Osmanlı Devletinin Başmimarı
MİMAR SİNAN
Anadolunun Zenginlikleri
EL SANATLARI Yeniden İnsan
AHİLİK SİSTEMİ Yunan Mitolojisinde Arechne Mitosu
ARACHNE VE ATHENA
Gerilimin Yönetmeni
ALFRED HİTCHCOCK
Doğanın Savaşı
AVATAR
FarKI, g FarKInDaLI InLa yaraT
EDİTÖR’DEN Alın teri, el emeği ve göz nurunun çok yakın arkadaşıdır. Çünkü biri olmadan diğerleri eksik kalır. Emek verilen, uğruna alın teri dökülen şeyler her zaman çok değerlidir, el sanatları da işte bu emek verilen, göz nuru dökülen işler grubuna girer. Çünkü uygarlık tarihinin en başlarında, insanı hayvandan ayıran en önemli faktör ellerini kullanarak üretim yapabilmesi olmuştur. Emek, yapılan işi değerli, farklı ve özel kılar. Bu yüzden, el emeğine olan saygımızı dile getirmek istedik bu sayımızda. Kaybolup gitmekte olan el sanatlarımızdan bahsettik, el sanatlarıyla uğraşanların Anadolu’daki en eski teşkilatı olan Ahilik Teşkilatı’na bir göz attık. Etnografya Müzesi’nin koridorlarında dolaşıp eskilerin el sanatlarına yolculuk yaptık. Yaratmanın, yaratıcılığın aslında tanrısallıkla bağlantısına değindik, Osmanlı sanatının en büyük çına-
rı ve büyük mimarı Koca Sinan’a değinmeden geçemedik bu yoldan elbette. Gezi kısmında bu kez güzeller güzeli Madrid’e yaptık yolculuğumuzu. Sokaklarında dolaşıp olmadık yerde karşımıza çıkan ilham perilerinden feyz aldık. Her sayıda bir yazardan bahsetme geleneğimizi Alfred Hitchcock’la bozup gerilim sinemasının bu en büyük duayeni, pek çok filmi bugün bir klasik sayılan büyük yönetmene yer ayırdık. Bizde kendimizce bir emek verdik yani, elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce… Şairin dediği gibi, ‘’Her güzellik emek ister bu dünyada’’, emek olmadan el de işe yaramaz, sanatta…
ÖZGÜR BENLİ
İÇİNDEKİLER
30
08 MİMAR SİNAN Osmanlı Devletinin Başmimarı
YOK OLAN GELENEKLERİMİZ
36
16
ARACHNE VE ATHENA Yunan Mitolojisinde Arechne Mitosu
EL SANATLARI
KAOS KAOS KAOS KAOS KAOSKAOSKAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS
20 YARATMA, YARATICILIK VE TANRISALLIK
KAOS
KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOSKAOSKAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS
40
KAOS
JULES VERNE
Ahilik Sistemi
26
47 Doğuyla Batı Arasında bir Kimlik Arayışı:
AMİN MAALOUF
4
AHİLİK SİSTEMİ Yeniden İnsan
ETNOGRAFYA MÜZESİ
İÇİNDEKİLER
64
52 ALİCİA KEYS
AVATAR Doğanın Savaşı
MADRİD
alfred . HITCHCOCK
72
58
ALFRED HİTCHCOCK Gerilimin Yönetmeni
babil kulesi nisan-mayıs-haziran 2010 İmtiyaz Sahibi YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen
KÜLTÜR-SANAT
Yayın Koordinatörü Semra Şen Editör Özgür Benli Grafik Tasarım Eylem Özkan Fotograf Eylem Özkan babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir
5
TARİH
BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot
Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6
Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )
bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.
TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan
sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.
9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.
Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak
isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır
ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7
TARİH
8
TARİH
Kent çizgilerine kimlik vererek Osmanlı enternasyolinde taş yapıları yükseltme eylemi SİNANSIZ’DA başarılabilinir miydi? Ayrıca MİMAR SİNAN’IN kendinden önceki üslupları nasıl aştığını, getirdiği yenilikleri, mimarlık sanatına yaptığı evrensel katkıları, kendisini kuşatan kültür dairesini anlatmaya çalışacağız. MİMAR SİNAN KİMDİR? Osmanlı mimarisine “Altın çağ “ yaşatan bir üslup. Sanat tarihindeki dev-
releri, hatta sanat üsluplarını, hanedanlar ve hükümdarların adlarıyla anmak bir gelenektir. Türk sanatı içinde bu geçerlidir. Ancak bir tek istisna vardır; Sinan çağı. Mimar Sinan dışında, kendi dönemi için adını verebileceğimiz mimar, yalnız Türk sanatında değil, bütün dünya sanatında yoktur. 1537’de baş mimar olduğu kabul edilen Sinan’ın elli yılı aşkın bir süre bu görevde kaldığı görülüyor. Bu göreve tayin edildiğinde 47 yaşındaydı ve kendinden önceki baş mimarın ma-
iyetinde çalışırken epeyce deneyim kazanmıştı. II. Beyazıt devrinin önemli bir kısmı, Yavuz Sultan Selim, Kanuni ve II. Selim’in saltanatları ile II. Murat’ın ilk 15 yılı, Sinan’ın hayat çizgisiyle çakışır. Yani Sinan, beş Osmanlı sultanına hizmet edebilecek kadar uzun yaşamıştır; imparatorluğun en parlak döneminde uzun ve kesintisiz hizmette bulunması herhalde onu şanslı kılan etkenlerden biri olmuş, deney ve görgü birikimindeki süreklilik onu daha güvenilir sonuçlara taşımıştır.
9
TARİH
1537 ile 1588 arası, kabaca 16.yüzyılın ilk çeyreği ile son çeyreği arasında kalan tarih dilimini, bir mimarın adıyla,”Sinan Çağı” olarak adlandırmak için pek çok sebep vardır. Sinan tarihte adı geçen pek çok kişi için bir cami veya külliye yapmış. Bazıları da Sinan’ın yaptığı bir türbede sonsuz uykusuna yatmıştır. Bilindiği üzere, mimarı tarafından bir “çıraklık” eseri olarak kabul edilen İstanbul Şehzade camii, 1544’de yapılmaya başlanmış ve 1548’de tamamlanmıştır. Hemen iki yıl sonra, aynı şehirde, kendisinin kalfalık eseri olarak nitelendirdiği Süleymaniye’nin inşaatı başlar ve 1557’de tamamlanır. Bu günün ölçüleriyle bile oldukça kısa sürede tamamlanan bu yapıların birer cami10
den ibaret olmayıp pek çok yapıyı külliyeler olarak tasarlandığını düşünürsek, inşaat eyleminin motivasyon ivmesi daha iyi anlaşılır. Bu arada orta büyüklükteki başka camiler, köprüler, hamam ve su kemeri gibi öteki mimari tiplerle yoğun bir faaliyet içinde olan Sinan, 1568’de Edirne’deki Selimiye Camii’ne başlar. Görülüyor ki çok sayıda küçük ve orta boy mimari eser yanında üç büyük caminin inşaatı ardı ardına tamamlanmıştır. Klasik çağ İstanbul mimarisinin en önemli eserleri Kanuni’nin istekleriyle bağlantılıdır. Bu sultan, babası için, semte adını veren Sultan Selim Camii’ni, yine adını bulunduğu semte veren Şehzade Mehmet için ya-
pılan camii, kendi adına yapılan Süleymaniye’yi, kızı için Edirne’deki Mihrimah Camisini yaptırmıştır. İlki tartışmalı olmak olma üzere hepsi batılıların tabiriyle muhteşem Süleyman’a Sinan tarafından sunulmuş anıtlardır. Büyük Osmanlı şehirlerinin adeta çehresini değiştiren bir yapı ustası, dünyayı güzelleştirip şenlendiren bir dehanın adını yaşadığı çağa vermek, bir abartmanın öykünmenin ötesinde, sadece bir görevi yerine getirmek ve hakkı teslim etmektir. Mimarlık eserleri ve sanatçısını ele alırken, belirli bir çağın tablosunu ortaya koyabilmek, söz konusunu sanat olgusunu daha akıllıca kavramamıza yardımcı olacaktır.
TARİH DEVLETTEN ÖNCE ORDU Murat’tan itibaren merkezi ordu “devşirme” esasına göre oluşturulur. Genç Hıristiyan çocukların ailelerinden alınıp, önce Müslüman aileler yanında sonrada enderunda eğitilmesiyle, sultanın elinde güçlü ve sadık bir ordu oluşmaktadır. Sinan’da Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. İstanbul’a geldiğinde Sinan’ın İstanbul’u hayranlıkla seyrettiği yansıtılmaktadır. Henüz şehzade ve Süleymaniye İstanbul ufuklarında yükselmiyorken bile burası, herhangi bir Osmanlı şehriyle karşılaştırılmayacak şekilde ihtişamlıydı, genç Sinan, bu yeryüzü cennetinin en canlı odak noktasında, sultanın sarayına ve Ayasofya Camii kebirine yakın bir yerde, At Meydanı’na bakan küçük bir sarayda eğitimine başlar, burada kendi isteğiyle neccarlık(ince marangozluk) sanatı öğrenmeye eğilim gösterir. Sinan, Çaldıran da bulunduğu ve orduyla birlikte Tebriz e gittiği zaman 24 yaşındadır. Bir yıl sonra Mısır’a gider. Bu ülkedeki anıtlar; Selçuklu ve Sefavi döneminin İran mimarisi,
daha eski Abbasi eserleri, Mısır anıtları, özellikle piramitler Sinan’ı çok etkilemiş olmalıdır. Öte yandan Sultan Ahmet ve Süleymaniye’siz bir İstanbul’da iki büyük yükselti Ayasofya ve Fatih Camisi bir mimar adayını kışkırtabilecek iki odak noktasıydı. 1520’ ye kadarki dönemde sürekli fetihler ve sadaret makamlarının sık değişikliklerine rağmen bilim ve kültür hayatı canlı geçmiştir. Sinan’ın tamamladığı Diyarbakır Fatih paşa camisi ilk önemli eserlerindendir. 1523’de Rodos a gider Mohoç’da atlı sekban olarak sefere gider, on yıl sonra Halep’ de Hüsrev Paşa camisini tamamlar. Bu arada Barbaros Hayrettin Paşa ile tanıştığı, onunla birlikte Korfu seferine çıktığını biliyoruz. Kişilerin günlük tutması yaygın bir alışkanlık değildi, o nedenle belki de aynı kalyonda sefere çıktıkları halde SinanBarbaros diyalogunu bilemiyoruz, bildiğimiz şu; büyük mimar ünlü kaptan’ı derya’nın türbesini elleriyle yaptı. Öyle anlaşılıyor ki Kanuni devrinin sadrazamları genç mimarı çok iyi tanımakta
ve kendisini takdir etmekteydiler.1538’deki Boğdan seferi sırasında, Purut nehri üzerinde bir köprü kurulması gerekmişti, Lütfü Paşa’nın tavsiyesi üzerine bu görev Sinan’a verildi. 48 yaşında olduğu dönemde su üzerinde ahşap inşaat ustalığını gözler önüne seren Sinan, 13 günde inşasını tamamladığı köprüde adeta bir efsane olmuştur. Aynı şekilde Van kalesinin fethi sırasında gemiler inşa ettiği, hatta bir filonun komutanlığının kendisine verildiği bilinmektedir. Mimarbaşılık görevine 48 yaşında başlayan Sinan, kendisinin “çıraklık eserim” diye tanımladığı Şehzade Camisi ile ilk büyük sultan camisini tamamlamıştır. Kanuni, ölen şehzadesi adına bir cami yaptırmak istemiş, bu iş o sırada 54 yaşında olan Sinan’a verilmiştir. Bu yapının bitiminden birkaç yıl sonra, sultanın adına yeni bir cami ve külliyenin inşasına başlanmış ve yedi yıl içinde
TARİH
İstanbul’un en görkemli camilerinden biri geniş bir yapılar topluluğunun ortasında yer almak üzere tamamlanmıştır(1557). Kanuni’nin ölümünden sonra başa geçen II. Selim için Edirne’de inşa ettiği cami onun en büyük eseri olarak gösterilir. Bu camiyi tamamladığında 83 yaşındadır. “Koca” lakabını, yaşlandığından dolayı kazanmıştır. Süleymaniye inşaatı yedi yıl sürmüş, aynı anda başka yapılarda tamamlamıştır. On yıl sonra Selimiye projesi ele alınmış, bu süre içinde, hepside büyük projeler olmak üzere, Edirne kapı Mihrimah camisi, Moğlava Kemeri, Diyarbakır Behrem paşa Camisi tamamlanmıştır. Kent içindeki durumları, kütle kompozisyonları, plan12
ları bakımından her biri ayrı özellik gösteren bu yapılar ve adlarını sayamadığımız daha birçok yapının aynı tarih dilimleri içinde tamamlanmış olması, Sinan’ın sadece iyi bir mimar olmadığını fakat mükemmel bir yönetici ya da işletmeci zekâsına sahip olduğuna bize gösteriyor. SİNAN ESTETİĞİ Osmanlı inşaat teknolojisinin entelektüel potasında oluşan Sinan estetiği, kendinden önceki bazı mimari alışkanlıkları ayıklarken, bazı gelenekleri yeniden işleyerek güçlendirmiş ve pekiştirmiştir. Sinan okulunun Osmanlı mimarisine esas olan en önemli buluşu kubbe-mekân ilişkilerini en ideal bir biçimde formüle edebilmek olmuştur.
Beylikler çağının kararsız fakat çeşnisi bol denemeleri, öteki İslam ülkelerinde bir türlü çıkış yolu bulamayan yöresel denemeler, sadece Sinan estetiğinde en akılcı çözüme oluşur. Sinan, başka mimarlar tarafından daha önce kullanılmış olan bütün unsurları öyle beklenmedik, öyle bir armoniye soktu ki; başkalarının keşfettiği şeyler bile artık onun malı oldu. Geleneğin güçlü desteğinde ulaşan bu doğal kolaylık onun sanki özel bir TanrıVergisi’ne sahip olduğu izlenimini uyandırdı. O hiçbir formu keşfetmedi; formların yeni ölçülerini belirledi. Bununla Sinan’ı küçümsemiyoruz, tersine; oyunun kurallarını değiştirmek gibi en zor olanı başardığı için vurguluyoruz.
TARİH Sinan’ın dehası, 16. Yüzyılın insan potansiyeli ve teknolojik donanımları çerçevesinde başarı kazanmıştır. Çevre ile Sinan birbirini öyle tamamlamıştır ki yetenekli bir usta çevresini işlerken, değişken ortamın zenginliğini de onun yaratıcı gücünü sürekli tahrik etmiştir. İstanbul Beyazıt(1505), Üsküdar Mihrimah (1547) ve Şehzade (1548) camileri ana cephe köşelerindeki minarelerle klasik çizgiye daha bağlı örneklerdir. Oldukça erken bir tarihte, Edirne üç şerefeli (1447)’de başlayan 4’lü uygulama minarelerin yerlerini ana kütle ve avlu köşeleri olarak belirlenmiştir ki, bu durum Süleymaniye de tekrarlanır. Yine dörtlü uygulama olmakla birlikte, Edirne Selimiye (1575)’de ana mekânın köşelerine yerleştirilen minareler, bu kez merkezi şemayı vurgulamak üzere ana kubbeyi çeviren unsurlar olarak dikkat çeker. Sultan Ahmet Camii(1617)’de ilk ve tek örnek olarak karşımıza çıkan altı minare uygulamasıyla, klasik dönemin adeta Süleymaniye minareye doymuş bir zenginliğe ulaştığını görüyoruz. Minareleri ve bunların şerefe sayıları halk arasındaki inanca göre; yapıda dört minarenin
bulunması, yapıyı inşa ettiren Kanuni’nin fetihten sonraki dördüncü padişah oluşu; şerefelerin on adet oluşu ise, kanuninin onuncu Osmanlı padişahı olduğunu gösterdiği, yolunda yaygın bir inanç vardır. Edirne’deki Selimiye Camii’ndeki minarelerden ikisinin üç ayrı çıkış olduğu; her biri ayrı şerefeye ulaşan bu merdivenlerin, büyük ustalık eseri olarak Sinan halkın gözünde efsaneleşmesine sebep olmuştur. Ne var ki bu ince teknoloji Sinan’dan önce Edirne üç şerefeli camide denenmiştir. AYRINTILAR VE RİVAYETLER Mimar Sinan’ın, camide verilen vaa-
zın duyulması için akustik sistemi üzerinde çalıştığını, sesin bir noktadan çıkarak caminin her köşesine eşit şekilde dağılması için çaba gösterdiğini anlatılan usta mimarın, bu amaçla Anadolu’da kullanılan turşu küplerinden içi boş 65 tanesini ağızları aşağıya bakar vaziyette ana kubbenin etrafındaki duvarlara yerleştirdiğini ve küplerin aralarını da yumurtanın
akıyla sıvadığı söylenir. İS ODASININ SIRRI Camii’nin diğer bir özelliğinin de Mimar Sinan’ın ilk olarak buraya is odası yapması olduğunu kaydeden Sevinç, yapıldığı dönemde elektrik olmadığı için camiinin 275 adet kandil ve bunlara ek olarak mihrabın 2 yanına yerleştirilen dev mumlar ile aydınlatıldığını söyledi.
TARİH
Mimar Sinan’ın yanan mumlardan çıkan isin camiye zarar vermemesi için orta kapının üstünde bir oda tasarladığını anlatan Sevinç, kandillerden çıkan isin meydana gelen akımla mihrabın aksi yönüne hareket ederek kapının üstünde dışarıya açılan 4 adet küçük pencereden is odasına çekildiğini ifade etti. Sinan’ın, hava akımının is odası yönüne doğru olmasını sağlamak için camiyi is odası merkezli yaptığını anlatan Sevinç, bu odada biriken isle de mürekkep elde edildiğini kaydederek, ‘’Bu mürekkeple de o günün siyasi, idari, dini bütün fermanları yazılıyor. Sebebi ise bütün bu el yazması eserler gibi önemli belgelerde bu mürekkep kullanıldığı zaman herhangi bir akıcı maddenin dökülmesiyle yazılar kaybolmuyor. 14
Kaybolması için illa ki o kâğıdın tahrip olması gerekiyor’’ dedi. Dev boyutlardaki yapının temizliği için günümüzde de camiinin çeşitli yerlerine konulan siyah deve kuşu yumurtaları olduğu belirten Sevinç, camide çeşitli yerlere koyulan yaklaşık 60 adet deve kuşu yumurtası olduğunu, bu yumurtaların asılı olduğu yerde en üst noktalarda bile örümcek ağı olmadığını, günümüzde de kullanılan deve kuşu yumurtalarının belli aralıklarla Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yenileriyle değiştirildiğini kaydetti. Depreme Dayanıklı Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler.
Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş. Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir. Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış.
TARİH Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.
ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 m’yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye’nin öteki yapıları camiye g ö r e a r k a
Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir. Mimar Sinan’ın S e l i m i y e Camii’nin kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı besinci bir işlem yaratarak çözdüğü söylenir. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüdür daha önce İstanbul’daki Rüstem Paşa Camii’nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri
planda t u tulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem OsmanlıTürk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır. SİNAN’IN TÜRBESİ Bugün Süleymaniye
Külliyesi’nin yüzde birinden daha küçük bir toprak parçasında yatmaktadır Sinan. Tanrı evinin yanına sığınmaya çalışan küçük bir kabirle, insanın madde olarak sahip olabileceği alan ancak böylesine anlatılabilirdi. Yükselttiği anıtlarla gözümüzde devleşen koca Sinan, dünyanın ve evrenin anlamını herkesten daha doğru kavramış bir tasarımcıydı. Yeryüzünü şenlendiren, taşı bir hamur gibi yoğuran büyük mimar, kendisini sonsuzluğa teslim ederken insan varlığının ne denli geçici ve küçük olduğunu en anlamlı biçimde v u r g u l a ya ra k “sessizler” e katılmıştır. Pek çok sanatçı ölümünden sonra ün yapmıştır. Bunlar sağlıklarında tanınmak ve bu yüzden dikkatleri çekmekten kaçınmışlardır. Ölümleriyle birlikte, artık ünlerini saklayacak kimse kalmadığından insanlığa teslim olmuşlardır. Sinan’ın gözlerden saklanamayan büyüklüğü giderek daha da belirginleşmekte, her çevreden insanlar ona yaklaşmak ve kendi açılarından sahip çıkmak istemektedirler.
MELTEM GONCA 15
DENEME
EL SANATLARI
16
DENEME
Anadolu'da
EL SANATLARI
İnsanoğlu tarih yürüyüşünde iyiyi,doğruyu, güzeli aramış, bu amaç uğruna pek çok acı çekip diyet ödeyerek çağları devirerek hedefleri yakalamış ve büyük yürüyüşünü daha yükseklere taşımak için var gücüyle çalışmaktadır.
büyümesine,gelişmesine olanak sağlamıştır.
Anadolu kavimler kapısı 5000 yıllık tarihiyle medeniyetlere ,uygarlıklara,kucağını, topraklarını açarak insanlık tarihinin çocukluğuna beşikler,hamaklar s a l l a y a r a k
Çünkü Anadolu ve yakın coğrafyası Ekvator kuşağında yer aldığından tarımsal ve hayvansal üretime olanak sağlamıştır.
Kimi düşünür ,kimi yazılı kaynaklara göre insanlığın 11 bin yıllık gelişim süreci Anadolu ve yakın coğrafyasında kök salmış ve yerleşik düzene geçmişler.
İnsanlar bu topraklarda arpa,buğday,mısır,darı
ve pirinç gibi tahıl ürünlerini evcilleştirerek yada at,inek,keçi,koyun,domuz gibi hayvanlarıda ehlileştirerek göçebe yaşamına son vererek yerleşik düzene geçmişlerdir. “Yuvayı dişi kuş yapar” felsefesi ilk çağlardan günümüze kadar süregelmiş temel bir anlayış; bundan sonrada yaşamayı sürdürecektir. O halde yuvayı dişi kuş yaparsa:hem süslü ,hem renkli, hem de güzel yapmıştır. 17
DENEME
Medeniyetler ve uygarlıklar bu felsefenin üstünde yükselmiş yada kurulmuşlardır. Anadolu’da 5000 yıl sürecinde onca medeniyet kurulup yıkılırken;onların bizlere bıraktıkları kültürel miras içindeki sanatsal ürünlerle ruhumuzu beslerken, el sanatlarıyla da hayatımızın rahat ve renkli geçmesini sağlamışlardır. Öyle muhteşem sanat eserleri yapıları bırakmışlar ki;doğaya ,çağlara,zamana kafa tutarak günümüze kadar uzanmışlardır. Sanat yada el sanatları “Dişi kuş yuvayı yapar” anlayışında gelişirken 18
iktidarı ele geçirme ,saltanatını sürdürme, erk ,gücünü gösterme ve başarıyı yakalama aracı ve göstegelerin de olmuşlardır. Anadolu’da medeniyet kurarak üç kıtaya hükmederek medeniyet ve imparatorluk kurarak bu topraklarda yaşayan Türkler’de “At, Avrat, Silah” feodal kültüründe bu üç sembol imgelerde sanatlarda yada el sanatları yoğun olarak kullanılmıştır. Bir dönem derebeylik ve imparatorluk zamanlarında en önemli öğelerinden bir tanesi olan atlarını koşum takımlarıyla ,boncuklarla,aynalarla süslerken;kılıç,kalkan
ve kamalarınıda kakma,oyma gibi el sanatlarıyla süslemişlerdir. Kadınlar ve mekanlar (saray,kervansaray,köp rü,bedesten,cami,kilise) el sanatlarının en yoğun kullanım alanları olmuşlardır. Özellikle kadınlarını ayaktaki yemenilerinden, giysilerindeki içlik,yelek,şalvar,bindallı k a f t a n l a r l a giydirirlerken;saçlarını beliklerle,boncuklarla örmüşler;el ve ayak parmaklarını,boyun ve gerdanlarını altın,gümüş ve değerli taş ürünleri el sanatlarıyla süsleyerek zenginleştirmişlerdir.
DENEME Sanat yada el sanatları insanlığın gelişim sürecinde her dönem bir güç,kariyer,zenginlik hatta başarı öyküsü olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanlığın sanatıda ,el sanatlarıda kültürüde,coğrafy alara,kentlere,saraylara,ke rvanlarla,ipek yollarıyla insanlara ulaşarak ortak bir miras ,ortak bir değer olarak günümüze taşınmıştır.
köprü,insanlığın ortak ruhu ,kültür hafızası olarak algılanmalı ,atalarımızın bizlere gelecek kuşaklara emanet ettiği bu değerli objeleri,imgeleri bizde çocuklarımıza,torunlarımıza tanıtarak,koruyarak,geliştir erek o ortak zincirin ,halkanın yarınlara taşınmasındaki sorumluluğumuz olduğunu unutmadan gelecek kuşaklara taşımalıyız.
FARUK ATALAY
El sanatları yada sanat eserleri insanlığın medeniyetlerin ve uygarlıkların gelişim sürecinin insana aklının emeğinin bir göstergesi bir aynası olarak da görmemiz gerekiyor. İnsanlar neredeyse doğada buldukları değerli maden ve taşlarla kıymetli ağaçları,kamışları hatta kumu cama çevirerek birde işlediği bu imgelere,objelere ruhlarını üflemişler.Yüreklerini, akıllarını emeklerle yoğurarak muhteşem el sanatları elde etmişlerdir. Sazlıkta ,bataklıkta yetişen bir kamışı işleyerek bir ney’e dönüştürerek, bazende acılarla çığlığını duyurmaya ,paylaşmaya çalışmışlardır. Kimi zaman ve çağlarda bazı el sanatları, kendi bulunduğu medeniyet ve uygarlıklar batmasına rağmen ;yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. El sanatları yada sanat eserleri çağları,zamanları birbirine bağlayan bir 19
ARAŞTIRMA
YARATMA, YARATICILIK
VE
TANRISALLIK “ Insanlar ölümlü Tanrılardır ve Tanrılar ölümsüz insanlardır”
20
ARAŞTIRMA Günümüzde , “Yaratıcılık” düşünsel, duygusal, entelektüel ve sosyal birçok bileşenin bir arada olduğu, karmaşık bir insani beceri olarak tanımlanır. Ancak Yaratıcılık kavramı, farklı disiplinler ve farklı araştırma alanları tarafından farklı boyutlarda tanımlanmış; mitolojide, teolojide, felsefede, psikolojide ve günlük yaşamda farklı açılardan ele alınmıştır. Antik uygarlıkların yaratılış mitosların incelendiğinde, genelde “Yaratıcı Tanrı’nın, içinden aniden belirdiği bir “ İlksel Madde’nin” varlığı ile karşılaşılır. Bu madde, Kadim Mısır Yaratılış Mitoslarında, içinden aniden Atum’un belirdiği ve KAOS’u temsil eden “Noun’dur ” . Kadim Mısır’da “Atum “ yaradılıştan önce kendi kendini meydana getirendir. Bu Babil Yaradılış Mitosu “ Enuma Eliş’te” ise, içinden Apsu, Tiamat ve Mumnu’nun çıktığı şekilsiz balçıktır. Yaratılış mitoslarında genelde, tanrısal yaratma eylemi kendi kendini yaratma ile başlar ve daha alt düzeydeki yönetici tanrıların yaratılması ile devam eder. Yaratılış mitoslarında yaratıcılık, büyük zorluklar ve emek harcanarak kazanılabilen bir mücadele olarak anlatılır.
Mitolojik ve teolojik bakış açısından ele alındığında, Yaratma (Creation) , Yaratıcılık ( Creativity) İnsan aklı için, hemen her zaman Tanrısal bir eylem olarak algılanmıştır. Dinsel metinlerde ve antik kültürlerin mitoslarında, tanrısal yaratma erki, karşımıza değişik aşamalarda çıkar. Kendini yaratma. Yönetici tanrılar yaratma. Evreni yaratma( Kozmogenesis) İnsanı yaratma (Antropogenesis )
Dinsel kaynaklardaki ortak tema, evrenin yaratılışının, bir yoktan var etme eylemi oluşudur. Olay “ol dedi, oldu” tarzında ifade bulur. Ve insan yine en son yaratılandır. Dikkat çekici olan ise, ister mitoslarda, isterse kutsal metinlerde olsun, insanın yaratıldığı ana madde çamurdur. Ancak çamura hemen daima Tanrısal bir unsur katılır. Marduk insanı, Tanrıların en aptalı, Kingu’nun kutsal kanını karıştırdığı topraktan yaratır. Kuran’da ve Tevrat’ta eklenen Tanrısal unsur nefestir. Belki de, ilk yaratılan insan ve hatta tüm insanlık bu şekilde tanrısal bir öze sahip olmaktadır. Böylece Tanrı ile insanoğlu arasında, güçlü ve ölümsüzlük dışında, bir fark kalmamaktadır. Tanrılara atfedilen bir takım eylemleri yapmak, kısacık hayatlarında insanoğlu için vazgeçilmez olmuştur. Altı gün çalışıp bir gün dinlenmişlerdir. Paskalyadan önceki Perşembe bir fakirin ayağını yıkamaya devam etmiş ve Tanrıların en yücesi adına mabetler inşa etmişlerdir.
Mitolojik Tanrılardan, felsefi Tanrı, yani metafizik bir varlık kavramına geçişi sağlayan Platon felsefesi de, aslında bu temel görüş esas almaktadır. Platon, felsefesini İdea kavramı üzerine inşa etmiştir. Platona göre her şeyin aslı ideadır, diğer şeyler ise kopyadır. İdealar arasında hiyerarşik bir düzen vardır. En yüce ide de İYİ ideasıdır. TANRI’dır. “Summum Bonum”
21
ARAŞTIRMA Kozmogenesis’i konu alan mitoslarda, evrenin yaradılışında kullanılan materyalin tanrısal oluşu dikkat çekicidir. Genelde evrenin her bir bölümü bir yönetici tanrıya karşıt gelir. Kadım Mısır’da, yer ve gökyüzü Geb ve Nout ile temsil edilir. Babil mitosunda, Marduk Tiamat'ın vücudunu ikiye ayırarak gök ve yeryüzünü yaratır. Ve düzen sağlandığında, Yönetici Tanrı’ların yaptığı ilk iş, içlerinden en yücesi adına Tapınak inşa etmek olur. Mitoslarda, Tanrısal yaratma işlemi insanın yaratılışına kadar devam eder. İnsan en son yaratılandır ve yaratılma amacı Tanrısal bakış açısından oldukça basittir. Tanrılara hizmet. Dinin kökeni üzerine oluşturulan çok sayıdaki kuramda “Tanrı yaratmak” insanoğlunun oldum olası yaptığı bir iş olarak ortaya çıkar. Tanrı, insanoğlunun yarattığı gelmiş geçmiş en büyük düşsel tasarımlarından biridir. İnsanoğlu, bir dinsel tasarım kendileri için anlamsız olduğunda, onu bir başkasıyla değiştirmiştir. Gerçek anlamda insan olmanın da, ancak Tanrısal yaşamın bir parçası olmakla mümkün olabileceğine inanmıştır. Yeryüzündeki her şey, tanrılar dünyasındaki ilk modelin bir örneği olduğu düşüncesi, antik kültürlerden başlayarak, günümüzün geleneksel toplumlarda halen kabul gören bir görüş olarak devam etmektedir.
Bilinç, aklın aksine, hayal eder, ister, bazen de aldanabilir. Bilinç, kişinin tek başına düşünme yetisidir ve kişiseldir. Kişinin sürekli biçimde "kendisi olarak" kalmasını sağlar. İnsandaki değişimi ve gelişimi bilinç seviyesi belirler. Geçmiş ile bugün arasındaki bağı sağlayan bellektir. Bellek geçmişin arşividir. Algı şu an yerinde duran bir nesnenin, anın fark edilişidir. 22
ARAŞTIRMA Dinsel kaynakların yoktan var etme anlayışı, filozoflarca eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin odaklandığı nokta şudur: Eğer evren, Tanrının öz cevherinden farklı bir cevherden oluşmuş ise iki ayrı gerçeklik mevcut demektir. Bunlardan birisi Tanrı, diğeri ise ondan tamamen ayrı olan evrendir. Evreni Tanrı’nın yaratmış olması bu sonucu değiştirmez; eğer aynı cevherden oluşmamışsa, Tanrı’nın kendisinden başka bir gerçekliğin daha kabulü gerekir ki, bu Tanrı’nın birliği ve tek gerçek olması anlayışına aykırıdır. Materyalist var oluş anlayışı da eleştiriye açıktır: Bu anlayışa göre,
İnsan için, iyiyi düşünmede ve iyiye karar vermede tek araç akıldır. Akıl, doğru düşünmeyi, doğru yargılara varmayı ve doğru davranmayı sağlayabilecek tek insani yeti olarak ortaya çıkmaktadır. Doğrudan kasıt gerçeklere uygunluk, adalete uygunluk ve etik değerlere uygunluk, doğru eylem, karmadır. Akıl, algıya, içgüdüye, duyguya, tutkuya ve imgeleme açık değildir. İlkelere göre davranmayı ve mantığı esas alır. Algı, bellek ve imgelem ise zekâyla doğrudan ilgili yetiler olup üçüne birden sahip olan tek canlı yine insandır. İmgelem (Tasavvur –Tahayyül) ise anda ve bellekte bulunmayan şeyleri beyinde canlandırabilme yetisidir. İmgelem, yaşadığımız dünyayı aşma isteğidir. Dünyaya yukarıdan bakabilme, sınırları geçme, gerçek ile gerçeküstü, olağan ile olağandışı arasında rahatça gezinebilme özgürlüğüdür. İmgelem, sanatçıların, şairlerin, müzisyenlerin, büyük yöneticilerin kullandığı düşsel bir koridordur. Yaratıcı fikirlere, parlak buluşlara ve ölmez eserlere genellikle bu koridordan ulaşılır. Belki de bu koridor, tanrısallığa açılan kara deliktir.
madde yoktan var edilemez, varken yok edilemez, enerjiye dönüşebilir, enerji de maddeye dönüşebilir. Evrenin gelişimi, maddenin özünde var olan yasalara göre gerçekleşir. Bu yasalar yaratılmış değildir; bir aklın eseri de değildir; bunlar maddenin özünde kendiliğinden mevcuttur. Evrensel gelişimi belirleyen yasaların varlığı kabul edildiği halde, bu yasaları belirleyen bir gücün, bir mutlak aklın varlığını reddetmek çelişki oluşturmaktadır. Çünkü her yasa, mutlak olarak onu belirleyen bir güç ve aklın sonucudur. Yasa varsa, yasa koyucu da olmak zorundadır.
Klinik Psikoloji –Psikiyatrik açıdan bakıldığında yaratıcılık insan için gerçekten de sıradan bir ruh hali değildir. Yazarlar, ressamlar, şairler, besteciler ve diğer sanatçılar, yaratma sürecine girerken, gerçeklikten uzaklaştıklarını hissettikleri bir ruh hâline girmektedirler. Prof. Dr. Nancy C. Andreasen, bu sürecini dört ana başlık altında inceler: 1)“Gerçeklikten kopma” farklı bir ruh hâline girme, 2) Yaratıcılık esnasında “kendinden geçme, bir nevi trans” haline geçme 3)“Kafam hep meşguldür” tipinde bir zihin yapısı, 4)“Sanki görünmez olup her şeye tepeden, dışarıdan bakabiliyorum” şeklinde ifade bulan yaşantı.
23
ARAŞTIRMA İnsanda Yaratıcılık anında oluşan yoğunlaşma, mistiklerin vecd ( ekstaz) hallerine büyük benzerlik göstermektedir. Psikiyatrik bakış açısından, yaratma; kimlik, bellek, algı ve çevre ile ilgili duyumlar işlevlerin bütünlüğünün bozulduğu tamamen dissosiyatif (ayrışma) yaşantılardır. Ancak bu dissosiyasyonlar hemen her zaman normale dönüşe götüren assosiyasyonla (birleşme) sonuçlanır. Başka bir ifadeyle, yaratıcı dissosiyasyon, bir finaliteye (sonuca) , hatta teleolojiye (amaca) sahiptir ve bir eserin ortaya çıkmasıyla son bulur. Psikiyatrik açıdan “Yaratıcılık “ akılcı-mantıksal bir süreç değildir. Yaratıcı deha ile “delilik” arasındaki sınırın inceliği, hatta flûluğu pek çok bilimsel veya edebî tartışmaya konu olmuştur. Antik Yunan’da delilik ve yaratıcılık bağlantılı bulunurdu. Günlük yaşamda , “Yaratıcılık “ daha basit anlamdadır. Gündelik kalıpların dışında, alışılmışın ötesinde düşünebilme ve üretebilme becerisi olarak tanımlanabilir. Yaratıcılık ya da diğer bir deyişle yaratıcı düşünme becerisi; bilindik bilgi, ürün veya deneyimlerden yola çıkarak, farklı, yeni ve bilinmedik bir ürün, bir fikir veya bir eser oluşturabilme yetisidir. Aynı şeye bakmak, ama farklı algılamaktır. Farklı ve orijinal olduğu kadar; faydalı, işlevsel ve değer katan bir fikir ya da ürün ortaya çıkarabilmektir. Bu düzeyde “Yaratıcılık” dediğimiz şey ise her insanda var olan bir potansiyeldir. Yaratıcılık potansiyeli değişik alanlarda kendini gösterebilir ve farklı yoğunluktadır. Yapılan bilimsel araştırmalarda yaratıcılığın doğuştan gelen bir boyutunun olduğu, aynı zamanda öğrenilebilir ve geliştirilebilir boyutlarının olduğu ortaya konmuştur.
24
Platon, yapıtlarında Tanrı’nın yaratma gücünü insanınki ile karşılaştırır. Platonun tanımında Tanrı “Her şeyi yoktan var eden “ bir tanrı olmamasına karşın, bir şeyin aslını ve özünü yaratandır. Ona göre, insanın yapıp-etme eylemlerinin hiç biri yaratma olarak kabul edilmez; dülgerin, ressamın yaptığının gerçek olmadığını, gölge olduğunu, Tanrının yaptığı şeyin ise asıl ve öz olduğunu (Ti esti) belirtir. Platon’a göre ancak felsefe yapmak “Tanrısal bir faaliyet” olarak tanımlanabilir. Plotinus ise idealar dünyasını en iyi anlayabilenlerin âşıklar, filozoflar ve müzisyenler olduğunu belirtir. “İnsanda Yaratıcılık” kavramı, ilk kez 1950’lerde bilimsel olarak araştırılmaya başlanmış, özellikle son 10 yıldır günlük yaşamımıza girmiş ve kendinden sıkça söz edilen ve araştırılan bir konu haline gelmiştir.
ARAŞTIRMA İnsanoğlu yaradılıştan bu yana hep tanrısallık peşinden koşmuş, tanrılar yaratmış ve yarattığı tanrılarca yaratılmıştır. Ontolojik açıdan bakıldığında yaratıcılık yada yaratma insan için mümkün olabilecek bir eylem gibi görülmemektedir. Kendi evrim basamağında ve evreninde belki de, insanoğlunun yaratabileceği, yaratılmamış hiçbir şey yoktur. Payına düşen, belki de sadece aşikâr olmayanın zuhur etmesine aracı olmaktır. Belki de son zamanlarda yaratıcılık diye yanlış tanımlanan ve doğuştan var olduğuna hatta geliştirilebilineceğine inanılan potansiyeli, sadece kendince bilinmeyeni bilinir kılmakla ya da keşfedebilmek ile sınırlıdır. Belki de yaratma ve yaratıcılık gerçekten sadece Tanrısaldır. Belki de Hermes’in dediği gibi “ İnsanlar ölümlü Tanrılardır ve Tanrılar ölümsüz insanlardır”.
Araştırmalar, yaratıcılık potansiyeline sahip insanların bazı ortak kişilik özellikleri ve benzer yaşam alışkanlıkları taşıdığını ortaya koymaktadır. Bu kişilerin çoğunlukla, meraklı insanlar olduğu, soru sormaktan, araştırmaktan ve yeni şeyler öğrenmekten heyecan duydukları bilinmektedir. İyi gözlemcidirler ve bütünü olduğu kadar detayları da isabetli yakalarlar. Kendilerini gerçekleştirme arzusu ve sınırlarını aşma motivasyonu taşırlar. Bağımsızlık, hareketlilik, bedensel ve zihinsel yüksek enerji seviyeleri dikkat çekicidir. Farklı ilgi alanları ve uğraşları vardır; çok okurlar; felsefe, estetik ve mizah duyarlılıkları yüksektir. Merak, güç ve cesaret, değerler dizisi bağımsızlığı, belirsizliğe tolerans ve pragmatik yaklaşım gibi ortak kişisel özelikler gösterirler.
KAYNAKLAR •Timaios / Platon /Sosyal Yayınlar/2001 •Platon’un Tanrı anlayışı / Ekrem Sevi /Birey Yayıncılık/Mart 2007 •Tanrının Tarihi / Karen Armstrong / Ayraç Kitapevi Yayınları/Mart 2008 •29 Mayıs 2000, Panel Konuşması, Yaratıcı Zekâ ve Eğitim Sempozyumu/ Sempozyum Açış Konuşması 29.05.2000 – TÜBİTAK •Yaratıcılık potansiyelini bir beceriye dönüştürmek. SERAP ALTEKİN / Uzman Klinik Psikolog/ Doku Psikolojik Danışmanlık ve Eğitim Merkezi / İstanbul. •Transdansın ve Yaratıcılığın Psikolojisi, Psikobiyolojisi ve Psikiyatrisi/ Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat UĞUR GÜRGAN
25
ARAĹžTIRMA
Ahilik Sistemi 26
ARAŞTIRMA
Yeniden İnsan: Anadolu yıllarca bir çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bulunduğu coğrafyanın sahip olduğu jeopolitik konumdan dolayı çeşitli kültürlerden etkilenmistir. Anadolu’ya Ahi Evran’ın gelmesi ile birlikte, onun getirdiği öğretiyle binlerce yıldır Anadolu potasında eritilen kültürün kaynaşması sonucu Ahilik Sistemi doğmustur. Ahilik Sistemi bu coğrafyada doğmuş ,Anadolu’da şekillenmiş, iş hayatını ve sosyal hayatı düzenleyen, bugün bir benzerinin olmadığı ,ilerde insanın doğasının getirmiş olduğu zorunluluklardan dolayı referans alacağımız bir sistemdir. Yirminci yüzyılda insan tamamen kaderine terk edilmiştir. Aslında bu bir çok bakımdan yanlıştır. Özgürlük adı altında, aslında insanın sosyal yanı ve mana alemi eksik bırakılmaktadır. İnsan makinanın bir dişlisi olarak görülmekte ,sürecin sürekliliği esas alınmaktadır. Herhangi bir yerde “insan” süreci aksattı-
Ahilik Sistemi
ğında ise onu düzeltmek yerine öğütme yolu seçilmektedir.Bir kisinin genelde günü sabah işe gitmek ,yıllardır yaptığı rutini yapmak, aksam eve
gelmek,sürecin efendilerinin sahip olduğu televizyonu izleyip geceyi beklemek ve ertesi güne kadar uyumaktır. Ve insan kesinlikle yanlızdır. Etrafında insanlar olsa bile yalnızdır. Böylesine zalim bir sistemle hükmedildiği için de bencildir. Kendisi için vardır. İş hayatı onun icin sadece ay sonunda alacağı maaş çekinde yazan meblaa ile ilintili birseydir. Şimdi milyarlarca insanın yaşadığı bu sistemde, insanın mana yanının zayıf kalmasının yanı sıra; aslında “iş yapabilme “ kapasitesi de düşüktür. 27
ARAŞTIRMA İşte bu noktada sürecin efendileri bunu fark ettiler. Yüzyıllarca yıl önce işletilen ahilik sisteminin kendilerince bazı noktalarını modern hayata son 10 yıldır uygulamaya basladılar. Şirket içi eğitimler,iş arkadaslarının hafta sonu yaptığı etkinlikler,toplam kalite yonetimi,psikoloji pratikleri vs.. Ahilik sisteminin bazı noktalarını almaları aslında kanayan yaraya sadece acil bir pansuman oldu. Tamamını iyi anlamadan , ve ahilik sisteminin kurallarını layıkıyla uygulamadan bu yara iyileşmez. Bu yaranın neden kolay kolay iyileşmeyeceğini bir ustanın yanına verilen ahi çırağının yaşadıklarına bakarak anlamaya çalışalım. Bir ustanın yanına çırak verilen çocuk ölene kadar bu sistemin içinde yaşar
28
ve eğitilir.Bu eğitimleri “iş dışındaki eğitim”,” iş başındaki eğitim”, ve “sanat eğitimi” olarak üçe ayırabiliriz. Çırak iş dışındaki eğitimde; dini ve ilmi bilgiler yanında konuşma, edebiyat dersleri alır. Gençlerin yeteneklerini gelistirmek icin güzel yazma, musiki dersleri, davranış kaideleri, askeri bilgi ve spor eğitimi dersleri de vardır. Zaviyelerde eski Türk destanları Kutadgu Bilig ve Ahi Evran'ın kitapları yanında, fütüvvetname denilen, Ahiliğin ahlak nizamnamesi olarak bilinen kitaplar okutulurdu. Fütüvvet kitapları bir bakıma tasavvufun gelistirdirdiği Kur'an ve hadislere dayanan güzel ahlak ve ideal insan tipini belirleyen kitaplardı. Görüldüğü gibi süreç içinde çıraklıktan ustalığa
kadar bireyin mana tarafı yeterli ilgiyi görüyor. Çırağın erdemli bir insan olması en önemli kıstas olarak görünüyor. Hatta bir ustanın çırağın yaptığı ürüne bakarak çırağının kusurlarını ve erdemlerini net bir şekilde görebildiği ve eğitimi eksikler yönünde yönlendirdiği bile dile getiriliyor.Mesela çırak bir sandalye yapıp ustasına verdiği zaman ustası çırağınsinirlimi,sa bırsızmı,adaletlimi olup olmadığını anlayabiliyor. Yapılan iş, bireyin soyut dünyasının somut alemde yansıması olarak görünüyor. İnsan kendini yaptığı iş ile ifade eder.İş amaç değil araçtır.Yapılan işin teknik olarak öğrenilmesi için de çırak iş başında eğitim alırdı. İnsan kendini yaptığı iş ile ifade eder.İş amaç
ARAŞTIRMA değil araçtır.Yapılan işin teknik olarak öğrenilmesi için de çırak iş başında eğitim alırdı. İş yeri sahibi usta(öğretmen) olup, daha önce calıştığı iş yerinden ve mesleğini öğrendiğine dairbirliğinden, icazet (diploma) ve işyeri açma izni almış olan kimsedir. Bir gencin usta olabilmesi ve kendi işyerini açabilmesi icin değisik öğrenim kademelerinden geçmesi gerekirdi. Bir gencin Ahi Birliği'ne üye olabilmesi icin mutlaka geçimini temin edebilecek bir iş veya bir sanatının olması aranırdı. Çırağın bu eğitimlerin yanında alması gereken bir diğer eğitimde sanat eğitimidir. İşyerinde gençlere ahlak ve sanat eğitimi birlikte verilirdi. Gençlere, yaşlarına ve öğrenim sürelerine göre verilecek bilgiler de programlanmıstı. Ancak öğrenci olgunlaştıkça ve yetenekleri arttıkça, bilgilere belirlenen ölçülerde arttırılırdı. Mesela yamaklık ve çıraklık süresince en az 124 usul ve erkan kaidesi öğretilirken; ustalık , pirlik,üstatlıkta, yani mesleğin en üst kademesine gelindiğinde, 740 usul ve erkanın bilinmesi
gerekirdi. Aynı kaide, sanat ve teknik öğrenimde de geçerli idi. Sonucta usta, mesleğin tüm sırlarını öğrenmiş olurdu. Görüldüğü gibi bir ayakkabıcının yanına verilmiş zanaatkar çırak sadece ayakkabı yapmayı öğrenmiyor ,birçok eğitimden geçerek içindeki potansiyelleri keşfetmeye çalışıyor. Tabi buda kurallar sayesinde organize ediliyordu.Her sistemin olduğu gibi ahilik sisteminin de kuralları vardır. Ve bu kurallar sayesinde bu sistem işlevini görmüş,yaşamış ve yaşatmıştır. Ahiliğin temel direği kendisi de bir Ahi olan Edebali’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osman Bey’e tembihlediği gibi : ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ dır. Ahilik Sisteminin kuralları uzun vadede insanın hem sosyal hemde iş hayatını düzenler. Ahilik sistemi insanın doğası üzerine inşaa edilmistir. Amaç ürün değil insanın verimliliği ve gelişmesidir. Bu sayede insanlar yüzyıllarca mutlu şekilde yaşamış ve çalışmışlardır. Ahilik sisteminin en büyük amacı, bir işi en iyi sekilde yapmaktır. Bakara suresinde
geçtiği gibi ‘’Yaptığınız işi guzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever“ ; bir ahinin iş yaparken en büyük yol göstericisidir. Bir ahi yaptığı işi yapmak için değil, en iyiye ulaşmak icin yapar. Kalite her zaman ön plandadır. Sonuç olarak yaşadığı kainata değer katmayan bir üretim faaliyeti boştur. Ahilik; toplumu geliştirmede her zaman daha iyisini yapma prensiplerini kaynak olarak alan büyük bir sosyal birlik hareketidir. KAYNAKÇA AHİ EVRAN : YILANLA DOSTLUK KURABİLEN BİR YÖNETİM USTADI Metin Yerebakan OSMANLI'DA FUTUVVET VE AHİ TESKILATI Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ Yeniden İnsan Merkezli Bir Dünya İçin Hesaba Katılması Gereken Bir Ortacağ Denklemi: Tuketimde Diğergamlık Hasleti ve Üretimde Ahilik Sistemi Tarık S. Nisancı MODEL, SAHSİYET VE DAVRANIS KÜLTÜRÜ OLARAK AHİLİK Yrd. Doc. Dr. Yasar Kaya http://makinecim.com/ http://tr.wikipedia.org/ http://www.ahilik.gen.tr/ http://www.ahilik.net/
ERKAN SİHİR
29
ARAŞTIRMA
30
ARAŞTIRMA
yok olan GELENEKLERİMİZ
Y
üzyıllardır el emeği göz nuru olan, yapanın sabrını ölçen, beğenisini gösteren el sanatları bizim geçmişimizdir. Günlük yaşantımızın ihtiyaçlarını karşılarken bize ince bir zevkin, felsefi bir düşüncenin kapılarını açar. Yapılan her işlemede, atılan her ilmikte, atılan her fırçada, motifte, vurulan her çekiç darbesinde bir anlam, anlatılmak istenen bir düşünce vardır. Zamanın çarkları
döndükçe ihtiyaçları karşılayan araç ve gereçler değişim göstermiştir. Bu değişimle birlikte el sanatları yeterince kazanç getiren meslekler olmaktan çıkmıştır. Zaman içerisinde yetiştirecek çırak bulamamaktadır. Bazı el sanatları süs araç gereçlerine yönelerek turistik eşya üretimine yönelmiştir. Bazı el sanatları kendisinden sonra yetişecek usta olmadığından tarihin tozlu sayfalarında yerini almaya yönelmiştir. Eskiden keçeciler çarşısı, koşumcular çar-
şısı, at arabacıları çarşısı, yemeniciler çarşısı, kilimciler çarşılarıyla ifade edilen, hareketli çalışma alanları, zamanla birer ikişer kepenk kapatarak, tek tük ustanın sanatı devam ettirmesine düşmüştür. Bir zamanların altın bilezik dediği sanatlar birer ikişer kolumuzdan kaybolup gitmektedir. Bu durum yitirilmiş duyguların sessiz çığlıkları gibi insanın kalbini burkmaktadır. Bazı el sanatlarını sıralayacak olursak; 31
ARAŞTIRMA
KEÇECİLİK Keçe yünün su ile birleştirilerek nemli ortamlarda eskiden hamamlarda şimdilerde makinelerde dövülerek birleştirilmesi ile elde edilir.Çeşitli kullanım yerleri vardır. Kepenek,yazgı, eğer ,semer altlığı, tahta silgisi, gibi.Desenlerde küçük şeritler halinde kesilen renkli keçelere yapılır.
KOŞUMCULUK Atları, at arabalarına bağlamak için kullanılan deriden yapılmış kayış topluluklarıdır. Manda derisinden yapılan ürünler kullanılır. Zaman içerisinde kullanılan at arabaları azalınca bu meslek erbapları da kendilerine evcil hayvanlar için veya sayfiyelik yerlerde dolaşan paytonların koşumlarını yapmaya kalmıştır.
AT ARABACILIĞI Bir zamanlar ulaşım ve yük taşımacılığında atlar ve at arabaları kullanılırdı. Çeşitli büyüklüklerde, iki veya dört tekerlekli olmak üzere üretilirdi. İki tekerlekli olanın tekerlek boyu daha büyük, kasası kısadır. Dört tekerlekli olanlar yaylı olup yürüdükçe tıkır tıkır ses çıkarırlar. Arabalar fazla sarsıntı yapmasın ve tekerlek aşınmasın diye tekerlekleri lastikle kaplanmaktadır. Arabaların boyaları, 32
boyayan ustanın zevkine ve felsefesine uygun resimler ve renklerle boyanır ve bir yerine usta adını yazar. Bir kısım at arabaları insan taşımacılığı için payton olarak üretilmiştir. Sayfiyelik yerlerde hala kullanılmaktadır. Zaman içerisinde atlar ve arabalar azalınca ustalarda azalmış bazı ustalar turistik amaçlı otellere küçük arabalar üretmektedir.
DEMİRCİLİK Çiftçiler için kullanılan araç ve gereçler demirciler tarafından üretilirdi. Kızgın ocaklarda kor haline getirilen demir, örs üzerinde bin bir sabırla, bin bir emekle, bin bir çekiç darbesiyle dövülür, doğru şekli alması sağlanırdı. Zaman zaman verilen su demiri çelik yapar, dayanma gücünü arttırırdı. Çeşit olarak kapı menteşeleri, kapı tokmakları, çift araç gereçleri, nal, mıh gibi pek çok malzeme üretilirdi. Makineleşmenin getirdiği araç gereç değişimi ve kullanılan malzemelerin fabrikalarda üretilmesi nedeniyle talepte daralma meydana gelmiştir. Üretim ufak tefek kazma, bel, kürek, çapa gibi daha çok bahçecilik işlerinde kullanılan araç gereç üretimlerine, mangal şişlerine kalmıştır. Demirciler çarşısının çekiç ve örs sesleri susmuş, tek tük ustalar kalmıştır.
ARAŞTIRMA
BAKIRCILIK Kap kacak eşyaları yapımında bir zamanlar bakır kullanılırdı. Bakırın sıcak tutma özelliğinden dolayı yemekler hemen soğumaz uzun süre sıcaklığını muhafaza ederdi. Özellikle Erzincan İlimiz bu alanda isim yapmıştır. Gerek çekiç darbeleriyle dövme, gerekse torna tezgâhlarında çekme bükme yoluyla üretim gerçekleşiyordu. Bakırcılığa bağlı olarak kalaycılık da gelişmiş bir iş kolu haline gelmiştir. Sanayinin ve kimya sektörünün yeni hammaddeler üretmesi ile bakır tabaklar sahanlar cezveler azalmış, bakır kazanlarda yerini alüminyuma bırakmıştır. Bakırın azalması ile kaycılarda işsiz kalma noktasına gelmiş körükler nefessiz, ocaklar korsuz kalmıştır. Şimdilerde daha çok turistik eşya olarak üretim devam etmektedir. Meşenin kütüklüsü, kahvenin köpüklüsü deyip sizleri bakır bir cezvede tadına doyamayacağınız kırk yıl hatırlayacağınız bir dostunuzla kahve içmeye davet ederiz.
YEMENİCİLİK Deriden yapılan çarık benzeri bir ayakkabıdır. Çeşitli renklerde, el emeği göz nuru ve sabırla kesilir, dikilir. Afyon, Gazi Antep yemenileri ün yapmıştır.
Ayakkabı sanayi gelişince üretim azalmış birkaç ustanın üretimi halk oyunlarında otantik kıyafetlerin tamamlayıcısı ve meraklıların ilgi alanı olmuştur.
KİLİMCİLİK Çok eski yıllara dayanan bir dokumadır. Her yörenin felsefesini ve yaşantısını anlatan bir özelliği vardır. Renkler ve desenler yöreden yöreye değişkenlik kazanır. Temel malzemesi yün veya kıl olan ip eğrilir, kök boyalarla boyanır, sonra kilim tezgâhlarında dokunur. Bazen artık malzemelerin değerlendirilmesi ile dokunan çaput kilimlerde yapılır. Zaman içerisinde makineleşme kilimciliğe de darbe vurmuştur. Makine kilimlerinin ucuz olması, el kilimlerin fiyatlarının yüksek olması, kilim dokuyan kızlarımızı işsiz bırakmıştır. Tamamen organik malzemeler evlerimizden çıkmış, onun yerine sanayi ürünü malzemelerle yapılmış kilimler yerini almıştır. Genç kızlarımızın kendi düşüncesini, ruhunu, rengini verdiği kilimler, şimdilerde halıcı ve kilimcilerde kendilerinin yaşayacağı bir evin düşünü kurup bekleşiyorlar. Ellerinden tutup evinize davet etmek ister misiniz? Ellerinden tutup evinize davet etmek ister misiniz? 33
ARAŞTIRMA
HALICILIK Halıcılıkta kilimcilik gibi eski bir dokumadır. Yörelere göre motifler ve kullanılan renkler çeşitlilik gösterir. Yöre isimleri ile özdeşmiş adlar vardır.Ladik, Yağcı bedir,Demirci,Kars, Bünyan,Isparta gibi .El dokuması halıların değerleri metre kareye atılan düğüm sayısı, ipliğin kalitesi,motifin özellikleri gibi kıstaslara göre belirlenir.Her bir rengin,her bir motifin anlamı vardır.Yünün yanında ipek de malzeme olarak kullanılır. Zaman içerisinde gittikçe değer kazanan el emeği göz nuru el halıları önce camilerimizden , sonra yavaş yavaş evlerimizden çekip gitmektedir.Aynı mekandan, aynı eşyadan , belki de aynı insandan sıkılan günümüz insanı , renk uyumu adı altında makine halılarına rağbet eder oldu.Turistik eşya olarak üretilen halılarımız bütün dünyayı dolaşırken kendi ülkesinde kaç tane ev dolaşmaktadır. Geçmiş kültürün imbiğinden süzülüp gelen, genç kızlarımızın hayalleri ,motifleri, felsefeleri, düşünceleri, gelecek kuşaklara aktarılamayacak mı diye sormadan edemiyoruz.
SEPETÇİLİK Bir zamanlar sebzelerin meyvelerin taşıma 34
kapları idiler. Pazara giden hanımefendilerin, beyefendilerin kollarında birer sepet bulunur, Pazar alışverişlerini bunların içinde ezilmeden taşırlardı. Pazarlarda hamalların küfeleri olur, pazar malzemelerini sahibi ile pazarı dolaşarak alışverişi yapar ve onları evine kadar götürürlerdi. Bu küfe taşıyıcılar bir zamanların taksisi idi. İçkiyi fazla kaçıranları küfesine atar evine kadar götürürlerdi. Küfelik olma deyimi buradan gelmektedir. Daha büyük sepetlerde(keletir) nakliyesi yapılacak malzemeler konurdu. Sepetler bulundukları yörelere göre şekil ve isim değiştirmektedir. Küfe, keletir, hudel, çay sepeti gibi. Zaman içerisinde sepetlerin yapıldığı sazlıkların azalması, kişilerin değişen tercihleri, plastikten yapılan malzemelerin daha ucuz ve kullanışlı gibi olması sebeplerinden sepetçilikturistik eşyalara ve oturma guruplarına yönelmiştir. Plastiğin doğaya verdiği zararı bile bile doğal olan malzemenin doğa dostu olması bir kenara itilmiş oda plastiğe yenilmiştir. Her şey plastik ve naylona yönelmiştir. Yani bir deyimde olduğu gibi sepeti koluna herkes yoluna deyip sepetçinin yolu değişmiştir.
ARAŞTIRMA
SÜPÜRGECİLİK Süpürge otlarının toplanarak birleştirilip dikilmesi ile elde edilen ot süpürgeler her yerde kullanılırdı.Özellikle Trakya yöresi süpürge yapımında önceliklidir. Süpürgeler ıslatılır , süpürge yapılırken kırılmaması sağlanırdı. Anneler çocuklarına süpürge tutmasını, süpürge ile yerleri ıslatmayı , toz yapmadan süpürmeyi öğretirlerdi. İlk okullarda şarkılar öğretilirdi.”Süpürgesi yoncadan Eminem, gayet beli inceden oy …. “ .Gelin çeyizlerinde sapı süslenmiş ot süpürgelerde vardı.Plastik icat oldu mertlik bozuldu. Plastik süpürgeler , ot süpürgelerin yerini aldı. Bunu en çok alıcı olabilecek, belediye temizlik işçilerindeki malzemelerde görebiliriz. Evlerde de elektrikli süpürge kullanılınca artık ot süpürgeler kullanılmaz oldu. Bir bilmecede tarihe karışmak üzeredir.”çat orada , çat burada , bir de baktım kapı arkasında (cevap : süpürge) “
HASIRCILIK Göllerde , sulak alanlarda yetişen “kındıra” adı verilen bir çeşit su bitkisi işlenerek hasırın ana malzemesini oluşturur.Basit tezgâhlarda dokunarak kullanıma hazır hale gelir.Kullanım alanları çeşitlidir.Toprak
evlerde, halı kilim altına sergi olarak.Toprak damlı evlerin tavanlarına toprağın akmaması için. Serip oturmak için. Gölgeliklerin üstüne örtü olarak kullanılırdı. Zamanla toprak evler betona, ot hasırlar naylon hasırlara dönüştü. Hasırcılıkta öksüz kaldı.Organik malzemeler hayatımızdan bir bir çıkar oldu.Zaman geçtikçe deyişlerde anlaşılmaz olacak herhalde.”Gurbette başını taşa yaslamayan,evdeki yırtık hasırın kıymetini bilmez imiş” gibi .Şimdilerde turistik birkaç süs eşyası olarak yaşamaya çalışmaktadır.
DANTEL & OYALAR Günümüzde evlerde genç kızların çeyizlikleri için , genç kızlar veya anneleri tarafından yapılan çeşitli motiflerle el emeği göz nuru işlemelerdir.Turizme açılan her yerleşmede dantel ve oyalara rastlanır,Tığla örülerek yapılan , krem veya beyaz ipliklerle motif motif yapılarak birleştirilen danteller, evlerin değişmez aksesuarlarıdır.Koltuk örtülerinden masa örtülerine,yatak örtülerine kadar kullanım alanı çoktur.Değişik oyalar yazmaların ve örtülerin kenarlarını süsler ve takanlara değişik bir hava verir.
TURGUT ZEYBEK
35
MİTOLOJİ
ARACHNE VE ATHENA
36
MİTOLOJİ
ATHENA
Yunan mitolojisinde akıl, sanat, teknik, barış ve savaşın tanrıçasıdır.
Zanaatkarlığın, özellikle çömlekçiliğin, dokumacılığın ve gemi işçiliğinin koruyucusudur.
baykuştur. Mızrak savaşı, zeytin dalı barışı, baykuş da bilgeliği temsil eder.
Güçlü ve savaşçıdır ama savaşı barış için göze alır. Yurdunu ve yuvasını korumak için cesaretle savaşmaktan kaçınmaz. Genellikle miğferi, kalkanı ve mızrağı ile birlikte ifade edilir. Pelerini onun duruşunu daha da heybetli kılar.
Kalkanının adı Aegis’dır. Üzerinde değişik süslemelerle birlikte taş haline çevirdiği Medusa'nın başının resmi bulunur.
Sembolleri, kalkan, mızrak, zeytin dalı ve
ATHENA’ NIN DOĞUMU Babası tanrıların başı Zeus, annesi ise Zeus’un ilk karısı olan Hikmet Tanrıçası, güzelliği ve aklı ile ünlü Metis’tir. Bil-
geliğini annesi metisten almıştır. Efsaneye göre Metis hamile kalınca, Gaia ve Uranos Zeus’u uyarmış ve bu doğumdan sonra doğacak olan erkek çocuğun bütün güçlerini alacağını söylemiş. Zeus şimdiden önlemini almak içi Metis’i yutmuş, Athena Zeus’un kafasının içinde doğum vaktine kadar büyümüştür. Doğum vakti geldiğinde Zeus’un kafası kocaman olur ve dayanılmaz ağrılar çeker. 37
MİTOLOJİ
Zeus demirci tanrı Hephaistos’a Çift taraflı baltası ile kafasının tam ortasına vurmasını ister. Hephaistos istemese de söyleneni yapar ve Athena silahlarıyla birlikte ve savaş naraları atarak Zeus’un başından çıkar. Bu nedenle Zeus’un kişileşmiş aklı olarak da kabul edilir. Zeus’un kızları arasında en çok Athena’yı sevdiği bu nedenle kalkanını ve öldürücü şimşeğini yalnız onun taşımasına izin verdiği söylenir. ATHENA VE SANAT Athena, güzel sanatları ve bilgeliği korur, kent38
lerin yaşamasını sağlar. Bir sanat kenti olan Atina şehrinin kurucusu ve koruyucusudur. Şehir ismini ondan almıştır. Halk paraların üstüne onun resmini koyarak Athena’ yı onurlandırır. Tarımın ve zanaatın da koruyucusudur. Madenciliği ve çalışan kadınları korumak da onun işidir. Çömlekçi çarkını, marangoz gönyesini o yapmıştır. Dizgin’in yaratıcısıydı ve atları ilk ehlileştiren oydu. Athena kendisi çalgı çalmazdı ama flütün ya-
ratıcısıydı. Barışı belirleyen ve insanlara zenginlik getiren zeytin ağacını o var etmiştir. Atina şehrinin kontrolü için Posheidon ile giriştikleri yarışmada zeytin ağacı sayesinde tanrılar huzurunda yarışmayı kazanmış ve bu şehrin en büyük tanrısı olmuştur. Usun, erdemin, iffetin simgesidir. “Bakire Athena" demek olan Parthenos adıyla da anılır. Atina’da Akropolis’teki Parthenon tapınağı onun adına yapılmıştır.
Güçlü ve savasçıdır ama savacı MİTOLOJİ
barıs için göze alır. Yurdunu ve yuvasını korumak için cesaret Pelerini onun durusunu daha da heybetli kılar. Sembolleri, kalkan, mızrak, zeytin dalı DOKUMA YARIŞMASI
Arachne’ nin öyküsü, tanrılar ve tanrıçalarla boy ölçüşmeye kalkışmanın insana nelere mal olacağını gösterir.
nın en az kendisinin ki kadar güzel olduğunu gördü. Hatta elişlerinin güzelliği ve kalitesi karşısında büyülendi. Ancak dokumada işlenen konu onu daha da öfkelendirdi. Çünkü Arachne, tanrıların ölümlülere olan üstünlüğünü ve Zeus’un çeşitli aşk ilişkilerini işlemişti.
Tanrılar ve tanrıçalar mükemmeldirler ve yüksek bir enerjiyi kanalize ederler. Tanrıçaların birini incelemek, onun özellikleri içinde kendi kişiliğimizi analiz etme fırsatını bize verir. Böylece kendini tanıma yolculuğu içinde bir rehber daha buluruz.
ve baykustur. Mızrak savası, Olimpos’ta dokumacılıkta Athena birinciydi.
zeytin dalı barısı, baykus da Dokumacılıkla ilgili yeteneği olan biri bu yeteneğini mutlaka Athena’dan almıştır diye inanılırdı. Ancak yetenekli bir dokumacı ve ölümlü olan Arachne, bunu inkâr etti ve yeteneğin kendisinde olduğunu iddia etti.
Athena, cesur ve yetenekli bir sanatçıdır. Bütünün iyiliği için en kanlı savaşları bile göze alırken, barış içinde bir toplumsal hayatın birlikte yaşanabilmesi için tüm zanaatçıların yanındadır. Onların yol göstericisi ve koruyucusudur. Yaptığı her şeyi de zekâ ve bilgelikle yapar.
bilgeligi temsil eder.savasmaktan Athena bu dokumayı elleri ile parçaladı. Aşağılanmış hisseden Arachne kendini asmaya karar verdi. Athena bunun ağır bir ceza olacağını düşündü ve ona acıyarak Arachne’ yi bir örümceğe çevirdi.
kaçınmaz. Genellikle migferi, Çok öfkelenen Athena, dokuma ve nakış konusunda bir yarışma için meydan okudu ve Olimpos’tan Lidya’ya indi.
kalkanı ve mızrakı ile birlikte Böylece Arachne sonsuza dek bir ipin ucunda sallanarak eğirme ve dokuma işine devam edebilecekti.
Bilgelik olsun.
yolumuz
açık
ifade edilir. savasmaktan MİHRİCAN BAL Sonuçta Athena bu ölümlünün dokuması-
kaçınmaz. Genellikle migferi,
39
KAOS
KAOS KAOS KAOS KAOS KA KAOS KAOSKAOSKAOS KAOSKAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAO KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOSKAOSKAOS K KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KAOS KA KAOS KAOS KAOS KAOS KAO BİLİM
40
KAOS
Günümüzde kaos sözcüğü KARMAŞA sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim kaos sözcüğü için Türkçe sözlüklerde şu şekilde bir tanımlama yapılmaktadır: 1. Karışıklık, kargaşa. 2. Evrenin düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durum. Aslında evrenin oluşumu ile ilgili bir kitap alıp okuduğumuzda ya da internet üzerinden yapacağımız en ufak bir araştırmada karşımıza ilk olarak Büyük Patlama teorisi çıkacaktır. Günümüzde en etkili oluşum teorisidir. Bu teoriye göre evren yaratılmadan önce bir kargaşa değil bir denge vardı. Çünkü büyük patlamadan önce her şey (tüm güçler) dengedeydi. Ve büyük patlamadan sonraki çok kısa bir zaman diliminde (saniyenin milyarda biri) madde ve zaman oluşmuştur. Bu da bir karmaşa değil aksine bir organizasyon bütünlüğüdür.
AOS
S
OS
KAOS KAOS
Günümüzdeki anlamının ötesinde, etimolojik olarak Kaos kelimesi, Yunanca “χαίνω” (Hĕnoaçık olmak) kökünden gelmektedir. Yunan mitolojisindeki yaratılış mitine göre önce kaos vardı. Ve kaos bazı kaynaklarda uçsuz bucaksız karanlık, bazılarında ise dingin sular olarak tasvir edilir. Burada bahsedilen karanlık ta yine dinginlik
KAOS BİLİM
ve denge anlamında kullanılmaktadır. Mitolojinin devamında ise yaratıcı şimşeğin dingin sulara çakması ile Kozmosun (gaia ve eros) oluştuğundan söz edilir. Burada bahsedilen şimşek teos (irade ve yasa - evrensel yasa) anlamında kullanılmıştır. Gaia hayat veren yeryüzü, toprak ana. Eros ise aşktır.
KAOS
M.S. 3. yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli klasik tarz Filozoflardan Platinus her şeyin kaynağı olarak gördüğü mutlak birin 3 temel öğe üzerinden anlaşılabileceğinden söz eder. Bu öğeler 1.Logos olarak adlandırdığı Evrensel Yasa, İrade, 2. Logos olarak adlandırdığı Aşk, Enerji ve 3. Logos olarak adlandırdığı Şekil, Form dur. Aşağıdaki şekle dikkatlice baktığımızda Yunan Mitolojisinde geçmekte olan 3 öğenin Logoslar açısından yerleşimi gö-
rünmektedir. Dikkat edildiğinde Kaos II. Logosta gösterilmektedir.
II. Logos Aşk, Organizasyon, Zekâdır. Enerji veren, hareketlendirendir. Şekillenmeye ihtiyacı vardır. Kısacası Yunan Mitolojisi açısından da bakıldığında Kaos bir denge, düzen durumudur. Bir karmaşadan söz edilmemektedir. Yunan Mitolojisi gibi diğer mitolojilerde de Yaratılış mitosunu açıklamakta Kaosa benzer fakat farklı bir isimle adlandırılan kavramlar kullanılmaktadır. Mitolojik, Felsefi anlamı dışında Kaos sözcüğü bilimsel olarak Kaos Kuramı (teorisi) adı ile anılmaktadır. Bilgisayar teknolojisinin ortaya çıkışı ve gelişmesi ile Kaos Teoremi de bilim adamlarının ilgisini çekmeye başlamıştır.
KAOS
AOS
OS
KAOS
41
BİLİM
OS Bilgisayarların ortaya çıkmalarından önce aritmetik işlemler kâğıt üzerinde yapılmakta ve çok karmaşık denklemler çözülememekteydi. Bu teknoloji sayesinde birbirinden karmaşık denklemleri çözmek sadece bir tık uzağımızda. Teoremin gelişmesine paralel olarak Kaotik Sistem anlayışı ortaya çıkmıştır. Günümüzde bu sistemler borsa, meteoroloji, tıp, kimya, iletişim, mekanik v.b. birçok alanda kullanılmaktadır. Kaos Teoremi ortaya atılmadan önce bilim daha lineer diye adlandırabileceğimiz bir yapıya sahipti. Lineerden kasıt daha stabil ve öngörülebilir, tahmin edilebilirdir, determinist. Bu
Basit Daire 42
olguyu şöyle bir örnekle açıklasak: Yaz ayında 1 ton karpuz ürünü veren bir tarladan beklenen çok büyük ekolojik değişiklikler olmadığı sürece (küçük değişimler önemsenmez) aynı şartlar altında bir sonraki yıl da aynı miktarda ürün vermesidir. Veya elimizdeki tarlanın eşdeğeri bir tarladan da aynı miktarda ürün almaktır. Fakat bu pratik olarak uygulandığında genellikle teorik olandan daha farklı sonuçlar elde edilmektedir. Bu fark küçük oranlarda değiştiğinden pek fark edilmemektedir. En basitinden ilköğretim veya lise döneminde gördüğümüz derslerde dahi işlem yaparken genelde tüm etkenler göz önüne alınmaz (örneğin,
Güneş
oda şartlarında, normal koşullarda) ve çıkan rakamsal değerlerin virgülden sonraki birkaç basamağı alınır gerisi ise yuvarlatılır. Şimdiye kadar kim π (pi) sayısının gerçek değeri ile işlem yaptı? (π = 3, 14159 26535 89793 23846 26433 83279 50288 41971 69399 37510 58209 74944 5923) Genelde ya bu değer yuvarlatılıp 3,14 yapılır ya da direk olarak 3 olarak kullanılır. Basit bir dairenin çevresi hesaplandığında bu pi nin yuvarlatılması önemli değer değişiklikleri doğurmaz. Oysa hesaplanacak olan Dünyanın, Güneşin veya Saman Yolu Gök Adasının çevresi ise iki değer arasında oldukça büyük bir fark gözlenir.
Samanyolu
BİLİM
Kaos Teoremi ise NonLineer değerlerden söz etmektedir. Bunlar uzun vadede ön görülmesi mümkün olmayan değerlerdir. Çünkü kaotik sistemleri etkileyen birçok faktör vardır ve bu faktörlerin tamamını hesaplamak mümkün değildir. İlk yıl 1 ton karpuz mahsulü alınan tarladan 5. yılın sonunda da aynı mahsul alınamayacaktır. Bu kaotik bir durumdur. Çünkü tarladaki mahsu-
lün değerine etki eden sayısız faktör vardır. Hava şartları, ekonomik şartlar, toprak yapısındaki değişim, çalışanların psikolojik etkileri, bilinç, su kaynakları, tüketim ve aklımıza gelmeyen birçok etmen. Daha iyi anlaşılması bakımından Non-lineer ve Lineer denklemlere örnek verecek olursak: Lineer denklem: y=2x dersek, x=1 ise y=2 dir,
x=2 ise y=4 tür, x=3 ise y=6 dır. Görüldüğü gibi x in doğrusal artışına bağlı olarak y de doğrusal olarak artmaktadır. Non-Lineer denklem: y=x2+x dersek, x=1 ise y=2 dir, x=2 ise y=6 dır, x=3 ise 12, x=4 ise y=20 dir. Görüldüğü gibi x in doğrusal artışına rağmen y doğrusal olarak artmamaktadır.
Lineer Denklem: y = 2.x + 1 x=1 x=2 x=3 x=4
ise ise ise ise
y=2.1+1=3 y=2.2+1=5 y=2.3+1=7 y=2.4+1=9
Non - Lineer Denklem: y = x² + x x=1 x=2 x=3 x=4
ise ise ise ise
y=1²+1=2 y=2²+2=6 y=3²+3=12 y=4²+4=20
43
BİLİM Kaos Teorisi ile ilgili en önemli keşiflerden biri 1963 yılında meteorolog Edward LORENZ tarafından bir deney sırasında saptanmıştır. Lorenz bir hava tahmin programı üzerinde çalışmaktadır. Amacı hava akımının güneş tarafından ısıtıldıkça nasıl azalıp çoğaldığına dair bir model oluşturmaktı. Lorenz in yazdığı bilgisayar kodları hava akımlarını düzenleyen matematiksel formülleri içermekteydi. Tabi bu kodlar determinist (lineer) özellikteydi. Lorenz başlangıç değerlerini girdiği denklemlerin sonucunda ortaya çıkan değişiklikleri izliyordu. İlk girdiği değerlerin normal olmasına rağmen deneyin ilerleyen aşamalarında aldığı sonuçlar tahmin etiği doğrultuda değildi. Deneyi birkaç kez tekrarladı. Çünkü denklemler deterministik olduğu için çıkan sonuçların başlangıç değerlerine orantılı olmasını bekliyordu.
44
0.0004 lük Hava = Bir Kelebeğin Kanat Değişimi Çırpması sonucu oluşur. Oysa değerler ilk aşadeydi. Ama ileriye dönük mada istenilen yolu izolarak Lorenz in yaptığı lerken ilerleyen zamanhava tahmini deneyinde da sonuç muazzam bir geçen zaman içerisinde şekilde değişiyordu. Loçok büyük değişikliklere renz ilk olarak bilgisayaneden olmuştu. Günürın bozulmuş olabilecemüzde bu teoriyi Kelebek ğini düşünmüştü. Fakat Etkisi Teorisi olarak tanıdaha dikkatli bir inceleyoruz. Çünkü Lorenz’in me yaptığında aslında ihmal etiği 0,0004 degirdiği değerlerin çok recelik bir fark ancak bir küçükte olsa farklı oldukelebeğin kanat çırpması ğunu gördü. Lorenz in sonucu oluşan bir hava yaptığı şey ilk başlangıç değişimiydi. Bu teoriye değerlerini girerken ragöre Dünyanın herhangi kamların 0,0004 lük kısbir yerindeki bir kelebemını yuvarlamaktı. Bu ğin kanat çırpışı dünyasıcaklık değişimi bir innın başka bir bölgesinde sanın hissedemeyeceği fırtınaya neden olabilirkadar küçük bir değerdi. Bu yüzden Lorenz şu tespitte bulunda: Tüm olasılıklar girilmiş olsa dahi mutlaka gözden kaçan bir olasılık vardır. Ve geleceğe yönelik NonLineer tahminler sınırlı bir zaman aralığı için yapılabilir. Doğada Kaotik birçok sistem var. Bu oluşumu açıklarken genelde şu örnekte sıklıkla kullanılmaktadır. Üzerinde 1 milyon topun bulunduğu, tamamen sürtünmesiz olan bir bilardo masası düşünün.
BİLİM İlk verilecek olan hareket durmadan ve herhangi bir kayba uğramadan toplar arasında aktarılabilecek. Tüm hesapları yapmış olan bilardo oyuncumuz elindeki ıstaka ile beyaz topa bir kere vurup tüm topları deliklere sokacaktır. Şimdide oyuncumuzun beyaz topa ilk vuruşta santimetrenin milyarda biri gibi bir hata yaptığını düşünün. Oyuncunun yaptığı hata ilk birkaç yüz topun normal deliklerine girmesini sağlayacak ama ondan sonrakiler başarısız olacaktır. Son durum kesinlikle tahmin edilemez. Bu kaotik sistemlerin başlangıç koşullarının bağlılığına mükemmel bir örnektir. Lorenz in buluşu aslında bize Doğanın bir düzene sahip olduğunu ve bu düzenin tahmin edilemeyen bir düzensizliği barındırdığını kanıtlamaktadır. Yazının başında hatırlayacak olursak Yunan Felsefesinde yasa Teos olarak adlandırılıyordu. Ve Kaosun içinde barındırdığı enerji, aşk, potansiyel Teos, yasa çerçevesinde şeklenmiş ve kozmos oluşmuştur. Bir papatya bahçesini düşünün. Bahçedeki çiçekler düzensiz bir şe-
kilde gelişi güzel etrafa saçılmıştır. Fakat genel olarak bir çiçek bahçesine bakıldığında aslında her çiçek ( papatya veya bahçe içerisindeki diğer çiçekler) olması gerektiği yerde yetişmektedir. Papatyaların kendi çerisindeki düzensizliği aslında bahçenin düzeninin bir parçasıdır. Aynı şekilde düzensiz dizilim gösteren papatyalar da tekil olarak incelen-
diklerinde bir düzene sahiptir. Polenler, taç yapraklar, gövde hepsi bir düzen çerçevesinde papatyayı oluşturmaktadır. Bu örneği sigara dumanı için de vermek mümkündür. Sigara dumanı havada ilerlerken garip bazı şekiller oluşturur. İlk bakıldığında düzensiz gelen bu şekiller aslında odada bulunan farklı hava akımlarının bir sonucudur. Bu oda hava akımı-
nın düzenidir. Bu yasayı şu şekilde söylemek en doğru tarif olacaktır. Her düzensizlik bir düzen barındırır ve her düzen de bir düzensizlik. Bu bize Çin Felsefesindeki bir sembolü hatırlatabilir. Yani yasanın sembolü TAO. TAO – yang yin doğanın sembolüdür. Çin felsefesi her şeyi bu sembol üzerinden açıklamaktadır. Beyaz tarafı yangdır. Yang: savaş, eril, ışık, hareketli, dışa dönük, v.b. doğanın aktif olan yönünü temsil eder. Siyah tarafı yindir. Yin: barış, dişil, karanlık, durağan, içe dönük, düzensiz v.b. doğanın pasif olan yönünü temsil eder. Dikkat edileceği gibi yangın içinde ufakta olsa yin, ve yinin içinde ufakta olsa yang vardır. Yani her ışık içinde karanlığı ve her karanlık içinde ışığı barındırır. Ve ikisinin oluşturduğu bütün Tao – evrensel yasadır. Bu konuda güncel bir örnek verecek olursak. Artık yazlar daha sıcak geçiyor. Bu sıcaklara bağlı olarak ta biz daha çok soğuk ortam arayışına giriyoruz. Bu arayış bizi klimalı ortamlara yönlendiriyor. Veya kendi klimalı ortamımızı oluşturmaya. 45
BİLİM Daha çok terliyoruz ferahlamak ve ter kokusunu önlemek için deodorant kullanıyoruz. Yani yin olan pasif tarafın artmasını istiyoruz. Amacımız daha rahat bir ortam hazırlamak. Oysa tao bir bütündür. Bizim ihtiyaç duyduğumuz klima ve deodorant doğaya zarar veriyor. Hem içerdikleri gazlar hem doğanın ısı dengesini bozması, hem imal edildikleri malzemeler ve dahası. Böylece aslında doğanın yang tarafı da artmakta. Yani yin tarafın artış oranında yang ta artmaktadır. Bizim ısı ortamlarımızı dengelemek için aldığımız her klima aslında doğanın ısı ortamı dengesini bozmakta ve bunun getirisi olarak farklı bir doğala denge oluşmaktadır (küresel ısınma). Bu konuda başka bir örnekte büyük şehirlerdeki yaşama verilebilir. Günümüzde oluşan ekonomik sıkıntılar nedeni ile az nüfusa sahip şehirlerdeki vatandaşlar daha büyük şehirlere kaymakta. Ve bu şehirlerde nüfus patlaması yaşanmaktadır. Bunun getirisi olarak ta yine iş olanaklarının çoğu bu şehirlere yoğunlaşmakta. Bununla birlikte daha fazla iş olanağı kişilerin birden fazla işte çalışabilmesine olanak tanımakta. Böylece çok hızlı bir yaşam şekli oluşmaktadır.
46
Hızlı yaşam şeklinin bir getirisi de fastfood yiyeceklerdir. Ayakta yenen öğünler veya yatmadan önce atıştırılan yiyecekler. Sonuçta bu sağlıksız beslenme ile gelen düşük vücut direnci ve kısalan yaşam ömrü. Daha farklı hastalılar ve daha çok ilaç kullanımı. Veya sağlıksız beslenme vücutta artan yağ birikimi ve sonucunda oluşan obezite. Obezite sonucu meydana gelen kalp rahatsızlıları. Fark edildiği sürece aslında bu yaşam örgüsü ve her olay aslında bir birinin getirisi. Fakat bu tahmin edilemeyen bir getiri. Bir kaotik ortam. Lorenz bir deney yapıyordu ve sonucunda gerçek hayatta hiç önemsenmeyecek bir olgunun gelecekte çok büyük değişimlere neden olabileceğini fark etti. Bizim göz ardı ettiğimiz gerçekler gelecekte nasıl bir etki yaratacak kimse kestiremez fakat her etki gibi onlarda sonuç olarak bir tepkiye neden olacaklardır. Fakat bu tepkiler bizim öngörülerimiz dışında meydana geleceklerdir. Fiziksel açıdan bakıldığında bir etkinin sonucunda oluşabilecek bir tepkinin tahmin edilebilirliği daha kolayken bu duygusal, enerjetik ve düşünsel açıdan daha zor olmakta.
Bu etki tepki yasası Hint Felsefesinde Karma ismi ile anılmaktadır. Karma bir nedensellik yasasıdır. Ve her varlığın sonunda evrensel yasaya ulaşması için çalışmaktadır. Hint felsefesinde evrensel yasaya Dharma denmektedir. Ve herkesin Dharmaya ulaşabilmesi için bir yol vardır. Bu yola da hint felsefesinde Swadharma denmektedir. Hint felsefesine göre kişi Swadharması yolunda ilerlemediğinde Karma oluşmakta ve doğanın dengesini koruyup kişinin yarattığı etkiler neticesinde doğru tepkilere maruz kalmasını sağlamaktadır. Yani kişi sigara içiyorsa onu doğal olanı yapması açısından öksürük ile onu uyarmaktadır. Yani karma da dharmanın düzeni doğrultusunda etki ve tepkileri dengeler. Başımıza gelen kişisel açıdan bir karmaşadır. Fakat yaşamın bütünlüğü açısından olması gereken yani doğanın düzenidir, Kaos tur. Milyarlarca kişinin yaşadığı bir dünyada tek bir birey olarak bizim en ufak bir hareketimiz dahi çok büyük bir hareketin başlangıcıdır. Biz sorumluluklarımız farkında olalım veya olmayalım. ADİL YILMAZ
ARAŞTIRMA
47
ARAŞTIRMA
ETNOGRAFYA
MÜZESİ
Müze Binasının Tarihi Bina, 19. yüzyılda Neoklasik tarzda, meyilli bir teras üzerine inşa edilmiştir. Bunun 1831 yılında ilkin hastane olarak (St Roch Hastanesi) kullanıldığı; 1845 yılında Fransızlar tarafından onarılarak fakir Hıristiyan aileleri için bir bakımevine dönüştürüldüğü bilinmektedir. Aynı bina daha sonra hıfzısıhha müessesesi ve sağlık müdürlüğü hizmet binası olarak kullanılmıştır. 2 Aralık 1984 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı'na etnografya müzesi olarak düzenlenmek üzere devredilmiştir. 48
Müzenin Tarihsel Geçmişi ve Kuruluşu İzmir'de etnografik eserler 29 Ekim 1978 tarihinden itibaren İzmir Atatürk ve Etnografya Müzesi'nin alt katında teşhir edilmekte idi. Daha sonra 1985-1987 yıllarında restore edilen eski sağlık müdürlüğü binası etnografya müzesi olarak hizmete sunulmuştur
Sergileme Düzeni Etnografik eserler, depolarda teşhire sunulmayan diğer eserler ve çevre müze müdürlüklerinden devrolunan etnografik eserlerle birlikte teşhir ve tanzim edilmiştir.
Müze binası zemin kat üzerine üç katlı olarak inşa edilmiştir. 1. ve 2. katları teşhir salonları 3. kat depo, laboratuvar, fotoğraf stüdyosu ve büro olarak hizmete sunulmuştur. Teşhirinde İzmir ve yöresinin 19. Yüzyıl’daki sosyal yaşamından kesitler verilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle, endüstrileşme ile birlikte bugün artık yok olmaya yüz tutmuş tenekecilik, nalıncılık, çömlekçilik, gözboncukçuluğu, tahta baskıcılık, halı dokumacılığı, urgancılık, keçecilik ve seraciye gibi el sanatlarımız sergilenerek tanıtılmaktadır.
ARAŞTIRMA
1. Kat Teşhiri Sağda 1. bölümde: 19. Yüzyıl misafir odası, el işlemeleri, hamam takımları ile 2. bölümde: Gözboncuğu fırını ve örnekleri, İzmir İli'nin ilk Türk eczanesi (İttihat Eczanesi), keçecilik, nalıncık ve tenekecilik sergilenmiştir. İzmir'in meşhur şerbetçisi (Demirhindi) bu bölümde yaşadığı yüzyıldan ziyaretçilere teşhir edilmektedir. 3. bölümde: Menemen çömlek çarkı ve mamülleri, saraciye, deve ve deve güreşleri, halk oyunları, efe ve efe giysileri tanıtılmıştır. Salonların iç kısımlarında yer alan koridordaki gömme vitrinlerde para keseleri, sedef kakmalı eşyalar, cam ve el işlemeleri teşhir edilmiºtir.
2. Kat Teşhiri 1. bölümde: 19. yüzyıl gelin odası, gelinliklerin vitrini, oturma odası, sünnet odası ve mutfak malzemeleri, 2. bölümde: Ege Bölgesi gelin başları, kadın süs eşyaları, Osmanlı Devri sikkeleri, el yazması kitaplar ve yazı takımları teşhir edilmiştir .
49
ARAŞTIRMA Önce müzenin tarihi binası ilgimizi çekiyor yapı çok estetik yıllara meydan okurcasına karşımızda daha sonra kapıdan içeri giriyoruz.Bizi altın orana benzer şekilde tasarlanmış olan merdivenler karşılıyoryor. Merdivenlerden çıkıyoruz başlıyoruz gezmeye.Teşhir salonlarındaki bir çok şeyde işlemeler ve oymalar göze çarpıyor. Gezerken gelin odasın daki örtünün el işçiliği dikkatimizi çekiyor o kadar güzel işlenmişki örtüden gözümüzü alamıyoruz sadece örtü değil kıyafetler, kilimler, yastıklar ,takılar, ev eşyaları, beşik, tavla oynamak için yapılan masa, bardaklar, hatta balta , kaşıklar, takunyalar, süs eşyaları kısacası insan yaşamı için gerekli olan ve kullanılan şeylerin hepsinde el işçiliğine rastlıyoruz.ne yapılmışsa hepsi çok güzel yapılmış hepsinde erdem li davranışın izlerine rastlıyoruz .Bir işi yaparken erdemli bir şekilde yapmaktan o kadar uzaklaşmışız ki tüm bunların nasıl yapıldığına hayret le bakıyoruz .Sanki yapılabilmesi mümkün değilmiş gibi. Sanayileşme ile birlikte bize hazır sunulanları almaya o kadar alışmışızki bir çoğumuzun yaşamında kültürümüze dair bir şeylere rastlayamıyoruz ne yazıkki .Tabi yapılan işlerin zaman aldığıda orta da. 50
ARAŞTIRMA
Bugün bizlere yetmeyen zaman tüm bu işlerin yapılması için nasıl yetiyor du sorusu geliyor akıllara . Birçok şeyide düşündürüyor sorgulatıyor bu müze gezisi; ihtiyaçlarımız amacımız olmuş.Bu yüzden aklımız bizi yönetmiyorda ,kişiliğimiz bizi yönetiyor.Egomuz ele geçirmiş bizi.Kişiliğimize hizmet edip mutlu olmaya çalışıyoruz . doğamızdan o kadar uzaklaşmışız ki mutlu olabilmek için ne yapmamız gerektiğini bile bilmiyoruz. Egomuzun esiri olmuşuz aklımıza ulaşamıyoruz.O yıllarda insanların bu işleri bilinçli, sürekli ve gönüllü olarak yaptıkları apaçık ortada .O günler de
ne yapılmış ise yapılan işin en iyisi , en güzeli yapılmış kolaya kaçılmamış .Bunları yapanların erdemli insanlar olduğuda ortada.Bu yüzdende mutlu yaşıyorlardı diye düşünüyor insan . Bu gün ise her şeyin basitine kolayına kaçıyoruz.El emeği ile bir şey yaptığımızda şöyle klişelerle karşılaşıyoruz;ne uğraşıyorsun hazır alıver,aman bunun için bu kadar uğraşılırmı vs. Rotamızışaşırmış durumdayız moda olanı doğru zannediyoruz . Moda olan doğru ise git gide neden mutsuz bir toplum oluyoruz. Erdemli davranışlar gösterdiğimizde gene aynı klişelerle karşılaşıyoruz aman sen mi kurtaracak-
sın dünyayı diye uzayıp gidiyor laflar. Ama lafla peynir gemisi yürümüyor. Geçici mutluluklar geçip gidiyor ve aklımız bir şeylerin ters gittiğini fark ediyor.Soruyor sorguluyor ve uzaklaştığı dğasına geri dönmek için karar veriyor.. Bu müze gezisi düz baktığımızda çok güzel diyerek gezip geçtiğimiz. Felsefik açıdan baktığımızda ise bize çok şey anlatan feyz ve ilham veren bir gezi olarak kazınıyor zihnimize.
BİLGE ATALAY Fotograf Eylem Özkan
51
GEZİ
52
GEZİ
MADRİD Gezginin kaderinde gurbet acısı da doğal olarak vardır. Her şehre, her köye ilk girdiğinde farklı bir koku, farklı bir dokuyla karşılaşır. Azdır, her farklılığı ile gezgini kendine çeken şehirler, çekmekle kalmayıp bağrına öz annesi gibi basan şehirler.
depremden zarar görmüş. Ve aynı yüzyılda ülkenin ortasında olduğu için başkent olmuş. Sonrasında Napolyon Savaşları’na aktif katılımcı olarak, Napolyon’a önde gelen ayaklanan şehir olmuş Fransız işgalinde. 19. yy’da daha modern bir yapıyla inşa edilen şehir ise 20. yy başlarında gerçekleşen İspanya iç savaşında da büyük bombardımanlar nedeniyle oldukça zarar görmüş ve ancak 1960’lı yıllardan sonra kendini toparlamaya başlamış. Bunları söylerken ve Madrid’i gezerken tarihine inanmak zorlaşıyor. Çünkü Madrid gördüğüm en sanatsal ve güzel-
şehir. Belki de bu yönü gerçekten çok sıcak.
M
İşte: Madrid... Ancak benim için böyle tanımlanabilecek bir şehir...
Madrid Arapça ‘su kanalı’ anlamına gelen Macerit kelimesinden gelir. Ve 1000 yıl önce Müslüman egemenliğinden Kastlya krallığı egemenliğine geçmiş. 16. yy’da gerçekleşen büyük
Şehirde ilk karşılaştığım yer Kibele Meydanı. Bu beni çok etkiledi. Ana Tanrıça hava alanı yolundaki ilk girişlerden birinde hemen karşılayıveriyor her gezgini. Gecenin bir vakti(bu tesadüf de güzeldi, gecenin de anası ana tanrıçalar çünkü), Kibele atlı arabasıyla ışıkların dansı ile büyük bir estetik abidesiydi. Anadolu topraklarında onunla bu kadar karşılaşamazken, bu kadar ihtişamlı bir karşılaşma düşündürücü oldu benim için.
53
GEZİ
Dona Amalia
Daha sonra da Neptün ile karşılaştım başka bir şehir meydanında. Ve her yolun bir yola çıktığı, başka yollara ayrıldığı noktada grandiyöz çeşmeler, kapılar bütün ihtişamıyla sıraya dizilmiş karşılama töreninde bekliyorlardı beni. Gece sürprizliydi. Gündüz daha sürprizli. Gecenin karanlığında sessizce ve karanlık duran binalar gün ışığında kendilerini gösterdiklerinde nereye geldiğimin daha net ayrımına vardım. Sanki doğal bir antlaşma vardı abideler ve binalar arasında. Gündüz onlar, gece diğerleri güzelliklerini sergiliyordu. Rönesans’ın grandiyöz ama aynı zamanda saran sarmalayan güzelliğinin içinde şehri dolaşmaya başlıyorum. Ve 54
Velazquez-las meninas
büyük bir merakla kocaman ağaçların arasından geçerek muhteşem Prado müzesine gidiyorum. Tabi görene kadar kendisini, gezmeyi bekleyen yıllar içinde kendisini ne kadar küçümsediğimi fark ediyorum. Ve içine girdiğimde, bir kez insan girse ömür boyu çıkılamayabilecek bir yer olduğunu her gördüğüm ihtişamlı resimde fark ediyorum. 6000 resimlik bir koleksiyon. Ve yaklaşık 500 tanesi Yunan ve Roma dönemine ait. Parnassus dağını görmek beni etkiliyor. Madrid de sanatın Parnassus’u gibi. Tüm ilham perilerinin evi... Musa’nın karşılanması tablosunun önünde vaktim olmamasına rağmen kilitlenip kalıyorum. Menandes’in tablolarının yanındansa hiç ayrılmak istemiyorum. Dona
Goya’nın Köpeğ
Amalia’nın müthiş güzelliği ise beni filmden etkilenip de uyuyamayan kişileri anlamamı sağlıyor. Goya’nın köpeği, Velazquez-las meninas, Arachne tablolarının bu kadar müthiş olduklarını görmek çok etkileyici. Üç güzeller’in değişik bir versiyonu...
Ce
ği
GEZİ Prado’yu anlatmayı kesmek çok zor ama daha sonrasında da gittiğim yer oldukça ilginç… Centro de Arte Reina Sofia... İlginç diyorum çünkü kişilik olarak klasik olan bana daha yakın. Ancak burası sınırları ve sınırlamaları zorlamak için yapılmış ve zihinsel olarak da çok ince tasarlanmış bir yer. Girişte kan damarlarını ve kılcallarını anımsatan, içinde su dolaşan motorlu bir sistemin yönettiği kablolar sistemi karşılıyor. İçeriye girdiğimde postmodern bir dünya. Postmodern bir şaşkınlık yaşıyorum. İlerlediğim salonlardan birinde kalabalık bir kitlenin içine sızıyorum: Picasso-Guernica karşımda. İlerleyen salon-
entro de Arte Reina Sofia
larda Dali’nin sadece akışkan resimler yapmadığını aynı zamanda üç boyutlu heykel ve resimler yaptığını, insanın bir yerlerine dokunan çok da duygusal yapıtlarının da olduğunu görüyorum. Burada koridorlarda bile plastik sanatın sınırlarını zorlayan dünyaca ünlü yapıtlar yer alıyor. Sanat sergilerini gezerken sıkıcılığı ile ilgili bir önyargım var. Ancak burada sıkılmak mümkün değil, şaşırmamak da. Videolar, Ses efektleri ve sanal dünyanın da etkileyiciliği bile estetik formda karşımıza çıkıyor. Bir önyargının daha yıkılmasını sağlıyor bu müze herkes açısından. Müze, canlı... Nasıl mı? Klasik koleksiyonları dışında
seriler sürekli değişiyor. Ve sergi programları var... Girişteki damarlar gibi de koca binada her yerde asansörler, bağlayıcı koridorlar var. Biz de o kabloların içindeki su gibi, dolanıyoruz. Thyssen Müzesi’nin benim için ayrı bir yeri var. Aslında dışarıdan bakıldığında çok mütevazı. Ancak içine girildiğinde, boynu bükük başak benzetmesini hatırlıyorum Mevlana’nın. Burası da dünya sanat tarihinin pek çok akımının, yeni eski tanıklığını ve arşivini yapma misyonunu edinmiş bir yer. Ve vakti zamanında kral tarafından büyük sermayeler yatırılarak yapılmış.
55
GEZİ Saul meydanında güzel yemeklerden yiyoruz. Arkeoloji müzesi ise tüm bunların üstüne vasat. Ancak orada da güzel bir Hermes karşılıyor kapıda. Ve içeride beni bekleyen bir ilham perisi vardı: Astronomi...
Bu kadar çok özel, resmi müzenin olduğu bu şehirde Kütüphanecilik Müzesi ise her şeyin son noktası oluyor benim için. Müthiş bir bina ve binadan içeriye girdiğimde bir fotoğraf sergisi ile karılaşıyorum hemen: ‘Nerede kitap okunur?’.
Az önce karşılaştığım ilham perilerinden biri buraya da uğramış sanki. ‘’Neden okumuyorsun?’’ gibi suçlayıcı bir tarzı olmayan periler, kafamızda ampuller yakmak için bir sanatçıya ilham vermişler, o da bu eserleri yaratmış. Nerede mi kitap okuruz? Tuvalette, metroda, parkta, sokakta... Bu koridordan geçince eski püskü bir yer bekliyorum; ama içerisi daha da farklı. Yaşayan bir müze daha. Elektronik bir afiş karşılıyor. Ve oradan kitabın büyülü dünyasına giriyoruz. Kitapların tarihi: papirüsten tutun, uzak doğu da jaluzi benzeri kitaplardan tutun, tabletlere kadar kitabın evrimi var. Bakımlı güzel cam raflar. Bir kitabın basımını aşama aşama gösteren aletlerin her biri, matbaa sistemleri. El yazmaları. Leonardo da Vinci’nin eskiz defterleri. Tüm bunların arasında bu kadar bakmaktan neden sıkılmadım? Arada ekranlar var ve oralardan ilgili konunun filmini izliyorum. Gördüğüm alet filmde hayat buluyor. Sıkılanlar için rahat koltukların olduğu bir köşe var. Kulaklığınız alıp kitap dinliyorsunuz. Ara ara saydam gösteri noktaları var. Kalemin tarihçesi, kalemin evrimi, kağıdın evrimi derken... Koşar adım dolaşırken
56
GEZİ
De Bot Tapınağı
Casa de Campo Gölü
Taverne de Pez’de yemek yiyoruz. Benim İspanyolca çat pat isteklerimi anlar hale geliyor garson. Kalamarları, bir İspanyol’un peynir ekmek yemesi gibi ben de uyum sağlıyorum.
halkına teşekkür olarak getirilmiş şehrin ortasına kurulmuş… Daha ne diyebilirim, isteyebilirim ki! Debot’un karşısında ağaçların altında uzanıyorum ve kitabımı okuyorum.
Ve başka soluk aldığım yerse Casa de Campo. Gölün etrafında dolanırken ağaçların arasından fırlayan bir çocuk bizimle Türkiye’yi aratmayacak şekilde konuşmaya çalışıyor. Bildiğimiz birkaç kelime ile ancak onunla diyalog kurabiliyoruz. Böyle birçok park var burada. Bunlardan biri de Debot tapınağının olduğu park. Mısır’dan koca tapınak Madrid şehrinin
Gece Madrid sokaklarına düşüyorum. Flmaneco arıyorum. Bulamıyorum. Rezervasyonumuz yok. Bir mekâna giriyoruz, biramızı yudumluyoruz. Burada gece mekânlar aydınlık. Karanlık mekânlar pek yok. Bu da ilginç. İnsanların yüz yüze görüşmek ve sohbet etmek için nerdeyse her akşam sosyal olarak buluştukları mekanlar. Buluştuklarında
da sessiz sessiz konuşan yok. Bağıra çağıra, geniş hacimli hareketler, sesler kahkahalar... Kısacası sanat kokan, sanatı yaşayan ve yaşatan bir kent. Sanat da kendi içine sığmayan ve kendini anlatmaya çalışırken yetmeyen bir disiplin. Ancak ürünleri tamlık arayışında olmanın duygusunu çok güzel yaşatıyor. Parktaki heykelin yanında bile sanki ilham perilerinden biri gece gündüz duruyor ve gelene geçene dokunuyor. Bana dokundu... Peki sana?
SEMRA ŞEN
57
BİYOGRAFİ
alfred . HITCHCOCK
bil a n su m.” r le oru m i l i eriy d a nl e r i v t t ya ilim a a h ta d r a nl pas a ins lara ı r n alase o k n aş ‘‘B Be
58
er.
BİYOGRAFİ
Gerilim sineması denince akla gelen ilk isim olan Alfred Hitchcock, 13 Ağustos 1899’da Londra’da dünyaya geldi. Sakin ve çekingen bir çocukluk geçirdikten sonra mühendislik eğitimi alan Hitchcock sanatın bütün dallarına, özellikle de sinemaya karşı özel bir ilgi besliyordu. Sanat eğitimi almak için Londra Üniversitesi’ne
yazıldı ve burada eğitimine devam ederken bir gazete ilanı ile kendini sinema dünyası içerisinde buluverdi. 26 yaşında iken çektiği ilk filmi olan “Pleasure Garden” ile eleştirmenlerin övgüsünü alan Hitchcock 1938 yılına kadar sinema çalışmalarına devam ettiği İngiltere’de Blackmail(Şantaj), 39
Steps (39 Basamak), Lady Vanishes (Kaybolan Kadın) gibi önemli yapıtlara imza attıktan sonra Hollywood’a transfer oldu. Verdiği röportajlarda İngiltere’de yaptığı çoğu filmin yetenekli bir amatöre, Hollywood’ta yaptığı filmlerin ise tam bir profesyonele ait olduğunu dile getirmiştir. 59
BİYOGRAFİ Nitekim Hollywood’ta çektiği ilk film olan “Rebecca” ile en iyi film Oscar’ını alarak Amerikan Film Endüstrisine merhaba der. “Rebecca” zengin ve soylu bir adamın Rebecca isimli eşini bir deniz kazasında kaybettikten sonra sıradan bir kızla evlenmesi üzerine kuruludur. Kız, malikanenin eski hanımefendisinin güçlü imgesi altında ezilirken evin ürkütücü kahyası psikolojik baskı yaratan unsurlardan birisi olarak öne çıkmaktadır. Sonrasında Hitchcock hepsi birer klasik olan bir dizi filmi yönetti. “Spellbound” (Öldüren Hatıralar)da psikanaliz, rüya tabirleri, hafıza kaybı gibi birçok temayı Salvador Dali’nin tasarladığı sahneler eşliğinde bizlere sunar. Notorious (Aşktanda Üstün)da psikolojik çözümlem e -
l e r i n ön plana çık60
tığı bir casusluk öyküsü anlattıktan sonra Rope (Ölüm Kararı) ile o güne dek denenmemiş bir kurguya el atar. Sadece dokuz plandan oluşan bu filmi maksimum miktarda film ile kesintisiz olarak çekmiş, tek bir mekanda geçmesine rağmen gerilimi üst düzeyde tutmayı başarmıştır. Rear Window (Arka Pencere) da röntgencilik temasına değinen Hitchcock, ayağı kırılan bir muhabirin ev ıstırahatinde sıkıntıdan komşularını gözetlemesiyle muhtemel bir cinayete tanıklık etmesi ve sonrası gelişen olayları anlatmaktadır. Vertigo (Ölüm Korkusu)da gizemli bir kadına aşık olan bir dedektifin hikayesi anlatılır. Ka-
dının intiharına şahit olan dedektif daha sonra ona tıpatıp benzeyen bir kadına rastlar. Yönetmen hikayenin dönüp dolaşıp
aynı yere gelen yapısını spiraller kullanarak yansıtmıştır. North By NorthWest (Gizli Teşkilat), casus zannedilen bir adamın macera dolu öyküsünü anlatmıştır. Cary Grant’in ıssız tarlada ilaçlama uçağı tarafından öldürülmek istendiği sahne ve Rushmore dağı sahnesi sinema tarihinin unutulmaz sahneleri olarak hafızalara kazınmıştır. Komedi-macera ve gerilimi aynı potada başarıyla eriten yönetmenin bir sonraki başyapıtı saf bir korku ürünü olan Psyhco (Sapık)tır. Bir kadının çalıştığı şirketten çal-
dığı parayla kaçarken Bates Motel’de konaklamasıyla başlayan dehşet son sahneye kadar seyircinin yakasını bırakmaz. Meşhur duş sahnesi sinema tarihinin belki de en stilize sahnesidir. Zira Hitchcock filmin sansürden
BİYOGRAFİ geçebilmesi için başkarakterin bıçaklanmasını yedi gün içinde tam yetmiş açıdan çeker ve aslında bakıldığında bıçağın vücuda teması yoktur. Gizem perdesinin son sahneye kadar aralanmadığı filmin final sanesi Freud’a bir saygı duruşu niteliğindedir. Filmde geçen “Bir erkeğin en iyi dostu annesidir” repliği bunu tamamlayıcı niteliktedir. Önceki filmleri-
gerçekten yaralanmasına yol açmış bu da onun ne kadar mükemmeliyetçi bir yönetmen olduğunun bir göstergesi olarak sinema tarihinde kendisine yer etmiştir. O güne dek çekilen filmlerin sonunda yer alan ‘The End’ yazısı bu filmde kullanılmamış, bu d a
tehlikeninkorkunun bitmediğine işaret etmiştir. n i n birçoğunda kuşları geri planda bize yansıtan yönetmen The Birds (Kuşlar) de kuşları başrole taşır. Bir kasabada başlayan sebepsiz kuş saldırılarını anlatan film günlük hayatımızın masum yaratkıları üzerinden en masumların bile gün gelip yok etme makinasına dönüşebileceğini vurgulamak istemiştir. Klasik tavanarası saldırı sahnesinde Hitchcock, kuşları başrol oyuncusuna bağlayarak
Hitchcock genellikle kişilikleri önde olan ve oyunculukları ikinci planda kalan tanınmış oyuncular kullanmakla birlikte sinemasında güçlü bir mizah öğesi, anlatımdaki ciddiyeti sekteye uğratabilecek komik rahatlamalara yer vermektedir. Hitchcock filmlerinde gerilim filmlerin temalarında ziyade yöntemine aittir. Filmografisini gözden geçirdiğimizde filmlerinin özünün değişmez biçimde kadın-erkek ilişkisi ol-
duğunu ve bunun keyfi bir aşk ilişkisi değil,ana konunun kendisi olduğunu görmekteyiz. Sanatın işlevlerinden birisi olan “rahatsız et-
m e k ”, bireyin içinde bulunduğu şartlara memnuniyetini zayıflatmak ve bir silkinmeye gitmesini sağlamaktır. Hitchcock sinemasında karşımıza çıkan rahatsız ediciliğin nedeninin yönetmenin karmaşık bir ahlak anlayışına sahip olmasıyla iyi-kötünün birbiri içine geçmesi ve her bireyde şeytansal dürtülerin sahip olduğunu vurgulumak istemesi gösterilebilir. Hitchcock filmlerini belli başlıklar altında kategorize etmemiz gerekirse bunlardan birisi yanlışlıkla suçlanan erkek hakkındaki öykülerdir ki burada erkek kahraman polis tarafından kovalanırken gerçek kötü adamların peşine düşer. 61
BİYOGRAFİ
Suçlu kadın hakkındaki öykülerde kadın itham edildiği suçu işlemiştir. Yanlışlıkla suçlanan erkeğin kaderi toplumsal düzene yeniden katılmasıysa, suçlu kadının durumu daha sorunludur ve çözümü suçunun derecesine bağlıdır. Bir psikopat hakkkındaki öykülerde psikopat, erkek kahramanın aleyhine bir çekim merkezi konumundadır. Bir evlilik hakkındaki öykülerde bir çiftin bir araya gelişi inandırıcılıktan uzak bir şekilde ya da aşırı şüphecilikle sunulur. 62
Kategorideki son madde casusluk ve politik entrika hakkındaki öyküler olarak alınabilir. Alfred Hitchcock’un belirgin özelliklerinden birisi filmlerinde takıntılı bir şekilde sarışın kadınlara yer vermesidir. Yönetmenin filmlerinde oynayan Grace Kelly, Ingrid Bergman, Tippi Hedren, Kim Novak ve Vera Miles gibi dönemin en ünlü sarışınları hem kurbandır hem de tanrıça. Bu sapkınlığın nedeni belki de insan ruhunun karanlık dehliz-
lerinde seks ve ölümün birarada olmasıdır. 1976 yılına kadar birbirinden seçkin tam 53 filme ve “Alfred Hitchcock Presents” adlı bir diziye imzasını atan Hitchcock 1980 yılında yaşama veda eder. Şu sözü belki de onun sanat-seyirci ilişkisine dair görüşünü en iyi şekilde yansıtır: “Başkaları insanlara hayattan dilimler sunabilirler. Bense onlara pasta dilimleri veriyorum.”
ALPER EROL
KİTAP TARİH
IŞIK TAŞI hakikat meydanı Sırlarla dolu bir yolculuğun kitabı ışık taşı. Suskun Nefer; Bilge Kadın ve Cesur Panep’in yollarının kesiştiği yer olan Hakikat Meydanında başlayan bir macera. Hakikat meydanına girmek çok zor. Girmeyi başarsan bile kendini kanıtlaman için bir çok çetin sınavdan geçmelisin; bunun için güçlü, sabırlı ve çelik gibi bir iradeye sahip olmalısın. Bu romanda Hakikat meydanında çalışan ve bu göreve kendini adayan bir gurup zanaatkarı anlatıyor. Burada çalışan zanaat-
karlar, firavunlar öldüklerinde diğer yaşamlarında tekrar dirilmeleri ve sonsuzluğa ulaştıklarında ihtiyaçları olan her şeyi karşılamak için istirahatgahlarını yapmakla görevlidirler. Fakat bu o kadar kolay bir iş değildir. Çünkü hem içerde hem de dışarıda gözünü hırs bürümüş, zenginliği ve iktidarı ele geçirmek ve bunun için ardı arkası kesilmeyen engeller ve bahaneler ileri süren insanlar da vardır. İşte hakikat meydanındaki zanaatkarlar bütün bu sorunlara rağmen bık-
kınlık göstermeden, şikayet etmeden göğüs geren ve ne pahasına olursa olsun başladıkları işi bitiren insanlar. Kitap, hepimizin ihtiyacı olan kararlılık, cesaret ve sabır erdemlerini ve unuttuğumuz diğer bir erdem olan adanmışlığı anlatıyor. Soluksuz okuyacağınız seri; suskun nefer, bilge kadın, cesur paneb ve hakikat meydanı olmak üzere dört kitaptan oluşmakta.
MELTEM GONCA
63
ANİMASYON
64
ANİMASYON
65
ANİMASYON
Tür: Animasyon, Bilim kurgu, Macera Yönetmen: James Cameron Yapımcı:Jon Landau Senarist: James Cameron Oyuncular: Sam Worthington, Sigourney Weaver, Michelle Rodriguez, Stephen Lang, Joel David Moore, Giovanni Ribisi, CCH Pounder, Dileep Rao, Matt Gerald, Laz Alonso, Peter Mensah, Wes Studi Görüntü yönetmeni: Mauro Fiore Ülke : ABD Süre :162 dk. 66
A
ANİMASYON
vatar filmi öncelikle, yaptığı filmler gişe hasılatı kırmış yönetmeni James Cameron’la gösterime girmeden büyük merak uyandırdı. 3 boyutlu olması, animasyonda en yeni ve denenmemiş tekniklerin kullanılması ve çok yüksek bütçesiyle çok konuşuldu. Görüntü kalitesi gerçekten çok başarılı bir film ve 3 boyutlu olması sebebi ile izlerken kendinizi Pandora’da yaşananları, orada bir kenardan izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Hikâye genel olarak dünyalılar ve Na’vi uygarlığı arasında yaşananların ve yaşanacakların üzerinden yürüyor. Genel olarak mücadele, karmaşa, aşk, fedakârlık, iç savaş gibi birçok konuya farklı açılardan değiniyor. Konu itibariyle sıradan olarak baktığımız meselelere, yaklaşım açısından çok ama çok başarılı. Avatar filminin konu ve teknik detaylarıyla ilgili bilgiler bu şekilde. Peki, bu filmi neden izlemeliyiz? Çünkü Avatar; Teknolojinin sunduğu tüm imkânlar kullanılarak hazırlandığı halde doğanın ve doğallığın değerini vurguladığı için. Engellerin fiziksel değil zihinsel olduğunu vurguladığı için. İnsanoğlunun hırsları nedeniyle ne kadar yıkıcı olabildiğine dikkat çekmek için. Asıl değerli olanın ne olduğunu ayırt etmeye imkân sağladığı için.
67
ANİMASYON Kişinin doğayla uyum içinde olduğunda kendi potansiyellerini kolaylıkla ortaya çıkabildiğini görmek için. Bu kısımda fantastik betimlemeler içerse de filmin teması bunu vurgulamaya yönelik. Ve bu anlamda izleyiciye ayna tutucu bir etkisi var. Zira belki filmdeki kadar uç noktalarda olmasa da insanlık doğaya yeterince özen göstermediği için birçok sıkıntı yaşıyor. Bunların en başında küresel ısınma, çevre kirliliği, ozon tabakasındaki deliğin büyümesi, savaşlar ve benzeri birçok sorun var. Sadece ormanların, denizlerin tahribi, nesli tükenen hayvanlar değil, aynı zamanda kişisel olarakta birçok sorun yaşıyoruz. İnsan hakları ihlalleri, hırslarımız, bencilliğimiz, zihinsel, duygusal ve fiziksel olarak dejenere olmamız nedeniyle doyumsuz ve mutsuz kişileriz çoğumuz... Artık bebekler bile stres yaşıyor. Çevremiz gergin kişiler, günlerimiz gergin olaylarla dolu. Veeee maalesef çoğumuz mutluluğu geçici modalarda arıyoruz. Bu sebeple mutluluğumuz da geçici oluyor.
68
ANİMASYON
Filmdeki kahramanımız da hem fiziksel engeli hem de zihinsel karmaşası nedeniyle bu deneye katılmaya karar veriyor. Ancak Avatar olduğunda gerçek doğa ve yaratık olarak adlandırdığımız varlıklarla temasa geçiyor. Bu sayede hem kendisini, hem aşkı, hem de do-
ğayı keşfediyor. Acaba yaratık dediklerimiz mi yoksa bizler mi daha çok yaratığız? Bu filmi izlediğimizde belki çok mutlu olmayacağız. Çok gülmeyeceğiz. Ancak daha bilinçli olmak ve doğaya, kendimize karşı sorumluluklarımızın far-
kında olarak yaşamak için kesinlikle izlenmesi gereken bir film Avatar, çünkü biz bugün bu bilinçle hareket etmezsek bizim çocuklarımız için çok geç olmuş olacak.
ŞÜKRAN TEZ
69
MÜZİK
MÜZİKLE DÜN VE YARIN
CANDAN ERÇETIN
Kırık Kalpler Durağında Albüm aslında aralık sonunda çıktı piyasaya ama nedense ilk dinlediğim soğuk kış günlerinde baharın geleceğinin habercisi gibiydi. Sadece içindeki, buram buram çiçek kokan ‘’bahar ‘’ şarkısından dolayı da değil, albümün genelinde, hüzünlü şarkılarında bile sanki baharı hisset-
70
tiriyor dinleyene. Tabii tüm şarkılar şen şakrak, cıvıl cıvıl sanılmasın. Hemen hemen tüm albümlerinde yer alan, hayatı sorgulayan,felsefesi ve derinliği olan şarkılar da var. ‘’Ben Kimim’’ ve ‘’Gözler’’ bunlara örnek verilebilir. Bunun yanında yine kendi memleketinde, Trakya’ya göz kırpmış
kıpır kıpır oynatan‘’Vay Halime’’ adlı türküyle. Post modern ninnisi ise uzun süre akıllarda kalacak gibi. Candan Erçetin yine her zamanki gibi çok duru, çok yalın ve son derece hissederek söylemiş şarkılarını. ÖZGÜR BENLİ
MÜZİK
MÜZİKLE DÜN VE YARIN
LEONA LEWIS
Son günlerde adından birçok başarılı şarkısı ile çokça söz ettiren sanatçı, Avatar filminin müziği ile de işitsel hafızamızda yerini aldı. Mükemmel bir ses ve gelecekte klasikleşmeye aday çalışmaları ve performansı olan sanatçının dikkat çekici ses rengi ve yorumuyla ‘A Moment Like This’ ilk
single çalışması ile internet ortamında indirilme rekoru kırdı. ‘Bleeding Love’ single çalışması ise İngiltere’de 2007 de satış rekoru kırdı. Birçok ödülün genç yaşta sahibi olan genç sanatının özellikle son albümünü de dinlemenizi tavsiye ediyoruz. I Got You, Happy, Let It Rain, Bleeding
Love, My Hands, Better In Time, Forgive Me yeni ve eski albümlerinden zevkle dinleyeceğiniz yorumlar. Özellikle Avatar filmi için seslendirdiği ‘I See You’, Leona Lewis’in yorumculuğunun en güzel örneklerinden. SEMRA ŞEN
71
KÜLTÜR-SANAT
şehir kültür rehberi
haziran
nisan-mayıs-haziran
GENÇ SOLİSTLER YARIŞMASI 21 Nisan Çarşamb 20.00 3. ULUSAL (Gala Konser) LİED AKŞAMI 22 Nisan Perşembe “Winterreise”)
20.00 (Schubert
KURBAĞA PRENS, Çocuk Balesi 23 Nisan Cuma 13.00 (Konak Belediyesi Selahattin Akçiçek Salonu) AŞK-I MEMNU, Opera 24 Nisan Cumartesi 15.00 Selman Ada BİR TENOR ARANIYOR K.Ludwig Müzikal 26 Nisan Pazartesi 19.30 (Ege Üniv. Kampus Kültür Merkezi) AŞK-I MEMNU, Opera 27 Nisan Salı 20.00 Selman Ada AŞK-I MEMNU, Opera 28 Nisan Çarşamba 20.00 Selman Ada BİR YAZ GECESİ RÜYASI, Bale 29 Nisan Perşembe 20.00 F.Mendelssohn (D.E.Üniv. Sabancı Kültür Sarayı) TOM KRAUSE MASTER-CLASS KONSERİ30 Nisan Cuma 20.00 (2. Türkiye-Finlandiya Müzik Köprüsü Opera Çalıştayı Etkinliği) 72
BİR YAZ GECESİ RÜYASI, Bale 1Mayıs Cumartesi 15.00F.Mendelssohn (D.E.Üniv. Sabancı Kültür Sarayı) RUS BESTECİLERİ GECESİ 3 Mayıs Pazartesi 19.30 (Ege Üniv. Kampus Kültür Merkezi) ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 15 Mayıs Cumartesi 20.00 R. Strauss (Türkiye Prömiyeri) ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 18 Mayıs Salı 20.00 R. Strauss KURBAĞA PRENS, Çocuk Balesi 19 Mayıs Çarşamba 13.00 (Konak Belediyesi Selahattin Akçiçek Salonu) ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 20 Mayıs Perşembe 20.00 R. Strauss ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 22 Mayıs Cumartesi 15.00 R. Strauss IMENEO, Opera F.Haendel 27 Mayıs Perşembe 20.00 IMENEO, Opera F.Haendel 29 Mayıs Cumartesi 15.00 BAHAR KONSE 3 Haziran Perşembe 21.30
KÜLTÜR-SANAT
İzmir Devlet Tiyatrosu Nisan Ayı programı: Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi: SAKARCA (Çocuk Oyunu)- 20,21,22 Nisan 20:30
Filiz Çiftçi “Benim Efsanelerim” Resim Sergisi tarih: 19 - 28 Nisan 2010 Yer: Kedi Kültür Sanat Merkezi
KUŞLAR MAHKEMESİ (Çocuk Oyunu) – 23-24-25 Nisan Matine-14:00 Karşıyaka Oda Tiyatrosu: BAVUL -20,21 Nisan 20:30 Konak Melek Ökte Sahnesi BİR DAHA ÇAL SAM-21,22,23,24 Nisan 20:30 REZERVUAR KANİŞLERİ27.28,29,30 Nisan 20:30 TRIO LEO İzmir Sanat Merkezi: Ayşe SEZER Obua Elif AKSOY Klarnet Gülüm SÜRMEN Piyano 20 Nisan Salı 20.00 İzmir Sanat Büyük Salon 15. TÜYAP İZMİR KİTAP FUARI 17-25 Nisan 2010 Uluslararası İzmir Fuar Alanı
73