YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ BORNOVA ŞUBESİ BABİL KULESİ DERGİSİ 10. SAYI

Page 1

REMBRANDT

Işığın ve Gölgenin Ustası

ENTROPİ

Evrende Kaos Var mı? Yok mu?

İNAYET HAN

Yenilenme Yolunun Keşfi

HİNDİSTAN

Delhi’ye Yolculuk



EDİTÖR’DEN Yenilenmek, temiz bir sayfa açmaktır. Yepyeni bir başlangıçtır, her mevsim deri değiştiren yılan gibi yeni bir hayata deri değiştirebilmektir bir anlamda. Her sabah güneş doğar, yeni bir gün başlar, her bahar yenilenir tüm tabiat. Yenilenmek, her yerdedir… Yeni bir yılla birlikte yeni bir sayıda, yenilenmek üzerine düşüncelere daldık… ‘’Işığın ve gölgenin ustası’’ Rembrandt’ın büyüleyici tablolarına göz attık, engizisyona karşı inançla fikirlerini savunan Giardano Bruno’nun izlerini sürdük çiçek meydanında. Kadın filozoflarla ilgili Aktiffelsefe Aydın Şube Sorumlusu İlkay Bilkay

ile yaptığımız röportaj hayli ilgi çekici oldu. Aslında tarih boyunca pek çok kadın filozof olduğunu ama ne yazık ki pek değerlerinin bilinemediğini öğrendik üzülerek. Yazar bölümünde doğunun bilgeliğini batıya taşıyan Hazret İnayet Han’ı tanımaya çalıştık bu sayımızda. Sinema sayfasını ise hayli sıra dışı olan senaryosuyla tüm sezonun belki de en çok konuşulan filmi Inception’a ve klişelerden uzak bir Türk sineması örneği olan Prensesin Uykusu’na ayırdık. Gezi sayfamızda ise sıra dışı bir ülkeye, Hindistan’a uzandık. İyi bir dinlenme yenilenmenin en elverişli yoludur. Bu yüzden

de verimli dinlenme yöntemlerine göz attık. Başkalaşabilmek için yenilenmek gerekir çünkü. Dünle beraber gitti cancağızım Ne kadar söz varsa düne ait Şimdi yeni şeyler söylemek lazım… diyen Mevlana gibi…

Özgür BENLİ


İÇİNDEKİLER

35

08 REMBRANDT Işığın ve Gölgenin Ustası

GİORDANO BRUNO Dogacı Coşkunlugun Düşünürü

38

16 ENTROPİ Evrende Kaos Var mı? Yok mu?

PSYKHE-EROS

42

26 kül tigin

İLKAY BİLKAY Kadın Filozoflar

İNAYET HAN

32 DİNLENMEK 4

46 HİNDİSTAN YOLCULUĞUNDA Delhi Durağı


İÇİNDEKİLER

60

52 RİHANNA

PRENSESİN UYKUSU

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

62

55 INCEPTION Nolan’ın Son Alamet-i Farikası

babil

kulesi ocak-şubat-mart 2011

İmtiyaz Sahibi

YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

KÜLTÜR-SANAT

Yayın Koordinatörü Semra ŞEN Editör Özgür BENLİ Grafik Tasarım Eylem ÖZKAN babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6

Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )

bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.


TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan

sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak

isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır

ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7


SANAT

8


SANAT

IŞIĞIN VE GÖLGENİN USTASI Rembrandt Harmenszoon van Rijn (15 Temmuz 1606 – 4 Ekim 1669)

Barok dönemin en ünlü ressamı Rembrandt, Hollanda'nın ticaret, bilim ve sanatta atılım yaptığı "Hollanda Altın Çağı"nda yaşamıştır. Rembrandt ışık-gölgeyi özel kullanım tarzı ve fırça çalışmaları vasıtasıyla, ifade niteliği yüksek eserler ortaya koymuştur. Bu özelliğiyle birçok yazarın sayfalar dolusu yazarak ifade edebildiklerini Rembrandt, fırçasıyla anlatıp ifade etmiştir. Tablolarında daha çok insanların iç dünyasını, iç gerilimini, yaşadığı ızdırabın kişiye getirdiği psikolojik yapısını tasvir etmiştir.

ve daha sonra Leyden Üniversitesine yazılır. Ailesinin doktor olma isteği çabuk erir ve beş ay sonra okulu bırakır. Ressam olmak istediğini söyler ve babası onu akrabası olan Jacob van Swanenburgh adlı bir ressamın yanına verir. O zaman ressam olmak Hollanda'da prestijli bir iştir. Geleneksel etüt eğitimi alan Rembrandt,

üç yılın sonunda müthiş kompozisyonlarıyla kasabalıları şaşırtmıştır. Babası onu Amsterdam'a ülkenin tanınmış ressamlarından Pieter Lastman'ın yanına eğitim almaya gönderir. Lastman’da İtalya’da eğitim görmüştür ve özellikle İncil’den sahneler, mitolojik ve tarihi tablolar

Rembrandt, 15 haziran 1606 Hollanda'nın eski üniversite kasabası Leyden'in çevresinde doğmuştur. Babası değirmenci, annesi fırıncı sülâlesindendir. Yerli Latin okulunda okur The Martyrdom of St. Stephen.1625

9


SANAT

The Present

The Night Watch 1642

yapmaktadır. Burada Pieter Lastman ona İtalyan sanatının özelliklerini ve Caravaggio’yu, dolayısıyla ışıkgölgeciliğini tanıtmış, böylece hiç İtalya’ya gitmediği halde Caravaggio, Raphael, genç Michelangelo, Tizian ve Kappaçi gibi ressamların tarzının etkisini onun vasıtasıyla almıştır. Uzun süre İtalya'da çalışan ve yaşayan Lastman’ın yanında İncil'in konularına ve egzotik Doğu'ya ilgi duyar. Işık-gölge arasındaki zıddiyetten resimlerinin esas konusu olan insanın ruhi durumunu 10

ifadede faydalanmış ve bu gaye ile kullanmıştır. R e m b r a n d t ’ ı n resimlerindeki ışık, çoğu zaman tek ve belirli bir kaynaktan gelmez, gökten yeryüzündeki bazı olayları aydınlatmak için gelen bir ilahi ışıktır bu. Rembrandt, 1624 yılında eğitimini tamamlayıp Layden'e döner ve atölye açar. Gelenekselleşmiş İtalya gezisini reddeder ve kendini bulmak için gece-gündüz çalışır. Öğrenci yetiştirmeye başlar. İlk başta kendisinin ve ailesinin portrelerini çalışır. Sıkılınca çevredekilere ve daha sonra sokaktaki

insanlara bakar. Onun için Constantijn Huygens günlüğünde şöyle yazar:" Sakalsız değirmencinin oğlu bize asil kanın üstünlüğü düşüncesini altüst ettirdiği gibi, aynı zamanda İtalya'nın tüm gelmişgeçmiş sanatçılarının ustalıklarını gölgeledi." Resmin yanı sıra baskı ile de ilgilenen Rembrandt'ın karakterleri sokaktakiler, dilenciler ve börekçiler olmuştur. 1631-32 yılında, tekrar Amsterdam’a gider. Orada sevgili karısı Saskia ile evlenir. Saskia, zengin bir asılzade olan Van Uylenborch’un kızıdır. Bu evlilikten sonra


SANAT

Philosopher Meditating 1631

tation of Jesus in the 1627/28

Rembrandt, sanat eserlerini topladığı bir eve sahip olur ve şehrin en ünlü ressamı olarak itibar görür. Ama ne yazık ki 1642 de taparcasına sevdiği karısı Saskia, geride Rembrandt’ı ve bir yaşındaki oğlu Titus’u bırakarak ölür. Bu sırada ‘’Gece Nöbeti’’ adlı eseri de çok alışılmamış bir fikre dayandığı için beğenilmez. Tablodaki portrelerde, hareketsiz ciddî duran kompozisyonlar yerine, yaşanmış, hareketli gerçekleri ortaya koyan sahnelerin yer alması, herkesi şaşkına çevirmiştir. Karısının ölümünün verdiği üzüntü ve Gece Nöbeti’nin beğenilmemesine ilâveten Rembrandt, karısının iyi bir miras

bırakmış olmasına rağmen, 15 yıl kadar sonra, kendisini nerede ise hapse götürecek kadar borca da girmiştir. Her şeyi, bütün malları, hatta resim koleksiyonu bile arttırma ile satılır. Karısının ölümünden bir müddet sonra beraber yaşamaya başladığı Hendrickje onu ve oğlunu himaye eder. İlk karısı kadar sevgisini kazanan Hendrickje, onun en büyük desteği olur. Küçük bir eve taşınırlar ve eskisi gibi şaşaalı yaşamak yerine mütevazi bir hayat sürmeye başlarlar. Bu yıllarda sosyete ile ilgisi de kesilen sanatkâr daha çok dini konulara dönmüştür. 1662 de Hendrickje, 1668

de ise 27 yaşındaki oğlu Titus ölür. Rembrandt oğlunun ardından ancak bir yıl daha yaşayabilir. Son derece verimli olan Rembrandt, hayatı boyunca 650 kadar eser yapmıştır. Onun kadar çok kendi portresini yapan başka bir ressam yoktur. Hayatının her devresine ait kendi portreleri vardır. Bunlarda Rembrandt, hayal kırıklığının her anını derinliğine inen kendi analizi ile tespit etmiştir. 60 kadar kendi portresi vardır. Geride 300 kadar taslak ve 2000 e yakın desen bırakmıştır. Stüdyosunda yıllarca bir çok ressam yetiştirmiştir. Rembrandt, ışıkgölge kontrastından faydalanarak çirkin de 11


SANAT

1629

1634

1650

1658

1661

12

gerçekleri değiştirmeden vermeyi sadece yağlı boya eserlerinde değil gravürlerinde de başarmıştır. Gayet kolay ve serbest çizgisi olan ve süratli çizimle çalışan sanatkâr, bu teknikte çalışırken ince ince ve uzun zaman alan bakır kazıma veya tahta kesme tekniği yerine bakır levhanın balmumu ile kaplanıp bir iğne ile daha sonra asitin tesiriyle istenen oyukları meydana getirecek olan çizim yolunu seçmiştir. Böylece, kendi çizim tarzına uygun, yani daha serbest elle ve süratli çalışabiliyordu. Bu teknikle yapmış olduğu çok sayıda eserleri vardır. Yaratıcı muhayyele gücünün akıcılığını basit bir sulu boya resmi (c. 1655-56, British Museum, Londra) bile ortaya koyar. Bu resimde kolları üzerinde abanarak uzanan kadın, çok az çizgi ve lekelerle yapılıvermiştir. Detaylar hakkında açık bir fikir vermek lüzumunu Rembrandt duymaz, göstermek istediğini en kısa yoldan seyirciye verir. Nitekim önceleri paletinde birbirine iyice karıştırarak kullandığı boyaları gittikçe daha büyük fırça darbeleri halinde yan yana sürüvermiş, çirkin de olsa göstermek istediği şeyi, tasvir etmek istediği ifadeyi bütün çıplaklığı ile resme geçirmiştir. Onun en çok ilgisini çeken şey insanların iç

dünyasını, iç gerilimini, yaşadığı ızdırabın kişide meydana getirdiği psikolojik yapısını tasvir idi. Pek güzel olmadığı halde, çirkin yanlarını hiç güzelleştirme çabası olmaksızın, olduğu gibi tespit eden kendi portrelerinde, gençliğinden itibaren yaşadığı psikolojik durumunu kesintisiz olarak izlemek kabildir. Son derece samimi olan portrelerinde tabiatın bir görünüşünün çalışmasını yapıyor, etrafında dikkatini çeken şeylerin, kendi duyuları ve hayali üzerindeki izlenimini tespit ediyor gibidir. Ölmeden bir yıl kadar önce yapmış olduğu, kendisini Democritus olarak gösteren portresinde (c. 1668, Wallraf-Richartz Museum, Köln) ressamı karşımızda yaşlı, büyük tecrübelere sahip, çok akıllı ve kaderin sillelerine gülümseyerek bakabilecek kadar olgun bir filozof olarak buluyoruz. Kalın fırça darbeleriyle boyanmış portrede ışığın titrek kalitesi, kötü kaderiyle dengesini biraz kaybetmiş bir ifade de taşımıyor değildir. Rembrandt resimlerinde göstermeyi ana gaye edindiği iç dünyayı ifade etmek için hiç bir zaman büyük jestler ve hareketlere gerek duymamıştır. Onunresimleri tiyatrovari ve yapmacıklı değil, samimidir. O, dini


SANAT konuları da resmederken din kitaplarını okur fakat orada bahsi geçenleri kendi hayalinde yaşattığı gibi ele alırdı.İncil’den konuların alışı dikkat çeker. Tabloları Hakkında Manzaralar Rembrandt’ın sık sık kırsal yörelerde gezmiş olsa da çok az sayıda manzara resmi yapmıştır. Manzara tabloları, özellikle ışığın tuval yüzeyindeki dağılımı nedeniyle oldukça dramatik etkilere sahiptir. Teknik konusunda değil, ama manzara tablolarındaki öğeler bakımından Rembrandt, bu alanın ustalarından Hercules Segers’e çok şey borçludur. Rembrandt’ın bu resimleri gördüğü yerlerin betimlemesinden çok, hayal ürünü dağ manzaralarıdır. Bu tablolar genellikle doğanın güçlerini yansıtır; karanlık bulut kümeleri ve dalları fırtınada kırılmış ağaçlar bu çalışmalarda sık sık göze çarpar. Bu türden doğa betimlemelerine ressamın gravürleri arasında da rastlanır. 1640’lardan sonra manzara tablolarında ağırlık dağ betimlemelerinden Hollanda kırlarının sakin görünümlerine kayar. Dinsel Tablolar Rembrandt, ustası Lastman’dan din ve tarihin sanatçıya sağlayabileceği esinler konusunda çok şey öğrenmişti. Ustasının yanından

The Mill. 1650

dönüp kendi atölyesini açtığında Rembrandt yoğun biçimde dinsel temalar ü z e r i n d e çalışmaya başladı. Ortaya çıkan yapıtlar küçük boyutlu, ancak özellikle giysi ve mücevherlerin çok titiz b i ç i m d e i ş l e n d i ğ i çok ayrıntılı çalışmalar oldu. 1633’te Amsterdam’ın yöneticilerinden Frederik Hendrik ressama İsa’nın acılarını konu alan bir dizi tablo ısmarladı. 1640’larda, özellikle dünyaya gelen çocuklarının üçünü ve ardından eşini yitirmesine bağlanan birdinseluyanış

The Descent from the Cross 1651

yaşayan Rembrandt’ın resimlerinde, bu dönemden itibaren Tevrat öğelerinin yerini İncil’den konuların alışı dikkat çeker. 13


SANAT

Tarihsel Tablolar Rembrandt ilk tarihsel tablolarını Leiden’deki stüdyosunda yaptı. Usta bu resimlerine konu olarak her seferinde özgün, tarihin akışı bakımından önemli bir anı seçmiştir. Bu tablolarda, zengin bir biçimde işlenmiş giysiler özellikle dikkati çeker. Birçok eleştirmen, Rembrandt’ın hedefinin ünlü Flaman ressam Rubens’in düzeyine erişmek olduğunu yazmıştır. Tarihsel tablo çalışmaları, 17. yüzyılda resim sanatının en değerli kolu olarak kabul ediliyordu. Bu alanın temaları da İncil’deki konularından, Antik dönemin çeşitli öğelerine,oradan 14

The Feast of Belshazzar 1635

da dönemin önemli olaylarına dek uzanıyordu. Bu konuları tablolaştırabilmek için ressamın tarihi ve olayların öykülerini iyi bilmesi ve insan figürlerini ve duygularını aktarabilmekte çok yetenekli olması gerekiyordu. Bu nedenle

ressamın sadece kendi alanında yetenekli olması yeterli değildi; tarihsel tablolar ciddi bir entelektüel yatırım ve birikim gerektiriyordu. Rembrandt tarihsel tabloların en büyük ressamlarından biri olmayı başardı. Oto-portreler Remrandt’ın kendisini resmettiği en az seksen tablo bulunur.

Bunların az bir kısmı, müşterileri tarafından sipariş edilmiş; birçoğu da ressamın alıştırma çalışmaları olarak kendisi için ürettiği tablolar olmuştur. Alıştırmaların büyük bölümü insan duygularının –şaşkınlık, sevinç ya da üzüntününresme aktarılması üzerinedir. Sık sık kendini asıl tablolarında kullanacağı öğelerin, tarihsel bir kişiliğin, bir soylunun ya da İncil’den bir karakterin modeli olarak bu otoportrelerine yansıtmıştır. Son yıllarında ressam, kaygı ve kederlerini ortaya koyduğu, resim tarihi için çok önemli yapıtlar sayılan tablolar yapmıştır.


dönemlerinde Rembrandt “kaba iş” denen bir başka tekniği de başarıyla kullanmıştı. Bu yöntemde b o y a tablonun her yerine yoğun ve geniş bir biçimde dağıtılıyordu. Bu tabloların çoğunda, örneğin eller ve yüzler üzerinde

Lucretia. 1664

Teknikler Rembrandt, sanat hayatının erken dönemlerinden itibaren açık ve koyu renklerle oluşturduğu kontrasta dayanan bir teknik kullanmıştı. İtalyalı ressam Caravaggio’nun kazandırdığı bu teknik, Rembrandt tarafından özellikle dinsel ve tarihsel tablolarda önemli olay ya da kişilere vurgu yapmak için kullanılyordu. Rembrandt’ın bu tarz çalışmalrında boya henüz kurumadan yapılan ve alttaki tuval parçasını ortaya çıkaran kazıma tekniği önemli bir yer tutuyordu. Koyu zemin üzerinde beyaz kurşun kullanımı da tablolarında özellikle ışık huzmelerini belirginleştiren bir yöntemdi. Sanat hayatının ilerleyen

Homer. 1663

oldukça ince, pürüzsüz bir çalışma yapılırken; özellikle giysilerde boya, yoğunluk ve kabarıklık hissi verecek biçimde bol tutuluyordu. Erken

dönem

SANAT parlak renkleri tercih etmiş olan Rembrandt, ilerleyen yaşlarında daha yumuşak renklere yönelmişti. Mor, bronz yeşili ve donuk sarılar en sık çalıştığı renkler oldu. Ömrünün sonlarına doğru ise koyu kırmızı, kahverengi ve altın sarısı sanatına ruh veren renkler haline geldi. Rembrandt, tablo çalışmalarından başka birçok başarılı gravür, oyma ve taşbaskı ürünü verdi.

Kaynaklar: http://www. aydinsofu.com/ sanatpedi/ Rembrandt http://www. felsefeekibi. com/sanat/ isimler/isimler_ a l f a b e t i k _ rembrandt_ harmensz_van_ ryn.html http://www. turkcebilgi.com/ rembrandt/ ansiklopedi http://www. a b c g a l l e r y. c o m / R / rembrandt/ rembrandt.html

Eylem ÖZKAN

lerde 15


ARAŞTIRMA

16


ARAŞTIRMA

Evrende kaos var mi?

Geçmişten günümüze kadar “evrende kaos var mı? Yok mu?” sorusu, beyinleri devamlı meşgul etmiş, ama modern bilimin gelişmesiyle daha somut bir anlam kazanmıştır.

Yok mu?

Kaosun sözlük anlamı “kargaşa, düzensizlik” tir. Kargaşa ve düzensizliğin olduğu bir yerde de her şey bir rastlantı şeklinde gelişir. Buna kaynaklık eden temel yasa da entropi yasasıdır.

ve değer ile başladığını ve değiştirilemez biçimde rastgele kaos ve tükenmeye doğru gittiğini söyler. Entropi, fizikte bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir.

Entropi yasası, termodinamiğin ikinci yasasıdır.Birinci yasa, evrende madde ve enerjinin daimi olduğunu, yaratılamayacağını veya yok edilemeyeceğini açıklar. Sadece şekil değişir, fakat öz asla. İkinci yasa, yani entropi yasası, madde ve enerjinin sadece bir doğrultuda değiştirilebileceğini b e l i r t i r . Ya r a r l a n ı l a b i l e n d e n yararlanılanamayana, geçerliden geçersize yada düzenliden düzensize doğru. Esas olarak ikinci yasa, tüm evrende her şeyin bir yapı

Bu gerçek hepimizin yaşamları sırasında da yakından gözlemlediği bir durumdur. Örneğin bir arabayı çöle götürüp bırakır ve aylar sonra durumunu kontrol ederseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş, daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine lastiklerinin patlamış, camlarının kırılmış, kaportasının paslanmış, motorunun çürümüş olduğunu görürsünüz. Ya da evinizi "kendi haline" bırakırsanız, her geçen gün daha düzensizleştiğini, dağıldığını, tozlandığını

görürsünüz. Ancak bilinçli bir müdahale ile (yani evi temizleyip düzenleyerek) bu süreci geriye çevirebilirsiniz. Tek yönlü süreçler sonun habercisidir. İnsanın yaşlanma süreci de, evrendeki entropinin artışı da böyledir. Aslında evrendeki entropinin artışına sebep olan birçok tek yönlü süreci sürekli gözlemlemekteyiz. Isı, hep sıcaktan soğuğa doğru akar, hiçbir zaman soğuktan sıcağa doğru akmaz.Sıcak bir çayın her zaman soğuduğunu gözlemleriz, ama hiçbir zaman odadaki sıcaklık çaya doğru geriye akarak (süreç tersinerek) çayımızı ısıtmaz. Bisikletimizin frenine basarak durmamıza yol açan süreç ısıyı açığa çıkarır, ama hiçbir zaman Güneş’in ısıttığı bisikletimizin hareket ettiğini göremeyiz. Parfümümüzün kapağı açıksa koku odaya dağılır, ama odanın içindeki dağılmış moleküller tekrar birşişeyi doldurmazlar. 17


ARAŞTIRMA Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur. Öyle ki Albert Einstein, bu kanunu “bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır. Amerikalı bilimadamı Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü) adlı kitabında şöyle der: Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir. Sir Arthur Eddington ondan, bütün evrenin en üstün metafizik kanunu olarak bahseder. İlk yasada tam olarak kastedilen şey enerjinin yaratılması yada yok edilmesinin imkansız olduğudur. Evrendeki enerji miktarı zamanın başlangıcından beri sabittir ve zamanın sonuna dek sabit kalacaktır. Birinci yasa sakınım yasasıdır. Enerjinin yok edilip yaratılamayacağını fakat bir formdan başka bir forma sokulabileceğini söyler. Bu dönüşüm sırasında enerjinin bir kısmı geri döüştürülemez forma geçer. Mesela bir bina inşa ettiğinizde başka yerlerden bir araya topladığınız enerjiyi kullanırsınız. Bina yıkıldığında enerji yok olmaz, sadece çevrede başka yerlere nakledilir. 18

Tüm düşünmemiz gereken 1. yasa olsaydı enerjinin tüketilmeksizin bir formdan diğerine dönüştüğünü düşünüp rahatlardık ama dünyanın bu şekilde dönmediğini biliyoruz. Örneğin bir parça kömür yakıldığında enerji yok olmaz ama uzaya yayılan kükürtdioksit ve diğer gazlara dönüştürülür. Süreç içinde enerji kaybolmaz ama aynı kömür parçasını tekrar yakamayacağımızı ve aynı faydayı elde edemeyeceğimizi de biliriz. Bunun açıklaması enerjinin bir halden bir hale dönüştüğünde ‘’belli bir cezanın ifa edildiğini’’ söyleyen ikinci yasada bulunur. İşte buna entropi denir. Entropi artık işe dönüştürülemeyen enerji miktarının ölçümüdür. Yasaya göre kapalı bir sistemde maddi entropi nihai olarak bir maksimuma varmak zorundadır. Evrendeki her şey belirli bir yapıya ve değere sahip olarak başladı, fakat geri dönülemez şekilde, gelişigüzel kaosa, ve ıskarta, ziyan veya atığa gidiyor. Entropi, evrenin bir alt sistemindeki elde edilebilir enerjinin, elde edilemez enerjiye, veya kullanılabilir enerjinin kullanılamaz enerjiye ne ölçüde dönüşmüş olduğunu belirtir. Yine Entropi Yasası uyarınca - ki bu nokta çok önemli

- ne zaman dünyada ya da evrende düzenli bir durum oluşsa, bu, yakın çevresinde daha büyük bir düzensizliğin oluşması pahasına gerçekleşir. Satır aralarını dikkatle okursak, Entropi Yasası, tarihin ilerleme demek olduğu fikrini yıkar. Bunun yanında, bilim ve teknolojinin daha düzenli bir dünya yarattığı fikrini de reddeder. Burada biraz teknik olmak gerekiyor. Enerjinin işe dönüştürülebilmesi için bir sistemin değişik bölümleri arasında farklı enerji yoğunluğu olması gerekir. İş yapılırken enerji mutlaka yüksek yoğunlukta olduğu bölgeden, alçak yoğunlukta olan yere akar. Tersi olamaz. Enerjinin bir düzeyden başka bir düzeye gittiği her sefer, bir sonraki seferde kullanılabilecek ve işe çevrilecek enerji miktarı azalır. Barajdan bırakılan su bir nehir veya göle düşerken elektrik üretmekte veya bir çarkı döndürmekte kullanılabilir. Ama yüksekliğini kaybedip alt seviyede bir yere vardığında artık iş yapabilecek durumda değildir. Düz bir satıha yayılan su en ufak bir çarkı bile çevirebilip, yararlı iş yapamaz. Bu iki tür enerji düzeyine, elde edilebilir yani serbest enerji hali, ve elde


edilemez yani bağlanmış veya kısıtlı enerji hali denir. Doğada herhangi bir şeyin meydana geldiği her an, bir miktar kullanılabilir enerji, daha sonra kullanılamıyacak duruma geçer. Kullanılamıyan enerji, kirlenmenin diğer yüzüdür. İnsana ilk anda tuhaf geliyor çünkü olaya böyle bakmaya alışmamışız. Çoğu insan, kirliliği üretimin bir yan ürünü olarak görür. Aslında çevre kirliliği, bu açıdan bakılınca, dünyada artık kullanılamıyacak hale dönüşmüş enerjinin toplamı demektir. Iskarta veya atık ise boşa harcanmış enerjiyi temsil eder. Entropi kelimesinin isim babası Clausius adlı termodinamikçidir. Clausius başta, enerjinin korunumu yasası gibi entropinin korunumu yasasını bulacağını umuyordu; ama, sonuçta evrenin, entropinin korunmaması yasası ile yönetildiğini gördü. Clausius, bir sistemdeki enerji düzeyi farklarının daima eşitlenme eğilimi taşıdığını söyler. Denge hali, sistemdeki enerji düzeyleri arasında fark kalmadığı durumdur. Denge halinin başka bir ifade şekli, entropinin maksimuma ulaşarak, daha fazla iş yapabilecek serbest, kullanılabilir enerjinin tamamen yitirilmesidir. Clausius’un

enerji düzeyi eşitlenmesi kuralı, “Dünyada entropi, yani kullanılamaz enerji miktarı, daima maksimuma g i d e r,”

şeklinde de söylenebilir. Şimdi konuyu biraz değiştirip Batı uygarlığını benimsemiş toplumların, Newtoncu dünya görüşünden önce hangilerini paylaştığına değinelim. İlk aşamada klâsik Yunan’daki dünya görüşü ile karşılaşırız. Eflâtun, Aristoteles ve diğer Yunan filozofları bugünkü dünya görüşünün tamamen aksini düşünüyorlardı. Bugün, evrenin kuruluşunda bir kaosun hüküm sürdüğü, ve zamanla bu kaosun düzene dönüştüğü görüşü (“ordo ab chao”)

geçerlidir. Halbuki Grekler, evrenin “chao ab ordo” diye ifade edilebilecek “düzenden kaosa” sürüklendiğine inanıyorlardı. Çünkü onlara göre tarih, hep bozulmaya doğru giden bir süreçti. Romalı Horace, entropinin temel ifadesi olan Termodinamiğin İkinci Yasasını hiç bilmezken, onu çok güzel özetleyen “Zaman, dünyanın değerini azaltıyor,” düşüncesine nasıl varabilmişti? Yunan mitolojisi, tarihi, her biri bir öncekinden daha haşin, daha zorlu ve daha bozulmuş olan beş aşamaya ayırır. 19


ARAŞTIRMA

İ. Ö. 8. yy.’da tarihçi Hesiod bunları Altın, Gümüş, Pirinç, Kahramanlık ve Demir Çağları diye adlandırır. Hesiod’a göre bereket ve huzur dönemi olan Altın Çağ bir zirveydi. O dönemde Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı. Hesiod’un Altın Çağ betimlemesi Thomas Hobbes gibi biri tarafından 20

peri masalı diye bir kenara atılırdı muhakkak ki. Çünkü Hobbes’a göre insanlığın doğa içindeki başlangıcı “yalnız, fakir, kötü, kaba ve kısa bir öyküydü.” Ancak bugün antropologlar Hesiod’un yorumuna daha yatkınlar. Günümüzde kalan az sayıdaki avcı-toplayıcı insan gruplarının incelenmesi Hesiod’un anlattıklarını destekler yönde. Örneğin modern insan haftada sadece kırk saat çalışma zorunluluğuyla ve yılda iki hafta veya daha fazla tatil yapabilmesiyle övünüyor. Halbuki avcıtoplayıcı toplumların çoğu, haftada yalnız

on iki ile yirmi saat arası çalıştıklarından, her yıl haftalar veya aylarca hiç iş yapmadıkla rından, bizim koşullarımızı katlanılamaz sayarlar. Bu insanların günleri oyunlar, spor, sanat, müzik, dans, törenler ve yakınlarını, z i y a r e t l e geçer. Ayrıca zannedilenin aksine, halen dünyadaki en sağlıklı insanlar a r a s ı n d a oldukları, modern tıbbın yardımı olmaksızın altmışlı yaşlarını tamamladıkla rından bellidir. Bu tür topluluklarda işbirliği ve paylaşma prim yaptığı için, savaşa ve birbirlerine karşı saldırganlığa eğilim azdır. Hesiod, hayatın kötülüklerini içeren kutunun kapağını Pandora’nın açmasıyla Altın Çağın ansızın sona erdiğini söyler ve şöyle devam eder: “Sonraları nihayet Demir Nesli geldiğinde, gece-gündüz işe, üzüntüye, olumsuz etkenlere mahkûm hayatlar başladı. Artık oğul babayla, baba oğluyla, arkadaş arkadaşla aynı fikirde değillerdi. Ebeveynler çabuk yaşlanıyor ve saygı görmüyorlardı.


ARAŞTIRMA

Dürüstve iyi adam, sözünü tutan kişi tutulmuyor, tersine kötülük yapanlar, gururlular ve edepsizler saygınlık görüyordu. Hak, güçlü olanındı, gerçek ise dillerden uzaklaşmıştı.” Yunanlılar, Tanrı yarattığı için dünyanın mükemmel olup, ebedî olmadığına ve çürümenin tohumlarını kendi içinde taşıdığına inanıyorlardı. Dünya Altın Çağda, yaratıldığı ilk mükemmel hâlini korumuş ama sonraki çağlarda kaçınılmaz çürüme kanununa boyun eğmişti. Evren, tohumunda bulunan bozulma süreci bitiminde son kaosa yaklaşınca Tanrı müdahale ederek onu tekrar başlangıcındaki

m ü k e m m e l i y e t koşullarına döndürüyor ve bütün süreç yeniden başlıyordu. Böylece eski Yunan’ın bu dünya görüşünce tarih, mükemmeliyete giden birikmeli bir ilerleme değil, düzenden kaosa yol alan ve kendini sonsuza kadar yineleyen bir çevrimdi. Batı Avrupa’da eski Yunan’ın dünya görüşü, Ortaçağda Hıristiyan dünya görüşü oluşuncaya kadar hükmünü sürdürdü. O dönemin Hıristiyan toplumları dünya hayatına, sonrakine hazırlayan bir aşama diye baktılar. Hıristiyan görüşü Yunan’ın çevrimler kavramını terk etmekle birlikte, aynen onlar gibi

tarihe, çürüyen bir süreç şeklinde bakışını korudu. Hıristiyan teolojisine göre tarihte, Yaratılış, Kurtuluş ve Kıyamet’ten oluşan belirgin bir başlangıç, orta bölüm ve son vardır. İnsanlık tarihi çevrimsel olmayıp bir düz çizgi şeklinde düşünülmesine rağmen herhangi mükemmel bir hâle doğru gittiğine inanılmıyordu. Bunun aksine, kötülük güçlerinin dünyada kaos ve çözülme ektiğini düşünüyorlar ve tarihi, sürüp giden bir çatışma olarak görüyorlardı. Ayrıca Yahudilik ve İslâm’da olmayan ilk günah doktrini, insanoğlunun yazgısını bu hayatta iyileştirmesine zaten imkân tanımıyordu. Bir kul olan insanın tarihi 21


ARAŞTIRMA

yapması veya değiştirmesi nasıl düşünülebilirdi ki? Ortaçağ bakış açısına göre dünya, Tanrı’nın her bir eylemi kontrol ettiği, çok katı biçimde yapılandırılmış bir düzendi. Tarihi ancak Tanrı yapardı, insanlar değil. Kulların özgürlüğünden ve haklarından bahsetmek boşunaydı, onların görev ve yükümlülükleri vardı ancak. Yunan’ın tarih kavramındaki gibi gelişme ve maddi kazanıma yer yoktu. İnsanın amacı bir şeylere erişmek değil, kurtuluşa varabilmekti. Bu çerçevede toplum da, her kişinin bir rol üstlendiği, ilahî olarak yönlendirilen organik ve ahlâksal bir organizmaydı.

22

Sorbonne Üniversitesi tarih hocası Jacques Turgot 1750 yılında ileri sürdüğü yeni kavramla dünya tarihinin yapısını temelinden değiştirdi. Bu görüşüyle Eflâtun, Aristo, Aziz Paul (Pavlos), Aziz Augustin yanında, Klâsik çağ ve Ortaçağın tüm düşünsel dâhilerine meydan okuyup, modern zamanların ilerleme ideolojisinin ilk önemli değişik yorumunu dile getirmişti. Turgot hem tarihin çevrimsel karakter taşıdığını, hem de sürekli bozulma kavramlarını reddetti. O, tarihin bir düz çizgide gittiğini ve tarihteki her aşamanın, bir öncekinden daha fazla gelişmişlik sergilediğini kesin bir ifadeyle ileri sürdü. Ona göre tarih, birikmeli olmanın yanında ileriye

gidici bir nitelikteydi. Yunan’ın kararlı veya direşken hâl filozofları ve Roma Kilisesi din adamlarından tamamen ayrılarak, sürekli değişim ve hareketin erdemini belirtti. Bu arada ilerlemenin engebeli olduğunu, hep aynı tempoda gitmediğini, zaman zaman batağa saplandığını, hatta birkaç adım gerilediğini teslim ediyordu ama, tarihin genelde bu dünya hayatında genel çizgisiyle hep mükemmeliyete doğru ilerlediğine sarsılmaz biçimde inanıyordu. Bütün doğayı matematiksel yasalarla açıklama başarısını gösteren Newton 1727’de öldüğünde ona kraliyet cenaze töreni yapıldı. Kendisi göçmesine rağmen, ona son şeklini verdiği makine-dünya görüşü, yerine iyice yerleşiyordu artık.. Mekanik görüş yalnızca hareket hâlindeki maddeyi konu alıyordu çünkü matematiksel yolla ölçülebilen tek şey hareketli cisimlerdi. Sırf bu nedenle bile, getirilen ancak makinelere ilişkin bir dünya görüşü olabilirdi, insanlara uygun olamazdı. Ama olay ne yazık ki bu doğrultuda gelişmedi. Yaşamın niceliklerini tamamlayan nitelikler ayıklanınca, mekanik paradigmanın elinde tümüyle ölü maddeden ibaret, soğuk, cansız bir


ARAŞTIRMA evren kaldı. Fakat insanların gözü, bütün o matematiksel formüller ve fiziksel açıklamalardan kamaşmıştı bir kere. Bu arada yitirdiklerini değil, sadece elde ettiklerini görüyorlardı. Çünkü nihayet çok uzun zamandır aranılan, evrenin nasıl işlediği sorusunun yanıtı bulunmuştu. Şeylerin gerçekten bir düzeni vardı. Ama hâlâ da etrafa bakılınca insanların günlük eylemlerinin neden o denli karmakarışık olduğunu anlayamıyorlardı. Bunun cevabı da gecikmedi. Toplumdaki yanlışlıkların sebebi, insanların evreni düzenleyen mekanik(!) kanunlara uygun davranmamasıydı. Birer makine olmayan insanlardan, mekanik yasalara uygunluk bekleniyordu. Yine de, doğa yasalarının insana ve toplumsal kurumlara nasıl uygulanacağını bulmaya kararlıydılar. Buldular da. Artık insanlığın hayatta yeni bir amacı vardı. Öbür dünyada kurtuluşa ermek düşüncesi bitmişti . Yerine geçen yeni fikir, bu dünyada mükemmelliği aramaktı. Entropi dünya görüşüne gelecek olursak…, termodinamiğin birinci ve ikinci yasaları tek bir cümleyle ifade edilebilir: “Evrenin toplam enerji içeriği değişmezdir ve toplam entropi sürekli artar.” Bu, enerji-

nin yaratılamayacağı ve yokedilemiyeceğini belirtir. Demek ki, evrendeki enerji miktarı zamanın başlangıcında sabitlenmiş ve zamanın sonuna, dek sabit kalacaktır. Mesela, bir miktar ısı alalım ve onu işe dönüştürelim (yani onunla bir iş yapalım). Böyle yapmakla ısı yok edilmiş olmaz. O enerji başka bir yere aktarılmış, veya başka bir enerji biçimine dönüştürülmüş olur. Bunu daha somut bir örnekle açıklamak için bir otomobil motoru düşünelim. Benzindeki enerji, motorun yaptığı iş, artı açığa çıkan ısı, artı ekzostan dışarı atılan enerjilerin toplamına eşittir. Enerji yok olmayıp sadece şekil değiştirdiğine göre her şey enerjiden yapılmıştır. Bunu hemen anlayabilmek, kabul edebilmek biraz zor olsa da gerçek budur. Var olan her şeyin biçimi, durumu ve hareketi, çeşitli enerji yoğunluklarının ve dönüşümlerinin sonucudur. Kapalı bir sistem içinde, enerji seviyelerindeki fark her zaman dengelenme eğilimindedir. Enerji seviyelerinde fark bulunmaması durumuna denge hali denir. Denge hali, entropinin, iş görebilmek için elde edilebilir serbest enerjinin bulunmadığı maksimumdur.

Dünya üzerinde iki tür elde edilebilir enerji kaynağı bulunmaktadır: Yeryüzü stoğumuz ve güneş ışınları. Dünya üzerinde maddi entropinin sürekli olarak arttığı ve nihai olarak maksimuma ulaşmak zorundadır. Bu durum, dünyanın evrenle ilişkisinde kapalı sistem olmasından kaynaklanır. Entropi yasası, doğadaki her şeyin sadece kullanılabilir olandan kullanılamayan hale dönüştürüleceğini belirtir. Locke ve diğer mekanik paradigma mimarları dünyanın gerçekte, kaostan düzene doğru ilerlediğini ileri sürdü. Bu görüş bütünüyle mahsurluydu. Zaman sadece iş gerçekleştirebilecek elde edilebilir enerjinin var olduğunda sürebilecektir. Evren, elde edilebilir enerjiyi tükettikçe, giderek daha az “gerçek” zamanın kaldığı ve oluşumların azaldığı görülecek. Zamanla, ısı ölümünün nihai denklik “gerçek” anı geldiğinde her şey oluşumunu durduracaktır ve böylece zaman artık beliren bir şey olmayacağından, duyumsanılan an olmayacaktır. Öyleyse enerji harcandıkça zaman tükenmektedir. Yüksek entropi kültüründe, yaşamın ağır basan amacı, maddi servet yaratmak ve 23


ARAŞTIRMA düşünülebilen her insani arzunun tatmini için yüksek enerji akışı kullanmaktır. Dolayısıyla, insan özgürlüğü, daha fazla servet birikimiyle denk tutulur. Büyük ödül, zenginliklerini çıkarmak için çevrenin dönüştürülmesine verilir. Tekrar tekrar vurgulanması gereken konu, ne yaparsak yapalım, dünyadaki maddesel entropinin sürekli arttığı ve sonuçta bir maksimuma erişmesinin zorunlu olduğudur. Çünkü dünya bir kapalı sistem olduğu için etrafıyla, örneğin güneşle olduğu gibi, enerji alışverişinde bulunuyor ama madde alışverişi yok. Bu açıdan dünya evrenin kapalı bir alt sistemi. Bazıları zanneder ki, güneş enerjisini maddeye dönüştürmek olanaklıdır. Halbuki böyle bir şey müthiş bir organizma olan evrende bile gerçekleşmiyor. Evrende sadece enerjiden yapılan madde önemsenmeyecek kadar az. Fakat tersine, muazzam miktarlarda madde durmadan enerjiye dönüşüyor. Sanırım bütün bu anlatılanlarla entropik dünya görüşünün can alıcı noktası ortaya çıktı. Dünyada sürekli maddî ilerleme ve sürekli üretim ve tüketim sınırsız değildir. Madde ve enerji tüketimini hızlandırdıkça, 24

kullanılabilir enerjiyi kullanılamaza çevirmeyi de süratlendirmiş oluruz. Yani, dünyanın ısı ölümü denilen, kullanılabilir enerjinin sıfırlanıp her şeyin hareketsiz kalacağı maksimum entropi hâline daha çabuk varırız. Bu nedenle gereğinden fazla ve hızlı, madde ve enerji tüketiminden kaçınan yeni bir dünya görüşünün geçerli kılınması gereklidir. Kullanılabilir serbest enerjiyi bitirdiğimiz an, hareket yeteneğimizi ve iş yapabilme imkânımızı da tüketeceğiz. Akla, “Entropi prosesi tersinebilir, yani geriye döndürebilir mi?” sorusu geliyor. Bu müm-

kün olmasına rağmen, sevindirici bir şey değil. Çünkü entropiyi belirli bir zaman ve yerde geri döndürebilsek bile bunun da bedeli ödenir. Bu bedel, o işlem için ek enerji harcamaktır ki, bu da çevrenin toplam entropisini arttırır. Bu açıklama, maddeleri geri kazanmanın da ancak kısmî çözüm olabileceğini gösteriyor. Çünkü, birincisi, geri kazanmada hiçbir zaman yüzde yüze yaklaşılamaz. İkincisi, geri kazanılması mümkün bölüm için de fazladan kullanılabilir enerji harcayarak ortamın toplam entropisini arttırmak kaçınılmazdır.


Newtoncu makinadünya görüşü taraftarlarının taşıdıkları at gözlüklerini artık çıkarıp atmalarında hem kendileri hem dünya için yarar var. Zira Entropi Yasası hükmünü tıpkı ölüm gibi ayrıcalıksız sürdürür. Nasıl ölüm onu kabul edip etmememize bağlı değilse, evrensel nitelik ve geçerliliğe sahip Entropi Yasası da, onun gerçeğini idrak edemesek bile, bizleri işleyişine bağımlı kılar. Onun hükmü de kaçınılmazdır. Bu nedenle bize ne denli uzak gözükse de, onu anlamaya çalışma ve gerçekliğine uyma akıllılığı ve uzak görüşlülüğünü tüm

insanlığın içselleştirmesi gerekir. Çünkü bazı gerçekler ama acele etmeden, ama şamata çıkarmadan, fakat mutlaka ona başını çevirenlere haddini bildirir. Adamın biri yerçekimi yasasının doğru olmadığı konusunda ısrar eder dururmuş. Tanıdıkları onu bu gerçekliğe inandırmak için bin türlü dil dökmüşler. Bunlardan bıkan adam, görüşünün doğruluğunu ve yüksekten yere düşse de ölmeyeceğini kanıtlamak için kendisini bir gökdelenden atacağını söyleyince arkadaşları vazgeçirmek için boşuna uğraşmışlar. Nitekim bir gün adam kendini gökdelenin tepesinden aşağı bırakmış. Bir yandan düşüp otuzuncu, kırkıncı, ellinci katları geçerken diğer yandan hâlâ şöyle düşünüyormuş, “İşte onlara gösterdim, buraya kadar her şey iddia ettiğim gibi gidiyor.’’ Kapalı sistem düzensizliğe yani kaosa doğru yol alır, erişebileceği en son denge durumunu arar. Bu yüzdendir ki kumdan yaptığımız kaleler yavaş yavaş bozularak, özelliğini yitirip dümdüz olur. Kayalar ise biz fark edemeden kuma; kum da denizdeki tuza dönüşür. Aynı şekilde big bang patlamasıyla start alan gözlemlediğimiz

ARAŞTIRMA evrenimiz de bir andaki durumu bir önceki durumuna göre düzensizliğini artırarak genişlemesini, tüm enerjisinin bütün noktalarında tamamen denk hale (yani Entropisini maksimum dereceye yükselterek hiçbir olay gerçekleşmeyecek duruma) gelinceye kadar sürdürecek ve sonunda sistem kendi kendini yok edecektir. Dünya da kapalı bir sistem olduğuna göre yani dışarıyla madde alışverişi yapmadığına göre sahip olduğu kaynaklar gün gelip tükenecektir. Yani kullanılabilir enerji sıfırlanacaktır. Bu da aslında sahip olunan enerjiyi ve enerji kaynaklarını düzenli ve idareli kullanmamızın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Kaynaklar: ENTROPİ: Dünyaya Yeni bir Bakış Jeremy Rifkin & Ted Howard İz yayıncılık Rastlantı ve Kaos David Ruelle Tübitak Kaos James GLEİCK Tübitak Entropi Doğaya Egemen Olan ve her şeyi Yöneten Yasa Güngör Kavadarlı http://www.entropi.net/

Özgür BENLİ 25


YAZAR

26


YAZAR

İnsanın iç yolculuğunda her an yenilenmenin yolunun keşfi. 5 Temmuz 1882 – 5 Subat 1927 tarihleri arasında yaşamış olan, eserleri zamanın varlığını ve tanımını sorgularcasına derin olan bir müzisyen ve filozof. Amerikalı bir bayanla evlendi ve dört çocukları oldu. Paris yakınlarındaki Suresnes kasabasında yaşadı. Han, 1926 yılında Hindistan’a döndü. Delhi şehrinde bir mezar yeri belirledikten kısa bir süre sonra vefat etti. Doğunun yaşamına baktığımızda orada büyük uygarlıklar, büyük eserler bununla bağlantılı olarak, hareket, esneklik, derin bir hümanizm duygusu ve gezginleri görüyoruz. Batı kültüründe ise Gandhi’nin de dediği gibi organizasyon ve sabit hayatlar, sabit yerler ve zamanlar

görüyoruz. Bugün Doğu uygarlıklarının yaşayan ve yaşamayan kalıntılarını gezerken bu farklılık kendini daha belirgin hissetirmekte. Farklılıklara sürekli ve yenilenen bir tolerans kapasitesini çok belirgin olarak olarak hala görebilmekteyiz. İşte bu uygarlıkların büyük eşiklerinden biri olan Hindistan’da doğan yazarımızı bu sayımızda dilimiz döndüğünce tanıtmak istedik.hindistan’da yetişmiştir. Kendi hocalarının da teşviki ile Batı dünyasını Doğu uygarlığıklarında önemli bir yer tutan Sufizm ile tanıştırma, anlatma görevi ile yaşamıştır. Başlangıçta bu ülkelere müzisyen kimliği ile gitmiş olsa da zamana dilinin duruluğu, basitliği ve anlaşılırlığı nedeniyle öğretici yönü onu

kısa sürede popüker kılmıştır. Varlığın birliği yani tevhid bilinci ve bu yolda ilerlemek isteyen kişiler için pratik konular üzerinde yoğunlaşır. Sufi, kendi içine doğru arayan ve hakikate ulaşma konusunda günbegün yenilenir. . İnayet Han insanın iç yolculuğunda her an yenilenmenin yolunu a n l a t a m k a t a d ı r. Ancak her yapılan ve söylenen sözün kendi içinde zıttını barındırması gibi, anlatmanın insanlara bir yol açmadığını da belirtmekten alıkoyamaz kendini. Güney Afrikaya yerlesmis Hollanda´li bir genç Inayat Han´in eserlerini okuyup, günlerden birinde onun bir toplantisina katilir. O arada bir an karsi, karsiya gelirler, ve genç büyük bir sevkle, hak arayisi

27


YAZAR içinde oldugunu ve İnayet Han’ın basili bir kaç kitabini okudugunu söyler. Cevap ise, " o halde Hakikatin kitaplarda olmadigini, a n l a t i l a m a ya c a g i n i tespit etmissinizdir, herhalde" olur. Bir gün 11 kişinin yola çıkarlar ve yarı yolda acaba kayıp biri var mı diye her biri sayar ama hep on kişi çıkar. Herkes kendini saymayı unutmakta ve kayıp kişinin kendisi olduğunu unutmaktadır. Kişinin varlığı ve nedenlerini dışarıda araması da bu hikayeye benzetilmekte iç yaşama vurgu yapılmaktadır. İnayet Han, sufi olmakla birlikte k i t a p l a r ı n d a birçok öğretiden örnekler vermekte ve karşılaştırmalı inceleme fırsatı sunmaktadır. Bu nedenle eserleri birçok rengi barındırması nedeniyle oldukça heyecan vericidir En son piyasaya çıkan İç Yaşam kitabını da özellikle önerdiğimiz yazarın Türkçe'ye çevrilen eserlerini tanıtmak istedik. Mistik Yürek ‘İnsanlar bir mistiğin

28

bir hayalci, dünyevi meseleler hakkında hiçbir şey bilmeyen, pratik olmayan bir insan olduğunu düşünürler. Fakat ben böyle bir mistiğe sadece yarı mistik derim. Tam anlamıyla mistik olan kişinin dengesi vardır; ruhsal şeylerde olduğu kadar dünyevi konularda da akıllı olmalıdır. İnsanların bir mistiğin ne olduğuna dair pek çok yanlış anlayışı vardır. Bir falcıya da mistik derler, bir medyuma, bir kahine de mistik derler. Bir mistiğin bu niteliklere sahip olmadığını söylemek istemiyorum, fakat bu nitelikler bir insanı mistik yapmaz. Gerçek bir mistik esinlenmiş bir sanatkar, mükemmel bir bilim adamı, etkili bir devlet adamı olmalıdır. O da iş, endüstri, toplumsal ve politik yaşam konusunda maddeci zihinli insan kadar nitelik sahibi olmalıdır. İnsanlar bana, 'Sen bir mistiksin, şuna buna aldırmayacağını sanırdım' dediklerinde hoşuma gitmiyor. Neden aldırmayayım? Her küçük detaya dikkat ederim, fakat her küçük detay başka hiçbir şeye

dikkat etmeyeceğim kadar zihnimi meşgul etmez. Tanrının bilincinde olurken dünyanın bilincinde olmamak gerekmez. İki gözümüzle tek manzara görürüz; onun için her iki yönü de, Tanrıyı da dünyayı da, aynı zamanda net bir görüş olarak görmeliyiz. Bu zordur, ama imkansız değildir.’ Mistik yürek, batıni birçok konuyu yeniden ele almakta ve hayatın derinlemesine sorgulayan, anlamaya ve yaşamaya çalışan ‘mistik’ kişi için bir ‘yol’ kitabı gibi. Kendi içine yol alan mistik kişinin evrensel bir durum olması gibi, bu kişinin karşılaştığı sorular da çözümler de evrenseldir. Nasıl ki bir insan daha önceden çıkarılmış yol haritalarından faydalama seçeneği varsa, tarihteki tüm tecrübeler de insana bu iç yolculuğunda haritadır. Kitabın içindeki mistisizm, kavrayış, yolda gerekenler, içsel inceleme, inisiyasyon ise başlıklardan sadece birkaç tanesi. Karakter Yaratmak Karakter yaratmak,


YAZAR soru ve cevaplardan oluşan bir kitap. İçersinde kafamıza takılan birçok konuda sorular ve bunlarla ilgili olarak cevaplar bulunmakta. Sufizm ve Sanat Etkileyici birçok fikirden birkaç not: İdeal olmadan sanat olmaz... Resim, heykel sanatın her biçimi eğer daha yüksek bir idealle yönetilmezsedibe çöker, yükselmez, çünkü bir merdiven yoktur, herşeyin yükselmesine yardım eden idealdir ve ideal olmadan herşey dibe çöker… Hiçbir şeyi bitirmeden bırakmayan İtalya’daki büyük ustaların yaptıkları gibi. Sanatın her şqeklindesanatçıda eserini tamamlamadan bırakmama, bitirme arzusu olmalıdır, yoksa bu mükemellliğe karşıdır. Birşeyi bitirme arzusunun olmaması tembelliktir, ihmalkarlıktır. Çizgilerin sadece çizgi olmaması, fakat birşeyi ifade etmeleri, bir şeyi ima etmeleri, canlı olmaları için iyice düşünülmelidir; o zaman bunlara bakanın zihninde hemen sanatçının vermek istediği anlamı ortaya çıkarır…

Süsleme sanatı bir zamanlar çok gelişmişti, örneğin doruğa ulaştığı Çin’de. Çinli sanatçı bir nesneyi gökyüzü resmiyle süslemek istediği zaman bunu tek bir çizgiyle resmediyordu; ve bu hissedilebiliyordu. Bu nereden Doğar? Zihinsel bir çabadan mı? Bu ilhamdan doğar. Bir fikri düşünmek bir şeydir, bu fikri hissetmek başka şeydir ve sanatçı bu fikri hissetmeye başlayınca bunu ifade edebilir. Sanat basit olmalıdır; ifade edici olmalıdır; aynı zamanda vahiy edici ve ilham verici olmalıdır. Sufi Meditasyonu Bir cümle ile bu kitabı özetlemek gerekirse: Cennet zihin halidir, Cehennem zihin halidir. İç yaşam İç yaşam, insanın tek yoludur. Bu yola nasıl çıkılır bu yolun amaçları ve araçlarının anlatıldığı bu kitap aslında öğretinin en hassas ve en derinden noktasına kalpten bir dokunuş. İnsan engin ve sınırsız bir hale muktedirdir. İçimiz yaşamla dopdoluyken, yaşamın

bilişine tam olarak uyanmadıkça bu engin iç boyutların farkına varmak mümkün değildir. Kişi kendi beninin derinlikleriyle bağlantı kurduğunda, sahip olduğu akıldan ötürü sınırsız bir halin kendine bağışlandığını görür. Bu hal onu ‘’Sırların Sırrına’’ götürür. Kamil insanlık statüsüne erişir. Nefs / Evren alanın gittikçe berraklaşan aleminde bağlanmadan yaşar. Haller, makamlar ve marifetlerde ‘’Kendisine yaratandan geleni’’ kabuleder Kaynak: Mistik Yürek, İnayet Han, Okyanus Yayıncılık, 2003

Karakter Yaratmak, -İnayet Han, Okyanus Yayıncılık, 2005 -İç yaşam, İnayet Han, Okyanus Yayıncılık, 2010 -Sufi Meditasyonu, İnayet Han, Okyanus Yayıncılık, 2008 -Sufizm ve Sanat, İnayet Han, Okyanus Yayıncılık, 2003 -http://www.sufismus. d e / t r / a l c h e my. htm sitesinden faydalanılmıştır.

Semra ŞEN

29


KİTAP

30


KİTAP

R

RÖNESANS’IN RUHU

ö n e s a n s , Hümanizm, Rönesans’ta sanat felsefesi, Bilim ve Maji, Din, Hümanizm’in politik felsefesi ve Rönesans’ın bugünle ilişkisi. İşte bu 7 başlık altında toplanmış bir kitap “Rönesans’ın Ruhu”. Ya da başka bir deyişle “Rönesans’ın Ruhu” yediye bölünerek anlatılmış bizlere, Fernand Schwarz & Isabelle Ohmann tarafından. Açık, akıcı özde ve özden anlatımı ile “Rönesans’ın Ruhu”, bu ruhu anlama ve kavramada başvurulabilecek sağlam bir yapıt. Rönesans döneminin en önemli figürlerinin özlü cümleleri ile anlatım zenginliği pekişmiş: Rönesans hümanizmi, yeni bir insan ve yeni bir dünya fikrine biçim veren ‘kültürel değişim’de katalizör

rolü oynamıştır. Akdeniz Havzası (Grek-Roma, İbrani, Mısır ve Keldani) geleneklerini içine alan ahlaki, entelektüel ve tinsel değerlerin yeniden keşfedilişi ve bu değerlerin o dönemin ihtiyaçlarına uyarlanışı Rönesans’ın (yeniden doğuş) kökenini oluşturur. Dogmatizm ve Ortaçağ’ın kısırlığına karşı yükselen Hümanizm, antik gelenekler ile gerçek bir temasın yeniden kurulmasında başarılı olmuştur. Ancak bu temas sadece antik geleneklere benzeme değil, ondan ilham alma amacını da taşır. Rönesans, yeni ifade biçimleri yaratmış, dönemin insanlarına umulmadık fikir ufukları açmış, 200 yıldan az bir süre için yükseliş sağlamış, dini yaşam ve adetlerin yanında sanat, edebiyat, bilim

ve eğitimde kültürel bir zenginlik yaratmıştır... Ve bu satırlar ile başlayan kitap: “Resim sessiz bir şiirdir ve şiir kör bir resimdir ve her ikisi de becerilerinin en iyisiyle doğayı örnek alır.” ~Leonardo da Vinci~ gibi dönemin parlak ufkunu ifade eden düşünce insanlarının örneğini verdiğimiz bu ve bunun gibi yolumuza ışık tutan sözlerini bünyesinde barındıran, bir başucu kitabı, Rönesans Ruhu’nu merak eden herkese tavsiye ediyorum.

Ulaş CAN

31


DENEME

. DINLENMEK Dinlenmemek üzere yola çıkanlar, asla ve asla yorulmazlar. M.K.Atatürk

32


DENEME

YENİLENMEK İÇİN YENİ BİR ŞEYLER YAPMAK YA DA YAPTIKLARIMIZI YENİLENEN BİR ZİHİNLE YAŞAMAK?

Dinlenmeye ihtiyacım var, çok yorgunum…. Zamanım yok… Bitkinim… Modern teknolojik çağımızın işlerimizi daha kolaylaştırması gerekirken, dinlenmek, rutine düşmemek neden bu kadar büyük bir sorun? Bunun için bir çözüm var: yenilenme… Y enilenme her gün her dakika işleyen bir süreç. Her sabah yeni bir gün, her geçen dakika hayata yeni bir bakış açısı, yeni fikirler ve yeni bir bakışla devam ediyoruz. Yenilenme bir zorunluluk. Bu zorunluluk kendini enerjimizi kullanma sırasında da belirgin olarak ortaya çıkmakta. Eğer yenilenmeyi öğrenemiyorsak yorgun düşüyoruz. Yorgunluk yenilenmeyi bilmemek ve rutin bir eylemin içinde bulunma ile eşdeğer bir durumdur, bu nedenle de

dinlenmek için eylemin kendisinden değil rutin olması durumunun üzerinde çalışmaya ihtiyaç bulunmakta. Rutin, yenilenmeyi bilmeyen bir zihnin en bağlı çocuğudur. Peki, yenilenmeyi nasıl bu çocuğun kardeşi yapıp ikisinin de birbirini kardeş olarak kıskanmamasını ve dengelemeye başaracağız? Bu konuyu bu sayımızda ele alamaya çalıştık. Bu konuyu ele alırken güncel birçok bilgiyi ve aynı zamanda Özgürlüğe Uçuş isimli D. S. Guzmann’ın kitabından da notlar iletmek istedik. DİNLENMENİN DÜŞMANLARI • Günlük rutin işlerden uzaklaştığımız birkaç günlük tatillerde dinleneceğimiz inancı, • Tüm aktivite ya da çevre değişikliğinin bir dinlenme şekli olarak algılanması, • Hayatı nefes almadan koşmaya

çalışmak, (halbuki hayat nefes alış ve VERİŞİ’dir) • Bencil tutkuların esiri olmak ve egoist isteklerimizin ve onların istediğimiz gibi sonuçlanmamasından doğan hayal kırıklıkları, • İçinde çözüm barındırmayan fikirlerin üzerinde dönüp durmak, • Değiştirmeksizin eleştirmek, • Çalışırken doğru nefes almayı bilmemek, (postür bozukluğu, doğru pozisyonlarda oturmayı, yatmayı bilmememe, stres nedeniyle nefesi yüzeysel bir şekilde almak ve yüzeysel olarak vermek, hava kirliliği vs ) • Depresyon ve onu besleyen duygu ve düşünceler, • Pasif bir şekilde dinlenebileceğimizi düşünmek (yatarak, eylemden uzaklaşmak, tatile gitmek) • Dinlenmenin bir disiplinsizlik türü olduğu fikri… vs.

33


DENEME DİNLENMENİN DOSTLARI: • Günlük şekilde yenilenme ve her gün düzenli nefes alıp verme gibi, dinlenmek için ritmik zamanları planlamak, dinlenmenin de çalışmayı besleyen bir disiplin hali olduğunu hatırlamak, • Biriken gerginlikleri hafifletmeyi öğrenmek ve mümkünse birikmememelerini sağalamak, • Psiklojik ve zihinsel bir dinlenmeye büyük bir ihtiyaç olduğunu da fark etmek, • Fazla saat ve dakikalara ihtiyaç olmadığını ve etkinliği arttırmayı bilmek • Zamanı etkin kullanmak, yönetmek, • Zaman değişik içerikli dilimlere bölündüğünde çoğalır, bölmemeye çalıştıkça azalır,(sadece ders çalışmak için ayırıp da büyük bir kısmında sohbet ve hayal ile dolu zamanları hatırlamak burada yerinde olabilir), • Yaptığımız her neyse o konudaki ilgi ve merakımızı arttırmak, • Herşeyi öğrenme isteği ve yenilenmiş bakışla görmek, • İşimizin arasında nefes almayı öğrenmek, uzun ve az molalar yerine kısa ve sık molalar tercih etmek, • Molalarda 34

ataletin tempomuzu düşüreceğini bilmek ve etkin olarak farklı ve sevdiğimiz bir konuda çalışmak, • Hobilere sahip olmak, • Klasik müzik veya sevdiğimiz müzikleri dinlemek, • Fikirsel olarak düzenli olarak beslenmek. İyi bir gözlem, deneme, merak ve araştırma kapasitesinin önemini fark etmek. Giyinmek, yemek yemek, dişimiz fırçalamak kadar düzenli, günlük olarak dinlenmeyi ve yenilenmeyi öğrenmemiz gerek… Dinlenmek ve yenilenmek dengeyi sağlamak için bir ihtiyaçtır, her denge de disiplinin gebeliğinden doğar. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için

tabi bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dâhi beni takip edeceksiniz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygar buluşlardan azami derecede istifade etmek zorunludur. Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vasıtadır. M.K.Atatürk

Semra ŞEN


DENEME

Giordano Bruno

35


DENEME

“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.”

`

''DoGacı CoSkunluGun DüSünürü’’ ` `

Tarihi ve sanatı iliklerinize kadar hissettiğiniz şehirlerden biridir Roma… Her köşesinde bir sürpriz, her yanında bir güzellik barındırır. Bu sürprizlerden birine tesadüfen denk geliverdim bende. Tiber Nehri kıyısından ayrılıp Piazza Navona’ya doğru ilerlerken, çiçek ve çiçekçilerle bezeli minimal ve sevimli bir meydan çıkıverdi karşıma. ‘’Aman da ne güzel çiçekler bunlar’’ diye bakınıyorken 36

tam, ilk başta akşamın karanlığından fark edemediğim, ama aslında gayet görkemli ve büyük olan bir heykeli görüverdim. Uzaktan bakıldığında bir keşişi andırıyordu heykel. Başı hafif öne eğik, cübbesinin şapkası başına geçirilmiş, mütevazı bir duruşu vardı. İçgüdüsel bir merakla yaklaşıp heykel üzerindeki yazıyı okuyunca anladım ki, Campo dei Fiori meydanındayım ve karşımdaki de 1600 yılında, tam

da bu meydanda düşüncelerinden dolayı engizisyon tarafından yakılarak idam edilen Giordano Bruno’dan başkası değil. Ona ‘’doğacı coşkunluğun düşünürü’’ de deniliyor. Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik’in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi.


DENEME

“Sonsuz sayıda güneş bulunmaktadır; yedi gezegenin bizim güneşimiz etrafında döndüğü gibi bunlar etrafında dönen gezegenleri vardır. Bu dünyalarda yaşayan varlıklar bulunmaktadır.”

Bruno, Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya’da kasabasında dünyaya gelmiş. On altı yaşındayken Dominiken tarikatına girmiş. Kopernikus sistemi ile tanışınca, tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrılmış ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları kopartmış. E tabi dönem kilisenin tüm gücüyle hüküm sürdüğü orta çağ olunca da, kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlanmış. Engizisyon baskısından kurtulmak için Roma’ya ardından Kuzey İtalya’ya kaçmış. Dinsizlikle suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamayıp, sürekli gezmek zorunda kalmış ve en sonunda bir İtalyan aristokratının davetiyle İtalya’ya geri dönmüş. Fakat bu aristokratla fikirleri uyuşmayınca, bizzat onun tarafında engizisyona teslim edilmiş. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda

kilise tarafından affedileceği söylenmiş. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermeyip ölüme mahkûm edilmiş. Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır:

“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz”. Kilisenin bu kararı, 1600 yılının Şubat ayında, Roma’da Campo dei Fiori meydanında Bruno’nun diri diri yakılması ile yerine getirilmiş. Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser. Buna göre Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını reddeder. Bruno; Tanrı’nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder. Ona göre her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür:

“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Düşüncelerinin açıklanmasının kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, yukarıdaki cümlesinden de anlaşılacağı gibi, yazı ve konuşmalarında düşüncelerini hep böyle açıkça ifade etmiştir. Kaynaklar: http:// tr.wikipedia.org http://www.infidels.org

Özgür BENLİ 37


MİTOLOJİ

38


MİTOLOJİ

Evrenin temel güçlerinden biri olan Afrodit ve Ares’in oğlu Eros, annesi Afrodit’in insanların yanındaki habercisi sayılmıştır. Evrenin kuruluşuna ilişkin rivayetlere bakarsak, başlangıçta sonsuz, kapkaranlık, son derece geniş bir çatlak olan KAOS (uçurum) vardı, sonrada YER (gaip) ve AŞK (Eros). Eros’u anlatan en güzel efsanelerden biri ‘’Eros ile Pyskhe’’ mitosudur. Bu mitos sembolik bir anlam taşır. Psykhe ruh anlamına gelir. Ölümlü olan insanda bulunan ve ölümsüz olduğuna inanılan ruhu sembolize eder. Eros’ta yaratılıştan bu tarafa var olan ve aşkı sevgiyi sembolize eden ölümsüz tanrıdır. ‘’Sevgi ve ruh’’, ‘’Eros ile Psykhe’’ birbirinden ayrılmaz ama bu birliktelik ancak birçok engelleri aşmak, birçok düşman güçleri alt etmekle gerçekleşebilir. Mitos şöyle özetlenebilir: Psykhe Miletos kralının kızıdır. Üç kız kardeşin üçüncüsü ve en alımlısıdır. En güzelidir. Güzelliği yüzünden Afrodit’in öfkesini kazanır. Afrodit Psykhe’ye kin beslemeye başlar. Tanrıça Afrodit onun tek başına bir dağa bırakılmasını ve kendisine koca olarakbir 39


MİTOLOJİ

40


MİTOLOJİ

ejdere verilmesini söyler. Oğlu Eros’tan da bu dileğini yerine getirmesini ister.Fakat Eros Psykhe’yi görür görmez âşık olur. Kızı bir saraya yerleştirip geceleri yanına gelir. Sevgilisine görünmez ve kendisini görmek için herhangi bir girişimde bulunmamasını öğütler. Fakat Psykhe dayanamaz, bir gece Eros kanatlarını yaymış uyurken yağ kandilini yakar ve yanına varıp ona bakar. Sevgilisinin tanrı olduğunu görünce elleri titrer ve bir damla kızgın yağ Eros’un omzuna damlar. Tanrı Eros uyanır uyanmaz sevgilisini bırakıp gider. Uzunca bir süre birbirlerinden ayrı acı çekerler. Psykhe Eros’u bulmak için dünyanın her yanını dolaşmaya başlar. Bütün tanrıçalara yakarır fakat Afrodit’in düşmanlığından çekindikleri için hiçbiri yakarışlarını dinlemez. Nihayet genç kadın Afrodit’e yalvarır. Afrodit onu köle olarak yanına alır. Ondan sadece bir günde koca bir tahıl ambarını ayıklamasını

ister. Kırlardan karıncalar yardımına gelir. Buğday, arpa, mercimek, darı akşamdan iyice ayıklanıp yığın edilir. Tanrıça Afrodit Psykhe’ye ölüler ülkesi kralı Hades’e vermesi için bir kutu verir. Proserfine, dolu kutuyu Psykhe’ye geri verir ve şöyle der: ‘’Kutuyu kesinlikle açmayacaksın…’’ Fakat Psykhe, merakından kutuyu açar. Kutu boştur. Üzerine ölümcül bir bitkinlik çöker ve derin bir uykuya dalar. Eros’da, yarası iyileşince hakkını savunmak için Olimpos’a çıkar. Tanrıların ve insanların babası, evlenmelerine izin verir. Afrodit duruma duyarsız kalamaz, Psykhe’yi yerden alıp tanrıların sarayına bırakır. Burada Psykhe ölümsüzlük kazanır, sonsuza dek Eros’la birlikte olsun diye… Kaynak: Azra Mitoloji Sözlüğü

Erhat-

Sevgi TANRIVERDİ

41


RÖPORTAJ

Kadın . Filozoflar

42


RÖPORTAJ

İLKAY BİLKAY ile kadın filozoflar Neden kadın filozofları incelemek ihtiyacı duydunuz? Küçük bir istatistik yaptım ve filozof denilince akla hep eril bir kavram geldiğini farkettim. Hep erkek filozoflar biliniyor ve sanki tarihte hiç kadın filozof yokmuş gibi bir kanı vardı. Kişilere sorulunca bir tane bile kadın filozof adı söyleyemediler. Bende merak ettim ve bu konuda yazılan eserleri araştırdım ve çok az eser, araştırma olduğunu gördüm. Öncelikle ben merak ettim kadınlar felsefi alanda tarih boyunca ne tür bir yolculuk yapmışlar.

Ben de felsefe ile ilgili bir kişi olmama rağmen tarihte kadın filozofların isimlerinin çok az geçtiğini ve etkinlik açısından da erkek filozoflardan daha az etkin olduğu imajı uyanıyor. Bilinen ve adı filozof olarak anılan kadın filozoflarla ilgili olarak da inceleme yapıldığında kadın filozofların çağları içinde çok da ahlaklı olarak görülmediğine dair de fikirler bulunmakta. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Daha az etkin olmamışlar ama genelde eşleri ile yada hocaları ile çalışmışlar.Mesela

Pisagor’ u biliyoruz ama THEANO’ yu bilmiyoruz. Pisagor’ un eşidir ve onun ölümünden sonra okulun sorumluluğunu üstlenmiştir. Çalıştığı filozof olan karakterler eril olarak toplumda daha fazla önde oldukları için hanımefendiler genelde destekleyici pozisyonda kalmışlar. Yaşadıkları çağda hanımların eğitimi, hakları ve toplumdaki yerlerine tutunmalarını sağlamlaştırmaya çalışmışlar. Çocuk eğitiminde rol üstlenmişler. Aile birliğinin sağlamlığı üzerine ve toplumsal değerler üzerine çalışmışlardır. 43


RÖPORTAJ Doğadaki dişil unsur gibi var olmuşlar ama daha naif ve dişil yönün pasif oluşu nedeni ile tarihe damga pek vuramamışlardır. Bazı dönemlerde kadın bulunduğu çağda evde ve aile birliğinin içinde toplumsal alanda pek rolü yok. Ama felsefe ile uğraşan filozof olan hatta toplum önünde söylevler veren kültür merkeziaçan kadınlar erkeklerle birlikte toplumsal hayatta çok iç içe oldukları için kötü gözle bakılmış ve onaylanmamışlar. Toplantılara katılan yemeklerde boy gösteren kadın o zamanın değer anlayışına göre hayat kadını ile eş tutulmuş. Peki kadın filozoflarla ilgili olarak bizim bilgi edinebileceğimiz

referans kaynaklar önerebilir misiniz? Kadın filozoflardan hiçbirinin yazmış olduğu kitabı var mı? Aslında çok az var biz pek çoğunu erkek filozofların eserlerinde öğreniyoruz. Mesela Platon eserlerinde (SYMPOSİON eserinde) hocası Sokrates’i konuşturuyor ve oda hocası Diotima’ dan bahsediyor. Sokrates Diotima’nın nutuklarındaki fikirlerini öğrencilerine aktarıyor. Aynı şekilde Ksenophanes’in (SOKRATES’ TEN ANILAR) adlı eserin’de filozof ASPASİA’ d a n

b a h s e d i l m e k t e d i r. Aspasia’ da Sokrates’ in hocam dediği; öğrencilerini danışmanlık yapmaları için hocasına gönderdiği ve çok değer verdiği bir filozoftur. Sufi kadınlar adlı eserde Sufi Kadınlardan Nur-i Nisa İnayet Han’dan söz ediliyor ayrıca Mevlana’nın manevi kızı Kimya Hatun’dan. İkiside babalarının felsefe okullarında hem öğrenci hemde hocalık yapan bilgelik patikasında yürüyen kişilerdir. I N G E B O R G GLEİCHAUF’un KADIN FİLOZOFLAR TARİHİ eseri var tarihi çağlara göre o dönemlerde yaşayan hanımefendileri ve çalışmaları bu eserde etraflıca bir şekilde anlatılmış 18.yy.dan sonra daha çok yazılı eser bırakan hanım efendileri görüyoruz. En tanınan kadın filozoflar kimler? Helena Petrovna Blavatsky – Hypatia – Hannah Arendt – Simone de Beauvoir – Delia Steinberg Guzman Sizin kişisel olarak en etkilendiğiniz kadın filozof kim? HIPPARCHIA


Neden? HIPPARCHIA; } Dünyanın ilk “özgürlüğü savunan ve özgür yaşayan” kadınıdır. } Kynik okulundan sayılıyordu. Kynizm, gereksinimsizlik öğretisini temsil eder. } Ailesine karşı durarak ailesinin Crates’in yoksul ve ona hiçbir şey veremeyecek bir kişi olması iddialarını Crates’e duyduğu gerçek bilgelik aşkı ile çürütmüş ve onunla birlikte olmuştur. Kynik akımda eşi ile birlikte yer almış pek çok hanımefendiye örnek olmuş ve çocuklar yetiştirmiştir. } Evlilik, hastalıklar ve üzüntüler ve ölen kişilerin ardında kalanların mahrumiyetleri üzerinde çalışmıştır. Pek çok tragedya ve felsefi kitaplar yazmıştır.. Günümüzde kadın filozof olmak mümkün mü? Pratik faydaları var mıdır? Günümüzde değil kadın filozof, filozof olmak oldukça güçtür. Çünkü felsefeye bakış tarihteki örneklerden çok geriye düşmüştür. Felsefe teorik olarak algılanmaktadır. Düşünceden eyleme g e ç i r i l e m e m e k t e d i r. Bayanlar ve baylarda felsefe ile temas ettiklerinde aileleri tarafından ve toplum tarafından eleştiriliyor.

P e k ç o k hanımefendi babaları ve eşleri tarafından maddi haklarından yoksun bırakılmakla tehdit edilmektedirler. Felsefe ile ilgilenen kişi inançsız ve daha da çok ilgilenirse toplumdan uzak bir kişi olarak algılanmaktadır. Bu konuda son olarak vermek istediğiniz mesaj nedir? Aslında konu kadın yada erkek değil filozof olmaktır. Bilgelik patikasında yürümek tarihteki pekçok örnek kişiden beslenmek ve öğrendiklerini eylem olarak hayatında uygulamaktır. Felsefeci düşünür ama filozof olan uygular. Filozof olan kendini yönetir ve toplumdaki pekçok sıkıntıya karşı söz söyler ve danışmanlık yapar. Öğrenciler yetiştirir. Toplumsal değerlerin düşmeden yükselmesi ve geleceğe taşınmasında öncü olan kişidir. Tüm zorluklara rağmen tarih

sahnesinde bu konuda mücadele eden hanımefendiler ve beyfendiler olmuştur. Biz onların mirasına oturmuş bulunmaktayız. Bize düşen tarihsel görev ise öncelikle bu mirasa sahip çıkmak ve geleceğe aktarmak için köprü olmaktır. Tabiki zorluklar olacaktır ama bu zorluklara göğüs gerecek cesur kahramanlara ihtiyaç vardır. Bize bu zamanı ayırdığınız için ve bilgiler için çok teşekkür ederiz. Asıl ben bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Röportaj:Semra ŞEN

45


GEZİ

46


GEZİ

Hindistan Yolculuğunda

Delhi Durağı

Antik uygarlıkların en eskilerinden biri olan Hindistan’a büyük bir merakla yola çıkıyoruz. Neyle karşılaşacağımız konusu da merak konusu. Okunan ve bilinen çok şey olmakla birlikte pratik belirsizlikler sürekli mevcut. Önce Delhi’ye varıyoruz. Bizi Şiva’nın kozmik dansının el hareketlerinin bulunduğu hava alanı karşılıyor. Çok modern ve estetik

bir bina. Gördüğümüz bu ilk görüntü estetik, renkler ve sanat ile ünlü ülkede neler göreceğimiz merakını büyütüyor. Daha sonra dışarıya çıkıyoruz ve sisili havadan otobüsümüze gidiyoruz. Oradan da The Muse Otel’e gidiyoruz. Bizi muhteşem bir karşılama ile kapıda bekliyorlar. Geleneksel bir karşılama töreni ile alnımızın tam ortasına kırmızı renkli

bir boya ve üzerine pirinç sürdükten sonra, başımızın etrafında kötü ruhları arındırmak için ateşi gezdiriyorlar ve sonrasında da canlı çiçeklerden yapılmış süslü bir kolyeyi boynumuza tek tek takıyorlar. Herkes güler yüzlü ve özenli. Bol baharatlı bir kahvaltıdan sonra, yollara düşüyoruz. Lotus çiçeği şeklinde muhteşem Bahai dini tapınağını görüyoruz. 47


GEZİ

Daha sonra sürpriz bir şekilde bastıran yağmur ve trafiğin sıkışması nedeniyle otobüsten iniyoruz ve Eski Delhi adını verdiğimiz bir bölgeden geçiyoruz. Adını fazlasıyla hak etmesine neden olan pek çok eski ve bakımsız bina mevcut. Yollar eski. Çukurlar eski. Dükkânlar eski. Bedenler yeni ama yaşayış eski. Çöp kutularının olmayışı da sanki durumu eski gibi gösteriyor. Daha sonra da Jama Masjid isimli Mimar Sinan’ın iki öğrencisi tarafından yapılmış olan ilk camide gezimiz başlıyor. Muhteşem ve 48

değişik bir girişi olan caminin kırmızı ve beyaz mermerden yapıldığını öğrenip, simetri ve estetik büyüsüne kapılıyoruz. Kubbeleri kendine özgü tarzda yapılmış kubbeler. Coğrafyanın kendine özgü sembolleri de bu camide motifler olarak bol bir miktarda yer alıyor. Sütunlarda bol miktarda lotus çiçeklerine rastlıyoruz. Cami avlusunun tam ortasında bir havuz var ve herkes bu havuzda abdest alıyor. Durgun bir su olmasına rağmen buradaki geleneğin böyle olduğunu izliyoruz.

Caminin kemerlerinin altında hala karton kutular üzerinde yaşayan insanların olduğunu görüyoruz. Camiden çıkarken de ayaküstü bir şeyler satmaya çalışan satıcı halosu ile otobüse kadar yol alıyoruz. Daha sonra Red Fort isimli kale duvarlarını görmek çok etkileyici oluyor. Kale bahçesinde duruyoruz ve kaleyi seyre dalıyoruz. Delhi ilginç bir yer. Hem çok yeşil, hem çok etkileyici. Etrafımızdaki ağaçlarda sincapların oluşu da bizi yaşadığımız tüm şaşkınlıklar arasında bir kez daha şaşırtıyor.


GEZİ

Yola devam ediyoruz ve Gnadhi’nin mezarını ziyaret etmeye gidiyoruz. Muhteşem bir yeşilliğin içinden geçiyoruz. Muhteşem çiçekler ve ağaçların arasında muhteşem bir mezar beklentisi ile beş dk yürüyoruz. Karşımıza iki yol çıkıyor. Mezara giden yolda gidenler ayakkabılarını saygı nedeniyle çıkarıp gidiyor. Sadece üst taraftan mezarı görmek isteyenler ise sadece ayakkabıları ile devamedebiliyor. K a r ş ı m ı z a karşılaşacağımız şeyin ön bilgisi olarak Gandhi’nin bir sözü çıkıyor: My

life is my message. (hayatım mesajımdır.) ve karşımıza çıkan mesaj çok sade bir mezar. Orada Gandhi’nin küllerinin üçte birinin yer aldığını öğreniyoruz. Kareye benzer şekilde olan sade renkli ve sade şekilli duvarların tam ortasında, küllerin yanı başında da sürekli yanık bulundurulan ateşi görüyoruz- bilgelik ateşini-. Birkaç dakika seyre dalıyoruz ve bu büyük devlet adamını, bu hümanist ve filozofu kalbimize kazımaya çalışıyoruz. Aynı ağaçlar ve muhteşem doğa arasından geçerek

de yolumuza devam ediyoruz. Muhteşem bir arkeoloji müzesine sahip olan Delhi’nin müzesini geziyoruz. Müzede yok yok. Hint dillerini evrimine kadar birçok değerli parça bu müzede sergileniyor. En önemlisi de girşte bizi karşılayan ve hala kendisi de anlamı gibi dimdik ayakta duran tören arabası karşılıyor. Lakshmi tapınağı ismi verilen Hindu tapınağı ise yolumuzdaki en ilginç duraklardan bir tanesi. Vishnu’nu dişil görünümü olduğunu öğrendiğimiz Lakshmi’ye saygı gereği kameralarımız ve 49


GEZİ

ayakkabılarımızı dışarıda bırakarak Hindu törenine katılıyoruz. Hindu töreninde müzik ve bu müzik eşliğinde okunan ilahilerden sonra yapılan sunuları izliyoruz ve binanın diğer kısmlarını gezmek üzere uzaklaşıyoruz. Çok şeyler gördük bu tapınakta ama etkileyici kısmını söylersek eğer, en etkileyici kısım tapınağın arka tarafında bulunan aynalı oda oluyor. İçine giriyoruz. Odanın her tarafında aynalar var, tavanında bile. Ve nereye baksak kendimizi görüyoruz. Tanrı’nın 50

her yerde olduğunu hatırlamamız için yapılan bir oda diye açıklıyor rehber. Ancak Bagavad Gita’nın bir çok motifini resim ve heykel olarak bulunduğu bu tapınakta, aslında bu oda her şeyin nedeninin kişinin kendisinin olduğunun ve aynı zamanda özünün de kendisi olduğunun vurgulandığı fikrine kapılmadan edemiyoruz. Tapınağın arkasında insanın kendisiyle girdiği mücadeleyi sembolize eden Krishna’nın savaş arabası ve kahraman savaşçı Arjuna’nın dev heykelleri ile

karşılaşyoruz. En son da tapınağın açık bir alanında her tarafta bulunan fil başlı insan figürünün Ganeşa olduğunu açıklıyor rehber ve bilgeliğin sembolünün olması nedeniyle, file sembolik değerinin de buradan geldiğini anlatıyor. Yolumuzun üstünde India kapısı denilen kapı var. Tam karşısına yapılan İngiliz kralının heykelinin ortadan kaldırıldığını ö ğ r e n i y o r u z . Fotoğrafımızı çektirip uzaklaşmayı beklerken etrafımızı şip şak kınacılar sarıyor; kızların elleri çiçekli motiflerle dolduktan sonra uzun bir günün yorgunluğunu atmak üzere otele gidiyoruz. Ertesi gün heyecanlı bir gün. Uyandığımızda fotoğraflardan görmeye alışık olduğumuz, güzelliği efsaneleşmiş Agra şehrinde bulunan Taç Mahal’e yola çıkıyoruz. 200 km civarında olan mesafeyi 5 saatte katetmek gerçekten ilginç oluyor bizim için. Delhi içinde ve dışında yaşanan trafik bizi şaşkına uğratıyor. Milim milim ilerlenen yolda düzensizliğin içindeki düzen net bir şekilde fark ediliyor. Milim ilerleyerek Krishna’nın doğduğu yer olan Krishna tapınağına geliyoruz.


GEZİ Yine saygı gereği ve alışmaya başladığımız şekilde ayakkabılarımızı çıkarıyoruz ve doğduğu yeri görüyoruz. Oradan çıkıyoruz ve tapınak kısmına geçiyoruz. Orada yapılan tören neşeli bir müzik eşliğinde yapılıyor. Herkes farklı bir şekilde ibadet ediyor. Belli bir şekil yok. Kimisi yüz üstü yere kapanmış dua ediyor, kimi dans ediyor, kimi coşkuyla alkışlıyor vs. coşkulanıp oradan da hızla çıkıyoruz. Agra’ya daha yolumuz var ve trafiğe henüz alışamadık. Taç Mahal’e vardığımızda ilk öğrendiğimiz şey buranın UNESCO tarafından korumaya alındığı oluyor. Bu nedenle de sıkı bir aramadan geçiyoruz. Suyumuzu bile biletimizle birlikte veriyorlar. Yanımızda şeker ve sakız bile bulundurmama konusunda sert bir şekilde uyarılıyoruz. Taç Mahal’e elektrikli arabalar ile ulaşıyoruz. Ancak Taç Mahal’in ön bahçesine girdiğimizden itibaren söylenenlerin nedenini anlamak daha mümkün oluyor bizim için. Muhteşem bir estetik ve mimari. Kusursuz bir simetri. Dünyanın dört bir yanından gelen 20 000 işçinin çalıştığı bir baş yapıt. İsfahan tarafından yapıldığını, Şah Cihan’ın karısı Banu Begüm için yaptırdığı ve ona olan aşkını ölümsüzleştirmek için

yaptığı ve daha sonra her ikisinin de bedenlerinin getirildiği muhteşem bir saray. 4 bölmeden oluşan ve daha sonra 16 bölgeye bölündüğü ve cennetin bahçelerini bu nedenle ilham alan bir saray. Suyun ve sarayın muhteşem simetrisinin öndeki havuzda, arkadaki muhteşem nehirde yansımalarını görmek etkileyiciliğini arttırıyor. Her yerde muhteşem lale motifleri, muhteşem kubbeler ve kanalizasyon deliklerinde bile muhteşem bir simetri, estetik görüyoruz. Kemerler

Jama Masjid’dekilere çok benziyor. Taç Mahal’de bütün yorgunluğumuzu unutuyoruz ancak maalesef bu yolun bir de devamı var ve ertesi gün Varanasi’ye gitmek üzere Delhi’ye geri dönüyoruz.

Semra ŞEN

51


SİNEMA-ANİMASYON

52


SİNEMA-ANİMASYON Tür : Dram / Aile / Müzik Yönetmen : Çağan Irmak Senaryo : Çağan Irmak Görüntü Yönetmeni : Gökhan Tiryaki Müzik : REDD Grubu Yapım : 2010, Türkiye , 110 dk. Uzun zamandır klişe olmayan, daha özgün ve yenileyen bakış açısına sahip izlediğim nadir filmlerden. Animasyon ile harmanlanmış bir film. Animasyonlar, özellikle çocuksu bakış açısının farklılığını anlatmak ve masallara, hayallere geçişler sırasında kullanılmış. Filmden çıkarken eski Türk filmlerinin tadı kalıyor insanda. Bakış açısı olarak da toplumsal olarak eğilimli olduğumuz arabesk bakış açısının dışına çıkarak hayata daha masalsı bir açıdan bakabilmek ve o şekilde yaşayabilmeyi vurgulayan bir film. Hikâye belalı kocasından boşanmış kız çocuğu sahibi bir annenin, bir apartmana taşınması ile başlar. Bu apartmanda oturan, bu aileye benzer bir şekilde öksüz bir adam ile hikâyeler bu ortak paydada doğal olarak kesişir. Ancak sıradan olmayan bir şekilde küçük kız çocuğu ve etrafındaki insanlar arasında kısa sürede bir bağ kurulur. Ve bir gün küçük kız çocuğunun 53


SİNEMA-ANİMASYON

belalı babası gelir ve annesi ile tartışırlarken ortaya çıkan şiddetin sonucunda kız çocuğu bilincini yitirir.Hastanede yoğun bakıma kaldırılır. Ve tüm tıbbi çabalara rağmen yaşamaya devam eder ama bilinci açılmaz. Ve işte bu noktada kısa süreli bir tanışıklıkları olmasına rağmen komşu öksüz kahraman devreye girer. Bu süreç içersinde hem anneyi hem de kendini hayata bağlamak için kızın en çok istediği üç şeyi gerçekleştirmeye karar verir. Mutsuz, önyargılı ve hayata güvensiz olan annenin de bu plan çerçevesinde umut, aşk ve mutlulukla yolu kesişir. Üç dileği yerine getirmeye çalışan herkes kendini hareketli, eğlenceli bir macera 54

içinde bulur. Devamını seyredin. Filmde Red grubunun bir şarkısından hareketle senaryo oluşturulmuş. Ayrıca filmde de kendileri rol alıyorlar. Benim bu filmden aldığım notlar: -Değişime direnirken kullandığımız ne çok klişe olduğunu, ufak bakış açısı farklılıklarının sonuçları değil ama hayatı çokça değiştirebileceğini… -Mutsuz ve mutlu olmanın da bir seçim olduğunu… -Özelikle çocuğun yetim yurduna gittiğinde ve geceleri altına kaçırdığında arkadaşları kendisiyle dalga geçerken, çocuk çarşafı boynuna dolayıp Süpermen kılığına

girerek diğer çocukları da peşinden sürüklediği sahne dikkate değer. Popüler olarak üzülmesi ve içine kapanması gereken çocuk, popüler fikrin dışına çıktığında daha mutlu ve özgür oluyor. Aynı zamanda kendisini suçlayan çocuklar da bu şekilde belki de popüler olarak daha sonra çekecekleri vicdan azabını çekmeyecekler gibi gözüküyor. -Ve sadece popüler kültürün klişeleri olmadığından bu film belki de uzun süre seyredilmeyecek ama bir klasik olacağı kesin. Her zaman yenilenmeyi ve masalsı bakış açısının da bir seçenek olduğunu vurgulayan güzel bir film.

Semra ŞEN


SİNEMA

55


SİNEMA

Tür : Bilim Kurgu / Gerilim / Dram / Gizem Yönetmen : Christopher Nolan Senaryo : Christopher Nolan Yapım : 2010, ABD / İngiltere , 148 dk

Daha büyüğünü düşlemekten korkmayan Nolan’ın son alamet-i farikası… 90’lı yıllardan sonra Amerikan sinemasının orijinal fikir üretim sıkıntısına girmesiyle G.Kore, İspanya, Almanya hatta İsveç sinemasının önemli örneklerini uyarlaması günümüze değin sürmekte. Bu süreçte karşımıza elbette yetkin Amerikan sineması örnekleri çıkmadı değil. İşte bu örneklerden bir kısmı mevzubahis filmin yönetmeni Christopher Nolan’dan başkasına ait değil. Nolan “Following” ile başladığı bağımsız sinemacı kimliğine, “Memento”, “Prestige” ve Joel Schumacher yorumlamalarından sonra iyice deforme olmuş Batman karakterine yepyeni 56

açılımlarda bulunduğu iki yapıtı “Batman Begins”, “The Dark Knight” gibi her biri son derece özgün çalışma ile devam etmiştir. Son projesi olan “Inception” ile 16 yaşından beri yapmayı planladığı belki de en kişisel projesine imza atıyor, atarken de sinema tarihine de küçük bir çentik atıyor. Yazının bundan sonrasını filmi henüz seyretmemiş olanların okumamasını tavsiye ederek konuya kısaca bir giriş yapalım. Leonardo Di Caprio’nun canlandırdığı esas adamımız Dom Cobb, zihnin en savunmasız olduğu rüya anında bilinçaltı derinliklerindeki değerli sırları çalan

yetenekli bir hırsızdır. Bu durum onu uluslar arası kaçak yapıp sevdiği her şeye malolmuştur. Ayrıca kendisinin uzun süredir ülkesine giriş yapamaması, dolayısıyla çocuklarını görememesi onu hayati bir karar vermeye itecektir. Kurgusal açıdan bağımsız ama kritik bir sahneyle açılan filmin asli başlangıcında Cobb, Saito adlı çok güçlü bir işadamını tuzağa düşürmek isterken avlanır ve Saito’nun reddedemeyeceği teklifiyle kendisini yenibir maceranın içinde bulur. Zira kendisine düştüğü durumdan kurtulmasını sağlayan bir fırsat sunulur. Bu kez her zamankinden farklı


SİNEMA

bir yöntem deneyecektir; görevi fikir çalmak değil, y e r l e ş t i r m e k t i r. Saito’nun rakibi olan bir işadamının oğluna bir fikir tohumu yerleştirecektir. Cobb’a bu konuda fikir babalığı yapacak olan kayınpederi Miles aynı zamanda bu yeteneği kendisine kazandırmış kişidir. Bu zorlu deneyim için öncelikle çok zeki bir mimar gerekmektedir. Kimyager ve iki yardımcı adam kadroyu tamamlarken işin müteahhidi Saito bizzat bu deneyimde bulunma şartını koşarak kadroya dâhil olur. Ölüm döşeğindeki işadamının oğluyla kurulan temas sonrası genç adamın rüyaları bizim gerçekliğimiz olmuştur a r t ı k . Sonrası ise

tam bir görsel ve fikirsel şölen halinde adım adım unutulmaz finalde doğru ilerler. Bu farklı boyutta kimin rüyasına girilirse rüya kişinin kalıbını alıyor. Sigmund Freud’a göre rüya bilinçaltını işaret eder. Kişi hapsettiği duygularını bilinçaltına atar ve orada tutar. Bir insanın zihninde yatan her şeyi öğrenmek istiyorsanız onun beyninin en derin noktasına ulaşmak zorundasınız. Bu y ü z d e n Nolan’a

göre rüya içinde rüya, tekrar bir rüya, sonra bir rüya diye dördünce boyuta geçmeniz gerekmektedir. Her bir katman arasında uyanış için bir itkide bulunulması gerekmektedir. Ve her rüyadaki fiziksel gerçeklik bir alt katmandaki rüyayı aynı paralellikte fiziksel olarak etkilemektedir. Gündelik hayatımızdan düşünürsek rüyada yüksek bir yerden düşerken gerçekte yataktan düşmemiz gibi. Ayrıca gerçeklikteki beş


SİNEMA

dakikanın rüyadaki bir saate denk gelmesi bir zaman paradoksu ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu, daha aşağı katmanlarda katlanarak devam etmektedir. Gerçeklik ve katmanlar arası rüyalar arasında gidip gelen karakterlerin realite ve rüya arasındaki farkı algılayabilmeleri için birer sembol olan totem açıklamasında o kişiye özgü olması ve başkasının dokunmaması gerektiği söylenmektedir. Hâlbuki Mal’ın totemi olan topacı rüyada da olsa Cobb bulmuş ve ona dokunmuştur. Böylelikle o totemin geçerliliğinin ortadan kalktığı varsayılabilir. Final sahnesi ise seyircileri ikiye bölmüş ve farklı savlar ortaya atmalarına neden olmuştur. Bitiş jeneriğinde oyuncu kadrosu ismi geçerken iki küçük çocuğun ikişer yaş farkla dört oyuncu tarafından canlandırılmış olması kafaları iyice karıştırmıştır. Filmin seyirciyi ikiye bölen finali hakkında ailesi de dâhil hayatındaki herkesin muammayı çözmek üzerekendisine soru sorduğunu belirten Nolan “Filmin sonunun açık olması, zaten filmin en önemli özelliklerinden biri… Bunu bilinçli olarak yaptık ve “Sonunda ne olacak?” diyedüşünmedik. Bu yüzden kimseye verebilecek biryanıtım yok. Aslında sorulardan sıkıldığım anlarda bir son uydurup söylemeyi düşünüyorum

58


ama bu da filmin yara almasına neden olacak” sözleriyle içinde bulunduğu durumu anlatmıştır. Filmde kritik bir yer tutan Marion Cotillard’ın canlandırdığı Mal karakteri Cobb’un rüyalarına ve anılarına çıkmamacasına yerleşmiştir çünkü travmatik bir geçmişe sahiptirler. Aralarındaki tutku öyle bir hale gelmiştir ki artık rüya göremeyen Cobb, rüya makineleri vasıtasıyla Mal ile bir ömür sürmektedir. Yalnız Mal’un tehlikeli bir tarafı vardır, o da virüs gibi olmasıdır. Cobb’un yer aldığı her rüyada bir şekilde ortaya çıkar ve Cobb’u kendi bulunduğu boyutta tutmak için her türlü şeyi yapacak kadar tehlikeli ve gözü karadır. Filmin ayrıntılı ve bol katmanlı senaryosu seyirciyi dikkatlialgıları açık bir seyre davet ederken bittikten sonra ikinci kez seyretme hissi uyandırıyor. Joseph Gordon Levitt, Ellen Page, Marian Cotillard, Ken Watanabe ve Michael Caine gibi oyuncular üst düzey performans sergilerken her filmiyle oyunculuk çıtasını bir

kademe yukarı çeken Leonardo Di Caprio yine üzerine düşeni yapıyor. Filmden kısa bir süre sonra yaşamını yitiren ölüm döşeğindeki işadamını canlandıran emektar karakter oyuncusu Pete Postlethwaite ise kariyerine böylece güzel bir nokta koymuştur. Hans Zimmer’in müzikleri ise her zamanki gibi usta işi.

SİNEMA

Son noktada “ I n c e p t i o n ” varoluşçuluğu s o r g u l a y a n s o r g u l a t a n , insan beyninin yaratıcılığını ortaya koyan; yerçekimine karşı koyan mekanik efektleri, oyunculukları, s e n a r y o s u , kurgusu ve elbette yönetmenliğiyle özel bir film duruyor karşımızda. Kim bilir belki yıllar sonra sinema klasiği olarak anılacak bir yapıt. “Rüyaya nasıl gittiğimizi hiç bilmeyiz, hep kendimizi bir anda rüyanın ortasında buluruz. Rüyada bulunduğumuz ortama nasıl geldiğimizi bilmeyiz”. Sahi kaç yaşımızdan sonrasını hatırlıyoruz?

Alper EROL

59


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

ENBE ORKESTRASI Birçok başarılı çalışma ile son yıllarda adından oldukça söz ettiren grubun son albümü ‘Kalbim’ çıktı. Özellikle Tarkan’ın ‘’Her Şeye Rağmen’’ isimli şarkısı oldukça etkileyici Önümüzdeki günlerde oldukça dinleneceğini düşünüyoruz. Albümde birçok ünlü kişi bulunmakta. Ajda Pekkan’ın Eren Sandal ile birlikte yorumladığı ‘’Sev Beni’’, Müslüm Gürses’in albü60

me de adını veren ‘’Kalbim’’ şarkısı da dikkate değer. Albümde sesini özlediğimiz Ayşen, Ziynet Sali, Aytekin Kurt, Mustafa Ceceli, Jose Feliciano, Christian Adam gibi birçok ünlü isim yer almakta. Keyifle dinleyebileceğiniz bir albüm. Enbe Orkestrası, Behzat Gerçeker, öncülüğünde 1993 yılında kuruldu. İstanbul Devlet Opera ve Senfoni Orkestrası üyelerindendir. Barry

White, Richard Clayderman, Goran Bregoviç, Pavarotti, Domingo ve Grammy ödül adayı Monica Molina ile konserler vermiştir. Klasik müzikten popüler müziğin birçok türüne kadar geniş bir müzik yelpazesi olan grup Mustafa Ceceli, Aslı Güngör gibi yeni seslere de eşlik etmişlerdir.


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

RİHANNA Kendisini ‘Umbrella’ şarkısını söyleyen ve genç yaşta popülaritesi patlayan bir sanatçı olarak tanıdık. Sonrası ne olur diye merak etmeye fırsat kalmadan peş peşe gelen ve mevcut yükselmesini sağlayan pek çok proje ile de karşımıza çıktı ve çıkmaya devam ediyor. En son ‘Only Girl in The World’ ile ve ardından David Guetta ile birlikte ‘Who is This Chick’ ve onun öncesin-

de de Eminem ile olan çalışması ‘Love The Way you Lie’ ile de göz doldurmaya devam ediyor. Genç, dinamik ve bu dinamizmi sürekli yenilenerek koruma yeteneğine sahip olan Rihanna, 1988 Barbados doğumlu. On altı yaşında müzik kariyerine başlayan sanatçı bunun için Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındı. Music of the Sun, A Girl Like Me, Good Girl Gone Bad, Rated R

albümleri ile dört yılda dünya çapında on iki milyonu aşkın albüm satışı gerçekleştirdiği bildirilmekte. 2007 yılının Dünya Müzik Ödülleri’nde de Çok Satan Kadın Pop Sanatçısı ve Yılın Kadın Sanatçısı ödüllerinin sahibi olmuştur. Ayrıca 2008’de Amerikan Müzik Ödülleri’nde En Sevilen Soul/R&B Kadın Sanatçı ve En Sevilen Pop/Rock Kadın Sanatçı ödüllerini kazanmıştır.

61


KÜLTÜR-SANAT

ocak-şubat-mart

İZMİR DEVLET TİYATROSU

Konak Sahnesi: Şili’de Av (26-29 Ocak-20:30) Kadın ile Memur (1-6 Şubat-:20:30) Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi:, Çok Bilen Çok yanılır (21,22,27,28,29 Ocak 20:30) Masa’nın Altında (3-5 Şubat 20:30) Karşıyaka Oda Tiyatrosu: Jeanne D’arc’ın Öteki Ölümü ( 2526 Ocak) Yoksun (1-2 Şubat) Konak Melek Ökte Sahnesi: Eddie’nin Annesi nerede? (21,23,25,26,27,28,30 Ocak 14:00) Sakarca (1,2,3,6 Şubat 14:00 ) Henry ve Alice’in Gizli Yaşamı ( 4-5 Şubat)

62

şehir kültür rehberi

DEVLET OPERA VE BALESİ

OTELLO-(OPERA) Adnan Saygun Sanat Merkezi 24.01.2011 Pazartesi 20:00 İZMİR’İN UNUTAMADIKLARI (Konser) Opera Salonu 25.01.2011 Salı 20:00 COSI FAN TUTTE(*) OPERA 05,08,15,02.2011 Cumartesi 20:00 CARMEN CARMEN’DIR(***) MÜZİKLİ OYUN 07,18.02.2011 Pazartesi 20:00 GUGUK KUŞU(**) DANS TİYATROSU 12,14.02.2011 Cumartesi

20:00

LA BOHEME(*) OPERA 24,26.02.2011 Perşembe

20:00

KELOĞLAN’IN SIRRI(****) ÇOCUK MÜZİKALİ 25.02.2011 Cuma 13:00


KÜLTÜR-SANAT

KONSERLER New Russian Quartet 24 ocak Pazartesi 20:00 Quintet Konseri 26 Ocak Çarşamba 20.00 Grup Yorum 22 Ocak Cumartesi Halkapınar Spor Salonu Atatürk Spor Kompleksi - Izmir Fatih Erkoç & Kerem Görsev Trio

İZMİR SANAT

22 Ocak Cumartesi Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi - Izmir

Aslan Kral Çocuk Müzikali 22 Ocak Cumartesi İsmet İnönü Sanat Merkezi - Izmir

Jehan Barbur 27 Ocak Perşembe İzmir Bios Bar - Izmir

Her Şeyi Bilen Adam 22 Ocak Cumartesi Özel İzmir Tiyatro Bab-ı Sanat Sahnesi - Izmir

Yüksek Sadakat 28 Ocak Cuma Ooze Venue - Izmir

Acayip Bir Oyun 22 Ocak Cumartesi İsmet İnönü Sanat Merkezi - Izmir

Ben 10 Live 29 Ocak Cumartesi Halkapınar Spor Salonu Atatürk Spor Kompleksi - Izmir

Büyük İkramiye 22,23 Ocak Cumartesi İzmir AKM Adnan Saygun Salonu Izmir

Nev @ İzmir Arena 29 Ocak Cumartesi İzmir Arena - Izmir

Her Şeyi Bilen Adam 29 Ocak Cumartesi Özel İzmir Tiyatro Bab-ı Sanat Sahnesi - Izmir Hakan Dilek - Bi Başına Gösteri 29 Ocak Cumartesi İzmir AKM Yunus Emre Salonu - Iz

63


İNTERNET

www.tureng.com

İngilizce, günlük pratiğimizde çokça yer bulan bir dil. Bununla birlikte zorluklarını da sıkça yaşamaktayız. Tercüme, eğitim ve dış ticaret sektöründe yaygın kullanımı olan www.tureng. com adresinde bulunan sözlüğü bu nedenle tanıtmak istedik. Özenli düşünülmüş detayları ile dikkat çeken sitede British, Amerikan ve Avustralya olmak üzere İngilizce’nin üç farklı aksanını aynı anda sunması dikkate değer

64

özellilerinden bir tanesidir. En önemli özelliği hızlı ve pratik bir şekilde kelimeleri bulmayı sağlayan sözlüğün kelimenin geniş anlamlarınada ulaşmamızı sağlamaktadır. Değişik sektörlerdeki aradığımız kelimenin kullanılan formlarını da bulmak mümkün.Tureng Sözlük’te aranan kelimenin eşanlamlılarının kelime türlerine göre sınıflandırılmış ve anlam derecelerine göre sıralanmış olarak bulunabileceği syn.tureng.

com adresi de mevcuttur. Tureng forumda da ayrıca yardımlaşma imkanı sunulmakta. Ayrıca tureng sözlük sitesinde birçok dilde bulunan ihtiyacınız olabilecek bir çok referans sözlük sitesinin linkleri bulunmakta. Site, çeviri ile ilgili de birçok dilde sözlü ve yazılı imkanlar sunmaktadır.

Semra ŞEN



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.