa olsun. "Süreniz doldu, gördüğümüz kadarıyla tek biriniz bile teslim olmamışsınız. Cevabımız belliydi, sizin diretmeleriniz bizleri yıldıramaz. 3-5 devrimci sürüsü bu ülkeyi darbe teşebbüsleri ile yıkamaz." Ne olacaktı şimdi? Tek tek şehirlerin ölü insanlar dolu görüntüsüne mi bakmayı bekleyecektik. Belki de bir çıkar yolu dahi yoktu. Ne şiddette, ne de silahlarda. Smith'in kafası çok karışıktı. Yeni bir ülke kurmak adına kendisini bu yola attı. Görüyor ki, o yol da bir yere varamıyor. Son günlerde olup bitenler karmaşık formullerden daha fazla kurcalamıştı kafasını. Kendisi vazgeçiyordu yavaş yavaş. Yanında bildiri dağıtan adam vardı, fısıldadı "ben dönmeliyim, eve.".
Adam pek şaşırmadı. Beklediği bir şeydi herhalde. "Dönmen pek zor şuan için. Konumumuzu korumalıyız."," Neyin konumu? Nükleer bombalar yağmur gibi üzerine yağarken konumun pek işe yaramayacak sanıyorum. Yanılıyor muyum?","Anlıyorum seni, seni vazgeçiremem,zorla tutamam burada.Seni götürmelerini söyleyeceğim." dedi ve arkalardan birisine bir el işareti yapıp Smith'i işaret etti parmağıyla. O adam geldi yanına "gel bizle, arabamız hazırda var." dedi. Adamla birlikte çıktılar. O çıkarken, çay dağıtıyorlardı odada, çay,yine çay. Bir kaç saat sonra çay yerine kan demleyebilecek hâle geleceklerdi. Bir umut vardı ve onlar gelip içlerine etmişti umudun. Yıllar yılı üzerinde bitki yetişemeyecekti bu ülkenin, bu karanlık bulutlar geçen üzerinde ülkenin. Smith öfkeliydi. Arabaya bindirildi, evinin yolu tutuldu. Etrafta çıt çıkmıyordu. İnsanlar evlerindeydi. Evine geldi bir kaç saatlik yolculuğun ardından. Uyukluyordu geldiği zaman. Silahın dipçiği ile dürttüle Smith'i "Prenses kalk uykundan, geldik, şu köşedeki ev mi seninki?" dedi, kafasını yukarı aşağı salladı Smith. Bir ölüydü. Bir ruhtu. Bir ceset gibiydi. Kendisini zor taşıyordu. Bilgelere ne cevap verecekti. "Üzgünüm, yeni bir dünyanın daha içine ettim, hadi geri dönelim." mi? Zaman makinesini kontrol etti önce yerinde mi diye. Öyleydi. Onu kullanıp geçmişe dönecekti belki de... 80 yıl sonrasını görmüştü. Tatmin olmuştu. Bu kadar aksiyon fazla geldi ona. Şimdi rutin hayatına devam edebilirdi mutlu mesut. Eve girdi, şaşkın gözlerle, ve bir açıklama beklercesine ona bakıyordu bilgeler. Tüm dikkatler üzerindeydi. "Evet, biliyorum, bana pek kızgınsınız. Ama bilmiyorum, her şey anlık gelişti. Ve kimse bundan sorumlu bile değil!" yorum yapma gereği duymadı bilgeler. "Sizleri kendi zamanlarınıza göndersem iyi ederim, burada ölüp gitmektense. Bir kaç saate tüm ülke yıkılacak adeta. Taş taş üstünde kalmayacak. Hadi gelin, geldiğiniz yerlere gidin, burada yapılacak bir iş dahi yok..." Suskundu bilgeler. Sırasıyla hepsi makinenin ortasına geçip gittiler. En
sona kaldı Smith. Kendisi bir buhran havasındaydı. Gerçekten böyle mi olmalıydı 80 yıl sonrası. "80 yıl yaşamasam iyi ederim, zaten 30 yaşındayım, ne 80i, 50 yıl yaşasam yeğdir. Ne de boktan bir son. Ne de iğrenç. Tiksinç. İnsanlık 80 yıl sonra bile gelişmemiş. Eve geri dönüp 200 yıl sonrasına gitmeyi mi denesem yoksa? Orda bile savaş vardır. 1000 yıl sonra bile. Belki de dünyanın sonunu görmeliyim. 'İşte bu! Tüm dertin, çilenin bitiş anı!' derim bağırarak, gülerek. İnsanlık bitiyor, kölelik son demlerini yaşıyor, Tanrı sırıtıyor... Tanrı... Lanet Tanrı. Kendi kendimizi yiyip bitirmemizi öğütleyen koca tanrı! Ne de şereften yoksunsun, bir bilsen. Belki de şimdi gitmeliyim, birazdan belki de. Gelecekte ölmek pek hoş durmaz." Yukarıdan parlak bir şey yayılıyordu. Bombalar...Bombalar... Bağırdı "Siz de gelin, siz de. Çay var! İkram edeyim size çay! Ama siz kan için gelmiştiniz. Evet, buyurun, istediğiniz kadar kan sizlerin olsun! Sizlerin elleriniz iyi bilir bu tadı, kanı. Kan sizlerin ellerindedir, onları hiç bir şey temizlemeyecektir. Sizlerin yakasında olacaktır hep. Ve bunun bilinciyle yaşayacaksınız. En kötüsü de bu. Eli kanlılar. Para uğruna insanları katleden,siz,eli kanlı faşistler. Şimdi gidiyorum, eve gidip çay demlemeliyim, kan sizlerin olsun. Güzel yeşillikleri alın götürün, bağırımızdan sökercesine alın! Bu değil mi dileğiniz sizlerin? Bu değil miydi amacınız? İnsanların gözyaşları sizi bırakmayacak,bilesiniz. Sizler ki paraya tapanlar, Tanrı'dan dem vuranlar! Ben, gitmeliyim, zamanım geldi. Bir umut vardı içimde, ona da kan sıçradı ne yazık ki, sizin sofranızdaki kan.." Ve Smith evine geri döndü, öğle yemeği masasına çay hazırlamak düşüncesiyle ve üzüntüsüyle.