YENİ YÜKSEKTEPE KÜLTÜR DERNEĞİ BORNOVA ŞUBESİ BABİL KULESİ DERGİSİ 9. SAYI

Page 1

Zihnin Gücü

KONSANTRASYON Aşkın, Güzelliğin Tanrıçası

AFRODİT Orhon Yazıtları

BOZKIRDA YALNIZ ÜÇ BENGÜ TAŞ Dogum, Yasam, Olgunluk, Ölüm

İLKBAHAR, YAZ,SONBAHAR, KIŞ



EDİTÖR’DEN Ilık bir sonbaharın içinden geçip kışa doğru ilerlerken, yazın rehavet dolu günlerini de geride bırakıyoruz artık. Buna uygun olarak da ‘’İlkbahar, yaz, sonbahar, kış’’ filmiyle insanoğlunun doğum-ölüm eksenine bir göz attık filmin bahanesiyle. “ Bu sayının konusu: konsantrasyon. Günümüz koşuşturmasında ve etrafımızda dikkat dağıtan onca şeyin arasında bir duralım, soluk alalım ve konsantrasyonun önündeki engeller üzerinde biraz düşünelim istedik öncelikle… Orta Asya bozkırlarına çevirip gözümüzü, Or-

hun Yazıtları hakkında bir araştırma yazısına yer ayırdık bu sayımızda. Gezi bölümünde ise Orta Avrupa’nın narin çiçeği, klasik müziğin ana vatanı Viyana’ya konuk olduk. Bu sayının yazar konuğu ise farklı tarzıyla zamanında anlaşılamayan, bugünse anlaşılmaya çalışan, karmaşık karakterlerin yaratıcısı:Oğuz Atay. Bizdeki ve yurt dışındaki kütüphaneleri karşılaştıran bir yazıyla eksiklerimizi, fazlalarımızı görelim, anlayalım istedik. ‘’Waking Life’’ adlı animasyonla rüya içinde rüya, özgür irade, re-

enkarnasyon gibi çeşitli konuları felsefe çerçevesi içinde bakıp hayalgerçek ikilemi arasında gezindik. Çünkü ‘’rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız...” diyor Shakespeare. Hayaller ve rüyalar… Boş umutlarla peşinden koştuğumuz fanteziler de olabilirler, tüm dünyaya karşı tek başına direnip, inanarak mutlak bir gerçeğe de dönüşebilirler. İnanç ve konsantrasyon, hayalleri gerçekleştirmek için en önemli iki şey olsa gerek…

Özgür BENLİ


İÇİNDEKİLER

08

. . . . FIN MITOLOJISI

33

FİN MİTOLOJİSİ

KONSANTRASYON Zihnin Gücü

39

14 AFRODİT Aşkın, Güzelliğin Tanrıçası

FESİFALLERİMİZ Antalya Uluslararası Koro Festivali

BOZKIRDA YALNIZ ÜÇ BENGÜ TAS ‘

22

OĞUZ ATAY Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?

‘’Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?’’ diye sorar Oğuz Atay ‘’Demiryolu Hikâyecileri’’ adlı öyküsünün sonunda. Sanırım ‘’Sevgili okuyucu’’ su onu –ne yazıktır ki!- ancak (erken) ölümünden sonra fark edebildi, anladı, ya da anlamaya çalışıyor hala diyebiliriz. Asıl mesleği inşaat mühendisliği olan Oğuz Atay Türk dilinin en özgün yazarlarından biridir kuşkusuz. Anlaşılması zordur, kahramanlarının kafası her daim karışıktır. Eserlerindeki kahramanlar çoğunlukla “küçük burjuva” insanlarıdır. Oğuz Atay, insanın eşyaya ve hayata yabancılaşmasını anlatır hep, mutsuz ve acı sonlar yazar kahramanlarına; ama ‘’Tehlikeli Oyunlar’’ ın sonlarında da belirttiği gibi, dünyayı kurtarmanın ilk adımının kendini kurtarmaktan geçtiğine işaret eder aslında. Pek çok insan Oğuz Atay’ı tutunamayan bu insanların savunucusu gibi görür, oysa o –özellikle iki başyapıtı olan ‘’Tutunamayanlar’’ ve ‘’Tehlikeli Oyunlar’’ da onların eleştirisini yapar.

46

kül tigin

BOZKIRDA YALNIZ ÜÇ BENGÜ TAŞ

28

OĞUZ ATAY

. VIYANA Huzur, güven, tarih ve sanatın bir arada bulunduğu İhtişamlı bir şehir

KÜTÜPHANELERİMİZ 4

VİYANA İhtişamlı Şehir

48


İÇİNDEKİLER

62

52 CHILLED OUT

İLKBAHAR, YAZ, SONBAHAR, KIŞ

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

64

58 WAKİNG LİFE

babil kulesi ekim-kasım-aralık 2010 İmtiyaz Sahibi YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

KÜLTÜR-SANAT

Yayın Koordinatörü Semra Şen Editör Özgür Benli Grafik Tasarım Eylem Özkan babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral 6

Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Ya ra t ı l ı ş ( G e n e s i s )

bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘ Y e r y ü z ü n d e dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.


TARİH Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan

sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden elTabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak

isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır

ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır. 7


ARAŞTIRMA

N O Y TRAS

N A S KON

N O Y S NTRA

A S N O K

N O Y S A ANTR

KONS

ON

ASY R T N A NS

KO

KON

N O Y S A ANTR

KONS

N O Y S A ANTR

KONS

N O Y S NTRA

A S N O K

8

N

O Y S A R SANT


ARAŞTIRMA

K

o n s a n t ra s yo n zihnin gücüdür. Seçilmiş bir düşünceye dikkat kesilmektir. Konsantre, “özleşmiş, yoğunlaşmış” anlamına gelmektedir. Bilinçli olarak bir şeye odaklanmak kişiyi konsantrasyona götürür.

Diyebiliriz ki bütün yetenekleri bir düşünce üzerine yoğunlaştırmaya ve o konu üzerinde odaklanmaya konsantrasyon denir. Konsantre olmuş, yoğunlaşmış düşünce gücü yoluyla, kişi kendini istediği hale getirebilir. Bir bakıma belli bir

şeyi gerçekten yapmayı istemekten başka bir şey değildir. Konsantre olmuş düşünce yoluyla kişi etkinliğini ve direncini önemli derecede arttırabilir. Düşünmek başlı başına çok büyük bir güç taşıyan bir eylemdir.

9


Örnek vermek gerekirse korku düşüncesi bir gecede insanın saçlarının beyazlamasına neden olabilmektedir. Bir başka örnek de idam cezasına mahkûm olmuş bir mahkûmla ilgilidir: İdam cezasına mahkûm olmuş bir adam, kendisiyle bir deneyin yapılmasını kabul eder. Adama deneyin sonuna kadar dayanabilirse serbest bırakılacağı söylenir. İdam mahkûmu buna razı olur. Deneyin iddiası, bir insanın ne kadar kan kaybederse kaybetsin, hala hayatta kalabileceğidir. Mahkûmun bacağından açılan çok küçük bir kesikten, görünüşte kanın damlamasını sağlarlar. Açılan kesik oldukça küçüktür ve akan kan, neredeyse yok gibidir. Oda karartılmıştır. Mahkûm özel olarak hazırlanmış olan damlama sesinin, gerçekten kendi bacağından damlayan kan olduğunu zannetmektedir. Bu deneyden sonra ertesi sabah, adamın zihinsel korkudan dolayı öldüğü ortaya çıkmıştır. Kontrol edilmeyen düşüncelerin bir sonucu olan endişe, kaygı, ümitsizlik, cesaret10

sizlik ve diğerleri gibi halleri incelediğimizde, düşünceleri kontrol etmenin ne kadar önemli olduğunun farkına varılır. Kişiyi oluşturan onun kendi düşünceleridir. Neyi düşünürse o olur. Zira örnekte de ölümü düşünen mahkûm sonunda ölüme kavuşmuştur! Konsantrasyon yoluyla zihinsel ve bedensel enerji yapılan işe odaklanıp kontrol edilebilir. Konsantre olmuş bir zihne sahip bir kişi dü şüncelere, sözcüklere, eylemlere ve planlara dikkat eder. “Yapmak istiyorum, yapabilirim ve yapacağım” denilerek karar verildiği anda, konsantre olmaya başlanır. KONSANTRASYONUN ÖNÜNDEKİ ENGELLER İrade eksikliği Konsantre olmanın önündeki engellerden biri zayıf bir zihindir. Zihni zayıf kişi beynini bir konu üzerinde yoğunlaştıramaz. Çünkü tam bir irade gücünden yoksundur. Aynı zamanda herhangi bir noktaya dalıp giden, bir konu veya düşünceye dalıp gitmekten kendini alıkoyamayan zihin de zayıftır.Ancak zihnini herhangi bir sorun üzerine odaklayabilen, gereksiz izlenim ve etkilerden uzaklaşabilen kişi, sorun ne olursa ol-


ARAŞTIRMA Kesin olan şey, konsantrasyonun olduğu yerde her zaman zihin gücünün var olduğudur. Boş Konuşma ve Kontrolsüz Duygular Kişi kontrolsüz bir şekilde düşünmenin yanı sıra, sadece konuşmak için konuşur, rastgele hareket ederse ve zihnin ilgilenilen konu dışında başka alanlarda dolaşmasına da izin verirse, konsantre olması mümkün olmaz. Kontrolsüz duygular da konsantrasyonun önündeki engellerdendir. Zihinsel konsantrasyonu yok eden etkenler, tepkiler, tamamen serbest salınım halindeki şehevi duygular ve heyecanlardır. Zihnin tepkiselliği ve duyusallığı, ancak öfke, tutku, heyecan, nefret, çok sert tepki verme, yoğun duygusal baskı, ve huysuzluk gibi negatif hislerin dizginlenmesi ve zapt edilmesi ile düzeltilebilir. Kişi eğer bir an saldırgan, bir an sakin ise kendisi üzerinde yeterince kontrolü yok demektir. Bu kişinin ne zihninin, ne duygularının ne de arzularının efendisi olduğu söylenebilir. Aşırı heyecan ve öfke Heyecan ve endişe sinirsel kuvvetleri çok çabuk tüketir. Öfke, alay ve heyecan kişinin yoğunlaşma yeteneklerini engelleyecek şekilde

zayıflatır. Heyecana izin veren kişi bütün sinirsel güçlerini ve hayat enerjisini tükettiği için çaresizlikten dolayı öfkeye kapılır. Kendini kontrol edemeyen ve öfkeye kapılan kişinin konsantre olması mümkün değildir. Zihni heyecanlandıran, duyuları uyaran, hisleri ve arzuları harekete geçiren tüm egzersizler veya çalışmalar konsantrasyon gücünü dağıtır, kişiyi zayıflatır, ürkütür ve duygusallaştırır. Bu nedenle kontrolsüz heyecanın her türlüsü zararlıdır. Moral ve maneviyat eksikliği Kişi hayatında dürüst ve doğru hedeflere, geçici sarsıntılar geçirse bile, iyi bir konsantrasyon ile zamanla ulaşır. Önemli olan korkulara ve endişelere ket vurulmasıdır. Yıkıcı ve moral bozucu tüm düşünceler zihinden çıkarılmalıdır. Daha kaliteli bir konsantrasyon için moral ve maneviyatın yüksek tutulması önemlidir. “Kişi başarı tohumlarını ekmede idealine sadık kalmalı. Güneşin her zaman parlayacağı ve mevsim geldiğinde bol ürün alınacağı konusunda tam bir güven ve inanç içinde olmalıdır.”

konsantrasyonu azaltan engellerdendir. Bir işte sebat edememe “iş yapma iradesinden mahrum olmak’’tan başka bir şey değildir. İlginç olan şudur ki; “ devam edeceğim” demek ve “ vazgeçiyorum” demek aynı çabayı gerektirir.İkincisi söylendiğinde zihin kapanır ve kararlılık silinir. Her defasında kararlılığın silinmesine veya kırılmasına izin verildiğinde bu güç de gittikçe zayıflar. Oysa üzerinde yoğunlaşarak konsantre olup ve keskin bir “İrade Gücü” kullanarak işin tamamlanması sağlanmalıdır. Gergin bir zihin Sakin bir zihin her zaman iyi bir konsantrasyon aracıdır. Öfkeli bir zihin ise tam tersine kişinin yüzeyde kalmasına ve derinleşememesinie neden olur. (Eğer kişi çabuk öfkelenen bir yapıya sahipse tavsiye edilen bir pratik hemen geriye doğru saymadır. Çünkü geriye doğru saymak belli bir konsantrasyon gerektirir.

Sebat ve kararlılık eksikliği Yapılan işte gösterilen sebat eksikliği

9


DİKKAT VE KONSANTRASYON PRATİKLERİ Bu konu üzerine birçok pratik sunulabilir bazıları aşağıda belirtilmiştir.

Başka bir anı yaşa-

Bu d a z i h n i sakinleştirir ve güç toplamasına yardımcı olur.) Zihnin huzurlu ve derin bir sukünette olmaması kişinin konsantre olamamasına neden olur. Bu noktada iç gözlem önemlidir ve ruhu rahatsız eden, zihni rahatsız eden, geren nedenler iyice araştırılmalı ve üzerine gidilerek çözülmelidir. Zihin huzurlu ve sakin olduğunda tedirginlik ve endişe ortadan kalkar. Ürkek, sert ve kaba olunmaz, herhangi rahatsız edici bir düşüncenin zihni etkilemesine izin verilmemiş olur.

12

ma Kosantrasyonun önündeki bir başka engel de, yaşanılan an esnasında o anı oluşturan tüm şeylerin – zaman, mekan, kişi vb – dışında başka bir anı yaşamaktır. Buna örnek olarak eğlenirken işi düşünmek ve işteyken eğlenmeyi düşünmek verilebilir. Hareketli bir zihin Zihin hareketsiz duramayan, daima hareket halindeki, zapt edilmesi ve kontrol edilmesi çok zor bir kuvvettir. Sürekli yoğunlaşmanın önüne geçmektedir. Onu sakinleştirmeli ve düzene sokmalıdır. İradenin egemenliği altına girmek istemeyen zihin tıpkı karaya vurmuş bir balık gibi ölümün pençesinden kurtulmaya çalışır. Kontrol edilmesi zor olsa da kontrol edilmiş bir zihin büyük bir sevinç kaynağıdır.

1Bir fikri zihinde sabit tutabilme Bir fikir seçilir ve zihnin o fikir üzerinde ne kadar durulduğu gözlenir. Seçilen fikir üzerinde 10 dakika yoğunlaşmak denenebilir. Bu günlük bir alışkanlık haline getirildiğinde dikkati geliştirmede yol kat edilir. 2 –Hareketsiz kalabilme Rahat bir sandalyeye dik bir şekilde oturulurve ne kadar hareketsiz kalınabildiği gözlemlenir. 15 dakika vücudu hiç hareket ettirmeden, hiç bir mimik hareketi yapmadan durulur. Egzersiz yapılırken tamamen rahat olunmalıdır. 3-Parmağa sabitlenme Dik bir şekilde bir sandalyeye oturulur. Sağ kol avuç içi yere bakacak şekilde omuz hizasına kaldırılarak açılır. Göz parmak uçlarına odaklanır ve 1 dakika böyle kalınır. Aynı işlem sol kol için de yapılır. Süre gittikçe uzatılabilir. Böylece kolun mükemmel bir şekilde hareketsiz tutulup tutulamadığı kontrol edilmiş olur.


ARAŞTIRMA 4- Suyun hareketsizliği Bir bardağa su konulur ve parmaklarla iyice kavranarak bardak sıkıca tutularak tam öne doğru kaldırılır. O kadar hareketsiz kalınmalıdır ki su da hiçbir kıpırdama olmamalıdır. Önce her iki elle 1 er dakika daha sonra süre arttırılarak yapılır. 5- Nefes Arkası dik bir sandalyeye dik bir şekilde oturulur. Sağ burun deliği parmak ile kapatılır. Ona kadar sayılır aynı zamanda yavaş yavaş derin uzun bir nefes alınır. Sonra nefes sol burun deliği kapatılarak sağ burun deliğinden ona kadar sayılarak yavaşça verilir. Egzersiz en az 20 kere tekrarlanır. 6- Saatin yelkovanın takibi Bir sandalyeye oturulur ve masaya saniye göstergesi olan bir saat yerleştirilir. Saat yelkovanının dönüşü gözlerle takip edilir. 5 dakika boyunca yelkovan dışında hiç bir şey düşünmeden yapmaya devam edilir. Yelkovanın hareketi çok ilginç olmadığı için zorlanma olacaktır. Ancak irade zamanla gelişecektir. Ayrıca bu egzersiz yapılırken mümkün olduğunca hareketsiz kalmak gerekir.

7-Hafıza Konsantrasyonu Bir resim seçilir ve masaya koyulur. İki dakika boyunca resme bakılır ve dikkat buna odaklanır. Tüm ayrıntılar incelenir. Sonra gözler kapatılır ve resmin ayrıntılarının ne kadar hatırlanabildiği kontrol edilir. Resmin neyi temsil ettiği düşünülür. Konusu güzel mi, görünüşü doğal mı? Resmin ön, arka ve geri planındaki nesneler belirtilir. Sonra gözler açılır ve kontrol edilir. Hatalar dikkatle kontrol edilir ve tekrar resme odaklandıktan sonra gözler tekrar kapatılarak ne kadar daha hatırlanabildiği test edilir. Gerçeğiyle tıpatıp uyana kadar devam edilir. 8- Kart egzersizi Egzersizi yapmak için bir zaman seçilir. Belirlenmiş o saatte oyun kartı paketi ele alınır ve çok temkinli bir şekilde, mümkün olduğunca yavaş hareketlerle, yere üst üste gelecek şekilde yerleştirilmeye başlanır. Hepsinin çok düzenli bir şekilde, alttakini tam olarak kaplayacak şekilde yerleşmesi sağlanır. Bu egzersiz 7 gün boyunca yapılır.

Böylece zihin kendini güvende ve rahatta hisseder. Dik bir pozisyonda oturulur. Kişi kendini bedenden bağımsız bir varlık gibi fakat bedeni de bir alet, bir örtü gibi kullandığını vücudu bir elbise gibi çıkarabildiğini düşünür. Bedenin terk edilip artık “ ÜST BEN” olunduğu düşünülür. Bir süre bedene üstten bakılır. 10- Bir nesne üzerine odaklanma Herhangi bir cisim üzerine – kalem-yoğunlaşılır. Zihin tamamen onunla ilgili konular üzerinde tutulur. Kalemin diğer eşyalardan ayrılığı fikri korunur. Ölçüleri, rengi, hangi maddeden yapıldığı, amacı ve imalat işlemleri vb. konular üzerinde, kısacası kalem hakkında mümkün olduğu kadar çok konu üzerinde düşünülür. Zihne bu yolda yardımcı olacak her şeyi izlemesine izin verilir.

9- Meditasyon Sakin bir yere mümkünse odaya geçilir. Rahatsız edinilmeyeceğinden şüphe duyulmaz. 13


ARAŞTIRMA

14


ARAŞTIRMA

AFRODIT Aşk, Güzellik, Eğlence, Bereket TANRIÇASI

A Afrodit(Aphrodite )/ Venüs: İlkbaharla özdeşleşmiştir. Simgeleri arasında elma, güller,kuğu, güvercin, cin, serçe, deniz tarağı, yunuslar yunuslar ve alevli bir yürek yürek yer alır. Afrodit’e çoğunlukla çoğunlukla oğlu Eros eşlik eder.

Ana, genç kız ve bakire. Dişiliğin ve kusursuz kadının tüm özelliklerini kendinde toplamıştır: Aşk, doğurganlık birleşme, yaşam… Gizli ya da yasal tüm aşkların koruyucusudur. Afrodit Aşk tanrıçası olarak her zaman genç

ve güzeldir. Böylece aşıklara ölümsüzlük duygusu aşılar. Çekiciliği gençlik ve dirilik nedeniyledir. Çocukluğu geçip evlenme çağına gelmiş genç kızlar vazgeçtikleri oyuncaklarını ona sunarlar.

15


ARAŞTIRMA DİĞER AŞK TANRIÇALARI AFRODİT:Afrodit kültü insanlık tarihi boyunca birçok kültürde başka adlarda ortaya çıkmıştır. Onun aşka çeken güzelliği bir çok mitolojide dillenmiştir. İNNANA: Erken Mezopotamya devrinde, Sümerler’ de aşk tanrıçasıdır. Güzellik, cinsellik, çekicilik, şefkat, hırs, kavga, önderlik, kurnazlık, bekâret ve çoğalmanın sembolüdür.

ASTARTE

BASTET

İŞTAR: Babil ve Akadlar. Savaş bereket ve aşk tanrıçası. Güzel olduğu kadar da cesurdur. ASTARTE: Asur ve Finikeliler. BASTET: Mısır’ın aşk tanrıçası Bastet önceleri yırtıcı bir aslan bedenine sahipken sonraları evcil ve sevecen bir kedi biçimini almıştır. Bereket tanrıçası olarak yavruları ile birlikte görülür.

XOCHİQUETZAL

İNNANA

HATOR: Mısır Tanrıçası. Genellikle bir inek başı ile tasfir edilir. Kadınların ve aşkların koruyucusu, döllenme ve doğum tanrıçasıdır. XOCHİQUETZAL: Astek çiçek, aşk ve doğum tarıçasıdır.

HATOR

16

VENÜS: Roma’da ilkbahar bereket figürü ve aşk tanrıçasıdır.


ARAŞTIRMA

YUNAN MİTOLOJİSİ’NDE YARATILIŞ Yunan Mitolojisine göre en başta Kaos vardı. Kaos’tan Gaia doğdu. Kaos’tan Gaia ile birlikte Eros da çıkmıştı. Eros aşk tanrısıydı. Gaia kendi kendine dağları, denizlerini ve gökyüzünü meydana getirdi. Gökyüzü tanrısı Uranos ile de birleşti.İkisi tüm evrenin yöneticileri olmuşlardı. Ancak Uranos, doğan çocuklarını beğenmemekte Gaia’ nın derinliklerine atmaktaydı. Bundan rahatsız olan Gaia, çocuklarından Kronos’ u, Uranos’ u cezalandırmakla görevlendirdi. Kronos, Gaia’ nın istediği gibi yaptı, bir tırpan

ile babasının erkeklik organını biçti. Uranos’ un denize düşen parçalarından oluşan köpüklerden Afrodit doğdu. Toprağa dökülen kanlarından ise intikam tanrıçaları Erinyalar ile kocaman garip devler ortaya çıktı. Böylece Titanlar evrenin hakimi oldular. Titanlar birbirleriyle evlendiler ve pek çok tanrı doğurdular. Afrodit “Köpükten Doğan” anlamına gelmektedir. Köpüren denizden doğmuştur. Olağan üstü güzelliği ile hem tanrılar hem ölümlüler ona hayrandır. Erkekler onun çekiciliğine dayanamaz. AFRODİT’İN AŞKLARI: Afrodit, topal Demirci

Tanrı Hephaistos ile evlidir. HEPHAİSTOS: Hera ve Zeus’un oğludur. Ateş ve volkanların efendisidir. Kocası ona hayrandır ve çok güzel hediyeler yapar. Bir tanesi güvercinler tarafından çekilen altın bir arabadır. Ama Aphrodite’ nin ölümlü ve Tanrılar arasında başka ilişkileri de olmuştur. En ünlüsü dört çocuğunun babası savaş tanrısı Ares’ tir. ARES: Hera ve Zeus’un oğlu. Hephaistos’ un ağabey’i. Savaş Tanrısı. Simgesi: Akbaba Dört çocukları olmuştur. Çocukların ikisi babalarına, ikisi annelerine benzemiştir. 17


Deimos (Terör) Phobos (Korku) Harmonia (Uyum) Eros ( Cinsel aşk) Hephaistos, karısının sadakatsizliğini öğrenince intikam almaya karar verir. Metalden bir ağ yapar. Yatakta birlikte yatan Afrodit ve Ares ’in üzerine bu ağır ağı atar. Bütün Olympos’ lu Tanrıları çağırır ve onların içine düştükleri bu durumla hepsi alay eder ve gülerler. EROS/ Cupid: Aşk Tanrısı Eros, yay ve kurbanlarını vurduğu oklar taşır. Altın okları gerçek aşkı, kurşundan olanlarıysa tutkuyu temsil eder. Aşkın gözünün kör 18

olduğu simgesi olarak kimi zaman gözü bağlı tasvir edilmiştir. Annesinin insanların yanındaki habercisidir. Eros güzelliğini annesinden, haylazlığını da babası Ares’ ten almıştır. Afrodit ölümlülerle de beraberlik yaşamıştır. ADONİS adlı çobanla olan aşkları, Mezopotamya’da İştar ile Domuzi’ nin hikâyeleri ile neredeyse aynıdır. Mevsimler üzerine bir hikâyedir. Adonis her güz mevsiminde ölerek Hades’ de Persefone ile birleşir. İlkbahar mevsiminde yeniden dirilir ve Afrodit ile birleşir. PARİS’İN

SEÇİMİ:

İlk Güzellik Yarışması Olimpos’ta kral Peleus ile Thetis evlenirken düğüne hemen hemen bütün tanrı ve tanrıçalar katılmıştır. Ancak,düğüne kavga tanrıçası Eris çağrılmamıştır. Eris, bu olaya çok kızar ve ortalığı karıştırmak için üzerine “en güzeline” yazılı olan altın bir elmayı Hera, Athena ve Afrodit’in arasına atar. Her üç tanrıça da en güzelin kendisi olduğunu iddia ederek elmayı sahiplenmek ister ve büyük kavga çıkar. Zeus, Olimpos’un bu üç büyük tanrıçasının kavgasına müdahale ederek, elmayı İda Dağı’nda çobanlık yapan Paris’in seçeceği kişiye verilmesini buyurur.


ARAŞTIRMA elma verildikten sonra Paris, Afrodit’in verdiği sözün gerçekleşmesini ister ve İda’dan ayrılır. Helena, kral Menelaus’un karısıdır. Paris,sevdiği kadına kavuşmak için Sparta’ya giderek Helena’yı kandırıp kaçırır. Menelaus durumu öğrenince karısını geri ister; Paris ise karşı çıkar ve bu olaylar, Homeros’un İlyada ve Odysea’sında geçen, Truvalılarla Akhalar arasında uzun yıllar süren ve çok canlar yakan Troya Savaşı’nın başlamasına neden olur. AFRODİT VE ASTROLOJİ:

Bunun üzerine, haberci tanrı Hermes ile birlikte üç tanrıça, İda Dağı’na giderek Paris’e geliş sebeplerini anlatırlar. Çekişme iyice artar. Her biri elmaya karşılık Paris’e vaatlerde bulunur. Zeus’un karısı gök tanrıçası Hera, Asya Krallığını; Athena sonsuz aklı ve başarıyı; Afrodit ise Spartalı Helena’nın aşkını ortaya koyar. Paris’in elmayı Afrodit’e vermesiyle Afrodit en güzel seçilmiş olur.Afrodit en güzel midir bilinmez ama Paris’in oyunu Afrodit’e vermesiyle Helena’nın aşkını seçtiği ortadadır. Seçim yapılıp

Astronomik planda güneş sistemimizin ikinci gezegeni VENÜS ile simgelenir. “Sabah Yıldızı”,bazen “Akşam Yıldızı” , tüm kültürlerde, tüm zamanlarda genellikle “Çoban Yıldızı” olarak bilinir. Gökyüzündeki en parlak dolayısıyla en güzel gezegendir.

muşaklık, cazibe ve sempati gibi kavramlar atfedilir. Her zaman ölümsüz ve genç bir dişiliktir. Venüslüler; Yumuşak sevimli neşeli ve barışçıdır. Entelektüel merakı ve mantığı değil, sezgileri ve sanatsal duyarlılığı ön plana çıkar. Bohem bir hayatı ve basit zevklerin tatminini tercih eder. YERSEL AŞK GÖKSEL AŞK AFRODİTA URANİA: İdeal ve saf aşkı simgeler. Bu evreni harekete geçiren kozmik güç ve ruhları Tanrıya doğru

Astrolojik olarak ona, aşk, merhamet, uyum, sanat, sempati, yu19


ARAŞTIRMA

20


ARAŞTIRMA iten çekimdir. Platon ve Platinus bundan söz etmişlerdir. AFRODİT PANDEMUS: ( Tüm halkın Tanrıçası) Tutku ve güdüleri içeren dünyevi aşkı simgeler. SANAT ESERLERİNDE AFRODİT.: Antik çağlardan bu yana binlerce Afrodit tasviri yapılmıştır. En eski tasfirler giyiniktir. MÖ. 5. Yy.’ dan başlayarak bedeninin bazı bölümleri görülmeye başlar. M.Ö. 4. Ve3. Yy. Helenistik dönemde tümüyle çıplaktır. Klasik dönemde en ünlü tasvirleri arasında Knidos Afrodit’i, Praxiteles Afrodit’ i ile Milo’ nun Venüs’ ü sayılabilir. Apeles M.Ö. 4. Yy. Anadiomene Afrodit’ ini denizden doğarken resmetmiştir. Botticelli’ nin “ Venüs’ün Doğuşu” resmi oldukça ünlüdür. Tanrıçaların vatanı olan Anadolu’ da Afrodit ile ilgili birçok tapınak kalıntısı vardır. En ünlüsü Afrodit’in kendi ismi ile anılan Afrodisias’tır. Ayrıca Troya, Knidos ve Efes de Afrodit tapınağı olan önemli kentlerdir

MİLO VENÜS’Ü: Milo Venus’ü tahminen M.Ö. 130-100 seneleri arasında yapılmış, güzellik tanrıçası Afrodit’i simgeleyen eski bir Yunan heykelidir. Heykelin kolları ve kaidesi bulunamamıştır. Döneminin geleneklerine uygun bir şekilde Venüs’e bir çok mücevher takılmış, ve daha gerçekçi görünmesi için yüzeyi boyanmıştır. Fakat bugün heykel üzerinde hiçbir boya kalıntısı mevcut değildir; bilezik, küpe ve kolye gibi süslemelerden ise kalan tek işaret ise heykelin yüzeyindeki bağlama delikleridir. Milo Venus’ü Yorgos Kentrotas adlı bir köylü tarafından 1820 senesinde Ege denizindeki Milos adasındaki harabelerde keşfedilmiştir. Fransız deniz subayı Jules Dumont d’Urville bu keşiften haberdar olunca eserin satın alınması için Fransız Büyükelçisi Charles-Francois de Riffardeau ile temasa geçmiş; fakat haber büyükelçiye geç ulaşınca köylü heykeli Sultan II. Mahmud’un Orta Doğu’daki donanmasının tercüman-rehberi Nicholas Mourousi’ye satmaya karar vermistir. Ancak Fransız Büyükelçisi’nin temsilcisi Vicomte de Marcellus tam vaktinde yetişmiş ve heykel

Konstantiniye’ye doğru yol almak üzere gemiye yüklenirken satış iptal edilmiştir. Birkaç ay sonra ise Mourousi Sultan II. Mahmud’un emri ile Konstantiniye’de donanmanın önünde idam edilmiş, bir süre sonra da Fransız Büyükelçisi bu heykeli kral 18. Louis’ye hediye etmiştir. AFRODİT NEDEN ÖNEMLİDİR? İnsanoğlu Güzelliği kavrayabilmek için genellikle nesnelere ihtiyaç duyar. Sanat’ın amacı ise eserleri arcılığı ile güzelliği yansıtmaktır. Afrodit güzelliğin ve aşkın yeryüzüne inmiş simgesi ve ilk örneğidir. Aşk sadece gözümüzle gördüğümüz güzelliklere değil ruhumuzla gördüğümüz ilk öz’e duyduğumuz özlemdir. KAYNAKLAR: 1. SEMBOLLER VE İŞARETLER – Alfa Yayınları 2. EFSANELER VE MİTLER – Alfa Yayınları 3. İNNANA’NIN AŞKI – Muazzez İlmiye Çığ 4. YUNAN VE ROMA MİTOLOJİSİ – TÜBİTAK 5. YENİ YÜKSEKTEPE DERGİSİ. Sayı3 ve Sayı 6

Mihrican BAL

21


ARAŞTIRMA

BOZKIRDA YALNIZ ÜÇ BENGÜ TAS ‘

kül tigin 22


ARAŞTIRMA

Üze kök tenri asra yagız yir kılıldukda İkin ara kişi oglı kılınmış. Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisi arasında kişi oğlu yaratılmış Kül Tigin kül tigin

Zamanımızdan hemen hemen 1280 yıl önce bir Türk Kağanı tüm halkına ve ona tabi olmayanlara hitaben ‘Türk Beyleri ve budunları beni işitin: Gök üzerimize baskı yapmadıkça, yer delinmedikçe Türk milleti varlığını koruyacaktır!’ diye seslenmiştir. Bilge Kağan yazıtında geçen bu satırlar günümüzde okunma fırsatı bulabiliyorsa, Türk milletinin üzerine gök inmemiş demektir. Romen doğubilimci Nicolaie Milescu, 1675 yılında Rus Çarı Aleksi Mihayloviç’in elçisi olarak Çin imparatorunun

sarayına giderken, Yenisey kanyonunda henüz ne olduğunu bilmediği kaya yazıtlarına rastladı. Batı dünyasında bu keşif büyük yankı uyandırdı. Bir çok araştırmacı bölgede kapsamlı araştırmalar ve geziler yapmaya koyuldular. Böylelikle daha sonraları Yenisey Bölgesi Yazıtları olarak değerlendirilecek olan bu kaya yazıtlarının ilk keşfi yapılmış oldu ve bilim dünyasında büyük merak dalgaları hızla yayılmaya başladı. Okuma çalışmaları devam ederken bir yandan da bu yazının hangi millete ait olduğu uzun süre

araştırıldı. Giderek artan araştırmalar sayesinde sayısı günümüzde dahi artmaya devam eden bir çok kaya yazıtı bulunmaya devam ediliyordu. Milescu’nun ilk keşfinden yaklaşık 200 yıl sonra, yani 1889’da Kuzey Moğolistan’da Orhon ırmağı kıyısında Rus arkeolog N. Yadrintsev tarafından aynı yazıyla yazılmış fakat çok daha büyük iki yazıt bulunmuştur. Yadrintsev bu yazıtlarla ilgili eserini 1890 yılında Petersburg’da yayımladı.

23


ARAŞTIRMA

Oglı kanın teg kılunmaduk erinç Biligsiz kagan olurmış erinç. Buyrukı yime biligsiz erinç yablak ermiş erinç Begleri bodunı tüzsüz üçün Tabgaç bodun tebligin kürlüg üçün armakçısın üçün İnili eçili kinşürtükin üçün belgi bodunlıg yonşurtukın üçün Türk bodun illedük ilin ıçgunı ıdmış. Kaganladuk kaganın yitürü ıdmış ….. Türk begler türk atın ıtı … Oğlu babası gibi yaratılmamış. Bilgisiz kağanlar tahta oturmuş. Kötü kağanlar tahta oturmuş. Vezirleride bilgisizmiş, kötüymüş. Beyleri halkı dürüst olmadığı için, Çin milleti fitneci ve hilekar olduğu için, aldatıcı olduğu için, kardeşle ağabeyi birbirine düşürdüğü için, beylerle halkın arasını açtığı için Türk milleti kendi kurduğu devletini(ülkesini) elden çıkarmış; kendi başa geçrdiği kağanını yitirmiş…….

kül tigin

Türk Beyler Türk adlarını bıraktı. KÜL TİGİN

24


Bu yeni keşif üzerine Heikel başkanlığında bir Fin araştırma heyeti bölgeye gitti. Bu bilimsel gezi sonunda Orhon yazıtlarının mükemmel kopyaları yayınlandı. W. Radloff’un başkanlığında bir Rus heyeti de ikinci geziyle yeni bir kopya yayınladılar (Atlas der Altertümer der Mongolei, St. Petersburg 1892-1899.) Fakat yazının hangi millete ait olduğu hala gizemini korumaktaydı. Orhon yazıtlarının Finlandiya’da yayımlanan atlası bu taşlardan biri üzerinde bulunan Çince yazıtın okunabilen kısımlarının bir çevirisini de içermekteydi. Bu durum yazıtların aydınlatılmasında büyük rol oynadı. Bu Çince metin bize bu iki yazıttan birinin 732 yılında ölen bir Türk prensinin anısına dikildiğini haber veriyordu. Bu bilgi de, bulunan eski yazı ve dilin Türklerin atalarından kaldığını kanıtlamış oluyordu. Böylelikle araştırmalar başka bir boyut kazanmaya başladı ve bu tarihten sonra Türklerin tarihi hızlı bir aydınlanma sürecine girmiş oldu. Bu durumu kesin olarak aydınlatan ise Danimarkalı ünlü dilci Vilhelm Thomsen’dır.

Thomsen 15 Aralık 1893’te Kopenhag Bilimler Akademisi’nin bir toplantısında Orhon ve Yenisey yazıtlarında kullanılan ve ‘runik’ harf olarak adlandırılan yazıyı çözdüğünü bilim dünyasına duyurdu ve hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde bu yazının Türklere ait olduğunu kanıtladı. Thomsen önce iki büyük anıtta tekrar edilmeyen işaret miktarını aradı. 38 işaret buldu. Satırların Çincede olduğu gibi yukarıdan aşağıya ve sütunlarında sağdan sola dizildiğini tespit etti. Önce K(a)G(a)N ve sonra da Tenri kelimesini

okudu. Böylece Thomsen 25 Kasım 1893’te bir saat içerisinde Göktürk alfabe sistemini çözdü. Yazıtlarda çok geçen ve sıkça tekrarlanan tengri, Türk ve Kül Tigin sözlerini okuyarak daha sonrasında tüm metinleri okumayı başardı. O günden sonra bir çok dil bilimci başta Thomsen ve Radloff olmak üzere bu yazıtları incelemeyi sürdürdüler. Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin’in ölümü üzerine Kül Tigin yazıtını diktirmiş ve kendi ağzından beylerine ve milletine seslenmiştir.

25


ARAŞTIRMA Bilge Kağan yazıtı da kendisinin 734’te ölümünden sonra oğlu tarafından dikilmiştir. Bu yazıtta da Bilge Kağan konuşmaktadır. Bu iki yazıtı yeğenleri Yollug Tigin kazımıştır. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde gramer, okuma vs. çalışmalarının yanı sıra yeni yazıtlar da bulunmaya devam ediliyordu. Botanikçi Yelizaveta Klements 1897’de Kuzey Moğalistan’nın bitki örtüsünü incelerken Ulaan-Bator’a 66 km uzaklıkta Bain-Tsokto mevkiinde Tonyukuk yazıtlarını buldu. Bu yazıtı Bilge Kağan devrine kadar devlet idaresinin baş yardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı ve başkumandanı Tonyukuk bizzat kendi diktirmiştir. Bu yazıtta Tonyukuk kendi ağzından olayları anlatmıştır ve yazıt iki taştan oluşmaktadır. Radloff bu yazıtlar üzerine de çalışma yapmıştır. Necip Asım Yazıksız ise 1897’de Thomsen’in eserinden yola çıkarak yazdığı ‘Pek eski Türk yazısı’ adlı çalışmasıyla yazıtlardan bahseden ilk Türk aydını olmuştur. İkdam’da yayımlanan bu eser sayesinde Türkler köklerinin Osmanlı’dan öncesine uzanma şansı bulmuşlardır. Daha sonrasında bu konu bir çok araştırmacı tarafından

Tonyukuk yazıtı

26


ele alındı ve bu alanda kürsüler kurulmaya başlandı. Bu üç yazıt Göktürk Kağanlığı’nın II. dönemine ait yazıtlardır ve bu kağanlığın resmi dilinin Türkçe olduğunu göstermeleri bakımından çok önemlidirler. Ayrıca halkın okuması için dikilmiş olmaları Göktürk halkının okuma yazma bilme oranı açısından dikkat çekicidir. Talat Tekin’in şu satırları da yazıtların içeriğini ve amacını özetlemesi bakımından önemlidir. Orhon yazıtları yalnızca siyasi ve askeri olayların oluş sırasıyla hikaye edildiği kuru bir harp tarihi değildir. Tam tersine, bu yazıtların özellikle Bilge Kağan’ın beylerine ve halkına seslendiği ve onları Çinlilerin entirikalarına ve anayurdu bırakıp uzak diyarlara gitmelerinin doğuracağı felaketlere karşı uyardığı bölümleri son derece etkili bir anlatım gücüne ve güzelliğine sahiptir. Bu bakımdan Orhon yazıtlarının Türkçe’nin en eski ve en güzel hitabet örnekleri olduğu söylenebilir.’ Her ne kadar bulunuşlarından günümüze kadar yazıtlar binler-

ce araştırmacıya konu oluştursalar da daha henüz aydınlatılamayan bir çok kısım içermektedirler. Bulundukları coğrafyanın sert ikliminde yüzlerce yıl hiçbir koruma olmadan bugüne gelmiş olmaları bile mucizedir. Her geçen gün daha da aşınan ve bulunduktan sonra dahi uzun süre koruma altına alınmayan bu yazıtlar yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bu üç büyük yazıtın yanı sıra yüzlerce Yenisey yazıtı kaybolmuş veya doğal sebepler nedeniyle silinmiştir. Tahrip olmuş bir çok kısım yazıtların çoğu yerlerinin okunmasını imkansız kılmaktadır. Konu çok geniş olmakla beraber biz bu yazıda 3 büyük yazıtın bulunma ve okunma macerasını

kısaca vermek istedik. Türk dil tarihinin çok kısa bir bölümünü sizin gözünüzde biraz aydınlatabildiysem ne mutlu bana… Kaynakça ERCİLASUN, Ahmet B. , Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara: Akçağ Yayınları 2007 ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları 2006 CAFEROĞLU, Ahmet, Türk Dili Tarihi I-II, İstanbul: Enderun Kitabevi 2000 TEKİN, Talat, Orhon Yazıtları, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2008 USER, Hatice Şirin, Köktürk ve Ötüken Uygur Kağanlığı Yazıtları Söz Varlığı İncelemesi, Konya: Kömen Yayınları 2009

Gizem RÜZGAR 27


DENEME

28


DENEME

. . kÜtÜphanelerimiz

t Türkiye’de, pek de küçük sayılmayacak bir il olan Mersin’de doğup büyüdüm. Mersin’in bir il halk kütüphanesi vardı ve devam ettiğim ortaokula çok yakındı. O kütüphaneye bir kez gittim. Ortaokul yılları sırasındaydı ve nedenini kesinlikle hatırlamıyorum. İlk ve ortaokulda kutuphaneden faydalanmanın, nedense bilmiyorum, ücretli olduğunu düşünürdüm. İlk, orta ve lise yıllarında kütüphane kullanımını teşvik edebilecek hiç bir bilgilendirme veya tav-

siyeyle karşılaşmadım. Üniversite dönemimde ise kütüphaneyle tanışmam ve kullanmam üniversitenin son yıllarında gerçekleşti, tabii ki yine herhangi bir teşvik veya bilgilendirme yoktu. Kütüphane gibi insanların hayatını değiştirebilecek bir mekânı, tamamen tesadüflerle keşfetmem ve benim gibi binlerce vatandaşın aynı deneyimi yaşaması çok büyük bir kayıp. Benim kütüphaneleri ve önemini keşfetmem yurtdışına çıkmamla

başladı. İlk yurtdışı deneyimimde Amerika’ya gittim. Yolculuk öncesi oldukça heyecanlı ve telaşlıydım. Daha önce Amerika’ya gitmiş birinin tavsiyelerini almanın faydalı olacağını düşünerek üniversitedeki hocalarımdan birini ziyaret ettim. İngilizcemi geliştirmek üzere yapmam gereken bir aktivitenin de kitap okumak ve günlük tutmak olduğunu söyledi ve kütüphanelerin çok farklı olduğunu mutlaka gidip kitap alıp denememi tavsiye etti.

29


DENEME Amerika’da 3 ay kaldım. Çok kalabalık olmayan bir kasaba olmasına rağmen üç katlı bir kütüphanesi vardı. Kütüphanenin önünden geçiyordum arada bir, hocamın sözleri aklıma geliyordu. Kütüphaneye gitmemek için her seferinde bir mazeret bulmayı basardım üç ay boyunca. Kütüphaneyle hemen aynı sokaktaki alışveriş merkezine veya restoranlara gitmek daha cazipti. Çok kısa bir zaman orada olduğum için gezip görmek kütüphaneye

30

gitmekten daha önemliydi benim için. İkinci yurtdışı deneyimimde şu an hala yaşamakta olduğum Kanada’ya geldim. Daha uzun sureli bir seyahat olacaktı, eğitim amaçlıydı ve hedeflerim vardı. Uçaktan indiğim ilk hafta, soluğu kütüphanede aldım. Merak ediyordum buradaki kütüphaneleri ve sunduğu fırsatları. Kütüphaneye vardığımda ellerinde pankartlarla bekleyen bir kalabalıkla karşılaştım. Kütüpha-

neciler grevdeydi ve bu üç ay sürdü. İstediklerini üç ay sonra aldılar ve alana kadar yılmadılar. Grevden sonra yeniden kütüphaneye gittim. Kitap almalıydım, İngilizcemi geliştirmeliydim, tek istediğim buydu. Hiç bir ücret ödemeden kütüphaneye üye oldum. Kütüphaneye girer girmez gözüme çarpan şey bilgisayarlar, DVD ler ve oturma yerleri oldu. Her yaştan insanlar, çocuklar, gençler, orta yaşlılar, yaşlılar, görmek mümkündü. Kesinlikle kitaplar değildi ilk dikkatimi çeken. Bilgisayar için sıra beklemek veya para ödemek zorunda değildim. Zamanla DVD leri, gazeteleri, dergileri, kitapları keşfettim. Türkiye’deki kütüphanelerin sunduğu tek servis kitap ödünç vermek iken, buradaki kütüphanelerin gelişen ve değişen toplumun ihtiyaçlarına ayak uydurduklarını görmek şaşırtıcıydı. Benim en çok ilgimi çeken kısım çocuklar için ayrılan bölümdü. Çocukları teşvik en önemli noktalardan biri kütüphanecilikte. Çocuklar küçükken tanışır, severlerse kütüphaneleri, kitaplar hayatlarının vazgeçilmezi olacaktır. Henüz iki yaşındayken hikâye saatlerine gitmeye başlıyor çocuklar. Aileleriyle kutuphaneye gidip kitaplar, vcd ler ve DVD ler seçiyorlar. Yetişkinler ve gençler için


DENEME kitap kulüpleri, söyleşiler ve imza günleri organize ediliyor. İnsanları kitap okumaya teşvik etmek icin cok cesitli olanaklar sunuluyor. Tabii ki sonuç olarak kütüphanelerin yanında kafelerde, otobüslerde ve çimlerin üzerinde kitap okuyan pek çok insanla karşılaşmak mümkün. Özellikle kafede tek başına oturup kitap okuyan insanları görmek beni çok şaşırtmıştı. Halk kütüphanesiyle tanışmamın şokunun ar dından, artık kütüphanelerin sunduğu fırsatlar konusunda bir fikrim olmuştu. Altı ay sonra üniversiteye başladım; üniversitenin kütüphanesi beni bekliyordu. Kütüphane üç katlıydı. Her tarafı camla kaplı kafeterya, gözüme çarpan ilk bölümdü. Masalar ve sandalyelerin dışında koltuklar da vardı. Sandalyelerden çok daha rahat oldukları ve öğrencileri rahat ettirmek için tasarlandıkları belliydi. Kafeteryanın yanındaki kapıdan kütüphane kısmına girer girmez dikkatimi bilgisayarlar çekti. Sıra beklemek yok ve her zaman boş bilgisayar var, yapman gereken tek şey öğrenci numaranı girmek. Yüzlerce online kitap, makale, ve internet parmaklarının ucunda. Eğer istediğin makale veya kitap üni-

versiteden de bulunmuyorsa bir online istek formu dolduruyorsun ve en fazla bir hafta sonra istediğin doküman elinde oluyor. Koltuklar, masalar ve hatta uzanarak çalışabileceğin şekilde tasarlanmış minderler kütüphanenin her yerinde. Kütüphaneden yalnızca kitap değil video kamera, fotograf makinasi, laptop, ses kaydedici, DVD, VCD, ödünç alınabiliyor. Film izlemek veya arkadaşlarınla

ders çalışmak için oda ayırtmak da mümkün. Türkiye’de gördüklerimden çok farklı ve işlevsel. Bunun en önemli kanıtı ise kütüphanenin kalabalıklığı. Kanada’da gördüğüm en kalabalık yer diyebilirim. Eğer birinci sınıf öğrencisiyseniz bunların hepsinden haberdar olmanız için pek çok fırsat sunuluyor. ‘’Kütüphanede nasıl araştırma yapılır?’’ konulu seanslar yapılı 31


DENEME yor. Her dersin hocası öğrencilerini kütüphaneye götürüp online araştırma yapmayı öğretiyor ve öğrencilerin öğrendiklerini ödevlerinde kullanmalarını istiyor. Pek çok öğrenci kütüphanede çalışmayı tercih ediyor. Çünkü öğrenci olarak ihtiyaçları olabilecek her şey var. Teknoloji, kitaplar, rahatlayabilecekleri bir café, oldukça rahat koltuklar ve çalışma sandalyeleri, kütüphaneleri vazgeçilmez çalışma alanları yapıyor öğrenciler için. Peki, Türkiye’de akademik kütüphaneler veya halk kütüphaneleri ne-

32

ler sunuyor halka ve öğrencilere? Deneyimlerimden yola çıkarak söyleyebilirim ki halkın kütüphaneden ve sağladığı imkânlardan, okumanın ne kadar güzel ve cazip bir şey olduğundan haberi yok. Kütüphanelerin de insanların kafasındaki bu fikri değiştirmek için bir çabası yok. Kanada’daki kütüphaneler de yirmi yıl önce böyle değildi; bunu yaptığım araştırmalara dayanarak söylüyorum. Kütüphaneye gitmek elit kesime ait bir aktiviteydi fakat kütüphaneler çağa ayak uydurarak ve insanların ihtiyaçlarını göz önüne alarak, servis yelpaze-

lerini genişletip kütüphaneleri vazgeçilmez bir mekân haline getirmeyi başardilar. Türkiye’deki kütüphanelerin de insanları kitap okumaya ve öğrenmeye teşvik etmedeki rolü dikkatle gözden geçirilmeli ve çağın gereklerine ayak uydurulmalıdır.

Fatma Didem Doğuş


TARİH

. . . . FIN MITOLOJISI

33


TARİH Fin mitolojisi, diğer kültürlerde olduğu gibi, tanrıların ve efsanevi kahramanların hikayelerini anlatır. Pek çok mit Hıristiyanlık öncesi dönemlere dayanır ve hikaye anlatıcıları tarafından nesilden nesile aktarılmıştır. Fin mitolojisi komşuları olan Estonya ve İskandinav mitolojilerinden fazlasıyla etkilenmiştir. Tanrıların babası olduğuna inanılan tanrı Ukko(İhtiyar adam)dır. Ukko aslında diğer mitolojilerde de olduğu gibi doğanın ruhunu temsil eder. En kutsal hayvan ayıdır. Ayının gerçek ismi asla yüksek sesle telaffuz edilmez. Ayı, atalarının vücut bulmuş halidir. Bu yüzden pek çok farklı isimle anılır. Fin mitolojisine göre dünya bir su kuşunun yumurtasının patlaması sonucu oluşmuştur. Yumurtanın üst kabuğunun gökyüzünü oluşturduğuna inanılır.Gök kubbenin, kuzey yıldızından kuzey kutbuna inen bir kolonla tutulduğuna inanılır. Yıldızların hareketliliği bu kubbenin bu kolon etrafında dönmesiyle oluştuğu şeklinde açıklanır. Bu dönme sonucu kuzey kutbunda büyük bir anafor oluşur ve ruhlar ölüler diyarına (Tuonela) bu anafor yoluyla giderler. Dünyanın düz olduğuna 34

inanılır. Dünyanın kenarlarına Lintukoto denir ve ‘Kuşlar Diyarı’ anlamına gelir.Burası sıcak bir bölgedir ve kuşlar her mevsim burada yaşarlar. Samanyoluna da Linnunrata yani kuş yolu denir çünkü kuşlar dünyanın kenarına gidip geldikleri için bu yolun oluştuğuna inanılır. Kuşların da özel bir yeri vardır. Kuşlar bir insanın doğumu sırasında ruhunu ona getirirler ve öldüklerinde de alırlar. Bazı bölgelerde tahtadan bir kuşu bulundurma gerekliliği vardır ki uykudayken ruh bedenden ayrılmasın. Hades’in Fin versiyonu, yani ölüm ülkesi Tuonela’dır. Buranın yer altında bir şehir olduğuna inanılır ve sadece iyiler yada sadece kötüler için değil herkesin

öldükten sonra sonsuz uykuya daldığı yer olduğu düşünülür. Ruh Tuonela’ya yolculuk yaparken Tuonela’nın karanlık nehrini geçmek zorundadır. Ukko gökyüzünün,hava nın ve toprağın tanrısıdır. Fin mitolojisindeki en önemli tanrıdır ve Fince’de Ukko’nun adından türemiş pek çok kelime vardır.(Ukkonen=fırtına, ukonilma=ukko havası gibi)Ukko’nun kökeni Batlık mitolojilerindeki Perkons’a ve daha eski dönemlerdeki Fin gökyüzü tanrısı Ilmarinen’e dayanır.Ukko’nun silahı bir çekiç,balta yada kılıçtır ve bu silahla yıldırımları yaratır. Fin mitolojisinin ana temeli, Kalevela denilen halk destanına dayanır. Hintliler için Mahabara


TARİH ta, Yunanlılar için İlyada ne ise, Finliler için de Kalevela odur. Kalevala Finlilerin epik destanıdır. Finlandiyalı araştırmacı Elias Lönnrot tarafından 1800’lü yılların başında derlenmiştir. O döneme kadar dillerini ve kültürlerini çok da önemsemeyen Finliler, Kalevala’nın ortaya çıkışıyla ve bu destanın dünya çapında bilinir hale gelmesiyle kültürlerini ve dillerini daha fazla önemsediler. Kalevala geleneksel şiirlere, şarkılara ve destanlara dayanır.Kalevala kelimesi Kaleva’nın soyundan gelenler anlamına gelir. 50 şiirden oluşan epik eser kahramanları, tanrıları, tanrıçaları ve yarı tanrıları anlatır, dünyanın yaradılışından bahseder. Finlilerin ana vatanı sayılan Karelia bölgesinde, uzun yıllar araştırmalar yapan Lnnrot halk ozanları yoluyla yüzyıllardan beri ağızdan ağza yayılan destanı 1835’te yayınlamıştır. O sıralarda halk arasında türkülerin yabancılara söylenmesi kutsallığını bozar düşüncesi yaygın olduğundan destanın bölgeden olmayan kişilere okunması yasak, gizli aktarılması ise hırsızlık sayılmakta idi. Elias Lönnrot doktor olduğu için halk arasına kolayca girebilmiş ve hastaları ile anlaşarak türküleri

derleme imkanı bulabilmiştir. Erkeklere nazaran kadınlar Kalevala’yı daha iyi ezberlemiş ve nakletmiş görünmektedirler. Destanın türküleri çoğunlukla ayakta okunur. Oturarak söylenmesi halinde, tahta sıralara ata biner gibi yerleşilir, el ele tutuşularak, ahenge uyulup sallanılarak tekrarlanır. Birlikte söylenen parçaların ardı sıra ozanlar, tek tek de okur ve söylerler. Bu adet bugün Finlandiya’da aynen devam etmektedir. Çalışmalarına uzun emek veren Lönnrot ,son bulduklarını da ekleyerek Kalevala’yı yeni şekliyle 22800 Dört + Dört =) sekiz heceli mısradan ibaret Runo’lar halinde ikinci defa yayınlamıştır(1849). Kalevala’nın tüm metni budur.Runo ; hikaye, şiir, kaside, türkü, ilham manalarına

gelmektedir. Kalevala’daki ana karakter Vainemoinen adında, şarkılar söyleyerek büyü yapabilen, yaşlı, bilge bir kahindir. Annesi Ilmatar, havanın saf ruhudur ve yaradılışı meydana getirmiştir. Diğer bir önemeli karakter ise Lemminkainen adında yakışıklı, romantik bir maceracıdır. Bu iki karakterin ortak pek çok macerası ve amacı vardır.Her iki adamda kuzey diyarının şeytani hanımı Louhi ile karşılaşırlar ve her ikiside Louhi’nin kızı güzeller güzeli Pohjola ile evlenmek isterler.Kızın diğer bir talibi ise Ilmarinen adlı bir demircidir ve Sampo adında sihirli bir nesneye sahiptir. Sampo sahibine başarı ve zenginlik getiren bir değirmendir.


DENEME Kalevala cennetten denizlere inen Ilmatar’ın hikayesiyle başlar. Ilmatar 700 yıl boyunca denizlerde yüzerek dolaşır. Bu süre boyunca bir su kuşu onun dizlerinde yumurtalarını bırakır.Ilmatar hareket ettiğinde yumurtalar kırılır ve fiziksel dünyanın parçaları, güneş ve ay oluşur. Ardından Vainemoinen adında bir oğlu olur ve hayata yaşlı ve bilge bir adam olarak başlar. Vainamoinen’in doğumundan az sonra şeytani Joukahainen, kahinin büyülü şarkılarını duyup ona bu konuda bir yarışma yapmaları konusunda meydan okur. Yarışmayı Vainemoinen kazanır. Onu bir bataklığa batırır, bu durumdan korkan Joukahainen Vainemoinen’e kız kardei Aino’yu teklif eder. Vainemoinen kızla evlenmek ister ama kız bu yaşlı adamı istemez ve kaçar, kendini denize atar, Vainemoinen peşinden gider ve onu bir balığa dönüşmüş olarak bulur, yakalar ama balık ellerinden kayıp tekrar kaçar. Aino’yu kaybettiği için mutsuz olan Vainamoinen kuzey diyarında dolaşıp kendine bir eş aramaya başlar. Yarışmayı kaybettiği için ona hala kızgın olan Joukahainen onu yolda kıstırıp vurur ama sadece atını vur36

mayı başarır. Vainamoinen denize atlayıp kaçar. Kuzey diyarına geldiğinde kötü kalpli Louhi ona sihirli bir Sampo yapması karşılığına kızını vereceğini söyler. Vainemoinen bu konuda yardım istemek için demirci ustası Ilmarinen’den yardım ister. Fakat en sonunda Ilmarinen Sampo’yu bitirdiğinde Louhi kızını Ilmarinen’e verir. Kalevala’daki sonraki hikayede Kullervo’nun trajedisi anlatılır. Ailesi tarafından Ilmarinen ve karısı Pohjolo’nun yanına gönderilen Kullervo’yu Pohjolo hiç sevmez ve öldürmeye çalışır,Kullervo bunu fark eder ve Pohjola’yı öldürüp kaçar. Yolda bir kıza rastlar, kızla birlikte

olurlar ama daha sonra kızın aslında kız kardeşi olduğu ortaya çıkar ve kız kendini nehre atarak öldürür. Bunun üzerine yıkılan Kullervo’da kendisini öldürür. Sonraki bölümde 3 kahraman, Vainamoinen, Ilmarinen, ve Lemminkainen şeytani kraliçe Louhi’ye sonsuz bir zenginlik kazandıran sihirli Sampoyu ele geçirmek için Kuzey diyarına yolculuk yaparlar. Sampoyu çalmayı başarırlar ancak Louhi onları güçlü ordusuyla yakalar ve büyük bir savaş olur.Savaş sırasında Sampo denizde kaybolur. Savaşın sonunda Vainemoinen savaşı kazanır.


DENEME Kalevala’nın etkileri: Kalevala, tanıdık kahramanlarla dolu ortak bir mitoloji sunarak Finlilerin ortak bir ulusal kimlik oluşturmasında yardımcı olmuştur. Kalevala pek çok farklı sanat dalına ilham kaynağı olmuştur. Kalevala’daki sahneleri anlatan sayısız miktarda tablo buna bir örnektir. Bunun dışında Finlandiyalı kompozitör Jean Sibelius Kalevala’daki karakterlere ve hikayelere dayanan çok miktarda senfoniye imza attı. Başka bir Finlandiyalı besteci Robert Kajanus Kalevala’dan esinlenenrek çeşitli eserler meydana getirdi. Amerikalı şair Henry Wadsworth Longfellow Kalevala’nın ritmik kalıplarını kullanarak ‘Hiawata’nın Şarkısı’ adlı uzun bir şiir yazdı. Şiirdeki bazı sahneler ve olaylar Kalevala’dan direkt esinlenmiştir. J.R.R. Tolkien eserlerinde Fin mitolojisinden ve elbette Kalevela’dan bolca etkilenmiş, hatta Kalevala’yı orijinal dilinde okuyabilmek için Fince öğrenmiştir. Kalevala-Destana Giriş Bölümü Gökyüzünde yaşamakta olan Havaların Bakiresi İlmatar ,sudan ve rüzgardan hamile kalmış , çocuk beklemektedir. Coşkun denizlerin sularında yıllarca çalka-

lanır, ıstırap çeker. Efsanevi bir kuş bakirenin dizini görür, yuvasını oraya yapar, yumurtalarını bırakır.. Yumurtalar kırılır , denize dökülür, parçalarından gökyüzü, güneş, ay ve bulutlar meydana gelir. İlmatar da sonraları yeryüzünü yaratır. Ölümsüz Ozan Vainamöinen İlmatar’dan dünyaya gelmiştir. İçimden geldi birden Kapıldım hevese neden Şarkı söylesem, Sözleri bestelesem, Türkü çağırsam, Ata şiirlerini ansam , Kelimeler ağzımda erir, Usul usul söz dökülür ; Uçar gider dilimden , Dişlerime seğirdir. Can kardeş ,

mutlu yoldaş , Genç yaşımın iyi dostu Gel haydi! Türküler okuyalım. Yaklaş söyleşelim! Beraberiz bak şimdi, Uzak geldiğimiz yerler Çok var görüşmeyeli. Kolay değil buluşmak ; Hüzünlü yurdumuzda Dertli Ohjola’mızda. Ver elini elime , Dolayalım parmaklarımızı ; Söyleriz türkülerin en güzellerini , Daha hoşlarını anlatırız , masalların! Dostlar duygulansın , Tanışlar övünsün ; Gençlikte, nesillerde Bulduğumuz türkülerle Vainamöinen’in kuşağında,


DENEME İlmarinen’in örsünde, Kılıcının ucunda Kauko’nun, Joukahainen’in yayında, Sonsuzluklarında Pohja tarlalarının, Kalevala bozkırlarında!! Bu türküleri babam söylerdi eskiden Sap yontarken baltasına, Öğretirdi anam bana yününü eğirirken ; Ben bir küçük oğlan, dizlerinin dibinde… Sütten bıyıklarım olurdu Ağzım ayranlı bebek! Sampo lafını eksik etmezdi , kuvvetli büyülerini Louhi ; Sampo kucağında kocadı kelimelerinin Louhi göçtü büyüleriyle, Vipunen şarkılarıyla öldü, Lemminkainen çapkınlığa oldu kurban! Başka sözler de var, çözülmemiş kelimeler ; Yol kenarında bulunmuş , Yolunmuş fundalardan ; Kamışlardan koparılmış , Sökülmüş çalılardan ; Ot saplarından örülü , Patikalardan derlenmiş , Tutam tutam.. Ben çobanken yollarda ,sürüleri güderken çayırlarda kırlarda Bir ineğim yanımda diğeri önümde Kelimeler fısladı soğuk , Yağmur türküler besteledi. 38

Yenilerini taşırdı rüzgar, Dalgaların getirdiği, Kuşların verdikleri; Ağaçların, böceklerin Fısıl fısıl dedikleri, Bunlar da var.. Yumak yumak sardım Çileledim hepsini, Yumakları kızağa Arabaya çileleri Koydum, getirdim kızağımda eve; Taşıdım anbara arabamla, Bir bakırdan kaba, Yerleştirdim onları, Bıraktım rafa; Soğukta kaldılar, uzun yıllar; Bekleştiler karanlıklar içinde, Alsam mı şarkıları soğuktan, Türküleri dondan kurtarsam mı? Testimi eve mi taşısam, Bir kenara koysam mı? Tavan arasına mı saklasam gizli yerlere, Kimse görmeden!! Salıversem de olur sözleri, Bıraksam kutudan, şarkıları türküleri. Yumağı çözsem mi? Boşaltsam mı çileleri ? Okumak istiyorum, Güzel mısralarımı; Çağırmak istiyorum, Güzel türkülerimi; Çavdar ekmeğim olsa bir lokma! Veren olsa bana içecek !

Verseniz de vermeseniz de ekmek, içecek ; Kutu boğazımla söylerim Şarkıları, türküleri. Neşelendirmeye yetecek akşamı,

Ses de verecek su! Şerefine değerli günün, Hoş olsun selamlamak Şafağın dönüşünü! (Şiir, Finlandiya Edebiyat Cemiyeti tarafından 1940 tarihli 20. baskı olarak yayınlanan ve Lale – Muammer Obuz tarafından 1965 yılında Türkçe’ye kazandırılmış olan metinden alınmıştır.)

Kaynakça: http://www.mythencyclopedia.com/finnishmythology http://en.wikipedia.org/ wiki http://www.yuzuklerinefendisi.com/ http://molly.kalafut. org/mythology/Finnish/ pantheon.html Kalevala Fin Destani / Ceviren : Lale ObuzMuammer Obuz ... Ankara , 1965 , Balkanoglu Matbaacilik

Özgür BENLİ


RÖPORTAJ

39


RÖPORTAJ

Antalya Uluslararası . . Koro Festivali Daha güzel bir dünya için hep birlikte şarkı söyleyelim...

1)Güçlü Bey bize kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? - Hümanist olmaya çalışan, evli, filoloji eğitimi görmüş, kültürleri ve felsefeleri incelemeyi seven, müziğin, sanatın insanı dikeyleştiren kutsal bir araç olduğuna; aşk ile insan arasında bir bağ olduğuna inanan, profesyonel olarak turizmle ilgilenen ve iş dışındaki zamanlarını gönüllü ve sosyal çalışmalara ayıran, herkes gibi -ama farkında ama değil- kendini arayan, 40

Antalya’ da yaşayan, kültürel, sosyal dayanışmayı güçlendiren ve doğa ile işbirliğini arttıran organizasyonlar düzenlemekten keyif alan, eşini seven, birey olma yolunda çabalayan biriyim. 2) Aktiffelsefe Yeni Yüksektepe Kültür Derneği Antalya Şubesi’nde etkinliklere gönüllü olarak katılıyorsunuz. Aktiffelsefe ile siz nasıl tanıştınız? - Önemli iki dönüm nok-

tası diyebiliriz buna sebep olan. İlki, İstanbul’ da okurken bir afiş’te görmüştüm “İnsan Nedir?” sloganını. İlgimi çeken bir konuydu ama çok da fazla cevaplamak için çaba harcamaya enerji ayırmadığım, daha çok gezip eğlenmeye ve zamanı tüketmeye dikkat kesildiğim zamanlardı. Bir ay süreyle bu başlık altındaki seminerlere üç arkadaş katıldık ancak yeterli bir ciddiyetsizlikle kendimizi bu yolculuktan ayırmayı başardık! Çok şükür ki ayrılmadan


RÖPORTAJ

önerilen bazı kaynakları satın almıştım ve tozlanması üzere bir kenara koymuştum; bunlar: Dhammapada – Yasanın Yolu, Bhagavad Gita, İlyada ve Odysea, Sokrates’in Savunması, Sessizliğin Sesi ve Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi gibi evrensel ve zamansız eserlerdi. Özellikle Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi hayatıma “çok sesli” bir şekilde damgasını vuran bir eser oldu. İnanıyorum bazı eserler vardır ki “Kalp Açar!” kişi bilinçli bir istikrarla eser-

deki öğreti veya fikir ile bağını koruyup güçlendiriyorsa içindeki “Yeni İnsan” filizlenmeye başlıyor. Evet, bu eserler benim için Aktif Felsefe ile tekrar kucaklaşmamı sağlayan altın köprülerdi. Ancak yaklaşık 5-6 sene sürdü ayrı kalma sürecimiz. Bu süreçte yaşamımda değişiklikler de oldu. İstanbul’dan ayrıldım. Kısa bir süre yurtdışında kaldım ve dönüşte Antalya’ ya yerleştim. Ama Antalya’da da Aktif Felsefe’nin bir şubesi vardı. Bu sefer

bir arkadaşımla tekrar etkinliklerine katılmaya başladım. O süreçte “Şarap Tadım Günleri” adında bir etkinlik vardı. Her hafta yerel şarap üreticilerinin sponsorluğunda farklı şarapları tatma ve şarap kültürüne daha samimi bir yaklaşım sergileme fırsatı buluyorduk. Bu keyifli süreçte “İnsan Nedir?” dizi seminerlerine tekrar başladım. Evet, artık insanın kendisini tanımasına ait, kendisiyle yüzleşmesine yardımcı olan her dinlediğinizde veya okuduğunuzda 41


RÖPORTAJ daha da derinleştiğiniz bu konulara daha yakındım. Alışageldiğimizin dışında “felsefe”nin, entelektüel jargonların ve “en zor soruları ben sorar gerekli değilse de cevaplamam” yaklaşımının çok ötesinde insanın bir zamanlar kilitlediği ve unutup kapalı bıraktığı iç kapılarını açan altın anahtar olduğunu farkettim. Kimdim ben? Hayır! İsmimin ötesinde, işimin ve bulunduğum zamanın ve bana getirdiklerinin ötesinde kimdim? Toplum, benim toplumdaki samimi yerim, dünya, kozmos neydi? Nerdeydi? Büyük müydüm? Küçük müyüm? Bu evrendeki tek akıllı türünden miyim? Sadece görerek ve dokunarak mı algılıyorum? Veya duyarak? Peki, aşkı nasıl bildik o zaman? Görmediğim yok mu yani? Var mıyım? Yok muyum? Varsam yok olabilir miyim? Vb. Birçok soru kapı açılınca tekrar sordu hesaplarını. Tabiki bir ömür bize bir zaman fırsatı veriyor bu soruların cevaplarını aramak ve onlarda derinleşmek için. Felsefenin, toplumsal ve onun zamansal ihtiyaç ve sorunlarına da cevaplar aradığını öğrendik. “Doğada boşluk yoktur; iyisi yoksa daha az iyisi yerini doldurur’’un farkına vardık. Öyleyse, her zaman daha iyisi, güzeli ve adili için yapılan her 42

çaba bizi, tesadüfî varoluşun ötesinde yeni ve daha güzel zamanlar ve mekânlar inşa etmemiz noktasında birleştirebilirdi. Günümüzde “en iyisi” önce “kendini kurtar” mitosu koca bir yalandı. Bununla yüzleşmek de bir cesaret işi. Bu fikirle yoğrulmuş zihin, kendi tembellik kılıfından kurtulup toplumsal değişimin bir unsuru olma gerekliliğini kolay kolay kabul etmiyor. Evet, Aktif Felsefe ile tanışmak açtıkça açılan bir konu. Çünkü bu benim için bütünleşlik bir süreç. Sormaya başlamakla zincirleme yanlış algılamar dizisini kıran, ezber bozan ve kendini, yerini, zamanını veya zamansızlığını tanıma süreci. Kolay anlatılacak ve tesadüfî olduğuna inanacak kadar şaşkınlıkta olmadığını düşündüğüm bir kesişme. Hızlı bir şekilde bu fikirlere entegre oldum çünkü doğama aitti ve bütünleştiğimi hissediyordum.

Bu esnada Pakistan’da büyük bir deprem oldu. TV ekranından acı çeken insanları görmek ve bir şey yapamıyor olduğumu farketmek derinden bir üzüntü duymama sebep oldu. Aktif Felsefe’nin bünyesi altında GEA Arama Kurtar ekibi vardı. Neden şimdiye kadar beklemiştim! Sorsanız birçok şey biliyordum – yani ortalama bir insan bilinçliliğinde – ancak bildiklerimin hiç biri eylemde bir yer tutmuyordu ve insanlara yardımcı olmama yaramıyordu. Gea’ da da aldığım Aktif Vatandaş fikrini destekleyen, teknik ve teorik eğitimler sürecinde tekrar kaynaştım Yeni Yüksektepe ile. 3) Uluslar arası koro festivalini Aktiffelsefe Antalya Şubesi olarak organize ediyorsunuz. Bu fikir nasıl oluştu? 2008’de şubemizde çalış malarını sürdüren çok sesli bir koro vardı. Koronun başında da Antayaya


RÖPORTAJ de renk kattılar.

Devlet Opera ve Balesi Çok Sesli Korosu şefliğini yürütmüş Sn. Nikolay Merdzhanov görev almaktaydı. Bir gün beraber sohbet ederken ‘’çok sesli müziğin coşkusunu neden başka kültürleri de buraya çağırarak tüm Antalya yaşayanları ile paylaşmıyoruz ‘’dedik. Çok hoşumuza gitti bu fikir ve hızlı bir şekilde alt yapısını hazırladık; kurallarını, katılım şartlarını vs. Kısa bir süre sonra web sitesini tamamlamış bir şeklide festivalimizi tüm dünyaya tanıtmaya hazırdık. Ancak tekrar festivalin yapısını gözden geçirdiğimizde bir bölümün daha eklenmesine karar verdik: Yarışma. Aktif Felsefe olarak düzenlediğimiz Antalya Uluslar arası Koro Festivali kapsamında Türkiye’de ilk defa uluslar arası düzeyde bir koro yarışması düzenleme fırsatını yakalamış olduk. İletişime geçtiğimiz uluslararası kurumlar ve yöneticileri

de Türkiye’de bu tarz bir etkinlik yaptığımızdan dolayı bizleri desteklediler. Jüri üyesi olarak gelip görev aldılar. Özellikle iki kurum ve başkanları bize çok destek oldu: Avrupa Birliği Korolar Federasyonu ve Genel Sekreteri Sn. Jean Pierre Von Avermaet, Balkan Koro Müzik Forum ve Avrupa Birliği Korolar Federasyonu Başkanı Sn. Emil Yanev. 4) Bu festivalin en son kaçıncısı yapıldı ve şu ana kadar hangi ülkelerden kaç koro katıldı? Henüz yeni bir festival. 2011 Nisan ayında üçüncüsünü düzenleyeceğiz. Kasım 2009 da ilkini Kemer’ de, Nisan 2010’ da da ikincisini Antalya AKM’de düzenledik. Toplam 20 Koro katıldı. Türkiye, İsrail, Yunanistan, Bulgaristan ve Litvanya koroları arasından hem yetişkin hem de çocuk ve gençlik koroları festivale muhteşem bir şekil-

5)Bu festivale Türk Korolarının ilgisi nasıl? Türkiye’de büyük korolar var mı? Bizim Kültür Bakanlığı Çocuk Koromuz harika bir koro. Koro şefleri de çok başarılı ve tüm nezaket, çaba ve dikkatini kendi korosuna yansıtmış durumda. Dünya çapında da çok başarılı oluyorlar. Bizim festivalimizde de jüri üyeleri tarafından çok beğenildiler. Bir diğer koro da, unutamadığım Litvanya’ dan gelen Viva Voce Korosu’ ydu. Türkiye’den katılım artmakta. İki festivalimize Türkiye’ den toplam 5 koro katıldı: Allegria, Kadıköy, Nilüfer Belediyeleri, Antalya Opera Sevenleri ve Kültür Bakanlığı ve Mersin Çok Sesli Müzik Derneği Çocuk korosu. Bu sene Antalya Belediye’si de kendi bünyesinde bir koro kurdu. Çok da başarılı gidiyor. Nisan ayında onlar da katılacaklar. Festivale katılan Türk koroların sayısı da gittikçe artmakta. Ayrıca Aktiffelsefe içerisinde de bir koro kuruldu. Onlar da bu sene katılacaklar. 6) Bu festivale katılmak isteyen yurt içi ve yurt dışındaki korolar nasıl bir yol izlemeli? Benimle iletişime geçebilirler veya festivalin web sitesinden detayları 43


alabilirler: festivalantalya @festivalantalya.com veya www.festivalantalya.com. Ancak belirtmeliyim ki son katılım tarihi 5 Ocak 2010. 7)Bu festivalde korolar arasında da bir yarışmada yapılıyor, peki bu yarışmanın jürileri kimler ve değerlendirme kriterleri nedir? Jüri üyeleri her sene değişiyor. Ancak her seferinde kendi alanında uluslar arası başarıya sahip ve tanınan kişileri tercih etmeye çalışıyoruz. Şu ana kadar olanlar: Sn. Jean Pierre Von Avermaet – Avrupa Birliği Korolar Federasyonu Genel Sekreteri, Prof. Emil Yanev – Balkan Koro Forumu ve Avrupa Birliği Korolar Federasyonu Başkanı, Sn. Orhan Şallıel- Bursa ve Antalya Devlet Opera ve Bale Orkestra Şefi, Sn. Todor Kabakchiev – Mikis Teodarakis Festivali Sanat Direktörü, Sn. Nikolay Merdzhanov 44

– Antalya Devlet Opera ve Bale Koro Şefi, Sn. Robert Seidel – Kültür Bakanlığı Çocuk Korosu Piyanisti ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sn. Robert Leipniz Letonya’ da çok ünlü bir müzik okulu’ nun müdürü. Bu sene de farklı jüri üyeleri bizlere destek verecekler. En önemlilerinden biri de Uluslar arası Korolar Federasyonu Başkanı Sn. Andrea Angelini, kendisi aynı zamanda Rimini Koro Festivali Sanat Direktörü. Değerlendirme ise, parçanın zorluğuna, dönemine, dramaturjisine, ezbere söylenip söylenemediğine, parçanın vermek istediği duygunun verilip verilmediğine, koro şefinin korosu üzerinde hâkimiyetine, nasıl aranje edildiğine gibi farklı kriterler üzerine oturmakta. 8)Aktiffelsefe’de etkinlikler felsefe ışığında gerçekleştiriliyor. Bu festivalin Aktif-

felsefe bünyesinde organize edilmesinin nedeni nedir? Tüm sanatların karşılıklı olarak incelenmesiyle bütünsel bir bakışı yakalamaya çalışıyoruz. Bu bakış açısı aynı zamanda ilk ilkemiz olan “Bütünleşme” – Din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin insanların kardeşçe bir bütün olarak birleşmesi- fikrini de destekler. Farklı kültürler kendi coşkularını, hüzünlerini, aşklarını müzik aracılığıyla ifade etmişlerdir. Festivaller bu kapsamda tüm uzakları yakın etmektedir. Bu, birimizi tanıma imkânı vermekte ve önyargılarımızı kırma fırsatını sunmaktadır. İşte bu noktada da müzik bizler için dikeyleştirici bir unsurdur. Yani insanı kendi özüyle bağ kurduran, öznellikten objektifliğe yükselten, yatay bir sürüklenmeden öte dikey bir gelişim imkânı sağlayan bir araçtır. Ayırmaz, parçalamaz kendi ortaya çıkış amacına, temellerine


ve evrimine uygun bir şekilde birleştirir. Çünkü doğru bilgi gibi doğru sanat, bilim, felsefe, din, yönetim biçimleri ve doğru müzikal çaba da birleştirir. 9) Bu festivali Antalya dışında başka bir şehir de yapmayı düşünür müsünüz? Çoktan düşündük bile! Bizler festivali gerçekleştirmeden önce sadece Antalya’ da değil birkaç farklı noktada bunu bir Türkiye değeri yapmayı hedefledik. İzmir, Eskişehir, Alanya, Antalya öncelikli şehirlerimizdi. Ancak kısa sürede fark ettik ki, öncelikle bu konuda pek tanınmayan Türkiye’yi bir yerden başlayarak – ki Antalya bizim için en iyi destinasyondu – bilinen yeni bir merkez yapabilmek gerekmekteydi. Ayrıca bazı altyapıların tamamlanması için sürece ihtiyaç var. Antalya tercih edilmesi çok kolay bir bölge. Tam bir festival

şehri olabilir. Benim için Eskişehir ve İzmir de öyle ancak Eskişehir’de havalimanının daha işlek bir hale gelmesi gerekiyor. Otobüsle gelenlerin yanı sıra uçakla gelenler de var. İlk değindiğim konuda olduğu gibi de biraz talep oluşturmak gerekiyor. Yani öncelikle Antalya’ da böyle bir festivalin varlığını birçok koro sürekli olarak bilmeli ki, sayı gittikçe arttıktan sonra bunu kendi ülkemizde farklı bölgelere dağıtabilelim. Yoksa hızla artan ancak bölünmeye henüz hazır olmayan talebi bölmeye çalışırsak başarılı bir şekilde büyüyüp bu alanda tanınan bir ülke olamayız. Önemli olan şehirlerdeki festivalden ziyade Türkiye’de bu etkinliğin yapılması ve bir enerji potansiyeli oluşturup bilinçli olarak yeni bölgelerle onu tohumlamak, zenginleştirmektir. Acele etmeden bunu yapabileceğimize inanıyorum. Ancak bu büyüme sürecinde ulusal çapta

festivaller de düzenlenebilir. 10) Bu festival sayesinde müzik ile vermek istediğiniz mesaj nedir? Ve 2011 de hangi tarihte festivali gerçekleştireceksiniz? “Daha güzel bir dünya için hep birlikte şarkı söyleyelim…” Gerçekten de birlikteliğimiz her festivalde artmakta. 13-17 Nisan 2011’ AKM’de gerçekleştireceğimiz III. Antalya Uluslar arası Koro Festivali için şu anda elimizde harika başvurular var: Filipinler – günümüzde dünyanın en iyi korolarının bulunduğu ülke-, İngiltere, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, İsrail, Ermenistan gibi farklı kültürleri birleştirmeye devam edeceğiz. Sizleri de festivalimize bekleriz. Katılımlarınız bizleri onurlandırır.

Güçlü DOĞAN 45


YAZAR

OĞUZ ATAY Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?

46

‘’Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?’’ diye sorar Oğuz Atay ‘’Demiryolu Hikâyecileri’’ adlı öyküsünün sonunda. Sanırım ‘’Sevgili okuyucu’’ su onu –ne yazıktır ki!ancak (erken) ölümünden sonra fark edebildi, anladı, ya da anlamaya çalışıyor hala diyebiliriz. Asıl mesleği inşaat mühendisliği olan Oğuz Atay Türk dilinin en özgün yazarlarından biridir kuşkusuz. Anlaşılması zordur, kahramanlarının kafası her daim karışıktır. Eserlerindeki kahramanlar çoğunlukla “küçük burjuva” insanlarıdır. Oğuz Atay, insanın eşyaya ve hayata yabancılaşmasını anlatır hep, mutsuz ve acı sonlar yazar kahramanlarına; ama ‘’Tehlikeli Oyunlar’’ ın sonlarında da belirttiği gibi, dünyayı kurtarmanın ilk adımının kendini kurtarmaktan geçtiğine işaret eder aslında. Pek çok insan Oğuz Atay’ı tutunamayan bu insanların savunucusu gibi görür, oysa o –özellikle iki başyapıtı olan ‘’Tutunamayanlar’’ ve ‘’Tehlikeli Oyunlar’’ da onların eleştirisini yapar.


Tutunamayanlar yukarıda da belirttiğim gibi, Oğuz Atay’ı Oğuz Atay yapan ilk eseridir. Kelime oyunlarıyla doludur ve fizik, kimya, matematik gibi bilim dallarıyla ilgili kuram ve kavramlara referanslar yapar. Kitabın adı bugün hayata uyum sağlayamayan insanlar için kullanılan bir deyime dönüşmüştür adeta. ‘’ Kitap okumakla manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü ‘’der mesela entelektüel başkahraman Selim Işık. Ya da ‘Ben karagöz değilim! dağılın, kukla oynatmıyoruz burda, acı çekiyoruz!’ der Turgut Özben. Ama yazar bu acıları yüceltmez asla ya da acımaklı bakışlarla yaklaşmaz kahramanlarına. Kızar, eleştirir, değişmelerini bekler onlardan. Tehlikeli oyunlar ise Hikmet Benol isimli kahramanın Hüsamettin Albay’la yaptığı diyalog ve monologlardır.(Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor…) Hikmet Benol’da bir tür

‘’tutunamayan’’ dır aslında. Hayatı, insanları, aşkı, her şeyi sorgular durur. Kafası hep karışıktır ve anlaşılamayandır. Albay ise daha çok bir ‘’tanrı’’ figürü gibidir roman içinde. Nurhayat hanım, Hikmet ve albay ‘’kutsal üçlü’’ yü anımsatırlar okura. Oğuz Atay bu romanında müthiş mizah-kara mizah anlayışını gösterir bir kez daha. Mesela bir yerinde Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle olan ilişkilerini şöyle özetleyiverir: “Azgelişmiş ülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkürler gönderirler. Bin zorlukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz; dış ülkelerde çalışan yabancılar istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz; bize ordan mektup gönderirler.” ‘’Korkuyu Beklerken’’ ise toplumun çarpıklığını, insanın zayıflığını, hayatın garipliklerini ince bir

(kara) mizahla veren, okuru karamsarlığa iterken bile güldürmeyi başaran, birbirinden keyifli 8 öyküden oluşur ve –bana göre- Türk öykücülüğü açısından çığır açan bir eserdir. İnsana ‘’daha uzun yaşasaydı da daha çok yazabilseydi’’ dedirtmektedir. Kitaba ismini veren öykü, aylarca dışarıya çıkmayan bir adamın yaşantısını anlatır. Onun bakkal çırağıyla, yan taraftaki inşaatın işçileriyle ve kendi kendine olan diyalogları insanın içini acıtır. “Sonunda dayanamadım, hiç olmazsa bahçeye çıkmalıyım dedim. Bahçe de evin bütünlüğü içinde sayılırdı (sayılır mıydı?). Biraz şüpheci olmuştum. Descartes’ da herhalde çok yalnız kalmıştı.(Bu herifin evde kitabı olmadığı için, bu düşüncemin gerçeklik derecesini araştıramadım. Herif? Descartes? Söyledim ya, terbiyem bozulmuştu)

Özgür BENLİ

47


GEZİ

. VIYANA Huzur, güven, tarih ve sanatın bir arada bulunduğu

İhtişamlı bir şehir

48


GEZİ

Viyana Orta Avrupa’nın merkezinde, her yönüyle “büyülü” denebilecek bir sanat şehridir… Sokak aralarından duyulan klasik müzik melodileri, kahve kokuları, eşsiz barok mimarisi, opera ve baleleri, valsleri, sokak müzisyenleri bir yana; Strauss, Mozart, Beethoven Gustav Klimt ve Kokoschka’ya ev sahipliği etmesi bir başka

güzelliği... Havanın sıcak olduğu yaz günlerinde bile-ki zaten böyle günler çok da fazla yaşanmıyor- yol kenarlarındaki büyük ve koyu gölgeli ağaçları, yemyeşil parkları ve bahçeleri sayesinde, kırlarda geziyormuşçasına serin ve huzurlu bir yürüyüş yapabilirsiniz sokaklarında. Geniş kaldırımları yayalar ve bisikletliler için iki

ayrı kısımdan oluşur ve bu sayede kimse kimseyi rahatsız etmeden rahatça dolaşabilir. Şehir merkezini gezmek isteyenler için en ideali Museums Quartier’dan başlamak… Arkanızı Museums Quartier’a verip yürümeye başladığınız da Kunsthistorisches ve Naturhistorishes Müzelerini, imparatorluk 49


sarayındaki Avusturya Ulusal Kütüphanesi’ni, yine bu binada bulunan ve eserleri Türkiye’den getirilmiş olan Efes müzesi’ni, Etnoğrafya Müzesi’ni, Avusturya Tiyatro Müzesi’ni ve daha birçok tarihi binayı görmek mümkün. Yunan tapınaklarını andıran ve önünde dev bir Athena heykeli bulunan Parlamento binası, tarihi belediye binası ve Stephansplatz’taki tarihi kilise şehir merkezindeki görmeye değer diğer yerlerden ve hepside birbirine yürüme mesafesinde. Şehir merkezinden metroyla ulaşılabilecek olan Schönbrunn Sarayı(güzel çeşme anlamına geliyor) ise çok görkemli bir Avusturya sarayı. “Viyana’nın Versailles’i” da denilen sarayda 1400’den fazla oda ve birçok büyük bahçe bulunmakta. Belvedere Sarayı ise bahçeleriyle ve sanat galerileriyle Viyana’nın en çekici yerlerinden biri. Bu ga50

lerilerin en önemli özelliği ise Avusturyalı sembolist ressam Gustav Klimt’in tablolarına ev sahipliği yapması. Dünya üzerindeki en geniş Gustav Klimt koleksiyonu Belvedere Sarayı’nın içinde yer alıyor. Elbette meşhur “Kiss” tablosu da burada. Viyana, dünyada yaşam kalitesi en yüksek olan şehir seçildi defalarca, yani dünyanın en yaşanası şehri de denebilir. Bu seçim göreceli kavramlarla değil, belli kriterlerle belirleniyor. Güvenli, düzenli, ulaşımı rahat, eğitim ve sağlık sistemi gelişmiş bir şehir olması ve dahası ile konumunun hakkını vermekte. Viyana kafeleriyle de ünlüdür. Şehrin merkezindeki hemen hemen her kafede leziz bir kahve içebilir, sınırsız çeşitlilikte pastalardan tadabilirsiniz. Ama ben özellikle apfelstrudel’i

tavsiye ederim. Yemek konusunda ise elbette ki Viyana Şnitzel’ini tek geçerim. Oradan Şnitzel yemeden dönmek, Bursa’ya gidipte İskender yememek gibi bir şey. Şehir merkezinde Şnitzel yiyebileceğiniz pek çok güzel ve köklü restoran var. Ama daha otantik bir şeyler istiyorsanız Grinzing’e gidin derim. Viyana’nın biraz dışında bir kasaba Grinzing, ama merkezden tramvayla ulaşılabiliniyor. Geleneksel Avusturya kültürünü yansıtan, çoğu birer ikişer katlı binalardan oluşan restoranlarda ev yapımı şarapları tadıp, keman eşliğinde, yerel yemeklerden yiyebilirsiniz. Viyana’nın harika bir toplu taşıma sistemi var. Tren, otobüs, tramvay ve metro aksamadan işliyor. Metro hemen hemen şehrin tüm önemli yerlerinden geçiyor.


GEZİ

Stephansplatz, Karlsplatz, Schwedenplatz ve Westbahnhof, metro, tren ve otobüs duraklarının kesiştiği önemli noktalar. Metroların girişinde o hattın iki yönündeki tüm metro duraklarını gösteren tabelalar var. Bu sayede aşağı inmeden gideceğiniz yönü bulup doğru tarafa geçebilirsiniz. Metro o kadar hızlı işliyor ki, diğer toplu taşıma araçlarına binmeye gerek kalmıyor. Metro istasyonlarından ücretsiz edinebileceğiniz bir toplu taşıma haritası sayesinde şehrin her yerine kolayca ulaşabilirsiniz. Bu arada, Viyana’da normal musluk suyu, satın alınan hazır kaynak suları kadar, hatta onlardan bile temiz ve lezzetli. Zaten bu yüzden turistler dışında hiç kimse satın almıyor suyu. Ayrıca şehrin belli yerlerine konmuş olan su sebillerine de sık sık rastlamanız mümkün.

Yani Avrupa’da suya bir servet ödemeden gezebileceğiniz ender şehirlerden biridir Viyana. Yani kısacası Viyana; huzur, güven, tarih ve sanatın bir arada bulunabileceği, diğer pek çok

büyük başkentin tersine, trafik ve kalabalık arasında boğulmadan gezilebilen ‘’ihtişamlı’’ bir şehirdir…

Özgür BENLİ

51


SİNEMA

52


SİNEMA

.

ILKBAHAR, YAZ, SONBAHAR, KIS. Tür : Dram Yönetmen : Kim Ki-Duk Senaryo : Kim Ki-Duk Görüntü Yönetmeni : Dong-hyeon Baek Müzik : Ji-woong Park Yapım : 2003, Güney Kore / Almanya , 103 dk. Oyuncular: Yeong-su Oh (Old Monk) , Young-min Kim (Young Adult Monk) , Jae-kyeong Seo (Boy Monk) , Yeo-jin Ha (The Girl) , Jong-ho Kim (Child Monk) , Jung-young Kim (The Girl’s Mother) , Kim Ki-Duk (Adult Monk)

Dogum, yasam, olgunluk, ölüm,… ya da Dogum – eksik kalan ögretiler, Pratik – yasam - karma yakmak - dogru eylem yapmak, Uyanıs – yasayı kavrayıs, Yeni bir insan – içsellestirmek - aktarmak – insa etmek

53


SİNEMA Uzmanlar filmin türüne “dram” demişler! Walla bakan göze, gören gönüle göre değişik değişik anlaşılabilecek bir film diyeceğim de... “Yahu film zaten bi garip, sabır selamet arası bir film. Onu anlamaya çalıştık, bir de seni mi anlamaya çalışacağız” deyip yazıyı okumaktan vazgeçmeyiniz... Konsantrasyonunuzu bozmayınız... Malum, dergimizin de bu sayıdaki konusu; konsantrasyon! Bu filmde de paradigmaları değiştirip değiştirip izleyebilirsiniz. Yani ilk bakışta, bir hocanın bir çocukla geçen günleri, ottan balıktan doğal yasalara ilişkin dersler çıkartmayı öğretmesi, ama işin içine bir kızcağız giriverince oğlanın yoldan sapması, suça düşüşü, olgunlaşması ve geri 54

dönüşünde de artık kendisinin hocalık yapmaya başlaması... Bir devir devranla bir devir daim! Neyse, az biraz ilgi yakmışken filmden bahsedeyim biraz; Hoca/rahip/bilge, muhteşem doğa manzaralı bir göl içinde yaşadığı evindedir Ve bu gölün dışa açılan patikasında da bir kapı vardır. Bir küçük öğrencisi vardır, Lotus üstündeki Buda figürleri, altında suları ve her mevsimde değişen canlılığı dikkat çekicidir. Ve Buda’ya yapılan ibadetler de tabii.Ve yine tek göz odalı evde, sağda ve soldaki yer yataklarının önlerinde, yalnız başlarına dikilen kapılar... Ne sağından ne solundan geçiliyor. Hep kapı açılıyor, kapatılıyor... Ve yine lotus desenli sandal... Hep bir ağaca yaslanıveriyor ve ağaç onu park halinde tutuveriyor... Film ilkbahar dönemi ile başlar, çocuğun fiziksel büyüme süreci ve ilk öğrenmeleriyle geçen dönem, gölün kapısından çıkıp börtü böcek, doğadaki bitkiler, faydalısı, zararlısı, dikkat etmesi gereken yılanlar vb. günlerle geçmektedir. Çocuk, keyfi için kuşlara sapan atmakta, balık,


SİNEMA yılan ve kurbağalara da taş bağlayıp onların doğal hareketlerini engellemektedir. Bunu gören hocası başlangıçta sadece izler. Ama sabaha karşı da çocuğun sırtına taş bağlayıp aynı hayvanları kurtarmasını ister, “herhangi biri ölmüşse, kalbinde ömür boyu bu taşı taşıyacağını” söyler… Çocuk sırtında kendisine büyük acı veren taşla hemen aynı hayvanları aramaya başlar, maalesef balık ve yılan ölmüştür. Çocuk çok ağlar ama aslında artık bir şekilde de önceki karmalarının (ektiklerin biçilmesi) yanı sıra ömrünün ilkbaharında yeni karmalarını da edinmiştir. Hoca’ya da bu yazgıya refakat etmek kalır. Yaz döneminde artık ergen olan öğrenci yine kapının dışına çıkmıştır ve tam da önceki ölen yılanın olduğu yerde 2 yılanın dolanmasını seyrederken, bir genç kızla annesi, şifa için hocaya getirilmektedir. Genç öğrenci, karşı cinsle karşılaşınca, hiç tatmadığı duyulanımlarla karmaşaya düşmeye başlar. Ve sonunda dayanamayıp kızla birlikte olur. İlk duyulanma, ilk haz, iç çatışma, tekrarını isteme, yoldan çıkma ve tutkusal çıkışlar… Yine son manzarayı hocası sessiz bir şekilde izler ve hoca kızın da iyileştiğini görünce kızı yine dışarıya yollar, ama genç ve âşık öğ-

renci isyandadır. Hoca delikanlıyı uyarır “Arzular sahiplenmeyi, sahiplenme de öldürmeyi getirir” diye… (Aslında filozof Sri Ram’ın sözüdür) Ama nafile, genç delikanlı hocasını bırakıp kızın ardından kaçıverir... (Gerçi Buda heykelini de yanında götürmüştür.) Bu arada hocanın kızgın taşa ha bire kaligrafik yazılar yazarak kendini sakinleştirdiği de görülüyor. Sonbahar döneminde, öğrenci 30lu yaşlarında geri gelir… Nitekim kendisini aldatan karısını öldürmüş ve hocaya sığınmıştır. Hoca, “Sana böyle güzel gelen başkalarına da gelir, başkaları da senin gibi arzular”, der. Pişmanlık duymaya başlayan öğrenci, intihar girişiminde de bulunur.Hoca onu hem kurtarır hem cezalandırır. “Kendi hayatını bitirmek, başkasının hayatını bitirmek kadar kolay olmaz”, der. 55


SİNEMA

Baştan beri pek mülayim pek sakin olan hoca, şaşırtıcı biçimde öğrencisini sağlam sopalayıp üstüne bir de iplerle kargatulumba tavana asmıştır. Sonra peşine düşen polisler gelir… Ancak hocası evin bahçesine birçok bilgenin adını yazar ve de öğrencisinden onları, karısını öldürdüğü bıçakla kazımasını ister. Sabaha kadar kazıyacak, içindeki kızgınlık ve hırsı giderecek, ruhunu onaracak ve teslim olacaktır. Kazır ve uyur ve hatta hoca ve 2 polis memuru da kaptırıp bunları tekrar renkli doğal boyalarla boyarlar. Onlara da ders olur yani ve öğrenci gider… Giderken bir ara polis memurları sandalı hareket ettiremezler. Çünkü hoca üstün yetenekleriyle onu tutabilmektedir… Burada adeta hoca, ruhunu arındıran öğrencisiyle son bakış son vedasını yapmaktadır sessizce... Ve öğrencisinin bu gidişinin ardından hoca da vaktinin geldiğini anlar ve bedensel canlılığına yine lotuslu kayıkta ya56

karak son verir... Ve alttan bir yılan süzülerek eve döner… Kış dönemi de, dışarıda hapis cezasını tamamlayan öğrencinin eve geri dönüşü ile işlenmeye başlar. Hocasının batan sandaldan geriye kalan küllerini ve dişlerini bulur. Şelaleden akan su buz olmuştur ve öğrenci bu buzdan bir Buda heykeli yapar, hocasının dişi ve küllerini de bunun içine yerleştirir. Bu da bir nevi hocasına saygı ritüeli olarak ilk olgunluk belirtileridir. Sonra da iyice toparlanmaya, zindeleşmeye, içindeki ve dışındaki dengeleri oturtmaya çalışır. Yaptığı Tai-Chi sanatı bu dengelemedeki yöntemidir. Kışın sonlarına doğru yüzü kapalı çaresiz bir kadın küçük bir oğlan çocuğuyla çıkagelir. Gece boyunca dualar eden kadın, çocuğunu bırakıp sabaha karşı kaçmaya çalışır. Ancak kadıncağız buz tutan gölün kırılmasıyla soğuk sularda boğulur gider. Sabah eski öğrenci, kadıncağızı bu-

lur ve yeni hocalığının yeni öğrencisinin vaktinin geldiğinin farkına varır. Yine kendi hocasının çocukken yaptığı şeyi kendi kendine yapar… Gövdesine bir taş bağlayarak acılar içinde insanlığının ilkbaharında aldığı karmalarını temizlemek istercesine bir Buda heykelini oradaki dağın zirvesine kadar taşır ve yerleştirir… Ve yine yeni ilkbahar yeni hoca ve yeni öğrenci ile başlar. Çocuk aynı hayvancıklara bu kez taş yutturarak eğlenmektedir… Bir devir devranla bir devriâlem demiştik… Sembolojik açıdan bakarsak, yani daha ezoterik; *Bazı kültürlerde, su “hayat”ın sembolüdür, buradaki göl de… *Ev ise ibadethane ama aslında iç dünyamızın sembolü, özdeki gizli öğreti, *Hoca, kaynağını doğadaki dengeleri bilmesinden alan tecrübe etmiş, birleştirmiş içimizdeki ses, bilge kişi,


SİNEMA

*Gölün kapısı ve dışı, zahiriye açılan, arzuların ve geçicilerin, dışarıdakilerin dünyası, *Öğrenci, olmak isteyen, belki de biz, belki de ben… *Zararlı bitkilerin zor ayırt edilmesi, iyiyle kötünün farkının zor fark edilmesi, *Hayvanlara zarar vermek, doğanın dengesini bozmak, bozduğun yasanın ceremesini çekmek, *Yine dış dünyadan gelen karşı cins, yersel aşkın sembolü ve de arzuların işleyişinin şu fani dünyadaki en bariz örneği; İlk ilkel duygulanımlar, bunların hazza, karmaşıklığa, tekrara, alışkanlığa, vazgeçilmez arzuya, sahiplenmeye, hırsa ve gerçek kaynakmış zannedilen aracısının canına kast edecek suça dönüşmesi. Doğru düşünce doğru eylemde çatışma ve iç dengeleri bozarak yoldan çıkmak, *İç çatışma halinde yine iç hocaya sığınmak, kalmak savaşmak ya da

intiharla kaçıvermek, *Hocanın attığı sopa, hocayı değil öğrenciyi çileden çıkartmak içindir, nefsin bazı uyanışları için, bazı bilinçlenmeler için maalesef acıya ihtiyaç duyulmaktadır, *Kızgın taşta kızgınlıkların yazılıp uçurulması semboliktir, *Ruhun, zahiri suçtan, batınî hocaların isimlerinin tırabzana kaligrafik sabırsal yazılarla kazınması yoluyla arınması, ama yine de zahiri suçun zahiri cezasını çekmek için de zahiri dünyada geçecek hapisli bedel gerekmektedir, *Ve artık ruhunu arındırıp kendi iç sesini duyacak kıvama gelen öğrenciye hocasının refakati gerekmemektedir ve hoca bu nedenle bu gönül evindeki görevine son vermiştir. *Ve aslında zahiri yaşamın, iç öğretilerin olgunlaşması için bir pratik sahası olduğunu fark ettirmektedir… *Arzular geçici ama gerekli… *Ta ki dengelerimiz otu-

rana, taşlarımızı dökene, başkalarına aktarmaya yetecek kıvama gelene kadar! *Doğal yasayı ve işleyişini fark edip, yüksek değerleri, maneviyatı en zirveye taşıyıp yerleştirene ve doğal düzenin akışında yol gösterici eylemlerle bir olana kadar! Yaaa. İşte böyle… Film burada bitiyor. Bir yasaya uyandırıyor ki ne uyanış! Ben deniz, karanlık dünyamın hangi taşlarının altındayım diye uyanıyorum! Bundan sonrası doğru dikkat, doğru konsantrasyon, doğru ses, doğru eylem… Burada doğu felsefeleri üzerinden aranmış… Ama her okuyucu da biliyordur ki; hangi kültürde, hangi felsefede ararsan ara; yol aynı yol ve hepimiz aynı gemideyiz!

Neslihan USUĞLU 57


ANİMASYON

58


ANİMASYON

Tür : Aksiyon / Fantastik / Dram Yönetmen : Richard Linklater Senaryo : Richard Linklater Görüntü Yönetmeni : Richard Linklater , Tommy Pallotta Müzik : Glover Gill Yapım : 2001, ABD , 99 dk.

“Yazgıdır rüya”. İki çocuğun tuzlama adı verilen oyun sonucunda karşılaştıkları filmin açılış cümlesi bu... İnsanoğlunun zaman zaman realiteyle karıştırdığı bir gerçekliktir rüya. Yönetmen Richard Linklater 2001 tarihli animasyonunda rüyaların gerçek hayattan ayrıldığı yerin arayışına girerken rüya

içinde rüya, özgür irade, reenkarnasyon gibi çeşitli konuları felsefe çerçevesi içinde tartışıyor ve bunu yaparken birçok karakterin birbirinden farklı görüşlerine yer veriyor. Bir görüşe göre kendi yıkımını hazırlayan insanın, kendini yabancılaşmış, yalnız hisset-

tiğinden; toplumun da kendisi gibi büyük zarar ve felaketlerden karlı çıktığından bahsediyor. İnsanlar kaos istediğinden, zira ölüm ve yıkım durumu içimizde olduğundan ve bizim bundan zevk aldığımızdan bahsediyor. Bu arada medya ve hükümetlere de eleştiri okları atmayı ihmal etmiyor. 59


ANİMASYON

Yine farklı bir gözden bakınca medyanın görevi kötülükleri kabul edip onlarla yaşamamızı sağlamaktır. İktidar ise aktif birer birey olmamız yerine edilgen gözlemciler olmamızı istiyor. Christopher Nolan’ın bol katmanlı yapıtı “Inception”da işlediği temalara çok önceden değinen yönetmen, bir saniyelik rüya bilincinin uyanıkkenkinden sonsuzluk kadar uzun olduğunu belirtip rüyaların gerçeklikle karıştığını söylüyor. Dünya algımızı oluşturan sinir sisteminin rüyadaki algı ve 60

hareketleriyle uyanık durumdaki algı ve hareketleri arasında bir farklılık olmadığını belirtiyor. Bir tanım olarak “berraklaşmak” düş gördüğünü bilmektir. Böylece onu denetleyebilirsin. Ama öncelikle rüya gördüğünün farkında olmalısın. İnsanlar bunu kendilerine sormazlar; böylece uyanıkken rüyada gibi, rüyadayken uyanık gibi oluruz. Rüyada olduğumuzun farkına varabilmemiz için bazı ipuçları vardır. Örneğin rüya esnasında küçük yazılar okunamaz çünkü çok oynaktırlar.

Veya ışığı kapatamazsın. Düğmeden kapatmayı denersin, ışıklar hala açıksa ve onları kapatamıyorsan büyük olasılıkla rüyadasındır. Bunun farkına varınca artık sınırlar kalkmıştır. Özgür irade MÖ 350’lerde ifade ortamını bulmuştur. Bir karakterin görüşüne göre eğer tanrı önceden yapacaklarımızın hepsini biliyorsa özgür irade bunun neresinde kalıyor? Bireyselliği, kim olduğunu düşündüğün zaman kim olduğunla ilgili cevap çoğunlukla seni var eden özgür seçimlerdir.


ANİMASYON

Özgür iradenle sorumluluk alabilirsin. Bu sayede gövde değil, kişilik olduğumuzu anlamalıyız. Özgürlük sorununu çözmek için seçimi, sorumluluğu, bireyselliği anlamaya çalışmalıyız. Yine başka bir karaktere göre iki çeşit acı çeken insan profili vardır. Yaşama sevinci eksikliği çekenler ve yaşama sevinci fazlalığından muzdarip olanlar. Tüm insan davranış ve eylemleri temelde hayvan davranışlarından farklı değildir. Dünya tarihinin, evriminin bir ilerleme değil de sıfırların sonsuz top-

lamı olduğunu söylüyor. Ayrıca insanların gerçek potansiyellerine ulaşmalarının önündeki engel nedir sorusuna şu soruyla karşılık veriyor: İnsanın en evrensel özelliği korku mudur yoksa tembellik mi? Yönetmen Richard Linklater dijital kamerayla gerçek mekân ve oyuncularla çektiği filmi bilgisayar teknolojisiyle animasyona dönüştürerek sinema tarihinde ayrıcalıklı bir işe kalkışıyor ve bunun üstesinden de fazlasıyla geliyor. “Before Sunrise” ve “Before Sunset” gibi iki başya-

pıtı arasında kotardığı “Waking Life”da yine iki filminin başrol oyuncuları Ethan Hawke ve Jule Deply’e de yer verirken final sahnesinde bu sefer kendisinin animasyonunu konuşturuyor. Mekânların, nesnelerin, hatta karakterlerin baştan sona sabit durmadığı filmde Linklater bazı soyut anlatımları animasyonun nimetlerinden faydalanarak somutlaştırma yoluna gidiyor. Felsefi konuları gerçeğe yakın bir animasyonda tartışarak son derece özel bir yapıt ortaya koyuyor.

Alper EROL

61


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

CHILLED OUT

(3 CDs of beautifully relaxing music)

EMI records imzalı 2003 yapımı bu albüm günlük hayatın koşuşturmacası ve stresi içinde nefes almak ve gerilimi atmak isteyenler için birebir. 3 CD’den oluşan bu çalışmanın içinde özgün birçok çalışma bulunuyor. Sacred Spirit, Ademius, Nusrat Fateh Ali Khan, Ennio Morricone, Tngerine Dream, Ryuichi Sakamato, Creig Armstrong, Michael Nyman, Brian Eno, sheila Chandra, Future Sound of London gibi sanatçı ve grupların bulunduğu albümde pekçok sanatçı daha bulunmakta. Toplam 45 farklı eserden oluşan bu CD başarılı bir çalışma. Kısa molalarınızda, nefes almak için ayırdığınız zamanda ruhu okşayan bu çalışmalardan biini dinlerseniz, rahatlamanız garantili.

62


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

LEMAN SAM LİVANELİ ŞARKILARI Okulda defterime, sıralara ağaçlara yazarım adını Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını Yıldızlı imgelere, toplara, tüfeklere Kralların tacına, en güzel gecelere, günün ak ekmeğine yazarım adını... Ey özgürlük... Zülfü Livaneli’nin unutulmaz şarkılarını bir başka güçlü yorumcunun dilinden dinleme zevkini ADA müzikten çıkan bu CD ile hatırlatıyoruz. En güçlü kadın yorumcular arasında olan Leman Sam için söyleyecek bir şey bulamıyoruz. Mükemmel bir albüm. Sürgün, Karlı Kayın Ormanı, Günlerimiz, Özgürlük, İstanbul u Dinliyorum, Leylim Ley, Memikoğlan, Güneş Topla Benim İçin, Yiğidim Aslanım, Sus Söyleme, Yalnız İnsan, Hoşçakal Kardeşim Deniz albümde dinleyebileceğiniz şarkılar.

63


KÜLTÜR-SANAT

ekim-kasım-aralık

şehir kültür rehberi DEVLET OPERA VE BALESİ

İZMİR DEVLET TİYATROSU

Konak Sahnesi: Çok Bilen Çok Yanılır 12-17 Ekim Ölüm Öpücüğü 19-24 Ekim, 26-31 Ekim Konak Melek Ökte Sahnesi: Yoksun 12-16 Ekim, 22-23 Ekim Sakarca 17-21,31 Ekim Bavul 26-30 Ekim Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi Ölüm Öpücüğü 14-17 Ekim Çok Bilen Çok Yanılır 21-24 Ekim 28-31 Ekim Karşıyaka Oda Tiyatrosu Bir Garip Orhan Veli 19-20 Ekim Yoksun 26-27 Ekim

64

14 Ekim Perşembe 20.00 Ç. Işıközlü DUDAKTAN KALBE, Opera, 17 Ekim Pazar11.00 H.Özörten SİHİRLİ DÜNYA, Çocuk Oyunu 21 Ekim Perşembe 20.00 P.I.Çaykovski KUĞU GÖLÜ, Bale 23 Ekim Cumartesi 15.00 P.I.Çaykovski KUĞU GÖLÜ, Bale 24 Ekim Pazar11.00 H.Özörten SİHİRLİ DÜNYA, Çocuk Oyunu 26 Ekim Salı 20.00 P.I.Çaykovski KUĞU GÖLÜ, Bale 28 Ekim Perşembe 20.00 P.I.Çaykovski KUĞU GÖLÜ, Bale 30 Ekim Cumartesi 20.00 Selman Ada Bestecilikte 50. Yıl Konseri 1 Kasım Pazartesi 20.00 C.Orff CARMINA BURANA, Bale (A.Adnan Saygun Sanat Merkezi) 2 Kasım Salı 20.00 H.Özörten CARMEN CARMEN’DİR, Müzikli Oyunu (A.Adnan Saygun Sanat Merkezi) (Dünya Prömiyeri) 3 Kasım Çarşamba 19.30 ODA MÜZİĞİ KONSERİ (Ege Üniv. Kampus Kültür Mer.) 4 Kasım Perşembe 20.00 To u m a n i d i s , Gitar Nikolopoulos, Flüt Boudounis, Viyolonsel (Özel Konser) 6 Kasım Cumartesi 15.00 R. Strauss ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 7 Kasım Pazar 11.00 H.Özörten SİHİRLİ DÜNYA, Çocuk Oyunu 14.00 H.Özörten SİHİRLİ DÜNYA, Çocuk Oyunu


KÜLTÜR-SANAT

8 Kasım Pazartesi 20.00 R. Strauss ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 9 Kasım Salı 20.00 S. T. Tırpan KAHRAMAN TÜRK KADINLARI İzmir Devlet Senfoni Ork. İşbirliğiyle (A.Adnan Saygun Sanat Merkezi) 10 Kasım Çarşamba 20.00 S. T. Tırpan KAHRAMAN TÜRK KADINLARI İzmir Devlet Senfoni Ork. İşbirliğiyle (A.Adnan Saygun Sanat Merkezi) 10 Kasım Çarşamba 20.00H.Özörten CARMEN CARMEN’DİR, Müzikli Oyunu (Muğla Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi) 11 KasIm Perşembe 20.00 R. Strauss ARIADNE NAKSOS’TA, Opera 13 Kasım Cumartesi 15.00 Ç. Işıközlü DUDAKTAN KALBE, Opera 22 Kasım Pazartesi 20.00 Ç. Işıközlü DUDAKTAN KALBE, Opera 24 Kasım Çarşamba 20.00 H.Özörten CARMEN CARMEN’DİR, Müzikli Gençlik Oyunu (Bornova-Yüksel Eraslan Kültür Merkezi) 26 Kasım Cuma 20.00 H.Özörten CARMEN CARMEN’DİR, Müzikli Gençlik Oyunu (Aydın-Adnan Menderes Üniversitesi Atatürk Kongre Merkezi) 27 Kasım Cumartesi 20.00 KIKUNOKAI DANS GRUBU GÖSTERİSİ (Türkiye’de Japon Yılı Etkinliği) 30 Kasım Salı 20.00 L.Minkus DON KİŞOT, Bale

KONSERLER Ege Fest 2010 - Gripin 16 Ekim Cumartesi Ege Üni. Çeşme Turizm ve Otelcilik Y. Kampüsü - Izmir Murat Boz 22 Ekim Cuma Ooze Venue - Izmir

SERGİ

Port İzmir 2 İlki 2007 tarihinde İzmir Fransız Kültür Merkezi ve K2 Güncel Sanat Merkezi’nin kurumsal çerçevesinde yeralmış olan çağdaş sanat trienalinin ikincisi ‘’PORT İZMİR 2’, 29.09.- 30.11.2010 tarihlerinde gerçekleştirilecektir. Yer : Austro Türk Tütün AŞ., İzmir, 29 Eylül - 30 Kasım 2010 Yasemin Yarol 'Süreç' Seramik Sergisi Yasemin Yarol'un 'Süreç' adlı seramik sergisi 30 Eylül - 12 Ekim tarihleri arasında görülebilir. Yer : Kedi Kültür Sanat Merkezi, İzmir, 30 Eylül - 12 Ekim 2010

71


İNTERNET

www.kaynakca. info Bu sayıda sizlere tanıtacağımız web sayfası bir sosyal-bilgi ağı olan kaynakça.info’dur. Kaynakça. info’nun başlangıcı, Doç. Dr. Ramazan ACUN’un Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümünde 1996 yılından beri verdiği “Bilgisayar ve Tarih” dersiyle başlamıştır. Bu derste oluşturulan bibliyografik veri tabanına öğrenciler tarafından girilen veriler kaynakça. info’nun mevcut içeriğinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Diyebiliriz ki kaynakça. info bir eğitim kurumunda doğmuş ve bu günkü seviyesine ulaşmıştır. Kaynakça.info’nun en büyük destekçisi ‘’Türk ve Türkiye Araştırmalarında Genel Eğilimlerin Tespiti” başlıklı araştırma projesi çerçevesinde Hacettepe Üniversitesidir. Şu an üye olan herkese açık olan online kaynakça kaynağıdır. Ama giriş yapılan eser hemen aramalarda görünmez, editör onayı bekler. Editörün incelemesinden sonra aramalarda aktif hale gelir ve böylelikle okyanusa bir damla daha düşmüş olur. Kaynakça.info sitesinde sitenin iki temel amacından şu şekilde bahsedi-

liyor: Birincisi, Türkiye hakkında yayınlanmış her konudan ve her dilden yazılı eserin bibliyografik künyelerini uluslar arası standartta toplayıp paylaşıma açmak. İkincisi, bu eserler hakkında değerlendirme, eleştiri ve seviyeli tartışmalara zemin oluşturmaktır. Türkiye Kaynakçası, bu bakımdan disiplinler üstü ve uluslar arası bir kapsama sahiptir. Siteden nasıl faydalanacağımız konusunda pratik bir örnek vermek gerekirse; mesela Platon hakkında yazılmış bir eser bulmamız lazımsa,sitede arama kısmına Platon yazıp ararsak aşağıdaki eserlere ulaşırız. O L G U N E R , Fahrettin.“Filozof Platon’dan Porphyrios’a Mektup”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi OLGUNER, Fahrettin. Batı ve İslam Kaynakları Işığında Platon, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989. TOKER, Nilgün.“Oyuna girme - Oyunu seyretme: Platon’a Karşı Aristoteles”, TUNCAR, Ferit Ragıp. Fuzuli, Makyavell (Machiavelli) Barbaros, Eflatun, (Platon), Ankara:

Öğretmen Dergisi Genliş Yayınları, 1952. Eğer çıkan sonuçlardan ilgimizi çeken bir eser varsa detaylarına girebilir ve eğer yorum yazılmışsa bu yorumları da görebiliriz. Ayrıca sitenin üyelerine sunduğu “Benim Kaynakçam”, “Benim Yazarlarım” gibi kişisel kaynakçalarını oluşturma ve ilgilendikleri yazarları bir grupta toplama gibi özellikleri de vardır. 03.04.2010 itibariyle toplam 95822 eser eklenmiştir. Bunun 44732 adedi kitap,3728 adedi dergi, 40569 adedi makale, 6686 adedi tez,103 adedi web sitesidir. Site şu an için emekleme safhasındadır. Eklenen eser sayısı arttığı zaman Türk araştırmacıları ve öğrencileri için çok faydalı olacaktır. Bunun için herkesin elini taşın altına sokması ve internette geçirdiği sürenin bir kısmını bu sosyal-bilgi ağına ayırması faydalı olacaktır. Bu faydalı siteyi hayata geçirenleri kutluyor ve tüm araştırmacılara faydalı olmasını ve hızlı ve kaliteli bir şekilde elbirliğiyle sitenin büyütülmesini umuyoruz.

Erkan SİHİR



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.