YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ BORNOVA ŞUBESİ BABİL KULESİ DERGİSİ 11. SAYI

Page 1

KALP SEMBOLİZMİ Kalbin İfadesi

SEVGİ

Nedenleri Bilmektir

ZEYTİN

Ağaçların Bilgesi

ANTOİNE DE SAİNTEXUPERY

Küçük Prens

VARANASİ

Dini inanışın ve zenginliğin merkezi



EDİTÖR’DEN Herkesin malumu olan ünlü Yeşilçam klasiği ‘’Selvi Boylum Al Yazmalım’’ ın sonunda iki erkek arasında kalan kadın kahraman sevgiyi sorgular malumunuz… ‘’Sevgi sıcacık insan eliydi… Sevgi emekti.’’ der sonunda ve kendisine aşk verene değil, emek verene gider… Belki de sevgiyi en iyi tanımlayan sözlerdir ve akıllardan silinmemiştir yıllardır. Karşılıksız vermenin en temel yoludur çünkü… Sevgi alınmaz verilir; söylenmez, gösterilir ve paylaştıkça çoğalan tek şeydir şu dünyada. Sadece bir insanı değil; doğayı, hayvanları ve çevremizde var olan her şeyi sevmekle başlar bu emek ve çoğalarak yayılır. Bu

yüzden

de

bu

sayımızın konusu sevgi olsun dedik… Malum, sevgi diyince akla ilk kalp gelir ve tüm mitolojilerde özel bir yere sahiptir kalp…Bu yüzden de belli başlı mitolojilerdeki kalp sembolizmi üzerinde duralım istedik bu sayımızda… Edebiyat dünyasının en sevgi dolu karakteri olan ‘’Küçük Prens’’ olmazsa olmazdı elbet ve bir sevgi filmi olan ‘’Amelie’’ de yer buldu doğal olarak sayfalarımızda… Gezi yazısı bölümünde, bir önceki sayıda başlamış olan Hindistan yazısının devamını bulacaksınız. Artık dergimizin klasik sayfalarından biri olan animasyon bölümünde ise yine hem küçük hem büyük seyircilerin severek izlediği ‘’Mega Zeka’’ isimli animasyona yer verdik. Tarih boyunca

barışın ve bolluğun sembolü olmuş zeytin ağacı ise ayrıntılı ve bilgilendirici bir yazıyla karşımızda… Sevme Sanatı adlı ünlü eserinde Erich Fromm: "Sevgi belli bir kişiyle ilişki değildir temelde; bir tutum'dur o, bir yöneliş. Kişinin, yalnız sevdiğiyle değil, bütün dünyayla ilişkisini belirler." Der. Bu tutumu tüm hayatımızda gösterebilmemiz dileğiyle…

Özgür BENLİ


İÇİNDEKİLER

22

08 KALP SEMBOLİZMİ

Sevgi

Antoine de Saint-Exupéry

26

12

SEVGİ Nedenleri Bilmektir

. SEVGI

14

KÜÇÜK PRENS&TİLKİ Bir Sevgi Hikayesi

32 Merhaba

VARANASİ Dini inanışın ve zenginliğin merkezi…

kül tigin

SEVGİ “Sevmek birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.”

VARANASİ Dini inanışın ve zenginliğin merkezi…

17 4

ZEYTİN Ağaçların Bilgesi

38 MEGA ZEKA


İÇİNDEKİLER

46

40

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

AMELİE

48

45 WEB

KÜLTÜR-SANAT

babil

kulesi nisan-mayıs-haziran 2011 İmtiyaz Sahibi

YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

Yayın Koordinatörü Semra ŞEN Editör Özgür BENLİ Sevgi TEZ Seda ÖZTÜRK Grafik Tasarım Eylem ÖZKAN babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6

Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )

bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.


TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan

sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak

isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır

ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7


ARAŞTIRMA

Kalp . . Sembolizmi

8


ARAŞTIRMA

İnsanın sevgisini, enerjisini, nefretini, öfkesini yaşanan iyi ve kötü bütün duygularını besleyip büyüttüğü yerdir kalp. Anne karnında, fiziksel olarak ilk harekete geçen organdır kalbimizdir. Bu ilk hareketle yaşam başlar ve bu hareketin durmasıyla da son bulur. Bedenimiz kalbimizin ilk atışıyla can bulur ve ruhta bu cana yerleşir ta ki bu atışlar son bulana kadar ruh bedenimizde bize eşlik eder. İnsanlık tarihinin ilk günlerinden bugüne değişik medeniyetlerde ve kültürlerde kalbe farklı anlamlar yüklenmiş, farklı ritüeller düzenlenmiştir. Kalp kimi zaman adaletin, ahlakın kimi zaman sevginin, aşkın, kimi zamanda hayata bir kalkan olarak sembolize edilmiştir. Geçmişten bugüne kalbin sembolize ediliş biçimlerine bakacak olursak:

sonraki dönemlerde kalbin ruhun ve vicdanın merkezi olduğu düşüncesine de yer verilmiş. Eski Mısır’da ölülerinin tüm organlarını seramik kaba koyup ölüyle birlikte gömüp, bir tek kalbi bedende bırakıyorlardı. Bunun sebebi de öldükten sonra ruhun ve vicdanın merkezi olan kalbin Maat adalet tanrısının karşısında yargılanacak olması. Bu yargılamadaki amaç kişinin ölmeden önce yaşamında ilahi yasaların kurallarına uyup uymadığının irdelenmesidir. Tartılma Maatın hakikat salonu denilen bir salonda gerçekleşir. Yeraltı dünyasının yöneticisi ve Ra’nın gözü sayılan Maat’ın hiyeroglifi, ‘hakikat, adalet ve doğruluğu’ sembolize eden tüydür. Kalp ise hayatın manevi tanığı vicdanı temsil eder yani kişiyi yargılayacak olan

kendi içindeki ilahı ve vicdanıdır. Kişinin yeryüzündeyken yaptıklarını hatırlaması için hafızası geri verilir ve tartılma başlar. Terazinin bir kefesine kalp ve diğer kefesine tüyün koyulmasıyla sahnelenen yargılamada, kişi vicdanın adaletli sesiyle yaşamında yaptıklarını bir bir sayar. Kalp tüyden ağırsa kişi günahlarının ağırlığıyla cehennemde acı çekecektir. Eğer kalp tüyden daha hafifse kalbin sahibi cennete kabul edilecektir. Mısır’da eğitim gören Platon, bu aşamayı varlığın kendi kendini yargılaması olarak kabul eder. Aztek mitolojisinde kalp sembolizmi; Aztek mitolojisinde çeşitli ritüeller gerçekleştirilir. Bu ritüellerden biri de esir veya kölelerden seçilen bir kurbanın kalbinin

Mısır Mitolojisinde kalp sembolizmi; Mısır mitolojisinde kalbin dolaşım sistemindeki yeri ve diğer organlarla olan bağı gücü bilinmekle birlikte kalbin, mantığın aklın ve hafızanın da merkezi olduğu ve vücudu kalbin yönettiği düşünülüyordu. Daha 9


ARAŞTIRMA çıkarılarak tanrılara beslenmesi için sunulmasıdır. Bu sunuşun amacı; evrenin dengesini korumak için, güneşi veya bir başka tanrıyı tazelemek ve güçlendirmektir. Üç Büyük Dine Göre kalp sembolizmi; Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman teolojisinde kalpten, ruhsal veya ilahi özelliklere sahip bir organ olarak söz edilmiştir. Üç dinde aynı anlamlar yüklenmiş kalp sevgi, hoşgörü ve merhamet gibi duygu düşüncelerle ö z d e ş l e ş t i r i l m i ş t i r. Tevrat’ta kalpten 190 defa bahsedilmiş. Kur'an'da da Kalp ifadesi 101 adet ayette yer almaktadır. Bu ayetlerde genel olarak kalbe, manevi konulara karşı sezgi, kavrayış ve idrak gibi anlamlar yüklenmiştir. Ayrıca tasavvufta kalp

gözünden bahsedilmiştir. Burada kalp olayların iç yüzünü ve gerçek niteliklerini görebilmeyi sembolize eder. Hıristiyanlıkta da kalp sevgiyi, yardımseverliği ifade eden kutsal bir sembol olarak kabul edilmiştir. Sufizmde kalp sembolizmi; İbnül-Arabi’de diğer süfi düşünürler gibi, kişiliğin merkezini kalp olarak düşünmüştür. Ona göre Allah’ı idrak edebildiğimiz yer kalbimizdir. Ancak ona göre mantıksal kararlar verilirken akıldan, davranışları motive etme konusunda nefs’ten destek alır fakat yönetimin merkezi kalptir. Kalp, İbnü’lArabî’nin kişilik kuramının da özünü oluşturur. İbnülArabi’ye göre tanrısal özü ya da ilahi hakikati anlayabilmemizin

onu keşfedip, idrak e d e b i l m e m i z i n yolunun arınmış bir kalpte gerçekleştiğini belirtmiştir. Gazali, insanın yaratılış amacını anlayabilmenin dinin ve kalbin hakikatini kavramakla gerçekleşebileceğini belirtmiştir. İbnül-Arabi gibi Gazali de bilginin merkezi akılda olsa, bilgiyi işlevselleştirenin kalp olduğunu belirtmiştir. Tüm insanlar farklı kişiliklere sahip olsalar da hakikati anlayıp kavrayabilme yetisinin herkeste aynı olduğunu yalnızca gidilen yolların farklı olduğunu belirtmiştir. Muhasibi’ye göre de kalp, psikolojik mekanizmaların, anlayışın, duygu ve düşüncelerin merkezidir. Kaynaklar http://www.scribd.com/ doc/12872063/Muhuddiyni-bnArabiKiilik-Cozumlemesi h t t p : / / w w w. b a t i n i l e r. c o m / sembolizm/misir-sembollerikalp.html http://www.gnoxis.com/ misirin-oluler-kitabi-40353.html http://www.netkeyfim.com/ saglik/kalbin-sekli-papiruslerdebile-ayniydi.html

Eylem ÖZKAN

10


sevgi nedir diye sorduk 2 cevap

11


RÖPORTAJ

Sevgi

12


RÖPORTAJ

Nedenleri Bilmektir

Bu yazıya başlamadan önce öyle çok şey sordum ki kendime. Sevgi nerede? Bizler sevgiyi anlayabiliyor muyuz?

Anlarımıza kattığımız gerçekten sevgi mi? Ya da gerçek sevgi, ideal sevgi nasıl olmalı? Oluş şekli var mı ve ya olmalı mı? Sevgi öğretilenler ya da öğrendiklerimiz mi gerçekten? Ya da keşfi tamamen bize ait, sınırları olmayan bir erdem mi? Keşfetmek için çok uzaklara gitmek gerekmiyor; beklide en doğrusu kendi içimizde aramaya başlamaktır. Sevginin ne olduğunu anlayabilmenin yolu önce kendimizi anlayabilmekten geçer. Ve parçası olduğumuz doğaya daha dikkatli bakabilmekten. Çünkü doğa her halinde ve her zerresinde sevgi dolu, bizlerde onun bir parçasıyız. Bir tohum düşünce toprağa nedenini bilir, koşullar ne olursa

olsun çabasından vazgeçmez tohum. Yeryüzüne çıkıp merhaba diyebilmek için güneşe ve fayda sağlayabilmek için onu toprağa düşürenlere… Sevgiyi anlayabilmek; düzeni, ritmi, karşılıksız verebilmeyi, feda edebilmeyi öğrenebilmektir. Doğa bize bunu öğretir. Mevlana bilmekten demiş.

sevgi doğar’

Derin bir nefes almak, hiç haz etme sekte varoluşunun bir amacı bir sebebi olduğunu bilerek kıllı bir kurdu öldürmeden k e n d i m i z d e n uzaklaştırmak, kurumaya yüz tutmuş bir bitkiyle suyumuzu paylaşmak, çıkarsızca yardımcı olabilmek etrafımıza, dinlemek, anlayabilmek, kavrayabilmek, tecrübelerimizi paylaşmak ve aldığımız her solukta karşılıksız verebilmeyi bilmektir sevgi. Bilmek ve bildiklerimizi h a y a t ı m ı z a

uygulayabilmek. Doğru olmak, güçlü olmak, fedakâr olmak, neşeli olmak… Biz bunları biliyor muyuz? Gerçekten bilseydik yaşadığımız bu günlerden şikâyet etmezdik sanırım, bilseydik bir merhabayı çok görmezdik karşılaştığımız insanlara, bilseydik bana ne diyemezdik, bilseydik yalan s ö y l e m e z d i k , incitmezdik ve bilseydik şikâyet etmek yerine harekete geçerdik çaba gösterirdik yanlışlarımızı düzeltmek için…

Yaşadığın dünyaya bak; Yüce Tanrı, hangi eserini sevginin kucağında büyütmemiş? Neden okşamak ve kucaklamakla gidilecek yere, tekme ve tokatla erişmeyi tercih edesin? Mevlâna

Şükran TEZ

13


RÖPORTAJ

. SEVGI

14


RÖPORTAJ

“Sevmek birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.”

S

evgiyi herkes başka türlü tanımlayabilir. B u g ü n , genellikle duygusal dünyamız ile ilişkili istek ve tutkularımıza karşılık gelecek şeyler için sevgi beslediğimiz yanılgısında oluyoruz. Yani sevdiğimiz şeyler aslında bizim kişiliğimiz tarafından istenen ve bize faydalı olan şeylerdir. Sevgiyi anlamak için, anne baba sevgisi, çocuk sevgisi, sevgiliye duyulan sevgi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi gibi parçalara ayırıp farklı şeylermiş gibi algılıyoruz. Çünkü her birinden beklentilerimiz farklıdır. Bu nedenle sevgi de farklıdır diye düşünüyoruz. Küçük Prens ise, merak ve mutluluk içinde gerçekleştirdiği kişisel

6

yolculuğunda, kendi küçücük gezegeninde yetiştirdiği bir tanecik çiçeği nedeni ile öğrendiği kendi sevgi tanımını şöyle yapıyor “ Bir insan milyonlarca yıldız içinde yalnız bir tek çiçeği sevecek olursa, yıldızlara baktığında mutlu olması için bu ona yeter” “Sevmek birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.” diyor Küçük Prens’in yazarı , A.Saint Exupery.

olan yasaların her birini birbiri ile birleştiren, uyumu oluşturan sevgidir. Seviyorsak birleşiyoruz ve sevmiyorsak ayrılıyoruz ve ayırıyoruz. Bugün dünyamızda yaşanan tüm ayrılıkların, savaşların nedeni sevgisizlik değil midir?

B i r b i r i m i z d e n beklentilerimiz nedeni ile birbirimize bakmak değil, beraberce daha yüksek değerlere birlikte yol alabilmekten bahsediliyor. Sevgi birleştirici, hayat veren, bilgeliğe bağlayan ve iradeyi organizasyona dönüştürebilen bir güçtür bizim için. Evrende var

15


RÖPORTAJ İnsanların hakkında en çok düşündükleri, t a n ı m l a m a y a çalıştıkları, üstüne en fazla şiir, kitap, şarkı yazdıkları, iki konu var ise biri ayrılık(ölüm), diğeri de sevgidir. Sevgi ile ilgili şu şarkı dolandı son zamanlarda dilimin ucuna: “ Sevgi kuşun kanadında ….” Sevgi için yazılan diğer şarkılardan farklı olarak sevgiyi hep uzaklarda, başka yerlerde değil de başucumuzda, aslında kendi içimizde aramamızı söyleyen, sade ve güzel bir şarkı.

Sevgi kuşun kanadında ölüm denizin kıyısında anacığım ölüm göğün yüzünde ölüm yerin dibinde ölüm soluk alışında ölüm başucunda sevgi gözünün kökünde yavrucağım sevgi ne göğün yüzünde sevgi ne yerin dibinde sevgi kuşun kanadında sevgi başucunda sevgi kuşun kanadında sevgi senin yüreğinde sevgi soluk alışında sevgi başucunda Söz: Ahmet Çahacı Müzik: Şahabettin Genç. Hasret Gültekin, Coşkun Demir ve Banu yorumlamışlar. Basit ve gerçek olarak ölüm de, sevgi de başucumuzda duruyor. Görüp dokunamasak da var olduklarını iç olarak biliyoruz. Biri ne kadar ayırıyorsa diğeri de o kadar birleştiriyor.

16

Başucumuzdaki sevgileri göremiyorsak, ölüm gibi ayrılıklar yaşıyoruz. Kendi bilincimiz açısından, sevgiyi tanımlamak, anlamak ve yaşamak ihtiyacımız var. Sevgileri yaşamaya başlayabilirsek, sevgi ile bağlanabilirsek, birlikte olmanın da bir değeri oluyor. İçinde sevgi, aşk ve samimiyet olmayan her şey birleştirici olmaktan uzaktır. Biraz romantik, biraz ütopik gibi görünse de, şöyle bir dilek ile bitirmek istiyorum; Her birimiz başucumuzda duran sevgileri fark edip, onları içimizde büyütelim. Cömertçe birbirimize ve tüm dünyaya sunalım. Sonra sevgilerimizi kanatlarımızın ucuna takıp, bir dizi halinde, beraberce uçan göçmen kuşlar gibi, yolu gösteren bilge kardeşlerimizin peşinde beraberce kanat çırpalım. Sevgiyle…

Mihrican BAL


ARAŞTIRMA

. ZEYTIN Ağaçların BİLGESİ

17


ARAŞTIRMA Jeolojik devirlere ait tabakalardaki y a p r a k l a r ı n ı n fosillerinden, zeytin ağacının çok eski bir geçmişe sahip olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlık tarihine değin dayanan bu ağaç, anavatanı Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Hatay bölgesi iken, Fenikeliler ve Sami kabileleri aracılığı ile yavaş yavaş Adalar denizine kadar uzanan sahaya yayılmıştır. Tarihin her aşamasında Akdeniz’de kurulan bütün uygarlıkların vazgeçilmez bir parçasını oluşturan zeytin kısa sürede Asya, Amerika ile dünyaya yayılmıştır. Bol mahsul vermesi ve uygun iklimde kolay yetişmesi dolayısıyla zeytin ağacı tarih boyunca, bereket ve barışın simgesi olmuştur.

Kutsal kitaplar, tufanın sonunu, ağzında zeytin dalı taşıyan bir güvercinin müjdelediğini zikreder. Zeytin Kur’an da yer verilen bitkiler arasındadır. Eski insanların zeytini yalnızca önemli bir gıda maddesi olarak değil aynı zamanda yağını iç hastalıkların ve dışarıdan da yaraların tedavisinde kullanmaları, bu maddenin din kitaplarında önemli bir yer almasını sağlamıştır. Yaprağı gün devrilirken gümüş rengidir ama zeytin ağacının “meyvesinin suyu” doğanın beslenmek için insana verdiği seçkin nimetlerden biridir. Grekler’de zeytin ağacını, ancak iyi ahlak, temiz, doğru ve asaletli, seçkin kimseler tarafından h a s a t edilebilmesi, bu kavmin z e y t i n e v e r d i ğ i ö n e m i n derecesini göstermesi bakımından ç o k manidardır. Ezelden beri süregelen, günümüzde de varlığını sürdürmekte olan zeytin, insanlığın

varlığından beri zamanla birlikte hep yanında olmuştur. Homeros’un altın sıvı olarak nitelediği zeytin, Linear B tabletlerinde de sözü edilmektedir. Ele geçen Linear B tabletlerinde Bronz Çağ’da zeytinyağı üretimine dair kanıtları vermektedir. Önemli miktarda üretilen yağ Girit saraylarında depolan mıştı. Akdeniz ülkelerine yapılan yağ ticareti Girit krallarının güç ve zenginlik göstergesi olmuştur. Ağaçların bilgesi, zeytindir kuşkusuz, en çelimsizi bile kendinin kabul ettiren bir ağırbaşlılık, bir suskunluk içinde. Yaşlarını bilen yok. Roma’nın, Bizans’ın izlerini taşıyor bazıları, zamanlar geçmiş, sahipler değişmiş ama onlar kendi ölümsüzlüklerinde. Zeytin ağacı Akdeniz, Ege insanının günlük yaşamının bir parçasıdır. Yeşil, alaca, siyah tanesi ekmeğine katıktır. Suyu yani yağı yeryüzünün en sağlıklı, doyurucu besinlerinden biridir. Odunu kışın ocaklarda insanı üşütmez, istenirse yağı kandille çevreyi aydınlatır. Dalları, yaprakları kızgın yaz güneşine gölgedir.


ARAŞTIRMA

Zeytin ağacının dalı nasıl barışın simgesi sayılıyorsa, fidanı da insanlarda umut, sevinç, mutluluk, geleceğe güvenle bakma simgesidir. Tevrat’ın Mezmurlar bölümünde, 128. Mezmur’da, Hac’ca giden Museviler okudukları ilahide mutluluğu onunla tanımlar “…… Evin içinde karın Meyveli asma gibi olur Oğulların çevresinde

sofrasında

Zeytin fidanı gibi olur…. Evet, insanların oğulları, kızları zeytin fidanı gibidir….’’ Zeytin ağacı mütevazıdır

ama gönlü ganidir. Kutsal kitap Tevrat insanlara “olgunluğu, hakka niyeti ve doğruluğu anlatırken zeytin ağacını işaret eder! Tevrat’ın “Hakimler” bölümünün 9.Bap’ında bu kutsal ağacın erdemine dikkat çekilir; “Vaktiyle ağaçlar kendilerine kral mesh etmek için gittiler; ve zeytin ağacına dediler: Bize kral ol! ve zeytin ağacı onlara dedi: Allah’ın ve insanın bana mesh ettikleri yağımı bırakayım da ağaçlar üzerinde sallanmaya mı gideyim? “Kral olmak, güç sahibi olmak” için kimi insanlar olmadık oyunlar, dalavereler çevirirken zeytin ağacı, üretici

olmayı yeğler, sahibi olmayı tersiyle iter.

iktidar elinin

Eski Mısır’da Heliopolis’teki Tanrı Ra Tapınağı’nda bulunan ve 2. Ramses zamanında (M.Ö. 1197-1165) ait bir yazıttan da anlaşıldığı gibi zeytin ağaçlıkları Yeni imparatorluk döneminde yaygınlaşmıştı. Bu yazıtta şehir civarındaki zeytinliklerden saf yağ elde edildiği ve kutsal saraydaki lambaları yakmak için kullanılan bir yağın Mısır’daki en iyi kalite yağ olduğu belirtilmekteydi Antik Helen kültüründe zeytin ağacının varoluş söylencesi Atina kentinin kuruluşun, bu kentin adının konmasına, korunmasına bağlanır.

19


ARAŞTIRMA

Tanrılar tanrısı Zeus, tanrılar meclisini birlikte yaşadıkları Olympos denen yüce dağda toplantıya çağırır. Zeus insanları yöneten, doğaya egemen olan, insanlar arasındaki ilişkilere karışan baş tanrıdır. Konu; “o yerleşim yerinin”, sonradan adı Atina olacak kentin adını kim koyacaktır, kentin koruyucusu kim olacaktır? Tanrılar ve tanrıçalar değişik önerilerle yarışmalara girer. İnsanlara en çok yararlı olacak varlığı onlara kim armağan edecektir? Ancak en dikkate değer olanlar; Zeus’ûn kızı; akıl ve bilim tanrıçası “Athena” ile Zeus’un kardeşi; denizlerin tanrısı “Poseidon” sunduğu önerilerdir. Poseidon; ince ayakları

20

çevik, gürbüz gövdesi güçlü, yelesi rüzgarla savrulan “at”ın insanlar için, savaşta ve barışta yararlı olacağını düşünür ve onu insanlığa sunar! Athena ise tüm tanrıları şaşırtan bir sunum yapar. Onun insanların yararı için önerdiği varlık; yabani, delice bir zeytin çalışını aşılayıp akıllıya dönüştürdüğü bir “zeytin ağacı”dır. Bu akıllı ağaç, büyüyecek, ulu bir ağaca dönüşecektir. Meyvesini insanlar hem yiyecekler, hem de meyvesini sıkıp suyundan yararlanıp beslenecektir. Yağı yanıp ışık olacak, odunu ocakları ısıtacaktır. Her derde deva sıvısı yaralara derman hastalara şifa olacaktır! Yarışmaya Athena kazanır! Kente adı verilir, hem de bu kentin koruyucusu olur. Eski

Ahit’te

yer

alan efsanelerden biri, Hazret-i Nuh ve tufandan bahseder. Yarattığı ademoğlunun yeryüzüne kötülük tohumları saçtığını gören Tanrı, onu bir tufanla cezalandırmaya karar verir. Hazret-i Nuh’a bir gemi yapmasını, bu gemiye her temiz hayvandan erkek ve dişi yedişer, her temiz olmayan hayvandan erkek ve dişi ikişer ve kuşlardan da erkek ve dişi yedişer tane almasını söyler. Ardından büyük tufan başlar, Hazret-i Nuh ve gemisindeki canlılar hariç, yeryüzü üzerinde yaşayan her şey silinir. Tufan durulduğu zaman Hazret-i Nuh, suların çekilip çekilmediğini anlamak için geminin penceresinden bir güvercin salar. Sular çekilmediği için güvercin gemiye döner. Hz. Nuh, yedi gün sonra güvercini tekrar salar. Güvercin bu sefer, ağzında yeni koparılmış zeytin yaprağıyla gelir. O zaman Nuh, suların yeryüzünden çekildiğini anlar. Ağzında zeytin yaprağı tutan güvercin, o günden bu güne, ümidin ve barışın simgesi olur. Tufanın yok edici gücüne karşı direnen zeytin ağacı ise ölümsüzlüğün.


ARAŞTIRMA

Zeytin; servet, barış ve şöhretin simgesidir. Gerek dostane yarışmaların gerekse kanlı çatışmaların galiplerine zeytin çelenkleri verilirdi. Ünlü kişilerin başları zeytinyağı ile ovulurdu. Ve insanlar servet ve refahın zeytin yoluyla geldiğine inanırlardı. Zeytinyağı aynı zamanda bir merhem ve güzel kokulu yağ olarak da kabul edilirdi. Phidias’ın dünyanın yedi harikalarından birisi olan ünlü Zeus heykeline bakarsak heykel, zeytin ağacı, altın ve fildişinden yapılmıştır. Heykelin başında bir zeytin çelengi vardır. Fildişinin Olympus’un nemli havasında

bozulmaması için heykel devamlı zeytinyağı ile ovuluyordu. Plinius’a göre insan vücuduna iyi gelen iki tür sıvı vardır: “İçsel olarak şarap, dışsal olarak zeytinyağı; her ikisi de ağaçlardan elde ediliyor ama zeytinyağının yeri bambaşka.” Yüz yıldan fazla yaşayan filozof Abderalı Demokritos, “Sağlığımızı nasıl koruyabilir de yaşam süremizi uzatabiliriz sorusuna şu kuralıyla yanıt verir: İçimizi balla, dışımızı zeytinyağıyla yuğalım. Yüz yaşındaki Pollio Romilius’un İmparator Augustus’un “Nasıl bu kadar dinç kalabildin” sorusuna verdiği yanıt da buna benzerdi: “İçsel olarak

ballı şarapla, dışsal olarak da zeytin yağıyla” -intus mulso foris oleo. Zeytin dalı uzattığımız bu yazının, zeytin dalları uzatmaya, zeytin gibi altın ve kalıcı olmasını hatırlatıcı olmasını diliyoruz…

Ünal KAYA

21


YAZAR

d e oin

i a eS

t n A

22

x E t n

y r é up


YAZAR Antoine de SaintExupéry denince: Dünyaca ünlü bir Fransız yazar, kimilerine ise göre 19.yy en büyük yazarı... Asıl mesleği pilotluk olan ve 2. Dünya savaşında Fransa için savaş pilotluğu yapmış ve bu görevi sırasında 'dünyadan ayrılışı' dolayısı ile bir Fransız milli kahramanı olmuştur. Evet; standartların çok çok üzerinde bir yazar, her biri bir başyapıt niteliğinde eserlere imza atmış bir edebiyat dehasıdır. Fransa'da ismi en çok anılan, sokaklara, caddelere, parklara, hava alanı, sanat merkezleri vs. yerlere ve yapılara ismi verilen, 50 Fransız Frangı'ında Küçük Prens'i ve uçağı ile birlikte yer bulmuş 'Bir Büyük Fransız'dır. Ama onun insanlık tarihine vurduğu asıl damga hiç şüphesiz onun edebiyatın ötesinde tüm eserlerinden öte, kendinden de öte eşsiz ve olağanüstü öyküsü "Küçük Prens"tir. Bilmeden okumayanların bir çocuk romanı deyip geçtikleri, okuyup bilenlerin nev-î şahsına münhasır bir kutsal kitap olarak tanımladıkları bu küçük ve ince kitap; gerçekleri bırakıp bildiğini okuyanların dünyasına naif ve derinden göndermeleri, ince ve yerinde tespitleri ile birlikte, herkesin

hayalini kurduğu fakat ulaşmak için pek de gayret göstermediği 'O Yer'in yoluna ışık tutuyor ve ilerde kime sorsan gösterir değil, işte tam da burada diyor. Hatta bu yolda bizlere eşlik ediyor. 1940-2000 arası 60 yıllık dönemde, Karl Marx'ın Das Kapital'inden sonra en fazla satan kitap, yine aynı dönemde dünyada İncil ve Kuran'dan sonra en fazla okunan kitap ve yine bu süre çerçevesinde en fazla 'hediye' amaçlı alınmış bir kitaptır Küçük Prens. Ülkemizde sayısız çevirmen (ki Cemal Süreya - Tomris Uyar çevirisi en ünlüsüdür) ve yayınevi aracılığı ile bizlere sunulmuş bu küçük dev roman konusunda, yayınevleri arasındaki çekişmeler ve maalesef almış başını gitmiş korsan

basımlar ve belirsizlik durumu, 1987 yılında Mavibulut Yayınları'nın Gallimard'dan tüm yayın haklarını alması ile ortadan kalkar. İçinde resim olarak sadece Antoine de Saint-Exupéry'nin kendi suluboya el çizimlerini barındıran ve dünyanın her yerinde standart tasarım & boyutta kapağı ve yapısıyla, bu anlamda da özgün ve eşsizliğini muhafaza eden bir kitap Küçük Prens. Özellikle internet ortamında meraklılar & koleksiyoncular arasındaki; şu yıl, şu basım, şu yayınevi, şu çeviri, sahibinden çok temiz şeklinde başlıklarla, yüksek meblağlara satıldığını görebilirsiniz eski Küçük Prens romanlarının.

23


YAZAR Küçük Prens romanı içindeki birçok karakterin ve birçok unsurun neleri ya da kimleri sembolize ettiği de çokça tartışılan bir konudur. Örneğin; dünyayı saran ve derhal sökülüp atılması gereken 3 Baobap Ağacı’nın, 2. Dünya savaşında dünyayı acı ve yıkımla dolu bir sürece sürükleyen Almanya ve daha sonra ona katılan İtalya ve Japonya'yı simgelediği, nitekim uyarır çocukları Antoine de SaintExupéry. Tıpkı Baobap tohumları gibi kötü ve yanlış fikirler de derhal sökülüp atılmalıdır, aksi halde büyür gelişir ve baş

24

edilemez güce ulaşırlar ve artık müdahale için çok geç olur. Küçük Prens'in gezdiği Asteroid'lerden birindeki sürekli hesap yapan ve tüm yıldızların sahibi benim diyen, kudretli işadamının o dönemlerde dünyaya liderliğini ilan eden bol yıldızlı Amerika’yı simgelediği, yılanın ölümü, tilkinin sevgiyi, çiçeklerin sadakati, en başta bahsedilen ve bir anlamda Küçük Prens'in özeti olan "İçsel Bakış" telkinini somutlaştıran 'Fil Yutmuş Boğa Yılanı,' ve aynı zamanda Antoine de Saint-Exupéry'nin eşi ile arasındaki diyaloğundan

yola çıktığı söylenen, Küçük Prens ve çiçeğinin duygu dolu konuşmaları, Asteroid B-612 keşfini açıklamak üzere Avrupa'ya giden Türk astronom'a reva görülen muamele ve Antoine de Saint-Exupéry'nin şekilci batıya açık eleştirisi, tüm dünyadaki insanlar bir adaya sığabilecekken, bir türlü dünyayı paylaşamayışımız, çözülemeyen (örn; gülü koruyan 4 diken) vs. birçok unsur ve herkesin kendi bakış açısına göre yorumladığı birçok simge. Elbette tüm bunlardan


YAZAR bir de Antoine de SaintExupéry & Küçük Prens birlikteliğindeki ilginç ve gizemli paralellikler; romanın bir yerinde Küçük Prens bir günde 44 gün batımı izlediğinden bahsediyor ve Antoine de Saint-Exupéry dünyada 44 yıl kalıyor. Küçük Prens önce ölüyor gibi görünüyor, fakat daha sonra bedenide kayboluyor. Antoine de Saint-Exupéry'nin uçağının enkazı, giysileri, künyesine kadar bulunması fakat bedenine ait en ufak bir parçanın bulunamaması gibi ilginç ve gizemli detaylar, romanın ruhunu doğaüstü olarak tanımlayanların bu tezini, ayrı bir yönden destekler nitelikte. Gökyüzüne her baktığımızda o milyonlarca yıldızdan birinde bir Küçük Prens yaşadığını ve sırf bu yüzden tüm yıldızlara bakmanın bizi mutlu etmesi gerektiğini söylüyor Küçük Prens. Ve milyonlarca insan; her okuduğunda Küçük Prens'e bir adım daha yaklaştığını, onu biraz daha tanıdığını ve Küçük Prens'inde bir dönem yaşayarak tattığı dünyadaki sürgünlük hissinin doğurduğu, acının ve hüznün bir nebze olsun hafiflediğini ve bir gün Asteroid B-612'de olma yönündeki umudunun tazelendiğini söylüyor. Özellikle

kısmen Asteroid B-612 sayılan rüyalar, yani uyku öncesi oluyor... "Hoşça kal." dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez. "Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi Küçük Prens; unutmamalıydı bunu. "Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır." "Onun için harcamış olduğum..." diye yineledi Küçük Prens. Unutmamalıydı bunu..." Devamı ve daha fazlası için bir hatta iki Küçük Prens alın, birini sürekli, özellikle ve daima en yalnız olduğunuzda en yakınınızda barındırın. Bir diğerini ise en yalnız olduğunuzda özellikle ve d a i m a yanınızda olanlara 'hediye' edin. Belki bir gün Asteroid

B-612'ye gittiğinizde, yolculukta yol sohbetini onunla yaparsınız, kim bilir... Sevgilerimle...

Ulaş CAN


KİTAP

Küçük Prens & TIlki Bir Sevgi Hikayesi

26


KİTAP “Günaydın dedi tilki. Günaydın, dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi. Buradayım! ağacının altında.

Elma

Sen kimsin? güzelsin.

Ne

Ben bir tilkiyim. Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki, dedi Küçük Prens. Seninle oynayamam dedi tilki. Ben evcil bir hayvan değilim. Buna çok üzüldüm, dedi Küçük Prens. Ama biraz düşündükten sonra: Evcil ne demek? Diye sordu. Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun dedi tilki, kimi arıyorsun? İnsanları arıyorum, dedi Küçük Prens, peki ama ‘evcil’ ne demek? İnsanlar, dedi tilki, tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun? Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek? Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’

anlamına gelir. Bağ kurmak mı?” Akıl & Yürek birlikteliğinin dünya üzerindeki en görkemli tezahürlerinden biri hiç şüphesiz Küçük Prens. Antoine de SaintExupéry’nin bu büyük başyapıtı, yeryüzünde insana dair tüm erdemleri bir şişeye yerleştirip, şişenin içindeki gemiyi de sonsuz maviliklere sürmüş adeta. Ve o gemiye ‘sevgi’ adını vermiş. Sevginin öncelikler listemizde her geçen gün biraz daha sonlara yuvarlandığı bir çağda, Küçük Prens’in gülüne ‘duyduğu’ aşkı ve ‘gösterdiği’ sadakati, diğer taraftan gülünün kendi başını bile döndüren güzel ‘kokusuyla’, derinden ‘hissettirdiği’ kibri ve neticesinde ‘tadılamayan’ mutluluk ve Küçük Prens’in ona vedası. Seven ve sevilen arasındaki farkın tüm vuruculuğu ile

dillendirilmesi. Not: Size Azeri Amca’yı anlatıcam. “Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak, sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için. Anlamaya başlıyorum dedi Küçük Prens. ‘Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.’ Olabilir. Dünyada her şey mümkündür, dedi tilki. Ama bu çiçek dünyada değil.


KİTAP

Tilki şaşırmıştı. Başka bir gezegende mi? Evet. Peki orada avcılar da var mı? Hayır, yok. Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar? Hayır. Tavuklar da yok. Eh, hiçbir yer mükemmel değildir, dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı: Yaşamım monotondur. tavukları avcılar da

çok Ben avlarım, beni.”

Birine onu dünyada hiç kimsenin sevemeyeceği kadar sevdiğinizi hissettirdiğinizde, bu karşı tarafta ‘sevgi’ yerine kibri tetikliyorsa, biri cümleye seni severdim ama... İle başlayıp, kargaları krize sokan kriterler öne sürüyorsa, birileri hala sevgiye giden yolun gözlerden geçtiğini düşünüyorsa, fil yutmuş boğa yılanını daha çok 28

şapka sanırsınız diyor Küçük Prens bizlere. Not: Amca’yı

Size

Azeri anlatıcam.

“Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları

sesi severdim. Sustu tilki ve uzun bir süre Küçük Prensi izledi. Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir! dedi. Elbette, dedi Küçük Prens. Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor. Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin dedi tilki. İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkândan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkânlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni! Ne yapmam gerekiyor peki? diye sordu Küçük Prens. Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen


KİTAP hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin. Ertesi gün Küçük Prens yine geldi. “ 8 yaşındayken kısa bir süre Iğdır’da yaşamıştım. Dağılan Sovyetler sonrası, bölgedeki karışıklıklardan dolayı Türkiye’ye, Iğdır’a göç etmişti annem tarafı çünkü. İşte tam da bu günlerde bakkala gitmiştim bir gün; bakkalda sıramı beklerken, yine yeni göç etmiş bir Azeri Amca geldi. Cebinden çıkardığı 100 manat (Azeri para birimi) bununla burada ne alabilirim diye soruyordu. Bakkal güldü, bu paranın hiçbir değeri yok, burada geçmez dedi. Ne var ki bu duruma tanıklık eden bir müşteri hiç görmediği ve merak ettiği bu parayı istedi Azeri Amcadan. Azeri Amca parayı verdi. Şöyle bir baktıktan sonra 100 manata, ben bu paraya 1000 lira vereyim amca dedi. Azeri Amca önce sevindi, benim çok ‘değerli’ param meğer bu yeni yerde daha da değerliymiş diye düşündü. Tabi gerçek çok geçmeden anlaşıldı, Azeri Amcanın Azerbaycan’da 1 aylık emeğine tekabül eden 100 manata karşılık, bu yeni yerde verilen 1000 lira ile

ancak 1 kg toz şeker alınabiliyordu. Yüzünde acı bir tebessümle baktı 100 manatını alan gence, tabi ben vazgeçtim geri ver de diyemedi. Alsa ne yapacaktı ki, bu yeni yerde ederi bu idi o çok ‘değerli’ varlığının. Not: Size Azeri Amca’yı anlattım. “Her gün aynı saatte gelmelisin, dedi tilki. Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım.

Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi ne zaman buna hazırlayacağımı bilemem. Adet denen şey, iyi bir şey. Adet nedir? diye sordu Küçük Prens. Bu da çok sık unutulan bir şeydir, dedi tilki. Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür.


KİTAP Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım. Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde: Ah! Sanırım ağlayacağım, dedi tilki. Bu senin hatan, dedi Küçük Prens. Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedin. Doğru, haklısın, dedi tilki. O halde bundan hiçbir kazancın olmadı! Olmaz mı hiç diye itiraz etti tilki. Başakların rengini hatırlasana. Sonra da, git de güllere tekrar bak dedi. Seninkinin dünyada tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmeye geldiğinde, sana bir sır hediye edeceğim. Küçük Prens gülleri bir kez daha görmeye gitti. Benim gülüme hiç benzemiyorsunuz, gözümde hiçbir kıymetiniz yok dedi onlara. Kimse sizi evcilleştirmemiş, sizde kimseyi evcilleştirmemişsiniz. Tilkimin bir zamanlar ki haline benziyor haliniz. Yüz bin tilki içinde teki bile benim tilkime benzemez. O dostum oldu benim, şimdi dünyada eşi benzeri yok. Güller çok bozuldu bu sözlere. Güzelsiniz ama boşsunuz diye devam etti Küçük Prens. Uğrunuza kimse can vermek istemez. Elbette, yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama o tek başına hepinizden daha değerli. 30


KİTAP Çünkü benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o. Çünkü esen yelden siperlikle koruduğum o. Çünkü, kelebek olması için bıraktığım bir ikisi dışında, üzerindeki tırtılları ayıkladığım o. Çünkü, sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü, o benim gülüm. Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.”

Prens döndü tekrar gökyüzüne. Yıldızlara her baktığımızda: Onların birinde bir ‘Küçük Prens’ yaşıyor gerçeğini bilmemizi ve sırf bu yüzden tüm yıldızlara bakmanın bizi mutlu etmesi gerektiğini anlamamızı. Evet bu yeni yerde zor olsa da, yapmamız gereken bu. Ve hatta belki de burayı da bir Asteroid B-612’ye dönüştürmektir bize düşen en başta.

Küçük Prens geldi. Yanında en değerlisiyle birlikte. Ve onu bizlere sundu... O en ‘değer’lisiyle birlikte bir şey daha bıraktı bize: O en ‘değer’linin ‘değer’ini bilmek ya da bilmemek arasında yapacağımız seçimi. Gökten üç elma düşmedi. Bir Küçük

Not: Size Azeri Amca’yı neden anlattım? “Elveda dedi. Elveda dedi tilki de. İşte sırrım, çok basit: En iyi, yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez diye

yineledi Küçük Prens. Unutmamalıydı bunu. İnsanlar bu gerçeği unuttular dedi tilki. Ama sen unutmamalısın. Bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. Gülünden sorumlusun yani. Gülümden sorumluyum diye yineledi Küçük Prens. Unutmamalıydı bunu.” Dipnot: Size Azeri Amca’yı şundan anlattım: Asteroid B-612 orada, sevgi içimizde, içimiz gidiyor oraya. Ama hep lafta. Asteroid B-612’den gelenlerin karşılığı yok burada. sevgilerimle...

Ulaş CAN

31


GEZİ

Merhaba

VARANASİ Dini inanışın ve zenginliğin merkezi…

32


GEZİ

Hani bizim memlekette de –aman bozulmadan şurayı da göreyimdediğimiz yerler vardır ya, Hindistan için de bu niyetteyseniz, gönlünüzü ferah, gözünüzü açık tutunuz… Çünkü Hindistan’da binlerce yıllık kültürün her köşeye sinmiş izlerini halen görebilirsiniz, ama dünya gözüyle değil! Çünkü çoğunlukla biz dünyalıların gözleri,

kendi alışkanlıklarımıza öylesine dalar ki, “insan” paydamıza körleşiriz... Bu nedenledir ki çoğu Hindistan gezilerinden akılda “ıııııyyykkk” nidasıyla sadece kokupislik-fakirlik-vs kalır. Biz bunun “neden”lerine biraz daha inmeye çalıştık. Zira Çin’den sonra Dünya’nın en kalabalık nüfusuna sahip Hindistan, ki bir tükürükle alemi

boğabilirler, nedendir bu tevekküllü gidişat? !!! Bizim grup tura ilk Delhi’den başlamıştı (Tac Mahal, Lal Kila, Gandhi’nin Rac Ghat’ı ve daha fazlasını, geçen sayımızdan okuyabilirsiniz); ilk koku, ilk duman, ilk trafik, ilk Hint fakirleri tanışmalarımızı tamamlamıştık.

33


GEZİ Uçak yolculuğu, yeni otobüsümüz ve yeni rehberimizle Varanasi’ye varışımız akşamı

buldu ve Radisson Hotel konforunda, batılı standardımızın uykularına daldık, çünkü sabahın ilk ışıklarını Ganj’da karşılama niyetimiz vardı. Hindistan’ın her yeri her türlü dini inanışın ve zenginliğin mozaiği imiş ama Varanasi tam bir dini merkez gibi… Hindusu, Budisti, Jaynisti, Sihi, Masonu, Hristiyanı, Müslümanı, Zerdüştü… Tekmilinden örnekler görmek mümkün. Rehberin de dediği gibi; aslında yaratıcının tek olduğunu biliyorlar ama halkın algı-kavrama

seviyesi azaldıkça, yaratıcıyı daha çok hatırlama-görmedokunma ihtiyaçları doğuyor. Böylece tanrılar çoğaldıkça çoğalıyor. Bizdeki türbeler ve evliyalar misali her köşe başına heykelciklerini koyup koyup önünden geçerken selamlıyorlar, dua ediyorlar. Evrenin tek Yaratıcısını, önce Brahma (yasa koyucu tanrı), Vişnu (birleştiren ve doğurtan tanrı) ve Şiva (yaşamdaki yıkımın ve yapımın tanrısı) olarak 3’e ayırıyorlar. Sonrasında filler (Ganeşa), fareler, inekler, maymunlar vs. binlerce daha tanrılara ayırıyorlar. Evrendeki tüm yaratılmışların tabi olduğu yasa; “Dharma” ve bu yolun tüm yolcularının ektiklerini biçtirten telafi yasası; “karma” doğudaki inanışların temel düsturları. Bu hayatta yaratıcıya kavuşacak kadar doğru insan olamıyorlarsa tekrar tekrar enkarne olup (bedenlenip) geçmiş karmalarının telafilerini yaşıyorlar.Yani cennet gibi cehennem gibi günlerle ve bu dünyada! O yüzden de açlık, tokluk, zenginlik, acı, pislik, şan, şöhret vs. hiçbir arzusal ve konforsal durum, buralarda önemli olmuyor. Bunlar, kısa ve geçici hayatların magazinsel oyunları, ödülleri ve cezaları


GEZİ

kabul ediliyor. Ruh ve ruhsal yaşam tek, bedenler ve hayatlar çok. Ne zaman ki ruh dünyevi meselelerdenheveslerden-ödevlerden arınır ve özünüdengesini bulur, o zaman bedenler durur. Çoğu doğu dinlerinde

ortak anlam taşıyan Ganj Nehri’nin de böyle bir arınma sağladığına inanılıyor. Ganj’ın Varanasi’de olması, burayı hac merkezi gibi yapıyor. Ölümsüzlüğe akan, evrenin efendisi ile birleştiğine inanılan nehirde dua etmek,

ölenlerin küllerinin savrulması aynı zamanda yeni bir bedene gelmemeyi de dilemek, Moksha’ya ulaşmak oluyor. Ganj’da güneş doğarken ve batarken yapılan bu arınma/ kutsama törenlerine de Aarti deniyor. 35


GEZİ GANJ

(Ganga)da SABAH Bu ön bilgilerle sabah erkenden kahvaltımızı etmeden yollara düştük… Bizim beyaz beyaz Ege’li Bodrum’un ara sokaklarını andıran, ama

36

daha gri, daha kalabalık, hatta keçi-köpekinekleriyle selamlaşıp geçmek durumunda olduğumuzdan sabır da istiyor. Nefesimizi tutmaya çalışıyoruz; kesif idrar-hayvan pisliği ve çöplerin kokusu kahvaltısızlığımızda bizi daha da etkiliyor. Ama hayıflanma lüksümüz yok. Çünkü yüzlerce Hintli kardeş bizim gibi yollarda ve güne başlıyorlar. Daracık kaldırım larda çiçek dizenler, ancak bağdaş kurup oturabil dikleri, duvarlara oyulmuş minik dükkanlarında ürünlerini düzenleyenler, ç a l ı süpürgelerle y e r l e r i süpürenler ve daha bir çok enstantane. Nehre inilen en meşhur girişlerden

birine vardık; Dasaswamedh Ghat. Yine sağlı sollu çiçek satıcıları ve çanaklarına yemek konulsun isteyen birçok dilenci var. Yıllardır hiç kesilmemiş saç-sakallarıyla, sariler giyinip baştan aşağı renkli renkli takılar takınmış diğer Hindular’dan ayırt edilen Sadular da var. Belki mevsimden belki genel atmosferden; gıpgri bir hava var. Henüz güneş doğmamış ama geneli temsilen bir din görevlisi yaktığı meşaleden dumanları Ganj’a sallayarak duaya koyulmuş. Burası Nehrin yükselmealçalma dönemleri, dini ritüellerini engellemesin diye nehrin kıyısına inen birçok basamaklardan ve etrafına sıra sıra yapılmış şatomsu tapınaklardan; Ghat’lardan oluşuyor. Sandaldakiler ileri geri Ganj’ı tavaf ederken çiçekli minik kayıklarını da suya bırakarak iyi dileklerini sunuyorlar. Biz de sandallara atlayıp yan yana dizilmiş Ghat’ları ve ibadetlerine başlamış insanları gözlemliyoruz. Bir incik boncuk satmaya çalışan Hindu da sandalıyla bizi takip etmekte. Sahil boyunca insanlar bebelerini, dedelerini, ninelerini, bedenlerini, elbiselerini yıkıyorlar. Ellerindeki bakır taslarla suyu havaya kaldırıp döke döke meditasyon


halindeler; y ı k a n ı yo r l a r, a r ı n ı y o r l a r. Hatta halılar çarşaflar her şey de Ganj da yıkanıyor. Detarjan da kullanılıyor ve erkekler yıkıyor, vura vura. İki basamak çıkıp işiyorlar da! Boz bulanık nehir, bizim standartla r ı m ı z d a acayip mikroplu olmalı. Hakikatten her şey orada. Kumdançamurdan tepeler gibi insan külleri, ölüp şişmiş bir köpek bile sandalın yanından süzülüyor. Biz hayretler içindeyken insanlar gayet dingin ve içlerine dönmüşler. Diğer köpekler çocuklar hepsi avare gibi gözüküyor. O da ne; bir grup çocuk, basamakların genişçe bir yerinde, ellerinde ince bir tahta, kriket oynuyorlar! Sömürge zamanlarında İngilizler’den alınmış bir sportif oyun. Az ötede birkaç kremasyon alanı var. Kremasyon alanları; ölülerin yakıldığı yerler. Yakma işlerinde kullanılan alev, tek yerde muhafaza edilir ve hiç söndürülmezmiş. Hindistan kast sisteminin en alt tabakasından olan görevliler, ateşi buradan alır 2 farklı yerde cenazeleri tutuştururmuş. İyi bir

yakma işlemi için 500 kg odun gerekirmiş ve birkaç saat sürermiş. Elektrikli de varmış, daha kısa sürer ve daha ucuz olurmuş. Cenazenin büyük oğlu, dikişsiz beyaz elbiseleri, kazınmış saçları ve ağıtsız uğurlamasıyla gidene refakat edermiş. Böyle böyle insanların iç telaşlarına ilişmeden güne Varanasi’nin diğer yanlarında devam edeceğiz, akşama yine buralıyız, çünkü şölensel

bir tören varmış! Kashi Vishwanath (Altın Tapınak ) Sarnath (tapınak ), Bharat Kala Bhavan Müzesi İşte “insan” paydamızda, içimizdekilerin bir kısmını fark edebileceğimiz ve içimize sinecek bir Hindistan yolculuğu yapmış olduk. Dhan’yavâda Âdamî ,ya da,teşekkürler dostum…

Neslihan USUĞLU 37


ANİMASYON

38


ANİMASYON

Tür: Fantastik / Komedi / Animasyon / Aile Gösterim Tarih:14 Ocak 2011 Yönetmen : Tom McGrath Senaryo : Alan J. Schoolcraft , Brent Simons Müzik : Charlene Ann Huang Yapım : 2010, ABD , 96 dk. Seslendirenler : Brad Pitt (Metro Man) , Jonah Hill (Titan), Tina Fey (Roxanne Ritchi) , Will Ferrell (Megamind) ,Ben Stiller (Bernard) Geçen aylarda izlediğim konu özgünlüğü açısından en iyi güncel filmlerden bir tanesi: Mega Zeka.“Dreamworks Animation”ın Shrek, Kung Fu Panda, Madagascar gibi haklı bir üne sahip olan animasyonlarına bir tanesi daha eklendi. S e s l e n d i r m e kadrosunda Will Ferrell, Tina Fey, Jonah Hill, David Cross, Brad Pitt ve Ben Stiller’in sesi karşımıza çıkıyor ki orijinal seslendirme ile bu animasyonu izlemek değerini daha da arttırıyor. ‘Kahraman’ ve ‘idealize insan’ figürünün dışındaki dünyayı ve o dünyanın gücünü gözümüzün önüne seren bir kurgusu var. Metro City isimli şehirde geçen olaylarda ‘Metro Man’ şehrin ‘idealize iyi’sidir. Güçlü, yakışıklı, fazlasıyla iyi, espritüel, sempatik, zeki, sevilen biridir. Sosyoekonomik olarak iyi bir aileye ve eğitime sahiptir, güzel

gazeteci bir hayranı vardır vs. Kısaca her şeyin en iyisidir. Daha doğdukları andan itibaren de birlikte (daha doğrusu karşısında) olan Mega Zeka ise ‘idealize kötü’dür. Zayıf, çirkin, sakar, antipatik, hapishanede eğitim görmüş ve büyümüş, zeki… Metro City’de bu iki güç sürekli bir savaş halinde yaşamaktadır. Ancak şehir halkı Metro Man’i sevmektedir ve ona bağlıdır. Mega Zekâ, mutsuzdur. Hayat muhasebesi yapmaktadır ve muhasebenin sonucunda Mega Zekâ Metro Man’i alt eder ve artık Metro City’nin yöneticisi haline gelir. Artık o mutludur, ama kısa bir süre için. Mega Zekâ’nın aslında mutsuzluğun dibine sürüklenmesi ve depresyona girmesi uzun sürmez. Hayatının anlamını kaybeder. Değişik arayışların içine girer, ama arayışlar onu daha da dibe götürür. Bu süreçten onu bir

farkındalık kıvılcımı çıkartır: Yaşam enerjisi kendisine zıttından gelmektedir. Nasıl ki kriz kelimesi Çince’de fırsat anlamını taşımaktaysa, Metro Man de onu besleyen düaliteydi. Ve Metro Man olmadığına göre… Yeni bir kahraman-düşman yaratır: Titan. Ancak özene bezene yetiştirdiği kahramanın iyilik etmesi gerekirken, kötülüğe sapar. Metro City’de iki tane Mega Zeka’ya yer var mı? Veya dünyada sadece iyilik veya sadece kötülük var mı? Ya da; her şey zıttı tarafından kendi büyüklüğü ölçüsünde mi tamamlanır? Ya da ne kadar etki, o kadar tepki mi? Ya da her şey ne kadar KRİZ ise, o kadar FIRSAT mı? ÇOK KÖTÜ VEYA SADECE KÖTÜ OLMAK MÜMKÜN MÜ? Merak edenlere duyurulur. En özgün mesajlı filmlerden bir tanesi… İzleyin…

Semra ŞEN

39


ANİMASYON

40


ANİMASYON

. AMELIE Yapım:2001 ~ Almanya, Fransa Tür:Dram, Komedi, Romantik Yönetmen:Jean Pierre Jeunet

Oyuncular:Audrey Tautou, Jamel Debbouze, Mathieu Kassovitz, Dominique Pinon, Yolande Moreau, Joan Bennett, Claire Maurier, Isabelle Nanty, Dean Baykan, Artus Penguern, Claude Perron, Clotilde Mollet, Flora Guiet, Lorella Cravotta, Manoush , Rufus - Raphaël Poulain, Serge Merlin, Urbain Cancelier Senaryo:Jean Pierre Jeunet, Gauillaume Laurant, Jean-pierre Jeunet Yapımcı:Jean Deschamps, Arne Meerkamp Van Embden, Jean-marc Deschamps, Helmut Breuer, Claudie Ossard Görüntü Yönetmeni:Bruno Delbonnel Müzik:Yann Tiersen Filmin Websitesi:ameliepoulain.ifrance.com Süre:2 saat 2 dk Gösterim Tarihi:23 Kasım 2001 (Türkiye)

33 Eylül 1973’te saat 6’yı 28 dakika 32 saniye geçe dakikada 16470 kez kanat çırpabilen mavi bir sinek Monmartre’da St. Vincent sokağına kondu. Yakındaki bir restoranda rüzgar masa örtüsü üzerindeki bardakları dans ettiriyordu. Aynı anda bir adam arkadaşının cenazesi ertesinde arkadaşının ismini adres defterinden siliyordu. Yine tam bu sırada Amelie’nin babasına ait olan bir sperm annesine ait bir yumurtayı döllüyordu. Dokuz ay sonra Amelie Poulain doğdu. JeanPierre Jeunet’in bu hınzır

anlatım tekniğiyle yapılan açılış sahnesi filmin geri kalanı için bütün ipucunu barındırıyor aslında. Filmografisini kısaca incelemek gerekirse Şarküteri’de yiyecek pek az şeyin kaldığı bir ortamda insanların birbirlerini yemeye başladıkları bir dünyayı tasvir eden Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet sonraki yapıtı Kayıp Çocuklar Şehri’nde rüya göremeyen bir adamın küçük çocukları kaçırıp onların rüyalarını çaldığı distopik bir evren yaratmıştı. Günümüzde kült statüsünde sayılan

bu iki filmden sonra Hollywood’un dikkatini çekerek Alien serisinin dördüncü filmini çeker. Fakat Fransa’da bağımsız olarak çektiği önceki yapıtlara nazaran büyük bütçeli bu devam filmi hayal kırıklığı yaratacaktır. Tam bu filmin arifesinde her iki filmde beraber çalıştığı Marc Caro ile yollarını ayırmıştır. Filmlerinin ortak yönü üstün bir görsellik, masalsı anlatım, farklı bir renk tonu gibi sıralanabilirken mevzubahis film öncekilere nazaran daha ılımlı, lolilop olarak adlandırılabilir. 41


Paris’te geçen hikaye Amelie’nin masalsı hikayesini anlatmaktadır. Filmin henüz açılış jeneriğinde yaptığı çeşitli şirinlikler -en hatırlanası olanı parmaklarına geçirdiği çilekleri tek tek yutması- ile sempatimizi kazanan Amelie ve çevresini kuşatan karakterler yapmaktan hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları vasıtasıyla karakterize edilmeye çalışılmıştır. İlgisiz ebeveynleri tarafından yetiştirilen Amelie babası tarafından muayene edildiğinde onunla hiç bu kadar yakınlaşmadığı için heyecanlanır ve kalbi sevgiyle hızla çarpmaya başlar; bunun hayatını şekillendirecek bir kırılma noktası olduğunun elbette farkında değildir. Babası ise bu reaksiyonun bir kalp rahatsızlığı olduğunu sanacak kadar egzoterik boyutta d ü ş ü n m e k t e d i r. Bilinçsiz ebeveynleri tarafından okula gönderilmeyen, ç o c u k l a r l a oynayamayan ve zaten ailesinden de sevgi görmeyen Amelie kendi yarattığı dünyasına çekilmiştir. Bu çocuksu dünyada olumsuz görünen her durumu olumlu 42

tarafından algılayan baş karakterimizin tek arkadaşı akvaryumdaki bir balıktır ki o balık evdeki olumsuzluklara dayanamayarak cinnet halinde intihar girişimlerinde bulunur. İyiden iyiye sinir hastası olan annesi balığı özgür bıraktıktan sonra kızını avutmak için ona bir fotoğraf makinesi alır. Boşboğaz bir adamın meydana gelen trafik kazası yüzünden Amelie’yi suçlaması üzerine o gün dünyadaki tüm felaketleri üzerine alınır. Kısa bir süre sonra bunun bir yalan olduğunu anlaması üzerine adamdan intikamını korkunç (!) bir şekilde alır. Bu, daha büyük yaşlarda yapacağı muzurlukların bir teminatıdır adeta. Beklenmedik bir anda annesinin trajikomik ölümü üzerine akli dengesini yitiren babası ile baş başa kalmıştır. Yıllarını kendi hayal dünyasında tükettikten sonra dış dünyaya açılma vakti gelmiştir, o artık bir kafeteryada garsondur, Çift Değirmen Kafesinde. Kafeteryada çalışan ya da daimi müşteri olan hikayenin yan karakterlerinin her birisinin değişik hikayeleri vardır fakat onları ilk gördüğümüzde


yine sevdikleri ve sevmedikleri şeyler vasıtasıyla tasvir edilirler. Amelie’nin mercimek çuvalı içine elini daldırmayı ve krem karamelin üstünü kaşığıyla kırmayı sevmesi, çocuksu naifliğini yitirmediğinin göstergeleri olarak ayrıntı bilgilermiş gibi bize sunulmaktadır. Suda taş sektirmeyi çok seven yaramaz kızımız film boyunca yerden taş toplamaktadır. Ve Amelie’nin durağan giden hayatı bir tesadüf sonucu değişecektir. Lady Diana’nın ölümü üzerine şans eseri evin gizli bir bölmesinde o evde yıllar önce yaşamış bir çocuğun anılarını bulan Amelie hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Karar anı gelmiştir, anıların sahibini bulacaktır. Eğer karşısındaki d u y g u l a n ı r s a başkalarının hayatına dahil olmaya devam edecektir; aksi bir durumu düşünmek dahi istememektedir. Araştırmaları sonucu eşyaların günümüzün orta yaşlı sahibine ulaşıp onun hayatını değiştirip mutlu etmiş olmanın hazzına varınca kendisi için şahane hayat başlamıştır. İlk denemesinden alnının akıyla çıkmış olmanın verdiği cesaret ile duygularının kapsamını büyütür. Artık insanlığa karşı sorumludur; sevgi

ve yardımını esirgememelidir. O, modern z a m a n l a r ı n maskeli kahramanı Zorro’dur, Rahibe Teresa’dır, tüm umutsuzluğun kaynağı olan d e ğ i r m e n e saldıran Don Kişot’tur. Bunun en somut örneğini kötüyü temsil eden manav, saf ve ürkek çırağını hor gördükçe k a h r a m a n edası ve kendi yöntemleriyle ona dersini vermesinde görebiliriz. Bu arada tanıştığı ya da etkileşim içine girdiği birkaç karakterden bahsetmek gerekirse ç o c u k l u k travmaları, i ç i n e kapanıklıkları, hayal güçleri gibi çeşitli yönlerden o r t a k özellikleri bulunan Nino ve evinden dışarı adım a t m a y a n cam adam komşusu sayılabilir.

43


Amelie; Nino’yu görür görmez ona çarpılmış ve hayatta artık kendisi için de iyilik yapması gerektiğini anlamıştır. Nino da hikayedeki hemen herkes gibi nev-i şahsına münhasır bir insandır. Mizacına ters düşecek şekilde kimi zaman porno dükkanında çalışmakta, kimi zaman ise korku tünelinde insanları ko r k u t m a k t a d ı r bu ürkek insan. Nino da aynı Amelie gibi i n s a n l a r ı n hayatına bir şekilde dahil o l m a k t a d ı r. Onun yöntemi beğenilmeyip yırtılan vesikalık fotoğrafları toplamaktadır, kimin olursa olsun. Amelie tesadüf eseri eline geçen Nino’ya ait emaneti teslim etmek için ona çeşitli oyunlar hazırlamıştır. Bir anda onun karşısına ç ı k m a k istemez, önce y a r a m a z ısınma turları g e r e k l i d i r. K e n d i s i iyiliği için arayışlarda 44

olan Amelie bir yandan insanlığın iyiliğini de unutmaz, çevresindekilere yardımdan geri kalmaz. İçinde herkese yetecek kadar sevgi vardır. Ne ilginçtir ki, bunu ateşleyen olay sadece basit bir çocuk oyun kutusudur, ya da sevgiyle yaşanamamış bir kayıp çocukluğun dış dünyaya iyilik patlaması şeklinde tezahürü... Amelie’nin oyunlarına Nino da oyunla karşılık vermektedir artık çünkü onlar bir anlamda ruh ikizleridirler. Filmin belki de en kahkaha bombası sahnesinde Nino’nun buluşmaya geç kalması üzerine Amelie’nin kafasında fanteziler silsilesi türetmiş, banka soyguncularının Nino’yu esir almasıyla başlayıp Tacikistan’da bir dağ köyünde militan olarak yaşamını sürdürmesiyle kendisini avutmuştur. Amelie Poulain resmen aşıktır, kendisi için istediği bir şeye. Ama hikaye burada bitmez, bitmemelidir. Çünkü Amelie’nin içinde beslediği sevgiyle nice hikayeler oluşacaktır; sonrası nice yaramazlıklara, oyunlara gebedir. Üstelik artık bir kafa dengi ortağı da vardır.

Alper EROL


http://www.belgecell.com Kurulum amacı bilgili, çağdaş, ileri görüşlü bireyler yetiştirilmesinde katkıda bulunmak olan bir belgesel sitesidir. Bu site yahoo ve dailymotion destekli olarak çalışmaktadır. İnternetteki bilgi

kalabalığı arasından, belgeselleri seçme ve sunma konusunda bize hem zaman, hem de içerik ve teknik kalite açısından daha iyi imkanlar sunan bir site. İçinde değişik konu başlıkları altında olan

birçok site mevcut. Atatürk Belgeselleri, Bilim Belgeselleri, Dini Belgeseller, Hayvanlar Alemi, Kültür Sanat, Siyasi , Tarihi Belgeseller, Video-Müzik gibi başlıklar altında yüzlerce belgesel mevcut. 45


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

NİLÜFER Nilüfer, uzun zamandan sonra güzel bir albümle karşımıza çıktı. “Sensiz Yıllarda” adlı şarkıyla Altın Ses Yarışması’nı kazanmasıyla başlayan güçlü yorumculuğu neredeyse 40 yıldır sürüyor. Birçok klasikleşmiş eseri olan nilüfer, tüm bu klasikleri 12 düet isimli albümde topladı. Yeni bir yorum ve yeni yorumcularla birlikte. Batı müziğinde son zamanlarda esen düet ve birleşme rüzgarını en hissedilir şekilde ortaya koydu. Eski yorumlar da ayrı güzel olmakla birlikte, bu albümü de çok severek dinlendiğine

46

ve dinleneceğine kuşku yok.

gruplar tarafından düzenlendi.

12 Düet bu yılın şubat ayında piyasaya çıktı. Samsun Demirci tarafından yapımcılığı üstlenilen albüm Nilüfer’in yirmi üçüncü stüdyo albümü.

Ara Sıra Bazı Bazı, Haram Geceler, Hey Gidi Günler, İntizar, Aşk Kitabı, Unut Gitsin, Uzak Dur Ateşimden, Selam Söyle, Kim Arar Seni gibi birçok klasik dinlenebilir. Yüksek Sadkat, Malt, Gece Yolcuları, Ogün Şanlısoy, Hayko Cepkin, Badem, Cingi, Rashit, TNK ve 4x4 de albümde yer alan diğer isimler.

Nilüfer bu albümde eski şarkılarını on iki rock sanatçısı ile birlikte rock tarzında seslendirdi. Albümün ilk video klibi, ‘Erkekler ağlamaz’ -Şebnem Ferah düetine çekildi. Albümünde Teoman dışında tüm şarkılar düet yapılan şarkıcılar ya da

Tüketim çılgınlığının içinde, eski güzellikleri yeniden, yeni bir şekilde hatırlamak ayrı bir zevk.


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

MOR ve ÖTESİ Müzik kelimesi ilham perilerinden adını alan, yaratıcılık ve birleştiriciliğin simgesidir. Bu sayımızda son albümleri vesilesiyle Mor ve Ötesi’nin yeni ve eski çalışmalarını hatırlatmak istedik. Onlar için söylenebilecek çok şey var. Birkaç kelime ile özetlersek: ilham, armoni, düşünen ve düşündüren bir müzik, birleştiricilik ve sevgi. İnsanlığı seven, bu nedenle silahlarla değil müzik yaparak ve farkındalık yaratarak mücadele eden bir grup. 1195 yılında Kerem Kabadayı (davul), Harun Tekin (vokal/gitar), Derin Esmer (vokal/gitar) ve Alper Tekin (bas) tarafından kuruldu. alternatif rock’un kalıcı ve önemli temsilcilerinden oldu. Kendi bestelerinden oluşan ilk albümü Şehir,

1996’da piyasaya çıktı. Bırak Zaman Aksın adlı 2. Albüm 1999’da yayımlandı. Mor ve Ötesi, 2003 yılında Mor ve Ötesi’nin bestelediği ve Türkiye’nin önde gelen müzisyenleriyle seslendirdiği Savaşa Hiç Gerek Yok şarkısı ile dikkat çekti. 2004 yılında Dünya Yalan Söylüyor albümü ile ilk single “Cambaz” ile çıkış yaptı. Mustafa Hakkında Herşey filimindeki Bir Derdim Var adlı parça, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Film Şarkısı’ seçildi. Türkiye’yi 53. Eurovision Şarkı Yarışmasında, Deli (şarkı) adlı Türkçe şarkı ile temsil etmiştir. 7. olarak tamamlamıştır. 2008’de Başıbozuk isimli albümünü çıkardı. 2 kere Kral TV Video Müzik “En İyi Grup” ödülüne layık görülmüştür. Katkıda bulunduğu or-

tak albümler:Onno Tunç Şarkıları (2007) -1945 şarkısını yorumladılar. Söz Vermiş Şarkılar (2004) -Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı Telli Telli’yi yorumladı. Savaşa Hiç Gerek Yok (2003) –birçok sanatçı ile Irak’ta başlatılmak istenen savaşa karşı Mor Ve Ötesi’nin bestesini seslendirdi. Şarkılar Bir Oyundur (2000) -”Bülent Ortaçgil için Söylenmiş Bülent Ortaçgil Şarkıları” albümünde Sevda Çiçegi şarkısı ile yer aldı. Grup, son albümleri Masumiyetin Ziyan Olmaz’ı 2010’da çıkarttılar. Albümde çekilen ilk video klip çalışması eleştirel bir parça olan “Yorma Kendini” oldu. Araf, dikkati çeken şarkılardan. Severek dinlenecek bu albüme dikkatle de dinleneceğine eminiz.

47


KÜLTÜR-SANAT

ocak-şubat-mart

İZMİR DEVLET TİYATROSU

DEVLET OPERA VE BALESİ

Konak Sahnesi: Çok Bilen Çok Yanılır (14-16 Nisan) Kadın ile Memur (19-23 Nisan, 26-30 Nisan)

Otello ( Opera) 16, 18 Nisan

Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi: Henry Alice’in Gizemli Yaşamı ( 14-16 Nisan) Edi’nin Annesi Nerede( Çocuk Oyunu) Deniz Kızı ( Çocuk Oyunu)

Belcanto Konseri 22 Nisan

Karşıyaka Oda Tiyatrosu: Bavul (19-20 Nisan) Melek Ökte Sahnesi: Yoksun ( 15-16 Nisan) Sakarca (Çocuk Oyunu) İki Kova Su ( Çocuk Oyunu)

48

şehir kültür rehberi

İncigül ( Operet) 17 Nisan,15 Mayıs

Pamuk Prenses (Bale) 23 Nisan,4,6,18 Mayıs Ege Üçlüsü Konseri 27 Nisan Ateş Kuşu-Fırtınalı Duygular 3,5,7 Mayıs Carmen Carmen’dir(Müzikli Oyun) 14,19 Mayıs


KÜLTÜR-SANAT

KONSERLER Cem Adrian İsmet İnönü Sanat Merkezi 15 Nisan İlhan Şeşen Tarihi Havagazı Fabrikası 15 Nisan Funda Arar Ooze Venue 15 Nisan

DESEM SİNEMATEK Rocco ve Kardeşleri ( 21 Nisan) Rosemary’nin Bebeği (28 Nisan) Bisiklet Hırsızları ( 5 Mayıs) Fahrenheit 451 (12 Mayıs) Casablanca ( 2 Haziran)

49


. INTERNET KAFEDE . . . YENI ADRESINIZ

153 Sokak. No: 66/A Küçükpark Bornova

www.kafeikon.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.