At Sineği Fanzin / Sayı:4

Page 1


Gözü yaşlı kötümser "Bilgilendiğiniz kadar üzülür, öğrendikleriniz kadar mutsuz olursunuz." -Tevrat Bilmemek belki de en iyisidir, en mutlusudur, mutluluk kaynağıdır. Bilmemek tereddüt etmemek, korkmamak, üzülmemektir. En büyük huzur kaynağı cahiliyet değil midir zaten? En büyüğü ve en tehlikelisi dememiz gerekir. Bilmemek sorgulamamayı da beraberinde getirir, kitlesel silahtır aynı anda. Bir kişinin düşünmemesinden daha tehlikeli bir şey varsa o da milyonların düşünmemesidir. Düşünmemek sizi tehlikeye açık bir av yapar. Issız ormanda dolaşan bir geyiksiniz artık,düşünmeyerek. Etrafınızdaki tüm yırtıcı vahşi hayvanlar sizi rahatlıkla yiyebilir, avlayabilir. Ve siz bundan şikayet edemezsiniz. En başta düşünmemenizin cefasını çekiyorsunuzdur çünkü. Kitlesel araç olarak diktatörlerin en çok sevdiği şeydir, DÜŞÜNMEYEN BİR MORON YIĞINI. Konuşan siyasetçi bozuntusu haykırır, bağırır, çağırır kitleyi coşturur, nefret söylerleriyle beraber. Aptalların nefreti ateşlenir. Odun dolusu bir oda düşünün, bir odunu ateşe verince hepsi bir nasıl kızışırsa, milyonlarca aptalın da böyle kızıştığını düşünebilirsiniz. Tehlikelidir, çünkü sorgulama gereksinimi olmayan birisi söylenilen her şeyi kabullenir. Üzerinde düşünülmemiş her şeyin tehlikeli oluşu bundandır. Sizin mantık çerçevesinde süzmediğiniz her şey size dönük bir silahtır. En kolay şey ise sizin içinizdeki nefreti açığa vurdurmaktır. Bir insana, en basit şekilde tek kelimelik bir hakaret ettiğiniz vakit onun gerçek yüzünü, nefret-yüzünü görmeniz mümkün olur. Milyonlarca aptalın içindeki ateşi körüklediğiniz vakit ölümcüldür. Bir delilik başgösterir. Bu durumun siyaset ile sınırlı olmadığı aşikardır. İster siyaset,ister din, ister kültürel. Hepsinin başlangıç noktası aynı köke dayanır. Yüzlerce yıl önce, bir kişi savaşı kazandığı vakit, tanrıya yemin ederek, evine dönünce gördüğü ilk kişiyi ona adak olarak keseceğine söz verir. Ve savaş kazanılır. Söz veren kişi yaşadığı şehre gider, gördüğü ilk kişi kendi kızıdır. Ve kızını 'tanrı yolunda' öldürerek adar. İşte bundan bahsediyorum. Resmen bir mantıksızlığın başgöstermesi. Bir insanın, tanrı uğruna bir insanı canice öldürmesini hangi akılla eleştirebilirsiniz? Varlığının 'kesin' olmadığı bir 'varlık' adına (varlık diyorum,var-olan değil) bir insanı katletmek neyin amacıdır, sebebidir? Kan akıtmak hangi dinde, tanrı'ya inanma biçimde meşrudur? Akıl ve vicdan dışı tüm inançlarınız, düşünceleriniz, ideolojileriniz yerin dibini boylamalı. Buradan bir 'saygı' beklemeyin.


Bunun yanında, cahillerin daha mutlu oluşu bir rastlantı değil bence, genel bir yargı bu. Yargı da demiyorum, bir 'gerçek' neredeyse. Dünyadaki herkes kendisini mutlu olmaya adasaydı bir farkımız kalmazdı onlardan diğer yandan. Mutluluk yerine kendimizi 'insan olmaya' adamamız daha iyi bir tercih ,benim için. Yanlış yaptıklarını yüzlerine vuran bizler olarak, biz de mutlu olmaya yönelseydik, onları eleştiren kimse olmazdı, bu da onların daha önünü açardı. Dünyada kimimiz doğru, kimimiz yanlış mı yapıyor, yoksa herkes işine geleni mi yapıyor? Bunun üzerinde konuşmalıyız. Kimse kendisine kötü gelen bir şeyi yapmaz, yapmayacaktır da. Herkes kendisine 'iyi'yi seçecektir. Benim kötüm onların iyisi olacaktır, çünkü kimse ortak bir paydada bütünleşemeyecektir hiç bir zaman için. Sokrat ve Platon(universalistler) ve Sofistlerin(relativistler) bu tartışmayı başlatmasından beri bir sonuca varamamız bundandır belki de. Herkesin aynı düşünmesini beklemiyorum, bir ETİK bekliyorum, arıyorum. Etik, bir ahlaklar bütünü değildir, bundan daha uzaktır. Her etikçinin bir ahlak yasasır vardır, ama bir etikçi ahlak arayışında olamaz, o evrenseli arar,onun peşindedir. Bollnow'un 'yalın ahlaklılık' yasasını anmadan edemeyeceğim. Çünkü, bir Etik görüyorum onda. Herkesin, ama herkesin bir insan olarak bütünleşebileceği bir pay görüyorum onda. Beni buna yönelten şey ise, insanın iç sesi. Bir insan öldürmek neyin faydasıdır? Bir şeye yarar mı? Ben burada spesifik durumlardan bahsetmiyorum. Dünyada kimsenin bir geçmişi olmadığını düşünün, ve birisi insan öldürmeye başlıyor, siz buradan sonuçla ne düşünebilirsiniz? Yalın ahlaklılık bağlayacalığı savunmuyor, çünkü bir kültür,kesim adına biçilmiş bir kaftan değil. O, sadece insanın içini istiyor. Ben bir birey olarak bir insanın hayatına son vermemeliyim, çünkü ben bu'yum. Vahşi bir yaşam değil bu, insanlık. Bana şunu gösterin, binlerce yıldır insanlık nereye gidiyor? Yani, Antik Yunan'dan şuana kadar ne değişti söyleyin. 100 katlı binalar yaptınız, bundan mı ibaretsiniz? Ben, bir insanın kafasından bahsediyorum. Din çatışmaları hâlâ var, kötülük kol geziyor, giderek artıyor. Giderek dünya pisleşiyor - hem maddi hem manevi olarak. İnsanlar yüzyıllarca yaşayabilir, ama insancıl değil. Bir leş hayvan olarak. Tam da layık olduğu şekilde. Kimse bu dünyada 5 yaşında öldürülmeyi hak etmiyor! Kimse bu dünyada, nesiller öncesinde yapılan savaşların çilesini, acısını çekmeyi HAK ETMİYOR! Bu dünya, temizlenmek için çok kirli. Ve bir gönüllü de yok temizlemek için. Bu dünya bizi öldürmek,katletmek isteyenlerin yeri.


İnsanların yeni gezegenler keşfetmesi, kara deliğin gizemini çözmesinin hiç bir önemi olmayacağını bilesiniz, siz insanları katledenlere karşı çıkmadıkça. Haklıların susturulmadığı bir yerde olmayı isterdim, ve bu yeri inşaa etmek de BİZlerin sorumluluğudur. Bir kelebek olup, 48 saatlik yaşamımda dolu dolu yaşamayı yeğlerdim, bok kokulu bir insan olarak onlarca yıl yaşamaktansa... Uçardım, mavi gökyüzüne varırdım, doğa olurdum,doğanın kendisin, şimdi ise... Doğanın tam karşısındayım... Camus...


Diğer yanım ve ışığım Ben dilerdim ki, biz “biz” olalım. Katliamlar dursun,kan akmasın,annelerimiz ağlamasın dilerdim,elimde olsa. Hiçbirisi benim gücümde olamayacak kadar büyük. Hepsini, kapalı kapılar ardında milletin temsilcileri olan insanlar karar veriyor,acı yanı bu. Ben düz birisiyim, basitim. Sokakta durakta beklerken telefonda takılan birisiyim. Bir sonraki dinleyeceği albümü kafasında ölçen biçen, eve gidince ne yemek yiyeceğini düşünen sıradanım ben. Ben sıradanlığın için, bu koskoca evrenin labirentinde çıkışı bulamayanım. Ben bildiğiniz Mehmetler,Ayşeler, Ahmetlerdenim. Adımın ne olduğunun bir önemi yok. Sadece ben “şu”yum, “bu”yum. Ben içinizde mışıl mışıl uyuyan vicdanınızım. Ben o sivri dilli eleştiren yanınız, ilkokulda ön sırada oturan Fatma’nın saçını çektiğiniz andan ibaretim. Ben spesifik değilim, var olamıyorum. Her şeyde biraz varım gibi hissediyor, kafamı yastığa gömünce bu gece de yalnız uyuya kalacağımı, sevdiğim insanın kilometrelerce ötede uyuduğunu seziyorum. Çok düşünmüyor, çok insanlara sokulmuyor, sadece kendim olmak istiyorum. Sizin dişlerinizi fırçalarken sıkıntılı ve dik dik aynaya baktığınız andan ibaretim, ben buyum. Sizin içinizde öfkeyle ateşlenen hırçınlığım. İçinizdeki cinselliğin climax* noktasıyım. İçinizden söküp atamadığınız dert, sıkıntı, keder, bıkkınlık, ölüm isteğiyim. Varamadığım bir noktayı istiyorum. Elde edemediğim bir kızın göğüslerini. Yemeye paramın yetişmediği bir yemeği istiyorum. Okul sabahı erken kalkmaktan uyuyamadığım saatleri istiyorum,izninizle! Ben söylenemeyen şiirleri, okutulmayan kitapları, yakılmamasını dilediğim kitapları** İSTİYORUM! Yapmaya gücümün ermediği işleri yapmak istiyorum, dünyayı değiştirmek uğruna, iyi bir şeyler istiyorum. Yıllarımı boş yaşamak yerine doldurmak, bir aç çocuğun daha karnını doyurmak, bir şiir daha okumak, bir parça daha dinlemek istiyorum. Koştukça varamıyor, varamadıkça nesne benden kaçıyor. Kaçtıkça ben ciğerlerim yanıncaya kadar, ayakkabılarım patlayıncaya kadar nefesimi tüketiyorum. Varış noktası değil,başlangıç noktasından dahi daha ileri gidemediğimi görüşümü hatırlıyorum. Herkesin hayatı bir nevi kafasında “çözmüş olduğunu” anlıyorum. Herkesin sanki benim hedefime vardığını düşünüyorum. Ama bir boşluk. Bir boşluğa düşülüşün sonu. Başlangıcı olmayan, yeni bir kapı aralamayan bir son. Sonlar hep yeninin başlangıç noktası olmaz mı? Bir rutin, bir sonsuz, sonu gelemeyen bir dönüş. Etrafımda insanlar göremiyorum. Otobüs durakları bom boş… Saat 8 halbu ki, insanlar koşa koşa işlerine yetişmesi gerekirdi. Ama yoklar. Yoklar. Yokolmuşlar-onlar. Buhar olup bulutlara yükselmişler. Bir ben, ve önümde, bir ışık, hedefim. Varamadığım hedef. Benden kaçan hedef. Umarsamayan bir hedef. Bu hedefi benim amacım yapan şey de neydi? Ben nereden geldim buraya? Burası benim evimden, mahalemden uzak. Burası yabancı. Issız. Ve tekin. Ama


insanlar yok sokaklarda. İnsanların olamaması burayı yabancı yapmaz. Burayı, henüz-keşfedilmeyi-bekleyen-bilinmeyen-bir-yer yapar ancak. İnsanlar başka bir kıta keşfedince buraya “yabancı” demezler, “bilinmeyen yer” derler. Zaten, bilmediğin için bilinmeyen olur. Ama bir şeyin bilinip ve aynı zamanda bilinmiyor oluşu onu yabancı yapar. Dünyada Afrika kıtasını biliyor, ama bilgim yok ise bu onu yabancı yapar. Ama Afrika kıtasının varlığından bi’ haber isem, ve onu bulduğumda, bu onu bilinmeyen-yer yapar. Bilindiği hâlde bir şey bilinmeyen-yer olamayacağı için, orası “yabancı”lıktan öte değildir. Burası binalarla çevrili, evimden 5 sokak ötede korkunç bir yer. Bir köpek havlaması. Yaşam henüz sonlanmamış. Peki, köpek de olmasaydı, ben buna “yaşam sona ermiş” mi diyecektim? Benim hâlâ burada, dünyada olmam buna engel teşkil etmez mi? Ben yoksa kendimi yok mu sayıyorum? Ben sıradan, basitim. Dünyadaki ilk insanın ne kadar önemi yok ise , son insan olan, benim de bir önem arz etmediğim pek açık. Herkes kadar var oluyor, herkes gibi karnını doyurma peşindeydim sadece. Benim şuan şu, bilmediğim sessiz mahallede olmam bile yanlış. Böyle olmamalıydı. Bu, böyle olması çok yanlış duruyor. Benim evimde şuan yeni uyanmam gerekiyor olurdu. Ama bir şeyler ters gitmiş. Sokağın ortasında uyanmam bile bir terslik. Bir TERSLİK! Kendimi kaybediyorum, bulamıyorum, havlayan köpeği aramak bile istemiyor, kendimi, evin yolunu ararken buluyorum. Hayatın 24 saatini değil sanki 12 saatini yaşıyor gibi hissediyor, kendimin, sanki iki kişilikli olabileceğini bile düşünüyorum. Düşüncelerimin yarısı diğer ‘insana’ ait, yarısı benim. Hayatımın yarısını yaşıyorum, yarısını o yaşıyor. Bedenim bile bana mı ait emin değilim. Evime varırken hatırlıyorum kendimi, apartmanı görüşümü hatırlıyorum, ama kesinti oluyor, ve şimdi de kapıyı açıyorum. Apartmanda merdivenlerden çıktım mı? Çıktıysam neden hatırlamıyorum? Hafızamı çalıyor diğeri. Ayaklarım yorgun, evet, merdivenlerden çıkmışım. Ama, bu nasıl gider? Bu hayat “yanlış”, böyle olmamalıydı. Benim yaşama hakkım olmayan bir hayat bu sadece. Bana bahşedilmemiş bir hayat… Eve girdim, ev normal gözüküyor, odama göz atıyorum ve yatağım toplu hâlde. Ama! AMA! Ben sabahları hiç bir zaman yatağımı toplamam. Bir şeyler ters. Ben değilim ben. Bu bir değişim, bu kollar bu bacaklar bu kafa bu beyin bu hafıza… Bu YAŞAM… Emanet. Hepsi sanki bit pazarından alınmış. Hiç birini sahiplenemiyor, bir yere varamıyor, bir fikrimi hatırlayamıyorum. Bunun yanlışlığını sokakta farkettim. Buraya gelene kadar bir kaç fotoğraf enstantesi hatırlıyorum sanki. Apartmanı görmüştüm, ve sokağın köşesindeki çöp bidonunu. Her şey silik ama aklımda. Varım, ama kendim yokum. Part-time çalışan bir eleman gibiyim. Çalıştığım yerin bir elemanıyım, ama tam bir parçası değilim. Ben, bedenim bir parçası değilim. Benim değil bu beden, bu kafa. Kendimi yitirmekten korkuyorum. Benim olmayan bu yarı vücut ta giderse ne yaparım onsuz? NE? Dünyadaki tüm insanların bir gecede yok


olmasından yeterince bunalmış bir hâldeyim. Ben de gitsem ne yazar? NE? Benim ne farkım olur, bir değişiklik bile yaratmam dünya üzerinde. Kimse farketmeden. Kimsecikler duymadan kapıyı sessizce çıkarım, kapıyı yavaşça kapatırım evdekiler uyanmasın diye. Anahtarları çıngırdatıp ses de çıkarmam, sessizce yürürüm parmak uçlarımda, apartmanda bile ses yapmamaya özen gösteririm. Duymasınlar beni. Önemsemesinler. Ben yokumuşum gibi davransınlar. Ben sadece, gideyim. Özür dilerim arkadaşlığımla ve sevecenliğimle rahatsız ettim. Sizlerin dostluğuna layık olamadığım için çok üzgünüm. Hak etmediğim şeyleri sürekli istediğim için üzgünüm. Sizlere iyi davranmakla kırdığım için aldanmayın bana. Küçükken kum havuzunda komuşunun çocuğuna kum atan bendim, ah, evet, onun için de özür dilerim, a-a öyle mi, sizin çocuğunuza mı kum atmışlardı, belki benimdir, benimdir muhtemelen, çok özür dilerim, üzgün olduğumu söyleyin çocuğunuza eve gidince, olur mu, peki, tamam, evet, bir aptal deyin, bir aptal umursadan kum atmıştı deyin, şimdi ise kalbi paramparça olmuş deyin, kendisini daha iyi hissedecektir, ben mi, ben gitmeliyim, burada olmam yanlış, burda olma durumum doğru değil, nereye mi, parka gidiyorum, evet küçük çocuklara kum atmaya, evet bu çok ayıp yaptığım farkındayım beyefendi, ama ben buyum, buyum ve değişemiyorum, evet onlardan da yıllar sonra özür dilemeyi planlıyorum , ben sessizce gideyim, sessiz mi, evet, burası çok gürültülü olsun, ben ses etmem, ayakkabılarımı da yeni boyadım, kirli de değil, kirletmem sizleri, yine özür dilerim… Ufka bakınca sanki dünya kopuyor, ayrılıyor gibi hissettim. Öyleydi belki de. Bu hisse kapıldığım an sırtımı duvara döndüm. İşte duvar! Her şeyin sonu burasıydı. Ve arkam ise her şeyin başlangıcı. İşte bir duvar daha, işte bir tane daha. Kendinizin çevresini ördüğünüz duvarlar. Çeperler. Benim şimdi bunları söylemem sizlerin tabi dikkatinizi çekmiyor, siz, her nerede iseniz artık burada değilsiniz. Parka gittim, orada da çocuklar yoktu. Hayret. Gerçekten insanların dünya üzerinden silinmiş olduğunu düşünmeye başlıyorum yavaşça. Ben kim oluyorum da kum atıyorum çocuklara. Ne de aptal bir asalağım. Tüm insanlık. Şu öfke. Şu pislik. Şu aldatmaca. Şu yalan. Şu hınç… Silindi ise hepsi, bunu kabul ediyorum. Bunların da , leş insanlarla yok olmasına seviniyorum. Tek bir eksik var ki, o da ben. Belki de bir fazlalık eksikten ziyade. Parktaki kum bile gitmiş. Benim bu iğrenç edimi tekrarlayacağımı düşünmüş olmalılar. Belki de, diğer yanım beni yaşıyorken o tüm kumu alıp temizlemiştir ve ben kendime gelince bunu farketmişimdir. Ben bile BEN değilim. Ah, ne bahtsızım. Nasıl bir insan canlısı oldum böylesine. Diğer yanım benden daha akıllı. Benden daha güzel anılara sahip. Benden daha güzel yaşamasını biliyor. Ben ise sersefil. Aklımdaki tek denklem 1 kahve kupasına 2,5 tatlı kaşığı kahve atmam gerektiğinden ibaret. Pratik yaşıyorum hayatı. Pratik ve düz. Düz ve sade. Sade ve boş. Boş ve bomboş. Yer ikiye ayrılmıyor, birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Bir


çiftin boşanması gibi. Bıktılar herhalde birbirlerinden. Ben ise bu ‘ayrım’ın tam ortasındayım. Koşmaya başlıyorum, hatırlamıyorum geri kalanını, hatırlamaya başladığım yer ise bir bodrum katı. Kapkaranlık her taraf. Hızlıca nefes alıp veriyorum. Bir şeyden korkmuş olmalıyım. Yer yarılmış, dünyanın sonu gelmiş olsaydı çoktan, burada yaşıyor olamazdım. Biraz daha zamanım var desene… Biraz dah boşlukta debelenmeye vaktim var, ah ben. AH boş ben. Gökten tanrılar mi iner, yerin altından canavarlar mı çıkar diye kendi kendime tahminlerde bulunuyorum. Sanırım bu kadar kargaşanın içinde yaptığım tek mantıklı iş bu olurdu. Bodrumdan çıkmaya hazırlanıyorum, kapıyı açıyorum, bir evdeyim. Müstakil bir ev. Ama. AMA! Benim yaşadığım şehirde hiç müstakil ev olmazdı. Diğer yanım neler yapmıştır kim bilir saatlerdir. Ben nerelere varmış olmalıyım… Diğer yanımın benden daha mantıklı davrandığını söylemeliyim. Evin kapısını açıyorum ve gök kızıl renginde. Ne tanrı ne canavar. Hepsi benim kafamdaydı demek ki. HEPSİ! Keşke kafamın içine girseniz… Dev boyutlarda bir akrep bir asa tutan sakallı bir tanrıyla savaşıyordu, kafamda. Bunun hayalini kuruyordum. Hayallerin yine boş çıktığı bir gündeyiz. Dünya sonlanıyor ve ben hâlâ umduğumu bulamıyorum. Yer ise ayrılmış, en son hatırladığım gibi. Ayrılmasının garip bir yanı var ki, bulunduğum evin kapısına kadar ayrılmış. Sanki dünyanın merkezi bu evmiş gibi. Bir arada tutuyor gezegeni hâlâ. Beni bekliyor. Evden dışarı adımını atmayı. Ve her şey sonlanıyor. Gök yarılıyor. Kızıllık bedenimi kaplıyor. Yer ile gök iç içe geçiyor. Milyonlarca yıldır sevişmeyi arzulayan sevgilivari bir birleşmeye tanık oluyorum, bir oluyorlar,tek oluyorlar,kızıllar. Şu toprak, şu bulut. Hepsini yutuyorlar. Şu duvarlar. Hepsini yiyip bitiriyorlar. Vaktimin pekala dolduğunu seziyorum. Bu aşka tanıklık etmeme sevindim. Boğazım patlayana kadar çığlık atıyorum. Kendimi susturduğum her anın yitirilişi, bitişi, doğuşu. Kendimin sona varışı. Tekrar bakıyorum eve. Yerinde yok. Ben ise çekiliyorum. Çekiliyorum bir süpürgeyle çekilmek gibi. Bu sonsuz kızıllığa karışıyorum. Ben ve diğer yanım. Birlikte kayboluyoruz. Onu özleyeceğimi düşünüyorum. Özlememek istiyorum onu. Her şey yerli yerinde kalsın istiyorum. Olamıyor. Birlikte kızıllığın tadına karışıyoruz. Çorbanın tadı tuzu oluyoruz ikimiz. Ben ve diğer yanım. O da biliyor sonsuzluğun bitmeyeceğini. Bitişin olmaması canımı sıkıyor gider ayak. Ve gözümden bir damla yaş akıyor. Damla yaş kızıllıkta bir ışık saçıyor. Bir ışık beliriyor. Yolun sonunda gördüğüm varamadığım yetişemediğim ışık. İşte orada. İşte bende. Ağlıyorum. Dayanamıyor gönlüm buna. Hafızam kayboluyor. Siliniyor. Bitiveriyor. Kendimi kızıllığın ellerine bırakıyorum, gözüm yaşlı, diğer yanım sakin. *seksteki en yüksek haz alınan nokta. **Hitler Almanya’yı devralınca kitapları yaktırmıştı. Bu deliliğe öğretmenler, bilim adamları dahi katılmıştı.


İnsanın kendinden kaçışı Etrafta sadece sırıtan suratlar rastlıyor, herkesin şikayet ettiği hayatlarını yaşamasına devam etmelerine tanık oluyorum. Hepsi bir yalanın, bir ihanetin parçasına alet oluyor, hepsi bunun farkında olmasının yanında, hiçbiri buna karşı gelmiyor ve kendilerine kandırmalarına devam ediyorlar güzel güzel. Nereye, ne zamana kadar sürecek bu hiç bilmiyorum. Bu sadece bir sonraki neslin önceki nesile ait rolleri alıp devam etmelerinden ibaret. İnsan’ın dünyadaki,evrendeki yeri de bundan ibaret oluyor. Sadece bu. Hiçbir şekilde tasalanmayan, duygularından kaçan bir koşan canlı görüyorum. Koşmasının anlamını kendisi bile bilmiyor. Neyden kaçtığı hakkında da bir bilgisi olmadığı pek açık. Arkasına bile bakmaya korkar hâle gelmiş bu canlıyı diğerleri takip ediyor, ve sonra diğerleri, ve gittikçe artıyorlar sayıca. Bu deliliği durduracak tek bir şey bile elde kalmıyor. Kaçanlardan ziyade, kaçılanın “ne” olduğu üzerine kimse ağzını dair açmıyor. Yasaklı bir kelime sanki? Sanki isminin söylenmemesi dahi şart koşulmuş bir şey. Bir şey uğruna bir şeyden mi kaçıyorlar bu insancıklar anlam vermek güç. Çünkü kendileri de bilmiyor, bilmiyor çünkü bilmeme üzerine eğitilmişler. Kızıyorum onlara, onlara ve salak beyinciklerine. Düşünmemelerine kızıyor, onlardan tiksiniyorum. Onlara göz atıyorum ve iğreniyorum. Birer acizler. Aciz boktan canlılar. Hepsi şu hayatta kendilerine bir fayda sağlayacak tek şey kafalarına sokamamış tiksinç canlılar. Canlı demeye bile dilim varamıyor onların bu aptallığı karşısında, birer yürüyen-ölü-kafasahipleriler benim için. Hiç var ol(a)mamış ‘şey’ler sadece. Madden öldükleri vakit kimsenin hatırlamaya tenezzül etmeyeceği ‘şey’lerden ibaretler. Bir mezarları bile olacak mı? Olmaz. Olmasın da. Benim de olmasın. Kimsenin olmasın. Kıymetli toprak parçası üzerinde boklu çürümüş kemiklerim ile bedenimin çürüyüşünü izleyecek değilim, ben buna değmem sanırım. Şu evrene tek bir damla katkıları olmayan biz insanlar, bu değerli dünyada tek bir santimetre işgal ediyorsak, işte buna üzülüyorum. Bizler kimleriz ki kendimizi pek el üstünde görüp te kendimizi toprak üzerinde yer hak iddia ediyoruz? Biz kimiz!? Benim nedir burdaki oluşum? Görevim? Ödevim? Bu iki kavramı karıştırmamayı unutmayalım. Benim bir yapma-gereken’im var ise, ben burada neden varım? Bir insanın bir şeyi yapması mı gerekir? Bu, doğanın bir beklentisi


midir? Doğa insanlardan ne bekleyebilir ki? Biz birer aptal çöpten başka bir şey değil miyiz yoksa? Biz şu doğayı mahveden pislikler değil miyiz yoksa? Belki de Kant haklıydı, belki de Nietzcshe, ya bir ödev’im vardır. Ya da ben bu tüm kültür diye bana yutturulan her şeyi yıkıp kendi imparatorluğumu kurmalıyımdır. Benim şuan bir oluşumum bile belki bir ödev’dir, kim bilir? Benim bir ödev’im var ise, o da insancıl olmaktır. İnsan’cıl değil bir, insan-bireyi olmaktır. Ben insan’lık’tan pek bir şey anlamayan birisiyim. Ben insan-bireyi’nden anlarım. Tek anlam katan şey de bu insana. İnsan’ın, bir insan-birey’i olması hâli. Bu belki Scheler’in tam-insanı’dır, belki de Nietzche’nin meşhur üst-insan’ı. Emin değilim. Ama ikisinin karışımı olarak görüyorum ben bu kavramı. İnsanın kendi mantığına karşı gelen, baskı ile dayatılan her şeye boyun eğmeyip karşı gelen duruşunu istiyorum ben ondan. Ondan, kendisini yaratmasını, kendi olmasını arzuluyorum. Onun sabah 8 akşam 6 masa başında gömlek-kravat oturmasını İSTEMİYORUM. Onun, dünyaya değer bir şey yapmasını ve bunun farkında olmasını istiyorum! Onun bir “birey” olduğunu öğrenmesini, işte bunu istiyorum! Kafasını açıp, beynini söküp, gözüne doğru, “Bu beyin, kullan artık!” demek zorunda kalmak istemiyorum! İnsan-bireyi olmak benim için en üst eylem değil, “en üst eylem” felsefe tarihinde “en doğru eylem” ile iç içe geçmiş, “en iyi eylem” kıvamına kadar gelmiş, hepsi sonra karmaşıklıklar içersinde debelenmiştir. Her filozof git gide bunları ayıracağına, birbirine katmış, felsefe tarihi sonunda, şimdi ise tam bir çorba hâlini almıştır. İnsan-bireyi hâli benim için en alt eylemdir. Bir başlangıçtır. Merdivenin ilk adımı gibi. Kişi önce ilk adımı atacak ki, merdivenin kalanını güzelce çıkabilsin. Her şeyin ilk şartı budur. İnsan’ın önce kendisini bilmesi. Bu bilme fiziki bilme değil. Tam bir Kierkegaard’ın “insanın kendisini sezmesi/duyması” hâlidir, onun açıkladığı gibi. Ben insandan kendisinin farkında olmasını istiyorum, var olduğunu bilmeli. Bunu bilsin ki, çevresinin farkında olabilsin. Bir insanı köpek gibi eğiterek onları eziyorlar, insanlığını karartırıyorlar yeşeremeden.

Resmen, bir insanın karakterini kaybettiriyorlar. Bir çiçeğin filizlenemeden toprakğından sökülmesine benzer bu. Çiçek daha kendisini gösteremeden bu şansın ondan alınması gibi. Ve çiçek, sonunda çiçekliğini kaybetmiş, bir daha sahip olamacayak bir şey olur. Bir çöp, işe yaramaz bir parça hâline gelir, işte bu da bizim insan-bireyi olamamış insanımızdır. Onun bu olamamışlığına


ardırmamasını da pekala anlıyorum. Çünkü o neyin ne olduğunun farkına varamamış bir insandır. Sanki, ortada büyük bir suç var, ama kimi suçlayacağımızı bilemiyor gibiyim. Kocaman, hem de koskocaman bir suç var ortada, bir insanlık suçu! Ama bundan kimi sorumlu tutabilirim? Her şey o lanet sanayi devrimi ile başlamadı. Her şeyden bunda da önceydi. Her şey binlerce yıl öncesinde de vardı. Sanki… Sanki… Bu insanın kendisinde var. Onun olduğu her yer bir iğrenç, kötülük yeri gibi. Onun içinde var bu. O bunu taşıyor adeta. Dünyada olması, yaşaması bile bir hata. Bir lanetten ibaret sanki. Doğayı cezalandırmak gibi. Borçlu olmayan birisine acı çektirmek gibi. Bir kişi ,bir insan olarak nerede ben yanlış yapıyorum, bir yanlışım var mı onu bile anlamıyorum. Bir şeyler için bataklıkta çırpınan birisi gibi. Bataklıktan kurtursam bile bana ne faydası olur ki? Hemen, şuracıkta boğulsam sanki doğa adına daha iyi olur. En azından ona daha fazla ıstırap çektirmem. Onun sırtına yük olmam. Doğayı Bay K.’ye benzetiyorum. Hiç işlemediği bir suçtan yargılanıyor, işlediği suçu bile bilmiyor ama tüm bu acıyı çekiyor yükleniyor. İşlenmemiş var olmayan bir suç adına suçlanıyordu. Olmayan bir şey için tüm bunlara katlanıyordu. Doğa bizi sırtından silkip atsa rahat edecek, yükü hafifleyecek. Ama biz pençelerimi ona geçiriyor, toprağını işgal ede ede ona kendimizi hatırlatıyoruz. Beş para etmez cesetlerimizle yüzleştiriyoruz onu. Üstündeki tüm suçları bir bir etrafa saçan şu, insanlar. Bir de yetmezmiş gibi kendimize bu doğa üzerinde bir değer biçiyoruz. Ne rezil, ne usanmaz şeyleriz. Bazen hiç düşünmemeye, hayal etmemeye, düşlememeye çalışıyorum. Kendimi kaybediyorum iki metrelik yatağımda. Kendimi kafamı koyduğum yastık üzerinde bulamıyorum. Hiç bir yere ait değilmiş, şuan olmamalıyım gibi. Olmayışımın daha hayra alamet edeceğini. Burda olmamın bile bir anlam ifade etmediğini anlıyorum kendime. Bir kaç metrekarelik odamda kendimden kaçıyorum, kendime sırt çeviriyor, onunla yüzleşmekten usanıyorum. Söyleyecek şeyleri olan hayaletimden korkuyor, onun ölmesini diliyorum. Ondan kaçıyorken onun yüzüne dönüp bakamıyor, diğer insanların da hayaletlerinden kaçtıklarını düşünüyorum kafamda. Kimse arkasına bakmaya cesaret edemiyor, herkes çığlık çığlığa ağlayarak kaçıyor olağan gücüyle. Ayaklarımı parçalana parçalana ağlıyoruz. Acıtıyor. Yüreklerimiz acıyor. Etrafta, yolun sağında solunda bir takım kişiler bizlere gözlerini dikip dik dik bakıyor “ne yapıyor bunlar, nereye gidiyor?” gibi gözlerinde imalı bakışları var. Onlar henüz hayaletleriyle tanışmadıklarını tahmin ediyorum. Herkes günün birinde tanışacak, onunla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Belki yarın, belki


daha da yakındı bu. Kaçış, korkuş, ağlayış, hüzün, acı, inkâr, itiraf. Hepsi içimizdeydi. Ve biz bunu ertelemeye programlanmıştık. En kötüsü ve acısı da, bunun farkındaydık.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.