aynalar ve gerçekler “Sanırım kendimi yeterince açıklayamadım, sizin örümcek kafanız beni ilgilendirmiyor. Yolda gördüğüm hamam böceğini ezişim gibi zevk aldığım kadar, sizi dinlemek de bana zevk veriyor. İzninizle, üstün zekanız (!) karşısında şimdi özür dileyerek yoluma koyuluyorum, bir daha görüşmeme üzere.” Böyle insanlar olmamalı, yaşamamalı, hayatını sürdürmeyi bırakıp, kendini asmalı! Pis kafalı, kıt zekalılar… Cahillik değil beni iğrelten bu yığınlar karşısında, cahilliğin onlara tanıdığı “kesinliktir” beni bunlara düşman eden şey. Emin olmak mı? Tabi ki de bağnazların işidir bu. Onlar ve yığınların. Onlar bir topluluk veya toplum değil. YIĞIN. Sürüdür onlar, daha da ötesi değil. Onların öz-fikirleri olamayacak kadar minik beyinleri ve sıfır hayal güçleri vardır. İşte bunlardır beni yıldıran bu milyonlarca aptal karşısında. Sırf böyle insanların olduğundan haberdar olmak
bile bir kötümserlik sebebi olabilir. Ama birisinin [Sartre’ın] de dediği gibi, Varoluşçuluk bir kötümserlik değildir, o, olanı görmektir. Kendini kör bir umutsuzluğa kaptırmak mıdır gerçekler? Hayır. Kötümserlik değildir, çünkü o gerçeği olanı koyar. Onların [Sartre’ın devrindeki Fransız muhafazkârlar ve komünistler] kötümserlik dediği, aslında sadece ‘gerçekler’di. Onlar bundan [gerçeklerden] rahatsız mı olmuşlardır? Kandırmak bir gerçektir onlara göre, belki de. Bir kaçıştır. Kendisini yalan denizine savurmak ve bir ‘dalga’nın onu başka bir kıyıya savuracağını sanmaktır belki de bu kaçış. Basitliktir bu. Düşünmemezliktir. Gerçek karşısındaki saptırmalardır yığınların beslendiği damar. İşte budur. Bir ‘öküz sürüsü’dür onlar. Aşırı bir hayranlıktır onların kapıldığı ‘dalga’ bu ‘deniz’de. Hayranlık korkutucudur, çünkü hayran olunana karşı bir bağlanmadır, bağlanmak pek de yerinde değildir bu konuda. İçindeki nefret ile aşkı körükleyen bir bağlanmanın yığınların üzerindeki etkisi bir kargaşa ve
kaostur. Tabi bu ‘perde’ler arkasındadır. Sizin bizim gibi insanlar bunların hiç ama hiç güçlü olmadığını sanır. Öyle güçlülerdir ki, ülkenin yönetime ortakdır onlar! Sizden bizden güçlüdür salakların beyni. Bizim dahihane zekalarımız onların moron zekalarına erişemez oysa ki. Çok imreniyorum onlara. Birer evcil hayvan gibilerdir onlar. Önlerine yemek koyulmadığı an sesleri çıkmaz onların. Oysa ki, bir vahşiyiz biz. Yanlışa ses yükseltmez miyiz biz sevgili arkadaşım? Biz bizim olanı korumaz mıyız? Her devrimin sokaklarda olduğunu ne de çabuk unuttunuz dostum? Sokaklar halkın değil de kimindir? Ülke liderlerinin mi? Hiç güleceğim yoktu beyefendi. Biz, sokaklardaki vahşi, ipe gelmeyen hayvanlarız. Sesimizin çıktırdığı kertede bağırırız, hakkımız için. Önümüze konulanla yetinecek değiliz biz. Son günü yaşıyor gibiyim bu gece, evet öyle. Damarlarımda kan sanki elini eteğini çekiyormuş gibi hissediyorum. Kendini salıveriyor gibi. Çok garip bir his. Çünkü daha yaşayacak gibi hissediyorum.
Herkes yaşayacak gibi hissetmez mi zaten sonsuza kadar? Kimsenin rutin planında “bugün olası şekilde ölebilirim” diye bir madde var mıdır? HAHA. Tabi ki de yoktur. Onlar hayatın bir nehir olduğunu bilmezler. Her nehir denize dökülmez mi azizim? Evet deniz bitişi temsil ediyor. Nehirdeki bir damlayız biz. Denize karışınca da damla olarak bir ‘özel’liğimiz kalmaz gibi hissederiz. Biteriz gideriz. Cesetlerimiz toprağın altına itilir, kakılır. “Bu dünyanın size sunduğu SAYISIZ nimetler burada son buluyor sizi gidi pis kokuşan cesetler, rezilsiniz. Bu toprağın üstünü hak etmeyecek derecede kokuyorsunuz! İĞRENÇ! İşte bu sebeple de sizi yerin altına sıkıştırmamız gerek, fazlalık etmeyin lütfen.” İşte budur cenazemde istediğim son konuşma. Gerçekler benim istediğim. Salt gerçekler ve aynasız bir dünya. Ayna illüzyonu temsil ediyor, haklısın. Ben yanıltmalar istemiyorum. Ben doğruluk istiyorum. Bilirsin bazı aynalar vardır, kendini zayıf, şişman gösterir, lunaparklarda, festivallerde, karnavallarda
bulunur en çok. İşte ben o ‘ayna’ları istemiyorum. Doğru bir aynadan yanayım. Ben, suratıma doğru ağlarken, içi kahkaka atan pis ‘ayna’sı insanları istemiyorum. Anlıyor gibisin, evet biliyorum, herkes böyle insanlara rastlıyor, bazen de hiç haketmeyerek hayatımızın bir parçasına tutunuyorlar. Resmen koala gibi ağaca tutunurcasına. Onlar kim oluyor da bizim pek değerli ve kısıtlı şu boktan hayatımızda kendilerine yer kapabiliyorlar. Böyle insanların hayatımı işgal etmesine tahammül edemiyorum, hiç. Sizin de etmemeniz lazım. Böylelerine yüz vererek onları baş tacı yapıyoruz gibi hissediyorum gittikçe. Şurada yaşayacağım keder dolu yılları karartıyorlar. Kederimi bile yaşayamıyorum doğru düzgün onlar yüzünden. Hep bir meşguliyet havası kokluyor burnum. Beni bana unutturmaya çalışıyor böyle pişkin insanlar. Bilirsiniz bir kral soytarısı karakterine sahiptir bu ruhsuz kişiler. Koskocaman bir silgi istiyorum, insanları yeryüzünden silmek için. Dünyayı tertemiz bir sayfa hâline dönüştüreceğim. El
birliği ile başarabiliriz bunu, diye düşünüyorum. Biraz dolaşalım isterseniz, evet, şu yoldan gidelim. Şu sokak lambasını görüyor musunuz cızıltılı ses çıkaranı? O lamba en son babamın cenazesi şu yukarki sokaktan gelirken bozuldu. Kimse de tamir etmeye tenezzül etmedi. Tabutu taşıyanların arkasında en az yüz küsür kişi vardı. O kadar sessizdi ki tahmin edemezsiniz. Bir kuş “cikcik”leyecek olsa o an orada öldürülebilirdi. Tam bir metanet dolu havanın ‘anlam dolu’ havası vardı o gün. Pek sıcaktı. İşte tam tabut lambanın önünden geçerken cızıltı başladı. Herkes başını kaldırıp, lambayı kınarcasına baktı. Gözlerini dikti, kendileri kızdı lambaya adeta. Cenaze merasimi yoluna devam etti. Kimse sesli şekilde yorum yapma gereği duymadı. Sessiz cenaze sessizle son buldu. Sonra, canlı insanlar yaşamaya devam etti. Cenazeye katılan erkekler , cenaze akşamı meyhaneleri doldurmuştu bile. Ölen insan sayısı 1’di. Sadece “bir(1)”di onlara ettiği ifade buydu. Hayatın onlar adına
kalan kısmı sürüyordu. Onların ölümünden sonra herkes yas tutup evlerine yıllarca kapansın isterdi onlar. İşte onlar buydu. Sülüktü onlar. Sümüklü böceğin sümüğüydü onlar tam anlamıyla. Onlar ruhsuz ve insansı değildi. Çok yüzsüzlerdir onlar. Kendilerine antik bir altın taç kadar değer biçerlerdi. Diğerleri ise sokakta ayağına takılan sonrasında tekmelinen taş kadar değerliydi. Demem o ki, insanın içi ile dışının birliğidir aslolan. Şuan bana demelisin ki, senin için nedir de dışın budur? Ben de, o iğrenç pisliklerden biri olabilirim. En azından ben kendimi tanımlayabiliyorum. Hatanın kabul edilmesi, hatanın hiç yapılmamış olmasını sağlamaz. Ama bir ‘adım’dır en azından. Hayat bir Thales öğretisinden ibarettir bazen, sana çok basit gelir. Çok ama çok basittir. “Kendini tanı”dır hayat, şu koskoca evren ve insanlığın ana başlangıç noktası. Bazen tam uyuyacakken yastıktan kafamı kaldırıp “bugün sadece bir gündü. Yarın ise bambaşka bir gün.” diyorum. Neden mi? Sormana sevindim. Çünkü hayat budur, sana 24 saatlik
yenilikler tanır. Böyle bir konuya neden geçtiğimi de açıklayayım. Hayatın kendisini tarihle (geçmiş) birleştiren insanlar çoğunluktadır. Farketmezler ama öyledirler her daim. Tarihin onların yakasını bırakmalarına izin vermezler, savaşmazlar bununla. Tarihin, onların ‘baştan-belirlenmiş-gelecek’ olduğunu göremeyecek kadar kördürler. Sorarım size bayım, sırf geçmişte başka bir ülkeyle savaştık diye ben ne diye bu yükü çekecek mişim ki? Cidden anlamıyorum. 50 yıl önce olan savaştan benim ne tür bir ilgim, bağlantım olabilr? 50 yıl önceki zihniyetin ve insanların sorumluluğu benim sırtıma neden biniyor? Hayır, ben ülkenin kölesi, pis bir kölesi olacak değilim. Sus pus oturacak da değilim. Ben, sadece ben’imdir, ben benim’in ben’iyim. Ben kimsenin köpeği de değilim. Her yapılan şeye kin güdücek olsaydık, insanlık bir çöplük hâline gelirdi. Benim anlamadığım nokta, insanların bu tutuculuğu. Geçmişle bir türlü bağlarını koparamıyorlar. Gün bugündür, yarın bambaşkadır. İnsanların bu
türden bir saplantısına katlanamıyorum. Kendilerini çok fazla şeyden sorumlu tutuyorlar gibi geliyor bana. Geçmişte yapılmış olaylara bakarak içlerini nefret ve intikam duygusu ile dolduran bu nesillere bakıyorum da, geçmişte kan dökerek savaşan nesillerden erden ne farkı var ki? Her ikisinin de zihniyeti aynıdır benim için. Milyonlarca insanın görebildiği doğruyu ben göremiyor muyum? Kör olan asıl ben miyim diye soruyorum kendime umarsızca… olayların üstüne sünger çekmektir asıl acıyı dindiren, değil mi? Sen kalkmış, içini kan hırsıyla dolduruyorsan, ne farkın kaldı senin insan öldürenden? Bir ders alınmamış ki, sen, savaşan kişilerle aynı kafadansın. Diyeceğim şu ki, insan Sartre’ın da dediği gibi ‘ilerlemez’, ‘düzleşir’ sadece. Bu düzleşme ise, çok mu yavaş,, yoksa durmuş derecede midir kafam almıyor açıkcası. Ben barış adına bir fikir atıyorken ortaya, birisi, sözde ‘atalarının’ kanının borcunu alacağını sözlüyor. O kişi zaten bunu söylerek, gelecek nesillere de bu nefreti taşıyor, farkında değil ki hiç.
Potansiyel ansiyel bir şerefsiz resmen. Ben böylelerine açık konuşuyorum çok afedersiniz de, salağa salak demektir gerçeklik. Net olunuz lütfen. Kalkmanız mı gerekiyor? Gemiye mi yetişeceksiniz? Evet, son gemi kalkar birazdan dostum. İyi günler size, sizi bir daha görmem rmem belki, hayatınızın kalan yıllarını saymayın, onları sayılacak derecede değerli yapınız lütfen. Bana söz verin, hemen şimdi! HA-HA. HA. Evet tam bir çocuk gibi mutlu oluveriyorum böyle şeylere. Ne de basitim. Görüşürüz, kendinize bir iylilik yapın ve ‘düşünün’. -mertcan kuranoğlu
Yağmurlanınca Kent bu kentin tek gözlü kedileri cinnet geçirmiştir şiir kovalamaktan yağmur kokan satırları uzaktan uzağa tente altlarında izlerler şimdi an siyah beyaz zaptedilmez yorgun, çıplak öpülesi, pürtelaş yağmur mazgallara sürüklenir çaresiz kaldırım kenarlarından yelkenleri şiirlerle efsunlu kağıttan gemiler cebelleştikçe boğulur dudaklarından yosunları sökemeyen geniş ağrılı denizler pis vapur camlarıyla seyredilen yağmuru bile, filmiyle apartmanlar arası gerilen sokak lambalarından bir bir aşağı iner kent cambazları
iptaldir tüm kırık renkli uçurtma bayramları güneşi, vakti geldiğinde tekrardan göğe iliştirecekler diye çekmece arkalarında elveda işlemeli mendillerin altlarında saklayan kadınlar çoktan rüyalarını balkonlara asmıştır gizlisiz saklısız korkmadan neden asfaltta biriken yağmur suyunda gökyüzünün giderek azaldığını apartman çatılarının büyüdüğünü merak ederek öpülesi, pürtelaş yağmur parmak uçlarında uzanıp öpüyorum yalnızlığımın gökkuşağında -cemal erdem
Kent Sızı
sonrası üç nokta ...
yıllardan tarçın
ona bekçi edilen üç insan ve kentin suskun suçu kayıp Nisan
hangi kapı aralığına sıkıştı şiirlerim anne kim güneşi söndürdü tırnak uçları ile büyük günah: "is" kumlu filmlerin içerisinde tutsak adım adım yeşeren merdivenler topraktan göğe inen ayak ucundan gözlerine sokak kedisinden tiner kokusuna inen özgün müzik: "pis" aylardan karanfil ya sana dokunsam ya sana dokunulsam göbek deliğin etrafında şiirler doğsa yüzünü yüzüme yapıştırıp kaçarım -kendime, kendime, kendi kendimetuhaf manzara: "sis" önce "s" sesi duyulan önce ikinci tekil şahıs intiharlarla beliren
günlerden pazartesi hep Pazartesi hep başlangıç asla bitmeyecek sunu; bir pazartesi trenlerin ölümcüllüğünü keşfettim ayrılık; tarçın karanfil -cemal erdem
Randevu ‘’Lütfen, ağlamayın artık.’’ Kadına bir peçete daha uzatıyor. Kadın, peçeteyi elinden alarak daha yüksek bir hıçkırıkla ağlamaya devam ediyor. Sıkıntılı, etrafa bakıyor önce; ardından garsona işaret ediyor. ‘’Buyurun efendim,’’ ‘’Ben bir sade kahve daha alabilir miyim?’’ ‘’Tabii efendim’’ Garson gidiyor. Adam saatine bakıyor. ‘’Lütfen ama. Kırk dakika oldu, hâlâ ağlıyorsunuz.’’ Kadın başını yerden hiç kaldırmadan gözyaşlarının arasından söylüyor, ‘’Onu neden öldürdünüz Selçuk Bey?’’ Cümlesinin şiddetiyle acısı tazelenmiş gibi sesli ağlayışına dönüyor. Adam, ellerini birbirine kenetlemiş, söylüyor. ‘’Ben öldürmedim onu, böyle olmalıydı. Anlayın beni.’’
Kahvesini getiren garson iki büklüm, kahveyi bırakıp yavaş yavaş çekiliyor. ‘’Lütfen daha fazla ağlamayın, insanlar bize bakıyor. Bu kadar ağlayacağınızı bilseydim, üzgünüm ki buluşma talebinizi kabul etmezdim.’’ Kadın, bu cümlenin de etkisiyle ıslak gözlerini kocaman açarak ve daha şiddetli ağlıyor. ‘’Oysa ben o kadar çok etkilenmiştim ki romanınızdan. Ayşe’nin ölümünde size o kadar kızdım ki. Üzerine böyle diyorsunuz…’’ Adam, suçluluk duygusuyla huzursuzlaşıyor. Öne doğru gelerek sessizce, ‘’Evet, ama o bir roman…’’ ‘’Bir de bana gerçek olmadığından mı dem vuracaksınız? Nasıl içselleştirmiştim o kahramanı,’’ Sözün ortasında durup sesine ciddiyet katarak, ‘’Kendimden bir şeyler bulmuştum onda… Ve sonra siz onu öldürdünüz! Hem de sevdiği adama kavuşmak üzereyken!’’
Günlerce ağladığı şeyi tekrar hatırlamanın –ve dile getirmenin- şiddetiyle tekrar ağlamaya başlayarak mendiline sarılıyor. ‘’Çok etkilendim. Sizi mutlaka görmeli, size onu neden öldürdünüz, diye sormalıydım. Başka türlü bitemez miydi? Ne kadar acı çektim, bir bilseniz…’’ ‘’Hanımefendi, size yardımcı olabileceğimi düşünmüyorum. Yazılmış bir romanı değiştiremeyiz. Benim artık gitmem gerekiyor, yapacak birçok işim var. ’’ ‘’Hayır! Hiçbir yere gidemezsiniz. Açıklayın, neden öldürdüğünüzü açıklayın.’’ Kadın hiddetleniyor. Sesi gittikçe sertleşiyor. Adam, kadının ruh sağlığından şüphe duymaya başlıyor ki, kadın bu sefer bağırmaya başlıyor. ‘’Söyle! Söylesene, neden öldürdün kadını!’’ Herkes onlara bakıyor. Bu sefer ayağa kalkıyor kadın. ‘’Söyle diyorum!’’
Adam da aynı hiddetle karşılık vermek için ayağa kalkarak bağırıyor: ‘’Çünkü onların kavuşmasına dayanamazdım! Çünkü o kadına ben âşıktım, anladın mı? Ben!’’ Cümlesi biter bitmez kadın kol çantasından çıkardığı silahla yazarı tam da kalbinden vuruyor. Herkes onları bir film sahnesi izler gibi sükûnetle izliyor. Kadın, yeniden ağlamaya başlıyor ve koşa koşa restorandan çıkıyor. -merve kırman
benden öte kalan Kilitli bir odanın hayata benzediği apaçık. Odanın içi değil, dışı sizi daha çok ilgilendiriyor ise, burada sormamız gereken soru şudur ki: “Kilitli odanın anahtarı kimde?”. Aradığım cevaba ulaşamıyorum gibi hissediyorum her zaman. Odanın içinde kapalı kalarak, odanın dışına hiç bir zaman erişemeyeceğimizi bilerek, sanki bir şeyler eksik kalıyor veya saçma, ya da her ikisi de. 4 duvar ardında bir oda, ve onun ardında ise bir dünya. Veya tam tersidir. Oda bizim dünyamızdır. Evet öyle. Çünkü, oda biz’den ibarettir. Ben oda’nın içinden ibaretimdir. Dış dünya ise bilinmeyenden ibaret. Odadan geriye kalan her şeyin bilinememezliliği. Kapana kısılan bir hayvan gibi. Asıl sorun şu ki, odanın gerçek dünya olduğunu bilseydim, ve odanın dışından korksaydım, benim dünyam bu olurdu. Ben oda olurdum. Oda benim olurdu. Benim olurdu, bana ait. Bilirdim ki odanın dışı bana ait değil, korkutucu, ürkütücü şeylerle dolu. Tahmin ederdim
ve aptalca ve bağnazca EMİN OLURDUM ki odanın dışı bana uygun değil, bir düşmanlarla çevrili olurdu. Bir sınır gibi. Siyasi bir sınır olurdu odanın içi ile dışı arasında. Ben oda’m olurdum. Dış dünya ise odamın çevresinde olurdu. Bir savaş patlak verirdi. Odam ile geriye kalan dünya arasında. Hayatımı odamdan ibaret bilirdim o hâlde. Belki de böyle daha iyi, böyle görmek daha iyidir dünyayı. Tek olurdum, sanki bir kral, bir tanrı olurdum. Bir Mağara’dır o aslında, biliyorum çünkü hayatın odadan ibaret olmadığını, Perde arkasında şey’lerin olduğunu. Mağara’dan çıkan kişi olurdum, Mağara’nın bir yalandan ibaret olduğunu, gerçeğin Perde’nin arkasında olduğunu bilirdim. İşte böyle. İşte gerçeği görürdüm. Ama ya hiç Mağara’dan ayrılamazsam? Bu cahiliyet içinde yaşadığım anda bile bunun varlığını bilmezken hiç bir şey değişmezdi. Bildikçe artan o şüphe olmazdı. Odamdan ibaret olurdum. Bir labaratuvar faresinden ibaret olurdum. Mağara’dan çıkdıktan sonra geriye dönmeye karar verebilir miydim? Bir daha o duruma
düşmek? Hayatın 10 metre kareden ibaret olduğunu bilmek mi isterdim? Bir akıl hastası durumuna tekrar dönmek ister miydim? Ben tek olurdum, benden ibaret te ölürdüm. İşte o an varlığım olmazdı. Olmayan varlığın hüzgün bitişi. Bir hiç’in bitişi. Başlamayan bir hikayeye son getirmeye benziyor bu. Başı olmayan bir romanın sonucu. İşte, baş karakter ölüyor! Bir geçmişten yoksun bay K! K’yi yargılıyorlar. Habersiz. Kafası karışık. K’nin hafızasını silip, bir odaya kapatsalardı ne olurdu peki? O oda olurdu. Oda da o. Bir gece ansızın tutuklanır, her şeyden bir haber olurdu. Yaşamın yüzünü çok az tanıyan birisi olur çıkardı… Sisifos cezasını çeker iken hiç taşı bir anlığına yuvarlamamayı düşünmüş müdür? Sisifos’un hayatı bu mudur? Taşyuvarlayıcı-sonu-gelmez-adam mıdır o? Sıfatların kişileri gittikçe daraltan o hazinliğini görmüyor musunuz? Camus’yu okuduktan beri, her taş görüşümde aklıma bir yuvarlayış gelir. Bir dağ gelir. Bir yamaç. İşte Sisifos! İşte taş! Ama taş avuçlarından kayıyor
gidiyor… Bir daha yuvarlayacak yukarı doğru. Bir kez daha kayacak. O yılmayacak. Cezalı. Hayatının bir taşdan ibaret olan Sisifos, ne de acıklı. Kilitli odanın kapısı açılsa, kapıdan çıkmaya korkar mıydık? Kapıyı açanı tanrı sanmaz mıydık? Tanrı mı? Kapının kilidi yoksa tanrıda mıydı bu zamandır? Belirsiz. Kapının açılışı bir hediye midir? Yoksa bir tuzak mı? Belki de odanın içi, geriye kalan hayattan daha güzeldir. Kendi krallığımızı kurduğumuz o oda daha hoştur… Acı yoktur. Sızı da. Sadece siz sizsinizdir. Ama bir kapının varlığı, bir yolu temsil etmez mi? Sonunda açılacak o kapı. Kapıdan yoksun, salt dört duvar olsaydı o zaman bir umutsuzluğa kapılacaktık o hâlde. Kapılar yeni umutlardır. Yeni çizgiler. Yeni rotalar. Ama, acı, bu duvarların arkasında başlıyor. İşte tam da adımınızı kapıdan dışarı attığınız o ANDA başlıyor. O yüzünüze vuracak olan acı. Derinize, kanınıza işleyecek olan o kin ve nefret. Durup düşünecek misiniz? Mağara’nızı? Geri dönmeyi? Hiç, dünyanın geriye kalan kısmını bilmemeyi dileyecek
misiniz? O kapının ardını hayal etmeyi bıracak mısınız? Tanrı bir daha açacak mı kapıyı? Kilitler mi üzerimize kapıyı tekrar? Belki de K’dir haklı olan, “Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını bilmek ne büyük bir mutluluktur”. Cücenin K’ye yüzüne kapadığı kapı? Kiliti olmayan, ama kapıdan geçmeyen K’ye ne demeli? Kilitler belki semboliktir. Belki de kilitsizler daha tehlikelidir. Kilit bir zincir midir insanın boyuna tasma-vari geçirilmiş olan şey? “Bu kapı senin içindi”. *K: Franz Kafka – Dava **Sisifos: Albert Camus – Sisifos Söyleni ***Mağara benzetmesi: PlatonDevlet -mertcan kuranoğlu
son kez ölüş İnsanın, var olmasını Descart cogito’ya (düşünmeye) bağlarken S.Kierkegaard ise insanın kensini duymasını sezmesini ve bu sezişle tanrıya ulaşmasına bağlıyor. Ama benim aradığım bu değil.
Hayatımızda bir an olsa, ve o anda, sizin tamamen varlığınızı silse, sizin hiç yaşamamış olmanızı sağlasa, hiç doğmamış olmanızı, sizden bir eser bırakmasa, buna ne diyecektik? Tamamen yeryüzünden silinmiş bir karakterden başka, hatta hiçbir şey’den başka bir şey olamazdık o hâlde. İnsanın o an ne kadar değersizleştiği ve ne kadar da bir boşluktan ibaret olduğu görülüyor. Hiç olmamış birisinin dünyada hiç yer kaplamaması, kişinin kendisinin buhar olup gitmesi ne kadar acıklıdır. Her gün ölen ve toprağın altına gömülen insanlardan bahsetmiyorum, tamamiyle bir kişinin silinmesinden bahsediyorum. Şuana kadar yaşamış olan herkesi tabi ki de anmıyoruz, ama birisinin var olmasının unutulması, onun tamamen bir hiç’liğine vardırıyor. Hiç doğmamış olmak ile, yaşarken doğmamış olmayı dilemek arasında fark mıdır? Veya, yaşıyorken, ölüp, kimsede bir iz bırakmamak? Aslında hepsi aynıdır. Hiç yaşamamış olmak sonsuz bir karanlıktan başka ne olabilir ki? Veya ölmek? Ölünce var olmayı sürdürmemiz ile
doğmayıp var olmamak arasında bir fark yoktur. İkisinin arasındaki tek evre ‘yaşamak’ oluyor o hâlde. Benim şuan bunu yazmıyor, hiç var olmamış, benim “ben”inim hiç gün yüzüne çıkmamış olması demek, benim doğmamış olmamdır. Dünyadaki herkesin var oluyor olduğunu düşünürsek, herkes var oluyordur. Ama, benim dünyadan gidişimin, burada bir eksiklik yaratmayacağını biliyorum. Bir insan olarak,ben olmasam, başkası mı olacaktı yoksa? Başka bir kişilik, başka bir ruh olacaktı benim yerimde. Benim, ben’im’in benliğinin sadece başka bir ben’le yer değiştirileceği apaçık. Bu sonuca varmak bile, intiharın ne kadar gereksiz olmadığını gösterir. Ben olmasam, başkasının ben’i ben olacaktı. Bu durumda ne ben, ne de benim benliğim ‘eşsiz’ bir şeydir. Sadece neyse o, olması gereken neyse o olacak sadece. İntihar ederek, kendime savaş açmıyorum, sadece onun gereksizliği ve basitliğidir. Bir çöp gibi insan kişisi. Ne kadar fazlalık yaratırsa o kadar etrafa kötü koku yayıyor. Bu kokuyu
azaltarak, intihar ederek, bir adım daha ‘temiz’liğe erişmiyor muyuz? Hiç kimsenin özel bir yanının olmayışı, sadece iki farklı cinsten insanın birleşmesi dolayısıyla bu dünyada oluşumuzu bile göremiyorsunuz. Benim isteğim ile var olmadım, ama benim istediğim ile ben’ime son verebilirim. Bu karar üstünde çok düşünülecek bir şey değil, veya önemsenmesi gereken. Doğmak fiili insanlarca ne kadar basit ve olağan görülüyorsa, ölmek de öyle olmalı. Ölmek bir son mu? Sonlanır mı ki insan? Sadece canlı olmam. Sadece ben’im yaşamaz hâle gelir. Zamanda yolculuk yaparak, kendimi öldürmem mümkün müdür? Saat 12:00’da zamanda geriye gidip, geçmişte yaşlanıp, sonra saat 12:05’te geriye,kendi zamanıma dönmem mümkün olabilir mi? Sadece 5 dakikada yıllarca yaşlanabilir miyim?Kendi hayatımda yaşadığım 5 dakika bir hayata mâl olabilir mi? Bir hayata eş değer? Kendi zamanımda var olmama değer mi bu? Veya, diğer yandan, zamanda yolculuk yaparken hiç
yaşlanmayacağımı düşünürsem, ölümsüz olabilir miyim böylelikle?Hiç yaşlanmayıp, kendi zamanımdaki zamanım akmasını engelleyebilir miyim?Kendimden kaçabilir miyim?Kendimi yitirip, kendim olmayabilir miyim? “Bu” insan olmayı sürdürmemek isteyebilir miyim? Benim, ben olmamam ile başkasının bana, bir başkasının, ben olması da mümkündü. Sadece bir şans işiydi, bu kişinin ben olması, hiç bir zaman benim ben olmayışı ise daha da garip bir iş. Çünkü bir bedene - forma sahip olunduğu zaman mı ben tamamlanıyor? Yani, benim hiç doğmamam ile, bir ben sahip olabilir miydim yine? Sanmıyorum. Çünkü bir hiç olurdum. Hiçten öte olmazdım. Hissedilmez, sezilmez, bilinmezdim.Şimdinden bir farkı kalmaz, yine bir sıfır olurdu bu. Toplama işlemindeki sıfır olurdum. Yer kaplayan, ama etkisi olmayan o sıfır. Sırf kalabalıklık etmeye gelmiş olan o sıfır. Bir değersiz bireyden öte olmayan sıfır.Dünyaya potansiyel mutsuz insanlar getirmeyi ne zaman
bırakıcaksak, o zaman sanırım intiharı gerekli görürüz. Artık şu rastgelmişliğe son vermeyi, var olmanın bile acı verici yanını görmenizi istiyorum. Bazen sadece, sırf, boşluğa, hiçliğe ulaşmak, kurtulmak için ölmeyi diliyorum. Acının dineceği, artık benim ben olmayacağım zamanın yaklaşması. Hiç olmayı. Sıfır olmayı. Kedersiz, dertsiz, bir kuş olmayı. Başka bir dünyanın var olmadığını bilerek dünyadan göçüp gitmeyi, istiyorum. 85 yaşında kalp krizinden değil, kendi elimden, kendi canımdan, acımı sindirmek, onu bitirmek, acıların en güzel sona erişi değil de nedir? Ölüme bir adım daha yaklaşan her güzel insan gibi, biraz da sıkkınlıkla, son kez nefes alışımın ardından şuralardan, buralardan ve oralardan ben’imin yok oluşunu görmek en hoş ve en ümit verici an olsa, keşke. -mertcan kuranoğlu