sabit taşlar, sabit fikirler Kişinin görüşleri, değerleri bu yolla da vardığı yargılar hiç bir şekilde ne tarafsız ve objektif , aynı zamanda ne de "evrensel"ci olabilir. Olamaz, çünkü insanın yaşantısı daima bir çevreyle ilgili, bağlantılı olmuştur. Toplumun "normal"leri ve anormalleri her zaman bu açıdan ele alınır, değerlendirilir. İnsan, olanı normal kabul eder, ve, çoğunluğu. Dünyanın çoğunluğu bu şekilde olduğu için,biz,insanlar, özürlü bireyleri "normal-olmayan-kişiler" olarak görüyoruz. Çünkü biz kendimizi en başta "normal" kabul ediyoruz. Normal nedir o zaman? "Olunması ve olması gerekenin, bulunduğu hâl ve vaziyetler çerçevesinde ve içersinde olunulan durum" mudur normal? Normali kimse "şu normal olmalı, bu normal değil" diye tanımlayamaz. Çünkü, insan zaten onun normal olmadığı bilinciyle büyümüştür. Ve diğer yandan kimse kendisini anormal olarak da görmez. Normal olmayan şeyler hep dış'tadır. İç'te ise daima kendimizin özümsemiş ve benimsemiş olduğumuz normal-değerler-bütünü yatar. Normallik-anormallik hep bir alışmışlık sonucu doğar,gelişir,değişir. Alışkanlıktır, çünkü, siz şuan 21.yy'a göre düşünüyor, giyiniyorsunuz. Hiç kimse bir önceki yüzyıla göre giyinmiyor ve düşün(e)miyor da. Sizin "ben milattan önce 5. yy'daki gibi düşünmek istiyorum" deme şansınız ve hakkınız yoktur. Çünkü, o geçmiş bir zamandır, daha ötesi, onun güncelliğini yitirdiğini söylemiyorum, ama siz, M.Ö 5.yy'dan M.S 21.yy'a kadar olan süreyi tamamiyle bir kenara koyduğunuzu unutmayın bu davraşınızla ve böyle bir şey ile 21.yy'ı yargılayamaz, fikir üretemezsiniz 21.yy için. Zamanın önemi kadar mekânın da önemi vardır. Çünkü toplum-kişi , toplum-kültür alışverişi sizi yaratır, yaratır ve sizin de kültürü devam ettirmenizi bekler. 1995 ve 1998 yıllarında Fiji'de yapılan araştırmalar, mekânın, kültüre ve gündelik yaşayışa ve ötesine,
düşüncelere, değerlere, insanların kişilik ve karakterlerine, onların "ne olucaklarına ve olduklarına" çok büyük bir etki sahibi olduğunu göstermiştir. Deneyi kabaca açıklamak gerekirse, Fiji'de önce '95 yılında 60 küsür 16-17 yaşlarında kızlar deneye alınır, bu kızlar daha önce televizyon izlememiştir, kızlar her gece yatmadan önce bir kaç saat televizyon izler bir süre boyunca (ne kadarlık bir süre olduğu açıklanmıyor, ama bir kaç ay olucağını tahmin ediyorum,veya daha uzun, çünkü böylesine bir 'düşünce yapısı değişikliği'nin kısa bir sürede gelişeceğini düşünmüyorum) ve bu televizyon programları diziler, show programlarıdır. Süre sonunda, kızların hepsinde yeme bozukluğu, diet hastalığı ayrıca izledikleri programlardaki kişilere benzeme hastalığı baş gösterdiği görülür. Aynı deney '98 yılında da yapılmıştır ve aynı sonuçlar alınmıştır. Söylemeden geçemeyeceğim, Fiji'deki kültürde, zayıf olmak bir insana hakaret gibidir, birisine zayıf olduğunu, zayıfladığını söylemek bir iltifattan ziyade eleştiridir kötü anlamda. Ve bu deneyler sonrasındaki dönemde, kızlarda bu tür rahatsızlıklar oluşur. İzledikleri programlardaki kişileri taklit etme, onları model alma, fiziksel açıdan onlara benzeme vs. tarzı davranışları gözleniyor. Peki biz neredeyiz bu insan-kültür-toplum yerinde? Ben diyorum ki, bir septist olarak, biz asla ve asla doğruyu ne bulabilir, ne de olanı eleştirebilir, ne de bir "iyi"ye varabiliriz. Hep bizim değerlerimiz, olgularımız olduğu sürece bizim tarafsız olma şansımız yoktur, olamaz da. En basitinden bir siyasi partiyi destekleme, bir dine mensup olma bizleri sadece o fikirlere ait görüş açısıyla hayata baktırıyor. Bunu yaparken fark edemiyoruz bile çünkü en baştan bunları kabullenerek yola çıkıyoruz. Benim belki de doğruyu bulmak değil de, olanı eleştirmeyi istememdeki en önemli faktör de budur. Ben belki bir şeyleri kabul edemiyorumdur, kendi açımdan "iyi"dir,"doğru"dur,"kötü"dür,"faydalı"dır diyebilirim.
Ben, bana karşı olan tarafın düşüncesini taşımıyorum ki, bunun tek taraflı bir sonucu olsun,değil mi? Ama 21.yy'ın gününde bu düşüncelerim yine de sönük kalacaktır, bir önem elde etmeyecektir. Etmeyecek çünkü daima bir muhalif olma durumu olacaktır. Her alanda. Hem siyasi hem dini hem kültürel hem fikirsel açıdan. Bana düşen tek eleştirmek midir ondan da emin değilim. Ama kimse eli kolu bağlı oturamaz da, değil mi? Oturmamalı da zaten. Tek bir fikirden yanayım, o da mantıksal olmaktan. Mantıksal olunmalı,çünkü, en iyi böyle yorumlayabiliriz dünyayı (eleştirmek veya yargılamak değil,yorumlamak). Bir dine inanmıyorum veya ona sahip, onu kendimde hissetmiyorum veya onu, kendimde doğru bulmuyorum çünkü dinin sahip olduğu dogmalar mantıksal değildir olamaz da. Taş gibi yerinden hareket ettiremeyeceğim şeylere ben tutunamam. Çünkü mantık ikili çalışır, ikiliden kastım, siz bir şeye kötü ve iyi şekilde eleştiride bulunabilirsiniz. Ama din dogmaları %100 şekilde kendisini iyi bulur. Ben demiyorum ki, en akıllı,en düşünceli, en kibar kişiyim. Ben de kendimi kötü açıdan eleştiriyorum. Bunu yaptığım ve yapabildiğim ölçüde ve sürece ben bir insanımdır. Çünkü insan kendisine toz konduramaz ise, kendisini yitirir, kaybeder belki de sahip olduğu bilinci ellerinden kayıp gitmesine izin verir. Bilincini yitirdiği an dine tutunur. Veya dine tutunduğu an bilincini kaybeder. Hangisi önce geliyor aslında pek kararsızım. Ama bir şeye inanana kadar geçen sürede bilinç yerimizde olmalı değil mi? "İnanma" aşamasında bir açık-bilinçlilik durumu mevcuttur. İnanılma işlemi gerçekleştiği vakit, düşünceler, bilinçle değil, dogmalarla yürür hâle gelir. Bilinç te artık ortadan kalkar. Kendi fikirlerim değil, dinin fikirleri ve düşünceleri kafama yerleşir. (Kendi doğrularım demiyorum,fikirlerim. Çünkü benim fikirlerim yanlış ta olabilir hatta ahlaksız).
Benim düşüncelerim sapıkça, sapkın, ahlaksız da olabilir. O sebeple ben kendimin, kafamda dönen düşüncelerine "doğru" sıfatını takmıyorum en başında. Ben birisini soymayı da düşünebilirim, belki birisine tecavüz etmeyi, belki birisinin evini kundaklamayı, belki de sınavda kopya çekmeyi. Bunlar kafamda olduğu için ben bir dine tutunamam. Din beni zincirler, ve özgürce düşünmeme izin veremez. Benim kafamda sizin yargılarınız ile "kötücül" fikirler olabilir ve bu sizi hiç ve hiç ilgilendirmez. Benim size yapıcağım kötülüğü kafamda tasarlamama izin vermediğiniz gün, ben insanlığımı yitiririm. Ama demiyorum ki, bu kötülüğü madden-gerçekleştirirsem ben iyi birisiyim. Size tecavüz etme fikri kafamda var iken ben özgürümdür. Kendime bir sıfat yakıştırmıyorum. Fikire "kötü" fikir "iyi" fikir denemez. Fikir, düşünüldüğü, kişi tarafından yaratıldığı için fikirdir. Onu, yasakladığınız zaman ben dindarlarla eşit olurum. Onların düşünememezliliği ile denk düşerim. İşte o zaman kendimden korkarım. Düşünemediğim zaman kendimi yitirir, bilinci kapalı bir taş olurum. Taş. Kutsal kitaplarınızda yazan satırlara dönüşür, beni yerimden hareket ettiremezsiniz, işte o vakit kendimden korkarım. İnsanlığımın bittiği, eridiği, yok olduğu zamana eş gelir. Ben işte o zaman deliririm. İşte o zaman size tecavüz fikrimi kötücül sayarım. Ben özgür düşünemiyorsam ne bir insan. Ne bir birey. Ne de bir şeyimdir. Descartes'ın da üstüne basa basa söylediğini sizlere söylemek istiyorum. Kendisi, dini bir öğrenim alırken Avrupa'nın bir ülkesinde, edindiği fikirleri yargılamaya pek yanaşmıyormuş. Neden derseniz, şöyle açıklıyor: Ben, bendeki fikri nasıl yargılarım? O fikri, sadece kendi açımdan yargıladığım ele aldığım zaman, o fikir bana "doğru" veya "yanlış" olur. Ama o fikri, benden tamamiyle zıt şekilde ele alan birileri de var.
O fikre o zaman bir yargı koyamam, o zıt kişilerin kültürlerini öğrenmeden. Demem o ki, ben sadece 1 kişiyim. Ne 6 milyarın vicdanına seslenebilirim ne de bir eleştirim olur şu 6 milyar için. Ben sadece benden ibaretim, insanlar ise kendilerini ait hissettikleri yerlerden ibaret. Görüş açımı kısıtlayan her şeyi reddetiğim sürece bir "birey"imdir. Bu ulaşılması gereken noktaya da herkesin ulaşması pek zor geliyor bana, yine de karamsar olmamak gerek insanlıktan.
ahiret inancının reddi / tanrı'nın insan pezevenki olması "İkinci yaşam" olarak yorumlanan sözde ahiret inancının neden reddedilmesi gerektiğini olağan şekilde 'kendimce' açıklamaya çalışacağım. Dinler bunu kabul eder, çünkü insanlar bu yolla "yola getirilir" bir anlamda. İnsanların korkutulması hedef amaçtır burada. Çünkü, siz dünyada yani "ilk yaşam"da dilediğiniz gibi yaşarsanız, onların bahsettiği "ikinci hayatınızda" acı çekersiniz. Sizi, kendinizin kölenizi yapmanın mükemmel bir yoludur bu. Siz dine kendinizi bıraktığınız anda din adamlarının ve havarilerinin artık yapması gereken bir şey kalmıyor çünkü. Kendi kendinizin köpeği, kırbacı ve aynı zamanda tasması oluveriyorsunuz. Her şey çok kolay ve planlı şekilde işliyor. Gerçekten bir diğer hayatınızın olduğunu inanmak istiyor gibisiniz. İnanma potansiyeli bu kadar yüksek olan bir canlı daha yoktur belki de. Ahirete inanmanız gerekir, çünkü, sizin "ASIL" dünyada adam akıllı yaşanmanız istenir. Hep söylenen şeylere boyun eğmeniz kulak asmanız istenir ve beklenir sizden çünkü din sizin yöneticiniz olur. Din, tanrının görevini elinden alıp sizi olağanca köpeği hâline getirir. Her dindar bir misyoner konumuna gelir burada. Dini sonralarda tabi ,inançtan siyasi basamağa atlayınca, bu ahiret inancı daha da ağızda sakız yapılır hâle geldi. Din, siyasetin bir besleyecesi hâline geldi, çünkü en başından beri yaymak istediği amaç "huzur" değil "vahşet ve kaos"tu. Bunu fark etmemeniz istendi sizden. İnsan çünkü tembelliğe ve söylenenlere alışmak için pek idealdir. Burda dinleri taşa tutacak değilim, ama din sizin hayata bakışınız ve davranışınızın kontrol mekanizmasıdır. Ahiret inancının insanları ele geçirmede en etkili yolu da ibadetlerdir. İbadetler sizleri köle yapar kolayca.
İbadetler sizden istenir, çünkü, tanrıya olan bağlılığınızı ve köpekliğinizi ölçersiniz. Hiç ibadet var mıdır tanrıya şükretmeyen? Neden şükredecekmişim ki tanrıya? Onun bana ne katkısı oluyor da onu bu kadar yüce görüyor muşum? İbadet-ahiret-tanrı üçlemesini fark ettiğinizi düşünüyorum. Tanrı sizden yüksek gördülürüyor, ona ibadet edin ki, ahirette doyasıya eğlenin. Bu öylesine bir oyun ki, gerçekten bir ikinci hayatın olduğuna inanıyor insanlar, din adamlarına (sözde manevi inançmış!) para saçıyorlar, ve tanrılarına kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar. Kendilerine akıl bahşedildiğine inanan kesim, asıl en aptal kesimdir gördüğünüzde. Tanrının burada en yüksek konumda, bunun yanında pek güçlü olduğunu unutmayın. Bir insan neye tapar? Veya, niye? Tapma eylemi, birisini yüce gördüğü veya çok iyi gördüğü için değildir. İnsan yüce gördüğünü "örnek" alır,tapmaz. Tapmak, ondan korkmanın göstergesidir. Bir ülke kurtarıcısına insanlar tapmaz, örnek alır, onun yolundan gider. Tapmak, putlaştırmakla beraber, onu tanrılaştırmaktır. Tanrı ise, her daim kötüdür, şeytandır, pisliğin önde gidenidir. Tanrı pek iyi, bizim iyiliğimizi isteyen bir mutlak varlık ise, neden tapalım? İnsan "iyiye" tapmaz, güç sahibine tapar. Bir köle gibi. Köle, sahibine tapmasa da, onun sözünden çıkamaz. Bu örnekte, köle sahibinin sözleri ve kuralları "vahiy" gibidir. Köle onun sözünden çıkamaz. Çıkarsa cezalandırılır çeşitli şekillerde. Ve biz,insanlar, tanrının bize kurallar,vahiyler,yaşayış biçimleri gönderdiğine inanıyoruz. Yani,biz,bu durumda,tam bir ideal köleyiz. Salağız,aptalız. Ve tanrı, harika bir köle sahibi. Köleleri onun sözünden çıkmaz. Kimisi her pazar kiliseye gider ve ibadet eder. Kimileri günde 5 vakit ona tapar. Delicesine, salakçasına. Ona tapmanın, "seni seviyorum tanrım, beni ahirette iyi bir yere koyarsın, değil mi?" demenin nazik bir biçimini olduğunu biliyorsunuz, kendinizi kandırmayın bana sorarsınız. İnsanlık , insanlar daima yararcıdır. Hatta, daha ileri biçimde,
çıkarcıdır. Bir olay olsa ve, her dinin tamamen uydurulmuş olduğu söylense. Yarın, hatta anında insanlar dinlerinden çıkar. Bu ibadet çerçevesinde yaşamayı bırakırdı. Acı ama gerçek evet böyle olurdu. Her din, "ikinci hayatın bahçesi olan cennet"ten yer kapmak uğruna tapıyor, öldürüyor, kesip biçiyor TANRI UĞRUNA. Dikkatinizi çekerim, dinlerin hepsi hoşgörülüdür... Hepsi... Tabi bu hoşgörü , kendileri aralarında bir kan davasıdır. Nefrettir. Kindir. İğretidir. Her dindar kendince cenneti hak eder. Ben, inanmayan bir birey olarak, tek hayatın olduğunu inanıyorum, kendimce, bir şeyi hak edemiyorum dindarlar gibi...
sizler kimlerdensiniz? Betonarme yapılar arasında duvarlar kadar katılaşmış ve hamlaşmıştı kalpleri insanların. İnsan demeye bin şahit isteyen birer "canlı" olmuşlardı artık. Bu saatten sonra sadece kendilerini kandırıyorlardı çünkü kendisi dışındaki 6 milyar insan sürüsü de bunu yapıyordu. Kendine düşen rolleri üstlenip kedersizce ölmeyi bekliyorlardı. Bir lunapark sırasıydı onlar için bu sıra. Veya ramazan ayındaki o uçsuz bucaksız pide kuyruğu gibiydi bu sıra... Pideyi alıp koştura koştura iftara yetiştirecekti. Onun ondan-yapması-beklenen-işi buydu çünkü. Ama bir noktayı kaçırıyorsun yolcu. Pidenin bir değeri, bir önem arz etme eylemini anlamıyorsun burada. Sayısız insanın o kuyruğa girmiş olduğunu görüyorsunuz, bir pide uğruna her şey ve son olarak ta eve dönülecek. Pide bir ölüm biletidir. Eve dönmek ise bir ahiret inancını temsil etmez mi? Betimlemeler kafamda zır dönüyor, karnımın acıkmış olduğunu hissediyorum gurultusundan, canım pide çekiyor... Pide. Ölüm. Ölüm çekiyor. Kan çekiyor. Tam sıvı olmayan, bir önem arz eden o sıvıyı çekiyor canım. Bir çılgınlık bir kaos ortamı istiyorum! Herkesin fütursuzca sokaklarda bağırıp çağırarak çıplak hâlde koştuğunu hayal etsenize! İşte ben bu deliliğe hayranım! Ben bunu istiyorum! Belki de sadece bu minik kafamla sınırlıdır. Çünkü biliyorum ki, ben bu fikirleri gece yarası kafamda çevirirken yan dairedeki adam yarın saat 8'de kalkma amacıyla başını umursuzca yastığa koyuyor. Onları itaat etmeye zorlayan ne ki? İş mi? Para mı? Arzuları mı? Yoksa köle olmaya karşı bir arzuları mı var bunların? Bir deli ben miyim? Koskoca evrende tek ben mi yarın saat 8'de kalkıp boktan masa başı işime gitmek, öğlen McDonald's 'da yemeğimi yiyip, akşam eve gelince Coca Cola marka içeceğimi içerken televizyon izlemek istemiyorum yoksa?
Kendimi göğe yükseltip peygamber mi ilan etmeliyim? Kendimi tanrı mı ilan etmeliyim yoksa? Sanki bir şeyleri kaçırıyormuş gibiyim. Bu kadar basite indirgenmiş milyon yıllık bir evrende bir şeyleri kaçırıyor olmalıyım. Milyonlarca insanın anladığı ama benim henüz idrak edemediğim bir şey olmalı. Onu arıyorum, ama bulmakta başarısızım. Belki de bir erek bulamadıklarından bu hâldedirler. Onların tek sorunu amaçsızlık içersinde maddi yaşantıdır. Onlar seks ister, güzel görünmek, güzel yemekler yiyip, güzel yerlerde yaşamak isterler. Onlar katlederler, yıkarlar, talan ederler düşücesizce. Ne doğa ne de yaşam alanları kalır hayvanların. Durun! Bir deli varsa eğer, o da, onlar olmalı. Onlar ile benim aramda bir sınır çizeceksem, onların benden daha "mantığa uygun" hareket ettiğini düşünemem. Bu imkansız! Mantık dışı! Çığlık atmalı. Haykırarak. Bağırarak. Alt dairedeki yaşlı teyzenin süpürgeyle tavana vurmasını düşünmeden HAYKIRMALI! Demeli ki, BEN İNSANIM BEN, sizin umurunuzda olmayan, bir ağacın dalının canının bile yanmasını isteyemen, hayvanların sizden daha "insan" olduğuna inananım ben. Ben köpeğim, salyangozum, çınar ağacıyım, şelaleyim. Ben doğanın ta kendisiyim. Üzerinde yatmayı reddedip, gökdelen diktiğiniz YEŞİLLİK ALANIM BEN. Ben deliliğin en usa uygun olan kısmıyım. Ben bir insanım, bir deli, bir şüpheci. İşte ben, İşte onlar. 6 milyara karşı tek kişiyim. Ben kişiyim. Ben bir "bireyim". İnsan olmak pek kolaydır beyefendinler hanımefendiler... Tesüf ederim ki ben sizin gibi leş suratlı, cebinde kalınca cüzdanlar taşıyan bir kişi değilim. Sizin, ki hoyratça ve salakça davranan doğanın yüz karası canlıları, paranız fikirlerinizden önce geldiği için benim DELİLİK seviyeme erişemeyeceksiniz, hiç bir zaman. Sizin paranız fikirleri satın alamayacağı için, onlara değer biçemeyeceğiniz için bundan arkanıza bakmadan koşarak kaçıyorsunuz. Bir deli sadece düşünür. Onun cebinde para gördünüz mü hiç? Hayvan kürkü giymiş bir deli göreniniz var mıdır?
Çünkü o gerçekçidir. Siz ise sahtekâr. Bizi ayıran o çizgi işte buradan geçiyor... Tam bir adım ötenizde. Ama onu göremeyecek kadar paradan kör edilmiş gözlerine merhem çekilmiş değersiz mahluklarsınız siz. Bir iç çekiyorum. Karnımın gurultusu devam ediyor. Şimdi gidiyorum, insanlığa hakkını vermek için beyefendiler ve hanımefendiler, ben pide kuyruğuna girmeye gidiyorum izninizle. Pidemi alıp eve dönmeliyim. Tanrı bana geç kalırsam pek kızacak. Ben ise başımı eğip onun öğütlerini ve azarlarını dinlemekle yetineceğim. Yoluma koyulmalıyım kuyruk çok uzamadan.