YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ BORNOVA ŞUBESİ BABİL KULESİ DERGİSİ 4. SAYI

Page 1

1  1


2


EDİTÖRDEN Hayatımız boyunca , çevremizdeki insanlarla ve hayatın kendisiyle mücadele eder dururuz, yada en azından ettiğimizi sanırız, ama insan en büyük savaşını kendisiyle verir aslında ve aslında kendini yenemeyen biri, hiç kimseyi yenemez…‘’Savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır’’ der Ingeborg Bachman, Malina adlı romanında… Önemli olan bu savaşı lehimize çevirebilmek, bundan yarar sağlamaktır. Çünkü iç savaş, yani içsel savaş, insanı geliştirip farkındalık hissetmesini sağlar. Bu yüzden büyük depresyonlar bunu değerlendirebilen insanlara büyük katkılar sağlar, gerçeklerle yüzleştirir. Bu yüzden bu sayımızda iç savaşı ele aldık ve insanlık tarihinin en eski iç savaş hikayelerine göz attık, Hintlilerin büyük epik destanı Mahabarata

ile bir antikYunan efsanesi olan Thesseus mitosuna değindik. Beklide İç savaşı en derinlemesine yaşayan kişiler sanatçılardır. Çünkü sanat eserleri büyük depresyonların ardından gelir. Kafası karışık olmayan, ne kendiyle nede dünyayla hiçbir problem yaşamayan biri gerçek sanatçı olamaz gibi gelir bana hep. Bu yüzden bu gezegenden geçmiş en büyük sanatçılardan biri olan Michelangelo’yu ve onun muhteşem heykellerini anmadan edemezdik elbette… Batının heykelleri varsa doğunun da ebru sanatı var…Bir ebru ustasına konuk olduk, onun ağzından dinledik aşkın renge dönüşmesini… Aşk demişken, Elif Şafak’ın son romanı Aşk henüz taze taze kitap raflarında yerini almışken edebiyat sayfalarımızı Elif Şafak’a ayırdık bu sayıda.

Onun sufizm kokan diline, romanlarının altyapısını oluşturan maneviyatçılığına göz attık…Arka fonda bir savaş yaşanırken, hayatın gerçeklerinden korkup gerçek dünyadan kaçmaya çalışan bir kız çocuğunun ardına takıldık Pan’ın Labirenti ile… Yollara düşmüşken çok eski zamanlarda simyacıların diyarı olarak bilinen Golden Lane’e gittik Çek Cumhuriyetinde… Tabiatın uyanışa geçtiği bu güzel bahar günlerinin tadını çıkarmanızı ve tabiatla birlikte yenilenmeyi diliyorum herkese… ÖZGÜR BENLİ

3


İÇİNDEKİLER

32

08 Taşa Can Veren Usta MİCHELANGELO

Bir Varmış Bir Yokmuş ELİF ŞAFAK

37

15 Theseus-Mahabarata MİTOSLARLA İÇ SAVAŞ

ELİF ŞAFAK: AŞK

39

23 Pİ SAYISI VE SEÇİMLER

Simya’nın Gizemli Yeri GOLDEN LANE

42

27 Aşkın Renge Döniştüğü Sanat: Ebru NURİ PINAR 4

İZMİR


İÇİNDEKİLER MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN CARLOS

SANTANA

20 Temmuz 1947 de Meksika da doğan Santana günümüzün en büyük gitar virtüözlerinden biridir. Büyük müzisyenin babası Jose Santana da bir Mariachi müzisyenidir. Santana müziğe keman çalarak başlamıştır. 12-14 yaşlarındayken gece klüplerinde müzik yapmaya başlar. İlk kurduğu grubun adı “Santana Blues Band” tamamıyla jazz ve blues tarzı müzikler

46

yapar. B.B.King gibi büyük müzisyenlerden e t k i l e n m i ş t i r. Kertenkele hareketlerini andıran bir stille gitar çalar. Oldukça fazla sayıda albüm yapmıştır. Ülkemize 2 kere konser vermeye gelmiş. Supernatural albümüyle 9 gramy ödülü kazanmıştır. Son çıkardığı albüm “Ultimate Santana” yı şiddetle dinlemenizi tavsiye ederiz. Özellikle Jennifer Lopez ve Baby Bash şarkılarına dikkat.

PİNK Asıl adı Alecia Moore olan Pink günümüzün en popüler şarkıcılarından biri.13 yaşındayken şarkı söylemeye başlayan Pink her Cuma şarkı söylediği bir barda keşfedilmiş.

54

M!ssundaztood albümünde, Aerosmith’in solisti Steven Tyler ve Bon Jovi’nin gitaristi Richie Sambora gibi müzisyenlerin de yardımıyla, Pink tarzını daha da canlandırdı... Albüm büyük ilgi gördü, ikinci çıkış parçası Don’t Let Me Get Me en iyi 10 şarkı arasında yer aldı. Try This albümü ve Trouble parçasıyla en iyi kadın rock şarkıcısı dalında bir Grammy ödülü kazanan Pink’in son albümü I’m Not Dead’in çıkış parçası Stupid Girls oldu...

54

şEhir külTür-saNat nisan-mayıs-

tiyatro

48

teyzesi 2..4 nisan-konak sahne bir daha çal sam 2..4 nisan-karşıyaka sahne jeanne d’arc’ın öteki ölümü 7..12 nisan-konak sahne bir garip orhan veli 14.15 nisan-karşıyaka sahne kuvay-i milliye kadınları 29.30 nisan-konak sahne koca bir aşk çığlığı 10 NİSAN-SABANCI KÜLTÜR MERKEZİ LETAFET 10 NİSAN-İZMİR SAnat yalnız kadın 24 nisan-izmir sanat misery öldü 10 nisan-eski güzel sanatlar fak.

reHberi

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

KELEBEKLER

sergi heykel sergisi 28 nisan-11 mayıs-izmir sanat karma sergi 12 mayıs-25 mayıs-izmir sanat

konser

Yaz geceleri-Berlioz 6 nisan-20:00-fransız kültür merkezi Fagot piyano konseri 20 nisan-20:00-izmir sanat caz özel 27 nisan-20:00-izmir sanat genco atay&group flamenco project 11 mayıs-20:00-izmir sanat klasik caz şarkıları-yıldız ibrahimova27 mayıs-20:00-izmir sanat hayko cepkin 10 nisan-ooze venue erkan oğur-bülent ortaçgil 16 nisan-akm emre aydın 21 nisan-atlas pavyonu

Cesur Köpek BOLT

56

KÜLTÜR-SANAT SANAT @

51 PAN’IN LABİRENTİ

babil kulesi nisan-mayıs-haziran 2009 İmtiyaz Sahibi YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

Uzun zamandır tiyatroya

gitmemiştim ve geçen g ü n l e r d e birkaç kez B o r n o v a Uğur Mumcu t i ya t r o s u n a gitme fırsatı b u l d u m . Sahne tozu y u t m a s a d e c e oyuncular için geçerli bir durum o l m a s a gerek… o sahne tozu seyirciyi de beni de etkisi altında b ı r a k t ı . Sinemada bile son zamanlarda izlediğim filmlerde bu kadar

h e ye c a n l a n m a m ı ş ke n tiyatroda korku, heyecan, merak gibi duygulara kapıldım. Hem olayla hem de kendimle yüzleşmem gerekliliğini kimse gözüme sokmamakla birlikte doğal olarak bu durumun içinde kendimi buldum. İnsanı kendisiyle yüzleştiren el emeği, göz nuru bir sanat… Her anlamda daha kolay olması nedeniyle yerini sinema ile doldurmaya çalıştığımız ama hiçbir yönüyle de dolduramadığımız bir sanat. Bilgisayarlarla b i r b i r i m i z e dokunduğumuz bir devirde, tiyatro tüm zorluklara rağmen bize insan insana olmanın gerekliliğini vurguluyor. İç savaşımızda bize yardımcı olan, ışık tutan, çözümler bulmaya iten bu sanat disiplinini her yönüyle ele alan http:// www.tiyatronline.com sitesini bu sayımızda sunmak istedik.

58

Sitenin en önemli özelliği güncel haberlerin takip edilebiliyor olması. Tüm devlet ve özel tiyatrolara, programlarına kolayca ulaştırabilen bir site. Tiyatro ile ilgili genel bilgilerin olduğu, bu

TİYATRO Yayın Koordinatörü Semra Şen Editörler Özgür Benli Seda Öztürk Grafik Tasarım Eylem Özkan Fatma Başalp Fotograf Cem Denizli Eylem Özkan babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittirKaynak gösterilerek alıntı yapılabilir

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6

Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )

bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.


TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan

sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak

isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır

ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7


SANAT TARİHİ

8  8


SANAT TARİHİ

bu heykellerin yaratıcısını merakla aramaya ve tanımaya itti: MİCHELANGELO

Rönseans’ın doğduğu topraklara, Floransa’ya gitme isteğinin, hayatımın hangi noktasında başladığını hatırlamıyorum.Ancak hayatımın belki de en son unutacağım yeridir Floransa… Floransa’nın da en son unutacağım yeri müzesi. Michelangelo’nun Davud’u kazıması gibi, ben de Davud’u hafızama kazıdım. Davud’u, Pieta’yı, Musa’yı, Gece ve Gündüz’ü, alacakaranlık ve Şafak Vaktini… Tüm bu muhteşem eserleri gördükten sonra, bu beni

Taşa can veren usta…En soğuk, en beyaz ve en cansız görünümlü mermerden oluşan bir eserin, insanı aynı kendisi gibi, karşısında dondurup bırakması çok ironik. Davud’u görmek beni felç etti. Ancak asıl o cansız ve hareketsiz olmasına rağmen, sanki her an hareket edecek, sapanıyla üstüne atlayacak gibi duruyor ve her açıdan bakıldığında farklı tehtid düzeylerinde bakışlarını savuruyordu. Benden daha canlı, daha öfkeli, daha hareketli gibiydi. Kimdi bu taşa bu kadar canlılık ve ruh katabilen Michelangelo? Uzun uzun doğduğu yerlerden, nasıl bir hayat yaşadığından bahsedecek değilim. Babası oturdukları şehrin(Caprese-İtalya) sulh hakimi, hem de Caprese ve Chiusi Valisi idi. Küçük yaşlardan itibaren amcaları tarafından fiziksel şiddet görmüş ve derslerde ilgisizlikle suçlanıp, çizimler yaptığı için hor

görülmüştü. Babası sanatçı olmasındansa ölmeyi tercih ederdi. Kendi ifadesi ile, daha onaltı yaşında iken, zihni bir savaş alanı gibiydi. Buraya kadar olanları okuyunca ''aramızdan biriymiş…'' demek geliyor içimden, ta ki…17 yaşındaki Michelangelo, sanatın, heykeltraşlığın çağrısına net bir şekilde kulak kabartıp bu yola çıkana kadar... Babası yolunu kesen ilk kişiydi. Aşk, arayış, insanın kendini tamamlayan parçaya doğru gidişinde mantık tanımayan o güçle onu babası, amcaları bile durduramayacaktı. Ve bu aşk onun adı olacaktı… Eğitimine ilk olarak Domenico ve David G h i r l a n d o ’ n u n atölyesinde başladı. Burada fresk tekniğinin inceliklerini öğrendi. Fresk, fresco(taze anlamında) kelimesinden gelen, kat kat kireç üzerine çevik bir şekilde resim yapılması gereken, rötuşu olmayan zor bir teknikti. Ancak hocasının yaratıcılığının sınırlarından dolayı yine yola koyuldu ve Leonardo di Medici ile tanıştı.

9


SANAT TARİHİ Bu onun dönüşümünün başladığı ve heykeltıraşlığa somut adımlar attığı dönem olacaktır. ‘Bahçe Okulu’ na Leonardo di Medici ölene kadar devam etti. O dönemin ünlü ve zengin Medici ailesinin sarayı bilim, sanat ve kültürün kalbinin attığı yerdi. Burada tanıştığı bir cerrahın peşine takılarak düzenli olarak morglara gitti, cesetlerle çalıştı ve insan anatomisini inceledi. Bu dönemde bilim, mitoloji, tarih, din ve sanatı birbirinden ayırmak mümkün değildi. Nitekim heykeltraşlar, hekimler loncasına bağlı idi. Michelangelo tam bir Rönesans sanatçısı: heykellerinde ve resimlerinde bilimsel bir oran ve perspektif, konular olarak dini kitaplardaki olaylar ve mitosları işler. Daha sonra uzun bir yolculuk başlar ve Michelangelo, Roma’dan Venedik’e, Venedik’ten Floransa’ya geçer. Leonardo da Vinci ve Rafaello ile benzerliklerine şaşırmamak gerekir. Aynı dönemin, aynı ruhun temsilcileri her biri. Bu benzerlik aralarında tatlı sert bir rekabet doğuracak, ve bazı söylentilere göre en sonunda her birinin Michelangelo’nun daha iyi olduğuna dair hemfikir olmalarıyla bu rekabet sona erecektir.

10

Ruhun madde karşısındaki zaferi ‘Ben heykeltraşım’ diye kendini tanıtıyor her defasında. Ressam, sanatçı, şair vs olarak nitelendirilmesinden hoşlanmıyor. Ve dönemin otoritelerinin zorlama olarak kendine resim yaptırmaları karşısında da imzasının yanına ısrarla bu şekilde kendini tanıtıyor. O kadar ki bir taş ustasının karısı olan süt ninesi için bile: '' Dadımın göğsünden,sütüyle birlikte keskiyi ve tokmağı da emdim.'' der. Disegno ekolüne mensup bir heykeltıraş… Disegno değerli olanın içeriden çekip çıkarılmasıdır. O da taşların içinde melek görüyor ve görev duygusuyla o meleği çıkartmaya çalışıyor. İnsanın değerli yönü de derinlerinde idi. O nedenle bu muhteşem eserler gece gündüz çalışılarak çok kısa olarak nitelendirilebilecek zamanlarda yapılıyordu. Davud’u yaparken de aynı şekilde söylüyor: ‘Davud beni bekliyor, onu çıkartmam lazım’. Bu eserlerin karşısında o zamanlar da dona kalmışlar besbelli, o zamanlar da benim hayretimin emsalleri olmuş. Ve Michelangelo: ‘Ben taşa şekil vermedim, fazlalıklarını aldım.’ diyerek yanıtlamış. İndesigno budur.


SANAT TARİHİ

Sistina Şapeli (Capella Sistina) 11 11


SANAT TARİHİ

İnsanın sert kütlesinden, içindeki değerli olan tarafın çıkartılması. Bunun için de aynı bir heykeltıraş gibi, fazlalıkları, kusurları almaya, bunun için gece gündüz çalışmaya ihtiyaç vardır.Ruhun, madde karşısındaki zaferidir. Michelangelo, eserlerini yaparken sadece eserlerinin fazlalıklarını değil, kendi fazlalıklarını da alıyordu. Bir şekil ortaya çıktıkça kendini de şekillendiriyordu.

O nedenle belki de heykellerine bu kadar özen gösteriyor, o zamanlarda moda olduğu üzere çalışmalarında y a r d ı m c ı l a r k u l l a n m ı y o r d u . Denemedi değil. Ancak mükemmeliyetçiliği, bunu uzun süre kaldırmadı. Kendisine hayatı boyunca yalnız kaldığı ve sevgiden yoksun yaşadığına dair söylenen acıma dolu sözlere karşılık, sanatının karısı olduğunu söylemiş, kendisine hiç ihanet etmediğine ve sürekli yanında olduğuna dair ve çocuklarınınheykellerininde hiç yanından ayrılmadıkları için mutluluğunu dillendirmiş.

‘‘Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum.’’

12  12

Bugün Vatikan müzesinde bulunan Pieta heykeli(1499) en etkileyici heykellerinden bir tanesi. Kollarında can vermiş olan oğluna bakan bu annenin, gözlerinde��������������� yaşların süzülmeden önceki dona kalan anı gibi. Üzüntü mermerde ancak bu kadar canlı bir ifadesini bulabilir. M u s a ( 1 5 1 5 ) ’ y ı bitirdiğinde kendisi de etkilenecek, gözlerine bakacak ve kendini kaybederek çekici heykele vurararak: ‘Konuş ey Musa’ diyecekti. 1504 yılında, yıllarca kimsenin elini uzatmak istemediği 5m civarında mermer bir bloktan Davud’un bekleyişi Michelangelo’nun cesareti sayesinde sonlandırılacaktı. Davud, bir perspektif mucizesi olarak dünyaya geldi. Bacakları daha kısa gövdesi daha uzundu. Bu da bakan kişide daha gerçekçi bir görünümünün olması içindi. Bakışlarına farklı noktalardan bakıldığında, bakışlarının da niteliğinin değiştiğini fark etmek mümkün.


SANAT TARİHİ

Tam ortadan bakıldığında Goliatlara saldırmadan önceki bekleyiş, öfke ve kararlılık var. Ellerinde ve ayaklarındaki hareket, duruş, damarlar ve kasların yapıları bile kusursuz. Güzellik doğal bir sahip olma iç

güdüsünü vermiş ve birçok insan ve kurum bugün bu heykelin kopyalarını yaptırmakta, milyonlarca insan tarafından her sene ziyaret edilmekte. Sistine Şapeli tavan freskleri(1510) Michelangelo’nun istemeye istemeye, dönemin otoritelerine defalarca karşı koyarak en sonunda kabul ettiği bir iş. Yıllarca süren bu tavan freskinin bir parçası olan Tanrının ve Adem’in ellerinin dokunuşu detayı(ki tavanın büyüklüğü yanında çok küçük bir detay) bütün dünyada eseri yapan bilinmeksizin popülerliğini koruyor. Ortada 9 adet pano, Eski Ahid’den sahneler anlatılmakta. 3 yaratılış, 3 Nuh ve 3 adet Adem ve Havva sahnesi mevcut. Etraflarında Sybil’ler ve Ignudi’ler 3 boyutlu bir yanılsama yaratarak bulunmakta. 300’ü aşkın figüre sahip bir fresk. Michelangelo, 3.5 yıl boyunca çok yüksek

bir iskele üzerinde yatarak çalışmış ve yatarak çalışması o kadar uzun süreler almış ki sırtında yatak yaraları oluşmuş. Sonuç: müthiş… Manyerizm akımının tipik renk detayları, zengin bir semboloji ve derin bir anlatım… Michelangelo mimari alanda da birçok başarıya imza atmış… Bunlardan en belirgin olanı Floransa’daki 1525 yılında yapmış olduğu bölünmemiş taş bloklardan oluşan Lutinian kütüphanesidir. Birçok bina ve alana Michelangelo’nun sihirli eli değmiş durumda…

Michelangelo’dan öğrendiklerim… Her birimizin içinde bir melek var ve o melek de tarafımızdan suretiyle

kazılmak çıkarılmayı

bekliyor. Bir an gelir ve hayatta kendi isteklerimiz mi, yoksa başkalarının beklediklerinin peşinden

mi gitmemiz

gerektiğine karar vermek

zorunda

kalırız. 13


SANAT TARİHİ

Başarı, ayrıntılarda ustalaşmaktan geçiyor. El aklın tasarladığını yaratabilir ancak. Daha fazlası şansın hızlı arabasına güvenmekten öte bir şey değildir. Heykel yapmak yontma, biçim verme, kumlama ve perdahlama gibi birçok aşamadan geçiyor. Kimse Davud yaparak başlamaz. Davud da küçük küçük

14  14

yontularak ortaya çıktı. Daha iyisini yapma yolunda başarı doğal bir sonuçtur. Ve bu alçakgönüllü dehanın sözleri en ilham verici olanı: ‘Hala öğreniyorum….’

SEMRA ŞEN

KAYNAK 1. Michelangelo Art Book, Kollektif, Dost Kitabevi 2. Michelangelo Bounarotti, A. Grömmling, Literatür Yayınları 3. Michelangelo Rönesans, D. Spence, Alkım Kitabevi 4. İçimizdek Melek Michelangelo’nun Sırrı, C. Widener, Optimist yayın dağıtım


MİTOLOJİ

M

İTOSLAR, bildiğiniz üzere, her dinin ve/veya her kültürün bünyesinde olan, dileyenlerin kutsal tarih, dileyenlerinse ibretlik hikayeler olarak aktarageldikleri “sembolojik ” sözlü ve yazılı efsanelerdir, destanlardır, masallardır diyebiliriz. İnsanoğlu nefes alıp vermek haricinde ve eninde sonunda; evren, tanrılar, kahramanlar, yaratılış gibi konuları ve kendisinin bunun neresinde ve neden

olduğu ve nasıl hareket edeceği gibi ağır sorgulara ve hafifletip yükselten cevaplara ihtiyaç duyar… İşte mitoslar, bu derin araştırmada, yan komşumuzun dedikodusuna bile dokunmayan, klasik çağ örnekleriyle daha kolay anlaşılır, aktarılır ve özneleri kimsenin çıkarlarına da dokunmadığından bozulmasına gerek kalmadan aktarılan süprizli derslerdir... Mitoloji de bu mitosların doğuşlarını,

sembolojilerinin anlamlarını yorumlayıp, inceleyen ve sınıflandıran bilim dalıdır ve heyecanlı masalları derse dönüştürmeyi sağlar. Yüzlerce özgün mitos ve öğreti araştırması bizi aynı gerçeklik kapısına götürmez mi? Burada anacağımız 3 kısaltılmış örnek ve sembolojik çözümlemeleriyle c e v a b ı m ı z ı bulmaya çalışalım.

15


MİTOLOJİ

THESEUS İlk örneğimiz Batıdan;THESEUS M İ T O S U Yaygın olarak; Tunç Çağında (MÖ 6.yy), Ege Denizi'nde Girit’te geçtiği varsayılan Yunan Mitoslarındandır. Günlerden bir gün… Girit’te krallığa gelen Minos, krallığının teyidi için, adet olduğu üzere, Tanrılardan işaret beklemektedir... Mitos bu ya...Sonunda Denizler Tanrısı Poseidon yakarışlara dayanamayıp köpüklü denizler üzerinden çok haşmetli bir Boğa (Taurus) gönderir...

16  16

Fakat boğanın güzelliği ve kusursuzluğu karşısında aç gözlülüğe kapılan Minos, gelen boğa yerine başka güzelce bir boğayı kurban eder... Ve gelen boğayı sürülerine katar... Poseidon, Minos’un Tanrıları kandırmasına çok kızar... Ve ceza olarak Minos’un karısı Pasiphae’ye büyü yaparak Tanrısal boğaya aşık olmasını sağlar... Minos ebeveynleri de başka başka Tanrılar olan karısına tabii ki bir şey yapamamaktadır! (vayyy.. çekip vursaymış.. diyemezsiniz..) Pasiphae, bu delice tutku uğruna

zamanın müthiş tasarımcısı Daedalos’tan kendisine bir kostüm dikmesini ister…Ve çılgın kraliçe sürüye katılarak boğanın kendisini fark etmesini sağlar... Bu olağan üstü birleşmeden bir çocuk doğar = MİNOTAURUS ! Gövdesi insan başı boğa şeklindeki bu yaratık, çirkinliği ve vahşetiyle bir CANAVAR olarak ürkütücü bir nam salar... Öyle ki zaptı zorlaşınca; yine Daedalos’a bir BÜYÜK LABİRENT inşaa ettirilir... Ve canavar Minotaurus’la pazarlığa oturulur..


MİTOLOJİ

.

MITOSU Minotaurus, her sene oraların en genç 7 güzel kızı ve 7 delikanlısını kendisine kurban edilmesi karşılığında labirentte yaşamayı kabul eder... Ve böyle seneleeer geçer...Kurbanlar artık Girit’li Minos’un savaştığı ülkelerden de istenmeye başlanmış her yıl yitirilen genç kurbanlardan ve bitmeyen korkulu zamanlardan Girit ve Minos’un savaştığı diğer halklar da yılmıştır... Ve son kurban grubunun içinde İyonya (İzmir ve Aydın sahillerinin Antik Çağlardaki adıdır!) kralı Egeus’un oğlu THESEUS

ve Minos’un kızı ARİADNE de vardır... Theseus ve Ariadne sevgilidir de... KAHRAMAN Theseus, tüm korkulara, yapamazsınlara, acımalara vs rağmen Minotaurus’la SAVAŞma azmindedir.. KARARlıdır, CESARETlidir ve bir SAVAŞ ARACI düşünür, kendisine ÇİFT TARAFLI BİR BALTA yapar Sevgilisi Ariadne de onu destekler; labirentte ilerlerken yolunu işaretlemesi için bir PAMUKLU İĞ verir. Ve Theseus labirente doğru hareket eder… Theseus, elindeki pamuklu iği eğriyerek labirentte

ilerler...Kısa bir süre sonra da Minotaurus’la karşılaşır... Korkulanın ve beklenenin ve bilinenin aksine çift taraflı baltasını da kullanarak küçük bir mücadele ile Minotaurus canavarını öldürür.. Ve artık İP haline gelmiş YUMAĞI sararak labirentten dışarı çıkar... İllet canavar artık yoktur... Theseus bu savaşı kazanmış ve daha bir çok savaşlara doğru devam etmiştir... ---son--- mu? En azından bu savaştan çıkarılacak sonu, birazdan çözümleyelim…

17 17


MİTOLOJİ

MAHABHARATA

Ve diğer bir örneğimiz de doğudan ; MAHABHARATA DESTANI İlk yazımları MÖ 6004000 arasına dayandırılan, anlatıcısı ve katibinin Vyasa olduğu kabul edilen ve orijinal Sanskritçe metnin yüzbinden fazla kıtayı(!) içerdiği söylenen bir Hint Destanıdır! Bu durumda burada acayip özet bir değinme olacağını baştan kabul etmek ve daha uzun metinlerden tekrar okumak lazım... Hastinapura şehri, Mahabharata hanedanının krallığındadır. Ancak kuşaklar boyu devreden yönetim sırası, doğuştan kör olan büyük kardeş Dritaraştra ve küçük

18  18

kardeş Pandu arasında karışmaya başlar. Dritaraştra’nın körlüğü, krallık sağduyusuna mani görülür ve küçük olmasına rağmen Pandu yönetim sırasını alır. Ve 2 kardeşin de, destanın içinde çok da enteresan anlatılan şekillerde çocukları olur... Dritaraştra’nın ilki ve en kötüsü Duryadhana olan ve birbirinden kötü 100 oğlu, Pandu’nun da her biri üstün yetenekleri ile doğan 5 oğlu olur ; ilki en basiretli ve adaletli Yudiştra, 2.si en keskin savaşçı ve dünya yakışıklısı Arjuna, korkunç güçlü Bhima ve yine iyilik ve güzellik timsali ikizler Nakula ve Sahadeva kardeşlerdir... Ve

zamanla bu kuzenlerden Dritaraştra’nınkiler; Kuruvalar, Pandu’nunkiler de; Pandavalar diye anılmaya başlarlar... Ancak kısa bir süre sonra, bir av merasimi sırasında Pandu ölür ve krallık mecburen Dritaraştra’ya geçer. Dritaraştra, ezik krallığı boyunca hem kendi oğullarının hem de yeğenlerinin küçüklükten beri ciddi savaşçılık eğitimleri alarak büyümesini korkuyla izlemektedir, çünkü yeni kralın kim olacağı konusu bir kıyıma dönüşebilir. Büyük oğul Duryadhana’nın etkisinde


MİTOLOJİ

DESTANI kalan Dritaraştra, yirmili yaşlara gelen Pandavalara, bataklıııık, çoraaak, kötüüü bir bölgede krallık önerir... Kıyımdan hoşlanmayan Pandavalar, sözü geçen bir çok hocalarının da etkisiyle Yudiştra’nın krallığında olacak uzak bir ülkeye göçerler... Göç sırasında, hocaların hocası Krişna ile Arjuna arasında geçen konuşmada; Arjuna: “Savaş belirsiz bir fırtına gibi bizi korkutur ve bir türlü patlak vermezse, bütün yaşamımı bir fırtınayı koparmak ve yararsız ve hayal kırıcı bir sonda ölmek için mi harcayacağım?”der. Buna karşılık Krişna:“Sana kesinlikle şunu söylüyorum:Barış ve

savaş arasında seçimin olmayacak!” Arjuna karışır... “Neyi seçeceğim?” Krişna’dan gelen yanıt: “ Savaşı ya da bir başka savaşı.” Şaşıran Arjuna “bu başka savaş nerede olacak? Savaş alanında mı yoksa kalbimin derinliklerin de mi?” Krişna’dan gelen cevap yine susturucu ve düşündürücüdür: “Bunlar arasında gerçek bir fark görmüyorum.” !... 8 yıl gibi kısa bir zamanda Pandavaların küçük krallığı, en bolluklu, bereketli, sevilen ülke haline gelir. Ünü ve şaşırtıcı gelişmesiyle yine Duryadhana haset eder ve kendi krallığına da sıçrarsa korkusuna kapılır. Oyunlara ilgisiyle bilinen Yudiştra’ya

tavla oyunu teklif eder. Zar hileleriyle usta birini kendi yerine oynatarak tavlada Yudiştra’nın heeeer şeylerini kaybetmesini, Pandavaların, sadece eşleri ve çocuklarıyla, kimseye tanınmadan ormanda 12 yıl sürgüne gönderilmelerini sağlar. Pandavalar sürgün yıllarının sonlarına doğru, gizlice çalışmaya başladıkları bir başka krallık sarayında kazara tanınırlar. Bu da, hep pusuda onları yok etmek isteyen Duryadhana’nın ekmeğine yağ sürer ve beklenen ve korkulan ve hep ertelenen savaş artık kaçınılmaz olur..

19 19


MİTOLOJİ

En saygın ve üstün meziyetli bilge hoca Krişna da, savaşta taraf tutmaya zorlanır. Krişna akrabalarıyla savaşmayacağını, tüm birbirinden güçlü savaşçılarını ve araçları Duryadana’ya vermeyi, kendisinin ancak silahsız olarak Arjuna’nın yanında olabileceğini söyler. Böylelikle Krişna, sadece Arjuna’nın 4 atlı ve maymun flamalı arabasının arabacısı olarak savaşa katılır. Taraflar Kurukşetra Meydanında toplanırlar. Adet olduğu üzere birisinin savaşın başlaması için ilk boruyu çalması ve ilk oku atması gerekmektedir. Bu kişi de,keskin savaşçı Arjuna’dan

20  20

başkası değildir.. Ancak Arjuna, arabacısı Krişna ile tarafların ortasına doğru yaklaşır ve hocalarını, kuzenlerini, amcalarını, yeğenlerini, tüm akrabalarını ve bir sürüüü insanı karşısında görür. Eski düşüncelerine geri döner... Savaşı, böyle bir kıyımı başlatmayı kesinlikle istememektedir.Eli kolu düşer.Kuruntuları başlar... İşte silahsız Krişna, burada Arjuna’ya utkunun ve bozgunun, zevkin ve kederin, insan eyleminin bütün olağan amaçlarının kendisi için önemsiz olması gerektiğini belirterek konuşmasına başlar... Eylemin gerekliliğini, çetin yolunu ve bu eylem-

den doğacak tüm yarar ve zararları düşünmeden sadece savaşması gerektiğini, eylemden kaçarak eylemin etkisinden kurtulamayacağını ve daha biiiiir çok şeyi anlatmaya devam eder... Kısa sürecek sanılan bu konuşma, bu hesaplaşma saatler sürer ve bu kısma Bhagavad Gita denir...Ve süre sonunda Arjuna kuruntularından sıyrılır, savaş borusu çalınır, ilk ok atılır! Ve tabii ki savaş, kan, revan, dehşet bir kıyım sahnelenir… Ve elbet biter ve elbet başlar...--mı?-ilk te

destanla birlikinceleyebiliriz !


MİTOLOJİ

İşte milyonlarca insanın feyz aldığı, hem doğudan hem batıdan 2 mitosu kısaca özetledik... Kanlı, korkulu, kıyımlı, sevgilili, kuzenli, akrabalı garip tarafları olan savaşları konu almışlar... Ama abartılı garip durumlar var ya...Biraz daha yakından bakalım... Ama takınacağımız ilk gözlükle, bunların hepsinin aynen bir insanın içinde verdiği herhangi küçük büyük savaşlar olduğunu, fark etmek, çabalamak, değişim ve dönüşümün kanlı ve sürekli sancılarını, eylemlerini görmeye başlayalım. Mahabharata'da; insanın belli başlı yönlerini çok keyifli 7 katlı yapıya bölen Hintliler, bütün bu savaşın kıyametin işte bu bedenler arasında koptuğunu örneklerler... Maha/bharata; Büyük Bharata ailesi,insalığın büyük tarihi, insan Hastinapura; Fil Şehri,

Bilgeliğin Şehri, tartıların oynadığı kalbimiz, içimiz Dritaraştra;kör ve karanlık, sağ duyudan yoksun, yaşaması için başkalarının yardımlarına muhtaç, ataletli yanımız (en alttaki fizik beden) Kuruvalar; 99 kötü kardeş, kuruntulu, gürültülü, çooooklu olan yanlarımız (enerji ve duygu beden) Duryadhana; ataleti, vesveseleri yöneten, arzuları, bencilliği, çıkarcılığı, hileleri bitmeyen maddeci aklımız (somut zihnimiz) Pandavalar; 5 kardeşlerin yeteneklerini hatırlayınız...Erdemleri olan, karşılıksız, birleştirici, gönüllü, sürekli çalışan aklımız (saf zihnimiz...) Arjuna; erdemli, savaşçı, kahraman yanımız, Krişna; iç hoca, sezgi Kurukşetra; gerçeklik ovası, yüzleşme 4 atlı savaş arabası; insanın fiziksel, enerjetik, duygusal ve somut zihin bedenlerini temsil eder

Maymunlu flama; insanın somut zihninin daldan dala konmasını, kararsıztutarsızlığını temsil eder Ve iç hoca Krişnanın bu alt 4 bedeni temsil eden atların dizginlerini, kontrolünü elinde tutması boşuna değildir! B h a g a v a t g i t a ; Hocanın şarkısı, kutlu ezgi, karar anının, kararlılığı hatırlatan dersleri, iç sesleri, ilk ok; iç savaşlarımızı başlatma, kuruntulara, karanlığa karşı doğru bir eyleme geçmemiz, Antakarana; somut zihinden saf zihne geçiş için okun atılması aşaması... Bu 7 katlı yapının alt 4 bedeni kişiliğin, üst 3 bedeni de bireyin özelliklerini anlatır. İşte bu savaş da; birey özelliklerimizin yönetici olması için verilen bilinçli iç savaştır.

21


MİTOLOJİ

Theseus Mitosunda da benzer durum söz konusu; Minos ; bencil, çıkarcı yanlarımız Tanrıları kandırmak; hilelerle kendimizi k a n d ı r m a k , Canavar Minotaurus; karşılaştığımız zorluk ve yine kötü, zayıf, korkak, bencil, çıkarcı yanlarımız. Labirent; karşılaştığımız zorluklara bakış açımız, ne kadar aşılmaz sayarsak o kadar büyüyen, karışan zihinsel engellerimiz, en genç 7 güzel kız ve 7 delikanlı; zorluklar karşısında vazgeçtiğimiz en yeni ve güzel değerlerimiz, Kahraman Theseus; doğruluğu arayan, kararlı, cesur ve savaşçı yanlarımız, Savaş; zorluklarla m ü c a d e l e . Savaş aracı; zorluklarla mücadele de gereken yöntemin belirlenmesi, çift taraflı balta; savaşırken bazen iç engellerimizi bazen de dış engellerimizi t ö r p ü l e m e m i z , pamuk; başlangıçtaki kararsız, dağınık zihin, İğ; zorlukları aşarken zihni düzenlemek,

22

b i l i n ç l e n m e k , ip; edinilmiş hafıza, tecrübelenmiş akıl rehberliğinde ilerlemek. Yumak; kazanılmış ve birleştirilmiş tecrübe. Ve derler ki bir nevi YIN YANG İşte böyleee. Masal gibi anlatırken kolay, kendimize yakıştırmak biraz zor değil mi? Ç o ğ u n l u k l a sıkıntılarımızı ya fark etmiyoruz ya da böyle dikkatli bir bilinçle ele almıyoruz. Bizi yoran ve güçlendiren kahraman ve canavar yanlarımızın, aymaz yönetimimizin g ü r ü l t ü l e r i n i d u y m u y o r u z . . Karşılaştığımız zorluklar için mutlaka haklı mazeretlerimiz var değil mi? Mümkünse öncelikle başkalarıyla, dış mazeretlerimizle süslenmiş, içte de hastalıklarımızla, çaresizliklerimizle, zamansızlıklarımızla, yoğunluklarımızla, acılarımızla taçlandırılmış, evcilleştirilmiş, soba arkası kedisi mazeretlerimiz , acizliklerimiz var. Kahramanı bastırmayalım

artık! Bir araştırmaya göre günde 7 kez bu açmaza düşermişiz. Çok aramaya gerek yok; sabah verdiğimiz uyanma savaşı, sigarayı bırakma, zayıflama, dedikodu yapmama, şikayetçi yaklaşmama, çözücü olma, öfkeyekorkulara hakim olma, dikkat, konsantrasyon vs vs vs... Bunların hepsi birer savaş işte... Bunlar küçükler ama... Kahramanların daha büyük zorluklar için idman yapması lazım değil mi? Şimdiden sonra uyanırken bir düşünelim bakalım; yaaaat diyen, kaaaalk diyen iç seslerimizi duyalım ve neşeyle ve bilinçle KENDİ KENDİMİZİ, KAHRAMANIMIZI U Y A N D I R M A Y A B A Ş L A Y A L I M . Buda’nın bir sözünü aktarmadan geçmeyelim; insanın 1000 kişiyi yenmesindense, kendisine karşı kazandığı bir zafer yeğdir! NESLİHAN USUĞLU


ARAŞTIRMA

23 23


ARAŞTIRMA

Küçük bir sahil kasabasının küçük okulunun küçük küçücük sınıfındayız. Öğrenciler, öğretmenlerinin soruları tahtaya yazmayı bitirmesini b e k l e m e k t e d i r l e r. Öğretmen matematik sorularını şekilleriyle birlikte yavaşça tahtaya yazmaktadır. Tahtaya son soruyu da yazar ve öğrencilerinin soruları kağıtlara geçmeleri için tahtanın önünden ayrılır. Sınıfta sessizlik hakimdir. Küçük eller kendilerine göre büyük gördükleri problemleri çözmek için kağıtlarına yazmaya başlarlar. Aslında çözecekleri problemler, hayatlarında karşılaşacakları zorlukların birer p r o t o t i p i d i r ! ...Ve artık sınıftaki herkes soruları kağıtlarına geçirmiştir. Başlarını önlerine eğmiş prolemlerle karşı karşıyadırlar... -Öğretmen: Sınav başlamıştır. Herkes kendi kağıdıyla ilgilensin,etrafıyla ilgilenin kağıdını alırım! -Öğrenci1: Öğretmenim istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz? - Ö ğ r e t m e n :Başlayabilirsiniz! -Öğrenci2: Öğretmenim ikinci soru için Pi sayısını 3 mü alıyoruz? 24 24

Pi sayısı! Pi!!!!! Pi sayısı yaklaşık olarak 3,141592653… dur. Bir dairenin ç e v r e s i n i n çapına bölümü ile elde edilen sayıdır. Pi sayısı matematiksel bir sabittir. Bu sabit ismini Yunanca çevre sözcüğünün (περίμετρον) ilk harfi olan π (Pİ)’den a l m a k t a d ı r. Aslında herkes kolayca pi sayısını h e s a p l a y a b i l i r. Bir kavanozun çevresine bir ip sarılır ve ne kadar sarıldığı not edilir. Kavanozun kapağındaki merkezden geçen çapı ölçülür ve çevresi çapına bölünerek 3’ den biraz büyük bir sayı bulunur. Bu sayı hep 3’den biraz büyüktür ama ne kadar büyüktür? Tarih boyunca bu soru hep sorulmuş. Ahmes adlı bir Mısırlı katip tarafından yapılan kayda göre, Pi’yi Mısırlılar 256/81, yani 3,16049 bulmuşlardır. Eski Yunan’da Arşimed bir dairenin çember uzunluğunun çapına oranının 31/7’ den küçük fakat 310/71’ den büyük olduğunu bulmuştur. 9.yüzyıla gelindiğinde

Arap matematikçi Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harizmi 3,17 ve 62.832/20000 değerini kullanmıştır. Daha sonra İtalya’da Fibonacci takma adı ile tanınan Leonardo de Piso, 1220 de Pi için 864/275 değerini kullanmıştır. Bu da yaklaşık olarak 3,1418‘e tekabül eder. Viere,1579’da Pi sayısının 3,1415926535’ den büyük ve 3,14159226537’den küçük olduğunu kanıtlamıştır ve bu tarihdeki en hassas Pi değeri olmuştur. Yüzyıllardır insanlık Pi sayısının gerçek değerini hesaplamaya uğraşıyor. Yarı iletken teknolojisinin getirdiği hızla,


ARAŞTIRMA günümüzün en gelişmiş bilgisayarlarıyla virgülden sonra 51 milyar basamak hesaplanmış olmasına rağmen tam ve gerçek sonuca ulaşılamamıştır. Peki neden önemlidir Pi sayısının tam değerini bilmek? Neden binlerce yıldır insanlar Pi sayısının gerçek değerini bulmak için uğraşmışlar? Neden 3 kabul edip geçmemişler? Bunu insanın gerçeği bilme arzusu ve kusursuza ulaşma aşkı olarak görebiliriz. Pi’yi 3 kabul edip çizilen hiçbir çember kusursuz değildir. Pi’yi 3,14159265 alınca çizilen çember de kusursuz değildir. Ne zaman ki son rakam bulunur ve çıkan sayı sabit alınıp o sabitle çözülür bu sorun kusursuz olarak çözülmüş olur. Gerçek bir çember elde ettik diyebiliriz. Tabi ki bu zor, kolay değil! Elimizde Pi‘yi 3 alıp daha kolay çalışabilme lüksü varken, Pi‘yi gerçek değerine daha yakın bir sayı seçerek işlemimizi zorlaştırıp, virgülden sonraki basamaklarla işlem yapabilme külfetine neden katlanalım ki? Kolay yol varken neden zor olanı seçelim? Burada insanın seçimi önemli. İnsan kolay ama gerçeğe uzak olanı mı, yoksa zor ama gerçeğe daha yakın olanı mı seçmeli? Bu

sorunun

cevabını

almak için ;1950’lerde Edward Lorenz isimli meteoroloji araştırmacısının başından geçenlere bir bakalım. Lorenz ENIAC isimli bir odayı kaplayan ve ağırlığı tonlarla ifade edilen bilgisayarın b u l u n m a s ı n d a n sonra hava durumu tahminlerini bilgisayarla hesaplamaya başladı. Çünkü determinizm ilkesine göre sıcaklık öngörülebilir bir değerdir. Tüm akışkanlar ve tabii ki hava “navierstroke” denklemlerine göre davranırlar. Lorenz her zamanki gibi hava tahmini yapmak için verileri programa girdi.İlk girdiği başlangıç sıcaklık değeri “15,4086” idi. Program bu değere göre otuz günlük hava sıcaklık tahmin sonuçlarını çıkardı. Lorenz her seferinde yaptığı gibi bu çıkan sonucu kontrol etmek için programı tekrar çalıştırdı ve yeniden başlangıç sıcaklık değeri verdi. Ama bu sefer klavyesi, faresi, delikli kartı bile olmayan ,verilerin bazı elektrik anahtarlarının açılıp kapatılarak girildiği bilgisayara başlangıç sıcaklık değerini kolaylık olsun diye “15.409” girdi. Halbuki bir önceki analizde 15.4086 girmişti. Günlük yaşamda 15.409 derece ile 15.4086 arasındaki “0.004”

derece önemsenmeyecek kadar ufaktır. Evimizdeki termometre bunu ölçemez zaten. Bilimsel araştırmalar için kullanılan en hassas termometrenin bile hassasiyeti bu kadar küçük farkı yakalayamaz. Zaten bu fark da ölçüm gürültüsü olarak kabul edilir. Bu kadar ufak bir değişiklik (0.004 derece) bir odaya konulan kelebeğin vücut sıcaklığı yada kanat çırpmasıyla havanın hızında yaratabileceği değişikliğe karşılık gelir. Lorenz sağduyulu davranıp bu kadar ufak bir değişikliği tabi ki göz ardı etti ve fonksiyonu bilgisayarda yeniden çalıştırdı. Lorenz başlangıç değeri 15.4086 derece yada 15.4090 aldığında otuz gün sonraki sıcaklığın doğal olarak aynı olmasını tahmin ediyordu. Fakat Lorenz’i bir sürpriz bekliyordu. Otuz gün sonraki sıcaklıkta nerdeyse birbiriyle aynı başlangıç değerlerinin yarattığı büyük farkı görünce önce bilgisayarın bozulduğunu düşündü. Çünkü her iki fonksiyon başlangıçta birbirine yakın hareket ediyor ama sonlara doğru birbirlerinden uzaklaşıyor ve çok farklı sonuçlara varıyordu. Lorenz bilgisayarı ve programı tekrar tekrar kontrol ettikten sonra hiçbir hata olmadığını gördü. 25 25


ARAŞTIRMA

Lorenz başlangıç koşullarındaki ufak değişikliklerin çok farklı sonuçlar yaratabileceğini o anda fark etti. Gerçekten başlangıçta yapılan en ufak hata bizi uzun vadede çok farklı sonuçlara götürebilir. Edward Lorenz’i “Kelebek Kanadı Etkisi” isimli makalesini yazarken 1950’lerde bırakıp tekrar Pi sayısına dönersek ; zoru seçip gerçeğe daha yakın olma çabasının önemini biraz daha iyi anlamış oluruz. Gerçeğe yakın olma savaşını insan uzaklarda değil ,kendi içinde verecektir. Bu sebepten dolayı; hocalarımızın ve öğretmenlerimizin sorumluluğu çok fazladır. 26  26

Onlar öğrencilerini kolaya alıştırmamalı, onların mücadele aşkını desteklemeli ve onları kolaya değil doğru olana yöneltmelidirler. Belki yazımızın başındaki öğretmen Pi’ yi 3 alın diyecek ve sınıftaki öğrenciler o problemi kolayca çözecekler ama bu onların gelişimini sağlamayacağı gibi faydalıda olmayacak. Lorenz’in düştüğü hataya düşecekler ve kolay olanı seçip otuz gün sonra günlük güneşlik olacak bir yerin sıcaklık tahmini için fırtına haberi verecekler. Hayat Pi’ yi 3,141159....... almışsa hiçbir zorluk veya problem bunun aksini iddia etmemizi haklı çıkaramaz.

Biz bir problemle karşılaştığımızda bu değer herhangi bir değişikliğe u ğ r a m a y a c a k t ı r. V a r olanı yok saymak ancak kendimizi kandırmaktan ibarettir. Sonuç olarak; zor da olsa, sıkıntı da verse, etrafınızda kimsenin kalmayacağını bilseniz de, herkes yanlış yapıyorsun dese de doğru olanı yapmanızı,içinizde olan savaşı kazanmanızı, gerçeğe en yakın olmanızı temenni eder ve yazımın başındaki öğrencinin sorusuna öğretmeninin verdiği cevaba hep birlikte kulak verelim derim: Pi 3,14 alınacak!

Erkan Sihir


SANAT

NURİ PINAR AŞKIN RENGE DÖNÜŞTÜĞÜ SANAT

EBRU

27 27


SANAT Ebru size ne d ü ş ü n d ü r t ü r ? Ebru kelimesini duyduğunuz zaman aklınızdan neler geçer? Benim aklıma “ebru” düştüğünde hem yakın hem uzak,hem gerçek hem rüya,hem berrak hem sisli görüntüler akıp geçer zihnimden. Bir su belirir,hayat kaynağı olan.Sonra bir nokta damlar suya genişler, genişler...Sonra başka bir nokta daha...Her nokta sanki biliyordur nerede duracağını,nereye hangi renkle genişleyeceğini. Sonra sanki bir efsun yayılır sudan,renkler coşar,rüyalar gerçekleşir. Sanki bilirim ne olduğunu, ama bildiğimi bildiğim an unuturum.Sanki anlarım ne olduğunu,anladığımı anladığım an anlamamış olduğumu. Hep dilimin ucundadır,ama hiç sese dökememişimdir. Hep sevmişimdir hep yakın hissetmişimdir. Sebebini bilmemişimdir. Aslında Ebru karşısında benim sözlerimin yetersiz kalması normal.Ben ebruyu anlamak için çaba göstermedim,kendimi zo rlamadım,sabretmedim ,savaşmadım.Ebru’nun gizemini anlamayı beklemem safçadır. İşte bu sayıda kendini 28

ebru sanatında arayan,ebru sanatının duayenlerinden Nuri Pınar ile röportaj yaptık. Nuri Pınar İzmir’deki bir çok insanın ebru sanatıyla tanışmasını sağlayan kişidir.Biz kendisiyle yapmış olduğumuz sohbetten hem çok keyif aldık,hemde bilgilendik. Sizlerinde okurken aynı duyguları hissetmenizi temenni ederim. Ebru nereden

kelimesi geliyor?

Ebru kelimesinin tam olarak nereden geldiği belli değil.Tahmin yürütüyoruz .Kimileri diyor ki ebr buluttur. Ebrî bulutumsudur.Kimisi diyor Ebr kaştır.Kimisi Farsça “ab” (su) ve “ru” (yüz) sözcüklerinden yola çıkarak “su yüzü resmi” anlamı da çıkarılmaktadır.Köken olarak ebr kökünden g e l m e k t e d i r. O s m a n l ı dönemimde sıfatlaştırılıp “ebrî” olmuştur. Türkiye türkçesine “ebru olarak girmiştir. Ebrû ile tanışmanızın hikayesini anlatır mısınız, nasıl oldu? Sene 1976 İsviçre’ye yerleştim.Ülkemdeki sanatsal etkinlikleri de takip ediyordum.Çeşitli dergilere aboneydim.O günlerde elime Sayın Uğur Derman’ın yazdığı “Türk Sanatında Ebrû” isimli kitap geçti.


SANAT 1978 yılıydı ve ilk defa o kitapta ebru fotoğrafları gördüm,çarpıldım. Hani kitabının başında “bir kitap okudum hayatım değişti”diyor ya. Bizim de hayatımız bir kitap okumakla d e ğ i ş t i .” T ü r k sanatında Ebrû” bu topraklarda 1608 yılından sonra ebru tekniği üzerine yazılmış ikinci kitaptır. Kitap ebru

okuyarak öğrenilirmi?

Öğrenilir ama süreç çok uzun sürer. En iyi öğrenim bir usta nezaretinde olandır. K i m l e r d e n ders aldınız? Hiç kimseden Ustanızı mı arıyorsunuz? Ustam yok, benim için Usta teknemin kendisi oldu. Uğraştığınız diğer sanat dalları var mı? Hepsiyle uğraşırım. Uygulamacı olmasam bile içyüzünü öğrenirim,tarihçesini araştırırım,ustalarıyla t a n ı ş ı r ı m . Sizce sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?

Sanat sanatçının kendisi içindir.Sanatçı kendi ruhunu yıkar orda.Başkalarıda o eserden birşeyler algılıyorsa,iyi bir şey yapmıştır. Uğraştığınız diğer sanat dallarının ebru yaparken size kattığı artı değerler nelerdir? Bütün sanatlar k a r d e ş t i r, b i r i n i b i r i n d e n soyutlayamazsın. Bütün olay içte olan duygunun dışa yansımasının ifade şeklidir.Kimi bunu sözcüklerle yapar,şiir yazar.Kimi bunu renklerle yapar,tablo ortaya koyar.Kimi bizim gibi suyun üzerine nakışlar yapar. Kimi beste yapar.Hepsi aynı duygunun başka türlü dışa vurumudur. Bir sanatsal etkinlikte bulunan kişinin diğer sanatlarlada meşgul olması mutlaka gereklidir. Yoksa duygu dünyası kısırlaşır, körelir. Ebru yapma işi meşk olarak tanımlanıyor. Aşk bunun neresinde? Gelenekli sanatların hepsi meşk usulü öğrenilir.Aşk olmadan meşk olmaz.İşte aşk bunun tam ortasında,merkezindedir. 29


SANAT

Aşk ve sabır olmadan bizim gelenekli sanatlar icra edilemez.Bizim gelenekli sanatların omurga kemiği aşk,kaburga kemikleri sabırdır. Ebrû sanatının böyle gizemli ve etkileyici bir tarafı mı var? Hiç yok! O dediğin ebruya bakanın gözündeki imaja bağlı. Bu olay yalnızca simyadır. Simyada amaç demiri altına dönüştürmektir. Ebru sanatında ne neye dönüşür? Aşk renge dönüşür. 30 30

Günümüzde popülerlik

b e r a b e r i n d e k i r l e n m e y i d e getirebiliyor. Ebrû sanatı kendini bundan koruyabildi mi ? Olsun,kirlensinki gerçekler ortaya çıksın. Dört seneden beri sergi açmadık.Çünkü ortam çok yozlaştı.Biz senelerce bu sanat komadan kurtulsun diye serum verdik. Şimdi yozlaşmamaması için başında bekçilik yapma ihtiyacı hissediyorum ama artık benim kontrolümden çıktı.Devlet ve birçok belediye bizim dedikleri bu sanatı maalesef sabote ediyorlar.Her yerde kurs açıyorlar.Üç ay ders alan kişileri hoca

olarak tayin ediyorlar. 4 ay boyunca kursa giden öğrenciler sergi açıyorlar. Ebru sanatının başlangıç tarihi nedir ? B i l i n m i y o r. Ta r i h ç e s i efsanevidir.11 yy da Japonyoda kağıt imal eden bir aile var, aynı zamanda bir çok hattat var bu ailede.O tarihte bu ailenin yapmış olduğu su resimleri var.Bunlara "suminagaşi" deniyor, yani "yüzen mürekkepler". Ulkemizde bizim bildiğimiz en eski ebrular Topkapi sarayı Müzesinde bulunan 1539 tarihli bir divanın yapraklarıdır. Arifî'nin yazdığı Guy-i


SANAT Çevgân isimli bu divanın tüm sayfalarının zemini ebruludur.1608 de ebru ile ilgili ilk bilgileri içeren "Risale-i tertib-i ebri” isimli bir kitapçık yazılmıştır.Bu tarihten önce de bu topraklarda mutlaka ebru yapılmıştır, ancak elimizde bu konuyla ilgili yazılı kaynak yok. Mesela Mevlana diyorki; “’Ey suya resim yapılmaz diyen kişi, beri gel beri, gör suya nakış yapanları’’ Mevlana ebruculardan bahsediyor ve bu sözü 1200 lerde söylemiş.Demek ki o zamanlarda Anadolu’da ebru yapılıyordu. Ebru yapmak için nasıl malzemeler gerekiyor? Önce aşk ve sabır. Bunlar mevcutsa gerisi kolay. Eskiden herkes çırak olabiliyor muydu? Usta-çırak ilişkisi nasıldı sert kuraları varmıydı? Şu an nasıl? Eskiden de her isteyen çırak olamazmış. Çok seçici davranmak zorundayım. Başvuran herkesi kabul etmeyiz, taliplileri kendilerine farkettirmeden teste tabi tutarız.Zira emaneti ehline teslim etmek gerek. T a l e b e l e r i n i z ile çalışırken, ders esnasında kurallarınız var mıdır? Kuralsız

eğitim

olmaz.

Doğu kültürlerinde usta-çırak ilişkisinde öğrenci soru sormaz. Hoca öğrencinin ne sorabileceğini,neye ihtiyacı olduğunu hisseder ve o an cevabı verir..Zaten hoca bunu hissedemezse, daha olgunlaşmamış demektir.Hoca zamanı gelince herşeyi anlatır,çırak sadece dinler ve uygular.Öğrenci kendi tavrını bulduktan sonra hoca ona icazetini verir. Bir ebrunun aynısı yapılamıyor,bu gerçek size neleri düşündürtüyor? Hiçbir şeyin aynısı yoktur bu alemlerde.Devamı vardır tekrarı yoktur. Hiçbir anın da tekrarı yoktur,sadece devamı vardır.Teklik olayı.Vahdet. İşte her ebru da tektir. Ebrunun kopyası da, taklidi de olmaz.Dünyada herşey tektir,hiçbir şeyin aynısı yoktur.Hiçbir anında aynısı yoktur bu alemler kurulduğundan beri. İnsanlar ebruda neyi arıyor? Kendini arıyor.İnsan sadece kendini arar ,başka hiçbir şey aramaz.İnsan sadece kendini özler. Fakata insan hep kendini en uzaklarda aradığı için,hüsran içindedir. Şöyle baksak içimize ,gönlümüze bulacağız kendimizi de,korkuyoruz kendimizden. Ebru adaylarına söylemek istedikleriniz?

Az önce sen değindin eski usül meşk ile bugünkü aynı mı diye. Aynı olamazki. Globalleşen dünyada gençlerin bakış açıları değişti .Biz bunları çok şımarttık.Çoçuklarımıza herşeyi verdik.Bunlar acıya ,açlığa tahammüllü değiller.En ufak bir sorunda kapatıyorlar kendilerini. Kendi yüreklerinde o cesareti bulanların sayısı çok az.Ebru yapımı dışardan bakıldığında çok kolay gibi gözükür. Çok zordur. Bu iş bir çile işidir.Biz toprağı alır ve onu boya haline getiririz, bunlar hazır olarak bize gelmez.Toz halinde gelen bu boyaları mermer veya cam üzerinde uzun müddet ezeriz.Onları ezerken kendimiz de ezilmezsek,alın terimiz boyaya karışmazsa zaten o boyalardan ruhlu bir eser çıkmaz.Eğer bu ezme işlemi bize zahmetli geliyorsa ebruya hiç başlamamak gerekir. Bence sabırsız insanlar hiç başlamasınlar?Çoğu öğrencimiz bize seneler sonra “burda biz ebruyu değil sabrı öğrenmişiz “ demişlerdir. Ebru sanatıyla uğraşırken insanın sabrı genişler. İkinci önemli nokta ise yeni başlayacakların, bu sanata aşık olmaları g e r e k l i l i ğ i d i r. S a n a t sadakat ister.Başladıktan sonra bunu yaşam biçimi yapmaları lazım. Her yerde ebru görmeliler.Yedikleri salatada ve hatta barbunya fasulyesinin üzerinde bile! Teşekkürler Erkan Sihir

31 31


EDEBİYAT

3232


EDEBİYAT Elif Şafak ‘’Bir varmış bir yokmuş’’ diye başlasa romanlarına hiç yadırgamazsınız, şaşırmazsınız, çünkü masal anlatır gibi anlatır hikayesini ve sizde ‘’bu ne saçma şey böyle!’’ demez, masal dinler gibi okursunuz onun romanlarını. Sanki büyük büyük annenizden bir söylence dinler gibi hissedersiniz kendinizi. Her romanında ortak olarak kullandığı ama okuru sıkmadan, bıktırmadan kullandığı bazı temaları vardır onun. Mesela halk kültürü büyük yer tutar kitaplarında, çünkü halk kültürü simgesel anlatıma müsaittir ve o bundan bolca faydalanır. Ayrıca tüm kitapları mistisizmden fazlasıyla nasiplenirler… Batıl inançlar ve batıl inançlara sahip karakterler de aynı şekilde nerdeyse olmazsa olmazıdır. Cinler kitap karakteri oluverir; Baba ve Piç yada Pinhan’daki gibi… Sonra onun kadınları vardır; g ü ç l ü , radikal, gerçekçi ve hayata meydan okuyan, yalnız

kadınları… Hatta sanki erkek karakterlerinden daha gerçekçi daha tanıdıktır onun kadınları. Sürekli bir arayış içindedirler… Dini motiflere sıkça baş vurur, cümlelerinin arasına kutsal kitaplardan ayetler serpiştirir, Mahrem’de Sibirya şamanlarına uzanırken, Şehrin Aynaları’nda Ortaçağ İspanya’sında engizisyon mahkemesinin başı olan bir vaizin düşüncelerine girip hıristiyanlıktan yahudiliğe geçişler yapar, Pinhan’da islamiyet ve özellikle de tasavvufa eğilir... Doğunun mistik yönünden dem vurur satır aralarında…Din hassas bir konudur ama o bu motifleri başarıyla yerleştirir hikayesine ve okuru hiç rahatsız etmeden işin içinden sıyrılır… Sonra zıtlıklar vardır onun hikayelerinde, ama bu zıtlıklar klasik anlamdaki iyi- kötü zıtlığı değildir hiçbir zaman. Çünkü onun karakterleri ne mutlak iyidir ne de mutlak kötü… Hepimiz gibi kusurları ve zaafları olan sıradan insanlardır. Ondaki zıtlıklar daha farklıdır. Mesela Mahrem’de iki sevgiliden biri çok şişman ve iriyken, diğeri bir cücedir. Yada Pinhan’da ana karakter iki zıtlığı bünyesinde taşır, çünkü çift cinsiyetlidir. Bit Palas’da birbiriden

tamamen farklı insanların oturduğu bir apartman anlatılırken, Baba ve Piç’de sanılanın aksine zıtlık öğesi Türk-Ermeni ayrımı değildir. Tam tersine o konuda aslında iki kültürün birbirine ne kadar benzediğini, aynı adlı aynı yemekleri yiyip aynı batıl inanışlara sahip olduklarını, aynı büyük ve birbirinin özel yaşantısıyla fazlaca ilgili aile yapısı içinde yaşadıkları vurgulanır. Baba ve Piç’teki zıtlık, aynı aile içinde tamamen farklı karakterdeki aile üyelerinde ortaya çıkar, her biri birbirine taban tabana zıt kişiliklerdir. Araf’ta ise yine birbirine hiç benzemeyen, gerek kültürleri gerekse kişilikleri farklı karakterler ‘’Amerika’’ ortak paydasında birleşirler. Elif Şafak,1971’de Strasbourg da doğar, Türkçe yi yabancı bir dilmiş gibi öğrenir, bu da onu farklı kılan özelliklerinden biridir belkide... İlkokulu Ankara’da, ortaokulu Madrid’de okuduktan sonra ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirir. Sonrasında ise birçok ülkeyi dolaşan bir gezgin gibidir... ‘’Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsallık-Döngüsellik’’ konulu yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneğince ödüllendirilir.

3333


EDEBİYAT ilk romanı Pinhan’ı , 26 yaşındayken yayınlar. Pinhan ile Mevlana Büyük Ödülü’nü alır.

Pinhan’da inden

aslında mastır tezesintiler vardır.

PİNHAN Hikaye, bir tekkede yaşayan ‘Pinhan’ın kendini arayışı, bu amaçla yollara düşüşüdür. Pinhan ; ‘’saklanmış, gizlenmiş, keşfedilmeyi bekleyen’’ anlamına gelir ki bu da karakterle örtüşen bir isimdir. Ayrıca Pinhan, daha öncede bahsedildiği gibi, çift cinsiyete sahip bölünmüş bir kişiliktir. Hikaye tekkede başlayıp yine tekkenin önünde son bulur. Bunlar kadınsallık ve döngüselliğe yapılan atıflardır. Kitap, her

biri dört elemente; yani ateş, hava ,su ve toprağa ithaf edilmiş dört bölümden oluşur. ‘’ Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.’’

..............................

ŞEHRİN AYNALARI Pinhan’dan sonra şehrin Aynaları gelir. Orta Çağ İspanyası’nda e n g i z i s y o n u n karanlık gölgesinde yaşayan insanlar anlatılır romanda.

''hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan. hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini kesemez insan.''

.............................. 34


EDEBİYAT

MAHREM Sonrasında gelen Mahrem’de adı verilmeyen çok şişman bir kadınla bir cücenin aşkı anlatılır. Bu aşk ‘’mahrem’’ bir aşktır, gözlerden uzaktır. Çünkü her ikisi de sözde kusurları yüzünden toplumun dışında kalmış karakterlerdir. Cüce hikaye boyunca bir‘’Nazar Sözlüğü’’ hazırlar. Zaten kitap da mahremiyet, görmek ve görülmek üzerinedir. Elif Şafak bu kitapla 2000 yılı Türkiye yazarlar birliği roman ödülünü kazanır. ''Gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise

gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür.Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.''

.............................. BİT PALAS Bit Palas da Art Nouveau tarzında inşa edilmiş bir apartmanda yaşayan birbirinden tamamen farklı karakterleri anlatır. Mimari tarz olarak Art Nouveau’yı seçmesinin bir nedeni vardır. Zira bu tarzda apartmandaki her daire orada yaşayan kişilerin farklılıklarını vurgulamak istercesine farklı planlarda inşa edilir. "Görünenle

görünmeyen, zahiri ile batini arasındaki farkı çok önemsiyorum aslında. Görüntünün altında başka dinamikler yaşıyor. Bütün takıntılarımızı eve saklıyor, göstermemeye çalışıyoruz. Kamusal alanda sakladığımız yüzler var. Ben o görünmeyeni göstermek istedim bu romanda" diye bahseder bu romanından…

.............................

35


EDEBİYAT

ARAF Araf, Amerika’nın Boston kentinde yaşayan bir grup insanı anlatır. Bunların bir kısmı farklı ülkelerden gelip Amerika’da yaşayan ve fakat kendilerini oraya ait hissetmeyen ‘’yabancılar’’, bir kısmı ise kendi ülkesinde yaşayıp nereye ait olduğunu bilmeyen

‘’

yerlilerdir’’. Tüm karakterlerin kişiliklerinde bir ‘’delilik’’ havası hakimdir. Karakterler ‘’delilikle’’ ‘’normallik’’ arasında bir sarkaç gibi gider gelirler. Kitap, yazarın diğer kitaplarına göre daha akıcıdır ve mizahi yönü de daha baskındır.

.............................. BABA VE PİÇ ‘’Baba ve Piç’’ sansasyonel bir şekilde çıkar piyasaya. Çünkü hassas bir konuya, ‘’TürkErmeni meselesine’’ değinmektedir. Yazar kitap için şöyle der: ‘’İstanbullu bir ailenin öyküsü. Aileyi Osmanlı

son dönem yazarları gibi kullandım. Ailenin geçirdiği dönüşümleri okurken ülkenin geçirdiği dönüşümlere dair de ipuçları toplayacağız ve 4 kuşak kadının hikâyesi, bir Ermeni kadının hikâyesiyle kesişecek."

.............................. AŞK Son olarak ise dinler tarihi ve sufizm üzerine yoğunlaştırdığı eğitiminin de katkısıyla ‘’Aşk’’ ı yazar…Ve bu

36

kitapla tasavvufa ve sufizme ne kadar hakim olduğunu bir kez daha kanıtlar okurlarına...

.............................. ÖZGÜR BENLİ


KİTAP

ELİF ŞAFAK AŞK

“Hamuş” derdi Mevlana kendine. Yani Suskun. Düşündün mü hiç bir şairin, hem de nâmı dünyayı sarmış bir şairin, yani işi gücü, varlığı, kimliği ve hatta soluduğu hava bile kelimelerden müteşekkil olan ve elli binden fazla muhteşem dizeye imza atmış bir insanın, nasıl olup da kendine SUSKUN adını verdiğini..? Mesnevi’yi şerh edenlerin çoğu bu ölümsüz eserin “b” harfiyle başladığına dikkat çeker. İlk kelimesi

“Bişrev!”dir. Yani “Dinle!” Tesadüf mü dersin ismi “Suskun” olan bir şairin en kıymetli yapıtına “Dinle!” diye başlaması. Sahi, sessizlik dinlenebilir mi? Bu romanda her bölüm aynı sessiz harfle başlar. “Neden?” diye sorma, ne olur. Cevabını sen bul. Ve kendine sakla. Çünkü öyle hakikatler var ki bu yollarda, anlatırken bile sır kalmalı.” Böyle başlıyor roman içindeki romanına Elif Şafak. Önce hali vakti

yerinde Amerikalı bir ailenin evine konuk oluyoruz, sıradan, tek düze, bilindik hayatlar. Evin annesi Ella uzun yıllar süren ev hanımlığından sonra eğitim aldığı konuda bir iş bulmaya karar verip bir yayın evinde ‘’editör asistanının asistanı’’ olarak işe başlıyor ve eline adı sanı duyulmadık bir yazarın ‘’Aşk Şeriatı’’ adlı kitabının taslağını tutuşturuyorlar incelesin diye. Ve buradan itibaren romanın içinde ikinci bir romana dalıyoruz ve Mevlana’nın güneşi Şems-i Tebriz-i’nin hikayesine, yollarının nasıl kesiştiğine tanıklık ediyoruz. Şems’ten önce Mevlana hakim çizgiye yakın duran bir din alimidir, herkesin sevip saydığı, hürmet ettiği, her sözü bir altın değerinde olan bir bilgindir. Ancak onu tanıdıktan sonradır ki alışılmış tüm kuralları yıkmaya cesaret eder, aşkın, semanın ateşli savunucusu olur ve bir gönül ehline dönüşür. Şems onun kendini görmesi için bir ayna olur, içindeki aydınlığı ortaya çıkarır. 37 37


KİTAP

Ancak Şems Mevlana’nın etrafındaki diğer kişiler tarafından pek sevilmez, çünkü dilinin kemiği yoktur. Kimseye yaranmak, sevilmek, takdir edilmek gibi dertleri yoktur. Kitap boyunca ‘’gönlü geniş ve ruhu gezgin sufi meşreplilerin kırk kuralı’’ nı sayar tek tek. Fakat bunlar diğer dinlerin buyurduğu gibi katı kurallar, emirler değildir. Sağduyu sahibi her insanın duyduğunda anlayabileceği, aklının yatacağı ve merkeze aşkı alan kurallardır bunlar. Bir yandan bu ilahi aşk anlatılırken bir yandan da Ella ile ‘’Aşk Şeriatı’’nın yazarı A.Z.Zahara arasındaki dünyevi aşka tanıklık ederiz. Zahara’da bir nevi

38 38

Ella’nın Şems’i olur, onun içindeki aydınlığı ortaya çıkarır, onun güneşi olur… Romanda her karakter 1. ağızdan sanki bir günlüğe yazarmış gibi kendi düşüncelerini aktarıyor. Bu da olayları farklı pek çok bakış açısından görmemizi sağlıyor. Elif Şafak tasavvufu romana öyle güzel yedirmiş öyle akıcı bir dil kullanmış ki, bu konuda hiçbir bilgisi olmayan bir okur bile rahatlıkla anlayabilir verilmek isteneni. Çünkü bilgiçlik taslamamış, merkeze sezgiyi ve aşkı koymuş. ‘Benim tasavvufa ilgim bu romanla başlamadı. Tasavvuf merakımın kökleri bundan 14 -15 sene öncesine uzanıyor. İlk zamanlarda

ilgim daha entellektüel bir merak vesilesiyle idi. Tezimi Bektaşi ve Mevlevi felsefesi üzerine yazmıştım. Ancak tasavvuf romanlarımda hep bir alt akıntı olarak vardı. Ama bu sefer ana damar oldu. Ben bu romanda yüreğimi açtım okurlara. Mevlana’nın bende çok izi var ama bana Mevlana’yı sevdiren kişi Şems’tir. Ben onu ilk defa Şems’in aynasında gördüm ve öyle sevdim.’ der bir röportajında. Sonuç olarak tasavvufa ilgisi olanların büyük bir keyifle, bu konuda bilgisi olmayanlarınsa merakla okuyacağı sürükleyici bir roman Aşk ÖZGÜR BENLİ


GEZİ

. . SIMYANIN GIZEMLI YERI

GOLDEN LANE

“Her insan, kusurlarının metalini, erdemlerin altını yapabilir ama öncelikle bunu, simyacıların altınlarını elde etmek istemeleri gibi istemek gerekir. Bunu istemenin yanı sıra onun için çalışmak da gerekir.” Delia Steinberg Guzman 39 39


GEZİ

Ç

ek Cumhuriyetinin başkenti Prag, dünyanın en büyüleyici şehirlerinden biri. Şehri eşsiz manzarası ile ortadan ikiye bölen Vltava Nehri’ nin batısında yükselen zeminde, uzun yıllar Bohemia yöneticilerinin yaşadığı, sonradan ülke başkanlarının evi olan Hradcany KaleSarayı bulunuyor. Bugün Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı hala burada yaşar. Golden Lane ( Altın Patika) , metalden altın üretmek gibi olağan üstü işler yapan simyacıların yaşamış olduğu bir yer olarak biliniyor. Taş döşeli dik yokuşlardan çıkıldıktan sonra Hradcany Kalesi’nin hemen bitişiğinde dar bir sokak ve burada bulunan şirin ve küçücük evlerden oluşuyor. Evler birbirine bitişik ve rengârenk. Merdivenler, kapılar, pencereler küçücük. Tavanlar alçak ve genelde bir giriş ve içeride bir odadan oluşuyor. Normal boyutlarda iki insan bu girişte yan yana zor durabiliyor. Odalar 3 ya da 4 metrekare kadar görünüyor. Bazıları iki katlı ve küçücük merdivenler dönerek ikinci kata çıkıyor. Bütün evlerin içinde küçük bir ocak ve hepsinde de kocaman bacalar var. Sanki cücelerin yaşadığı bir masal sokağı gibi görünüyor. Bu gün bu evler daha çok antika ve turistik eşyaların 40 40

satıldığı dükkanlara dönüştürülmüş. Bazı evler biraz daha büyük bir dükkan elde etmek için birleştirilmiş. Oldukça fazla turistin ilgisini çeken ve kale ile birlikte oldukça ziyaretçi akınına uğrayan bir sokak. 1590’larda, Prag’da yaşayan Habsburg imparatoru ll. Rudolph’ un zamanında, bu evlerde kalenin korumaları yaşardı. Daha sonra burası bir kuyumculuk merkezi haline geldi ve imparatorun simyacılarını, ocaklarda altın ve yaşam iksiri yapmaları için, bu küçük evlere yerleştirdiği efsanesi yayıldı. Onlar burada bir cin lejyonu gibi, söylencedeki Felsefe Taşı’nı yapmak için çalışıp deneyler yaptı. ll. Rudolph’un simya tutkusu, hikâyenin gerçek olma ihtimalini güçlendirmişti. Yine söylentiye göre bu evlerde o kadar çok altın üretildi ki altın tozları bu taş döşeli daracık sokağı kapladı ve bu nedenle sokak Altın Patika adını aldı. ll. Rudolph, kendi zamanında bilimin ve gizemin sınırlarında dolaşan olaylarla meşguldü; Simya, kimya, astroloji ve astronomi.1552 yılında Viyana’da doğdu. 1575’te Bohemia kralı, bir sonraki yıl da babası ll. Maximilian’ ın yerini alarak Kutsal Roma imparatoru oldu. Onu evrak


GEZİ ünlü hikâyesini bu küçücük evde yazdı.

imzalatmaktan başka bir iş yapmaktan alıkoyan ve ruh sağlığından şüphe edilmesine neden olan depresyondan çok çekti. Favori yeri olan Prag’daki kaleye kendini kapadı ve zamanının çoğunu simya deneylerine ayırdı. Saray şairinin, metal bazlarını altına çeviren ve insanı ölümsüzleştiren Felsefe Taşı adına şiir yazmasını bile istedi. 1606’da ailesi onun yöneticilik yetisine sahip olmadığını söyleyip yerine erkek kardeşini getirdi. Ll. Rudolph 1612’de Prag’da öldü. Sokağın bir ucunda Daliborka adlı bir kule bul unuyor. 1496 ‘da bir hapishane olarak inşa edilen kule söylentiye göre ismini, toprak sahiplerine karşı gelip köylülerle

taraf olma hatasını yapan ilk mahkum Kozojedy’ li Dalibor’ dan aldı. Dalibor zincire vurulu olduğu halde kendi kendine keman çalmayı öğrendi. Öyle güzel çalıyordu ki, insanlar kulenin dibine toplanıp onu dinlerdi. Sonunda Dalibor ve kemanı susturulmuştu. 19. yüzyıl Çek bestekârı Bedrich Smetana, Dalibor operasını bu hikayeden uyarladı. Kale’ nin ve daha birçok tehlikeli romanın yazarı Franz Kafka, 1916 Kasım’ından 1917’nin Mart ayına kadar Golden Lane’de yaşadı. En sevdiği kız kardeşi Ottla, ona 22 numarayı kiraladı. Yazar, geceleri kalenin etrafındaki sokaklarda gezinmekten çok hoşlanırdı ve birçok

Simya , soy metallerden altın yapmak için yapılan işlem olarak biliniyor günümüzde. Maddenin özündeki değişim kastediliyor. Simyacılar, yüzyıllarca saf altını aramışlardır. Aynı zamanda simyacıların ölümsüzlüğü ve daimi mutluluğu aradıkları da söylenir. Antik çağlarda birçok kültür, Çin, Hindistan, Mısır sonra d Araplar Simya ile ilgili bilgilere sahiptiler ve birbirlerine aktardılar. Toplumlardaki bilgelik eksikliği ve etik kaygılar nedeni ile bu bilgiler zaman içinde kötüye kullanılmamaları için daha küçük gruplar arasında aktarıldı ve zamanla da kayboldular. Şimdi bilim ve insanlık türlü deneylerle Simya’yı tekrar keşfetmeye çalışıyor(Atom füzyonu, nükleer enerji vb.). Simya aslında var olan bir evrim sürecinin hızlanmasını temsil eder. Burada söz konusu olan dönüşümdür. Simyacı, bilim ve felsefe yoluyla, doğanın kuralları ile ve doğa yararına çok daha hızlı evrilmeye yardım eder ve aslında kendini dönüştürür.

Mihrican Bal

41


TARİH

OSMANLI DÖNEMİNDE

İZMİR

Canım İzmir Savurup getirir bir imbat gençlik yıllarımı, Bir balıkçı toplar İnciraltı kıyılarından umutlarımı, Portakal bahçelerine sakladığım anılarımı, Taşır mısın hala bilmem canım İzmir.. Ne saçımda beyazlar, ne yüzümde çizgiler, Kordonboyunda dolaşırdı el ele, göz göze sevgililer, Sevda olup gitarımdan dökülmüş ezgiler, Duyulur mu hala kıyılarında canım İzmir..

42 42


TARİH

OSMANLI EGEMENLİĞİ

Aydınoğlu Beyliğinin yıkılması ile 1425 yılında Osmanlı Devleti'ne bağlanan İzmir ve dolayları "Sığla" Sancağı adını alıyor ve Anadolu Eyaleti'nin de bir parçasını oluşturuyordu. Böylece İzmir’in yönetsel belirsizliği de sona ermişti. Bu tarihte İzmir çekişmelerden dolayı Kentsel yerleşim ve ticari açıdan büyük yaralar almış ve duraksama dönemine girmişti. Kentin öneminin farkında olan ve zamanın en iyi donanmalarından birine sahip olan Venedikliler de Ege Denizinde hakimiyet kuramamış olan Osmanlı üzerinde baskı oluşturmakta ve İzmir ‘in ticari gelişimini engellemekteydi. Bu süreç, ticari ve askeri bir rekabet dönemiydi. Venedikliler 1472’de İzmir üzerine yönelerek, askeri tehdit yoluyla ticari avantajlarını sürdürmeyi amaçlayan bir girişimde bulundular ve körfeze girerek limana saldırıp, kenti yağmalayıp, yaktılar. Bunun üzerine dönemin Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet daha önce Rodos şövalyelerini y e n e r e k kenti kurtaran Timur tarafından yıkılan Liman Kaleyi tekrar inşa ettirmiştir. Liman tekrar kurulmuş ve İzmir eski görünümüne

kavuşmuştur. L i m a n k a l e ve Pagos Tepesindeki İç Kale arasında hem doğudan hem de batıdan uzanan surlar kentin güvenliğini s a ğ l a m a k t a y d ı l a r. Bu tarihten sonra kent Pagos Tepesinden Limana doğru genişlemiştir. Osmanlı hem Ege kıyılarında hem de Anadolu içlerinde güçlenmekteydi. 16. Yüzyılda İzmir her türlü saldırıdan uzak bir şehir olmasına rağmen hala küçük bir kıyı kasabasıydı. Bunun nedeni İzmir in ticari açıdan bir et

k i n l i k g ö s t e r e memesiydi. İstanbul’un 1453 yılında fethedilmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti yapılması diğer birçok Anadolu kenti gibi İzmir in de arka planda kalmasına ve şehre gerekli önemin verilmemesine neden olmuştur. Bu yüzden İzmir bir ticaret kenti olmaktan öte küçük bir tarım kasabası olmuş ve liman sadece iç ticaret için kullanılmaktaydı.

43


TARİH

TİCARETİN YENİDEN YÜKSELİŞİ Osmanlı İmparatorluğunun fetihlerine devam etmesi ve buna paralel olarak ege denizindeki adaları da imparatorluk bünyesine katması ile İzmir yüksek oranda bir göç almaya başlar. 16. yüzyıl boyunca çok fazla ilerleme göstermeyen nüfus artmaya başlamıştır. Yeni gelen göçmenler tarımla uğraşan İzmir halkının aksine ticaret ile uğraşıyorlardı. İzmir limanının dış ticarette de hareketlenmeye başlaması ile küçük liman kasabası eskisi gibi bir ticaret kentine dönüşmeye başlamış, tarımsal kimliğinden uzaklaşmaktaydı. 16. yüzyılın son çeyreğinde kent hem dış ticarette hem de iç ticarette aktif rol oynamaktaydı. Batıdaki keşif ve sömürgecilik akımından İzmir de ticari yönden nasibini almaya başlamıştır. Özellikle Doğu Akdeniz ticaretinde söz sahibi olan Fransa ve Venedik’le rekabete giren İngilizlerin doğuya yayılma çabalarının İzmir’in ticaret atılımında çok büyük bir payı olmuştur. 1610 ile 1630 yılları arasında İngilizler ve Fransızların ardından Hollandalılar da İzmir’e gelerek ticaret faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Böylece Batı Anadolu’daki ticaret yeniden biçimlenmeye başlar. İzmir yeniden Doğu 44

Akdeniz’in en önemi liman kentlerin den biri haline gelir. İzmir in bu ticari atılımı beraberinde çok uluslu bir nüfus artışı da sağlar. Bu yıllarda İzmir ve cehresi de değişmektedir. Kentin kıyı şeridinde kentleşmeye paralel yeni evler ve gelen yabancıları ağırlayacak ve ihtiyaçlarını karşılayacak binalar yapılmaktaydı. Hatta

Osmanlı İmparatorluğu İzmir’de kendi kent yönetimi dışında bir yönetim şekli benimsemiştir. Kentte, deniz asayişinden sorumlu bir Kaptan Paşa, yargı ve idari işlerden sorumlu bir Kadı ve vergi toplamak için bir Voyvoda görev yapmaktaydı. Fakat her çok uluslu kıyı kenti gibi İzmir de bu dönemde birçok salgın atlatır.


TARİH Bu salgınlardan en büyüğü 1676 yılındaki veba salgınında 30.000 kişinin ölmesi ile olur. Bu olaylara karşın İzmir'in 16. yüzyıl boyunca devam eden büyüme süreci, 17. yüzyılda da sürmüştür. Kent 1740 tan sonra ikinci bir büyüme evresine girer. Gün geçtikçe büyüyen bu liman kenti artık bir dünya kenti statüsüne kavuşur. Doğu ve batı arasındaki önemli bir geçiş noktasıdır. Osmanlı açısından da İzmir iç pazardaki ürünlerin dış ülkelere bir çıkış kapısı olmuştur. Sanayi devrimi yaşayan Avrupa ‘nın hammadde ve tarımsal ürün ihtiyaçlarını k a r ş ı l a m a k t a d ı r. Avrupa tarafından ihtiyaç duyulan hammaddelerin başında pamuk vardır.

Ve daha önceleri başka ülkelerden temin edilen pamuk artık Osmanlıdan dolayısı ile İzmir üzerinden temin edilmeye başlanmıştır. Bu Osmanlı ekonomisini yükselişe geçirdiği gibi İzmir i de ticari yönü dışında tarımsal olarak etkiler. Ve ege de pamukçuluğun başlamasına neden olur. İzmir de bu dönemde pamuk üretim ve ticaretini, Ege bölgesinin ayan denilen yerel yöneticileri kontrol ediyorlardı. Bu bağlamda kentte birçok han kurulmuştur. 18. ve 19. yüzyıllarda İzmir Altın çağını yaşamaktadır. Bu yüzyıllarda yapancılara sağlanan ticari olanakların artması ile İzmir in ticari yönetiminde de yabancıların sözü daha

çok geçmektedir. 1843 te kentte ilk yabancı banka kurulur. Yabancı nüfusu sürekli artmaktadır. 1850 yıllarında İzmir'de 20 değişik ülkenin tüccarları büyük ticaret evleri kurmuşlar ve bu ülkelerin 17 tanesi şehirde konsolosluk açmışlardır. Bu hızlı gelişim süreci ile Kent 1850 yıllarında Aydın vilayetinin merkezi olur. Bu vilayetin 4 sancağı vardı (İzmir, Aydın, Saruhan ve Menteşe). 1890 yılında İzmir Merkez Sancağı'nın 10 ilçesi, 19 bucağı, 704 köyü vardı. İzmir in bu gelişimi I. Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılına kadar aralıksız devam etmiştir.

ADİL YILMAZ

KAYNAKLAR http://www.msxlabs.org/forum/turkiyenin-illeri/8997-izmir-8.html http://www.ithakiajans.com/izmir/izmir.htm http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0zmir http://www.izmirsehirrehberi.com/tarihce/tarihce.htm http://www.izmir.bel.tr/StandartPages.asp?menuID=824 http://egeriders.com/forum/resim/19.-yuzyilda-izmir.html

45


ARAŞTIRMA

K E L E B E K L E R

4646

Böceklerin pulkanatlılar veya kelebekler (Lepidoptera) takımının kanatlı fertlerine verilen addır. 150000 farklı türü bulunmaktadır .Genellikle ömürlerinin kısalığı ve muhteşem güzellikleriyle herkes tarafından bilinirler. Sanılanın aksine kelebekler, türlerine göre değişmekle birlikte 3 gün 12 ay arası yaşarlar. Kelebekler genellikle gündüz uçup beslenirler. İşitme ve koku alma duyuları oldukça gelişmiştir. Bitkilerin

tozlaşarak üremelerinde arılar gibi kelebeklerinde etkisi çok büyüktür. Dişi kelebekler yumurtalarını ağaç kabukları veya yaprakları üzerine yapıştırarak bırakırlar. Yapmış olmak için yapılan bir eylem değildir bu çünkü ; yumurta bırakacağı ağacı ve yaprağı özenle seçer. Bunun nedeni yumurtadan çıkan larvanın severek yiyebileceği yapraklar bulmasıdır..

Kelebek dönüşüm ve zarafetin simgesidir .;Kendiyle savaşı küçük ,tüylü bir kurtçukken başlar. Annesinin onun için seçtiği yaprağı yemektir ilk işi...Doğanın yasasına uygunluğuyla birlikte ilerler ve büyür .Tırtıl olduğunda kendi etrafına ördüğü kozası bilerek vazgeçmesidir y a ş a m ı n d a n .


ARAŞTIRMA

K E L E B E K L E R Yeni hayata doğaya feda eder tırtılı. Zamanını bilir. Önce kozasının dış kısmını sonra da kendi vücudunun etrafını örer. Kozasının içinde sabırla bekler 2-3 hafta sonra kozasını büyük bir çabayla parçalayıp kelebek olarak çıkar. Hemen uçamaz bekler, kanatlarına ve tüm damarlarına kan pompalar.,Çabasının ve sabrının sonunda kendi yarattığı hapishanesinden yine kendi yarattığı özgürlüğüne uçar... Bizler kendi etrafımıza ördüğümüz kozaların içinde güvenle yaşarken aslında neler kaçırdığımızı hiç düşünüyor muyuz!

Peki kozamızdan çıktığımızda bizi bekleyen esinti, rüzgar, fırtınalara rağmen uçabilecek, kendi yolumuzu bulabilecek kadar güçlü müyüz? Kozamızdan çıkmak için yeterince güçlenmeyi mi bekliyoruz, güçlenmek için çaba sarf ediyor muyuz yoksa güçlenmeye ihtiyacımız yok mu! Dışarı çıkmanın bir seçim olduğunu, geri dönüşün olmaması mı bizi korkutan! Yaşayacağımız, göreceğimiz güzellikler, geleceğimize hayat verecek dalları seçmek, yeni keşifler ve güzelliğimizle başkalarına da ilham olmak ilgi çekici ve tecrübe verici değil mi?

Bizler de örüyoruz etrafımızı kalın duvarlarla, bilincimiz düşük, sabrımız yok, neden yaptığımızın farkında bile değiliz belki de... Saklanmaksa bir amacı olmalı ,değişmekse amacımızı ve nedenini bilmeliyiz .Dönüşmek ileride olmalı , bilinçli olmalı. Kendi iç savaşlarımızın galibi biz olduğumuzda olmalı. Ki sadece hikayede ki güzel kahraman olmakla kalmayalım ve sadece benzetmelerde adımız geçmesin. Gibi değil “aslı” gibi olalım. ŞÜKRAN TEZ

4747


ANİMASYON SİNEMA

48 48


ANİMASYON

Film Adı : Bolt Yönetmen : Byron Howard , Chris Williams Senaryo : Dan Fogelman , Chris Williams Seslendirme: Milley Cyrus , John Travolta, Malcom M. Dawell , Nick Swardson ,Diedrick Film Türü : Animatıon ,komedi Süre :96 dk Kahraman ve olağanüstü güçlere sahip olduğunu sanan bir köpeğin , tüm yaşantısının bir televizyon dizisi ; ortalığı yerle bir eden havlaması ve en güçlü metalleri eriten bakışlarının da profesyonelce hazırlanmış efektler olduğu gerçeğiyle yüzleştiğinde , duygusal anlamda yaşadığı karmaşayı

konu eden Walt Disney Animation tarafından hazırlanan 3 boyutlu bir film Seslendirmeleri yapan :Miley Cyris, John Travolta, Malcom Dawell, Nick Swardson, Diedrich in kahramanlarımızın karakterleriyle bütünleşen ses uyumları da dikkat çekici.

49 49


ANİMASYON çalışıyor.Diğeri arkadaşı hamster Rhino ise hayal aleminde gerçek üstü düşleri ve yetenekleri perçinliyor. Sanki onlar gerçekmiş gibi davranıyor.. Ancak bu şekilde davranması onlara yardımcı da oluyor... Gerçekçi bakarak denemeye bile cesaret edemeyecekleri davranışlar sergiliyorlar.Kedi Mitten`i bu şekilde esaretten kurtarıyorlar. Sonra yollarına devam ediyorlar. .Yolculuk hem Penny`e hemde kendi içlerine doğru yapılıyor gibi... Yolculuğun başındaki ekiple ,yolun sonundaki ekip birbirinden farklı. Her biri kendi gerçekliklerine daha yakın. Üstelik artık sıkı dostlar. Film dostluk ,farkındalık ,cesaret ve işbirliğini gösteren güzel bir örnek.

Filmde kullanılan de son derece

müzikler başarılı.

Her ne kadar çocuklar için hazırlanmış bir film gibi görünse de, her yaş grubu için görsellik ve efektler hiç bitmeyen hareketleriyle tek solukta izlenecek bir film. Bolt olduğu sandığı şeyler ile, gerçek arasındaki gelgitleri sırasında ekip arkadaşlarından ilham ve destek alıyor. Sahibi Penny`e ulaşma yolculuğu sırasında birlikte olduğu Arkadaşlarında b i r i kedi Mittens o n a durmadan g e r ç e ğ i göstermeye

50  50

İçimizdeki potansiyeli ortaya çıkarmak için hayat bize bir çok fırsat sunuyor. Biz ancak deneyimlediğimiz ve denemeye cesaret ettiğimiz kadarını ortaya çıkarıyoruz. Diğer kısım atıl bir biçimde bekliyor. Belki de hiç kullanılmıyor... Filmin sonunda kendimizi ne kadar gerçekleştirdiğimiz ,ne kadar hayalci veya ne kadar gerçekçi olduğumuz ,olaylar karşısında ne kadar cesuruz , dostlarımız var mı,onlara ne kadar destek oluyoruz ,yolculuk yapmak ne demek biliyor muyuz ….gibi bazı soruları kendimize sorabiliriz Bolt `u güzel yapan derin olduğunu düşündüğümüz ama her insanın kendisine sorması gereken bu tür soruları çok güzel ve anlaşılır bir dille bize aktarması. Emeği

geçenlerin

ellerine

sağlık.

ŞÜKRAN TEZ


SİNEMA

51 51


SİNEMA

Senaryo ve Yönetmen: Guillermo Del Too Görüntü Yönetmeni: Guillermo Navro Müzik: Javier Navarrete Tür: Fantastik/Dram Yapım: 2006 Meksika,ispanya,ABD ortak yapımı. 112 dk Orijinal ismi: El Laberinto del Fauno Oyuncular: Ofelia: Ivana Baquo Pan: Doug Jones Carmen: Ariadna Gil Vidal: Sergi Lopez Mercedes: Maribel Verdu Serrano: Cesar Vea Pedro: Roger Casamajor

erçekle hayalin içiçe geçtiği bir peri masalı... 1944 yılı İspanya'sında sivil savaş kargaşası sona ermiş görünsede Navarra'nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde çatışmalar sürmektedir. Kendi hayal dünyasında yaşayan 10 yaşında ki Ofelia,hamile annesi Carmen'le birlikte Navarra'ya,üvey babası yüzbaşı Vidal'in yanına gider. Yüzbaşı Vidal faşist yönetimin emrinde çalışan ve sınırları isyancılardan temizlemekle görevli bir askerdir. Sert mizacı ve otoriter tavrı nedeniyle üvey babasıyla en ufak bir yakınlık kuramayan Ofelia,bir gün arka bahçelerinde

52

52

esrarengiz bir labirent keşfeder. Bu labirentin içinde tanıştığı Pan adındaki yaratık ile yaşayacakları Ofelia'nın bütün hayatını değiştirecektir... Pan belirlenmiş bazı sınavları geçmesi halinde Ofelia'ya gerçek kimliğine, yani "Yerin altındaki dünyanın prensesi" ne dönmeyi vaad eder... Ofelia'nın içinde yaşadığı bu zor ve acı hayattan kurtulmasının tek yolu "hayallerini süsleyen" bu kimliğe kavuşması,başka bir deyişle geri dönmesinin tek yolu,bu sınavları geçmektir. Ama bu hiçte kolay olmayacaktır... Her ne kadar filmin açıklanamayan 2 sahnesi,Ofelia'nın Pan ile yaşadıklarının,''Acaba gerçek mi yoksa Guillermo Del Toro bunun kararını bizlere mi bırakıyor?''diye d ü ş ü n d ü r t s e de,filmdeki birçok sahne ve filmin "Gerçekler sizi sardığında tek sığınağınız hayal gücünüzdür" şeklindeki sloganı,yaşananların Ofelia'nın bu kötü ve acımasız dünyadan


SİNEMA kaçış,kurtuluş hayalinin yarattığı bir "Hayal dünyası" olduğu apaçık. Nitekim herkes gibi Ofelia'da kendi hayal dünyasında en büyük,yani bir prenses... Dışarıda İspanya'ya kan kusturan faşist Franco diktatörlüğünün yarattığı yıkım her geçen gün biraz daha büyürken,bu vahşetin köle ruhlu piyonlarıyla,bu gidişata dur deme yolunda canı pahasına direnen bir avuç cesur ve onurlu insanın savaşı sürerken,ki her iki tarafta ispanyol, yani söz konusu olan bir iç savaş. Diğer tarafta bu savaşa kendi içinde giriştiği umut ve masumiyetten yana bir savaşla,göğüs germeye çalışan küçük bir kız çocuğu... Guillermo Del Toro'da tarafını masumiyetten yana belirliyor ve şöyle diyor filmin bir diğer sloganında:''Mas umiyet , k

ötülüğün asla hayal edemeyeceği bir güce sahiptir...'' Ofelia'nın,hamile annesinin karnında dünyaya gelmeyi bekleyen kardeşine; ''Kardeşim,duyuyormusun? dışarıda herşey güzel değil,ama yakında çıkman gerekicek.'' Şeklinde seslenişi,ki kardeşinin dünyaya gelişi hayatta ki tek sığınağı ve Ofelia'nın sürekli güzelliğinden dem vurduğu,idolü,annesinin hayatına mal olacaktır. Diğer taraftan isyancılarla işbirliği içindeki doktora, bu durumu öğrendiğinde,neden beni dinlemedin,neden itaat etmedin diye soran yüzbaşı Vidal'e,doktorun verdiği yanıt;''Etmiş olmak için itaat etmek,sorgulamamak,yalnız sizin gibilerin yapabileceği birşey,yüzbaşı! ''Filmden hafızalara kazınacak repliklerden bazıları... Her yönüyle bir başyapıt niteliği taşıyan ve daha şimdiden klasikler arasına giren Pan'ın Labirenti; 2007'de 6 dalda oscara aday gösterildi ve en iyi görüntü yönetmeni,en iyi sanat yönetmenliği ve en iyi makyaj olmak üzere 3 dalda oscar'ın sahibi oldu. Yürek burkucu bir sahneyle başlayıp,yürek burkucu bir sahneyle sonlanan... Ofelia'nın artık ikinci annesi olmuş Mercedes'in,Ofelia'yı bu hiç sevmediği çirkin dünyadan,o hep hayalini kurduğu masalsı dünyaya uğurlarken söylediği yürek burkucu ninni,filmin büyüleyici müzikleriyle perçinlendiğinde,burkuk bir yürekle büyülenmişsinizdir artık. Ve masal bitmiştir..

ULAŞ CAN

53  5353 53


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN CARLOS SANTANA 20 Temmuz 1947 de Meksika da doğan Santana günümüzün en büyük gitar virtüözlerinden biridir. Büyük müzisyenin babası Jose Santana da bir Mariachi müzisyenidir. Santana müziğe keman çalarak başlamıştır. 12-14 yaşlarındayken gece klüplerinde müzik yapmaya başlar. İlk kurduğu grubun adı “Santana Blues Band” tamamıyla jazz ve blues tarzı müzikler

yapar. B.B.King gibi büyük müzisyenlerden e t k i l e n m i ş t i r. Kertenkele hareketlerini andıran bir stille gitar çalar. Oldukça fazla sayıda albüm yapmıştır. Ülkemize 2 kere konser vermeye gelmiş. Supernatural albümüyle 9 gramy ödülü kazanmıştır. Son çıkardığı albüm “Ultimate Santana” yı şiddetle dinlemenizi tavsiye ederiz. Özellikle Jennifer Lopez ve Baby Bash şarkılarına dikkat.

PİNK Asıl adı Alecia Moore olan Pink günümüzün en popüler şarkıcılarından biri.13 yaşındayken şarkı söylemeye başlayan Pink her Cuma şarkı söylediği bir barda keşfedilmiş. M!ssundaztood albümünde, Aerosmith’in solisti Steven Tyler ve Bon Jovi’nin gitaristi Richie Sambora gibi müzisy-

54 54

enlerin de yardımıyla, Pink tarzını daha da canlandırdı... Albüm büyük ilgi gördü, ikinci çıkış parçası Don’t Let Me Get Me en iyi 10 şarkı arasında yer aldı. Try This albümü ve Trouble parçasıyla en iyi kadın rock şarkıcısı dalında bir Grammy ödülü kazanan Pink’in son albümü I’m Not Dead’in çıkış parçası Stupid Girls oldu...


MÜZİK NİL KARAİBRAHİMGİL Nil Karaibrahimgil’in son albümü “Nil Kıyısında” 19 Şubatta piyasaya çıktı. Albümde toplam 10 parça yer alıyor. İlk klibini seviyorum sevmiyorum adlı şarkısına çekmiş. “bu albümü hazırlarken, Paulo Coelho’nun “Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım” kitabındaki kendi içimde kıyılara indiğimi fark ettim ve insanları oraya çağırıyorum”. Diyor. Nil ayrıca bu albüme “en güzel albümüm” yorumu yağıyor. Bilginize.. Nil Karaibrahimgil yeni albümü 'Bu albümü hazılarken, Paulo Coelho'nun Piedra Irmağı'nın Kıyısında Oturdum Ağladım kitabındaki gibi kendi içimde kıyılara indiğimi

farkettim ve insanları oraya çağrıyorum.' diyen Nil Karaibrahimgil, yeni albümünde önceki albümlerindeki klasikleşmiş söylemlerini bir kenara bırakarak daha farklı, olgun, iç hesaplaşmaları ağır basan ama samimiyeti de asla elden bırakmayan bir kadın portresi çiziyor. Nil'in 'en güzel albümüm' dediği yepyeni çalışması 'Nil Kıyısında'nın prodüktörlüğünü 'Ben Özgürüm' ve 'Masal' şarkılarında da Nil'e beraber çalışmış olan Alper Erdinç üstlenirken, albümde bir de misafir sanatçı var. Albümün favori şarkılarından 'İlla'da değerli sanatçı Mazhar Alanson, Nil Karaibrahimgil'e eşlik ediyor.

CEM ADRİAN Yeni albümü “emir”le müzik marketlerde yer alan Cem Adrian “Yazmaktan çok…söylemekten çok…yaşamanın yaşatmanın esas olduğuna inananlardanım ben.”diyor. Albümdeki Ke-

lebek adlı şarkıya Hayko Cepkin ile, Anladım adlı şarkıya ise Pamela ile düet yapmış, aynı zamanda albümdeki tüm söz müzik aranje ve vokallerde kendisine ait. Dinlemenizi tavsiye ediyoruz.

NAZAN KESKİN

55 55


KÜLTÜR-SANAT

nisan-mayıs-haziran

sinema madam bovary

1-2 nisan 15:00,18:00,21:00-desem masum 3-4-5-6-7-8-9 nisan 14.30,16:45,19:00,21:15-desem beşir’le vals 10 nisan 12:00-fransız kültür merkezi sonbahar 10 nisan 16:45-fransız kültür merkezi lorna’nın sessizliği11 nisan 19:00-fransız kültür merkezi barselona barselona 12 nisan 19:00-fransız kültür merkezi pandora’nın kutusu 14 nisan 12:00-fransız kültür merkezi tebessüm 17..23-nisan 14:30,16:45,19:00,21:15-desem çarpışma 24..30 nisan 14:30,16:45,19:00,21:15-desem beni kimse sevmiyor 1..7 mayıs14:30,16:45,19:00,21:15-desem ayazda bir yürek 8..14 mayıs14:30,16:45,19:00,21:15-desem ulis’in bakışı 15..21 mayıs 13:00,16:15,19:30-desem cennet yolcuları 22..28mayıs 14:30,16:45,19:00-desem

56

aşk kurbanları20..31 mayıs1..4 haziran 14:30,16:45,19:00,21:00-desem

reHberi

şEhir külTür-saNat


KÜLTÜR-SANAT

nisan-mayıs-haziran

tiyatro teyzesi 2..4 nisan-konak sahne bir daha çal sam 2..4 nisan-karşıyaka sahne jeanne d’arc’ın öteki ölümü 7..12 nisan-konak sahne bir garip orhan veli 14.15 nisan-karşıyaka sahne kuvay-i milliye kadınları 29.30 nisan-konak sahne koca bir aşk çığlığı 10 NİSAN-SABANCI KÜLTÜR MERKEZİ LETAFET 10 NİSAN-İZMİR SAnat yalnız kadın 24 nisan-izmir sanat misery öldü 10 nisan-eski güzel sanatlar fak.

reHberi

şEhir külTür-saNat

sergi heykel sergisi 28 nisan-11 mayıs-izmir sanat karma sergi 12 mayıs-25 mayıs-izmir sanat

konser

Yaz geceleri-Berlioz 6 nisan-20:00-fransız kültür merkezi Fagot piyano konseri 20 nisan-20:00-izmir sanat caz özel 27 nisan-20:00-izmir sanat genco atay&group flamenco project 11 mayıs-20:00-izmir sanat klasik caz şarkıları-yıldız ibrahimova27 mayıs-20:00-izmir sanat hayko cepkin 10 nisan-ooze venue erkan oğur-bülent ortaçgil 16 nisan-akm emre aydın 21 nisan-atlas pavyonu 57


KÜLTÜR-SANAT

SANAT @ b i r b i r i m i z e dokunduğumuz bir devirde, tiyatro tüm zorluklara rağmen bize insan insana olmanın gerekliliğini vurguluyor.

Uzun zamandır t i y a t r o y a gitmemiştim ve geçen günlerde birkaç kez Bornova Uğur Mumcu tiyatrosuna gitme fırsatı buldum. Sahne tozu yutma sadece oyuncular için geçerli bir durum olmasa gerek… o sahne tozu seyirciyi de beni de etkisi altında bıraktı. Sinemada bile son zamanlarda izlediğim filmlerde bu kadar heyecanlanmamışken tiyatroda korku, heyecan, merak gibi duygulara kapıldım. Hem olayla hem de kendimle yüzleşmem gerekliliğini kimse gözüme sokmamakla birlikte doğal olarak bu durumun içinde kendimi buldum. İnsanı kendisiyle yüzleştiren el emeği, göz nuru bir sanat… Her anlamda daha kolay olması nedeniyle yerini sinema ile doldurmaya çalıştığımız ama hiçbir yönüyle de dolduramadığımız bir sanat. Bilgisayarlarla 58 58

İç savaşımızda bize yardımcı olan, ışık tutan, çözümler bulmaya iten bu sanat disiplinini her yönüyle ele alan www.tiyatronline.com sitesini bu sayımızda sunmak istedik. Sitenin en önemli özelliği güncel haberlerin takip edilebiliyor olması. Tüm devlet ve özel tiyatrolara, programlarına kolayca ulaştırabilen bir site. Tiyatro ile ilgili genel bilgilerin olduğu, bu konuda röportajlara ve ilginç yorum yazılarını da bulabileceğimiz kapsamı bir site. İçinde duyurular, festivaller, ödüller takip edilebilir. Tiyatro eğitimi, kitaplığı gibi bölümler de bulabilirsiniz. Ayrıca ayın söyleşisi ve ünlü köşe yazarlarının da tiyatro ile ilgili köşe yazıları bulunmakta. Bir yenilik olarak da bu sitede tiyatro oyunlarının fragmanlarını izlenebilmekte. Çok kapsamlı bu siteyi incelemenizi tavsiye ediyoruz. TİYATRO BİR İ H T İ Y A Ç T I R ! ! !

SEMRA ŞEN


59


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.