YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ BORNOVA ŞUBESİ BABİL KULESİ DERGİSİ 6. SAYI

Page 1

Soyut Resmin Yaratıcısı

WASSİLY KANDİNSKY Güzellik ve Bilgeliğin Vücuda Gelmiş Hali

HYPATİA Güzelliğin Tarifi

AUDREY HERBURN Doğuyla Batı Arasında Bir Kimlik Arayışı

AMİN MAALOUF

Dillerin, Dinlerin ve Sembollerin Şehri

MARDİN

Macera Sizi Bekliyor

UP



EDİTÖR’DEN ‘’Güzellik’’, der Özdemir Asaf, ‘’bir bütünün sonucudur. Bunun için kolay görülmez, kolay varılmaz, kolay anlaşılmaz.’’ Sonuçta soyut bir şeydir güzellik, güzel ise somuttur ve karıştırılmaması gerekir. ‘’Güzel’’ denince insanların aklına daha çok insan bedeni ve insan çehresi gelir nedense. Bu da aslında insanın ne kadar benmerkezci olduğunun bir göstergesidir bana kalırsa. Çünkü evrende ‘’güzel’’ hatta ‘’çok güzel’’ diye tabir edebileceğimiz pek çok şey vardır: Geceleri ışıl ışıl parlayan yıldızlardan, bir yol kenarında herkesten habersiz açmış bir çiçeğe, yavru bir kediden gölde salına salına yüzen bir kuğuya, eşsiz bir sanat eserinden, asırları aşıp gelen görkemli şehirlere kadar. Bu yüzden işte, anla-

şılacağı üzere, güzellik kavramına ayırdık bu sayımızı. Bu durumda, güzellikleri yansıtmayı çok iyi başaran, zıtlık ve aykırılığın ressamı Kandinsky’i ele aldık örneğin, yada geleneksel Japon kültürünün en önemli yapıtaşları olan Geyşalar’a değindik. ‘’Güzel’’ denmeyi en çok hak eden şehirlerden biri olan Mardin’e uzandık gezi bölümümüzde. Geleneksel sanatlar bölümündeyse elbette Hüsn-ü Hat sanatını ele aldık adıyla müsemma, ve hattat İsmail Öztürk’le bir röportaj yaptık. E madem güzellik denilince insan, özellikle de kadın geliyor akla, Hollywood’a bir göz atalım dedik ve Audrey Hepburn’u seçtik ruhunun güzelliği yüzüne yansımış diye… Yazar bölümünde ise doğuyu doğunun gözüyle anlatan bir yazara, Amin

Maalouf’a yer ayırdık son çıkan kitabıyla birlikte. ‘’Güzellik bakanın gözündendir’’ derler ya hani, güzel bakıp, güzellikleri bulmanız ve görmeniz dileğiyle…

ÖZGÜR BENLİ


İÇİNDEKİLER

30

08 WASSİLY KANDİNSKY Soyut Resmin Yaratıcısı

14 HPATİA Güzellik ve Bilgeliğin Vücuda Gelmiş Hali

RENKLER

URN Y HEPB Fİ AUDRGEÜZELLİĞİN TARİ

AUDREY HEPBURN Güzelliğin Tarifi

36

20 GEYSA

33

İLHAM PERİLERİ

GEYŞA Sanat İnsanı

JULES VERNE

26

40 Doğuyla Batı Arasında bir Kimlik Arayışı:

AMİN MAALOUF

4

İSMAİL ÖZTÜRK Sabrın ve Bilgeliğin ifadesi

AMİN MAALOUF Doğuyla Batı Arasında Bir Kimlik Arayışı


İÇİNDEKİLER

52

44 DİLLERİN, DİNLERİN VE SEMBOLLERİN ŞEHRİ:

ALİCİA KEYS

MARDİN

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

MARDİN Dillerin,Dinlerin ve Sembollerin Şehri

UP

54

50

UP Macera Sizi Bekliyor

KÜLTÜR-SANAT

Yayın Koordinatörü Semra Şen

babil kulesi ocak-şubat-mart 2010 İmtiyaz Sahibi YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

Editör Özgür Benli Grafik Tasarım Eylem Özkan Şükran Tez Fotograf Mihrican Bal babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6

Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )

bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.


TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan

sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak

isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır

ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7


SANAT

SOYUT RESMİN YARATICISI

8


Wassily Kandinsky, 16 Aralık 1866 Moskova doğumludur. Sanatsal ve kültürel ortamın oldukça ateşli olduğu 20. yy.da, ilk kıvılcımları parlatanların başında gelir. Teorileri ve uygulamalarıyla etkin rol oynayan önemli bir kuramcı ve ressam olmuştur. Resimlerinden nesnel gerçekliğin elemanlarını eleyen ilk ressam Wassily Kandinsky olarak bilinir. Bu da onun soyut ya da non-figüratif sanatın öncüsü olarak anılmasını sağlamıştır. Resime başladığı ilk yıllarda resimleri daha somut. Yıllar geçtikçe sanat görüşü içselleştikçe daha soyutlaşmış. Her soyut resimde olduğu gibi Kandinsky’nin resimlerine baktığımızda da şekilleri çok da anlamlandıramıyoruz. Fakat Kandinsky’nin iç dünyasına girdiğimizde onun yaşantısını tanıdığımızda resimler soyutta olsa bizde bir şeyler ifade etmeye başlıyor. 1886 yılında Moskova Üniversitesi’nde hukuk ve ekonomi okumaya başladı. Üç yıl sonra Vologda’ya düzenlenen etnografik bir geziye katıldı, ardından Rus Halk Sanatı üzerine bir makale yazdı. Bu deneyimin Kandinsky’yi ne kadar etkilediği, Song of Volga , Couple Riding, Colorful Life adlı ilk dönem resimlerinde rahatlıkla fark edilir. Bu resimler,

kompozisyon koyu üzerine açık ve ışıklı formlar ile kurgulanmıştır.

SANAT lukla yaşadığı Münih’e taşındı. 1900 ve 1908 yılları arasında Moskova Sanatçılar Birliği beraberinde sergiler düzenledi. Diğer yandan Münih sanat ortamına girdi ve sergilerde ismi görünmeye başladı

Resim sanatında soyutlamayla ilk kez Moskova’da hukuk öğrencisiyken tanışmıştır. Monet’nin “Saman Yığınları” serisini bir sergide görme fırsatını buKandinsky Münih’e gellan Kandinsky, ilk etapta diğinde Empresyonist ve konusunun ne olduğuSembolist nitelikli yapıtnu anlayamadığı bu relar bir grup önderliğinsimlerden oldukça etkide izleyiciyle buluşmaya lenmiş, saman yığınları başlamıştır. serisi tüm ayrıntılarıyla sanatçının hafızasına ka“Couple Riding”. 1906 zınmıştır. Aslında bu sergiyle birlikte Kandinsky bir keşif de yapmıştır; bu keşif tanınabilir formlara sahip olmayan resimlerin de güzel görünebileceğinin keşfidir St. Petersburg ve Paris’e seyahat eden Kandinsky, 1896 senesinde hukuk alanında ki kariyerini terk edip ressam olmaya karar verdi. İyi Almanca bildiği için ve eski Rus mil“Gün Batımında Saman Yığınları” liyetçilerinin çoğun[1890-1891] by Claude Monet.


SANAT

"KomposizyonVI". 1913

"Doğaçlama 30 (Toplar)". 1913 Bu grup aynı zamanda geometrik nitelikli olan Jugendstil’in gelişmesinde de büyük rol oynar. Kandinsky, bu grubun kurucularından olan ressam Franz von Stuck’den resim dersleri alır. Bu dönemde çeşitli ressam ve müzisyenle tanışma fırsatı bulan sanatçı, 1901 yılında Phalanx Grubunu kurar ve grubun başkanı olur. Grup çeşitli sergiler organize eder. Bunlardan birincisi Kandinsky’nin yaptığı Jugendstili’nde bir posterle ilan edilir. Posterde iki asker giderek büyüyen öncü güçler olarak geleneksel sanata karşı mızraklarıyla karşı koyarken betimlenmişlerdir. Kandinsky yaptığı bu posterle Münih’in öncü sanat dünyasına adımını atmış olur. Kandinsky’nin öncü sanat görüşünde anahtar kelime “içsel gereklilik”tir. Sanat içsel gereklilikten doğmalı ve büyümelidir; 10

dış izlenimlerin rehberliğiyle değil. Sanatçının “iç sesi”, sanatın esasları konusunda karar veren merci olmalıdır. Kandinsky’ye göre sanatın tinsel(ruhani) bir rolü vardır. 1911 tarihli “Sanatta Tinsel Olan Üzerine” adlı kuramsal çalışmasında toplumda materyalist düşünce tarzının başat, insanlığın tinsel potansiyelinin ise tehdit altında olduğunu dile getirir. Kandinsky bu dönemde öncü sanatçılardan bir olan Franz Marc ile birlikte bir yıllık çıkarma hazırlığındadır. Yıllıkta yer alacak makaleler ressamlar ve müzisyenler tarafından yazılacak, halk sanatı, Asya ve Afrika sanatı, çocuk resimleri ve etnografik buluntuların röprodüksiyonları bu makalelere eşlik edecek, ayrıca Van Gogh, Cézanne ve Rousseau’ya ait illüstrasyonlar da bu yıllık içinde yer alacaktır. Yıllık 1912’de “Der Blaue Reiter(Mavi Binici) Yıllığı” adıyla yayımlanır. Mavi renk tinsel olanı simge-

lemektedir. Derginin çıkmasındaki amaç, sanatta yeni bir dil(tinsel dil) kullanarak çeşitli kültürel kaynakları bir araya getirip geleneksel anlatımın o günkü limitlerini zorlamaktır. Kandinsky, bir ressamın “katı soyut sanat” anlayışının peşinden koşmaması gerektiğini, onun yerine zıtlık ve aykırılığın söz konusu olduğu günün sosyal ve tinsel durumlarına eğilerek resimlerini bu etkiyle yapması gerektiğini belirtir. "Kazaklar". 1917


SANAT Bu söylemi sanatçının 1913 yılında gerçekleştirdiği enerjik, dengeli ve aynı zamanda da karmaşık olan “Kompozisyon VI” adlı yapıtında realize edilmiştir. “Doğaçlama 30(Toplar)”, sanatçının Kompozisyon VI’yla aynı yıl gerçekleştirdiği bir başka çalışmasıdır. Daha kendiliğinden ve içselleştirilmiş bir tarzda gerçekleştirilen Doğaçlama 30(Toplar), Kompozisyon VI’dan daha az karmaşık, daha küçük boyutlu ve ele alınış yönünden daha özgürdür. Bu resimde sol alt köşede bir grup figür, sağ üst köşede dağ yamacında bir kale, onun tam karşısında kubbeli bir yapı olmak üzere daha çok tanınabilir öğe vardır. Çizgisel öğeler resim yüzeyinde serbestçe dolaşırken renk öğesi tanımlayıcı olmaktan çıkmıştır. Resimde ilginç olan, sağ alt köşede yere sağlam bir biçimde basan top-

lardır. Kandinsky’ye göre bu toplar, yaklaşmakta olan savaş nedeniyle bilinçsizce ortaya çıkıvermişlerdir. “İçsel gerekliliğe” öncelik veren Kandinsky’nin dünyevi objelere referans vermeden resim yapma tavrı tepkisel ve dogmatik olandan fark-

Kandinsky’nin birçok resminde karşımıza çıkan motifler Rus orijinlidir ve sanatçının duygu durumu ile bağlantılı tinsel bir tınıya sahiptirler. “Kazaklar” (Rusya’nın efsanevi askerleri) adlı yapıtında, manzara ve figürler tanınabilir biçimlerde soyutlanmıştır

"Şarkı". 1906 lıdır. Sanatçı, “iç sesin” dış görünüm üzerindeki otoritesini kabul etmiştir; ancak bu görüş Kandinsky’nin resimlerinde tanınabilir öğelerin tamamen dışlanmasına da sebep olmaz. Gene de sanatçının resimlerindeki objeler kompozisyon içinde erir ve zorlukla tanınırlar. Doğada olanı çağrıştırmazlar çünkü bu objeler sanatçının hayal gücünün ürünleridir ve tinsel bir tınıları vardır.

Kandinsky’nin çoğu erken tarihli çalışmasında Rusya nostaljisi söz konusudur. Bu tarz çalışmalarını ahşap üzerine temperayla gerçekleştirmiştir. Resme mozaik görünümü verebilmek için de cilalamıştır. “Şarkı”, sanatçının bu türde yaptığı resimlerden biridir. Resim, konusunu Volga Nehri’nin sandalcılarının yorucu işlerine ve dalgalara karşı kürek çekmelerine tahammül 11


SANAT etmek için söyledikleri şarkıdan alır. 1909 yılında Bavyera Alplerinde bulunan Murnau ‘ya taşınır. Münih’ten uzak kalması ve Murnau’da yaşaması sanatında derinden bir dönüşümün oluşmasına neden olur. Burada gerçekleştirdiği manzaralardaki renk kullanımı tanımlayıcı olmaktan ziyade zengin yoğunluğa erişen bir hal almıştır. Öte yandan dağlar, ağaçlar ve yapılar gibi tanınabilen manzara öğeleri bütüne eklenerek geç dönem manzara resimlerinde karşımıza çıkacak olan sembolleri müjdelerler. “MurnauStaffel Denizi I” adlı çalışmasında olduğu gibi, Kandinsky’nin gerçekleştirdiği tüm manzaralar sanatçının Bavyera kıyılarının güzelliğine olan yoğun duygularını yansıtırlar. Murnau’daki “Rus Evi”nde sanatçı tiyatro ve edebiyat gibi başka alanlarda da denemeler gerçekleştirmeye başlar. Ahşap baskılarla bezenen ve “Sesler” adıyla yayımlanan şiir kitabının içeriği burada hazırlanmıştır. Kandinsky’nin şiirleri yazma yöntemi oldukça ilginçtir. Buna göre konuşmayı bilmeyen çocuklarda olduğu gibi bir kelimeyi sürekli tekrarlayıp bütün anlamlarından arındırmak 12

suretiyle kelimenin “saf bir ses” olmasını ve tinsel bir titreşim haline gelmesini sağlar. Tıpkı resmi tanınabilir objelerden özgür kılarak onu sanatta tinsel olana yaklaştırdığı gibi. Fov Grubu üyelerinden Jawlensky, Kandinsky’nin değişmez dostlarından biridir. Sanatçıyı Avrupa’daki soyut sanat teorileri hakkında bilgilendirmiş, ayrıca Kandinsky’ye palet bıçağının yerine kısa-tüylü fırça ile resim yapmasını önererek sanatçının resimlerinde giderek çözülen formlara ulaşmasına da o önayak olmuştur. Bavyera yöresine has cam altı resimleme sanatına bir hayli ilgi duyan Kandinsky’ye cam altı resimleme sanatından ilk bahseden de Jawlensky’dir. İki ressam, Ortaçağda geliştirilen ve 19.yüzyıl boyunca dekoratif panellerde kullanılan bu sanatı Murnau’daki bir ustadan öğrenirler. Kandinsky zaman zaman cam altı resimleme sanatına eğilir. Bu geleneksel sanatın, yöreye özgü geleneksel imgelerinin sanatçı üzerindeki etkileri, Kandinsky’nin sadeleştirilmiş formları, düz yamalı alanları ve ön plana çıkan siyah konturlu resimlerinde kendini gösterecektir Birinci Dünya Savaşı’nın

çıkması ile birlikte Kandinsky için sıkıntılı günler başlar.1915 yılı boyunca Kandinsky hiçbir resim yapmaz.1916–1921 yılları arasında da sadece 41 yağlıboya yapar. Bu dönemde çeşitli gravürler, cam altı resimleri ve suluboyalar yapsa da Münih ve Murnau’daki verimli döneminde olduğu gibi yapıt veremez. 1920’ler Kandinsky’nin yapıtlarında geometrik formların görüldüğü yıllardır. “Siyah ve Menekşe” adlı yapıtında bu değişim görülebilir. Bu dönem yapıtlarında Münih döneminde yaptığı resimlerdeki soyutlama anlayışından eser yoktur. Moskova’da gerçekleştirdiği bu yapıtlarında dikdörtgen, daire gibi tanımlanabilir geometrik formlar, benekler ve noktalar kendi repertuarında yer alan formlarla kaynaştırılırlar. Siyah ve Menekşe 1923


SANAT gerçekleştirir. Sanatçının Murnau döneminde etkisi altında kaldığı esin kaynaklarından da izlerin olduğu bu iki çalışmasında Sürrealizmin bilinçdışı öğelerinden etkiler de yer alır. Soyut resmin en önemli isimlerinden biri olan Kandinsky 1939 yılında Fransız vatandaşı olur ve Composition X (1925) Kandinsky, bu dönem yapıtlarında sıklıkla kullandığı dairenin tanımını yapar; buna göre daire, “büyük karşıtlıkların sentezi”dir. İlginç ve ortak merkezli güçleri dengeler. Rusya devrimine kadar olan süreçte rahat bir yaşam süren Kandinsky, devrimle birlikte maddi sıkıntılar yaşamaya başlar. Ancak sanatçının Berlin’deki huzurlu günleri pek de uzun sürmez. Bauhaus 1933 yılında

Composition IX (1925) Nazi Partisi tarafından 78 yaşında, 1944’te Pabaskı altına alınmaya ris, Neuilly-sur-Seine’de başlar. Kandinsky ise ölür. Hitler’in emriyle göreKAYNAKÇA: vinden alınır. Enstitü de *JOHNSON, H.W.-ANTHONY kapatılır. Sanatçı bu defa F., HISTORY OF ART, THAMES & şansını Paris’te dener. HUDSON, 1997. Bu dönemde Paris sa*LYNTON, NORBERT, MODERN nat dünyasında Kübizm SANATIN ÖYKÜSÜ, REMZİ KİTAve Sürrealizm hakimPEVİ, 1991. dir. Kandinsky, Paris’te *SÖZEN,METİNsoyutlamalarına devam TANYELİ,UĞUR, SANAT KAVRAM eder hatta gazetelerde VE TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ, REMZİ bu konu ile ilgili yazıları KİTAP EVİ, 1992. çıkar. Bu dönemde ufakhttp://lebriz.com/pages/lsd.as tefek yapıtların yanı sıra px?articleID=48&sectionID=0& “Kompozisyon IX ve X” lang=TR isimli, Rusya’daki geometrik tarzı yineleyen EYLEM ÖZKAN büyük boyutlu iki tablo 13


A

P HA YPT AİA

Y

H

TARİH

14


TARİH

İskenDeriyeli

HYPATİA “GÜZELLİK VE BİLGELİĞİN VÜCUDA GELMİŞ HALİ”

Y

unanaca: Υπατία; M.S 370-415

Hypatia, tarihte az sayıda olan kadın filozoflardan biridir. Oldukça zor ve kargaşa dolu bir dönemde yaşadı. Bilgisinin derinliği, davranışlarının inceliği ile ünlü, İskenderiye vatandaşlarının sevgilisi, kentin yöneticilerinin sık sık başvurdukları soylu bir kadındı. Bu bilge kadın, çağının bütün zor koşullarına rağmen, sahip olduğu bilgeliği tüm öğrencilerine ve halka cömertçe sunmuş, zorluklar karşısında ise yılmadan cesaretle savaşmıştır. HAYAT HİKAYESİ VE ÇALIŞMALARI: Hypatia, M.S 370 yılında İskenderiye’de doğdu. Ünlü filozof ve matematikçi Theon’un kızıdır. İlk bilgilerini babasından aldı. Theon, matematikçi Euclid’ in eserine kızının da yardımı bulunduğu söylenen bir tefsir yazmıştı. Tek çocuk olan Hypatia genç yaşta felsefe ve matematiğe karşı derin bir ilgi göstermişti. Babası bu konularda onu büyük bir dikkatle eğit-

ti ve kısa bir sürede en parlak öğrencilerinden biri oldu. Babası eserlerinde belirttiği gibi kızıyla her zaman gurur duymuştur. Hypatia eğitiminin devamı için Atina’ya da gitmiştir. Plutark’ın öğrencisi oldu. Hypatia çağının yegâne bilim kadını olarak bilinir. Hypatia Atina’da yaşadığı sürede Plotinus, Porphyry ve Iamblichus tarafından kurulan Yeni Plâtoncu okullarla temas kurup bu okula kendini özdeşleşti. Daha sonra İskenderiye’ye geldiğinde ünlü Müzede konferanslar ve dersler vermeye başladı. Burada, zarafeti, engin bilgeliği, gençliği ve olağanüstü güzelliği geniş bir öğrenci ve hayran kitlesi çekmeye başlamıştı. Soylu İskenderiye ailelerin evlerine davet edilmişti ve arkadaşları arasında zamanının en güçlü kişileri: İskenderiye Valisi Orestes ve Cyrene Başpiskoposu Synesius vardı. Hypatia Kuzey Mısır’da, Hıristiyan öğretinin bütün

savunucularının tartışmalarda halkın saygısını yitirmelerine neden olmuştur. İskenderiye’deki kütüphanenin yakılması ile birlikte yazıları yok olsa da, çağdaşı yazarların ifadelerine bakarak ne tür şeyler yaptığı konusunda fikir sahibi olabiliyoruz. Suidas’a göre Hypatia, Diopantus’un Arithmetic adlı eserine, Ptolemy’nin Astronomical Canon adlı eserine, Pergalı Apollonius’un Conics adlı eserine yorumlar yazmıştır. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı söz konusudur. En yakın arkadaşı Ptolemais Piskoposu, Hypatia’ya bir uskurlap ve hidroskop yaparken yardımcılık yaptığını anlatır. Hypatia’nın zekâsının büyüklüğünü duyan birçok ulusun bilgeleri akın akın onun derslerine gitmiştir. Eklektik bir bakış açısına sahip öğretisi ile çok meşhurdu. Platon ve Aristototales’in tanınmasında dersleri etkili olmuştur. Zamanının iktidar ilişkilerinde ve politikada yeri olduğu sanılmaktadır.

15


TARİH Eski dinleri, bilimleri ve felsefeleri çiğneyen “Kilise” dördüncü asırda güçlü bir siyasi teşkilata dönüştü. Kilise çok güçlendi ve batı dünyası hızla bir değişime sürüklendi. ÜÇ İMPARATOR KONSTANTİN Hıristiyanlığın ilk İmparatoru Konstantin, aslında “güneş-tanrısı Apollo’ ya tapan bir pagandı. Birçok zulme imzasını attı, evinde bile beş kişiyi, sonra da kendi karısını ve oğlunu öldürdü. Bir süre sonra bu suçlar vicdanına dokunmaya başladı. Yirmi yıldır Hıristiyanlığın bayrağı altında savaşan Konstantin, tövbe etmek için pagan dinlere geri döndü. Kendisine hiç bir pagan dininin böyle suçları affetmeyeceği söylenmiştir. Sonra da Hıristiyan Kilisesine döndü ve ona Hıristiyan vaftizin her ne denli büyük olursa olsun her tür suçu temizleyebileceği söylenmiştir. Ölüme yaklaştığını düşündüğü zaman günah çıkarmıştı ve Tanrıdan onların affedilmesini dileyerek vaftiz edilmişti. Dolayısıyla, vaftizliğin vaat ettiği yeni doğumla yenilenen ve Haç işaretiyle takdis edilen ilk İmparator olmuştur. Affedici Kiliseye karşı minnettarlığını birçok bağışlar yaparak, kilise 16

mensuplarını artırarak ödedi. Kiliseye katılımı arttırmak için birçok propaganda yaptı. Katılmayan birçok kişi hapse atıldı, zulüm gördü veya sürgüne gönderildi. “Din sapkını” ilan edilen topluluklar katliama uğradı. Birçok eyalette, şehirler ve köyler tamamen yok edildi.

konusuydu. İlk iş olarak dinleri ne olursa olsun bütün Roma vatandaşlarına eşit haklar vermişti. Kilise Julian’ı hep tehdit olarak gördü. Çünkü o zulmün yozlaşmış ve yıkıcı yöntemlerini nefretle kınayarak, devlet yönetiminde halkın mutluluğunu amaç olarak gördü.

Konstantin “psişik görü ile İsa’yı gördüğünü iddia ederek, onun emri ile Hıristiyanlığı seçtiğini söylemişti. “Mucizeler çağı” 325 yılında, “mucizevî bir müdahale” ile Mata, Markus, Luka ve Yuhanna’ nın İncillerini resmi olarak diğerleri arasında seçip kabul ettiği İznik Konseyinde doruk noktasına ulaştı. Ruhsal ilhamla yazılı kitaplardan Mata, Markus, Luka ve Yuhanna’ nın İncilleri seçildi. Konstantin’ in ölümünden sonra politikaları iki oğlu tarafından sürdürüldü. Hıristiyanların her türlü yolsuz ve kanunsuz işlerine göz yumuldu. Kendi babalarında Hıristiyan vaftiz törenin etkilerini görerek, razı olmayanları bile zorla vaftiz ettiler.

Ölüm döşeğinde Julian yaşamının amacını birkaç sözle özetledi: “Felsefe bana ruhun bedenden ne kadar daha mükemmel olduğunu öğretmiştir, daha asil olan bu cevherimin ayrılması yas tutmaya değil mutluluğa neden olmalıdır.”

JULİAN Julian Roma İmparatoru olduğunda bütün Hıristiyan dünyası kaygıya düşmüştü. Yeni Plâtoncu, bilge imparatorun Hıristiyanlığa karşı nasıl davranacağı merak

THEODOSİUS Julian’ ın ölümüyle Kilise tekrar gücüne kavuştu ve eski din, bilim ve felsefelerin sonu belirlendi. Yaklaşık olarak on beş yıl sonra, Hıristiyan İmparator Theodosius tahta çıktı. Çok dindar ve güç sahibi biri olarak kendisini Kilisenin önünde duran her türlü engeli yok etmeye adadı. İmanın Engizisyoncularını kurdu ve İznik Konseyinde kabul edilen Teslis (İlahi Üçlem) doktrinini kabul etmeyen bütün Hıristiyanları sürgüne gönderdi. Hıristiyanları yola getirmek için on beş ferman yayınladı. Yahudilerle aynı günde paskalya kutlayan Hıristiyanlara ölüm cezası verdi.


TARİH

17


TARİH Selanik katliamında kalleşçe bir sirke davet ettiği 15 bin kişiyi öldürdü. Paganlara da ibadet yasağı getirdi ve mabetlerine Hıristiyanların kullanımı için el koydu. Mister Okullarını kısa sürede yok etti. Theodosius daha sonra gözlerini, yüzyıllardır dünyanın kültür merkezi olarak ünlenen İskenderiye’ye çevirdi. Büyük Müze zaten Konstantin devrinde Katolik rahiplerin kontrolüne verilmişti, Serafis tapınağı eski din ve bilimlerin öğretildiği bir üniversite olarak kullanılmaktaydı. Serapion Kütüphanesi dünyanın dört köşesinden getirilen, asırların entelektüel çabasını temsil eden muazzam bir kitap koleksiyonunu içermekteydi. Kilisenin önünde ciddi bir engel oluşturduğu düşüncesiyle Theodosius yönetiminde Serafis tapınağı, Müze ve Kütüphane’ nin imhası sağlandı. Söylentilere göre bütün kitaplar tamamen yok oldu. CYRİL Yeni Eflatuncu Okul başka bir engel olarak duruyordu. Bu okulu imha etme “onuru” 412 yılında İskenderiye Başpiskoposu olan Cyril’ e aitti. Cyril Hıristiyan tarihine, Bakire Meryem’ i İsa’ nın annesinden Tanrının Annesine terfi ettiren kişi olarak geçmiştir. O ay18

rıca Tanrıça İsis’ i Hıristiyan Kilisesine Meryem adı altında sokan kişiydi. Cyril iktidara geçer geçmez başta Novitiyanlara, sonra Yahudilere yönelik bir dizi zulüm gerçekleştirdi. Cyril’ in gerçek suçu çok daha ciddiydi. Tarihin en asil kişilerinde biri olan son Yeni Plâtoncu Hypatia’nın Katili oldu. Yeni Plâtoncu Okulu yıkımın arifesinde en yüksek doruklarına çıkmıştı. Hıristiyan dogmanın istikrarsız temeli Yeni Plâtoncu okul Aristo’nun tümevarımlı mantık metodunu uyarladığında daha da açığa çıkmıştı. Mantık ve şeylerin uslamlamalı makul açıklanması bu yeni esrar dininin en çok nefret ettiği şeyler arasındaydı. Hypatia Hıristiyanlığın dogmalarını alıntı yaptığı metafizik alegorileri irdelediği zaman ve bunları halka açık konferanslarda açıkladığı zaman Hıristiyanların sadece şiddetle yanıt verebileceği bir silah kullanmıştı. Eğer okulunun devam etmesi izin verilseydi, Kilise tarafından yürütülen hile açığa çıkmış olurdu. Kilise Yeni Plâtoncu Okulu ortadan kaldırmak için okulun büyük hocası Hypatia’yı ortadan kaldırmaya karar verdi ve onu büyücülük, cadılık ve putperestlik gibi asılsız suçlarla itham etti.

Halkın gözünde onun değerini düşürmek ve katlini kabul edilir hale getirmeye çalışılmıştır. Hatta o dönemde ve ölümünden sonra da onun hayatını karalamaya, Cyril’ i haklı göstermeye çalışan bazı yazılar yazılmıştır. 415 yılının Lent bayramında, cahil ve vahşi bir adam olan okuyucu Petro (Peter) önderliğinde Cyril’ in keşişleri Hypatia’nın konuşmalarından birini tamamladığı Müzenin önünde toplandılar. Bir atlı araba kapıya geldi ve Hypatia müzeden çıktı ve arabaya bindi. Pusu yerinden fırlayan kalplerinde cinayet yatan kara bir keşişler grubu Hypatia’nın arabasını sarmıştı ve Hypatia’yı inmeye zorladılar. Onu soydular ve çıplak olarak yakındaki bir Sezar Kilisesi’ne sürüklediler ve sunağa getirdiler. Okuyucu Pedro bir vuruşla onu yere yıktı ve keşişler üzerine kapandılar. Ölü bedenini sokaklarda sürüklediler, istiridye kabuklarıyla etini kemiklerinden sıyırdılar ve kalan ceset yığınını Cindron denen bir yere götürerek yaktılar. Böylece Kadim dünyanın en büyük kadın filozofunun hayatı son buldu ve ölümüyle Yeni Plâtoncu okul sona erdi.


TARİH Bazı filozoflar Atina’ya gittiler, ama okullar İmparator Justinian emriyle kapatıldı. Yeni Plâtoncu hareketinin yedi filozofu Hermias, Priscianus, Diogenes, Eulalius, Damaskias, Simplicius ve Isidorus’un İmparator Justinian’ ın zulmünden Uzak Doğuya kaçışıyla bilgelik öğretisi kapandı. Bu süreç Antik Bilimlerin ve felsefesinin sona erdiği ve Hıristiyanlaşmanın güçlendiği bir süreçtir. Doğa bilimleri ve matematik gibi alanlarda yoğun bir gerileme ve karanlık bir orta çağ dönemi bu tarihlerden itibaren başlamıştır. 18. yüzyıldan itibaren yeni bir aydınlanma çağının başlaması ile birlikte aydınlar Hypatia ile tekrar ilgilenmeye başladılar. Gençliğinde ateşli bir Protestan olan John Toland, 1720’de uzun bir tarih makalesi yayımlamıştır. Bu makalenin başlığı; “Hypatia, ya da Layık Olmasa da Herkesçe Aziz Cyril Diye Bilinen Başrahibin Gururunun, Kıskançlığının ve Zulmünün Tatmini İçin İskenderiye Ruhbanınca Parçalanan Pek Güzel, Pek Erdemli, Pek Bilgili ve Her Alanda Yetenek Sahibi Bir Hanımefendinin Yaşamı” dır. Charles Leconte de Lisle, Hypatie adlı şiirinin iki değişkesini ilki 1847, ikincisi 1874 yıllarında

olmak üzere yayınlamıştır. Plato’nun ruhu, Afrodit’in bedeni Ebediyen Hellas’ın güzel göklerine çekildi. Son Söz: Hypatia’nın yaşamı, çarpıcı ölüm biçiminin de etkisiyle, efsanevi nitelikler kazanmıştır. Bilge ve oldukça cesur olan bu güzel kadın gerçek olanı yaşamak ve onu dünyaya yaymak için içinde bulunduğu tüm güç koşullara rağmen yolundan dönmemiştir. Koskoca İskenderiye şehri yakılıp yıkılırken Hypatia, çalışmaları nedeniyle muhtemelen öldürüleceğini biliyordu. Yaşarken değer verdiği her şey ölümü ile herkes için üzerine düşünülen bir hale gelmiştir. Tarihteki birçok ünlü filozof gibi Hypatia hem yaşarken hem de ölümü ile karşılıksız bir şekilde hizmet etmeye devam etmiştir. Felsefe tarihinin karanlık gecelerinde yanıp sönen bir kuyruklu yıldız gibidir ama tarih onun adını yaldızlı harflerle hak ettiği yere yazmıştır.

2. “Ecclesiastical History of Sokrates Scholasticus” (Atinalı filozof değil) eseri 3. Nikiu’nun “Kıpti (Coptic) Piskoposu John’un Günlüğü” eseri 4. Hypatia’nın öğrencisi Cyrene’li Synesius’un mektupları Theon’un, Ptolemy’nin “Almagest” adlı eserinin yorumunun giriş kısmı 5. Philostargius’ un “Eklektik Tarih” adlı eseri 6. John Malalas’ın Günlüğü 7. Theophanes’ in koronografisi 8. Raphael’in “Atina Okulu” adlı eseri KAYNAKLAR: 1.Theosophy dergisi, Cilt 25, No. 5, Mart, 1937 (sayfa 197-207) 29 bölümlük “Büyük Teozoflar” dizisi 12. Bölüm. 2. İskenderiyeli HYPATİA, Maria DZIELSKA,Haziran1999 3. Yeni Yüksektepe Dergisi, Sayı 38, 2003,Berfin Yayınları 4.Tüm Çağların Gizli Öğretileri,Manly P. HALL,Mitra Yayınları 5. http://www.forumel. biz/iskenderiyeli-hypatialiteraturdeki-hypatia-efsanesi 6. Hypatia, Charles William Mitchell, 1885 7. Vikipedi

Mihrican BAL

Hypatia ‘nın hayatı ve çalışmaları hakkında doğrudan bilgi veren bazı kaynaklar; 1. “Suda Sözlüğü” nün giriş kısmı

19


SANAT

20

GEYSA


SANAT

G

‘‘Bir çiçek kadar zarif, bir söğüt ağacı kadar güçlü sanat insanı’’ Geyşalar yüzlerindeki beyaz maskeleri, kıyafetlerindeki renk armonisi ve yürüyüşlerindeki zarafet ile beni hep büyülemişlerdir. Onların dünyasında ufak bir araştırma yaptığımda anladım ki, gözlerimizi büyüleyen o görüntülerinin altında günlük haberlerden, siyasetten ve sanat dünyasından haberdar olan, asıl yetenekleri insanların ruhunu ekip biçen ve mevsimine göre çiçek açmasını sağlayan kusursuz birer sanatçı yatıyor. Geyşaların hayat hikâyesi şöyle başlıyor; Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi Japonya’da da insanlar tapınak ve ibadet yerlerine toplanıyordu. Dua etmeye geliyor, sonrasında eğlenmek ya da yiyip içmek için kalıyorlardı. Girişimciler, tapınak bölgelerinde hacıların ihtiyaçlarını karşılayacak tezgâhlar ve dükkanlar inşa etmeye başladılar. Bunlar ilk (oçaya) çayevleriydi. Zamanla bu çayevleri daha sert içkiler, daha ciddi yiyecekler vermeye başladılar. Çay demleyen kadınlar, dansçılar, şamisen çalıp, şarkılar söyleyen kadınlar oluş-

tu ve bunlar kendilerine ‘geyşa’ demeye başladılar. İlk çayevi 1665’te ortaya çıktı ama yasallaşması 1712 yılında gerçekleşti. Bu çayevleri öncesinde geyşalar vardı fakat bunlar erkekti. İlk erkek geyşalar kadınların çaldığı gibi müziği çalıyor, dans ediyor ve kadın denkleri gibi müşterilerle sohbet ediyorlardı. Eğlencenin ve oyunların devam etmesini sağlayan parti ustalarıydılar. Bunlara ‘ TAİKOMOÇİ’ deniyordu

bir bakış açısı ürünüdür. Geyşa, orijinalliğin değil, mükemmelliğin göstergesidir. En yoğun kullanılan tanımı ise, Japon erkeklerini çekicilikleriyle büyüleyen tebeşir beyazı yüzlü, kiraz dudaklı ve ipek giysili suskun köleler. Geyşalık Japonya’da bir statü belirtisi. Bu genç kadınlar, daha çocukluklarından bu felsefeyle büyütülüyor. Ardından, yıllar süren bir eğitim alıyorlar.

Birçok Geisha kız ve kadının toplandıkları semtlere hana-machi (çiçek şehri) adı verilir. Geyşa gei-sha olarak yazılıyor Japonca’da “Gei” sanat veya gösteri, “sha” ise kişi anlamına gelir ve sözcük anlamı ‘SANAT İNSANI’

Köylü yada yüksek miktarlarda borca girmiş şehirli aileler çocuklarını geyşa evlerine para karşılığı veriyorlar. Çoğu 6-7 yaşlarında alındıklarından, eğlence bölgesi dışındaki hayatı belli belirsiz hatırlıyorlar. Bir geyşa evine girmesiyle şikomi sıfatını giymiş oluyor.

17. yüzyılda Japon kentlerinde kurulan geyşa evlerinin (okiya) ilk ziyaretçileri, seks dışında eğlence, romantik duygular ve entelektüel doyum talep etmişler, geyşalar da bunu sağlamak üzere hayatlarını adamış olan güzelliklerdir. Tarzları, gündelik olan her şeyi törensel biçimde örten, adi olanı yücelten

Şikomi denen bu kızlar tüm ev işleriyle ilgilenirler. Disiplin edilmesi için çok ağır şartlar altında çalıştırılır ve önce hizmet etmesini öğrenirler. Her geleneksel Japon çıraklığında olduğu gibi asıl amaç evin atmosferinde büyümek ve disiplin kavramına alışmaktır

21


SANAT Şikomo eğitiminde ilk öğrenilmesi gereken konuşma aksanı, konuşma biçimi nereden geldiğini ve sınıfını gösterdiği için, bu eski benliğine ait bütün izleri silmek gibi bir şeydi, aynı zamanda geyşa dünyasının nezaket kurallarını da öğrenmeye başlar. Selam vermek, karşılamak, bir kız çocuğunun tiz sesiyle konuşmak, dans etmek. En kötüsü de geyşa hiyerarşisinin en alt basamağı olduğu için ileri yaştaki ablalarının acımasız iğnelemeleri ve terslemelerine hiçbir yanıt vermeden kabul etmek zorunda olmaları. Bu kızlara ulaşmak tanışmak çok zordur. Çocuk sayıldıklarından geyşa evlerinin anneleri tarafından sıkı koruma altına alı-

22

nırlar. Eğitim süreci boyunca anneler ‘Okami-san’ ve ablalar’’O-nêsan’ dil, hal, tavır ve çok önemli olan insan ilişkilerini konusunda kaydettiği ilerlemeyi yakından izler. Öğretmenlerle bir araya gelerek çeşitli sanatlara olan yatkınlığını tartışırlar. Sabahtan normal okula giderek zorunlu eğitimini tamamlar sonra öğleden sonra dans, şan, davul, flüt ve şamisen çalma derslerine giderler. Şikomu olarak ne kadar ilerlediğini görmek için ilk aşamadan yani dans sınavından geçer. Sınavı geçen şikomu ikinci sı-

nav için hazırlanır: ‘Minarai’ yani görerek öğrenme. İlk kez maskeyi takacak ve bundan böyle dünyaya göstereceği mermer yüzü görecek… İlk önce saçları ‘wareşinobu’ saç sitili yapılıyor. Sonra büyük maiko yüzünü pürüzsüz ve beyazlığa kavuşana kadar pudralıyor, bu pudralama sırtının ortasına kadar devam ediyor. Estetik kaygılar adına çektikleri işkence saymakla bitmez. Yüksek dağlara ve vadilere benzeyen, süslü tokalarla bezenmiş saçları çok acı veren bir yöntemle mumlandığından; saçının bozulmaması için ince bir kumaşla kaplanmış olan tahtaya yatarak uyumayı öğrenir.


Parmakları kanayana kadar üç telli şamisen notalarını çalmaya zorlanırlar.

Daha sonra kimonosunu giyiyor ve obisi bağlanıyor. Hala bir maiko olmadığı için alt seviyede olduğunu göstermek için obisi normal bir maikonun yarı uzunluğunda, boyun hizasından yere kadar değil dizlerinin arkasına kadar uzunlukta. En son giriş salonunda OKOBO’larını giyiyor; bunlar 10 cm yüksekliğinde ön tarafında dik bir eğimi olan parmak arası kırmızı takunyalardır. Geceleri Parti eğitimi alacağı minariajaya(çayevi) gitmeye başlar. Burada dinler, izler, nasıl oturup kalkacağını, nasıl davranacağını,nasıl konuşacağını, sohbeti nasıl hafif ve eğlendirici bir şekilde sürdüreceğini, beceriyle saki kapla-

rını nasıl dolduracağını öğreniyor. Burada sözlü talimat fazla yok. Adetlere göre dikkatle izlemesi ve görerek öğrenmesi; bu yenidünyanın her ayrıntısını sindirmesi gerekiyor ‘Minarai’ yani görerek öğrenme sınavını geçen genç kız, Maiko olmadan önce 3 günlük boy gösterme olan ‘misedaşi’ dönemini yaşıyor.

üstlenecek yaşça büyük bir maiko ya da geyşadır. Kendisi için ‘ablasının onesanın’ suçu üstleneceğini bilmek bir maikonun kuralları çiğnemesinin önünde yıldırıcı bir engeldir. Misedaşi Geçiş töreni bir falcının yardımıyla belirlenen hayırlı bir günde yapılıyor san-san-kudo, ‘ üç kere üç dokuz’ denen bu tören Japonların evlilik töreni kadar ciddi ve bağlayıcı.

İlk boy gösterişinden önce geçirmesi gereken önemli bir geçiş töreni var. Geyşa ailesinin bir üyesi olması için bir abla ‘ONESAN’ tarafından evlat edinilmesi gerekiyor bu onun hocası olacak, geyşa hayat tarzının temel kurallarını öğretecek, dans ve müzikteki ilerlemesini izleyecek ve en önemlisi bir hata yaptığında sorumluluğu

Geyşa evinde tatami kaplı bir odada seçilen ablasıyla maiko oturuyor önce. Abla kırmızı saki fincanı alarak üç yudumda içiyor, sonra doldurulup aynı fincandan maiko olacak kişi içiyor. Aynı işlem orta boy bir kupayla son olarak da büyük boy bir saki kupasıyla tekrarlanıyor böylece üç kupadan alınan üç yudumla sona eriyor… 23


SANAT Ertesi gün maikonun boy gösterişinin üç gününde bütün çayevlerini dolaşıyor. Ev anneleri ona zarf içinde para ve hediyeler veriyor. Üç gün boyunca o bölgenin yıldızı oluyor. Üç günlük boy gösterişinden sonra mizuage( kabarma ya da suları sunma ) sıra geliyor. Mizuage ilk kez kadın olduğu zamandır ve bu bir maikonun meslek hayatındaki en önemli adımdır. Maiko en fazla hana-dai ya da o-hana ( çiçek parası yada onurlu çiçek) verene bekaretini verir. Mizuageyi yaşayan kişi artık bir maiko olmuştur ve hayatı değişir.’Eri’ adı verilen kırmızı

işlemeli kalın alt yaka takmaya başlarlar, buda eri-kae denilen bir törenle yapılır. İlk olarak saçları ‘ofuku’ sitili yapılır buda onun artık bir maiko olduğunu gösterir, herkes onu kutlar, maikoda hediyeler dağıtır. Geyşa olabilmek için beş yıllık sıkı bir eğitimden geçmesi gerekiyor. Bu sürede de en çok ‘anne’ ve ‘abla’larla ilişkilere dikkat etmesi gerekiyor. Geyşa olduklarında da eri-kae töreniyle maiko iken taktıkları kırmızı yerine beyaz yaka takarlar ve uzun saçları geyşa peruğunu takması için kesilir. 1958’den sonra bu peruklar moda oldu. Onun öncesi maikolar gibi kuaföre gidiyorlardı. Yıllar süren ağır eğit i m ve öz disiplin onları bu

zarif yaratıklara dönüştürmüştür, ama kısıtlayıcı kimonoları ve nötr bir maskeyi andıran makyajlarının ardında, etten kemikten, kendine ait bir geçmişi, hayal kırıklıkları ve hayalleri olan birer kadın yatmaktadır. En iyi sakladıkları sırlar, kalplerine en yakın olanlardır bu gizlenmiş dünyaya girdiğinde, geyşanın âşık olma, ya da yazgısının peşinden gitme özgürlüğünün olmadığını öğrenir. Bir genç kız tam bir geyşa olduğunda,çay töreninde parmaklarını bardağın etrafına koyması, elini kaldırması gibi basit görünen tüm hareketlerin kendine özgü


SANAT anlamları var. Yere çömelişi, masadan kalkışı, odanın bir ucundan öbür ucuna gidişi, zarif hareketleri onun doğasının bir parçası olur. Yelpazesinin ufacık bir hareketiyle drama yaratır. Bir çiçek kadar zarif, bir söğüt ağacı kadar güçlü… Bu hayal dünyasında dişiliğin sembolü, hayatın gerçekleri hakkında hiçbir fikri olmayan baygın bakışlı bebekler olmaları bekleniyor. Bir geyşa, hayatı boyunca Japon kültürünün simgesi hâline gelen sanatlarda mükemmelleşmek için çok uzun saatler harcar. Dans eğitimi ve üç telli ‘shamisen’deki ustalık, bir kız daha maiko, yani çırak geyşa olmadan çok önce başlar. Özellikle şamisen çalmayı öğrenmek yıllar süren bir uğraş. En iyi şamisen çalanlar yaşça büyük geyşalar ve onlara talep yoğun olur. Japon geleneksel sanatları kendini ifade etmenin bir yolu değil, biçimiişi doğru bir biçimde yapmayı öğrenmektir. Amaç kusursuzluk, bir geleneğin yayılması, yer, mevsim ve duruma göre doğru kimonoyu giymektir. Bir geyşa geleneğin belirlediği kuralla kendini kusursuz bir sanat eserine dönüştüren sanatçıdır. En önemli nitelikleri konuşma yetenekleridir.

Bir geyşa, günlük haberleri, sumo sonuçlarını ve sanat dünyasından haberdardır. Ayrıca her daim ince espriler yapıp, bir kuğunun zarafetiyle en zor müşterileri dahi memnun edebilmektedir. Geyşa zarafetiyle, kalabalıkları heyecanlandırır ve onu süsler. Elbette ki bu da geyşanın güzelliğinden değildir. Yalnızca almış olduğu eğitimin ve görgüsünün vermiş olduğu akıldan kaynaklıdır. Bununla birlikte geyşalar acıya da dayanıklıdır. Yerde, kıvrık bacaklarının üstünde saatlerce oturabilirler. Geyşa erkeğin içinde bulunduğu durumu çok iyi analiz eder. Kıraç bir tarla olarak algılar ve ona göre davranır. Âdeta bir bahçeyi ekip biçen deneyimli bahçıvan edasıyla erkeğin ruhunu ekip biçer ve mevsimine göre çiçek açmasını sağlar. Geyşalar aslında tam anlamıyla birer sır küpleridir. Japonya’da bütün gizli görüşmeler geyşa evlerinde yapılır. Geyşa hizmet ettiği müşterilerinin konuştuklarını asla kimseyle paylaşmaz. Kendi kendine bile konuşmaz. Sağır ve dilsiz uşaklar gibidir. Her duyduğu onunla birlikte mezara gider. Toplumun en üst kesimlerinde geyşalar bu gece toplantılarının ana un-

surunu oluşturuyordu. Geyşa partileri ülkenin yönetiminin olmazsa olmaz bir parçası, bir erkek için kusursuz bir ortam, kusursuz yemekler, içkiler ve konuşabileceği kusursuz birinin olması üstelik onu nasıl rahatlatacağını biliyor hatta aklını kurcalayan soruna bir çözüm bulabiliyordu. Japonya’nın savaştan sonra kendisini çabuk toparlayabilmesinin bir nedeni de buydu. Bir erkeğe ne kadar zeki olduğunu sezdirmeyecek kadar zekidir. İdeal kadının özü, erkeğe parlak fikrin kendisinden çıktığını düşündürmek… Geyşalığın yok olmasının sebebi, bir geyşa evinde müşteri olma kültürünün yok olmasıdır. Geyşa dünyası kişiliğini koruyabilmek için dışa kapalı bütün sırlarıyla ve gizemleriyle kendi kozasında özel bir dünyaydı. Bu haliyle küçük ölçek bir Japonya’ydı. Şaşılacak olan geyşa dünyasının yok oluyor olması değil, varlığını bu kadar uzun süre koruyabilmesidir. Bunu da dış dünyayla arasına koyduğu ürkütücü mesafeye borçludur. Eğer sürü insanları bu yapıya girecek bir açıklık bulabilselerdi, şimdiye kadar çoktan güneş altındaki bir çiy tanesi gibi eriyip giderdi. KAYNAK: Yok Olan Bir Dünyanın Gizli Tarihi Lesley Downer

EYLEM ÖZKAN 25


SANAT

İSMAİL ÖZTÜRK

26


SANAT

`

`

ISMAIL ÖZTÜRK

Hüsn-ü Hat: Sabrın ve Bilgeliğin İfadesi Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinin üzerinden yüzoniki, Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta oturuşunun üzerinden kırk beş, Mimarbaşı Sinan’ın Süleymaniye’yi bitirişinin üzerinden yedi yıl anca geçmiştir... Süleymaniye bir yatsı vakti... Kandilinin ışığıyla kitabını okuyan talebenin dikkati bir ara kandilinden çıkan ise kaymıştır. İs şekilden şekle girerek davetkâr biçimde akmaktadır. Ayağa kalkan talebe isi takip eder. İs oyuklardan bir odaya dolmaktadır. Odanın kapısını büyük bir merakla açan talebe hocasının testilere mürekkep doldurduğunu görür. Kandillerden gelen is odadaki nemli ortam sayesinde mürekkep oluyordu. Hocası göz ucuyla talebeyi süzdükten sonra mürekkep doldurduğu testileri alıp dışarı çıkar. Talebede peşinden... Hoca

testileri Hicaza gidecek olan develere asar. Uzun bir yolculuk olacaktır. Sallanma, ezilme, olgunlaşma dolu uzun bir yolculuk. Develerin avludan çıkışının üzerinden mevsimler geçer, nice kandiller biter. Ve bir gün develerin çanını tekrar Süleymaniye’nin avlusunda duyan talebe koşarak dışarı çıkar, develer dönmüştür. Hoca mürekkep testilerini astığı develerden çıkartır ve kıvamına bakar, memnundur. Artık iki testi mürekkebi vardır. Talebe hocasına bu kadar zahmetin, eziyetin, bekleyişin sebebini ve mürekkeplerin ne olacağını sorar. Hocası onun saçlarını sıvazladıktan sonra Kem alatla kemalat olmayacağını anlatır. Eğer isler kandilden çıktıktan sonra odaya dol masa ve nemli odada beklemese… 27


SANAT Sonra oradan toplanıp bu uzun, sıkıntılı, yorucu, yolculuğu yapmamış olsalar… Onlarında bu sürede sabırla beklememiş olmaları durumunda mükemmel mürekkebi elde edemeyeceklerini anlatır. Peki, ne olacaktır bu mürekkep? O mürekkeplerle Hat yazılacaktır. Yüzlerce yıl boyunca Süleymaniye’nin duvarlarını süsleyecek olan Hüsn-ü Hat, yani güzel yazı… Konusu güzellik olan bu sayımızda geleneksel hale getirdiğimiz Geleneksel Türk El Sanatları Röportajımızı Hattat İsmail Öztürk beyle gerçekleştirdik. Biz çok bilgilendik ve keyif aldık. Sizin de aynı hisleri paylaşmanız dileğiyle. HAT kelimesi nereden geliyor? Hat Arapça kökenli bir kelimedir. Çizgi anlamına geliyor. Terim anlamı olarakta yazı anlamına geliyor. Hat kelimesi Arapça yazıyı ifade ediyor. Hüsn - ü Hat güzel yazı demek yani yazının sanatla yazılması da diyebiliriz.

28

HAT ile tanışmanızın hikâyesini anlatır mısınız? İlkokuldayken el yazısı ile tanıştım. Ortaokulda güzel yazı dersinde de iyiydim. İzmir ilahiyat fakültesinde okurken hattat aradım. İzmir’de hattat yoktu. Bende İstanbul’a Hasan Çelebi ile tanışmaya gittim.Bana ilk meşkimi yazdı ve postayla geri göndermemi istedi.Hocanın istediğini yazıp gönderdim ve beklemeye başladım.3 ay sonra cevap geldi. Ondan sonra böyle hat çalışamayacağıma karar verdim.İzmir’den her iki haftada bir Konya’ya Hüseyin Öksüz hocamın derslerine gidip gelmeye başladım.İki buçuk yıl boyunca 15 günde bir her Pazar derse gittim. Ondan sonra belli aralıklarla tekrar gidip geldim ve icazet aldım.


SANAT Kimlerden ders aldınız? Hasan Çelebi’den bir ders aldım. Ama hoca bir tanedir oda derslerine devam ettiğim Hüseyin Öksüz’dür.

Kalem, hokka, kâğıt, mürekkep, yazı altlığı, lika gibi malzemeler lazımdır. Malzemelerin kaliteli olması gerekmektedir. Kem alatla kemalat olmaz.

Bir HAT çalışması ortalama ne kadar zamanda bitiyor? Çalışmadan çalışmaya değişir. Bir ayla altı ay arasında bir zaman aralığını kapsar diyebiliriz.

HAT da yetenek önemlimidir? Yetenek önemlidir ama çalışma olmadan yeteneğin hiçbir önemi yoktur. Yetenek olmadan da belli bir noktaya gelinebilir.

Hattatlığa başlangıç için kabul edilen Rabbiyesir duası hakkında bilgi verir misiniz? Aslında denemedir. Tarikatlardaki çile gibidir. Manevi açıdan ise bu bir duadır. Kolaylaştır, zorlaştırma, hayırlısıyla tamamına erdir anlamındadır.

HATTAT da aranılan özellikler nelerdir? Gördüğünü anlayabilmek, azimli olmak, sabırlı olmak ve sebatkâr olmak gereklidir.

Şeyh Hamdullah Efendi`nin Türk Hattatları arasındaki yeri nedir? Hattatlığa başlayanlar için kaleminin Şeyh Hamdullah`ın mezarına gömülmesi geleneğini anlatır mısınız? Hat tarihinde 3 tane zirve var ise bunlardan ilki ve en önemlisi Şeyh Hamdullah’tır. Özelliği kendinden önce yazılan yazıyı değiştirmesi ve geliştirmesidir.

HAT yapmak isteyenlere ne önerirsiniz? Ne yapmak istediklerini bilmelerini öneririm. Teşekkür ederiz.

ERKAN SİHİR Fotograf: MİHRİCAN BAL

HAT Türk sanatı mıdır, başka yerlerde de yapılmış mıdır? Geleneksel olarak Türk sanatıdır. Bu günlere gelmesi,kurallarının konması , bir gelenek oluşturması,mükemmelleşmesi büyük ölçüde Selçuklu ve Osmanlı himayesinde gerçekleşmiştir. HAT çalışması yapabilme için gerekli malzemeler nelerdir? 29


ARAŞTIRMA

RENKLER

“Renk, ışığın değişik dalga boylarının gözün retinasına ulaşması ile ortaya çıkan bir algılamadır. Bu algılama, ışığın maddeler üzerine çarpması ve kısmen soğurulup kısmen yansıması nedeniyle çeşitlilik gösterir ki bunlar renk tonu veya renk olarak adlandırılır. Tüm dalga boyları birden aynı anda gözümüze ulaşırsa bunu beyaz, hiç ışık ulaşmazsa siyah olarak algılarız.” http://tr.wikipedia.org/wiki/Renk

30


ARAŞTIRMA

Bilim adamları tarafından yapılan araştırmalarda insan gözünün 1000 düzeyde siyah, 100 düzeyde kırmızı-yeşil ve 100 düzeyde sarı-mavi tonlarını gördüğü tespit edilmiştir. Bunun anlamı gözümüzün göreceği toplam renk sayısının 1000 x 100 x 100 = 10,000,000 (10 milyon) olduğudur. Bu demek oluyor ki çokta renkli yaşamıyoruz. Daha doğmadan önce başlar renklerle ilişkimiz. Kızlar pembe, erkekler mavi. Oysa her renk yakışır bebeklere. Ancak renkler konusunda da belli kalıplarımız vardır. Evimiz, kullandığımız eşyalar, kıyafetlerimiz, aksesuarlarımız, her şeyin bir rengi vardır. Kendimize yakıştırdığımız veya asla kullanmadığımız renkler olduğu gibi. Benzer renklerin kombinasyonları, zıt renklerin uyumundan y a r a r l a n a r a k resimler yaparız. Evimizi eşyalarımızı, kıyafetlerimizi buna göre seçeriz. Biz farkında olmasak ta günümüz tüketim çağında renklerin profesyonel bir şekilde kullanıldığı reklâmlardan etkilenir buna göre seçilerimizi ve alışverişlerimizi düzenleriz. Hatta

eşimize dostumuza aldığımız çiçeklerin / hediyelerin rengini bile buna göre seçeriz. Konuyla ilgili olduğu için bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. İlkokuldayken resim öğretmenim resimlerimi çok beğenirdi. Resimlerimi demekte haksızlık olur çünkü hep aynı şeyleri çizerdim. Sıra dağlar, dere kıyısında bir ev, bahçede çiçekler ve bulutlar. Bilmiyorum bu resim size tanıdık geldi mi? Bana göre son derece vasat bu çizimlerden her defasında pekiyi not almak beni şaşırtmıyor değildi ama itirazda etmiyordum tabii. Yüksek notların nedenini yıllar sonra çok değerli öğretmenimle karşılaştığımızda yaptığımız konuşmada öğrendim. ‘’Renkler’’ dedi! Ben çizdiğim bulutları hiç maviye boyamadım. Gün batımında dağların tam üzerinde bulutlar olur pembe, eflatun, kırmızı, siyah karışımı o rengi görürsünüz ama o renk tek bir renk değildir ve işte şu renk diyemezsiniz. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın o rengi suluboyanızdaki tüm renkler birbirine karışsa da yağlı boya tüplerinizi o rengi yakalamak uğruna harcasanız da bulamazsınız. O renk mükemmeldir, o renk

doğadır, doğaldır. Ben o rengi yakalamayı beceremedim ama bunun için gösterdiğim çaba her seferinde tam not aldı. Renkleri düşünce ve önyargılarımızla bağdaştırabiliriz. Bazıları sürekli hayatımızdadır, bazıları asla girmez. Bazılarına yoğunlaşırız. Bizim çok beğendiğimiz bir rengi diğerleri hiç beğenmeyebilir. Bu sayede özgün olabildiğimiz gibi aykırı ve uyumsuz da olabiliriz.Atalarımızında söylediği gibi ‘’Zevkler ve renkler tartışılmaz’’. Tartışmayalım, fakat renklerin büyük dünyasını araştıralım ve seçimlerimizi tekrar gözden geçirelim. Çünkü renkler bizim için gerçekten çok önemlidirler. Fizyolojik ve psikolojik olarak renklerden etkileniriz. Bazı renkler bizi dinlendirir, sakinleştirir, huzur verir bazıları bunun aksine karamsarlık, güvensizlik ve dengesizlik hissi yaratır. Renkler aynı zamanda tedavi edici özelliklere s a h i p t i r l e r. F a r k l ı renkler,vücudumuzun farklı noktalarının tedavisi için kullanılır. Yine bireysel olarak farklılıklarımız olduğu için her renk her insanda aynı etkiyi göstermez. Renklerin etkilerinden kısaca bahsedelim. 31


ARAŞTIRMA

Mor Fiziksel ve ruhsal olarak vücudun toksinlerden arındırıcı , antiseptic bir özellik taşır.

Mavi

Enerji sistemimizi serinletici ve dinlendirici özellik taşır.Vücut enerjilerini dengeler. Sezgileri güçlendirir.

Turuncu Neşenin ve bilgeliğin rengidir.insanların sosyalleşme duyguları bu renk yardımıyla faliyete geçer.Aşırı kullanımı sinir sistemini olumsuz etkiler.

Yeşil Dünya üzerinde en çok bulunan renklerden biridir. Sakinleştirici bir özellik taşıdığı için, enerjimizi dengeler, güven ve şefkat duygularımızı arttırır.

Kırmızı Canlandırıcı bir renktir. Sahip olduğu yoğun enerji sebebiyle,insanların fiziksel öğelerini uyandırır ve daha etkin bir biçimde faliyete sokar.

Siyah Bedenlerde çok güçlü bir manyetik enerji alanı yaratır. Aşırı derecede kullanıldığında kişide depresyona ve duygusal karmaşaya yol açar.

Beyaz

Bireyin yaratıcılık duygularını açığa çıkaran, geliştiren ve her bünyeye uygun olan bir renktir.

Sarı Bu rengin enerjisi kişinin Lacivert Mavinin diğer tonları gibi lacivert de ruhsal ve fiziksel rahatsızlıkların giderilmesinde çok etkin bir yere sahiptir.

zihinsel faliyetlerini harekete geçirir.Moral bozukluklarını ortadan kaldırabileceği gibi, kişide iyimserlik ve kendine güven duygusularını arttırır.

Renkler ışığın mucizesi, renkler her yerde. Karşılıksız vererek, paylaşarak, öğrenerek ve çalışarak içimizi daha çok aydınlatalım ki kendi rengimizi ortaya çıkartabilelim. Duygusal düşüşler, karşımıza çıkan zorluklar amacımızı bize unutturmasın, deneyelim ve renklenelim. Sevgiyle ve renkli kalın.

ŞÜKRAN TEZ

32


BİYOGRAFİ

N R U B P EY HE RİFİ

AUDRGÜZELLİĞİN TA

Diğer adıyla Eda van Heemstra), 1929-1993 Sinema dünyasının gelmiş geçmiş en güzel kadın yıldızı olarak anılır. Yeteneği, gözalıcı güzelliği ve zerafetiyle tanındığı Hollywood’da bir simge olarak pek çok kez taklit edildi. Hayatı 4 Mayıs1929’da Belçika’nın Brüksel kentinde doğdu. Annesi Hollandalı bir barones, babası zengin bir İngiliz bankacıydı. Boşanmış bir anne – babanın çocuğu olarak büyüdü. Henüz 10 yaşındayken annesi

başka bir adamla evlendi ve yeni babası ile birlikte Nazi işgali altındaki Hollanda’ya göç etmek zorunda kaldı. Oldukça zor bir çocukluk geçirdi. Sinema’ya hep ilgisi vardı ve oyuncu olmanın düşlerini kuruyordu. Savaşın bitmesinden sonra Londra’ya gidip bir bale okuluna yazıldı ve modellik yapmaya başladı. Hepburn, ilk filmi “Young Wives Tale”da (1951) rol aldığında 22 yaşındaydı. Bu ilk filminde güzelliği ve zarafeti ile izleyen herkesin dikkatini çekti ve hızlı bir yükselişe geçti. “Monte Carlo Baby”,

“Lavender Hill Mob” ve “Secret People” gibi filmlerde oynadıktan sonra Hepburn,1952’ de rol aldığı “Roman Holiday” ile büyük başarı kazandı. Bir prensesi canlandırdığı “Roman Holiday” Hepburn’un ilk başrolüydü ve Gregory Peck ile birlikte rol aldığı film sayesinde En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’nü kazandı. Artık bir yıldızdı ve başarılı yapımlarda rol aldı. “Sabrina” ,”War And Peace”, “Funny Face”, “Love in the Afternoon”, “Green Mansions” ve “The Unforgiven” gibi filmlerde rol aldı. 33


BİYOGRAFİ

Kariyerinin bu kısmında dönemin en ünlü yönetmenleri ve aktörleri ile çalışan Hepburn çalıştığı herkesi kendine hayran bırakıyordu. O yalnızca güzel ve yetenekli bir oyuncu değil aynı zamanda zarif bir hanımefendiydi. Güzel yıldız daha sonra “My Fair Lady”, “Breakfast at Tiffany’s” ve “Wait Until Dark” gibi filmlerle büyük başarı kazandı. 1980 sonrasında UNICEF’in iyi niyet elçisi olarak, tüm dünyada yardım çalışmalarına başladı. 34

Hepburn’un iki evliliği oldu. Mel Ferrer’den Sean adında ve Dr. Andrea Dotti’den Luca adında iki çocuğu var. Audrey Hepburn 1990’da oyunculuğu askıya aldı ve yalnızca çok özel projelerde yer aldı. Audrey Hepburn 20 Ocak 1993’te İsviçre’de bağırsak kanserinden öldüğünde 64 yaşındaydı. Hepburn’un mezarı şu an Tolochenaz-İsviçre’de bulunuyor. Audrey Hepburn tüm oyunculuk kariyeri boyunca sayısız ödülün sa-

hibi oldu. Bu ödüllerden bazıları şöyledir; 1954’de “Roman Holiday” ile kazandığı Oscar’ın yanında tam 4 kez En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı adaylığı, 2 kez İngiliz Film Akademisi Ödülleri, BAFTA Ödülü ve iki kez de BAFTA Ödülü adaylığı. İki adet Altın Küre Ödülü, Screen Actors Guild Award Hayat Boyu Başarı Ödülü-1992… Audrey Hepburn’e bir ropörtajında güzelliğinin sırrını sorarlar. Bu soruya oldukça bilgece olan şu cevabı verir:


BİYOGRAFİ

ögüzel s e c e d a ,s orsanız y i t s i k a hip olm n. a s a r a l k söyleyi a , r d e l u z d i e bakın l k i Çekic l i y i a nsanlar i , z ı n a rüşün. ö tiyors s g i k n ı s u s l ık o edinip s zleriniz r ö a g l t l s e o z kalmak d Gü f k ı e y ç a r z e g la ep ak ve h llarla ve açlar m l o p i u h rine sa zi, yoks e i l n ü i ç ğ l e ö m e eden nizi ve i ğ İdeal b e m e ylaşın. ,y ı a z ı p n a s r çlarınız a s istiyo n ı r kla z, çocu ı n a s r o ak istiy n izin verin. m l o p i h e a hergü lara sa ç n ı a s s a ı l m ilgelik v b Alım a z okşa ı n ı n .” anız, ya rle yürümeyin s r o y i t s i i e ve kib vermek c l r i a h l a z c o p la çekici yün; as ü r ü y Dikkat k u alara tevazuy Bu sözler, bedensel güzelliğin değil, aslında ruh güzelliğinin tarifidir.. Onun “güzel olmak” anlayışı, “iyi kalpli olmak”tan farklı değildir. Kalbi o kadar güzeldi ki, iyi niyeti davranışlarına da yansıdı ve ihtiyaç sahibi çocuklara yardım etmek için, iyi niyet elçisi olarak UNICEF çalışmalarına katıldı. Bu konuda da birçok kişiye örnek

olmuştur.

gerektiğini düşünürdü.”

Oğlu, onun bu yardımseverliğini şu sözlerle anlatıyor:

Onun güzelliği sadece fiziksel olana takılıp kalmamıştır. İçindeki ışık onu sanat hayatında parlayan bir yıldız haline getirmekle kalmamış , eylemlerlerine yansıyarak diğer insanlarla bu ışığı paylaşma fedakarlığında bulunmuştur.

“Annem yaşadıkları yüzünden zordaki çocuklara yardım etmek gereğine inanırdı. Yalnız bir tas çorba ya da vitamin verip değil, onları fiziksel olduğu kadar, duygusal açıdan da korumak

MİHRİCAN BAL 35


MİTOLOJİ

İLHAM PERİLERİ:

MÜZLER

Ilham gelmesi için bekleyemezsiniz. Peşinden bir sopayla koşturmalısınız. J.London

M

Madrid arkeoloji müzesinin cılız salonlarında gezerken bir gün, bir heykelcik gördüm. Ve bu heykelciğin önünde durup bakakaldım. Astronomi müzü… bu kadar etkileyici bir heykel görmemiştim daha önceden… Nesi etkiledi derseniz, bilemiyorum. Ama etkilediği bir gerçek. Ve daha sonra da Madrid ve Barselona sokaklarında birçok müz heykeli ile karşılaştım. Her biri farklı etkileyici. Neden bu kadar sanata düşkün ve her yerden sanatsal bir şeyin olduğu bir toplum diye düşünmeye gerek yoktu artık

36

benim için. Müzler, heykel olarak da varlık olarak da burada yaşıyordu. Ve işte o zaman beni bir heves sardı. Kimdi bu Müzler, ilham perileri? Müzler veya musalar, Yunanca mousai sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcük ise etimolojik olarak akıl, düşünce, yaratıcılık yeteneği gibi anlamlara gelen ‘men’ kökünden gelmektedir. Müzler tanrıların kralı Zeus ile bellek tanrıçası Mnemnosyne’in kızlarıdır. Dokuz tanedirler. Efsaneye göre Zeus, Mnemnosyne ile tam dokuz gece geçirmiştir

ve her gece için de bir müz doğmuştur. Onlara adanmış kutsal yerler de mouseion denir. Ve tüm bunlar aslında kafamızda neden ilhamın peşinde koşuşturulması gerektiğini beklenmemesi gerektiğini anlatan sözler. Çünkü ilham, Zeus gibi güçlü, yeri geldiğinde acımasız iradenin şimşeklerine ve Mnemnosyne’nin en mükemmel hali yani hafızaya ihtiyaç duyar. Hafıza, öğrenilen bilgilerin uzun tekrarlar yoluyla hayatımıza sindirilmesi ve gerektiğinde tekrar ortaya çıkartılıp kullanılabilme yeteneği ise eğer, bu da


MİTOLOJİ

armudun pişip ağzımıza düşerek elde edilen bir süreç değildir. İlham ancak, iradenin kılıcına ve hafızanın sebatkârlığına sahip olan, hak eden kişiye gelir. Nasıl ki arı açmış güzel çiçeğe gelirse… Milattan önce 3. yüzyılda II.Ptolemaios Philadelphos’un İskenderiye’de kurduğu kütüphane ve araştırma merkezine verdiği bu ad, Latincede museum biçimine girmiş. Yüzyıllar sonra tekrar anımsanan bu sözcük, 17. yüzyılda başlangıçta bir kütüphane olarak kurulan British

Museum’un adında yer almış. Museum sözcüğü 1683’ten itibaren ‘nesnelerin sergilendiği yer’ anlamına kavuşmuş. Daha sonraları arkeoloji biliminin gelişmesine, etnografyanın yaygınlaşmasına koşut olarak nesnelerin sergileme ihtiyacı da artmış, sonuçta hem sergileme binaları çoğalmış,hem de müze sözcüğü oraların adı olarak birçok dilde kullanılır olmuş. Böylece Müzler insanoğlunun gündelik yaşamında hatırı sayılır bir yer almaya başlamışlar, hem de insanlara varlıklarını fark ettirmeden!

Bir de mozaik sözcüğü var. Ortaçağda yapılan mozaikler genellikle Musalara adandığı için, onlara musaicum, yani “Musalara ilişkin” adı verilmiş. 14.-15. yüzyıllarda da bu sözcük bütün batı dillerine yayılmış. Musaların hünerlerini sergilemelerini anlatan ‘musica’ kelimesinden de müzik ve musıki kavramları doğmuştur. Müzlerin adları bir çok şiirde geçer, fakat kendilerine ait bir destanları yoktur. Onlar genelde tanrıların bütün şenliklerinde şarkı söyler, dans eder. 37


MİTOLOJİ

Euterpe ismi Yunanca eu yani iyi ve hoşnut etmekten gelir. Eutere olarak da anılır. Müzik ve lirik şiirin ilham perisidir. Ayrıca eğlence, zevk ve flüt üflemenin ilham perisidir. Strymon nehri tarafından gebe bırakılmış, Rhesus isminde bir oğlu olmuştur. Periler (nemfler) tarafından büyütülen Rhesus, Troya’da Diomedes tarafından öldürülmüştür (Homer’in İliyad’ına göre). Çoğunlukla flüt tutarken tasvir edilir.

Terpsikhore (dans

etmenin zevki) veya Terpsichore, Dansın ilham perisidir. Daha sonraları müziğin ve lirik şiirin ilham perisi olarak da anıldığı olmuştur. Nehir tanrısı Achelous’tan Sirenler’in annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle otururken, elinde bir lir ile resmedilir. 38

Kalliope Yunanca “güzel sesli”den gelmektedir. Müzlerin en büyüğü ve en zekisidir. Tanrı Apollo’dan Orpheus ve Linus adlarında iki oğlu olmuştur. Kalliope epik şiirin, destanların ilham perisidir. Bu yüzden, mitolojiye göre, şairlere epik şiirleri, destanları ilham eden, yazdıran odur. Çoğunlukla elinde bir tablet ile tasvir edilir.

Urania (cennet gibi,

cennetsel) Astronomi ve astrolojinin ilham perisidir. Nadiren Apollon’dan Linus’un annesi olduğu iddia edilir. Çoğunlukla sol elinde bir yerküre figürü ile resmedilir. Ayrıca çoğunlukla gözleri göğe bakar ve giydiği pelerinin, elbisenin üstünde yıldız motifleri vardır.


MİTOLOJİ

Kleio: Kleio veya Clio. Tarihi olayları konu alan şiirlerin ilham perisidir. Fenike alfabesini Yunanistan’a getirdiğine inanılır. Makedonya kralı Pierus’dan, Hyacinth isminde bir oğlu olmuştur. Mitolojideki bazı kaynaklara göre Hymenaios’un da annesidir. Çoğunlukla bir parşömen tomarı veya tabletlerle resmedilmiştir.

Polymnia veya

Polyhymnia (“birçok şarkı”).Polymnia kutsal ilahilerin, hitabetlerin ve dansların ilham perisidir. Bazen geometrinin, meditasyonun ve tarımın ilham perisi olarak da anılır. Ciddi bir yüz ifadesiyle, uzun giysiler içinde tasvir edilir.

Melpomene (şarkı söylemek), Trajedinin ilham perisidir. Genelde trajik bir maske, nadiren bir bıçak tutarken resmedilir. Sık sık cothurnus (dönemin trajedi oyuncuları tarafından giyilen bir tür bot) giyerken resmedilir.

Thalia veya Thaleia,

Pastoral şiir ve komedinin ilham perisidir. Genellikle elinde komik bir maske (gülen bir yüz ifadesi) ile resmedilmiştir.

Erato (sevimli); Lirik şiirin, aşk şiirlerinin ve korolu şiirlerin ilham perisidir. Arcas’dan Azan isminde bir oğlu olmuştur. Çoğunlukla bir lir ile resmedilmiştir.

Rutinin bir yaşam biçimi olduğu dünyamızda ilham perilerini yok sayışımız, birbirimize yeri geldiğinde şiddet uygulayarak benzemeye çalışma çabamız bizi hafızadan ve iradeden yoksun kılmakta. Ve irade ile hafızanın hayatımızdaki yerinden olmaları da ilham perilerini, yaratıcılığı ve onların doğurduğu güzellikleri yok etmekte. Bu yazıyı neden mi yazdık? Çabaya davet için… Emeğin değerini yeniden canlandırmak için. Çaba hayatın yasasıdır. Ve ilham perilerini, hayatın değerini, güzelliğini doğurur. SEMRA ŞEN & EYLEM ÖZKAN 39


YAZAR

Doğuyla Batı Arasında bir Kimlik Arayışı:

AMİN MAALOUF 40


YAZAR 1949 Beyrut doğumlu bir Hıristiyan Katolik olan yazar, 1979’daki Lübnan iç savaşından sonra ailesiyle birlikte ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve Fransa’ya yerleşmiştir. Romanlarında doğu ve ona ait her şeyi gelenekleri, söylenceleri, efsaneleri ve kahramanlarıyla, oryantalizm batağına düşmeden anlatır. Kimilerince

oryantalist olmakla suçlansa da, aslında klasik anlamda bir oryantalist değildir Amin Maalouf. Onun kitaplarında Avrupalıların bakış açısından ziyade doğunun bakış açısını görürsünüz, yani Avrupa-merkezli olmakla suçlanamaz en azından. Romanlarında sık sık gerçekten yaşamış tari-

hi karakterlere yer verir. Tarihi çarpıtmakla suçlanan pek çok tarihi roman yazarı gibi bence büyük haksızlığa uğratılmaktadır bu konuda. Çünkü romanların görevi tarih anlatmak değildir. Onlara bu yüzden halk söylencesi ya da efsane gözüyle bakmak ve bu şekilde okumak daha yerinde olur.

Mesela kişisel favorim olan Semerkant adli romanında Sultan Melikşah, Ömer Hayyam, Nizam-ül Mülk ve Hasan Sabbah gibi birbirinden ünlü 4 karakteri bir arada okumanın tadını yaşarsınız. Ömer Hayyam’ın rubailerini yazışına tanık olur, Hasan Sabbah ve Nizam-ül Mülk’ün birbirlerini alt etmek için çevirdikleri entrikaları nefesinizi tutarak takip edersiniz. Ömer Hayyam şöyle der Semerkant’’ta: Acın sonsuz olduğunda, dünyanın kararmasını isteyecek olduğunda, yağmurdan sonra parıldayan yeşilliği, bir çocuğun uykudan uyanışını düşün.’’

Doğunun Limanları’nda, soyu Osmanlı Hanedanına dayanan İsyan ile Clara’nın aşkına tanık olursunuz. Romanda 20. yy’ın başında yıkılan Osmanlı’yı trajik bir insan öyküsünün içinde anlatır ve bir yerinde şöyle der: ‘’ Herkes kendi tanrısına, diğerlerinin dualarını susturması için yakarıyordu...’’

41


YAZAR Afrikalı Leo artık anı-roman dalında bir klasik kabul edilir. Etkileyici bir yol hikâyesidir. 15.yy. ve 16.yy. sıralarında Granada, Fas , Kahire ve Roma’da geçer. Buraları insana yaşatır adeta. Romanın bir yerinde şöyle bir nasihat verir: “Oğlum, çoğunluk önünde boyun eğmekten kaçın! İster Müslüman, ister Hıristiyan ister Musevi olsunlar, seni olduğun gibi kabul etmeliler, ya da seni yitirmeyi göze almalılar. İnsanların görüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı’nın ülkesinin çok geniş olduğunu söyle; O’nun elleri çok geniştir, O’nun yüreği de çok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar asmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama!”

Fransa’nın en önemli ödüllerinden olan Goncourt Ödülü’nü kazanan Tanios Kayası, 19.yy Lübnan’ında geçer ve Hıristiyan bir Arap olan Şeyh Francis’le onun gayrimeşru oğlu Tanios’un, tarihsel olaylarla şekillenmiş alınyazılarını konu eder. ‘’ “insanın ayaklarıyla dövdüğü ve başına doğru çıkan düşünceler, insanı rahatlatır, canlandırır; başından ayaklarına doğru inenler ise hantallaştırır, cesaretini kırar!”

Yüzüncü Ad, Amin Maalouf’un son romanıdır: 1666 yılında kıyamet kopacağı, tanrı’nın 99 adına ilaveten bir yüzüncü adı olduğu, ve bunu bilenin tanrının affına nail olacağı, bu adında yüzüncü ad isimli bir kitapta bulunduğu söylentisi üzerine kitabın peşine düşen insanları (başlıca da Baldassare adındaki bir İtalyan tüccarını) anlatmaktadır. Romanın oldukça büyük bolumu Osmanlı topraklarında ve Türkiye’de, İzmir’de geçmektedir. “ Bugün öğrendiğim şey yaşamımın yönünü değiştirecek. Kimileri bir yaşamın zaten her zaman yön değiştirerek, aslında eskiden beri onun olması gereken yatağa kavuştuğunu söyleyeceklerdir size. Bu da yanlış olmasa gerek.” Romanlarının yanı sıra farklı türlerden de eserler veren yazar, son olarak kısa denemelerden oluşan, ‘’Çivisi Çıkmış Dünya’’ adlı kitabıyla tekrar gündeme gelmiştir.

ÖZGÜR BENLİ

42


KİTAP

ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA Uygarlıklarımız Tükendiğinde

Türkiye’de daha çok romanlarıyla tanınan Amin Maalouf, son olarak Çivisi çıkmış dünyayı yazdı. Kısa denemelerden oluşan kitap küresel iklim değişikliklerinden nükleer enerjiye, batının yanlış ve taraflı politikalarından doğunun-özellikle Orta Doğunun- neden uzun süredir batıyı epeyce geriden takip ettiğine, İslamiyetin bundaki payına, Mısır’a, Cemal Abdülnasır’a Atatürk’e; ve devrimlerine, meşruiyet kazanmış liderin toplumda sağlayabileceği değişikliklerin gücüne değiniyor ince ince. Üstelik bunu okuru hiç sıkmadan, gayet kolay okunur ve anlaşılır bir

dille ama popülizme de kaçmadan yapmayı başarıyor. Yani tüm bu konulara çok özel bir ilgi duymasanız bile dünyanın içinde bulunduğu durumu ve bu duruma nereden ve nasıl geldiğini biraz da olsa anlamanıza yardımcı oluyor bu denemeler. ’’Zaman aşımı hukukçuların icad ettiği bir kavramdır, halkların belleğinde zaman aşımı diye bir şey yoktur’’ diyor bir yerinde. Özellikle soğuk savaş döneminin bugünden çok daha entelektüel bir yarışa sahne olduğu; bugününse salt ırkçılık ve kimlik sorunuyla şekillendiği tezinin altını kalınca çizmek gerek. Ve yazarın ağzın-

dan söyleyecek olursak: “Bu kitabı yazmamdaki amaç, geç kalındığını, ama çok geç kalınmadığını söylemek, çöküşü ve gerilemeyi önlemek amacı ile bütün gücümüzle harekete geçmemenin bir intihar, bir suç olduğunu söylemek. Düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirme, hayali gerçekliklerimizi kökünden değiştirme ve öncelikler ölçeğimizi yeniden oluşturma cesaretinin gösterilmesi gerektiğini dile getirmek.”

ÖZGÜR BENLİ

43


GEZİ

DİLLERİN, DİNLERİN VE SEMBOLLERİN ŞEHRİ:

MARDİN

44


GEZİ

Kasımiye Medresesi

Bu yazıyı neden mi yazdım? Bana dokunan o his, o tarih, geçmişten sonsuza yankılanan o sesi işitme mi dersiniz, ne derseniz deyin… o sana da dokunsun diye yazdım… çünkü o kucaklayıcı, sarıcı, tevazu dolu, farklılıkları birleştirici, sevgi hissini herkes bilmeli… Mardin kelimesi kaleler anlamına gelen bir kelime. Gündüzü seyranlık, geceleri de gerdanlık gibi gözükmesi nede-

niyle gecesi ve gündüzü bile sembolik olarak ifade edilmiş bir şehir. Büyük bir heyecanla geldiğim bu şehirde Kasımiye Medresesini gezmekle başlıyoruz. Ve daha ilk adımımızı bastığımızda sıradan bir yerde olmadığımızı hemen fark ediyoruz. Mezopotamya ayaklarımızın altında ve sanki yükseklerde oluşu da sembolikmiş gibi geliyor bana. Muhteşem bir kapıdan giriyoruz medreseye. Kapılar önemlidir, çünkü kapı-

lar insana ardında gizli olan başka bir hayatı açar. Kapı, tecrübedir ve yeni bir eğitimin dönemin başlangıcıdır da. Ve kimbilir belki de kapının büyüklüğü ve ihtişamı, medresede sunulan bilgi ile ilgiliydi. Kapısında bir tokmak var. Tokmağı bugünkü sıradan halinde vurduğumuzda kadın veya çocuk olduğumuz, yukarıya kaldırarak ve aktif bir enerji harcadığımızda ise erkek olduğumuz anlaşılıyor. 45


GEZİ Medresenin içinde ders verilen bir çok mekan var. Her odanın kapısı bir insanın yarı boyutunda. Çünkü kapı eşikte egonun bırakılıp, boyun eğen tevazu giysisi ile içeriye girmemizi emreder eğitimi alabilmek için. Her kapının üzeri ne dersi olduğuna dair belirten sembollerle dolu. Tıp, astronomi, felsefe vs birçok alanın okutulduğu bir ilim yuvası burası. Laleler var ki duvarlarda, onlar da tevhidi-birliği hatırlatıyor her yerde. Birlik gibi baUlu Cami

sit ve tek ama anlaması bir okadar da zor olan geniş bir kavram bizim için. Medresenin ortasında bir çeşme.. Çeşme insanın çocukluğunu anlatan bir havuza o havuz da olgunluğu belirten daha büyük ve derin bir havuza o da incelen yaşlılık dönemine akmakta. Sırat köprüsü ile devam ederek büyük bir havuza birikmekte ve en son Mezopotamya’ya ve sonsuza karşmakta. Tevhid… Havuzdan yansıyan yıldızlar ile de astronomi dersi görsel olarak

inceleniyordu. Teleskop var mıydı? Bilmem ama doğal bir ayna ile bu iş pratik bir şekilde de çözülmüş. Muhteşem bir Mezopotamya manzarası… İnsanın zerre olduğu hissine bile kapılamayacağı kadar muhteşem bir yer. Her yerde birlik hissini koparmayacak bir atmosfer var. Mardinin daracık ve güzel, otantik sokakları arasında dolaşıyoruz. Uzun zamandır farklı bir şeyler görmek beni o kadar etkiledi ki ortamın düzensizliği için sadece bir cümle ayırabilecek dikkate sahip olabildim. Daha sonra kırklar kilisesine gidiyoruz. Orada kilisenin Süryani papazından Süryanilik ve kilise ile ilgili bilgi alıyoruz. Tatlı bir sohbeten sonra oradan ayrılıp mardin müzesine gidiyoruz. Basit, mütevazı bir içerik ama iddialı ve muhteşem bir binası var. Oradan Ulu Cami’ye gidiyoruz ki orada da artuklu mimarisinin özelliklerini görüyoruz. Kubbeli ve köşeli bir minaresi var.


GEZİ Minarede Allah, kitaplar ve peygamber sembolik yollarla ifade edilmiş. Namaz vaktine denk geliyoruz. Tatlı bir dua… Ve minarenin köşesinden yine o sonsuzluk ve bütünün içinde bir parça olduğunu hissedişten gelen bir birlik ve bütünlik hissi… Oradan çıkıyoruz. Saruhanlı’ya gidiyoruz. Mardin kebap yiyoruz, mırra içiyoruz. Mırra’nın keyfi damağımızda kalıyor. Mırra nın hikâyesini dinliyoruz. Ve halaylar eşliğinde günü bitiriyoruz. Deyrul zaferan-safran manastırı sonraki durağımız. Etrafında safran bitkisinin bulunmasından dolayı bu adı olduğunu öğreniyoruz. Safranlı çayında da içiyoruz. MÖ 1000 yılına kadar dayanan tarihinde birçok teoloji ve bilim derslerine merkez olmuş, bir süreliğine merkez olmuş bu manastırda yüzyıllarca birçok rahibe ve rahip hizmet etmiş. Patrikler içine oturur tarzda gömülüyor. Ve bence en ilginç yanı, altında bulunan ve içinin toprak dolduğu söylenen, doğuya bakan güneş tapınağı. MS4-12. yüzyıllarda kapatılan bu tapınak daha sonradan tekrar açılmış. Bölgede yezidiler adı verilen bir inanışın olduğundan da bu sayede bahsediyoruz. Sanki

toprağın altına inmişiz de tarihteki bilgilerin örtüsü olmuş birçok örtüyü görüyoruz. Daha sonra da Dara kentine gidiyoruz ki burası da MÖ1-2. yy da kurulduğundan bahsedilen bir mağara şehir. Büyük bir kayanın içinde birçok mezar ile karşılaşıyoruz. Ve en alt katta havalandırma sistemi ile birlikte olan katlı bir tapınak ile karşılaşıyoruz. Bu katlı tapınağın daha sonra kiliseye dönüştürüldüğünü öğreniyoruz.Darius zamanında kurulan bu şehir konumu nedeniyle önemli bir garnizon şeh-

Dara Harebeleri ri idi ve 1000 askere ev sahipliği yaptı.

47


GEZİ Yakınında bulunan su kaynakları da bu bölgeyi askeri açıdan önemli kılıyordu. Bu bölgede su ihtiyacını karşılamak üzere 30 m civarında derinlikte bir su sarnıcı ve arıtma amacıyla 9 alan daha bulunmakta idi. Tepesinde bir güneş saati düzeneği de olduğu bilinmekte idi. Daha sonra da su sarnıçlarını görmeye gidiyoruz. Daha sonra da evlerden birinde bu inşaatın planı olduğu belirtilen duvar-

daki basit maket görüyoruz. Daha sonraki durağımız ise MS. 3-5. yy’da yapılmış olan Mor Gabriel’e gidiyoruz. Kubbeli bu yapının içinde tarihi ile ilgili, özel rehberinden pek çok bilgi alıyoruz. Anack en etkileyici olan da mezar odası gördüklerimiz arasında. 12000 rahibin mezar odası. Mor Gabriel zamanında en güzel günlerini yaşa-

Mor Gabriel Manastırı

yan bu manastırda Mor Gabriel’in göklere sığdırılamamış olması beklenirken, kendisi en alçak yere, mümkünse bu mezar odasının zeminine göülmeyi ve üstünden basılarak geçilmesini istemiş. Daha sonraki durağımız ise Savur ilçesindeki Hacı Abdullah Bey konağı… Antik eşyaların olduğu, Savur ilçesinin güzel bir tepesinde yer alıyor. Evin çatısından yeşilleri görmek mümkün. Evin sahipleri de bizi çok sıcak karşılıyorlar. Çay ikram ediyorlar. Tek tek odaları geziyoruz. Bol nakışlı, su bardağının bile örtüsünün renga renk nakışlı olduğu yatak odası, evin erkeklerinin sıra gecesi yaptıkları oda, antik eşyalarla dolu bir salon. Bu salon evin en ilginç taraflarından da biri. Tavanı aynalı ve ahşaptan yapılmış bir harika. Gece ışık yandığında, her tarafa bu renkli aynalardan yayılan ışıklar yayılırmış. Kıtlık köyü’nden geçiyor yolumuz. Oraya da uğruyoruz. 5 aile yaşıyor bu köyde. Evlerin çoğu terk edilmiş. Terk edilmiş ama Mardin merkezinden daha bakımlı, daha otantik, daha güzel evler var bu köyde. Bu köyü 2 süryani ailesi ve yurtdışındaki diğersüryanilerin finanse edildiği


GEZİ bu aileler tarafından beliritlen kiliseyi geziyoruz. Çok temiz ve çok bakımlı. Çan kulesine çıkıyoruz ve tüm köyün hüzünlü ve güzel manzarasını izliyoruz. Hasankeyf’e varmak üzere tekrar yola koyuluyoruz. Güzel kaya anlamına geldiği söylenen bu yer, uzun zamandır gördüğüm en değişik yerlerden birisi oldud. 10000 yıllık olduğu belirtilen mağara evleri tepeye doğru yola koyularak çıkıyoruz. En tepede 236 odalık olduğu rivayet edilen bir saray. Bir de küçük saray var. Küçük sarayın yanından müthiş bir Dicle Nehri manzarası, buraya kadar geldiğimiz bütün yolu unutturuyor. Ve artık dönüş zamanı geldiğinde erkenden Diyarbakır’a yola koyuluyoruz. Diyarbakır’da güzel bir ciğer kahvaltısından sonra Uludağ cami’sini ziyaret ediyoruz. İlginç bir camidir ki, önceleri bir güneş tapınağı, daha sonra Roma döneminde kilise ve bugün cami olmasının getirdiği mimari bir şaşkınlık var burada. Çarşısına uğradıktan sonra da Dengbej evine uğramamazlık edemiyoruz. Dengbej evi, bir nevi sanat evi.

Ve burada sabahtan akşama ağıtlar ve şarkılar söyleniyor. Dengbej evinde duyduğumuz ezgiler kulağımızda, hava alanına gidiyoruz. Ve İzmir’e dönüş... Çok değiştim. Farklılıklarımızın bu kadar vurgulandığı, farklılıklarımızın bir günah gibi vurgulandığı bu yıllarda, bunlara rağmen birlikte yaşayabilmek güzel... Ayrımlara karşı, başlangıç zamanı belli olmayan bir birleştirme çabası var... Bu kadar globalleşmeye rağmen, bu coğrafyanın

Hasankeyf otantikliğini korumaya devam etmesi de etkileyici... Mardin, hala bazı değerlerin olduğunu gösteren, bu değerlerle yaşama çabasının bir modeli. Sadece sonsuz, gerçekten uçsuz bucaksız, insana sonsuzmuş, ölümsüzmüş hissi veren o Mezopotamya manzarasını görmek için bile gidilir.

SEMRA ŞEN

49


ANİMASYON

UP

i z i s a r e Mac

50

r o y i l bek


ANİMASYON

F

Tür: Komedi, macera, animasyon Yönetmen: Pete Docter , Bob Peterson Senaryo: Bob Peterson Müzik: Michael Giacchino Yapım: 2009 ABD Süre: 96 dk

ilm görsel zenginliği ve renkliliği son derece doyurucu. Müzikler gayet başarılı ve konusu, konunun işleniş biçimi tek kelimeyle harika. Küçükler ve büyükler diye ayıramıyorum, herkesin izlerken zevk alacağı ve kendine düşeni alabileceği noktalar var filmde. Küçük Carl ve Elie nin ortak noktaları bir gezgin olan dünyayı gezmiş ve maceradan maceraya koşan ve hayranlıkla takip ettikleri, Charles F. Muntz un sloganıdır ‘macera sizi bekliyor’ Carl ve Elie nin kendi maceralarını yazmak için birde defterleri vardır. Büyüdüklerin de evlenirler. Ortak hayalleri Güney Amerikan ın muhteşem doğasında ulaşmak ve orada yaşamaktır. Bu hayali kurmaktan hiç vazgeçmezler, çalışırlar, para biriktirirler ama her defasında bu parayı acil ihtiyaçları için harcamak zorunda kalırlar. Elie bu hayali gerçekleştiremeden ölür. Carl söz verdiği gibi yalnız olduğunu sanarak macerasına başlar. Bin-

lerce balonla uçurur evini ve Güney Amerika ya doğru yola çıkar. Oysa bir doğa gezgini olan küçük Russel da onunla birlikte başlamıştır maceraya. Komik, sevimli, heyecanlı, duygusal bir çok macera yaşarlar. Güney Amerika ya geldiklerinde yeni maceralar onları bekliyor olacaktır. Bir hayali gerçekleştirmek için çıktığı yolda kendini bile şaşırtan birçok şey yapar Carl.

hedefler belirlemenin bize verdiği gücü anlamak için... Yaşımız, sosyal konumumuz, maddi durumumuz nasıl olursa olsun şartları bizim oluşturduğumuzu bilmek için... Ve tabi ki z a -

eğlenceli m a n geçirmek için...

ŞÜKRAN TEZ

Bu maceralar nedir? Ne oldu? Nerde oldu? Nasıl oldu? Sonu mutlu mu? Tüm sorularınız ve cevapları için lütfen filmi izleyin. Filmi izlemek için birkaç neden daha: İnsanın bir hayal sahibi olmasının ne kadar değerli ve birleştirici olduğunu görmek için... Bazen kaybettiğimiz şeylerin aslında bize kazandırdığı şeyler olduğunun farkına varabilmek için... Her şeye rağmen hayalleri için çalışmanın mutluluk verici olduğunu görmek için... Ve kendimizi yenilmiş hissettiğimizde yeni 51


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

ALİCİA KEYS THE ELEMENT OF FREEDOM Son günlerde özellikle televizyonda gördüğümüz müthiş bir video var: Jay-Z ve Alicia Keys. Müthiş bir ses ve performansı ile Alicia Keys yine göz dolduruyor. Gerek sahne gerekse albümlerindeki profesyonel yaklaşımı her yaptığı işe yansıyor. Yeni albümü olan The Element of Freedom’ı dinlemenizi öneriyoruz. Alicia Keys 1980 senesinde New York’da doğan R&B sanatçısı annesinin teşvikiyle müzikle ilgilendi. 11 yaşından itibaren piyano çalmaya başladı. Mozart, Beethoven ve Chopin gibi klasik müzik sanatçılarının parçalarını seslendirdi. Çok genç yaşta büyük bir başarı elde eden sanatçı pek çok albüme imzasını

52

attı. Bununla birlikte de birçok ünlü isimle gerek konser gerekse albüm bazında düetleri ve işbirliği oldu. 21 yaşında MTV Video Müzik Ödülleri’nden “En İyi Yeni Sanatçı” ödülünü kazanan Alicia Keys, 2002 senesindeki Grammy’lerden ise “Yılın Şarkısı” (‘Fallin’”), “En İyi Yeni Sanatçı”, “En İyi Kadın R&B Vokal Performansı” (“Fallin’”), “En İyi R&B Şarkısı” (“Fallin’”) ve “En İyi R&B Albümü” (“Songs In A Minor”) ödüllerine layık görüldü. Ayrıca aynı sene MTV Avrupa Müzik Ödülleri’nden de “En İyi R&B” ödülünü kazandı. Single’lardan “You Don’t Know My Name”, “If I Ain’t Got You” ve “Diary” parçaları Amerika listelerinde

ilk 10’a girdi ve sanatçı albümün Amerika’daki satışlarıyla 4 kez platin plak aldı. 2004 senesinde MTV Video Müzik Ödülleri’nden “If I Ain’t Got You” parçasıyla “En İyi R&B Videosu” ödülüne layık görülen Alicia Keys, 2005 senesindeki Grammy’lerden “En İyi Kadın R&B Vokal Performansı” (“If I Ain’t Got You”), “En İyi R&B Parçası” (You Don’t Know My Name”) ve “En İyi R&B Albümü” (“The Diary Of Alicia Keys”) ödüllerini kazandı. 2004 senesinde Usher’in “Confessions” albümünde yer alan “My Boo” parçasında sanatçıyla düet yapan Keys, bu parçayla da 2005 Grammy’lerinden “En İyi R&B Vokal Düet Performansı” ödülüne sahip oldu.


MÜZİK

Johannes Brahms (1833 - 1897)-Macar Dansları

Alman besteci, piyanist ve orkestra şefi, 19. yüzyılın ikinci yarısının en önemli Alman romantik bestecilerinden. Hamburg’da doğdu ve müzik hayatının doruklarını yaşadığı Viyana’da öldü. Babası el işçiliğiyle para kazanıyordu. Hamburg’taki birkaç lokalde kontrbas çalıyordu. Müzik hayatı 7 yaşında piyano dersleri ile başladı ve müzikal yeteneği parladı. 1849’da Sevilen Valsler üzerine Fantezi adlı yapıtı oldukça zor bir eser olarak ortaya çıktı. Döneminin büyük kemancılarından Joseph Joacim: Onun çalışında yoğun bir ateş, öyle ki, her şeyi kaderine bırakan bir enerji, ritimdeki kesinlik, sanatçıyı gösterircesine ve onun yapıtlarında (bestelerinde) daha şimdiden büyük bir anlatım gücü görüyorum, yaşıtlarıyla karşılaştırılamayacak bir biçimde... der. Brahms’ın

yeteneğinin fark edilmesi için de bu ünlü kemancı Liszt ve Schumann ile de bestekârı tanıştırır. Özellikle Schumann’ın desteği ile de kendisine birçok kapı açılır. Ve Barhms bu açılan yolların büyüklüğü, halkın sevgisinin büyüklüğü kadar yetenekli olmadığını düşünecek ve bu nedenle bunalıma girecek kadar devinimli zamanlar yaşamıştır. Brahms, yaptığı müzik nedeniyle olgun biri gibi düşünülmesine rağmen heyecanlı ve genç bir yapıya sahipti. Ancak bu onun klasik tarz ve klasik formlara bağlı olmasını engellemedi. Kendi yaşadığı dönemin müzikleri ile de doğal olarak ilgilendi ancak daha çok eskiler ilgisini çekiyordu ve onlardan müzikal anlamda daha fazla beslendiğini görüyoruz. Tüm bunlarla birlikte klasik olmak kendi tarzını oluşturmasına da engel olmadı. Ve bugün Brahms’ın belki de klasik müzikle hiç alakası olmayan bir kişinin bile zorlanmadan ve severek dinleyeceği pek çok eseri var. Bu sayımızda Macar Dansları’nı bu nedenle tanıtmak istedik. Macar

dansları sadece klasik müzik severler tarafından değil, geniş bir halk çevresi tarafından da Brahms’ın eserlerinin sevilmesini sağlamıştır. Macar dansları ile ilgili başarısı da Remeny ile birlikte yapmış olduğu programlardaki Macar şarkılarını çalmaya dayanır. Brahms ile ilgili pek çok bilgi var. Mesela yapılan bir araştırma Brahms dinletilen prematüre bebeklerin daha çabuk geliştiklerini ortaya çıkarmıştır. Müziğin bebek gelişimi üzerindeki etkilerini belirlemek için batıda yapılan pek çok araştırmadan elde edilen sonuçlara göre klasik müziğin anne karnından itibaren bebeklerin psikolojik, bilişsel ve bedensel gelişimlerine birçok olumlu etkiye sahip olduğunu işaret etmektedir. Birçok bilim adamı, düşünür, dinlenen müziğin insan psikolojisini derinden etkilediğini belirtiyor. Brahms Macar danslarını dinleyin, sessiz ve sakin sadece onun için ayıracağınız bir zamanda dinleyin; sizin de ruhunuzda bir yerlere dokunacak ve geliştirecektir. SEMRA ŞEN

53


KÜLTÜR-SANAT

ocak-şubat-mart

şehir kültür rehberi AŞK-I MEMNU, Opera 21 Ocak Perşembe 20.00 Selman Ada C.Warnick HEIDI, Çocuk Müzikali 22 Ocak Cuma 13.00 (Konak Bel. Selahattin Akçiçek Salonu) AŞK-I MEMNU, Opera 22 Ocak Cuma 20.00 Selman Ada (Özel Temsil) AŞK-I MEMNU, Opera 23 Ocak Cumartesi 15.00 Selman Ada

YENİ YIL KONSERİ 4 Ocak Pazartesi 20.00 (Ege Üniv. Atatürk Kültür Merkezi) YENİ YIL KONSERİ 5 Ocak Salı 20.00 (Ege Üniv. Atatürk Kültür Merkezi)

K.Ludwig BİR TENOR ARANIYOR, Müzikal 25 Ocak Pazartesi 20.00 (Denizli EGS Park Kongre ve Kültür Mer.) DON KİŞOT, Bale 28 Ocak Perşembe

20.00 L.Minkus

DON KİŞOT, Bale 30 Ocak Cumartesi

15.00 L.Minkus

DON KİŞOT, Bale 1 Şubat Pazartesi

20.00 L.Minkus

DON KİŞOT, Bale 3 Şubat Çarşamba

20.00 L.Minkus

BİR TENOR ARANIYOR, Müzikal 6 Ocak Çarşamba 20.00 K.Ludwig BİR TENOR ARANIYOR, Müzikal 7 Ocak Perşembe 20.00 K.Ludwig SARAYDAN KIZ KAÇIRMA, Opera 9 Ocak Cumartesi 15.00 W.A.Mozart SİHİRLİ DÜNYA, Müzikli Çocuk Oyunu 10 Ocak Pazar 11.00 H.Özörten (Ücretsiz Gösteri) SARAYDAN KIZ KAÇIRMA, Opera 11 Ocak Pazartesi 20.00 W.A.Mozart HEIDI, Çocuk Müzikali 13 Ocak Çarşamba 13.00 C.Warnick (Konak Bel. Selahattin Akçiçek Salonu) LA MUERTE DE GARCILASO, Opera 16 Ocak Cumartesi 20.00 Ruperto Chapi(Gecilaso’nun Ölümü)

54

BİR TENOR ARANIYOR, Müzikal 5 Şubat Cuma20.00 K.Ludwig (Edremit Belediyesi Kültür Merkezi) CONCERTO BAROCCO, Konser 15 Şubat Pazartesi 20.00 ADRIANA LECOUVREUR, Opera F.Cilea 18 Şubat Perşembe 20.00 (İzmir Prömiyeri) ADRIANA LECOUVREUR, Opera F.Cilea 20 Şubat Cumartesi 20.00

LA VIDA BREVE, Opera Manuel de Falla (Kısa Hayat)

CONCERTO BAROCCO 22 Şubat Pazartesi 19.30 (Ege Üniv. Kampus Kültür Merkezi)

LA MUERTE DE GARCILASO, Opera 19 Ocak Salı 20.00 Ruperto Chapi (Gecilaso’nun Ölümü)

HEIDI, Çocuk Operası C.Warnick 24 Şubat Çarşamba 13.00 (Işıkkent Eğitim Kampusu)


KÜLTÜR-SANAT BATI-DOĞU EZGİLERİ, Konser 24 Şubat Çarşamba 20.00 CINDERELLA, Bale J.Strauss 25 Şubat Perşembe 20.00 OPERANIN UNUTULMAYANLARI, Konser 26 Şubat Cuma 20.00 (Sabahat Tekebaş 60. Sanat Yılı)

Tezhip Minyatür Sergisi Rengahenk Grubu 5-23 Ocak 2010 Tarihi Havagazı Fabrikası/Alsancak

CINDERELLA, Bale J.Strauss 27 Şubat Cumartesi 15.00 SİHİRLİ DÜNYA, Müzikli Çocuk Oyunu H.Özörten 28 Şubat Pazar 11.00 (Ücretsiz Gösteri)

İzmir Tiy. Bab-ı Sanat Sahnesi Tımarhaneye Kaçış 15,29 Ocak Cuma

Çene Yarışı

16 -30Ocak Cumartesi

Aşk Beşgeni 22 Ocak Cuma

Yaşar

15 Ocak Cuma Ooze Venue - Izmir

Göksel

16 Ocak Cumartesi İzmir Bios Bar - Izmir

Şebnem Ferah

17 Ocak Pazar Atlas Pavyon - Izmir

Funda Arar

22 Ocak Cuma Ooze Venue - Izmir

Bülent Ortaçgil Ezginin Günlüğü 29 Ocak Cuma Ooze Venue - Izmir

Nil Karaibrahimgil

30 Ocak Cumartesi Tarihi Alsancak Tren Garı - Izmir

Ata Demirer

25-26 Ocak Pazartesi İsmet İnönü Sanat Merkezi - Izmir

Pinhani

05 Şubat Cuma Ooze Venue - Izmir

Gerçek Sevgi Ölmez 23 Ocak ,6 Şubat

Aşk Beşgeni

05 Şubat Cuma

İzmir Devlet Tiyatrosu

Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi Dona Agatha’nın Kaçırılışı(14,15,16,17 Ocak) Aşk Öldürür(21,22,23,28,29,30 Ocak) Kuşlar Mahkemesi(24,31 Ocak) Karşıyaka Oda Tiyatrosu Bavul (12,13,19,20,26,27 Ocak)

Konak Melek Ökte Sahnesi

Misafir(12,13,14,15,16,19,20,21,22,23 Ocak) Kuşlar Mahkemesi(17Ocak)

Selahattin Akçiçek K.M.Sahnesi Kuşlar Mahkemesi(14,15 Ocak)

İzmir Sanat Merkezi Bizim Tiyatro/ ‘’Bana William Deyin’’ 29,30 Ocak

55


http://www.museothyssen.org/ Güzellik, insanın ideal olana ulaşma çabasıdır. Ve bu doğal olarak ortaya çıkan çaba sanatçının zihninde, kalbinde ve ellerinde şekillenir. Hedef ideal olunca durmak da pek mümkün gibi değil. Güzelliğe ulaşmak kolay mı? Cevap: “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz… Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız.” M.K. Atatürk Peki şart mı sanatçı olmak, şart mı hayattan güzel bir şeyler doğurtmak ve bu doğurtma çabasında güzel bir şeyler yaratmak? 56

Cevap: “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.” M.K. Atatürk Güzellik ile temas etmek doğal bir ihtiyaç. Bunun da en kolay yolu sanat ile temas etmek. Ve bunun için de sanatta yaratıcı olan olmayan herkesin gözlerindeki tozu bu site ile bir nebze olsun silmek istiyoruz. İspanya’nın başkenti Madrid’deki sayısız güzel sanatlar ile ilgili ilgi çeken mekânlardan birisi: Thyssen müzesi. Bir kralın özel koleksiyonu.

Prado müzesi kadar büyük ve ihtişamlı olmasa da, kendi alanında iddialı özenli bir yer. Thyssen’i yakından göremeyenler için, dünyaca ünlü, değişik akımlara mensup, pek çok ressamın nadir rastlayacağınız koleksiyonu izleyebileceğiniz bir site. (Edgar Degas, Van Gogh, Picasso, Paul Gauguin, Calude Monet, Domenico Girlandio, Dali, roy Lichtenstein, Henri Matisse .... ) Ayrıca beğendiğiniz resimlerin değişik reprodüksiyon, posterlerini de dükkândan almanız mümkün oluyor

SEMRA ŞEN



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.