DÖNÜŞÜM HACI BEKTAŞİ VELİ SÜRDÜREBİLİRLİK TÜRKİYE’NİN MÜZİĞE ve MÜZİK KURUMLARINA NEDEN İHTİYACI VARDIR? CEMİL MERİÇ
Çağının ve Çağların Yaşayan Düşünürü
1
2
EDİTÖR’DEN Dönüşüm, evrimdir. Evrim de inleye inleye, düştüğünde tekrar daha güçlü kalkmak ve doğası gereği tekrar daha güçlü düşmek ve kalkmak için daha fazla gücü kendi içimizde bulabilirsek, kalkabilmek ve yola devam edebilmek demek. Evrim, sürdürebilirliktir. Yaşadığımız her şeyin tam olarak bedelini ödedikten sonra bizde kalan değerdir. Kızgın ateşte, sertliği giden demir gibi, yeni bir şekle girmek için sert bir şekilde kendimizi dövmektir. Bu konuda
tecrübeli, aynı yoldan geçmiş ustaların kollarındaki tecrübenin içimize geçmesi gibidir (Cemil Meriç). Petek yapmak için bir araya gelmek değil de, doğal olarak petek inşaa ediyorsak ve bu konuda zorlukları doğamız olarak benimsemeyi öğrenmeye başladığımız an demek (Animasyon: Arı Maya)
Sessizliktir. Toprak gibi olmaktır, her kusuru örtmek ve içimize aldığımız her şeyi bereket olarak dış dünyaya sunmaktır. (Hacı Bektaşı Veli) Geçen üretim sürecinde, pişmeye devam ettik, birlikte pişelim, dönüşümde biriz, dönüştükçe birleşiriz.
Semra ŞEN
Dönüşüm müzik gibi olursa, o zaman mayalanma sürecinin başlayacağını bilmektir. (Müziğe ve müzik kurumlarına neden ihtiyacımız var?)
3
İÇİNDEKİLER
HACI BEKTASI . , VELI
08
HACI BEKTAŞİ VELİ
‘
GÜNEŞ: ÇİN ÇİN
ÇİN
14
GÜNEŞ: ÇİN
TÜRKİYE’NİN MÜZİĞE ve MÜZİK KURUMLARINA NEDEN İHTİYACI VARDIR?
34
. . ORIGAMI
ORİGAMİ
20
ların ve Çağ ürü Çağının Düşün Yaşayan
CEMİL
SÜRDÜREBİLİRLİK
Camın Şairleri
26
Origami sözcüğü, Japoncada, ori(katlamak) ve gami-(kağıt) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş ‘katlanmış kağıt’ anlamına gelmektedir. Ek malzeme kullanmaksızın sadece katlama ile kağıttan şekiller yaratmaya dayalı Çin kökenli olduğu beliritlen bir sanattır.
Dante
” İnsanlığın bir geleceği olmaya devam edecek mi, etmeyecek mi?”
ve Müzik Kurumlarına Neden İhtiyacı Vardır?
El aklın söylediğini yapar.
Işığın göklerindeki yerinde ne güzel görünürsün, Yaşayan güneş, Sen ki ilk yaşamaya başlayan… Güneş kendini aydınlatmasının ardından tüm göksel ve dünyevi cisimleri aydınlatır.
. . SÜRDÜRÜLEBILIRLIK
Türkiye’nin Müziğe
24
36
MERİÇ
CEMİL MERİÇ Çağının ve Çağların Yaşayan Düşünürü KRAL SAVAŞÇI BÜYÜCÜ AŞIK
42
Fransız cam sanatının öncülerinden Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique’nin eserleri Arkas Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu.
CAMIN ŞAİRLERİ 4
KRAL SAVAŞÇI BÜYÜCÜ AŞIK
İÇİNDEKİLER MÜZİKLE DÜN VE YARIN
50 İTİRAZIM VAR
TEPECİK FİLARMONİ ORKESTRASI
İlle de Mozart Olsun İzmir’in sokaklarında asılı olan sıra dışı bir afişin gözümüze çarpmasıyla başladı her şey.“ İlle de Mozart Olsun” Biraz mesafeli biraz da heyecanla nasıl olduğunu merak ederek izlemeye gittik. Nasıl bir şeyin ortaya çıkacağını bilmiyorduk ama gittiğimize değen
konserlerden birini daha dinlemiş olmanın verdiği mutlulukla ayrıldık salondan.
kurulmuş olan Tepecik Kültür Sanat, Eğitim Derneği (TEKSED) etrafında birleşen 12 genç müthiş bir projenin parçası olmuşlar. Müzikle ayrımcılığa karşı koyuyorlar. Perküsyon sanatçısı Hamdi Akatay’ın öncülüğünde uzun süren çalışmalardan sonra, Dr. Selahattin Akçiçek EşrefpaşaKültür Merkezi’nde dinleyenlere harika anlar
RİHANNA Peki neydi bu “Tepecik Filarmoni Orkestrası” ? Anlaşılabilmesi için önce Tepecik’ten bahsetmek gerekiyor sanırım. Tepecik İzmir’de Roman vatandaşların ağırlıklı olarak yaşadığı semtlerden biri. Burada
58
TEPECİK FİLARMONİ ORKESTRASI
54 ARI MAYA
babil
kulesi ekim-kasım-aralık 2014 İmtiyaz Sahibi
YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen
60 KÜLTÜR-SANAT
Yayın Koordinatörü Semra ŞEN Editör Seda ÖZTÜRK Eda GÜZEL Grafik Tasarım Eylem ÖZKAN AĞARTIOĞLU babilkulesi@gmail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
5
TARİH
BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot
Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kur'an’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral Ne6
bukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesi'nin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Yaratılış(Genesis) bölümünde de kuleden şöyle
bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘Yeryüzünde dağılma yalım' diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar.
TARİH Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9)
köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar.
Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan sonra insanlar dünyanın farklı
İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.
9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.
Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak isterse de er-
ken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır ancak bir ay yılını 360 gün olarak he-
saplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.
Erkan SİHİR 7
ARAŞTIRMA
HACI . BEKTASI , . VELI
108
ARAŞTIRMA
Babil Kulesi 24. sayı da yer verdiğimiz Hacı Bekteşi Veli yazımızın devamı.
ŞİİR VE DEYİŞLERDE HACI BEKTAŞ FELSEFESİNİN ÖRNEKLERİ
Arslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda.
Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde, Hak’kın yarattığı her şey yerli yerinde. Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok, Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde.
Madde karanlığı, akıl nûru; Cehâlet karanlığı, ilim nûru; Nefis karanlığı, marifet nûru; Gönül karanlığı, aşk nûru ile aydınlanır.
*******
*******
Hak’ka tâlib olan kişi, başka murâd isteme, Dostun seninle beraber, başka vuslat isteme. Bu dünya bir sofradır, arzular gelir geçer, Eğer bizi buldun ise, başka murâd isteme.
Malım mülküm servetim, hepsi evde kaldı, Eşim dostum akrabam, geçtiğim yolda kaldı, Dostlarımdan birisi, benden hiç ayrılmadı, Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı.
*******
*******
Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda, Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda. Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Sensiz benim bir dem karara mecâlim yok, İhsânını ta’dâ da imkânım yok. Tenimdeki her tüy eğer dillense,
*******
Binde bir şükrümü ifâya imkânım yok. SÖZLER “Dikkat et, lokma seni yemesin, sen lokmayı ye!” “Özünü bilirsen özürden kurtulursun.” “İman bir hazine, iblis bir hırsız, akıl ise hazinedardır. Hazinedar giderse hırsız hazineyi çalar.” “Sen seni bilirsen yüzün Hudâ’ dir; sen seni bilmezsen, hak şenden cudâ dir.” “Benim Kâbe’m insandır.” “Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.” “Allah ile gönül arasında perde yoktur.” “Mârifet ehlinin ilk makamı edeptir.” “Araştırma açık bir sınavdır.” “Eline, beline, diline sahip ol.”
9 11
ARAŞTIRMA “İncinsen de incitme.” “Nebiler, veliler insanlığa Tanrı’nın bir hediyesidir.” “Okunacak en büyük kitap insandır.” “Bir olalım, iri olalım, diri olalım. (İri = büyük diri = güçlü, canlı) “Bilimle gidilmeyen yolun sonu yoktur.” “İlim beşikte başlar, mezarda biter.” “İnsanın cemâli sözünün güzelliğidir.” “Çalışmadan geçinenler bizden değildir.” “Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.” “Mârifet, nefsi silmek değil, bilmektir.’’ “Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.” “Madde karanlığı, akıl nûru ile; cehâlet karanlığı, ilim nûru ile; nefis karanlığı marifet nûru ile; gönül karanlığı da aşk nûru ile aydınlanır.” “Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız.” “Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.” “Dili, dini, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir.” “Murada ermek sabır ile-
dir.” “Kendine ağır geleni başkasına yapma!” “Her ne ararsan kendinde ara.” “Allah’ın sakının dediğinden sakınmak gerekir. Sakınmamak, ona inanmamaktır. İnsan olanlar, kendilerini bilenler ve Allah’ın yasaklarından sakınalar.”
lokma ile tezahür ettiği anlatılır. Ve Lokman Parende Hac’dan döndüğünde Bektaş’ı Hacı olarak kutlamış ve Hacı tabiri buradan gelmiştir. Lokman Parende durumu etraftakilere
“İnsanın gerçek güzelliği, sözünün güzelliğidir.” “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” ESERLERİ MAKALAT BESMELE ŞERHİ ¹ FATİHA SURESİ TEFSİRݲ KİTABÜL FEVAİT SATHİYAT ³ VELAYETNAME : Hacı Bektaş Veli’yi efsaneleştiren kaynağı Abdal Musa olan halk arasındaki söylencelerden derlenmiştir. Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli daha çocuk yaşında keramet göstermeye başlamıştır. ’’Pir’i Lokman Parende Hac‘ta iken Arife günü arkadaşlarına, bugün evlerinde lokma dökülmesinin adet olduğunu şu anda olsa ne güzel olurdu, dediğinde; aradan az zaman sonra (13-14 yaş) bir tepsi
¹Aslı Manisa kütüphanesinde bulunmaktadır.
1010 ²Tire yangını esnasında aslı yanarak yok olmuştur.
³Derin anlamlı sözler, tekerlemeler ,ibretli ve güldürücü sırlar ifade eden hikayelerle anlatım.
ARAŞTIRMA açıklayınca Bektaş ‘’Ben Tanrı’nın Aslan’ı , Kevser sunucusu, Velilerin Sultanı Hazreti Ali’nin sırrıyım. ’’Bizim aslımız O’dur, neslimiz O’ndan gelir. Bu kerametler bize mirastır. Bize Tanrı’dan nasip olur.’’ demiştir. Erenler Hazreti Ali’nin nişanını görmek istemişler Hacı Bektaş’ta Hazreti Ali’nin avucunun içindeki gibi olan Yeşil Nurlu Beni ve alnındaki beni açıp göstermiştir. Yine Velayetname’ye göre, Hacı Bektaş ilk derse başladığında, konunun sonundan cevaplar vererek herkesi şaşırtırdı. Ve her derse girdiğinde oda Nur ile dolardı. Buna benzeyen birçok rivayet vardır: Velayetname’de Ve O’nun cezb-ehli olduğuna, cezbe gelip birçok marifet ve mucizeyi gerçekleştirdiğini rivayet eder. MAKALAT DÖRT KAPI ON MAKAM 1 ŞERİAT KAPISI-ABİTLER ŞERİAT KAPISI MAKAMLARI 1-İman getirmek 2-İlim öğrenmek, karşılaştırmak 3-Namaz kılmak,oruç tutmak,zekat vermek, gücü yeterse hacca gitmek 4-Helal kazanç kazanmak, faizi haram bilmek ⁴Dostlar sağdıçlar anlamında.
5-Nikah kıymak, evlenmek 6-Regl durumunda ve lohusalıkta kadından uzak durmak 7-Ehli sünnet (Peygamberin sünnetlerini uygulayanlardan olmak) 8-Şefkat ve merhamet sahibi olmak 9-Helal yemek, temiz giyinmek 10-İyiliği emredip yaramaz işlerden uzak durmak 2 TARİKAT KAPISI-ZAHİTLER 1-Mürşitten el alıp tövbe etmek 2-Talip, mürit olmak 3-Saçını, sakalını elbisesini temiz tutmak 4-Nefsine söz geçirmek 5-Hizmet etmek 6-Korkmak, sakınmak, emin olmamak (Her yaptığı işin farkındalığında olma halidir.) 7-Haktan ümidini kesmemek 8-Hidayet, gizli bilginin gönüle dolması 9-Muhabbet sahibi olmak 10-Aşk, şevk, yokluk üzere olmak 3 MARİFET KAPISI –ARİFLER 1-Edep 2-Korkmak 3-Perhizkarlık 4-Sabır, kanaat 5-Utanmak 6-Cömertlik 7-İlim sahibi olmak 8-Gösterşsiz yaşamak
(miskinlik) 9 - M a r i f e t (Bilinmeyen,ilmin içi yüzünün anlamına ve işlerine ulaşmak) 10-Kendi özünü bilmek. 4 HAKİKAT KAPISI-MUHİBLER ⁴ 1-Toprak gibi olmak (Alçakgönüllü) 2-Yetmiş iki milleti bir görmek, kimseyi ayıplamamak 3-Elinden gelen yardımı kimseden esirgememek 4-Dünyada yaratılmış bütün nesnelerin, kişiden emin olması 5-Sadece Allah’a güvenip , her işte ve durumda yalnız ondan yardım istemek 6-Sohbette hakikatin sırlarını söylemek 7-‘’Seyir-i sülük’’ sahibi olmak (kendi varlığından geçip Allah’ın varlığına varmak için yapılan yolculuk) 8-Kendinden sadır olan (ortaya çıkan) kerametleri saklamak 9-Münacaat etmek (Allah’a yalvarmak) 10-Tanrı’ya ulaşmak, ‘’Fenafillah’’ ( ölmeden önce ölmek, yokluk sırrına ermek) Hacı Bektaş Veli eğitiminde; talip bu dört kapıdan, her kapının makamlarından mürşit eğitimi ve gözetiminde ‘’Kamil-i İnsan’’ mertebesine ulaştırılır.
11 11
ARAŞTIRMA Eğitimi bitince hizmet etmek üzere mürşidi tarafından görevlendirilir. Her makam Makalat’ta bir Kuran ayetine dayandırılarak izah edilmiştir. Ve bu Hacı Bektaş Veli’nin Sünni yanıdır. İncelemelerimizde onun Sünni yanını, cezbe ehli oluşunu ve Alevi yanı olduğunu görmekteyiz. HACI BEKTAŞ VELİ ÖĞRETİSİ VE FELSEFESİ HAKKINDA GÖRÜŞLER Hacı Bektaş Veli’yi incelerken üç yönlü oluşu zihinleri karıştırmıştır. Tasavvuf anlayışı önceki yapılardan farklıdır. Aşık Paşazade incelemelerinde Hacı Bektaş’ın cezbe ⁵sahibi olduğunu söylemektedir. David Fakih’e ait bir eserde Hacı Bektaş’ı ’’Meczup-ı Mutlak”6 diye nitelendirir. Oysa Baba İlyas İsyanı’na katıldığı-
nı Sulucakarahöyük’teki eylemlerini, Makalat adlı eserinde Kuran’a dayalı tasavvuf çalışmasını göz önüne alırsak, onun hem Heterodoks ⁷ bir Türkmen Babası yanını, eylemlerini ve Makalat eserini değerlendirirsek, Sünni bir mutasavvıf olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Hacı Bektaş’ın on iki İmam Şiiliğine dayalı din ve tasavvuf fikri Velayetname’de On İki İmam soyundan geldiği öne sürülmekle birlikte Şii mutasavvıf olarak da kabul edilemez. Adeta tüm bu vasıfları kendinde ve öğretisinde bir araya getirmiştir. Türkçe ’ye çok önem vermiştir. En önemli yanlarından biri de Türkçe’yi ibadet dili olarak kullanmasıdır. Türkçe
şiir
geleneğini
kesintiye uğratmadan sürdürmüştür. Türk kültürü İslam öncesi ile İslam sonrası arasında güçlü bir köprü oluşturmuştur. Anadolu’dan başlayıp Balkanlar’a kadar genişleyen bir coğrafyada hem Türk kültürünün yaygınlaşmasında hem de İslam’ın kabulünde en önemli figürdür. Rivayet göre Balkanlar’da işgalden sonra özellikle Hacı Bektaş’a bağlı aileler öncelikle bu bölgeye yerleştirilir hem Türk kültürü hem de İslam olarak örnek ve referans teşkil ermişlerdir. Hacı Bektaş Veli hayattayken Sarı Saltuk ve ailesi bizzat kendisi tarafından Rumeli’ye gönderilmiştir.
⁵CEZBE Mumsema Cezbe, zikir sonucunda ALLAH tarafından verilen bir cereyanla, manevî kalbimizin rezonansa geçirilmesi (titreştirilmesi) hâlidir 6İlahi aşkla kendinde geçmiş kişilere verilen isimhi aşkla kendinden geçmiş insana verilen isimlahi aşkla kendinden geçmiş insana verilen isim ⁷sunni islam disinda, zaman zaman haylice disinda kalan anadolu’da 13. ve 14. yuzyillarda oldukca populer olmus islam yorumuna literaturde verilen isim. ozellikle gocer turkler icin islamiyet oncesi dinsel gelenekleri samanizmi, budizm etkisini anadoluda karsilastiklari hristiyanlik veya yahudilik etkilerini islamla birlestirdikleri bugun icin bile asiri, ‘anarsist’ sayilabilecek bir islam anlayisi. ama bunu bugunku alevilik ile karistirmamak gerek, anadolu aleviliginin bu donemin daha ertesinde sekillenmis oldugu soylenebiirkalenderiler, haydari ler bu tur mezhepler arasinda tanimlanabilir. baba resul ve baba ishak da kalenderi babalari olarak biliniyor. elbette bektasilik de heterodoks islam adi altinda tarif ediliyor. baba ilyas in baslattigi babai isyaninin selcuklularca bastirilmasi ertesinde bati anadoluya yayilan takipcileri, turkmen babalari, dedeleri osmanli’nin daha sonra fethettigi bati bolgelerinde, balkanlarda bektasiligin ve islamin heterodoks anlayisinin yayginlasmasina katkisi oldugu da soyleniyor. bu sebeple yeniceriler arasinda da bektasiligin yaygin oldugu biliniyor. ancak cesitli siyasi nedenlerle osmanli devletiyle bozulan bu ittifakin onemli sonuclarindan biri de 1420’deki seyh bedreddin isyani
1012
ARAŞTIRMA Öte yandan Osmanlı’da Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektaş Veli ekolüne bağlanarak, Sünni Osmanlı Devlet anlayışı ile daha Heterodoks bir yapı kaynaştırılmak istenmiştir. Sadece tek Sünni anlayışlı bir yönetim olmadığını adeta ilan etmiş, aynı zamanda Sünni olmayan diğer boylarında Yeniçeri Ocağı’nda görev yapabilmelerine imkan sağlanmıştır.
benzerdir. Hatta eski Mısır’lılar; O’nu, Hermes’i ‘’Toth’’ adıyla anarlardı ki bu, ‘’öğretmen’’ veya ‘’mürşit’’ anlamını taşır. Hermetizm öğretisi mutlaka bir öğretmenin nezaretinde alınır. Aynı Hacı Bektaş Veli öğretisinde olduğu gibi... Ve amaç; ölmeden önce ölmektir, Hacı Bektaş’taki ‘’Fenafillah’’ makamı na karşılık gelmektedir.
SON SÖZ Hacı Bektaş Veli incelememizde dikkatimizi çeken özelliklerin başında Hermes felsefesiyle olan benzerlikleridir. Hermes felsefesinde olan; insanda var olan gizli güçlere büyük önem verilmesini ve onun isterse her şeye gücünün yetebileceğini, Kosmos’un sırlarına, tabiata, maddeye hakimiyet kabiliyetini hatta ilahileşebileceğinin öğretisini bu felsefede de görmek mümkün.
‘‘Nefsani’’, istek ve arzulardan sıyrılma eğitimi Hacı Bektaş Veli’de ‘‘miskinlik’’ makamı olarak karşımıza çıkar. Ortaçağ’da Avrupa’da Hristiyanlığın katı ve tutucu prensipleri ile sürekli açık veya gizli bir şekilde mücadele eden Kardeşlik örgütleri, tarikatlar gibi Hacı Bektaş Veli’de katı ve kuralcı olan İslam ilkelerine karşı çıkmıştır. Ve maalesef tutucu kesimlerin suçlamalarına uğramıştır. Sapkınlıkla suçlanmıştır. Ve hala ekolü yargılanmaktadır. ‘‘Adalet’’e ve ‘‘Erdem’’e verilen önemde, hem Hermetiklerle hem de Hermetisizmi temel alan diğer ekollerde olduğu gibi Tanrı’nın çocukları kardeştir. Sokrates ‘’İyi yaşamak titizlikle sınırlandırılmış bir ahlak ile mümkündür.’’ der. Hacı Bektaş felsefesi bir ahlak ve adalet felsefesidir. Aynı Sokrates gibi, o da ora-
Hermes’in ruhta gerçekleştirmeyi düşündüğü devrim ile Hacı Bektaşi Veli öğretisinin amacı adeta aynıdır. Hermes felsefesinin, ilimlerin kaynağı olduğu düşünülecek olursa; Hacı Bektaş Veli’de de ilime verilen önem de
dan oraya dolaşarak verir derslerini. Hacı Bektaş Veli felsefesi ile Yeni Yüksektepe felsefe okulunun benzerlikleri de dikkat çekmektedir. 1.Dil, din, ırk, millet ,renk, sınıf gözetmeden tüm insanları kardeş görmek ve dünya insanlarının kardeşliğini gerçekleştirmek. 2.İlime bilime önem vermek ve karşılaştırmalı olarak incelemek. 3.Erdemler ve ahlaki ilkelere bağlılık. 4.Ateş sembolü: İnsanın içindeki bilinmeyen potansiyelleri ortaya çıkarmak: Hacı Bektaş Veli de Yeni Yüksektepe felsefesinin yaptığı gibi yeni insanı ortaya çıkarmak idealini benimsemiş kendine özgü bir ekolün kurucusudur. Kaynakça Velayetname Bektaşi Derneği Yayınları. Makalat Hacı Bektaş Veli Rıdvanoğlu ,2005, Erhan Yayın Dağıtım Docent Dr.Necmettin Bardak,Panel Bildirisi,Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı W w w. A l e v i d i n h i z m e t l e r i . Com-Cem Hermetics-Ezoterik –Okült Kaynaklar Sitesi, ’’Hikmet’in Ata’sı Hermetik Felsefenin İslam Düşünce Tarihinden Görünümü’’ Yazan Mahmut Erol Kılıç.
NERMİN GÖKSU 13 11
ARAŞTIRMA
GÜNEŞ: ÇİN ÇİN
ÇİN
Işığın göklerdeki yerinde ne güzel görünürsün, Ey yaşayan güneş! Sen ki ilk yaşamaya başlayan… Güneş kendini aydınlatmasının ardından tüm göksel ve dünyevi cisimleri aydınlatır. Dante
14
ARAŞTIRMA
Ç
Çin’de binlerce tanrı, tanrıça ve cinlerden bahsedilir. Bunların beslendiği kaynaklar: 1)Ülke büyük uygarlığını kurana kadar geliştirilen binlerce geleneksel tanrı, 2)Daha çok M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarda şekillenen Çin düşünce hayatı ve mitolojisi. Çin düşünce hayatını ve mitolojisini şekillendiren
üç ana inanç sistemi var: 1)Konfüçyanizm; ritüel, sosyal düzen ve görevleri vurgular, 2)Taoizm; doğayla uyumu vurgular. 3)Budizm; iç huzura kavuşmak için dünyanın acıların engellemenin yollarını kucaklayan Buda öğretilerini vurgular. Biz Çin tanrılarından Güneş’le ilgili olana değineceğimiz için en eskilere ve bazı efsanelere gideceğiz.
Çinliler tarımla uğraşan bir toplumdur. Geçimini tarımla sağlayan bir toplum için de güneş çok önemlidir. Eski bir Çin şarkısının sözleri: “Güneş doğar, çalışırım, Güneş batar, dinlenirim Kuyu açar, su içerim Tarla sürer, karnımı doyururum İmparatorun gücünden bana ne.”
15
ARAŞTIRMA Bu Çin halk şarkısının sözlerinden de anlaşılacağı gibi, bir Çinlinin günlük yaşantısı güneşin doğuşu ile başlar güneşin batışı ile biter. Çin efsanelerinde de canlı cansız tüm varlıklar birer insan gibi düşünülür. Acaba Çin efsanelerinde, güneşin canlı bir varlık gibi düşünüldüğü olmuş mudur? “Thung Chün doğudan çıkar, kapımızı aydınla-
tır. Thung Chün, bir ejderhanın çektiği arabaya binmiştir. Buluttan bir bayrağı vardır. Elbisesinin üstü gök mavisi, altı ise beyazdır. Elinde çok büyük bir yay taşır ve ok bulunur. Karanlığın ve kötülüğün sembolü olan T’ien Lang yıldızına ok atar ve onu kaçırır.” Ch’u Tse Pu Chu Kitabı/ Chiu Ken Bölümü Burada güneş tanrısı Thung Chün, aydınlığın ve iyiliğin sembolü ola-
rak ve de ok atabilen cesur bir savaşçı gibi düşünülmüştür. Niçin ok ve yay, başka silah değil? Çinlilere göre Hu Shih Chiu Hsing adında, insanları hırsız ve eşkıyalardan koruyan bir yıldız takımı vardır. Bu yıldız takımı bir yaya benzemektedir. Karanlık ve kötülükleri kovan güneş tanrısı Thung Chün’ün eline ok ve yay tutuşturulmuştur. Gerçekte ise Güneş, Dünya’yı ısıtır, canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli ortamı hazırlayarak bitkilerin büyümelerini sağlar. Dünya ve insanlar için güneş, yaşam demektir bir bakıma. Bu nedenle güneş tanrısı karanlığı kovan, cesur, dövüşken ve iyi bir tanrıdır. Nasıl ki ‘‘T’ien Lang’’ karanlığın ve kötülüğün sembolü ise, ‘‘güneş’’ de doğruluk ve iyiliğin sembolüdür. Doğa ile ilgili Çin efsaneleri içinde güneş ile ilgili olanları oldukça önemli yer tutar. Çin efsanelerinde güneş nasıl düşünülmüştür? Bir güneş tanrısı var mıdır ve neye benzemektedir? Güneş nasıl oluşmuştur?
Pan Gu, etekleri ve boynundaki bitkilerle ve kollarının üstündeki gök yüzüyle resmedilir. 16
Bu sorulara yanıt verebilmek için, eski Çin kaynaklarına bir göz atalım.
ARAŞTIRMA ‘’Ch’u Tse Pu Chua’’ adlı kitabın ‘’Li Saob’’ bölümü’nde[1] ve ‘’Huai Nan Tzuc’’ adlı kitabın ‘’T’ien Wen’’ bölümüd’nde[2] güneş ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Ti Chüne[3] adındaki tanrının eşi Hsi Hof her sabah güneşi arabaya yükler. Bu arabayı altı adet Li Lungg[4] çekmektedir. Yang Kuh denilen yerden batıya doğru hareket ederler. Hsi Ho, Hsien Ch’ihj denilen bir su birikintisinde güneşi yıkar ve batıya doğru yollarına devam ederler. Yen Tzuk’ya kadar gelirler. Burada güneş, arabadan Meng Shuil adındaki bir nehir içindeki Lu Yuanm denilen derin bir deliğe düşer. Hsi Ho, arabasıyla geri döner.” Bu efsanelerde güneş; bir tanrı gibi değil, başkaları tarafından alınıp arabaya konulabilen bir cisim olarak anlatılmaktadır. http://sinoloji.hum a n i t y. a n k a r a . e d u . tr/index.php?bil=bil_ icerik&icerik_id=119 Çin yaratılış mitoslarından biri; Yaratım; ilk tanrı ‘’Pan Gu’’nun kaosu düzene sokup dünyayı yaratması şeklinde olmuştur. Yaratıcı Pan Gu kaosun ortasında uyuyup güç toplar, bir süre sonra uyandığında düzensizliğe çok kızar ve elini ko-
lunu oynatıp elementlerin oluşmasına neden olur. Kaostan kopan parçaları darbeleriyle farklı yönlere dağıtır. Parçalara ayrılan kaos dağıldığı yerde büyür; ağırlar dibe çöker, hafifler yukarı çıkar. Ayağıyla yeryüzündekileri, kollarıyla göktekileri tutar. Kendisinin de bu arada boyu uzar. Her şey yavaş yavaş düzene girince yatar uyur. Uyuyan Pan Gu dönüşmeye başlar; gözleri güneş ve ay olur, yine sakalındaki teller parçalara ayrılır güneş olur. Saçları da yeryüzündeki bitki ve ağaçlar olur, kanı da bunları besleyen göller ve nehirler sayılır. Pan Gu’nun dünyayı yaratma işinin ardından, daha ılımlı bir tanrıça olan ‘’Nü Wa’’ ortaya çıkar, evrene bakar ve çok beğenir ve o da yalnızlığından kurtulmak için ilk insanı kilden yapar ve yaşlanınca ölüyorlar diye onlara bir de doğurma yetisi verir ve efsane böyle devam eder. Güneşle ilgili diğer bir hikaye de Çin efsanesinde ‘’Cen-
netin 10 Güneşi’’ olarak geçer; Bu güneşler; Doğu Cennetin imparatoru ‘’Di Jun’’ ve karısı Güneş Tanrıçası ‘’Xi He’’nin çocuklarıdır. Her biri her gün sırayla gökyüzünü aydınlatmakla görevlidir. Ancak bir gün 10 kardeş yaramazlık yapıp hepsi birden bu görevi yapar ve yeryüzündeki bitkiler ve ağaçlar yanar, dünya fırın gibi olur. Babaları yapmayın etmeyin dese de dinlemezler. Bunun üzerine babası okçusu Yi’yi onları korkutmak ve durdurmakla görevlendirir. Ama o, dünyadaki büyük zararı görünce kızar ve 9 güneşi öldürür.
17
ARAŞTIRMA
6 5
1 4
7
18
ARAŞTIRMA
2
3
Bu sefer de imparator 9 güneşi öldüren okçu Yi ve eşi Chang E’yi hem ölümsüzlükten men eder hem de cennetten kovar. (Bu hikaye M.Ö. 2. Yy’da yaşamış bir asil olan Lady Dai’nin mezarındaki ipek bir sancakta tasvir edilmiş.) 1. İnsanı kilden yapan tanrıça Nü Wa, başkanlık eden tanrıçadır. 2. Büyük kanatları ile altın kürelerin gökyüzünde uçmasını sağlayan ve güneşin cinleri sayılan Altın Kargalar. Bunlardan 9’u ölen güneşlerle düşer ve farkedilir ki üç ayaklı ve altın renklidir. Burada ressam siyah ve iki ayaklı karga çizmiş. (Üç ayak, yükselen, tam tepedeki ve batan güneşi temsil etmektedir.) 3. Vurulmuş küçük güneşler, sağlam kalan güneşten daha küçük çizilmiş ve karga cinleri de yoktur. 4. Akıllı ve iyi cennetin temsilcisi ve aynı zamanda doğurganlığın sembolü mübarek Ejderhalar da resmedilmiştir. 9 güneş ölün-
ce, yeryüzünde tekrar ortaya çıkıp yağmurlar yağdırarak hayatın sürmesini sağlarlar. 5. Cennet’ten kovulurken okçu Yi, bir ölümsüzlük iksirini de yanına alır, karısına da içirir. Ama karısı Chang E hepsini içer ve artık ölümsüz olarak aya yerleşir. Tabii kocasına ihaneti, ayda kendisi kara bir kurbağaya dönüştürülerek cezalandırılır. 6. Çeşitli otları karıştırıp ölümsüzlük iksiri yapan ve genelde geceleri yaşayan, iri gözlü tavşanın da ayda yaşadığına inanılırmış. 7. Ölümsüzlerin ülkesine gitmek için cennetin kapısında bekleyen zilleri olan bir çift muhafız da resmedilmiş ve yolcu Lady Dai’nin ruhu. Bu böyle sürer gider...
Neslihan USUĞLU
19
ARAŞTIRMA
. . . SÜRDÜRÜLEBILIRLIK ” İnsanlığın bir geleceği olmaya devam edecek mi, etmeyecek mi?”
1020
ARAŞTIRMA Sürdürülebilirlik, daimi olma yeteneği olarak adlandırılabilir. İnsanlık ile ilişkide olduğu doğa- doğadaki yaşam açısından bakıldığında sürdürebilirlik; insan ile doğa arasında denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasına imkan verecek şekilde bugünün ve geleceğin yaşamını ve kalkınmasını programlama anlamını taşımaktadır. Sürdürülebilirlik sosyal, ekolojik, ekonomik, mekansal ve kültürel boyutları olan bir kavramdır. Yukardaki tanımlar ışığında, sürdürülebilirliğe insanlığın temel faaliyeti olan ekonomik açıdan bakalım. Sürdürülebilir Ekonomi Sürdürülebilir ekonomi, büyüme ve refah seviyesini yükseltme çabalarını, insanın kendi yaşam çevresini, doğayı doğada ki yaşamı ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir. Sürdürülebilir ekonomi, insan ve çevre merkezli olmak üzere iki ana başlık altında değerlendirilebilir. Doğal çevrenin korunması kadar, ekonomik ve sosyal kalkınmanın da birbirinden ayrılmaz parçalar olduğunu kabul etmektedir.
İnsanlık; kıt kaynakların kullanılması konusunda, sanayi devriminden bu yana doğa ile amansız bir mücadele içine girmiş ve bu amansız mücadele, insanlığın geleceğini tehdit eder hale gelmiştir. 20. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı, doğu ve batı bloğu arasında yaşanan soğuk savaş dönemi ile birlikte; sanayileşmenin yarattığı çevresel kirlilik, ülkeler arası dengesiz gelir dağılımı, yoksulluk, nüfus artışı, içinde yaşadığımız doğal çevreyi hızla yok etmeye başlamıştır. Dünyanın bir bütün olduğu gerçeği; ancak 1970’li yıllara doğru anlaşılmaya başlanmıştır. Sürdürülebilir ekonomi ve kalkınma kavramı 1987’de yayımlanan ve kısaca Brundtlan Komisyonu denilen Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun raporu ile önem kazanmaya ve tartışılmaya başlandı. Rapor, sürdürülebilir kalkınma kavramını, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye sokmaksızın, bugünkü kuşakların ihtiyaçlarını karşılayabilen kalkınma olarak tanımlamaktadır. İnsanın ekonomik faaliyetlerinin çoğu doğa kaynaklıdır. Ancak insanlığın doğa üzerindeki etkisi yıkıcı bir boyuttadır. İklim değişikliği büyük bir hız kazanıyor. Kurak-
lık, seller, fırtınalar, sıcak dalgaları ve diğer iklim felaketleri gittikçe yayılıyor. Ve bu yıkıcı iklim değişiklikleri tamamen insan kaynaklı. Eğer insanlık petrol, kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıtlara bağımlı üretim sistemini ve yaşam tarzını doğayla uyumlu bir uygarlık lehine dönüştürmeyi başaramazsa, susuzluk, gıda krizi, açlık, sellere ve deniz seviyelerinin yükselmesine bağlı ölümler, evlerinden, yurtlarından olan halklar ve iklim mültecileri sanılandan çok daha hızlı bir şekilde çığ gibi büyüyen bir kriz halini alacak. Doğayı ve ekosistemleri tahrip eden diğer insan etkinlikleri, üzerinde yaşadığımız dünyayı içine soktuğu bu kördüğümden çıkılmaz bir hale getiriyor. Ormanların yok edilmesi, insan yerleşimlerinin, kentlerin, yolların, sanayi alanlarının, enerji, madencilik ve turizm yatırımlarının yayılarak doğal yaşam alanlarını yutması, nükleer kazalardan çevreye yayılan radyasyon, fabrikaların ve endüstriyel tarımın zehirli atıklarla toprağı, sulak alanları, denizleri ve atmosferi kirletmesi, aşırı avlanmanın da etkisiyle denizlerdeki canlı yaşamın tükenmesi, canlı türlerinin büyük bir hızla 21 11
ARAŞTIRMA
ortadan kalkması ve biyoçeşitliliğin azalması, 21. Yüzyıl’da ekolojik krizin bugünümüzü ve geleceğimizi ne kadar ciddi bir şekilde tehdit ettiğini gösteriyor. Buna yayılan kimyasal ve radyoaktif kirliliğin, sağlıksız gıdaların ve aşırı tüketime dayalı hızlı, kentli yaşam tarzının toplumları giderek daha sağlıksız bir hale getirdiğini de eklemek gerekmektedir. Bir yandan kanser ve benzeri hastalıklar yayılırken, bir yandan da toplumlarımız şiddete daha yatkın, gelecek güvencesinden yoksun ve mutsuz bir hale geliyor. Kırsal alan22
larda, toprağa dayalı, doğayla uyumlu üretim biçimleri ve ekonomik ilişkiler yıkılıyor, yaşamını atalarından kalan topraklarda dilediği gibi sürdürmek isteyen halklar yaşadıkları yerlerde yapılmak istenen enerji, maden, sanayi vb. yatırımlar nedeniyle büyük bir baskı altında kalıyorlar. Bu sistem değiştirilmediği sürece insanlığın ve diğer canlıların bugünü de geleceği de parlak görünmüyor. Ekolojik sorunlar nedeniyle bugün yaşanan krize çözüm bulmak ve çocuklarımıza yaşayabilecekleri bir dünya bırakabilmek
için toplumsal düzeyde hareket etmek gerekiyor. Çünkü iklim değişikliği de, ekolojik kriz ve çevre sorunları da eşitsizliği ve adaletsizliği derinleştiren mevcut ekonomik sistemin bir ürünü. Ekonomik, sosyal ve ekolojik kriz bir bütündür. Şirketler ve onların güdümündeki hükümetler hiçbir gelecek kaygısı ve ahlaki sorumluluk duymadan kriz üreten bu sistemi devam ettirmeye çabalıyorlar. Aşırı enerji kullanımına dayanan, bu nedenle de fosil yakıtlara bağımlılık geliştiren, nitelik yerineniceliği, daha iyi, daha eşitlikçi bir yaşam yeri
ARAŞTIRMA ne hastalıklı bir büyüme ve tüketim tutkusunu; ihtiyaçların karşılanması ve insanların özgürce kendini gerçekleştirmesi yerine sadece tüketme tutkusunu tatmin etmek için üretmeyi esas alan; dünya üzerindeki yaşamın korunması ve geliştirilmesi yerine, daha fazla kâr etmeyi, bunun için de doğayı ve insanları daha fazla sömürmeyi amaçlayan endüstriyel sistemin yerine eşitlikçi, sosyal, özgürlükçü, adil ve ekolojik bir sistem getirmekten, yani dünyayı değiştirmekten başka çaremiz yok. Sürdürülebilir ekonomi olarak ifade edilen kavram aslında,” İnsanlığın bir geleceği olmaya devam edecek mi, etmeyecek mi?” sorusu-
na cevap aramayı ifade etmekte ve bunun için de yapılması gerekenler üzerine odaklanmaktadır. Dolayısıyla yalın olarak bakıldığında sürdürülebilir ekonomi kavramı sadece ekonomik bir modelmiş gibi basit bir çağrışım yapmaktadır. Özellikle eğitim kurumlarında sürdürülebilir ekonomi felsefesini bireylere kazandırmada bu açıdan zorluklarla karşılaşılması mümkün görünmektedir. Kavramın gerçek derinliğine ilişkin bir çağrışıma sahip olmaması, özellikle çocukların bu düşünceyi kazanmasında televizyon programlarından, çizgi filmlerden, konulu filmlerden de yararlanılmayı zorunlu kılmaktadır. Eğitim kurumlarının sürdürülebilir kalkınma
felsefesini programlarına yansıtması, insanlığın ortak geleceğine ilişkin kaygıların paylaşılarak, çözüm yollarının üretilmesinde ve uygulanmasında çocuk ve gençlerde ortak bilinç yaratabilir. Bu ortak bilincin yaygınlaşması; dil, din, cinsiyet, ırk ayrımı gibi yapay sorunların aşılmasında ve yaygın bir barış ve uzlaşı ortamının sağlanmasında da yararlı olabilir. Bugün dünyada silahlanmaya ayrılan para korkunç boyutlarda bir miktar olarak, sürdürülebilir kalkınma felsefesine zarar vermeye devam etmektedir. Bunu önlemenin yolu; ancak eğitim sistemlerinin ortak bir ruh ve felsefe ile yeniden donatılması ile mümkün olabilir.
23
SANAT
Camın Şairleri Fransız cam sanatının öncülerinden Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique’nin eserleri Arkas Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu.
24
SANAT
Selam dostlar… Haziran ayında Arkas Sanat Merkezi’nde Fransız cam sanatının öncülerinden Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique’nin eserlerinin yer aldığı “Camın Şairleri” sergisini gezdik. Kendi koleksiyonundan 172 eserin bulunduğu serginin açılışında Lucien Arkas, bir sanatsever ve koleksiyoncu olarak sanata sadece resim ve heykel penceresinden bakmanın kısıtlayıcı bir bakış açısı olduğunu, bu nedenle Arkas Sanat Merkezi’nde açılan yeni sergide dekoratif sanatlar zincirinin en güçlü halkalarından biri olan cam sanatını sanatseverlerle buluşturmayı istediğini belirtti. Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique ‘‘Art Nouveau’’ akımının cam sanatındaki en önemli üç temsilcisi olup, doğanın dinamik kuvvetlerini eserlerinde dile getirmeye çalışmışlardır. Art Nouveau (Yeni
Sanat), zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuş bu akım Türkiye’de Yeni Sanat ya da 1900 Sanatı olarak adlandırıldığı gibi birçok Avrupa ülkesinde de bölgesel olarak değişik adlarla anılmıştır. Sergiyi bir rehber eşliğinde gezdik. Bir yandan eserlerin sergilendiği alanın ışıklandırma tekniği ve estetik yönden eserlerin çok iyi konumlandırılmış olmasından, diğer yandan da rehberin aktardığı bilgiler eşliğinde gördüğümüz eserlerden adeta büyülendik. Önce Émile Gallé’yi tanıyarak turumuza başladık. Emile Gallé her fırsatta kendini “Mutluluğun emekçisi” olarak tanımlamış. Baba mesleği cam üretimini, botanik tutkusu ve kimya alanındaki araştırmaları ile birleştirerek her seferinde
daha iyisini ve daha güzelini yaratmaya çalışmış eserlerinde. Sergimizi gezmeye Nancy Ekolü’nün en büyük temsilcilerinden Daum Kardeşler ve ünlü tasarımcı René Lalique’nin eserleriyle devam ettik. Daum Kardeşler de Nancy Okulu’na mensup ve Gale’nin yanında eğitim alarak başarılı çalışmalara imza atmış kimselerdir. Lalique ise aslında mücevher tasarımcısı olup bu yeteneğini bambaşka bir alan olan cam objeler üzerinde de uyguladığını gördük. Sonuç olarak; bu tür sanatsal faaliyetlere katılmak, bu güzellikleri görmek, insanın aslında kendisinde var olan ancak ortaya çıkaramadığı sanatsal ve estetik yönünü fark ettiriyor ve bilincini yükseltiyor. Bu sergiyi organize eden Arkas Sanat Merkezi’ne sonsuz teşekkürler…
Sezen AKTUNA 25
ARAŞTIRMA
Türkiye Cumhuriyeti’nin Müziğe ve Müzik Kurumlarına Neden İhtiyacı Vardır?
26
ARAŞTIRMA Son yıllarda ulusal medyada ülkemizin klasik müzik hayatıyla ilgili yazı ve yayınlara alışkın olduğumuzdan daha sıklıkla rastlar olduk. Gerek Fazıl Say’ın sansasyonel çıkışları ve yargılanması, gerek hükümet ile sanatçılar ve sanat kurumları arasındaki gergin ilişki pek çok insanı genellikle ülkenin görünmez yanlarından birisi olan klasik müzik hayatıyla ilgili yazıp çizmeye, televizyonlarda konuşmaya itti. Özellikle devlete bağlı sanat kurumlarının lağvedilmesini öngören TÜSAK yasa tasarısının tartışılmaya başlanmasıyla beraber sanat kurumları ve problemleri, ana akım medyadaki görünmezliklerinden bir nebze olsun kurtulma fırsatı buldular. Bu görünürlüğün kaçınılmaz bir sonucu olarak sanat alanında yetkinliği olan ve olmayan pek çok kişi bu tartışmaya katılmış oldu. Bir baktık ki; “Türk Beşleri” olarak anılan birinci kuşak bestecilerimiz bir gazetecinin dilinde “Türk Leşleri” olmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nde müzik devriminin “çatır çutur” çöktüğü iddia edilmiş, klasik müziğin bizim geçmişimizde ve bugünümüzde yeri olmadığı söylenmiş ve Batı özentisi olmaya indirgenmiş sanat. Sanatçıların maalesef çok da şaşırmaya-
rak takip ettikleri bu tartışmalardan elde edilen belki de en anlamlı sonuç, aslında ne kadar az insanın bu konuda bilgi sahibi olduğunun anlaşılması olmuştur. Müzisyenler olarak bu konuda bildiklerimizi ve düşündüklerimizi paylaşmanın ve bu bilgisizlik ortamı içinde ulaşabildiğimiz kadar kişiye ulaşmanın hepimizin ortak sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Bu amaçla bu yazıda, Türkiye’deki kurumsal bazda akademik müziğin geçmişine değinecek, geçmişten bugüne başlıca müzik kurumlarının oluşumu, gelişimi ve amaçlarını inceleyerek ülkemiz için bu kurumların ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalışacağız. Böyle bir çalışmayla günümüzde müzisyenler ve müzikseverler olarak içinde bulunduğumuz konumun gerçeklerine ve gerekçelerine dair kavrayışımızı derinleştirmenin mümkün olacağını umuyorum. Günümüz Türkiye’sindeki müzik hayatının parametrelerini doğru okuyabilmek için bir sanat olarak müziğin bu coğrafyadaki geçmişini genel bir perspektif içinde değerlendirebilmek önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti, yoktan varolmuş bir yapılanma değildir. Kendisinden önceki
egemen yapı olan Osmanlı Devleti’nden pek çok şeyi miras almış ve kendi yapılanmasını kaçınılmaz olarak bu mirasın üzerine, çoğu zaman da bu mirasa rağmen inşa etmiştir. Müzik hayatı da bu konuda bir istisna değildir. Bu yüzden günümüzde hala aktif olarak çalışan kurumları incelemeye başlamadan önce, onların tarihteki kökenlerine kısaca bir göz atmak bu mirası kavramak açısından faydalı olacaktır. Osmanlı Devleti Döneminde Kurulan Müzik Kurumları Osmanlı Devleti’nde ilk müzik kurumlarının orduyla beraber seferlerde görev alan Mehteran olduğu görülmektedir. Osmanlı’nın uygarlığının ve gücünün zirvede olduğu dönemlerde İstanbul’da ve saray içerisinde Türk müziği eğitimi veren çeşitli kurumların ortaya çıktığını, çoksesli Batı müziğinin ise 19. yy’ın başlarından itibaren öğretilmeye ve icra edilmeye başlandığını görüyoruz. Osmanlı’daki müzik hayatını şekillendirmiş başlıca müzik kurumları şöyle sıralanabilir: Mehterhâneler Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla birlikte oluşan, orduya savaş zamanlarında müzikle eşlik etmekte olan mehter 27
ARAŞTIRMA
takımı Fatih Sultan Mehmet döneminde teşkilatı geliştirilerek İstanbul’un çeşitli köşelerinde askeri olmayan günlük konserler gerçekleştirmeye
28
başlamışlardır. 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla beraber Mehterân dağıtılmış, iki yıl sonra da Mehterhâne kapatılmıştır. Mehter Birliği ardından yeniden kurulsa da, eğitim kurumu olan Mehterân tarihe karışmıştır.
miş ve Mehterhânelerin Osmanlı Devleti’nin en önemli müzik kurumlarından bir tanesi haline gelmesini sağlamıştır. 25 Ekim 1925 tarihinde tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunuyla beraber Mevlevihâneler de tarihe karışmıştır.
Mevlevihâneler
Enderûn
13. yy’la Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarafından kurulan Mevlevihâne geleneği İstanbul’a ilk defa 1491 yılında İskender Paşa tarafından kurulan Galata Mevlevihânesi ile taşınmıştır. Bu kurumda Mevlevi Dergahı’na ait pek çok müzisyen değerli eserler üret-
II. Murat döneminde yabancı uyruklu devşirmelerin saray ve kamuda elit bir yönetici kitle oluşturmaları amacıyla kurulmuş, içeriğinde kapsamlı bir müzik eğitimini de barındıran önemli bir kurumdur. Osmanlı’daki diğer pek çok müzik kurumunu kendi verdiği müzik
ARAŞTIRMA konusundaki uzman mezunlarıyla oluşturmuştur. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanını takip eden günlerde kapatılmıştır. Batı ve Doğu müzik eğitimi beraber verilmektedir. Musika-i Hümâyûn (Padişah Bandosu) Mehterhâne’nin kapatılmasının ardından askeri bando ihtiyacını karşılaması amacıyla III. Selim tarafından kurulmuş, öncelikle Enderûn’dan oluşturulan bir kadroyla eğitime başlanmış, ancak Osmanlı Devleti’nin ilk milli marşının da bestecisi olan italyan Giuseppe Donizetti’nin kurumun başına getirilmesiyle önemli değişikliklere uğramıştır. Batı sistemini Osmanlı’da ilk uygulayan kurum olarak gösterilir. Batı çalgılılarının yanı sıra temel armoni ve benzeri teorik çalışmaların da programa dahil edildiği görülmüştür. Cumhuriyet’in ilanından kısa süre sonra kurulan ve bugün hala varlığını sürdürmekte olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın ilk üyeleri Musika-i Humayûn’dan gelmişlerdir. Dârül-bedâyi (Güzellikler Evi) Osmanlı Devleti’nde kurulan ilk konservatuvar olma unvanını taşıyan müzik ve tiyatro
bölümlerinden oluşan bu kurum 1914 yılında İstanbul Şehremaneti’nin (İstanbul Belediyesi) girişimleriyle kurulmuş, müzik kısmı savaş şartları nedeniyle 1916 yılında kapatılmıştır. Kurumda Türk ve Batı müziğine beraberce yer verilmiş olması dikkat çekicidir. Dârül-elhan (Ezgiler Evi) Osmanlı’nın ilk resmi müzik eğitim kurumu olan Darül-elhan 1 Ocak 1917’de Maarif-i Umumiye Nezareti (Halk Eğitim Bakanlığı) tarafından kurulmuştur. Türk ve Batı müziği eğitimini beraberce bünyesinde barındıran kurum, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 22 Ocak 1927 yılında adı İstanbul Belediye Konservatuvarı olarak değiştirilmiş, Türk müziği bölümü kapatılmış ve belediyeye bağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Var-
lığını Sürdürmekte Olan Müzik Kurumları Osmanlı Devleti’’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş esnasında eski müzik kurumlarının çoğu kapatılmış, korunan az sayıda kurum ise önemli değişikliklere uğramıştır. Bunlardan özellikle iki tanesi bugün hala varlığını sürdürmekte olmaları dolayısıyla önem teşkil etmektedir. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Osmanlı’nın ilk resmi müzik okulu olan Dârül-elhan öncelikle Türk müziği eğitime ağırlık veren bir kurum olarak şekillendirilmişken, Cumhuriyet’in ilanını takiben 14 Eylül 1925 tarihinde İstanbul Belediyesi’ne bağlanarak içeriğine Batı Müziği Bölümü dahil edilmiş ve “İstanbul Konservatuvarı” adını almıştır. 1927 yılından itibaren Türk müziği bölümünün 29
ARAŞTIRMA kapatılmasıyla Batı usulü bir konservatuvar kimliğine kavuşmuştur. İstanbul halkına verdiği düzenli konserlerle çoksesliliğin tanıtılması anlamında çok büyük katkıları olan kurum, 1944 yılında “İstanbul Belediye Konservatuvarı” adını almış, 1986 yılında İstanbul Üniversitesi’ne bağlanarak bugün hala taşımakta olduğu “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı” adına kavuşmuştur. Türkiye’de aktif olarak çalışan en eski müzik eğitim kurumu olarak yurt içinde ve yurt dışında bilinen pek çok müzisyen ve müzik eğitimcisi yetiştirmiştir. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 1826’da Osmanlı padişahı II. Mahmut devrinde İstanbul’da Batılı bir bando oluşturmak düşüncesiyle “Mızıka-ı Hümayun” adı ile kurulan topluluk, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temelini oluşturur. Mızıka’ı Huma-
30
yun 1924’te Atatürk’ün isteği ile Ankara’ya taşındı ve 1932’de “Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası” adını alarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak hizmetlerine devam etti. 1957 yılında Orkestranın Özel Kuruluş Yasası çıktı ve “Riyaset-i Cumhur Senfoni Orkestrası” adını aldı. Orkestra, günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde Kurulan Başlıca Müzik Eğitim Ve İcra Kurumları Kuruluşundan bu yana Türkiye’de açılmış ve bugüne kadar varlıklarını sürdürmekte olan pek çok müzik eğitim ve icra kurumu mevcuttur. Bu kurumların sayısı gün geçtikçe çoğalmaktadır. Devlet Senfoni Orkestraları, Opera ve Baleler, özel orkestra ve oda müziği toplulukları, üniversite orkestraları, belediye orkestra-
ları, konservatuvarlar, müzik eğitim fakülteleri ve Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri bir arada düşünüldüğünde ortaya oldukça kalabalık bir liste çıkmaktadır. Bu yazı kapsamında her birine ayrı ayrı yer ayırmak konumuz için gerekli olmadığından sadece tarihi süreç içinde ve günümüzde ülkenin müzik hayatı için belirleyici rolü olmuş başlıca kurumların üzerine eğileceğiz. Musiki Muallim Mektebi Türkiye’nin ilk müzik eğitim kurumu, Cumhuriyet’in ilanından yalnızca bir yıl sonra ortaöğretim kurumlarına müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla Ankara’da kuruldu. İlk öğretim üyeleri Riyaset-i Cumhur Senfoni Orkestrası’nın üyelerinden oluşan kurum, 1936 yılında içeriğinde temsil sınıflarının da kurulması ve öğretim elemanının yanı sıra sanatçı da yetiştirmeye
ARAŞTIRMA başlamasıyla bir konservatuvar niteliği kazandı. 1938 yılından itibaren öğretim elemanı yetiştirme görevini Gazi Üniversitesi bünyesinde kurulan Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ne bırakarak “Ankara Devlet Konservatuvarı” adı altında hizmet vermeye başladı. 1982 yılına kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak eğitim veren Ankara Devlet Konservatuvarı, aynı yıl Yükseköğretim Kurulu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Kuruluşundan itibaren ulusal ve uluslararası pek çok önemli müzisyenin yetişmesini sağlamış, ardından gelen diğer konservatuvarlara da öğretim elemanı yetiştirerek bir nevi ülkenin müzik kaynağı haline gelmiştir. Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı 1954 yılında İzmir’de açılan ilk müzik eğitim
kurumu, “İzmir Müzik Okulu” adı altında faaliyete başlamış, gösterdiği başarı sonrasında 1958 yılında bu kuruma konservatuvar statüsü kazandırılmıştır. 1974 yılına kadar ortaöğretim düzeyinde eğitim veren kurum, bakanlıkça verilen bir karar ile yüksek öğretim seviyesinde de faaliyet gösterebilmeye başladı. 1982 tarihinde Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlanarak bugün taşıdığı adını almış oldu. Açıldığı tarihten beri aralıksız olarak nitelikli müzisyen yetiştirme çalışmalarına devam etmektedir.
yatro, opera, bale kültür ve sanatlarını korumak, yaşatmak ve yaymak, bu alanlardaki ulusal birikimleri işleyip geliştirmek, geleneksel birikimi çağdaş evrensel anlayışı içinde işlemek, dalında yüksek nitelikte yetkili, kültürlü, araştırıcı, yaratıcı, yorumcu, yönetici ve öğretici sanatçılar yetiştirmektir”.1982 yılında Kültür Bakanlığı’ndan alınarak Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlanır. Bugün müzik ve sahne sanatları dallarında ilköğretimden yüksek öğretime uzanan bir yelpazede öğrenci yetiştirmektedir.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı
Devlet Senfoni Orkestraları
1971–1972 öğretim yılında “İstanbul Devlet Konservatuvarı” adıyla kurulmuştur. 1982 yılına kadar Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan kurumun amacı; “ülkemizdeki müzik, ti-
Türkiye’nin kurulmasıyla 1924 yılında Ankara’ya taşınan Musika-ı Humayun Orkestrası’nın Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası adın ı almasıyla ilk devlet senfoni orkestrası oluşmuş ve o tarihten beri düzenli olarak konserler vermeye devam etmektedir.
31
ARAŞTIRMA ni orkestrası kadrosuna ulaşmış ve o zamandan beri düzenli etkinliklerini sürdürmektedir. Bu orkestralara 1988 yılında Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası, 1997 yılında Antalya Devlet Senfoni Orkestrası ve 1999 yılında da Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası katılarak ülkemizdeki devlete bağlı senfonik orkestraların sayısını altıya çıkarmışlardır. Her bir orkestra hem bağlı bulunduğu il ve bölgelerde verdikleri düzenli konserler, hem de yaptıkları yurt içi ve yurt dışı turnelerle çoksesli müziğin yaygınlaştırılmasında önemli görevler üstlenmiş, ulusal ve uluslararası başarılara imza atmışlardır. Devlet Opera ve Balesi
Musika-ı Humayun’dan Ankara’ya gelmemiş olan bir grup müzisyen ise bir oda topluluğu olarak İstanbul’da çalışmalarını sürdürmüşlerdir. İstanbul’da kalan bu topluluk da kadrosunun zaman içinde genişlemesi ve devlet desteği ile 1943 yılında İstanbul Konservatuvarı’na bağlanmış ve İstanbul Şehir Orkestrası adı al32
tında çalışmaya başlamıştır. 1972 yılında Kültür Bakanlığı’nda kadro açılması üzerine orkestra “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası” adını aldı. Bugüne kadar bu isim altında düzenli olarak konserlerini sürdürmektedir. 1975 yılında kurulan İzmir Devlet Senfoni Orkestrası yine kısa zaman içerisinde bir oda topluluğundan bir senfo-
1940 yılında kurulan Tatbikat Sahnesi’nde Devlet Tiyatrolarıyla beraber göreve başlamış olan Opera, 1949 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak Devlet Tiyatro ve Operası adını aldı. 1958 yılında Devlet Tiyatroları’ndan ayrılan Devlet Opera ve Balesi başlı başına bir genel müdürlük oldu. 1959 yılında İstanbul’da bir opera kurma çabaları da sonuçlandı ve İstanbul Şehir Operası kuruldu.
ARAŞTIRMA 1970 yılında kabul edilen özel yasayla bu kurum da bugün hala taşımakta olduğu “İstanbul Devlet Opera ve Balesi” adına kavuştu. İstanbul’un ardından Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak 1983 yılında İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü, 1992 yılında Mersin Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü, 1999 yılında da Antalya Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü ve 2008 yılında “Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü” kurulmuştur. Kuruluşlarından itibaren bu kurumların her biri yerli ve yabancı opera repertuarının tanıtılması ve yaygınlaştırılmasında önemli faaliyetlerde bulunmaktadırlar. T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu Devlet Çoksesli Korosu, Hikmet Şimşek’in girişimleriyle T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak 1988 yılında kuruldu ve Türkiye’nin seçkin yapılanmalarından biri oldu. İlk konserini 1989′da Ahmet Adnan Saygun yönetiminde veren koro daha sonra uzun yıllar Türk müzik hayatına büyük emeği geçen ünlü alman şef Walter Strauss’la çalıştı. Bujor Hoinic, İnci Özdil, Ahter Destan, Alessandro Cedrone, İbrahim Ya-
zıcı ve Cemi’i Can Deliorman koronun çalıştığı şefler arasındadır. Opera ve Senfoni orkestralarına gerekli durumlarda destek vermenin yanı sıra, koro ülkemizde çoksesli müziğin tanıtılması adına önemli katkılarda bulunmaktadır. Diğer İcra Kurumları Bugün pek çok konservatuvar, müzik eğitim fakültesi ve güzel sanatlar lisesi bünyelerinde kendi orkestralarını ve korolarını barındırarak, müzisyen yetiştirmenin yanı sıra düzenli veya düzensiz konserlerle çoksesli müziğin yaygınlaştırılmasına hizmet etmektedirler. Hacettepe Üniversitesi Senfoni Orkestrası, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Senfoni Orkestrası, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Senfoni Orkestrası, 9 Eylül Üniversitesi Senfoni Orkestrası, Bilkent Senfoni Orkestrası bu oluşumlardan başı çeken bazılarıdır. Üniversite Orkestralarının yanı sıra az sayıda belediyelere bağlı orkestralar ve özel orkestralar da Türkiye’nin sanat hayatı içerisinde son yıllarda kendilerine yer edinmeye başlamışlardır.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ndeki müzik hayatını etkileyen başlıca eğitim ve icra kurumlarının genel bir sıralamasını yapmış olduk. Bugüne kadar ülkemizde müzik adına yapılmış ve yapılmakta olanları bilmek, onların üzerinde tartışabilmek için mutlaka gereklidir. Bu bilgiye sahip olmadan üretilen fikirler nadiren kuru gürültü olmanın ötesinde bir nitelik taşıyabilirler. Bu tarihsel gelişim sürecine baktığımız zaman bu coğrafyada klasik müziğin yaklaşık 160 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu, zaman içerisinde devlet desteği sayesinde bu kültürü üretecek ve yaşatacak gitgide yaygınlaşan bir kurumsal ağ oluşturulduğunu görüyoruz. Daha Osmanlı Devleti zamanında başlanmış olan bu sürece neden ihtiyaç duyulduğunu, bu kurumların ülkeye kazandırılma serüvenini ve toplum için önemini de bir sonraki yazıda inceleyeceğiz. Not:Yazı bir sonra ki sayıda devam edecek
Murat Arcan Kündük
33
ARAŞTIRMA
. . ORIGAMI El aklın söylediğini yapar.
Origami, Japonca bir kelime olup, “katlanmış kâğıt” anlamına gelmektedir. Japonca “ori” (katlamak) ve “gami” (kâğıt) sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmiştir. Origami, kâğıdı yapıştırıcı ve makas kullanmadan sadece katlayarak çeşitli figürler oluşturma sanatıdır. İsmi Japonca da olsa, Çin kaynaklı olduğu iddia edilir. 34
ARAŞTIRMA Origami, klasik origami ve parçalı (modüler) origami olarak ikiye ayrılır. Klasik origamide genellikle tek parça kâğıt kullanılarak canlı ve cansız varlıklar yapılır. Nadir olarak iki veya üç parça kullanılır. Parçalı (modüler) origami de birbirinin benzeri parçaların birleştirilmesi sonucu hayvan ve eşya gibi somut figürlerden çok üç boyutlu geometrik figürler oluşur. Çin kâğıt katlama stilinde üç boyutlu modellerden oluşur ve çok sayıda parçanın bir araya gelmesiyle oluşan ayrıntılı modellerdir. Bazen kağıt para, modül yapımında kullanılır. Bu stil Amerika’da yaşayan Çinli göçmenler tarafından geliştirilmiştir ve “Golden Venture” olarak adlandırılmıştır. Günümüzde origaminin birçok çeşidi ortaya çıkmıştır. Mimari origami, Pop-up origami, Kirigami (kâğıt kesme sanatı) bunlara örnek verilebilir. Modern origami olarak da adlandırılan bu tür origami türlerinde yapıştırma ve kesme serbest bırakılmıştır. Origami dünya çapında bir sanat olarak değerlendirilir. Çoğu origami öğretisi, temel modellerin yapımında kullanılan
tekniklerle başlar. Bunlar temel diyagramlardır, dağ katlaması, vadi katlaması, ters katlama gibi. Ayrıca çeşitli modellerin yapımında kullanılan, standart isimli kaideler vardır. Mesela kuş kaidesi, kanat çırpan kuş yapımında orta aşamalardan biridir. Tokyolu Akira Yoşizva en başarılı origami ustalardan biri olarak kabul edilir. Pek çok kitabı mevcuttur. Origami Japonya dışında İspanya ve Güney Amerika’da da gelişmiştir. İspanyol Yazar ve Felsefeci Miguel de Unamuno origami ile uğraşmış, çok sayıda figür yapmış, yeni hayvan biçimi denemiş ve Origami üzerine 1902 yılında “Aşk ve Pedagoji” adlı eğlenceli bir deneme yazmıştır. Bu denemeye ait Türkçe çeviri bulunmamaktadır. Sadako ve Origami Japon kültüründe turna kuşuna önem verilir. Aynı önem origami içinde geçerlidir. 1.000 adet turna kuşu yapanın uzun ve iyi bir yaşam süreceğine inanılır. Turna origamisinin günümüzde popüler olmasının sebebi Sadako Sasaki adlı küçük kızın Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra lösemi olması ve küçük kızın atalarının inanışına istinaden bin turnayı katla-
maya başlamış olması, katladığı turnaların onu iyileştireceğine ve dünyaya barış getireceğine inanmasıdır. Sadako Sasaki son nefesine kadar turna katlamaya devam etmiş ancak 644 tane katlayabilmiştir. Vefatının ardından Sadako’nun dileğinin gerçekleşmesi için arkadaşları turnalarını bine tamamlamıştır. Bu olay önce Hiroşima’da, sonra Japonya’da duyulmuştur. Sadako için turna katlamak gelenek haline gelmiştir. Hiroşima’ya kollarında turna olan küçük kızın anıtı dikilmiştir. Her yıl, atom bombasının atıldığı tarih olan 6 Ağustos’ta dünyanın her yerinden gelen turnalar anıtı süslemektedir. Anıtta Sadako’nun şu sözleri yazar: “ Bu bizim çığlığımız, bu bizim duamız, tüm dünyada barış...”. http://tr.wikipedia.org/ wiki/Origami
Çınar DEĞİŞİCİ
35
YAZAR
n ı r a l ğ a Ç e v n ı ü r ü n Çağın ü ş ü D n a y Yaşa
Ç İ R E M L İ M CE 36
YAZAR
Kitapla yaşamak, kitapta yaşamak, kitabın içinde yaşamak, kitabı içinde yaşatmak... Kitapla ilgili içselleştirilen her şeyin bendeki çağrışımı Cemil Meriç’tir. Hani şu dört yaşında dört numara miyop olan, dört yaşında okumayı öğrenen, yarınların büyük düşünürü olacak çocuk; göçmen bir ailenin kitapların dünyasında yaşayan çocuğu; Cemil Meriç… Kendisi de “… 12 Aralık’ta doğan ben hep itilip kakılmışım. Düşman bir dünyada dostsuz büyüdüm. Daima başka, daima yabancı… Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım.” derken bize kitaplarla olan koparılamaz bağının ne derece olduğunu anlatmakta.
Lise yıllarında okuma yelpazesi bir lise öğrencisinden beklenmeyecek genişlikte olan Cemil Meriç, ilkokul sonrası gittiği Antakya Sultanisi’nde Fransız Edebiyatı’nı yakından tanıma imkanı bulur. O dönem Hatay, Fransız mandasıdır ve müfredatta ona göredir. Tarih, Arapça ve Türkçe dışındaki bütün dersler Fransızca okutulur. Sultani ve buradaki hocalarının zenginliği, onun çok iyi bildiği, yazdığı Fransızcasında ve en önemlisi de Türk fikir hayatına böyle bir düşünürün girmesinde başrol oynayacaktır. Çok okuyan, düşünen hocalarının dahi tartışmaya giremediği fikir sahibi bir genç… Hiç
ışığı sönmeyen dünyaya; yazıya yönelir. Son sınıfta Hataylıların Fransız mandasına direnmelerini savunan yazısı, Fransız İstihbaratı’nın gözünden kaçmaz. Bu yazı lise diplomasını alamamasına neden olur. Lise diplomasını alamamasının yanı sıra ikinci bir mahrumiyeti bu yıllarda gözlerinin altı numara miyop olmasıdır. İstanbul’da bir müddet kaldıktan sonra tekrar Hatay’a dönen Cemil Meriç tutuklanır. Kominizim propagandacılığı yapmakla yargılanır. Mahkemede muhalifliğini açıkça ilan eder: “Ben bir Marksistim!” 37
YAZAR
Bu cümle o güne dek Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde ilk kez kullanılmıştır. Savcının talebi: İdam! İki ay tutuklu kaldıktan sonra beraat eder. Tekrar İstanbul yolları görünmüştür. Okuyan, eleştiren, sorgulayan genç bir düşünür. Kendisi herhangi bir kalıba bağlanmaya karşı dirençlidir artık. Türkiye’nin meseleleri herhangi bir ideolojiyle çözülemeyecek kadar çetrefillidir. Ancak hayatının sonuna kadar bir düşünce yöntemi olarak Marksizm’den vazgeçmeyecektir. “Edebiyattaki ilk aşkım, düşünce dünyasına onunla girdim.”dediği Balzac onun kitaplarından oluşturduğu has bahçesinin gözdesidir. İstanbul’daki ilk yazısı, 1941 yılında ‘’İnsan’’ dergisinde yayınlanan yine bir Balzac 38
etüdüdür. Bir yıl sonra yani 1942’de Fevziye Menteşeoğlu ile tanışır. Kırk bir yıl sürecek bir hayat arkadaşlığına adım atarak evlenirler. Bu yılın sonunda Yabancı Diller Yüksekokulu’ndan mezun olan Cemil Meriç Elazığ’a tayin edilir. Savaş yıllarının zorlukları, açlık, yokluk herkes gibi onları da derinden etkiler. Farklı dergilerde yazı ve eleştirileri yayınlanır. Balzac’tan çeviriler yapar. 1946’da iki çocuk babası olan Cemil Meriç İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Fransızca Okutmanı olarak atanır. Gözleri ışığını her geçen gün biraz daha yitirmektedir. 1940’ların sonu Cemil Meriç’in arafa çekildiği dönemdir. Doğu ile Batı sentezini, düşünce ufuklarını özgürce gö-
rebilmek, gösterebilmek için arafta, kendi deyimiyle ‘fildişi kulesi’ndedir. Dünya siyaseti, toplumun yükselen demokrasi talepleri; 1950 seçimlerini zorunlu kılar. Düşünce özgürlüğünü ilk gençliğinden ömrünün son anına dek hiç taviz vermeden savunan Cemil Meriç için 1950 sonrası Türkiye’nin önünde açılan imkanlar çok önemlidir. Ona göre Türkiye Batı kültürünün sömürüsü olmaktan düşünce özgürlüğüyle kurtulabilir ve aydınlığa çıkabilir. Çünkü Türkiye kendisini mazisinden koparmış meçhul bir geleceğe aksak, yalın ayak koşmaya çalışan bir nesiller toplumudur. Oysa mazisiz bir millet hayata hangi milli iradeyle tutunabilirdi? Yarınların temelini oluşturan dünler, bizim kimliğimiz değil midir?
YAZAR
Cemil Meriç’in buna cevabı çok açıktır: “Bir toplumun düşünce özgürlüğünden mahrum olması, yaşama hakkından da mahrum kalmasını doğurur. Düşünebilmenin ilk şartıysa, sahici bir kimliğe sahip olmaktır.” Cemil Meriç daha on sekiz yaşındayken arkadaşı Kemal Sülker’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Ben de kendimi tahlil edeyim mi? Ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı ve nefsinde atalete inhimak bulundurduğu için vazgeçen basit, adi bir genç veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek nesl-i ati destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan.” Bu öngörü yirmi yıl son-
ra gerçekleşir ve henüz otuz sekiz yaşında iken gözlerinin ışığı onu terk eder. Cemil Meriç’te gözlerinin tekrar açılma umudu hep vardır ta ki Paris’te ünlü göz hastalıkları hastanesi Kenzven Hastanesi’nde olduğu ameliyattan sonrasına kadar. Üstelik Paris’i görememenin acısıyla döner Türkiye’ye. Gariptir ki verdiği eserler bakılırsa, gözlerini kaybettikten sonraki mesaisi daha fazladır. Gözlerini kaybettikten sonraki ilk eseri 1956 yılında yayınlanan Hugo’nun ‘’Hernani’’ eserinin çevirisidir. Eserin aslı manzumdur. Cemil Meriç zaten çevrilmesi hayli zor olan bu eseri yine manzum olarak Türkçe’ye çevirir. Hocası ve eski milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel çeviriyi şaheser olarak nitelendirecektir. İki yıl süren bu
çevirinin başarısı onu biraz mutlu eder. Gözlerinin durumuna alışmaya başlamıştır. 1959’dan itibaren Hint düşüncesi ve edebiyatı üzerinde çalışmaya başlar. Uzun uğraşlar sonucu dört yıl süren bu çalışma Cemil Meriç’in ilk telif eserini ortaya koyar: Hint Edebiyatı. Eser 1964’te basılır. Ancak okuryazar kitleden ses çıkmaz. 27 Mayıs sonrasının gerilimli atmosferinde önyargıların büyüyüp bilendiği bir dönemde, Hint Edebiyatı’nın hoşgörü ve sevgi çağrısını kimseler duymayacaktır. “İnsanlar sevilmek, eşyalar kullanılmak içindir. Bizde ise insanlar kullanılıp, eşyalar sevilir.” Kendi önyargılarını, değerlerini, inançlarını katmadan bir dünyayı tanıtmak… 39
YAZAR
Cemil Meriç sesini biraz daha yükseltir ve bir adım öne giderek “Sevin!”der. 1967’de yeni bir telif eserle çıkar yazın dünyasına. Sosyolojinin düşünce merkezi; İlk sosyalist, ilk sosyolog: Saint Simon. Sağ cenah bir yana, sol cenahta bile karşılık bulmaz, bu güzide eser. Silahla mücadelenin baş gösterdiği sol akıma Saint Simon’un sosyalizmi fazla naif gelmiştir. 1960’ların ikinci yarısından itibaren meselesini yükseğe, daha yükseğe taşımak isteyen her entelektüel gibi geçmişiyle bağ kuran Cemil Meriç’in sesi daha gür çıkmaya başlar. Gür ve öfkeli… Çağdaşlarına içinde bulundukları sahte fikir çatışmaları, bitmek bilmeyen ideoloji kavgaları yerine Türkiye’nin kimliği, dünü, yarını gibi gerçek meselelere çağırır. 40
Ancak bu ses karşısında muhataplarını bulamayacaktır. 1970’li yıllar Türkiye’nin en sıkıntılı dönemleridir. 1974’te ‘’Bu Ülke’’ yayımlanır. Aynı yıl ikinci bir kitap daha okurla buluşur; ‘’Umrândan Uygarlığa’’. Antik Yunan’dan, İbn-i Haldun’a kadar uzanan çok boyutlu düzlemde Türkiye’nin asıl meselelerini gündeme getirir. Bu iki eser Cemil Meriç’e belli bir tanınırlık kazandırır. 70’ler sağ kesimin Cemil Meriç’e yaklaştığı dönemdir. Marksist kimliğiyle mahkemede haykıran düşünür; düşüncenin sularında yüzerken, her pencereden bakıp, her kapıyı aralık bırakırken onun bu zenginliğini tam anlamıyla anlamayan çağı ve çağdaşları onun için sağ kesimde sağcı bir düşünür olarak algılanan bir konum yaratmıştır. Bundan muzdarip olan Cemil Meriç, sağı, solu, ileriyi, geriyi,
maziyi, istikbali kucaklamak isteyen bir kalemdir. Çünkü o Türkiye’nin düşünürüdür. O ne sağdadır ne solda. O bir arayıştadır; hakikatin arayışı… Bir nesle haykırmıştır: “Evladım! Bu memlekette sağcı solcu yoktur. İlerici gerici yoktur. Bu memlekette namussuzlarla namuslular ve bunların kavgası vardır. Siz namusluların safında yer alın, göreceksiniz çok kalabalık olacaksınız.” 1978’de eserlerine bir yenisi eklenir; ‘’Mağaradakiler’’. Kökünden kopan Türk aydınının kendini bulamayışına eğilir, eserinde. Böylelikle mağara biraz olsun aydınlansın ister. 70’lerden bu yana beslenip büyüyen kaos, 1978’de bütün ülkeyi sarar. Türkiye, tarihinde ilk defa iç savaşla tanışacaktır. Bunun endişesinin yaşayan Cemil Meriç 70’lerin başlarında ülkenin bu durumuna
YAZAR
işaret etmiştir. “Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik. Bu cinayet hepimiz eseri, hepimizin. Yani aydınların… “ 12 Eylül 1980; ordu idareye el koyar. Ardında binlerce ölü, yaralı ve bir o kadar soru işareti bırakarak kapanan bir dönem yaşanır. 70’lerin kargaşasında mahşerde bir sessiz çığlık olan Cemil Meriç’in sesini 80’lerin koşulları duyurabilir. Artık yetmişine merdiven dayayan muzdarip bir entelektüelin son yıllarıdır. En hacimli eseri ‘’Kırık Ambar’’ı bu yıl içinde yayınlar. Bu eser onun bir nevi şahsi ansiklopedisidir. Kitabın adının “Kırk Ambar’’ olmasından anlaşılacağı üzere; edebiyattan felsefeye, Doğu Batı sorunsalından oryantalizme Cemil Meriç’in üzerinde düşündüğü hemen her konu kitapta kendine
yer bulur.
den İrfana’’ olacaktır.
Bu yıllarda birçok çeviri eser yayınlamıştır. 1983’te hayat arkadaşı Fevziye Hanım’ı kaybeden Cemil Meriç acısını biraz olsun törpüleyebilmek için yine masa başında mesai yapacaktır. 1984’te ‘’Işık Doğudan Gelir’’ yayınlanır. Buruk bir sevinç yerini bulur onda. Fevziye Hanım’ın kaybıyla iyice yorulan bedeni ileride olacakların sinyalini vermeye başlar. Sol tarafında başlayan felç sonrasında vücudunun büyük bir kısmına yayılır. Ancak en güzel eser daha yazılmamıştır.
“Kimi başında tacıyla doğar, kimi elinde kılıcıyla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitapların dünyasına kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı.” Kalemle doğan, kalemle olgunlaşan, kaleme hayat veren, kalemi için yaşayan bu toprakların düşünürü olan koca bir okyanustur Cemil Meriç. Elbette bizim hiçbir karalamamız onu anlatmaya, anlatabilmeye yetmeyecektir. Koca bir okyanusu bir damlaya sığdıramayız. Bizim yaptığımız yalnızca onu biraz daha anlamaya çalışma uğraşıdır.
Bu topraklar her arayışın sonunda Yunus’un da dediği gibi: ‘’İrfanı; kendini bilmeyi verir âdeme.’’ İnsanın tüm sorularının adres bulacağı yer en nihayetinde yine kendisidir. Cemil Meriç’in de yaşamının son yıllarına geldiğinde matbaadan çıkan eseri; ‘’Kültür-
Gönül ALICI
41
KİTAP
KRAL SAVAŞÇI BÜYÜCÜ AŞIK
42
KİTAP Kitap bazı erkeklerin kendilerini toparlayamadıklarını, parçalanmış olarak hissettiklerinden bahseder. Bunun da bu kişilerin büyük olasılıkla, erkekliğin derin yapılarının yolunu açan ritüel eriştirme olanağına sahip olunmadığından ileri geldiğini öne sürer. Bu erkek küçük bir çocuk olarak kalır; bunu özellikle istediği için değil, hiç kimse ona bu çocuk enerjisini erkek enerjisine dönüştürmeyi göstermediği için. Hiç kimse onu erkeksi potansiyellerin olduğu iç dünyanın doğrudan ve iyileştirici yaşantılarına yönlendirmemiştir. Onda erkek psikolojisinin var olabilmesi için, bir ölümün gerçekleşmesi gerekmektedir. Günümüzde ilkel topluluklarda halen görülmekle birlikte eski çağlarda bazı topluluklarda erkek çocuklar ergenliğe ulaştıklarında bir ritüel ile erkekliğe adım atmaktaydılar. Sembolik, psikolojik veya manevi ölüm, her eriştirme töreninin daima vazgeçilmez bir parçasıdır. Psikolojik terimlerle söylersek erkek çocuğun egosu ‘‘ölmeli’’dir. Eski varoluş, davranış, düşünüş biçimlerinin, yeni erkek doğmadan önce ritüel olarak “ölmesi” gerekmektedir. Gerçek bir ri-
tüel kutsal bir mekan ve bilge bir kişiyi gerektirir. Eriştirme için tamamen bu bilge insanlara güvenilir. Tüm süreç boyunca olayı onlar yönlendirir ve eriştirilen kişiyi diğer tarafa güçlü ve tam olarak gönderir. Günümüzde mesela askerlik bir ritüel olarak göz önüne alınabilir yalnız tören büyüğünden ve kutsal mekandan yoksun olunduğu için tam bir dönüşüm gerçekleştirme olanağı yoktur. Her erkeğin derinlerinde bir yerde, soğuk kanlı ve olumlu bir olgun erkeklik için çalışan, Jungçuların, ‘‘arketip’’ ya da “ebedi imgeler” adını verdikleri erkek potansiyelleri vardır. Bunlar her biri ayrı bir alanda işlev gösteren Kral, Savaşçı, Büyücü ve Aşık’tır. Eğer kişi çocukluk dönemini doğru dürüst atlatamadığında sayılan arketiplerin gölge formlarını yaşar ve bu gölge formları kişilerin yararına değil zararına işlev gören formlardır. Arketiplerin varlığı, hastaların rüya ve hayallerinden, insan davranışının içine işlemiş yapıların dikkatli gözleminden elde edilen binlerce klinik kanıtla gözler önüne serilmiştir. Ayrıca dünya çapında derinlemesine yapılan mitoloji çalışmaları da yeni kanıtlar kaydetmiştir. Erkek ruhundaki -olgunlaşmamış veya olgun
biçimi ile- her arketipik enerji potansiyeli, üç köşeli bir yapıya sahiptir. Üçgenin tepesinde, bütünsel arketip bulunur. Tabanda ise arketip, iki kutuplu işlevsiz yani gölge formu ile yaşantılanır. Hem olgunlaşmamış, hem olgun formlarında (yani hem erkek çocuk psikolojisi, hem de erkek psikolojisi içinde) bu iki kutuplu işlevsizlik, bütünleşmemiş ve tutarlı olmayan bir psikolojik durumu temsil eden bir olgunlaşmamışlık olarak düşünebilir. Psikolojik tutarlılığın olmaması, her zaman yetersiz bir gelişimin belirtisidir. Erkek çocuğun ve daha sonra da erkeğin kişiliği gerekli gelişim düzeyine doğru olgunlaştıkça, bu gölge formların kutupları, bütünleşmiş ve yekvücut bir hale gelmiş olur. Değişik arketipler, değişik gelişim evrelerinde oluşur. Olgunlaşmamış erkeğin güçlü olmak için kullandığı ilk arketip ‘‘Kutsal Çocuk’’tur. Ardından ‘‘Erken Büyümüş Çocuk’’ ve ‘‘Ödipal Çocuk’’ gelir. Çocukluğun son evresi ise ‘‘Kahraman’’dır. Kuşkusuz, insan gelişimi bu kadar düzenlice birbirini izlemez; gelişim boyunca arketipik etkilerin karışımları söz konusudur. Gerisi kitabı okuyanlar için… Aytekin RUMUBEYOĞLU
43
GEZİ
ESKİŞEHİR Tarihi dokusu ve doğanın renkleriyle yaşam dolu bir şehir...
44
GEZİ
Eski zamanlardan kalma ve Eskişehir’de geçen bir mitosta Kral Midas’ın lanetlenerek dokunduğu her şeyi altına çevirdiği anlatılır. Şimdilerde ise Eskişehir halkının altın olmasa da parklarıyla, müzeleriyle, korunmuş tarihi yapıları ile düzenli, modern bir kente dönüştürdüğü, Eskişehir’e eski adıyla Dorylaion’a gidelim. Ankara-Sincan üzerinden hızlı tren ile indirimli fiyat olan 22 TL ödeyip, bir saat süren konforlu bir yolculuktan sonra Eskişehir’e varı-
yoruz. İsterseniz eşyanızı gardaki elektronik ve ücretli olan dolaplara kilitleyebiliyorsunuz. Ayrıca yolculuğun devamında otobüs kullanacaksanız, garda bazı otobüs firmalarını da bulabilirsiniz. Gardan çıkar çıkmaz kendinizi şehrin merkezinde ve Porsuk Çayı yakınında buluyorsunuz. Yolculuğun yorgunluğunu atmak, “Çiğbörek” yemek ve şehrin tadını çıkarmak isteyenlere Porsuk
kenarında birçok kafe ve lokanta hazır bulunmaktadır. Şehrin birçok alanı ağaçlandırılmış, yeşil park alanlarıyla dolu ve böylece yaz ortasında bunalmadan ve doğadan 45
GEZİ
uzak kalmadan keyifle gezebiliyorsunuz. Bu parklardan biri de Kent Park, otogar tramvayına binip otogar durağında indiğinizde buraya ulaşabiliyorsunuz. Otogarın tam karşısında yer alan bu park, otobüs saatinizin gelmesini beklerken kafelerinde oturacağınız veya yürüyüş yapacağınız hoş bir alan. Parkın içinden geçen Porsuk Çayı’nın yanı sıra bu parkta büyük gölet, 46
bir de yapay kum plajlı yüzme havuzu bulunmaktadır. Şehrin insanları bu alanlarda her an yürüyüş, bisiklet sürme, yüzme gibi sportif aktivite içindeler. Şehri tramvayla rahatlıkla turlayabilirsiniz. Odunpazarı’na giderek Eskişehir’in tarihi evlerini görebilir aynı zamanda bu evlerde açılmış olan, el sanatları ve bal mumu müzesini gezebilirsiniz. Bal mumu
müzesi yine indirimli fiyatıyla 2 TL, tam fiyatıyla 5 TL’ye gezilebilir. Bu müzede geçmişten günümüze kadar yaşamış birçok sanatçı, politikacı, Anadolu erenleri, bilim adamı ve sporcuların bal mumundan yapılmış heykellerini görebilirsiniz. Lületaşının işlenişini ustanın elinde görebileceğiniz, hem de ürünlerden satın alabileceğiniz
GEZİ
el sanatları müzesini ücretsiz gezebiliyorsunuz. Odunpazarı evleri ve müzelerinden çıkıp on dakika yürüdükten sonra Eti Arkeoloji Müzesi’ne varıyorsunuz. Müzenin girişindeki bahçede Babadatkazı buluntuları ve taş eserler sergilenir. Bunlar, Roma ve Bizans dönemlerinden mermer adaklar, Kibele, Hekata tanrıçalarına ait heykel-
cikler, heykeller, lahitler, Şarhöyük’te (Dorylaeum) bulunan Roma Çağı yer mozaikleridir. Müze içerisindeki ilk salonda Alpu Bucağı, Kocakızlar Tümülüs’ünden ve Sivrihisar Ballıhisar Köyü, Pessinus kazılarından Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinden eserler ile Antik ve İslâmi devirlere ait sikkeler, en son salonda ise Demircihöyük kazısında çıkarılan, Neolitik, Kal-
kolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig çağlarına ait hayvan ve bitki fosillerini görebiliriz. Akşam saatlerinde Porsuk Çayı kenarındaki kafede üzerinize aldığınız şal ile çayınızı yudumlarken hem günün yorgunluğunu atıp, hem de gezinizi değerlendirebilirsiniz. Perihan BEZCİ
47
GEZİ
15. 48
İzmir Kısa Film Festivali
ARAŞTIRMA
Son 15 yıldır gelenek haline gelen Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali bu yıl da düzenlendi. Bu şehre değer katan, takılarından biri olan festival sinemaseverlerin akınına uğradı. Resmi rakamlara göre 15000 kişi 150’nin üzerinde kısa filmi izledi. 63 ülkeden katılımcıların yarıştığı festival bu sene de ilgi ile takip edildi. Şimdiye kadar İzmir Sinema Derneği tarafından düzenlenen festival, bu yıl Kare Film tarafından gerçekleştirildi. Festival bünyesinde sadece filmler izlenmedi, çeşitli söyleşiler ve oturumlar da yapıldı. Genç yönetmenler Erdem Tepegöz, Erol Mintaş ve Mehmet Bahadır, Oyuncu Nilüfer Açıkalın, Kemal İnci ve ‘‘Godzilla’’ lakaplı Set Amiri Selahattin Geçgel, İzmirlilerle sinema üzerine sohbet etti. Selahattin Geçgel’in açılış törenindeki neşeli tavırları görülmeye değerdi. Açılış töreninde Oyuncu Kemal İnci’ye, Selahattin Geçgel’e, Kutay Köktürk’e ve sinema yazarı Sadi Çilingir’e emek ödülleri verildi.
Ödül töreninden öğrendiğimiz kadarıyla Selahattin Geçgel; Türk Sineması’nın ilk sis makinalarını, patlamalı sahnelerin fünyelerini yapan, yurtdışından jimmy jib, steadicam gibi kamera ekipmanlarını kendi imkanlarıyla getiren kişiymiş. Film izlerken yerde oturmak zorunda kalanlara iyi haber: Bu sene, Fransız Kültür Merkezi’nin küçük salonunda düzenlenen festivalin gelecek sene itibari ile daha geniş bir salonda düzenlenme ihtimali varmış. Festival kapsamında verilen Altın Kedi ödüllerinin sahipleri aşağıdaki gibidir. ALTIN KEDİ ÖDÜLLERİ
cu (The Last) – Sergey Pikalov (Azerbaycan) İkincilik Ödülü: Limon Tutulması (Evil of Lemon) – Jeremy Rosenstein (İsviçre) Üçüncülük Ödülü: Çingene (Gypsy) – David Bonneville (Portekiz) En İyi Ulusal Animasyon Ödülü: Salkım Söğüt (Weeping Willow) – Ehtem Onur Bilgiç En İyi Ulusal Belgesel Ödülü: Bir Şehrin Aşırı Acıklı Hikayesi (One City’s Extremly Tales) – Mustafa Karakaya ve Fırtına – Aydın Kapancık Jüri Özel Ödülü: Adrı – Estibaliz Urresola (İspanya) Gençlik Ödülü: Tabu (Taboo) – Mehmet İrfanoğlu Gelecek Vaad Eden Genç Oyuncu: Ziazan – Derya Durmaz (Ermenistan-Türkiye) Erkan SİHİR
Ulusal Kategoride; Birincilik Ödülü: Dondurma (İce Cream) – Serhat Karaaslan İkincilik Ödülü: Alamor (Raw Tomatoes) – Özer Kesemen Üçüncülük Ödülü: Kaleka (The Emptiness) – Cem Onur Tunca Uluslararası Kategoride; Birincilik Ödülü: Sonun49
SİNEMA
50
SİNEMA
R A V M ZI
A R İ İT Vizyon Tarihi: Yönetmen: Oyuncular: Tür: Ülke:
18 Nisan 2014 (1s 50dk) Onur Ünlü Serkan Keskin, Hazal Kaya, Büşra Pekin Polisiye , Komedi Türkiye
Yönetmenliğini Onur Ünlü‘nün yaptığı “İtirazım Var”da; Serkan Keskin, Hazal Kaya, Serdar Orçin, Umut Kurt ve Güler Ökten gibi sanatçılar oynamaktadır. İtirazım Var bir Onur Ünlü filmidir. Onur Ünlü’nün 10 film olarak planladığı “Milli Cinayet Koleksiyonu“ serisinin üçüncü filmdir. Diğer ikisi “Polis, Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi‘‘dir. ‘‘İtirazım Var‘‘ hikayesinde bazı aksayan yönler olmasına rağmen güzel, izlenmesi gereken
bir film. Komedi, macera, polisiye ögelerinin bir arada olduğu derdi olan bir filmdir! ‘‘İtirazım Var‘‘ın ön planında camide saf tutmuş bir tefecinin cinayeti vardır ama arka planda değer yargılarımızı sorgulatan, toplumsal düşünce yapımızı bize hatırlatan ve ilham almak, değişmek isteyenler için farkındalık yaratan bir hikayeye sahiptir. Ey okuyucu bu satırdan itibaren film ile ilgili spoiler içeren ifadeler olacaktır! Kahramanımız olağan dışı bir imamdır. Adı
Selman Bulut. Selman Bulut saz çalıp Alevi türküleri söyleyen, hatta konserlere çıkan bir “sünni imam“ . Hatta saz çalmayı öğrenmek için Sivas‘ta görev yapmaya gönüllü olmuştur. Selman Bulut film boyunca telefonuna gelen mesajlar yardımıyla biriyle uzaktan satranç oynar. Bir karede oynadığı kişinin adını telefonuna “A.” diye kaydettiğini görürürüz. Rakibinin hamlelerine hayranlığı vardır. Finalde mat olur ve “Çok şükür yine kaybettim.” der. 51
SİNEMA
52
SİNEMA
Selman Bulut o saz çalan elleriyle geçmişte Box yapmıştır. Film boyunca Box sporuna olan ilgisi kendisine çok yardımcı olacaktır. Selman Bulut eğitimli bir imamdır. Kitap okumayı çok sever. Filmin sonunda kitaplarını satmak zorunda kalınca şimdi “Kitapsız bir imam oldum.” diyerek üzüntüsünü dile getirir. Selman Bulut felsefe eğitimi almıştır. Diyanet yetkilileri neden Felsefe ile uğraştığını sorunca, Selman Bulut Diyanet yetkililerine ‘‘Niye tek tanrıya inanmamız gerektiğini daha iyi anlamak için.’‘ cevabını verir. ‘‘Peki cevabını bulabildin mi?‘‘ sorusuna da, ‘‘Hegel kadar.‘’ diyebilecek yetkinlikte felsefe bilgisine sahiptir. Selman Bulut’a vücut veren Serkan Keskin son zamanların en başarılı performansını sergiliyor. Hatta “İsmail Abi” karakterini ilk beş dakikada unutturuyor diyebiliriz. Film Selman Bulut’un arkasında safa durmuş cemaat sekansıyla açılıyor. Arka planda bir Alevi türküsü çalmaktadır.
Türkünün sözleri Şah İsmail’in deyişlerinden oluşmaktadır! Birden iki el silah sesi duyulur. Namaz kılmakta olan Tefeci Salih yere yığılır. Bundan sonra Selman Bulut kendisini olayların içinde bulur. Cinayeti çözme ihtiyacı hisseder ve çözer! Ölen kişinin Tefeci olması ve filmin orta yerinde Serdar Orçin’in oynadığı karakterin “Şahidimdir ki faiz haramdır.“ diyerek dramatik şekilde intihar etmesi yönetmenin faiz hakkında ki fikirlerini net bir şekilde yansıtmaktadır. Hatta bununla ilgili anlatılan bir hikayeye göre Onur Ünlü ilk filmi ‘‘Polis‘‘i çekmek için tefeciden para alır ve 7-8 kat faiz öder ve çok zor duruma kalır.
mesi gerekenleri tek tek söyler. Selman Bulut polisin bulamadığı katili finalde bulur ve onu en büyük yargıca havale eder. Katilin vicdanına! Onur Ünlü‘yü beğenirsiniz yada beğenmezsiniz ama hakkını teslim etmemiz gereken bir yönetmendir. Tüm ticari kaygılardan bağımsız “Onur Ünlü” sineması yapmaktadır .”İtirazım Var” bu sinemanın en son ve en önemli örneği sayılabilir. En az bir kere izlenmeyi fazlasıyla hakketmekte olan filmden keyif almanızı temenni ederim.
Erkan Sihir
Film 18 yaşından küçüklere yasak ibaresi ile vizyona girdi. Bunun muhtemel sebebi Selman Bulut’un camide tek bir kişiye yaptığı ezber bozan vaaz sahnesidir. İbni Arabi‘li, Ebu Zerr El Gifari‘li ve Ali Şeriati‘li alıntılarla dile getirilen vaaz sahnesi müslümanları düşünmeye sevk eden, hakim güç tarafından pek dile getirilmeyen insanın düşün-
53
ANİMASYON
54
ANİMASYON
Vizyon Tarihi: Yapımı : Tür : Süre: Yönetmen: Seslendirenler: Senaryo : Yapımcı :
31 Ekim 2014 2014 - Almanya , Avustralya Animasyon 79 Dak. Alexs Stadermann Richard Roxburgh , Sefa Zengin , Ziya Kürküt , Noah Taylor Kodi Smit-McPhee Fin Edquist , Marcus Sauermann Jim Ballantine , Barbara Stephens
Birçoklarımızın çocukluğunun ‘’Arı Maya’’sı yıllar sonra aramıza döndü. İlk kitabı 1912’de yayınlanan ‘’Arı Maya’’, 1975 yılında ilk kez çizgi diziye uyarlanmış, ilk olarak Japonya’da yayınlanmıştır. Yaklaşık 40 yıldır, dünyanın 160 ülkesinde yayınlanmakta olan ‘’Arı Maya’’, 2014 Alman-Avustralya ortak yapımı olan animasyonda ‘’Maya’’ ile yeniden buluşacaksınız. Doğanın renklerinin çok güzel işlendiği rengarenk bir dünyada geçen animasyonda Maya’nın yolculuğu sırasında ona eşlik eden diğer karakterlerin komik ve eğlenceli yanlarıyla bir taraftan gülerken bir taraftan da görsel şölen yaşayacaksınız.
Maya’nın bulunduğu kovanın bir düzeni vardır ve herkes bu düzen içinde sistemli bir şekilde çalışmaktadır. Maya bu sisteme uymayan farklı bir kişiliktir. Meraklı, korkusuz, eğlenmeyi seven, bütün dünyayı görmek isteyen, cesur bir arıdır. Bu farklılığı ve cesurluğu bir gün kovanda görmemesi gerekenleri görmesine neden olur. Diğer arılardan farklı olan ve hayat dolu karaktere sahip olan Maya bir anlamda arılar arasında şüphe ile karşılanır ve dışlanır. Bunun sonucunda da kovandan kovulur. Kovanın dışındaki hayatı merak eden Maya, dış dünya ile ilgili söylenen korku dolu hikayelere aldırmadan kendini dışarıdaki maceralara sürükler. Bir minik arı ve bir orman dolusu
dost ile büyük işler başaran kahramanların öyküsü... Farklı olmanın düzen içinde çok da yeri yoktur bazen. Farklı olanı suçlamak, dışlamak ve yaptıklarına şüpheyle yaklaşmak günümüz toplumunda sık yaşanan durumlardır. Halbuki Maya küçük olmasına rağmen cesaretiyle doğru olanı ortaya çıkarmış ve kocaman bir kovanın düzenini yeniden sağlamıştır. Küçük fikirlerle başlayan büyük olayların üstesinden gelebilmemiz dileğiyle... İyi seyirler. Eylem ÖZKAN AĞARTIOĞLU
55
İNTERNET
http://www.mutfaktayiz.biz
İnteraktif Tarif Platformu: mutfaktayiz. biz 2010 yılının Aralık ayında yayın hayatına başladı. 56
Amaç, insanların kendi yarattığı tarifleri paylaşabileceği, diğer insanların deneyimlerinden faydalanabileceği ve her daim yenilenen binlerce farklı tarife ulaşabilecek-
leri bir mecra sunmaktı. Bu amaç doğrultusunda site farklı modüllerle donatıldı. Bunlardan ilki ve en can alıcı olanı: ‘‘Bir Bilene Sor’’
İNTERNET
‘’Bir Bilene Sor’’ modülü sayesinde insanlar hem uzmanı oldukları alanda bilgi paylaşmında bulunuyor hem de bilmedikleri konularda, yine konunun uzmanı olan kişilerden yardım alabiliyor. Mutfaktayiz.biz’e üye olurken, kullanıcıdan uzmanlık alanı ile birlikte hangi gün, hangi saatlerde soru yanıtlayabileceğini seçmesi isteniyor. Bu sayede tüm üyelerin uzmanlık alanı biliniyor. Herhangi bir konuda bilgi almak isteyen ile kon u n u n uzmanını buluşturmuş oluyor. Soru yanıtlamak üzere belirtilen bu gün ve saat ayarlarını kişi istediği zaman değiştirebiliyor. ‘‘Tarif Ekleme’’ modülü, tarif girişi yapılırken, hangi beslenme tipine uygun olduğundan, hangi mutlu günde hazırlanacağına ve hangi mutfağın özelliklerine sahip olduğuna varana kadar bir çok detayın düşünüldüğü çok işlevsel bir modüldür. Bu modülün işlevselliği sayesinde siteye gelen kullanıcıların
ve site üyelerinin tarif ararken en hızlı şekilde istedikleri sonuca ulaşması sağlanmaktadır. Hızlı aramanın yanı sıra sitede oldukça detaylı bir ‘‘Tarif Arama’’ modülü de bulunmaktadır. Bu modülde tarif türü, evdeki malzeme, misafir sayısı ve pişirme süresi gibi oldukça spesifik kriterlere göre arama yapılması mümkündür. Ayrıca “Tarifler” sayfasında Dr. Oetker tariflerine özel bir yer ayrılmıştır. Dr. Oetker Deneme Mutfağı Profesyonlelleri neredeyse her gün burada yeni tariflerini mutfaktayiz.biz kullanıcılarıyla paylaşmaktadırlar. Sitede “Mutfağım” adı verilen kişilerin kendi blogunu oluşturmasına imkan veren “Mutfak Günlüğüm” modülü. Bu modülün kullanılabilmesi için siteye üye olmak gerekiyor. Bu modül üyelerin kendilerini ifade edebilmelerine ve sitede her konuda paylaşımda bulunmalarına olanak sağlamaktadır. Bu paylaşımları eklerken, metnin yanı sıra resim ve video kullanımını da mümkündür. “Mutfaktakiler” modülü, site yöneticileri tarafından sürekli güncel tutu-
lan, dünya mutfaklarından örneklerin, pratik mutfak bilgilerinin, mutfak ve mutfak kültürüne dair güncel haberlerin, dekorasyon fikirlerinin, gıda alanında uzman akademisyenlerin yazılarının paylaşıldığı özel bir blogdur. ‘‘Çocuklara Özel’’ sayfasındaki tarifler sayesinde ebeveynler hem çocuklaryla mutfakta hoş vakit geçirmiş hem de çocukarı için yemek yemeyi keyifli/eğlenceli hale getirmiş olacaklar. Kullanıcılar tariflerini eklerken bu sayfada görünüp görünmeyeceğini seçebiliyorlar. Bu sayede sayfa güncelliğini korumuş ve zenginleşmiş oluyor. Tüm bu modüllerin yanı sıra kullanıcılar, sitedeki tariflere ve blog yazılarına yaptıkları yorumlarla sürekli sosyal bir etkileşimde bulunuyorlar. Ayrıca üyeler birbirleriyle özel mesaj alaninı kullanarak da iletişim kurabilirler. Kullanıcılar,sitedeki tüm tarif ve blog yazılarını facebook, twitter gibi sosyal platformlardaki hesaplarından paylaşabilirler. Neslihan USUĞLU 57
MÜZİK
MÜZİKLE DÜN VE YARIN
TEPECİK FİLARMONİ ORKESTRASI
İlle de Mozart Olsun İzmir’in sokaklarında asılı olan sıra dışı bir afişin gözümüze çarpmasıyla başladı her şey.“ İlle de Mozart Olsun” Biraz mesafeli biraz da heyecanla nasıl olduğunu merak ederek izlemeye gittik. Nasıl bir şeyin ortaya çıkacağını bilmiyorduk ama gittiğimize değen konserlerden birini daha
10 58
dinlemiş olmanın verdiği mutlulukla ayrıldık salondan. Peki neydi bu “Tepecik Filarmoni Orkestrası”? Anlaşılabilmesi için önce Tepecik’ten bahsetmek gerekiyor sanırım. Tepecik İzmir’de Roman vatandaşların ağırlıklı olarak yaşadığı semtlerden biri. Burada kurulmuş olan Tepecik Kültür
Sanat, Eğitim Derneği (TEKSED) etrafında birleşen 12 genç müthiş bir projenin parçası olmuşlar. Müzikle ayrımcılığa karşı koyuyorlar. Perküsyon sanatçısı Hamdi Akatay’ın öncülüğünde uzun süren çalışmalardan sonra, Dr. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Merkezi’nde dinleyenlere harika anlar yaşattıkları bir konsere imza attılar.
MÜZİK
MÜZİKLE DÜN VE YARIN
Konserin adı “İlle de Mozart Olsun”. Çalanlar Tepecikli gençler çalınan eserler ise Mozart’tan olunca salonda toplumun her kesiminden 700’e yakın insan bir araya geldi. Keşke sanatı sözcüklere dökebilmenin bir yolu olsa ama maalesef bu konserin üzerimizde bıraktığı etkiği anlatmanın bir yolu yok. Mozart’ın 25. ve 16. Senfonileri Türk müziği ve roman ezgileriyle harmanlanmış ve ortaya herkese hitap edebilecek mükemmel bir çalışma çıkmış. Mozart dinlerken yerinizde duramadığınızı çılgınlar gibi alkışlayarak eşlik ettiğinizi düşünün. İşte bu düşündüğünüz “İlle de Mozart Olsun” konseri. Müziği bile do-
ğu-batı diye ayıran insan zihni sanatın birleştirici gücüyle harikalar yaratabiliyor. Öyle birleştirici ki Mozart deyince tüyleri diken diken olanlar bile kendisinden geçmiş gibi bu müziğe kulak verebiliyor. Ya da hayatında roman havası dinlememiş kişiler istemsiz bir şekilde ritim tutabiliyor. 7’den 70’e severek beğenerek ve takdir ederek izliyor, dinliyor ve büyülenmiş bir şekilde salondan ayrılıyor. Tekrar bu konseri dinlemek mümkün olur mu bilmiyorum ama umuyorum. Gençlere seslerini bağırmadan, kavga etmeden de duyurabileceklerini gösteren, uyumun ve birlikteliğin gü-
cünü hatırlatan bu güzel çalışma umarım böyle projelerin önünü açar. Çünkü konseri izlerken (izlerken diyorum çünkü gözlerinizi gençlerin büyülü görünen ellerinden alamıyorsunuz)gençlerin yakaladığı ahengi ve sahip oldukları enerjiyi görmemek mümkün değil. Toplumun her kesiminde yaşanan ve yaşatılan ayrımcılığa karşı bu dim dik duruş birlik ve beraberliğin, kardeşlik fikrinin sanatla yaratılabileceğinin güzel bir örneği. Sanatın birleştirici gücünün böyle projelerle aktarımına umarım devam edilir ve umarım bu konseri dinleme imkanınız olur .
Gizem RÜZGAR SİHİR
59 11
KÜLTÜR-SANAT
ocak-şubat-mart
TİYATRO & MÜZİKAL
şehir kültür rehberi
DEVLET OPERA VE BALESİ
Sunshine Band Aldırma Gönül 25 ve 20Mart 2015 20:30 Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi, İzmir
60 Kişilik Dev Kadro 25 Mart 2015 20:30 İzmir AKM Adnan Saygun Salonu, İzmir
Dımdızlak - Levent Kırca 15 Nisan 2015 20:30 İzmir AKM Yunus Emre Salonu, İzmir
Bir Şehnaz Oyun 21 Mart 2015 20:00 Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi, İzmir
Aşkın Tuna - Bir Aşkın Hikayesi 11 Nisan 2015 20:30 İzmir AKM Tiyatro Salonu, İzmir
Bana Esmeyi Anlat 09 Nisan 2015 20:30 İzmir AKM Yunus Emre Salonu
Carmina Burana Saatleri : 17 Mart 2015 / 20.00 Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi
Annemin Şoförü 10 Nisan 2015 20:30 İzmir AKM Tiyatro Salonu, İzmir Orman Kurbağası Pipa 22 Mart 2015 14:00 Karşı Sanat Merkezi, İzmir
60
KÜLTÜR-SANAT
KONSERLER
Halil Sezai 25 Nisan 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir Hayko Cepkin 27 Mart 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir Duman 18 Nisan 2015 19:30 İzmir Arena, İzmir Murat Dalkılıç 11 Nisan 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir
İki Aşk Adamı ile Bir Virtüöz / Kürşat Başar & İlhan Şeşen & Burçin Büke Saatleri : 31 Mart 2015 / 20.00 Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi 22. İzmir Avrupa Caz Festivali Saatleri : 05 Mart - 21 Mart 2015 Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi
Fettah Can 04 Nisan 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir Pentagram 10 Nisan 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir Gripin 03 Nisan 2015 23:00 Ooze Venue, İzmir
Tosca Saatleri : 12 - 14 Mart 2015 / 20.00 İzmir Devlet Opera ve Balesi Balenin Büyülü Dünyası Saatleri : 16 Mart 2015 / 14.00 Sabancı Kültür Sarayı Kerbela Saatleri : 23 - 24 Mart 2015 / 20.00 Sabancı Kültür Sarayı
61