2
EDİTÖRDEN İkinci sayımızla birlikte yeni bir yıla başladık her yılki gibi büyük umutlarla…Kara kışın ortasında bombaların yağdığı ve insanların yiyecek arandığı boş evlerle dolu şehirler ve hızla kirlenen bir dünya ve hızla yok edilen canlı türleri arasından etrafımıza bakmamaya çalışarak yeni bir yıla doğru ilerlemeye çalışıyoruz gibi geliyor bana… Ama her yeni yıl, yeni bir umuttur ve karamsarlık insanın düşebileceği en büyük yanılgılardan biridir…Çünkü sanat da aslında tam da en bunalımlı dönemlerde verir en yaratıcı şaheserlerini…Çünkü gerçek sanatçı halihazırdaki durumdan memnun olmayan, olamayan ve sürekli daha iyisini isteyendir. İtalo Calvino der ki:’’Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek’’ Sanat da böyle bir şeydir aslında, kötülüklerin arasından iyilikleri, karanlığın sonundaki ışığı bulabilmektir…İnadına hayatta ve ayakta kalmaktır… Hayat üretmektir çünkü, ve üretmek insanın varoluş sebebidir, ve üreten insan geleceğe bir eser bırakır, bir çentik atar dünyaya …Duvarlara av hayvanlarının resimlerini kazıyan ilk çağ insanlarından bu yana bu hep böyle gelmiştir…Sanat da bu üretimin bir parçasıdır. Gelecek nesillere bir işaret gönderme çabasıdır; bunu, ister Banksy gibi duvarlara illegal şekilde resimler boyayarak yaparsınız, ister geçirdiğiniz büyük kazadan sonra yatağınıza çakılıp kalmayı dünyanın sonu olarak görmeyip Frida Kahlo gibi sürrealist resimlerle içinizdeki fırtınaları yansıtırsınız. Yani kendinizi en iyi nasıl ifade edebiliyorsanız öyle…Bir kuralı, bir formülü yoktur sanatın ve olamaz da. O yüzden bu kadar kişiseldir ve bir resim her bakana göre bir müzik eseri her dinleyene göre farklı anlamlar taşır. Bu sayıda sanat ve yaratıcılıktan bahsetmek istedik bu yüzden; Anadolu’nun en renkli şehirlerinden birine gittik sizin için:Antakya’ya. O güzel mozaikleri ve tüm dinlerin kucak kucağa yaşadığı sokaklarında dolaştık…Oradan, İhsan Oktay Anar’ın peşine takılıp Osmanlı’nın bağrında bir gül goncası gibi açan o eski ve mistik İstanbul’a kanat açtık, dar ve eski sokaklarda dolaştık, Orta Çağın engizisyonlu yıllarına ve tarihin bu en karanlık döneminde yaşanan acıları, yine bir sanatçının gözlerinden görmeye çalıştık ‘Goya’nın Hayaletleri’ nde…Yılın en heyecan verici animasyonu Wall-e de yaşamın tamamen yok edildiği gelecekteki bir dünyada bile bir umut ışığına rastladık küçük sevimli bir robot sayesinde… Alacakaranlık bir dünyada yanan küçük mumlar gibi hayatımızı aydınlatsın bu yıl da pek çok güzel sanat eseri ve acil barış gelsin diliyorum tüm dünyaya; küçük bir çocuğun masum hayallerindeki tertemiz saflıkla…
ÖZGÜR BENLİ
3
babil kulesi ocak-şubat-mart 2009 İmtiyaz Sahibi YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Erkan Sihir Yayın Koordinatörü Özgür Benli Editörler Özgür Benli Seda Öztürk Erkan Sihir Grafi k Tasarım Eylem Özkan Fatma Başalp Adil Yılmaz Ahmed S. Çelik
ARAŞTIRMA Dillerin kökenine ait eski bir inanış. BABİL KULESİ
6 Sokakların özgür çocuğu BANKSY
8 Bir kılıcın boğaya saplanması gibi deldi geçti FRİDA
12 Yaratıcılık
16 EDEBİYAT Yükselen yıldız İskenderiye Kütüphanesi BORNOVA KÜTÜPHANELERİ
19 Kusur benim imzamdır. İHSAN OKTAY ANAR
21
babilkulesi@ymail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittirKaynak gösterilerek alıntı yapılabilir
4
Ayın Kitabı MESNEVİ
25
GEZİ Medeniyetler ve kültürler diyarı ANTAKYA
30 Şiir gibi bir kent İZMİR
36 SİNEMA Dünyayı temizleyen robot Wall-e
44 Bir engizisyon hikayesi Goyanın hayaletleri
41 MÜZİK Müzikle dün ve yarın
45 Müzik ile sohbetler ADALET KOCA
47 KÜLTÜR-SANAT Sanat
49 Şehirde neler oluyor Ocak-şubat-mart İzmir Kültür-Sanat Ajandası
50 5
BABİL KULESİ: DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot
Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kuran’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir. Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral Nebukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesinin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Yaratılış(Genesis) bölümünde de kuleden şöyle bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’.
6
Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9) Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan sonra insanlar dünyanın farklı köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar. İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler. 9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:
1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.
Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak isterse de erken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır ancak bir ay yılını 360 gün olarak hesaplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.
7
Sokakların Özgür Çocuğu Bir İngiliz grafiti sanatçısı olan Banksy, sanat çevreleri tarafından sanat olarak görülmek istenmeyen grafitiyi, bu durumun tartışılır hale geldiği bir platforma taşıyanlardan biridir. Onu özel ve farklı kılan yanı ise kimliğini kimsenin bilmemesine rağmen dünyanın çeşitli ülkelerinde; ki bunların arasında ABD,Fransa,İspanya ve hatta Filistin de var, Banksy imzasıyla duvar resimleri yapması. ‘’Gerilla Artist” olarak anılan sanatçı çalışmalarında savaş karşıtı, çevreci, hayvan haklarını savunan ve tüketim çılgınlığını eleştiren mesajlar veriyor, ve bu da ona protest bir tavır katarken ününün tüm dünyaya yayılmasını sağlıyor. Kim olduğu konusunda pek fazla bilgi yok. 1974 Bristol doğumlu olduğu biliniyor.Kapüşonuyla yüzünü örttüğü kürklü parkası ve ara sıra taktığı maymun maskesi gizemine gizem ününe ün katıyor ve fakat o bunu pekte umursar görünmüyor. İlk olarak Londra duvarlarına yaptığı enteresan ve mizahi yönü ağır basan resimleriyle ortaya çıktı.Bir süre sonra ünü Londra sınırlarını aşmaya başladı ve o da önce Avrupa’nın diğer şehirlerine, ve sonra okyanusu aşıp Birleşik Devletler’e dek uzandı. Onun diğer girafiticilerden bir farkı da dünyanın belli başlı ve saygın sanat müzelerine sızıp, sanat tarihinin bu en önemli eserlerinin arasına müze görevlilerine yakalanmamayı başararak kendi eserlerini yerleştirmesi…
2005’in 13 Martında, aynı gün içinde New York’ta Brooklyn Müzesi’ne astığı, elinde sprey boya ile “savaşa hayır” duvar yazısı önünde duran, sıra dışı bir asker portresiydi. Modern sanatlar müzesi’ne, üzerinde Tesco etiketi bulunan kremalı domates çorbası konservesinin Andy Warhol tarzı baskısını, Metropolitan sanat müzesine ise, gaz maskesi takmış bir kadının küçük altın çerçeveli portresini astı. Doğal Tarih Müzesi’ne ise içerisinde jet uçağı kanatları, füzeler ve uydu anteni ile donatılmış bir böcek bulunan cam bir muhafaza astı. Metropolitan’daki görevliler 13 mart’ta Amerikan kanadına asılan yeni eseri “dakikalar içerisinde” keşfederken, Brooklyn’dekilerin istenmeyen sanat eserlerini fark edip kaldırmaları 16 mart'ı ve modern sanat müzesi’ndekilerin ise 17 mart'ı buldu. Blur’ün albümlerinden birinin kapağını ve ayrıca Londra’nın duvar ve köprülerini süsleyen eserleri bulunan Banksy, 2007 de Londra Doğal Tarih Müzesi’ne güneş gözlüğü ve gümüş zincir takmış, sırtında sırt çantası bulunan doldurulmuş bir fare yerleştirerek, benzer bir eylem gerçekleştirdi.
8
Kötü bir el yazısıyla Londra Hayvanat Bahçesi’nde fillerin bulunduğu bölümdeki duvara şöyle yazdı: “Dışarı çıkmak istiyorum. Burası çok soğuk. Bakıcı kokuyor. Sıkıcı, sıkıcı, sıkıcı”
Kendi orijinal eserlerinin yanı sıra bilindik, çok ünlü sanat eserlerini değişik formlara sokup sergiledi. Temmuz 2003’te Londra’da bir otobanın altına Rodin’in düşünen adam heykelinin kafasında trafik konisi bulunan bir taklidini yerleştirdi. 2001 yılında Soho sokaklarına omzunda bir roketatar bulunan bir Mona Lisa resmi boyadı. Monet'in ‘Zambaklı Gölet’ resminin baskısına, bir süper market arabası ekleyerek müzelere yerleştirdi. Burada amaç dikkat çekmenin yada şov yapmanın ötesinde, sanat eserlerinin karanlık müze salonlarında birer yüce nesne konumuna yükseltilmesine ve sadece belli bir zümreye hitabetmesine yönelik tepkiydi. Kutsanarak içi boşaltılan klasik sanat eserleri, Banksy'nin yabancılaştırma yöntemiyle yeniden kitlelerle buluşabiliyordu. Ölümünün yedinci yıl dönümünde Diana’nın yüzünü gösteren 10£’luk banknotların yer aldığı 50 sayfa bastı.
9
1010
Ama beklide tüm bunlar içinde en radikal ve anlamlı olanı İsrail-Filistin sınırındaki Batı Şeria duvarına ‘Tatil Enstantaneleri’ adıyla yaptığı 9 resim. Çiçek fırlatan protestocusu ilk anda akla gelenlerden. Bunların duvarın arkasındaki bir delikten duvarın öbür tarafına bakan at, duvarın üstüne ulaşan bir merdiven ve bu merdivene bakan bir çocuk...Ama en etkileyici olanı iki çocuğun duvarda açtıkları düş gediği. Banksy’nin temsilcisi Joe Brooks’a göre bu çalışma sırasında bazı tehlikeler atlatmış Banksy. İsrail askerleri onu korkutmak için birkaç kere havaya ateş açmışlar.Birkaç kere de silahlarını ona doğrultmuşlar. Filistin tarafında ise beklenmedik bir ilgiyle karşılaşmış. Hatta silahlı Filistin direnişçileri tarafından korunmuş çalışması esnasında. Resim çizerken yanına yaşlı bir Filistinli yaklaşmış ve duvarı güzelleştirdiğini söylemiş. Banksy teşekkür edince: ‘Duvarın güzelleşmesini istemiyoruz, biz bu duvardan nefret ediyoruz!’ demiş.
Londra’da bir sokak köşesinde oturmuş içen düşünceli ve üzgün melek ise modern dünyanın iyilik, saflık anlayışını ve bu değerlere inanların hayal kırıklığını yansıtıyor. anksy sonunda o kadar popüler oldu ki, resimleri bozulmadan duvarlardan sökülüyor ve çok yüksek rakamlara (200bin sterlin civarı) açık arttırmalarda satılıyor. Fakat bir resmin açık arttırmada Banksy imzasıyla satılabilmesi için yetkili bir kurum tarafından onaylanması gerekiyor. Banksy kimliğini gizli tuttuğu içinde bu işi onun adına Pest Control adlı bir kuruluş yapmakta. Son olarak Pest Control artık eserlere orijinal belgesi verilmeyeceğini, çünkü Banksy’nin eserlerin orijinal yerlerinde kalmasını ve bozulmamasını tercih ettiğini bildirdi.Banksy genellikle resimlerini yapmak için kenar mahalleleri ve yoksul semtleri tercih ediyor ve üzerine resim yapılan yer birden bire değer kazanıveriyor. Holywood yıldızlarının yüksek ücretler ödeyip resimlerini almalarına, Nike’in astronomik reklam tekliflerine sırt çeviriyor ve sokak sanatçısı tarzını koruyarak paraya tamah etmiyor; kapitalizme karşı dururken onun tarafından, onun silahlarıyla ele geçirilmeye yanaşmıyor. Bu haliyle de günümüzde hayli azalmış bir gerçek sanatçı duruşu sergiliyor. Yüzünü göstermeden de çok popüler olunabileceğini tüm dünyaya kanıtlıyor ve grafitiden pek de hoşlanmayan metropol şehirleri arka sokakların renkleriyle donatıyor.
Özgür Benli
11
ÇARPIŞMA! ‘’İNSANIN ÇARPIŞMANIN AYRIMINA VARDIĞI, AĞLADIĞI DOĞRU DEĞİLDİR. BİR TEK DAMLA AKMADI GÖZÜMDEN VE DEMİR ÇUBUK, BİR KILICIN BOĞAYA SAPLANMASI GİBİ DELDİ GEÇTİ…’’
17 Eylül 1925; 19 yaşındaki Frida Kahlo ile erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias tüm öğleden sonrayı Meksika Ulusal Günü kutlamaları için kurulmuş renk cümbüşü içindeki sokak barakaları arasında dolaşarak geçirirler. Coyaacan’a dönmek üzere tam trene binerlerken, Frida, Alejandro’nun kendisine aldığı oyuncak şemsiyeyi yitirdiğini fark eder. Başarısızlıkla sonuçlanan aramadan geri dönerlerken, balero olarak bilinen Meksika oyuncağı alırlar. Önlerinde parlak renklerle boyanmış, içinde sağ ve sol taraflarında uzun birer sıra bulunan bir otobüs belirir; otobüsü yakaladıkları için bunu bir şans sayarlar. Şehrin kalabalığından bir an önce sıyrılarak, ivedilikle kasabanın yoluna ulaşma gereği hisseden şoför, dikkatsiz ve bir o kadar gereksiz bir cesaretle önündeki dönmekte olan tramvayı geçmeyi dener. Başaramaz: Ağır ve oylumlu tramvayı ileriye doğru devirerek onunla çarpışır, acımasızca yolcuların oturduğu sıralara doğru onu sıkıştırarak iter ve ezer.
12 12
Bindiği aracın sarsıntısından şaşkına dönen Alejandro, dizini karşı tarafta oturan kişiye bastırdığını anımsar otobüs tuz buz olmadan hemen önce. Tramvayın altında, üzerinde metal yığınının karanlığında, şiddetli bir korku ile bilinci yerine gelen Alejandro, aracın devinimini sürdürerek kendisini ezeceği korkusuna kapılır. Dik oturabildiğinde, paltosunun ön tarafının olmadığını ayrımsar ve hızla Frida’yı aramaya koyulur. Kaza anında Frida, elinden uçarak gitmiş olan oyuncağını yitirmenin endişesindeyken çarpışmanın şiddetinin ayrımına varır. Alejandro onu giysisiz, kelimenin tam anlamıyla bir demir tırabzanın çubuğuna geçmiş olarak, kan banyosu içinde bulur. Başka bir yolcunun çantasında bulunan altın tozu, çarpışmanın etkisiyle her tarafına saçılarak, Frida’nın kanlı bedenini altın serpiştirilmiş görüntüsüne dönüştürmüştür. Çevreye toplanan meraklı izleyiciler,’’Küçük balerine yardım edin!’’ diye bağrışmaktadır.
O zamanlar otobüsler pek güvenilir değilmiş, yeni yeni kullanıma girmiş ve çok ilgi görürlermiş. Tramvaylar bu yüzden hep boşmuş. Şemsiyesini aramak için inip başka otobüse binermiş insanlar. Tuhaf, ağır, yavaş bir çarpışma herkesi sarsar ama bundan en derin Frida etkilenir. ’’Bir tek damla akmadı gözümden ve demir çubuk bir kılıcın boğaya saplanması gibi beni deldi geçti.’’ Alejandro’nun, demiryolları çalışanı olduğunu tahmin ettiği tulumlu bir işçi, Frida’ya bakarak; ’’Bu ondan çıkarılmalı!’’der. Soğukkanlılıkla demir çubuğu, kırılan korkunç kemik sesleri arasında Frida’nın bedeninden çekerek çıkarır. Alejandro dehşet çığlıkları içinde, acıdan çığlıklar atan Frida’yı kucaklayarak yolun karşısına taşır; bir masanın üzerine koyarak, lime lime olmuş paltosunun artıkları ile sarar ve iniltiler içinde ambulans beklemeye başlarlar. Yaralılar yakındaki Kızıl Haç Hastanesine götürülür. Gelenler acil tıbbi yardım alması gerekenler ve tek ayağı çukurda olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Frida ikinci gruptakilerde yer alır. Şaşkınlığını üzerinden atmaya başlayan Alejandro, yoğun ve ısrarcı davranarak doktorları ikna eder.
13 13
Kaza sırasında oluşan yaraları doktorlar şöyle tanımlıyor: ’’Üçüncü ve dördüncü omurgalarda kırık, leğen kemiği kırıkları, sağ ayakta kırık, sol dirsek çıkığı, sol kalçadan girip ilerleyerek genital bölgeden çıkan demir çubuğun oluşturduğu karın bölgesi yara. Akut karın boşluğu iltihaplanması, sürekli drenaj gerektiren sistik.’’ Frida her zaman demir çubuğun uterusunu delerek, vajinasından çıktığını iddia eder ve ‘’Bakireliğimi o zaman yitirdim derken; Alejandro,’’Yara çok daha yukarıdaydı ve pelvis kemiğine rastlıyordu, çıkış yeri Frida’nın başka yerlerini gizlemek için bulduğu uydurmadan başka bir şey değil’’ demektedir. Frida bu kazayı başka nedenlerle birlikte doğum yapmasını engelleyen en önemli neden olarak tanımlamaktadır.
Bir notunda Alejandro’ya,’’Ölüm, geceleri dans ediyor etrafımda, bu hastanede…’’demesine rağmen gençliği ve yaşam dolu karakteri iyileşmesini sağlar. Bir ay kadar sonra, kırıklarının alçıları nedeniyle devinimsiz olmak üzere evine taburcu edilir. Şöyle bir yorumu vardır:’’En azından kel (kurukafa) beni almadı’’ der. Yatağına bağlı olarak annesinin marangoza yaptırdığı yatağına monteli sehpada yalnızlığından ve sıkıntılarından kurtulmak için resim yapmaya başlar. Yatağının karşısındaki aynaya bakarak yaptığı oto-portreler belki de sanat tarihinin en çarpıcı portreleri olarak ortaya çıkmıştır. 5 Aralık 1925’te şunları söyler: ’’Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam.’’Yalnız Frida’nın değil ailesinin de bu durma alışması uzun zaman alır. Sürekli alçı korseyle yatan, acılar içinde kıvranan kızlarının karşısında umarsızdırlar.
14
Kazadan sonra tüm yaşamı metal korseler, hastaneler, doktorlar, dinmeyen ağrılar, kesmeyen ağrı kesiciler; bağımlılık yapan diyazem ve morfinler arasında geçer… 32 kez ameliyat geçirir. 6 yaşındayken geçirdiği çocuk felci nedeni ile diğerine göre ince kalan sağ bacağı kangren olup kesilecektir. Acı ve travma ile yoğrulmuş, saçtığı sevgi ve tutku ile başkaldırıya adanmış, yaşamın adeta katlettiği Frida, 1954’te, akciğer ambolisi tanısı ile 47 yaşında son nefesini verdiğinde arkasında bıraktığı son tablosu, Yaşasın Yaşam isimli ölü doğaydı…
Bellek, acı vereni filtreleyerek onu anımsamak istediği forma uyarlamış ve bir çarpışmanın etkisiyle deha kendini göstermeye başlamıştır. İnsan oluşun kırılganlığı ve yetkinlikten uzak oluşu, resimlerinde imgelerle bedensel ve tinsel acının nesnel olarak ortaya konmasını ve içsel bir derinliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yenilmişliği her zaman yadsımış, yaşamı doludizgin kovalayan, mutlu, dışadönük, akıllı, hayat dolu, eğlenceyi seven, aşırı tütün ve alkol kullanan, aykırı, aşık, küfürlü ve deyimli sözleri kullanan bir portre Frida… Yaşamın belli dönemlerinde her iki cinse de eğilimli olan Frida son yıllarında eşcinsel olmuştur...
Ressam olan kocası Diego’nun onu başkasıyla aldatması, onu bu ziyan ve karışık ilişkilere itmiştir. Yaramaz gözlerinden fışkıran kadınsı sıcaklık, saçına takmayı sevdiği taze çiçekler ve zeki espri yeteneği sonucu portrelerinde hiç yer alamayan ancak dudaklarından hiç eksilmeyen gülümsemesi çevresinde iz bırakmıştır.
Sömürgeci Amerikan sistemin karşısında Diego ile birlikte yer almış; kültür ve geleneğini, Meksikalı duruşunu korumuştur. Bağımsız kişiliği, tutkuları ile devinişi; sosyal kalıpları kırmasını geciktirmemiştir. Gerçeküstü sanat akımına yakın bulunsa bile o zamanın tüm sanat akımlarına soğuk bakmıştır. Düşüncelerindeki duruluğun yansıması, tekniğindeki renk ve figür gücü olarak izleyicinin karşısına çıkar. Bu duruluk aslında özgünlükte aranan özgürlüğün kükreyen sessizliğinden başka bir şey değildir. Özlem Yılmaz
15 15
Yaratmak hiç olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak mıdır, yoksa zaten var olup da bizim göremediğimiz potansiyeli ortaya çıkarabilmek mi?
B
iz insanoğlunun hiç olmayan bir şeyi yaratması bugüne kadar görülmemiştir. Ancak yaratım ve yaratıcılık üzerine çok kafa yorduğumuz doğru. Hem var oluş nedenimizi anlamak için hem de kendimiz olmak için yaratıcılığı merak ederiz. Hepimiz her an, bütün eylemlerimizde yaratıcılığımızı geliştirebilir ve an be an yaratıcılığımız geliştirebiliriz. Bu yazıda hep birlikte yaratıcılığı irdelemeye çalışacağız. YARATICILIK; bilinmeyeni bilinir kılmaktır. Yeteneklerimiz bilinmeyi bekliyor. Onları kullanarak bilinir kılmamızı bekliyor. Hepimizin yetenekleri farklı farklıdır ve sahip olduğumuz koşullar onları ortaya çıkarmamız için en uygun olan koşullardır. Yetenek yetmez, bir şey daha, beklenilenden fazlasını vermek gerekir. Kalpten katılım (içtenlik), ve adanmışlık, mutluluk için gereklidir. Yapılan işle tamamen bir bütün olunmalıdır. Bazen de yeteneklerimizi bilinmekten alıkoyan, kendimizi fazla ya da az değerli bulmaktır. Haklı olduğumuz düşüncesi savunma sistemlerimizi etkin kılar. Oysa mutlu olma çabası, yeteneklerimizi yaratıcı ve üretken hale getirir. Psikoloji insanın bir yönünü ele alır ki, tam olarak duygu ve düşüncelerden ötürü giriştiğimiz davranışlarımızı inceler. İçine, hafıza- bilinçdikkat- konsantrasyon- alışkanlıklarımız- duyumlarımız- motivasyonlar ve erdemlerin yansımalarını alır. Yazıma başlamadan önce hepinizi yarım dakika amaçlarınızı düşünmeye davet ediyorum. En son ne zaman bir amaç için çabaladınız? Fiziksel ya da duygusal bir ihtiyacınız dışında bir amacınız olduğunu hiç düşündünüz mü? İnsanı harekete geçiren, ona can veren ve onu hareket ettiren nedir? Fiziksel ihtiyaçlarını ya da duygusal gerçeklerini düzenleyen nedir? Sırasıyla yanıtlamaya çalışalım. Bilgileri biriktirdikçe ve birleştirebildikçe, yanıtları birlikte bulacağız.
Genel olarak, yaşamın bize istediklerimizi vermesini, problemlerin kendiliğinden çözülmesini ve olayların bize kendimizi mutlu hissetmemiz için neşe vermesini bekleriz. Her zaman neşeyi dışarıda ararız. Dışarıdaki şeylerde mutluluk arıyoruz ya da kendi hata ve acılarımız için suçlayabileceğimiz şeyleri bulmak çabasına giriyoruz. Ve bu şekilde dünyayı görme şeklimize göre ve anlayışımıza uysun uymasın genel olarak şeyleri, insanları, olayları neşeli ya da üzücü olarak niteliyoruz.
16
‘‘
insan kendine dürüst kalmadığı, üretken ve etkin olmadığı, karşılıklılık ruhu içinde ‘‘ Birbaşkalarıyla ilişki kurmadığı sürece, kendi insanca becerilerini geliştiremeyecektir.
Bazılarına keder olan, bazılarına zevk verebiliyor. Yağmurlu bir gün- herhangi bir müzik eseri- şiirmehtaplı bir gece algılama farklılıklarımız nedeniyle hepimizde farklı çağrışımlara neden oluyor. COŞKU: Latince, ‘enteos’ sözünden köken alır. Yasanın, evrensel düzenin, birliğin içinde olduğunu bilmek fark etmek anlamına gelir ve birliğin farkına vardığımızda artar. İMAJİNASYON: Düşüncelerimizin ve duygularımızın ( imgeler ile ifade bulur) sürekli olarak birleştirilmesidir. Düşüncelerimizin diğer düşünce biçimleriyle birleşerek gelişimi ve geleceğe yansımasıdır. Yaşamda sürekli olarak, duygu ve düşünce dünyamızda birikimler yaparız. T.V- RADYOOKUL- ÖYKÜNME- İMRENME ya da örnekler alma biçiminde imaginasyonumuzu geliştiririz. Zihnimizde biriktirdiklerimizin ne kadar farkındayız? Ya da ne kadar bilinçle biriktiriyoruz? Olumlu ve olumsuz deneyimler, düşünce dünyamızda bir form halinde yaşarlar. Ne zaman onları hatırlarız ya da çağrıştırırız, İŞLEM BAŞLAR. YARATICI ZEKA: Yeni fikirler geliştirme, sorunları özgün yollarla çözme ve hayal gücüdür. Davranışlar ve verimlilik açısından başkalarından farklı, ayırt edilir olmaktır. Yaratıcı zeka çeşitli faktörleri içerir. Bunlar öğrenilebilir ve öğretilebilirdir. En önemli engelleri; 1-Kişisel benin gururu, 2-Divizm: kendini mükemmel ve hayran olunacak biri gibi hissetmek. Aynı anda iç sıkıntısı gelişir, takip edilen ve anlaşılamayan biri gibi de hisseder. 3-Sahip olduğu bilginin gururu ve kibiri içinde olmak, 4-Aşkın bir ideale, amaca sahip olmamaktır.
YARATICILIĞIN İÇERDİĞİ FAKTÖRLER 1-SAĞ VE SOL BEYİN diye tanımlanan fonksiyonlarımızı birlikte kullanabilmek. Sol beyin, sözcükler-mantık- sayılar- ardışıklıkdoğrusallık- analiz- listeler Sağ beyin, ritim- uzaysal farkındalık- boyut- hayal kurma- hayal gücü- renk- holistik bilinç. Zayıf olduğumuzu düşündüğünüz alanlarda, iyi bir rehber eşliğinde, düzenli çalışmalarla, aynı fizik kaslarınızı güçlendirir gibi, beyin işleyiş fonksiyonlarınızı geliştirebiliriz. Bizim anlamamız için bölerek düşündüğümüzü, aslında doğamızın hep birlikte işlediğini düşününüz. Hangi yöne yönelmişsek, o yanımız gelişecektir. Bir örnekle konuyu daha iyi anlamaya çalışalım. Albert Einstein: yüzyılın en büyük dahisi kabul edilmektedir. Aslında kendisi yoksul bir öğrenciydi. Hayal kurmayı, ders çalışmaya tercih ederdi. Sonunda huzuru bozduğu gerekçesiyle okuldan atıldı. Gençliğinde, matematiğin ve fiziğin yaratıcı yönü ona ilham verdi. Bu arada Michelangelo’nun çalışmalarından etkilendi. Bu çalışmaları derinlemesine inceledi, ilgi alanları onu hayal gücünü zorlamaya teşvik etti. Sonunda bugün çok ünlü olan hayal oyununu diye bildiğimiz YARATICI ZEKA OYUNU’nu keşfetti. Burada kendine karmaşık bir soru soruyor, sonra kendini özgür bırakıyordu. Zihnimiz sayısal bir doğru üzerinde çalışmaz. Düşünce patlaması gibi, ışınsal olarak her yöne dağılan düşünceler üreten zihnimizin işleyiş sistemini bilerek kullandığımızda zihinsel dağınıklık değil, yaratıcılığı yaşarız. En ünlü oyununda A.E. güneşin yüzeyinde olduğunu, güneş ışınlarından birini kaptığını, hemen oradan uzaklaşıp uzayın derinliklerinde seyahat ettiğini düşünüyordu. Yolcuğu sona erdiğinde her seferinde başladığı yere geri döndüğünü fark ediyordu. Bu mantıken imkânsızdı. İnsan sonsuza dek aynı çizgide dümdüz ilerleyip, başladığı yere varamazdı. Defalarca tekrarladıktan sonra fark etti ki, hayal gücü ona gerçeği söylüyordu. Başladığı yere geri dönüyorsa; uzay- sonsuz dediğimiz kavram, bir şekilde eğri ya da kıvrımlıydı ve bir sınıra sahipti. A.E. en sağlam görüşlerinden birine böyle ulaştığını anlatıyor. Bu keşfini sadece sol beynini ya da sağ beynini kullanarak gerçekleştiremezdi. Resmi bir bütün olarak görmek önemlidir. Bu beynin iki taraflı yaratıcı kavrayışına mükemmel bir örnektir. Bir de sağ beyini etkin bir yaratıcı olan Beethoven’i incelersek, onun da nasıl iki tarafını birlikte kullandığını görebiliriz. Kavgacı, sorgulayan, tutkulu kişiliğiyle, özgürlüğe düşkünlüğüyle, her türlü zorbalığa ve sansüre karşı oluşuyla, sanatsal ifadelerin özgür olması için verdiği kıyasıya mücadele ile tanınır. Genel olarak dehanın asi modelinin mükemmel bir örneği olarak kabul edilir. Bütün bunlar doğrudur ve yaratıcı dehanın geleneksel yorumuna uymaktadır. Ancak, pek çok müzisyen gibi, aynı zamanda inanılmaz bir matematikçiydi. Müziğin de temelinde sayılar vardır ve diziler bir mantıkla birbirini izler.
17
17
B. Müzikal metronomun kullanılmasına ilk öncülük eden kişidir. Görülen o ki organlarımız aslında birlikte çalışıyor. Biz kendimizi sınırlamaz, kalıplara sokmazsak o bize yardım ediyor. 2- NOT ALABİLME ve İLİŞKİLENDİRME Kağıt ve kalem kullanarak beyninize yardımcı olun. Not alırken renkler ve imgeler kullanın. Sözcüklerin dili imgelerin dilinden sonra gelir. Tarihte gördüğümüz pek çok yaratıcı sayfalarca notlar almış, imgeler kullanmıştır. Bugün Leonardo’nun hala çözülememiş defter notları vardır. Genellikle bir ağaç gövdesinden ayrılan dallar gibi şematize edilmiş olan çalışmalar görülür. 3-FİKİRLERİ İFADE EDEBİLMEDE AKICILIK Bu da sürekli pratik yaparak gelişebilecektir. 4-ESNEKLİK önceden var olan fikirleri ters yüz edip yeniden gözden geçirebilmeyi içerir. 5-ÖZGÜNLÜK: sadece size ait, alışılmadık, fikirler üretebilmedir. Biz nasıl yaratıcı olabiliriz? Belki hiç bir yeteneğimizin olmadığını düşünüyoruz. Bu güne kadarki yaşamınızda, farkında olmadan kim bilir neler yarattınız? Yaratıcı olmak bir Leonardo, ya da bir Van Gogh olmak diye düşünüyorsunuz. Oysa yaratıcılık tüm yaşamımızda gerekiyor ve belki de siz musluğu tamir ederken, mutfakta yemek yaparken ne kadar da yaratıcısınız. Yalnızca okul sıralarında aldığımız eğitimle desteklenmediğimiz için yaratıcı olmadığımızı düşünüyoruz. Aslında herkes yaratıcıdır. Yalnızca iyi rehberler edinememiştir. Yaşantınızı düzenlerken, içinizden gelen yeniliklere kulak verin. En büyük yaratınız, bugün sahip olduğunuz yaşamınızdır. Her birimizin içinde, gün ışığına çıkarılmayı bekleyen, dolu dolu yaşama özlemi içinde kıvranan ince Güzel bir SİZ var. Bu içimizdeki heykeldir. Hepimiz içimizdeki ince güzel SİZ’i yaşama geçirebiliriz. Aynı bir heykeltıraş gibi... İnce ince, küçük küçük adımlarla, yılmadan bu çabaya başlama zamanı, tam bu andır. Kendimize değil de yaşadığımız olaya, işe, aşkın bir şekilde dört elle sarıldığımızda, kalbimiz şafaktaki kuş gibi şakımaya başlar. Kişinin etkin olabileceği bir alan bulmak, anlamlı bir değişim yapmak adına önemli bir adımdır.
YARATICILIĞIN İÇERDİĞİ FAKTÖRLER BAŞARI KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREBİLMEKTİR. •
Hayallere sahip olmak ve risk almak gereklidir.
• Problemlerin görünürdeki anlık çözümlerinin asla kalıcı olmayacağını bilmeliyiz. Kurgularımızı kontrol edebilmek ve olumlu imaginasyon için; •
Hayal gücümüzü kontrol,
• Dikkat; bilincin içine girenleri dikkatle ayıklamak, kendini tanımak, •
Kendimizi geleceği oluşturmak üzere hazırlamak,
• Olumlu ve yaratıcı fikirleri beslemek, geleceğe ilişkin acılar uyandıracak hayallerden kendimizi korumak, • Zaman zaman kendimizi olumsuz düşüncelerden tümüyle arındırmak. Küçük molalar vermek ( müzik dinlemek- resim yapmak- doğada yürüyüş yapmak- suda ceviz kabuğunu yüzdürmek- ateşi seyretmek-vb ), • Günlük yaşamınızda da yaratıcı olmaya özen gösterin. Masa düzenlemekten bütçe oluşturmaya kadar her konuda size özel planlar yapabilirsiniz. •
Vaktinden önce mutsuz olmamak,
• Geliştirici fikirlerin gücünden yararlanmak; kendinize örnek alabildiğiniz yaratıcı insanları gözlemleyin, inceleyin. Örneğin; -Leonardo Da Vinci, sınırsız yaratıcılığıyla ve yepyeni şeyler ortaya koyduğu için, - Buddha, benliği derinden keşfedebildiği, en büyük acıların ve yoksunlukların üstesinden gelme becerisini geliştirdiği için, - vb örnekler çoğaltılabilir. Diğerlerinin olumsuzluklarının içimize girmesine izin vermemek...
18 18
FİLİZ KARTAL
ahmedsami
Unutmayalım, ne olmak istiyorsak, o oluyoruz. Hepinize, coşku ve yaratıcılıkla dolu günler dilerim.
BORNOVA’NIN KÜTÜPHANELERi Toplam 49 kişi burada hizmet vermektedir. Kütüphanede 160.000’e yakın kitap, 40.000 elektronik kaynak bulunmaktadır. Bu güne kadar 500.000 basılı dergi bulundurmuş, günümüzde ise 500 sürekli dergiye abonedir. Kütüphanede yayınların bibliyografik bilgilerine kütüphane otomasyon programı INNOPAC aracılığı ile internetten veya kütüphane içerisindeki tarama terminallerinden ulaşıla bilinir. Elektronik kaynaklara ise üniversite dışından BİTEM ile iletişime geçerek ulaşılınır. Ayrıca kütüphane içinde kataloglar da bulunmaktadır. Kitapların sınıflandırması ise DEWY sistemine göre 10’lu şekilde yapılmaktadır. Ayrıca her yıl ortalama 2000 kitap alımı olmaktadır. Bunlar üniversiteden ayrılan bütçe, kuruluşların ve gönüllülerin bağışlarıyla sağlanmaktadır. Bu kütüphanenin üniversite içinde olması sonucu aylık ortalama 5-6 bin ödünç kitap verilmektedir. Fakat hangi kitapların okuma oranının daha fazla olduğu anlaşılmamakta çünkü herkes kendi alanına yönelik kitapları almaktadır. Bornova’da bulunan diğer büyük kütüphane ise Büyük Park mevkiinde bulunan Atatürk Kitaplığı’dır. Bu kütüphane daha çok kitaplık şeklindedir. 2 kişinin hizmet verdiği kitaplıkta yaklaşık 15.000 kitap, 4 çeşit sürekli dergi bulunmaktadır. Son 5 yılda 10.000 kitap artışı sağlanmıştır. Yılda ortalama 500 kitap diğerlerine eklenmektedir.
K
itabın yararlarının anlaşılması ve sayılarının çoğalması sonucu kitaplıklar oluşmuştur. Kitaplıkların gelişmesi ile kütüphaneler meydana gelir. ‘’Kütüphane’’ Arapça ‘kitap’ kelimesinin çoğul şekline yer eki olan ‘hane’nin eklenmesiyle oluşan bir kelimedir ve ‘kitapların bulunduğu yer’ anlamına gelir.
Buraya yeni kitap alınırken dikkat edilen en önemli iki şey kalıcılık ve güncelliktir. Alımlar ise belediyenin sağladığı ödenek, vakıflardan gelen ödenekler ve gönüllülerin bağışları ile sağlanmaktadır.
Kütüphaneler günümüzde gerçek bilgiyi doğru ve direk olarak bulabileceğimiz yerlerdir.Eski çağlardan beri bu durum böyle süregelmiştir. Eldeki bilgilere göre ilk kütüphane, Asurlular zamanında kurulmuştur. Bornova’da bulunan birkaç kütüphanenin en büyüğü Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’dir. Üniversitede kütüphanecilik hizmetleri 1960 yılında başlamıştır. 1999’dan itibaren ise bina şeklinde bireysel hizmet vermeye başlamıştır.
19
Kitaplar konularına göre ayrılmış, soyadlarına göre sıraya konulmuştur. Kütüphanenin en önemli özelliği günlük gazete bulundurmasıdır. Bir kesim buraya sadece kitap okumak için gelmektedir. Kitap okuma oranları ise gün geçtikçe artmaktadır. Bunun sebebi giderek daha geniş raflara sahip olmalarıdır. Bu kütüphanenin küçük olmasının avantajı en çok okunan kitapların rahatlıkla tespit edilebilmesidir. Ayda ortalama 60-70 kişinin ziyaret ettiği kütüphanede en çok okunanlar güncel kitaplardır.
13 yaşındaki Şeyma Hanım’ın bilgilendirdiğine göre kütüphanede toplam 1040 kitap bulunmaktadır. Ayrıca kendine ait 3 aylık dergisi ve aylık bülteni olan kütüphanede farklı mesleklerden 6 kişi hizmet vermektedir. Onlar burada aldıklar teorik bilgileri pratiğe geçirme fırsatı bulmuşlardır. Zamanlarından fedakarlık ederek her gün nöbet değişimiyle kütüphaneye hizmet vermektedirler. Ve yükselen yıldız İskenderiye Kütüphanesi… Bu kütüphanenin tek idolü gerçek İskenderiye Kütüphanesi’dir.Yeni Yüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi bünyesinde, 2007 Eylül ayında gönüllülerin elleriyle yaptıkları kütüphane henüz çok genç olmasına rağmen çok büyük bir hızla gelişmektedir. Bunun sebebi kütüphanenin gönüllülük temellerine dayanmasıdır.
Bu kütüphane’nin kurulma amacı, bazı bilinçli gönüllülerin yanlış ve eksiklerden rahatsız olup insanlara rahatça ulaşabilecekleri bir kütüphane oluşturabilmektir.
Burada kitaplar DEWY sistemine göre sınıflandırılmıştır. Tamamen amatör ruha sahip gönüllüler olmasına rağmen en düzenli kütüphane bu diyebiliriz. Her kitap önce tamir edilip teker teker kaplanarak raflara konulmuştur. Bunun sebebi, kütüphanede severek çalışan gönüllü ve bilinçli insanların bu işi en iyi şekilde yapmaya çalışmalarıdır. Çünkü onlar belki de kitabın değerini en iyi bilenlerdir.
Burada, insanlara derslerde tavsiye edilen gelişim ve felsefe kitapları çoğunlukta bulunmaktadır. En çok okunan kitaplar ise bu konulara özgü kitaplardır. Bunlara örnek ise Bhagavatgita ve Platon’un Devlet adlı eseridir. Aylık ortalama 20 kitap ödünç verilen kütüphaneye her ay ortalama 10 kitap eklenmektedir. Amaçlanan sayı ise bir yılda 500 kitaptır. Kitap artışı tamamen gönüllülerin bağışlarına dayanmaktadır. Eğer siz de bir katkınız olsun isterseniz kütüphaneye yeniyuksektepe.bornava@gmail.com adresinden yada Bornova Şubesi’nden ulaşabilirsiniz. Şeyma Hanım’a desteğinden dolayı teşekkür ediyor, bu kütüphaneyi herkesin gelip görmesini ve seçilmiş kaynaklarından yararlanmasını tavsiye ediyoruz. Özellikle kaliteli felsefe kitaplarının okunmaya değerliliği sizi cezp edecek ve sizi müptela haline getirecektir. Ayrıca burada fikir alabileceğiniz güler yüzlü çalışanlar bulacak, kendinizi evinizde hissedeceksiniz.
Seda Öztürk 20
İHSAN OKTAY ANAR Bu sayıda tanıtacağımız yazar İhsan Oktay Anar. Anar ilk kitabı “Puslu Kıtalar Atlası”’ndan itibaren Türk edebiyatında hep dikkatleri üzerine çekmiştir.Türk edebiyatında çok özel bir yeri olan yazar İzmir’de yaşamaktadır.İstanbul’lu yazarların aksine mütevazi bir hayat süren Anar’ın kitapları her kitap müdavimi tarafından başucu kitabı yapılmaktadır.Fakat Anar ile aynı dönemde yaşayıp onun yazdığı metinleri okumayan bir çok kişinin varlığı bizi bu sayıda bir İhsan Oktay Anar incelemesi yapmaya sevk etti. Bunu yaparken kusurlarımız olacaktır.İhsan Oktay Anar’ın bir kitabındada dediği gibi “Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak” diyoruz ve böyle büyük , kelimelerin efendisi olan sayın Anar’ı tanıtırken yapacağımız muhtemel hatalar için başta özür dileriz. Müdavimleri için kitapları sabırsızlıkla beklenen Yazar’ı okumayanların okuyanlardan tek üstünlüğü; İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını ilk defa okuma şansıdır
“Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak”
Medyatik olmayan, çok büyük bir ustalıkla kurgular yaratabilen, tartışılmaz bilgi ve tarih hazinesine sahip, hayal gücü insanı şaşırtan yazar; yazdığı kitaplarla kendi okuyucu kitlesini yaratmıştır. Nasıl ki futbol bazen kimi “özel” oyuncular için izleniyorsa, bazı kişiler için de roman okumak İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını okumak içindir. Kitaplarında genel olarak insanın yaratma tutkusu, ölüme/ölümsüzlüğe olan zaafiyeti , insan ve şeytan arasındaki bitmek bilmeyen mücadele ve bilme arzusuyla yanıp tutuşan okur için birçok küçük hazine vardır. Kitaplarında tarih, felsefe ve zeka kolkoladır. Yazarın her kitabında çeşitli isim oyunlarıyla çeşitli tarihsel kişiliklere/tarihe mal olmuş olaylara ve inanç sistemlerine yaptığı göndermeler takdire şayandır. Yazar kendi dilini yaratmıştır. Kurgular içinde meraklısı için, satır aralarına küçük bulmacalar sıkıştırmıştır.
21 21
İhsan Oktay Anar’ın her kitabında küçük muziplikler de vardır. Mesela; bir kitabında 109.sayfa “yüzon” sözcüğüyle biter ve siz 110. sayfaya geçersiniz... Kitaplarında yaptığı kelime oyunları hiçbir zaman rastlantısal değildir. Hepsi ayrı birer anlam taşımaktadır. Bir kitabında Nuvârif adlı kahramanın adı tersten okunduğunda firâvun olmaktadır. Ve o kitabı okuyanlar için birçok mesajı ihtiva etmektedir. Bir kitabı hariç her kitabında Uzun İhsan isimli karakter vardır. Bu karakterin aslında kim olduğunu tahmin etmek zor değildir.
gibi Puslu Kıtalar Atlası’nda da doğu anlatı geleneğindeki fantastik atmosferi yaratan varlık, nesne, kişi, ve olaylardan büyük ölçüde beslendiğini, romanında da doğu anlatı geleneklerine özgü bir fantastik dünya yarattığını görmekteyiz. Anar kitapta "Düşünüyorum öyleyse varım"dan hareketle varoluşun temellerini sorgulayan Descartes'ın sistematiğini Uzun İhsan ‘ın kaygıları olarak kurar, sorgular.
İhsan Oktay Anar 1960 doğumlu; lisans, mastır ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yapmıştır. Halen aynı okulda öğretim üyesidir.
"Düşünüyorum, öyleyse varım", "Düşlüyorum, öyleyse varım"a dönüşür. "Gerçek" nerede bitiyordur, "düş" nerede başlıyordur bilinmez. Hangisi hangisine göre gerçek, hangisine göre düştür? Gerçek düş'e, düş gerçeğe karışır, dönüşür.
Anar’ın kitaplarını okumayanların okuma arzusunu yok etmeden aşağıda tanıtmaya çalıştık. Ya da Uzun İhsan tanıtmaya çalıştığımızımı hayal etti desek...
İşte bu karmaşa, bu "gerçek'ten düş'e, gidişli-gelişli sorgulamalar okuyucunun gözü önünde bir kaybolur bir görünür… Puslu Kıtalar Atlası, Bünyamin adlı bir delikanlının dünyayı ve hayatı tanımak için baba evini terk ettikten sonra yaşadığı maceraları konu edinir. Macera, sona erdiğinde roman kahramanı dünya kitabı (Puslu Kıtalar Atlası) nı okumuş, hayatı iyi ve kötü yönleriyle bizzat yaşayarak tanımış olur. Bu nedenle Puslu Kıtalar Atlası, esas itibariyle insanın asıl bilgiye ya da erdeme ulaşmak için çıktığı hayat yolculuğunda, -ki bu, dünya kitabını okuma yolculuğudurşeytan tarafından aldatılmaya, yok edilmeye çalışılması ve kahramanın şeytanı (kötülüğü) alt etmesi temasını işleyen felsefî bir romandır. Bütün bunlar, Puslu Kıtalar Atlası’nın tematik açıdan, hayatın engellerle dolu bir macera olduğunu, ruhun ancak bu zorlu engelleri aşarak erdeme ve mutlak gerçeğe ulaşabileceğini konu edinen tasavvufî öykülerle büyük ölçüde örtüştüğünü gösterir. Kitabın sayfaları elimizde erirken, son sayfalara geldiğimiz vakit kitabın kahramanı olan Bünyamin’in yaşadıklarının aslında babası olan Uzun İhsan’ın zihninde yarattığı bir düş ve kurmaca olduğu anlaşılır.
Puslu Kıtalar Atlası ;
İhsan Oktay Anar’ın ilk romanıdır. İhsan Oktay Anar bu kitabında öykü içinde öykü anlatma tekniğini kullanmıştır. Bir öykünün içine başka öykü yerleştiren yazar ilk öykünün ikinci öyküye çerçeve olmasını sağlamıştır. Kitap bir çerçeve örgü içine yerleştirilmiş birçok öyküyle akıp gider. Puslu Kıtalar Atlası, olay örgüsüyle olduğu kadar, fantastik atmosferiyle de dikkati çeker. Romanda okuru gerçekle gerçekdışı arasında ‘tereddüt’te bırakacak birçok fantastik olay, nesne ve varlık vardır. İhsan Oktay Anar’ın diğer yazdığı kitaplarda olduğu 22
Kitap okuyucuyu öyle bir rüyanin icine çeker ki, okuma süresince süren bu rüyada rüyayı gerçek ,gerçeği rüya sanır okuyucu. Kitabın son sayfasına gelindiği zaman”Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler,bu karanlığın ta kendisi değil miydi?” sorusuna cevap aranırken gözler "14 eylül 1992 Karsiyaka" tarihine takılır ve insanda derin bir ucurumdan aşagi düşme hissi uyanır. Bu histen kurtulmak için okuyucunun yapabileceği tek bir şey vardır ve okuyucu da onu yapar: Uzun İhsan’ın yeni kitabını yazıp bitirdiğini düşlemek…
KİTAB-ÜL HİYEL
isimli ikinci kitabıyla yeniden görünür.Kitab-ül Hiyel Mekanik Kitabı demektir. Fakat hiyel aynı zamanda hayal, hiyle anlamına da gelmektedir ve Arapça da yalnızca bir nokta bu anlamları ayırmaktadır. Bu kitap Puslu Kıtalar Atlasında da olduğu gibi tasavvuf ve felsefeden benzetmeler ve ayrıntılarla doludur. Ama bu benzetmeler öyle güzel yedirilmiştir ki kitaba bunları bilmeyen okuyucu da hiçbir sıkıntı çekmeden kitabı okuyabilmektedir... Kitapta yapılması düşünülen ve hatta bazıları yapılan silah ve aletlerin mekanik çizimleri okumaya zevk katmaktadır. Kitaptaki birçok cümleyi kurabilmek icin cok üst seviyede mekanik, mekatronik bilgi gerekiyor ki İhsan Oktay Anar cizimlerini de kendi yaptigi bu tasarilarin ifadelerinde kullandigi üslupla, boyle bir bilgi birikimi oldugunu da gözler önüne seriyor. Kitap genel olarak mekaniğin, tarihin, gücün, bilimin ve en önemlisi de bir düşün kitabıdır. Tüm karakterlerinde hayalleriyle yola çıkan, gücü arayan hırslı bireylerin olduğu eserdir. Mekanik gibi meraklısı dışında başkalarına hitap etmeyen bir ilmin içinde nasıl tarih ve düş olur sorusuna verilmiş en güzel cevaplardan biridir.Okuyucu bu kitabı bitirdiği zaman hayal ile hiyel arasında farkı yaratan o” noktanın “ esrarını çözmenin peşine düşer...
E F R A S İ Y A B ’ I N HİKAYELERİ üçüncü kitabıdır. Bu
eserde ölüm zamanı gelen ihtiyar Cezzar Dede’ye torunlarıyla vedalaşması için zaman tanıyan ölümün tek şartı birbirlerine hikaye anlatmalarıdır. “Ölüm” , ”Cezzar Dede“ ile birbirlerine hikaye anlatırken isimleri cennetin katları (selam, aden, meva, elhalid, makame, naim, heyevan, firdevs) olan mahallerde Uzun İhsan’ı aramaktadırlar. Çünkü “Ölüm” ün listesinde sırada Uzun İhsan vardır. Ölüm’ün Cezzar Dede ile yaptığı bu yolculuk her seferinde ”Ölüm ” tam Uzun İhsanı yakalayıp canını alacakken bir karışıklık olur ve Uzun İhsan kurtulur ve diğer hikaye başlar. Bu durum insana İhsan Oktay Anar’ın hikayeler yazdıkça aslında ölümden kaçtığı hissini uyandırır. “Ölüm” ve “Cezzar Dede”nin birbirlerine korku, din, aşk ve cennet üzerine 8 farklı öyküyü anlattığı kitap terim kullanmaya ya da yorucu ifadelerle analizi gostermeye calisilmayarak okuyucunun daha cok sevdigi sekilde olay kurgusunda kendine yer bulmasına ve akiciligin artarak sürmesini sağlamıstır. Tiyatroya da uyarlanan eser 2001-2002 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatroları’nda sergilenmiştir.
AMAT
İhsan Oktay Anarın dördüncü kitabı dır. Amat kitapta hikayenin geçtiği Kalyon’un ismidir. Bu kitapta bizi bir sürpriz beklemektedir. Kitapta Uzun İhsan yoktur! Amat Uzun İhsan’ı almadan limandan ayrılmıştır! Acaba Uzun İhsan İstanbul’un dışına mı çıkmamaktadır yoksa denizi mi sevmemektedir? Bu sorunun cevabını Anar’ın diğer yazacağı kitaplarda aramaktan başka yapacağımız bir şey yoktur şu an için.
23 23
eye başlamasıyla, aşk acısı çeken Paşa hazretlerinin genç yeğeninin son nefesini vermesine neden olan babası Veysel’i atıldığı zindandan kurtarmak. İkinci görevi cimriliğiyle nam salmış dedesi Kalın Musa’nın, oğlunu kurtarmak için ödemesi gereken altınlarından ayrılamadığı için geçirdiği felci iyileştirmek. Üçüncü ve en önemli sorunu da, can-ı cananı, biricik aşkı, yüzünü sadece bir kez görebildiği güzeller güzeli Nevâ’ya musallat olan hayaletten sevdiği kızı kurtarmak. Alt metinde ise Şeytan’ın Tanrı’ya karşı açtığı savaşı ve ölümsüz olma ihtirasını ‘musiki/ hayat nefesi’ bağlamında konu ediniyor; yani romanda ulaşılmak istenen güç, Tanrısal hayat nefesiyle üflenen nağme; ölümsüzlüktür.
Anar bu kitabında da hikayeyi anlattığı zamanın hakkını vermek adına birçok Osmanlıca ve Farsça denizcilik terimi kullanmıştır. Anar’ın bu kadar çok çağımızın insanının bilmediği kelime kullanmasına rağmen, Türkçe dışında kullandığı sözcükleri öylesine ustaca kullanır ki cümle içindeki bilmediğiniz o sözcüğün ne anlama geldiğini hemen anlarsınız.Bu kitapta adı ölüm ve felaket anlamına gelen 247 meşe ağacından yapılmış ve kaptanı bizzat şeytan olan bir gemide; geçmişte türlü günahlara bulaşmış en az bir kişiyi öldürmüş 247 kişi olan mürettebatın ölüme yolcululuğunu anlatan kitap şimdiden bir klasik olmuştur. Birçok aydının hayatla ve ölümle ilgili görüşleri de kaptanın kütüphanesinden seçtiği kitaplardaki alıntılarla okuyucuya sunulur. Ölümsüzlüğün bilgisine erişmek isteyenler için çok iyi bir kütüphanesi vardır kaptanın. Her kitabı okumaya izin verir ama bir kitap hariç… Kitabı okurken başınız döner. Bunun sebebinin Anar’ın size düşündürttüğü kavramlar mı, yoksa Kalyonun bir sağa bir sola yalpalamasımıdır, anlayamazsınız. Kitabı bitirdikten sonra, ne zaman birşeye pişman olsanız dudaklarınızdan “Emilio Santos ölmemeliydi.” kelimeleri dökülür. Amat’ı okumayanlar sizi garipsese de kitabı okuyanlar sizi çok iyi anlayacaktır... Ve bir Kalyonun güvertesinde sırtımıza vuran soğuk rüzgarın eşliğinde “Emilio Santos ölmemeliydi.” derken İhsan Oktay Anar’ın son kitabı ufukta görünür; Suskunlar. İhsan Oktay Anar’ın diğer romanları gibi “Suskunlar” da basit birkaç cümleyle özetlenecek türden bir kitap değildir. Konuyu kısaca,okumayanların okuma arzusunu öldürmeyecek şekilde şöyle anlatabiliriz; Kitap Davut adında bir gencin çözmesi gereken üç sorun etrafında toparlanabilir. Davut’un çözmesi gereken ilk sorun, yürek paralayan hüzzam eserin kemençesinden dökülm-
24
SUSKUNLAR diğer kitaplarında olduğu
gibi Anar bu kitabında da mitoloji ve kutsal metinlerden beslenerek yarattığı kahramanları sayesinde okuru eşsiz bir gezintiye çıkarıyor. Bir önceki kitabında denizcilik litarüterinde yaptığı çalışmayı gözler önüne sererken bu sefer musiki literatüründe yapmış olduğu çalışma gözler önündedir. Sufizme yaptığı atıflar ders niteliğindedir. Kurgulama tekniği yanında, dil ve anlatım da Suskunlar’ı edebiyatımızda çok özel bir yere taşıyor. Yoğun bir araştırmanın ürünü olan; müziğe ve tasavvufa ilişkin zengin söz hazinesi, kahramanları, Osmanlı dönemi tarih ve din kitaplarından, meddah öykülerinden süzülüp gelen ‘öyküleme üslûbu’, romanın tarihsel atmosferinin oluşumunda önemli bir pay sahibi oluyor. Kurân, Tevrat ve İncil’den gören gözler veya duyan kulaklar için birçok iz olmasının yanı sıra bu izleri farketmeyenler içinde çok eğlenceli bir kitap olması Suskunlar’ın en başarılı yanıdır. Suskunları okuyan okurlar şu anda susmuş ve İhsan Oktay Anar’ın yeni bir kitap yazdığını düşlemektedir...
Erkan Sihir
‘‘Dinle neyden kim hikayet etmede Ayrılıklardan şikayet etmede Der kamışlıktan kopardılar beni Nalişim zar eyledi merd ü zeni Şerha şerha eylesün sinem firak Eyleyem ta şerh-i derd-i iştiyak Her kim aslından ola dur ü cüda Rüzgar-ı valsı eyler mukteda…’’
mesnevi
25 25
Mesnevi’nin kelime anlamı “ikili”dir. Mevlana’nın bu ölümsüz eseri İslam Felsefesi’nin en üst düzeylere ulaştığı tasavvuf cereyanıyla gurbette olmanın acısı ve sılaya duyulan özlemin kucağında doğmuş bir bebek gibidir. Eser Kuran-ı Kerim’den esinlenerek yazılmıştır. Bu eser, Mevlana’yı 13. yüzyılın Anadolu sufileri içinde yüksek tefekkür heyecanıyla göksel aşk ve ilhamı birleştirerek; bunları şiir sanatının ölümsüz bir eseri haline, en büyük sufi şairi haline getirmiştir. Mevlana, İslam Panteizmi’nin ‘’hakikat’’ adını verdiği Allah’a, yani sonsuz öze bilgi, fikir, sanat, heyecan ve bunların hepsinden üstün bir göksel aşk ile varmak isteyenlerin en büyüklerindendir. Eser, varlıkta birlik anlayışını bir takım hayali veya realist hikayelerle; insanlar arasında olduğu kadar hayvanlar arasında geçen olaylarla; benzetme ve konuşturma sanatlarını kullanarak yazılmıştır. Basit olaylardan akıllara hayret verecek dersler, hikmetler ve neticeler çıkarmakta tam bir deha göstermiştir. Mevlana bu eserini olgunluk döneminde, hayatında önemli yeri olan Şems-i Tebrizi’nin ölümünden sonra yazmaya başlamış; 18 beyitten sonra o söylemiş öğrencisi olan Hüsameddin yazmaya devam etmiştir. Eserde en çok vurgulanan konu insan ve tanrı sevgisidir. Bu yüzdendir ki, dünyanın dört bir yanında okunmakta ve beğenilmektedir. Anlatılan sevginin sebebi insanın bu dünyada bir gurbet yaşamasıdır. Özünden kopup gelen varlık bu dünyadaki acıyı çekerek tekrar özüne yani koptuğu ağaca dönecek bir yaprak gibidir. Bu sebeptendir ki eserde temel ses neydir. İnsan neyle bağdaşlaştırılarak gurbetin acısını çeker. Ve Mevlana artık dinler ırklar üstü bir birlik oluşturarak tüm insanları bir çatı altına toplayıp tek bir amaç benimser; tanrıya ulaşmak… Bir nur, aşk ve kudret sentezi halinde var, iyi ve güzel olan Allah’dan, bir gün ona tekrar kavuşmak için ayrılan tinin bütün macerası, tekrar ona kavuşmak için bütün hicranları, arayış ve buluşlarıyla bir madde ve ihtiras yuvası olan nefsin buna engel olmak yolundaki bütün bedensel davranışları bu kitapta anlatılmaktadır.
26 26
Eserde musiki çok önemlidir. Kullanılan ses ise ney sesidir. İlk satırlarda da yer alan ney, insanla en çok ilişkilendirilen enstrümandır. Ney ermiş insanı temsil eder, koparıldığı sazlık ise insanın Allah’la beraber bulunduğu alem anlamına gelir. ‘‘Ney’in şöhretli sadası ateştir, onu hava zannetme Kimde bu ateşi yoksa o insan, çareyi yoklukta arasın…’’ Bu sembolizmin anlamı olarak insanda biri hayvani, öteki insani iki ruh bulunduğu; fakat tendeki ilahi ruhu görebilmek için, nasıl ney toprağı ve suyu terk etmiş ve bu yüzden sinesi delik deşik olmuşsa, tıpkı bunun gibi, insanında sinesini ney gibi aşk ateşiyle yarık yarık olarak maddi heveslerden kurtulması gerektiğini, kul ve Allah arasına gerilmiş büyük perdenin yerler gökler olmayıp insanın kendisi, nefsi olduğu; Allah’ın zann’la değil yakın bilgisiyle bilineceği; ömrün acıyla, yanlışla geçen günlerinin O’na kavuşmanın manası olduğunu anlatır. ‘‘Bizim derdimizden günler bi-gah oldu Günler nice yanlışlara yoldaş oldu Günler geçiyorsa geçip gitsin Ancak, en temiz, en güzel ve ölümsüz olan! Sen kal… Balıklar denizin içindedir, fakat suya kanamazlar Rızkı olmayan için günler uzundur…’’ Mesnevi, yazıldığı günden beri başta İslam coğrafyası olmak üzere farklı kültür ve coğrafyalarda derin tesirler uyandırmıştır. Zira Mevlana bu eserinde İslam’ı, imanı, Allah kudretini, büyüklüğünü sevgisini ve onun sevgili peygamberinin yolunu, sünnetini anlatmıştır. Mesnevi-i Şerif mutlaka okunması gereken bir başyapıttır. İslam felsefesini belki de en iyi anlatan bu eser bize hayatın amacını, dünyanın ortak dili olan göksel aşka duyulan sevgi ve özlemi açıklar. Bu ölümsüz yapıt dünya durana dek insanları sevgiyle birleştirmeye devam edecektir… Seda Öztürk
2727
MEDENIYETLER VE KÜLTÜRLER DIYARI
ANTAKYA Özgürlük marşımızın şairi M. Akif ERSOY’un dizelerinde söylediği ‘’ŞUHEDA FIŞKIRACAK TOPRAĞI SIKSAN ŞUHEDA’’ tanımlaması, ülkemiz ‘‘CENNET ANADOLUMUZ’’ için az bile kalır. Ülkemizin her bir köşesi ayrı biz güzellikte... İşte onlardan bir tanesi, ya da üç-beş güzelden belki de en güzeli olan Antakya’mız, gezilip görülmesinin ötesinde kalınıp yaşanılması ve içselleştirilmesi gereken gizemli bir kentimizdir. Hatay, ya da tarihteki adıyla Antakya, İpek Yolu üzerinde olması dolayısıyla eski çağlardan beri medeniyetlere beşiklik eden, bağrında çeşitli kültürleri beslemiş, büyütmüş ve yaşatmış olan; krallıklara, devletlere başkentlik eden, buram buram tarih kokan, cazibeli bir kenttir Bir kenti hangi yönüyle ya da hangi bakış açısıyla anlatılsa tanırsınız, beğenirsiniz ya da sevip keyif alırsınız bilemiyorum. Kentleri tarihçiler mi, coğrafyacılar mı, arkeologlar mı turist rehberleri mi, sanatçılar mı ya da kadın ve çocuklar mı daha güzel anlatırlar dersiniz? Antakya, yedi tepeli kentimiz İstanbul için söylenen; ‘‘Onu anlatmak kitaplara sığmaz ya da ömür yetmez.’’ tarifinin küçük bir versiyonudur, diyebiliriz. İnsanoğlu tarih yürüyüşünde Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı MEZAPOTAMYA (Bağdat) uygarlığıyla ya da Nil Nehri’nin beslediği MISIR (Firavun) medeniyetiyle ilk yerleşik düzene bu diyarlarda, bölgelerde geçmiştir. Çünkü 5 adet hayvan evcilleştirilip 5 adet de tahıl yetiştirildikten sonra göçebe hayatı son bulmuştur. Antakya üç kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) giriş ve çıkış kapısı ve köprüsü konumunda olduğundan, tarihsel ve dinsel liderlerin ilgisine mahzar olmuştur. Doğudakiler de, batıdakiler de, güney ve kuzeydekilerde bu soylu ve tarifsiz güzele sahip olmaya çalışmışlardır. 28
M
ısır Kraliçesi KLEOPATRA, yazlarını geçirmek için Marcus Antonyus’la birlikte Defne’ye(Harbiye) gelirdi. Tarihi BENHUR filminde geçen arena sahneleri, bire bir burada yaşanmıştır! Hıristiyanlığın peygamberi olan Hz. İsa da 12 havarisinden biri olan Saint Pier’i Antakya’ya göndererek, onun ilk Hristiyanlarla Saint Pier mağarasında buluşmasını ve dinlerini yaymalarını istemiştir. Yani Antakya yukarıda da dediğimiz gibi üç kıtanın da etkisi altındadır ve ‘‘Kavimler Kapısı’’ ya da yerleşkesidir. Irksal ve dinsel etnisite’nin tüm renklerini, çiçeklerini bağrında bir ve beraber, ayırmadan yaşatır Antakya... Kentimizde ÇAN, EZAN ve HAZAN sesleri bir ahenk, bir hoşgörü, bir armoni içinde birbirine karışır; Hristiyan’ı, Müslüman’ı, Yahudi’si, Ermeni’si, Alevi’si, Sünni’si, Süryani’si, Çerkez’i, Bahahi’si bir tarih mozaiği, bir kilimin renkleri,motifleri yada uyumlu ve ahenkli bir orkestranın bireyleri gibidirler. Bizler bunu ‘‘Ne mutlu Antakyalıyım’’ kıvancıyla, gururuyla söylüyoruz
2929
İSOS HARABELERİ
Kuzeyde Adana’dan, Güneydoğunda G.Antep’den Hatay sınırlarına girdiğinizde, Körfezin ilk deniz kıyılarının yanında, Erzin ilçesinin kumsalıyla ünlü Burnaz Plajı, hemen yanı başında İsos harabeleri (su kemerleri), narenciye bahçeleriyle karşılar sizi. Dörtyol ilçesi, Amanos Dağı etekleri ise portakal ve mandalinalarıyla ünlüdür. Payas’ta, Sokullu Mehmet Paşa Kervansarayı görülmesi, gezilmesi gereken yerlerdendir. Hatay’ın en büyük, belki de kendisinden büyük ilçesi olan İskenderun; sahilleriyle, limanlarıyla, balıklarıyla yaşayan; neşeli, sıcak insanlarıyla dünyaya açılan bir kapımızdır. SOKULLU MEHMET PAŞA KERVANSARAYI
İSKENDERUN
30
Güzelyayla (Soğuk Oluk) sıcaklardan bunaldığınız o yaz günlerinde, orman içerisinde , Mehmetçik Suyu’yla ‘‘Oh!’’ diyebileceğiniz, dinlence, eğlence ve huzur yeridir. Daha güneye, sahile indiğinizde Arsuz ve Samandağ ilçeleri kumsallarıyla, deniziyle hala bakirliğini koruyan yerlerimizdendir. Samandağ’da Titus Tüneli’yle mağaraları, tarihi yerleri gezip, eğlenip, yorulup acıktığınızda, hemen yanı başında Harbiye (Tarihi Defne) beldesinde lezzetleriyle ünlü restoranlarda kendinize ziyafet çektikten sonra beldelerin o meşhur ipek kumaşlarıyla, defne yağından yapılan doğal sabununu da almalısınız.
3131
Antakya’da Kapalı Çarşı’yı ve Habib Neccar Camii’ni gezdiğinizde, kendinizi tarihin derinliklerinde hissedersiniz. Dünyanın ikinci mozaik müzesindeki o canlı, yaşıyormuş izlenimi veren tablolarla sanat eserlerini hayranlıkla izlemeye doyamazsınız. Antakya’yı yazarken ona hayat veren, onun çevresinde hayat bulan, belki de kaderini ve kalbini ona verdiğini düşündüğüm Asi Nehri’nden bahsetmeden geçemeyiz. Asi: Lübnan topraklarında doğarak, kıvrım kıvrım dolaşarak Antakya’yı ikiye böldükten sonra Akdeniz’e ulaşır. Asi, tarihteki o asi karakterini, o bölme özelliğini kentimizde de yansıtmış gibi görünüyor.
ASİ NEHRİ 32
Tabi ki Antakya’da bu kadar büyük medeniyet ve kültürler yaşamasının sonucu olarak yemek kültürü de gelişmiş ve zenginleşmiştir. Güney ve güneydoğunun zengin yemek kültüründe ortak olan kebapları, lahmacunları acılı ve baharatlı yemekleri Antakya’da da zevkle tadabilirsiniz. Saymak gerekirse: Borani, Obruk, İçli Köfte, Kağıt Kebabı, humus çeşitleri, Muhammara ve vazgeçilmez tatlısı Künefe sıralanabilir. Bir yanı Hristiyanlık, bir yanı Müslümanlık; bir yanı Alevilik, bir yanı Sünnilik; bir yanı zenginlik, bir yanı yalnızlık... Ama bir de sessizlik, hoşgörü, huzur ve bağlılık da Asi’nin ve Antakya’nın ortak özelliğidir. Bu kadar ilgiden, baskıdan, debdebeden bir zamanlar o da sıkılmış; daha doğrusu ilimiz, adıyla söylersek Hatay, bildiğiniz gibi Cumhuriyet Dönemi’nde bağımsızlığını ilan ederek kısa bir süreliğine de olsa Hatay Cumhuriyeti (Devleti) olmuştur.
Dedik ya, tarihin tüm zaman dilimlerinde tarihsel ve dinsel liderlerin ilgisine mahzar olmuştur diye. Bu kentin kültürü, medeniyeti, cazibesi M. Kemal Atatürk’ün de dikkatinden kaçmadığından ‘‘Hatay benim şahsi meselemdir!’’ ya da ‘’ Kırk asırlık Türk yurdu düşman eline bırakılamaz.’’ sözlerindeki kararlılığıyla o ağır hasta günlerinde bile Hatay’ın anavatan topraklarına katılması için çalışmıştır. Bu kadar tanıtmanın ötesinde en iyisi gelip görmeli Antakya’yı... Görmelisiniz, çünkü havasını solumadığınız, insanlarıyla iletişim kurmadığınız, paylaşmadığınız ya da içselleştirmediğiniz bir kenti ne kadar tanıyıp sevebilirsiniz? Sözün özü, damıtık bir ifadeyle Antakya’yı ifade etmeye çalışırsam: Hani derler ya ‘’Kadın gibi kadın…’’. Bu size neyi çağrıştırıyorsa ya da kadınları en iyi anlatan iki şiir ya da iki şair hatırlıyorum: Bedri Rahmi’nin ‘’Çatalkaram’’ ya da Nazım Hikmet’in gizemli mısralarıyla anlattığı, ‘Ağır oynak kalçaları ve zilleriyle, anamız, avradımız, yarimiz…’’ demez mi büyük usta; işte öyle bir şey... İşte, öyle bir şey... Faruk ATALAY 3333
34
35
Ş İ İ R G İ B İ B İ R K E N T. . .
izm
“Ben İzmir’im, Bir aydınlık kent olup Tanrıça bakışlarından. Ben İzmir’im, İyot kokusundan arınmış yüreğim. Ninnilerini dinlemiş çocukken Tanrıların, Mitoloji benim mayam. Üç güzellik bende toplanır; Gök, deniz ve toprak... Göğüsleri dağlı Amazonlar geçer gözlerimden dörtnala Smyrna daha güzel, daha büyük caddelerimde şimdi...” HÜSEYİN COŞKUNAY
ir
Roma İmparatorluğu Dönemi
Büyük İskender’ in ölümü ile parçalanan imparatorlukta komutanlarından Lysimachos Trakya bölgesini elinde tutmaktadır. EFES in tavsiyesi ile 13. üye olarak bağımsız İon kentleri arasına giren İzmir daha sonradan Lysimachos’un girişimleri ile kurulan Bergama Krallığının egemenliği altına girer. Bergama krallığına bağlı bir kent olarak İÖ. 133 yılına kadar yaşayan İzmir, bu yılda ölen Bergama kralı III. Attalos’un vasiyeti gereğince, krallık Roma İmparatorluğu’na katılınca, diğer İon kentleriyle birlikte Roma topraklarının bir parçası olur. Roma döneminde İzmir, imparatorluğun Asya’daki en önemli kentlerinden biri haline geldi. Tapınaklar, okullar, kültür sarayları, hastaneler, muazzam taklar, geniş caddeler, büyük bir mimari sezgi ile düzenlenmiş semtler, jimnazyumlar, koşu alanları ve tiyatroları ile İzmir dönemin en güzel Avrupa kentlerinden biriydi. İzmirliler, bu dönemde ticaret, bilim, eğitim alanlarında ilerlemişlerdi. Bu yüzden İtalya’dan, Yunanistan’dan, Adalar’dan ve Asya’dan birçok öğrenci okumak için İzmir’e gelmekteydi. Roma döneminden (M.S. 2. yüzyıl) günümüze kadar kalan önemli yapılardan biri de İzmir’in Namazgâh semtinde bulunan agoradır. Hippodamos şehir planına göre, merkeze yakın yerde üç kat halinde inşa edilmiştir. İzmir agorası İon agoralarının en büyük ve en iyi korunmuş olanıdır. İzmir Agora’sı kazılarında Roma döneminde yapılmış “Tanrı Posedion”un kabartma şeklinde enfes bir heykeli bulunmuştur. Bu heykel, “Tanrıça Demeter”in heykeli ile yan yana günümüzde İzmir Tarih Ve Sanat Müze’sindedir.
36
Bizans Dönemi ve İzmir’in Türk Şehri Olması
Roma İmparatorluğu MS. 395 yılında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölündü. Bu bölünmede Anadolu, dolayısıyla İzmir, Doğu Roma toprakları içinde yer almaktaydı. Bizans (Doğu Roma) döneminin başlangıcında İzmir’in gelişiminde ve canlı yapısında duraklamaya girilmiştir. Bizans’ın ilk dönemlerinde İzmir dinsel bir merkez olarak öne çıkmaktadır. Oluşan bu yeni kimlikle birlikte İzmir ilerleyen zaman içinde Bizans’ın başkenti Konstantinopolis düzeyine çıkarılmış ve diğer Anadolu kentlerinin başkenti olmuştur. İzmir bu tarihten sonra tekrar “kendi kendini yönetebilen kent” unvanıyla anılıyordu. İzmir’in idari ve dinsel bir merkez olmasına ek olarak, askeri açıdan da güçlenmesi, kentin kendini toparlamasını sağladı. Askeri, idari ve dinsel bir merkez olarak Bizans İmparatorluğu’nun Ege kıyılarındaki en önemli merkezi durumuna gelen İzmir’in, bu süreçte ticari açıdan da canlanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık olarak X. yüzyıl başlarında kurulan “Sisam Deniz Theması” nın merkezi olarak ta İzmir seçilmişti. Ancak çeşitli milletlerin Bizans İmparatorluğuna saldırmalarından İzmir de nasibini alır. Hatta bir dönem Emevi (MS. 665) egemenliğine girer. Nitekim Emeviler kente bir iki yıl gibi kısa bir süre egemen olmuşlar ise de, bu durum İzmir in bir duraksama dönemine girmesine neden olur. İzmir’in Türk şehri olması ise 1071 yılında Büyük Selçuklu ordularının Malazgirt savaşında Bizans İmparatorluğunu yenmesi sonrasında Anadolu kapılarının Türklere açılması ile olur. Bölgeye gelen Çaka Bey İzmir’i ele geçirir. Fakat ilk Türk egemenliği ancak 1095 yılına kadar sürecektir. Bu dönemden sonra İzmir tekrar Bizans İmparatorluğunun bir şehri haline gelmiştir. İzmir’in tamamı ile Türk egemenliğine girmesi XV. yüzyılın başında Timur’un İzmir’e bir sefer düzenleyerek, Rodos şövalyelerinin egemen olduğu Liman Kale’yi ele geçirmesi ve onu yıktırarak İzmir’i Umur Bey’in torunu Aydınoğlu Cüneyt Bey’e vermesi ile olur. 1426’da da Osmanlılar, Aydınoğlu Beyliği’ne son vererek, Batı Anadolu ve İzmir’i egemenlikleri altına alırlar. Bizans döneminden günümüze dikkat çekici her hangi bir kentsel unsur ulaşamamıştır. Hatta Bizans’ın İzmir’e kazandırmış olduğu dinsel kimliğin getirisi olarak çok tanrılı bir dine sahip olan Roma İmparatorluğu dönemine ait olan birçok eser tahrip edilmiş ve taşınmıştır. Roma ve Bizans dönemlerinden arkeolojik buluntular İzmir Tarih Ve Sanat Müze’si ve İzmir Arkeoloji Müze’sinde sergilenmektedir.
İzmir Arkeoloji Müzesi*
Konak’ta Bahribaba Parkı içinde 5000 metrekarelik bir alanda yapılan müze binası 1984’de açıldı. Teşhir salonları yanında laboratuvarlar, kütüphane, fotoğraf stüdyosu, depolar ile 1500’ün üzerinde eser barındırıyor. Eserlerin açık havada kalabilenleri müze bahçesinde sergileniyor. Üç katlı müzenin Üst Kat Salonu’nda İzmir çevresindeki ören yerlerinde yürütülen kazılardan arkeolojik buluntular sergileniyor. Aynı kattaki Hazine Salonu’nda Arkaik, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait altın, gümüş ve değerli taşlardan yapılmış süs eşyaları, cam eşyalar, sikkeler ve bronz Demeter heykeli görülebiliyor. Orta kat (giriş kat) mermer eserlere ayrılmış. Arkaik Dönem’den Roma Dönemi sonuna kadar heykeller, büstler, portre ve mask gibi mermer eserler sergileniyor.
37
Müze İletişim Bilgileri: Konak Meydanı - İzmir Tel: (0.232) 489 07 96 Faks :(0232) 483 06 11 Müzenin gezilebileceği saatler: Pazartesi dışında her gün; Kışın 08.30-12.30 / 13.30-17.30; Yazın 08.30-17.30 arasında açık.
İzmir Tarih Ve Sanat Müzesi* İzmir, yeni ve sergileme tekniklerinin son örneklerinin kullanıldığı modern bir müzeye daha kavuştu. Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilen Tarih ve Sanat Müzesi, Kültürpark’ta; 3 bin 820 metrekare kapalı, 9 bin 500 metrekare açık olmak üzere toplam 13 bin 320 m2 alan içinde yer alıyor. Müze, üç ayrı binada ve üç ayrı bölümden oluşuyor. Girişte sağdaki bina, taş eserlere, ortadaki bina seramik eserlere ve soldaki bina da değerli eşyalara ev sahipliği yapıyor. Taş eserler bölümünde İzmir ve yakın çevresindeki ören yerlerinden heykeller, kabartmalar sergileniyor. Seramik eserler bölümünde ise, başta Smyrna Tepekule höyüğü olmak üzere, İzmir çevresindeki prehistorik yerleşimler olan Baklatepe, Kocamıştepe, Pınartepe ve Limantepe’den buluntular ve seramik parçaları sergileniyor. Değerli Eserler Bölümü’nde Arkaik, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait altın, gümüş ve değerli taşlardan yapılmış süs eşyaları, cam eşyalar, sikkeler bulunuyor. Müze İletişim Bilgileri: Kültürpark - İzmir Tel. 0.232.445 78 76 Müzenin gezilebileceği saatler: Pazartesi hariç hergün 08:30-17:30 saatleri arasında açık.
Adil Yılmaz
Kaynakça *Müzelere ait bilgiler www.izmirdeyasam.com adresinden alıntıdır. http://freehost02.websamba.com/bergamaturkey/BGenel/tarih.htm http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF060F3652013265D648EAC6BEB7ADF984 http://burs.izmir.bel.tr/agora.asp http://www.izmirdeyasam.com/tarihx/181/23/izmir_arkeoloji_muzesi_(merkez).htm http://www.izmir.bel.tr/StandartPages.asp?menuID=824 http://www.izmirsehirrehberi.com/tarihce/tarihce.htm http://www.izmir.gov.tr/tr/genel/default2.aspx?mid2=116&mid1=2 http://www.ithakiajans.com/izmir/izmir.htm
38
WALL-E
Tür : Komedi / Animasyon Gösterim Tarihi : 26 Eylül 2008 Yönetmen : Andrew Stanton Senaryo : Andrew Stanton , Jim Capobianco Yapım : 2008, ABD , 103 dk. Seslendirenler : Ben Burtt (WALL•E) , Elissa Knight (Eve) , Jeff Garlin (Kaptan) , Fred Willard (Shelby Forthright) , John Ratzenberger (John) , Kathy Najimy (Mary) , Sigourney Weaver (Gemi Bilgisayarı)
Animasyonlar, hayata neşeli, renkli, çocuksu bir saflık ve hayal gücü bakmayı sağlar. Bir şeyin beyinlerimizde, beraberinde bize yaşattığı tecrübe ile birlikte yer ettiği bilinen bir durumdur. Animasyonlar ve karikatürler bu anlamda acı/tatlı her saptamayı neşe ile hafızalarımızda yer etmesini sağlar. Didaktik bir kitaptan çok daha eğitici…
3939
Wall-e animasyonlar ‘çocuk’ işidir klişesini yıkan bir yapıt. Hem teknik hem de senaryo anlamında muhteşem bir animasyon... Kayıp Balık Nemo ile son on yılın en başarılı animasyonlarından birine imza atan Andrew Stanton, Wall-E ile cesur ve başarılı bir duruş sergiliyor. Son zamanlarda gösterimde olan Wall-e, bunun en çarpıcı örneklerinden. Time dergisi tarafından 2008’in en başarılı görülen filmde, ilk sahnelerde neşeli müzikal Hello Dolly ile Güneş Sistemi’ni gezdikten sonra dünyamızın 700 sene sonraki haline şahit oluyoruz. Binlerce ihmal edilmiş uyduların arasından yüzeye iniyoruz. Harap edilmiş, kirli ve kuru bir dünyadayız. Dünya kocaman bir çöplük haline gelmiştir. Yüz yıllar önce bütün insanlar, çevrenin kesintisiz suistimali yüzünden yaşanamaz hale gelen dünyayı BnL isimli bir mega şirketin inşa ettiği uzay gemileri ile terk etmiştir.
Bu dünyayı temizlemekle yükümlü robotların halen çalışan tek üyesi Wall-E’nin (Waste Allocation Load Lifter – Earth class) çöp toplamak ve düzenlemekle dolu monoton iş gününü izliyoruz. Geçen 700 sene içinde kendine ait bir kişilik üreten Wall-E, günün sıkıcılığını ilginç bulduğu eşyaları toplayarak ve tek arkadaşı hamam böceği ile oynayarak dindirir. Wall-E, işten dönünce akşamlarını Hello Dolly’nin VHS kopyasını izleyerek ve umutlu gözlerle (veya dürbünlerle) uzaya bakarak geçirmektedir. Amacı, müzikaldeki gibi bir gün başka bir robota aşık olmak ve filmde gördüğü el tutuşma sahnesini o robotta denemektir.
40 40
Bir iş günü sırasında Wall-E, birden gökten inen bir uzay gemisinin neredeyse altında kalır. Gemiden çıkan tek yolcu, kurumuş dünyamızda organik bir yaşam formu bulmakla görevli yepyeni, parlak robot EVE’dir. (Earth Vegetation Evaluator’un kısaltılmışı). Wall-E, EVE’e ilk bakışta aşık olur ve EVE’in ilgisini çekmek için elinden geleni yapar. Film, yönetmeni her ne kadar öncelikli olarak bir aşk hikayesi anlattığını söylese de, ‘aşk’ ile seyirciyi yakalayarak arka fonda gerçekleşen ağır eleştirlerin içine herkesi çekiyor.
Büyük şirket ve firmaların reklamlar yoluyla konformizmi özendirmesinin, bedensel (şişmanlık, osteoporoz vs) ve psikolojik sonuçlarından; teknolojik rahatlığın insanları makinadan farksız (animasyonda bu kelimelerin makinaya hakaret olduğunu da göreceksiniz) kıldığına, tüketimciliğin her şeyden önce insanın tüketmesine değil de insanlığın tükenmesine neden olduğuna şahit oluyoruz. İnsanlığın reklam yoluyla nasıl unutulabildiği çok çarpıcı bir şekilde ortaya konuyor. İnsanı insan yapan yaratıcılık ve üretimin unutulduğunu görüyoruz. Wall-e’deki video gibi, toplumsal varsayımlar/fikirler hafızalarımızda yer ediyor. Sorgulanmaksızın (aynı bir makina gibi) yaşıyor, gidiyor, amaçlarımızı oradan seçiyoruz. Dünyayı kendimiz için uygun bir ortam haline getirmeye çalışırken yarattığımız ekolojik felakete de tanık oluyoruz. Tüm bu mesajlar da son derece yaratıcı bir senaryo ile aktarılmış. filmin motoru aşk, varılan hedef ise yaşam amacımız ve araçlarımızın sorgulanmasıdır.
Ancak hikayede aşk tatlılıkla anlatılırken, aşkı da eleştiriyor. Wall-e'nin aşkı, dışgüdümlü ve dışa bağımlı (müzikalde gördüklerine özenerek) olarak başlayan, devam eden bir süreç. Her karesinde, her efektinde izlerken pişman olmayacağınız ve Seneca'nın şu sözünü hatırlayacağınız bir film: '’Köleliğin zincire vurduğu kişi azdır’’; kendini köleliğe zincirleyense daha çoktur'...
Semra Şen 41 4113
1
792 yılı İspanya devletinde geçen bir dram olarak karşımıza çıkan bu film dinin toplum üzerindeki etkisini açıkça gözler önüne seren başarılı bir yapımdır.
Orta çağın aydınlanma meşalelerinin Fransız Devrimi ile hızla yanmaya başladığı bir dönemde Avrupa, Dünya’yı ateşe veren bu meşalelerin yangın yerine döndü. Mutlak idareler Milliyetçilik adı altında hızla el değiştirmeye ve sözde adalet dağıtmaya başladı. Halka adalet dağıtanlar, özgürlük vadedenler dört bir yana yayıldı. İspanya ise henüz din etkisinden kurtulamamış ve din adamlarının bu uyanış korkusu nedeniyle tekrar engizisyona tabi tutulmuştu. Voltaire, karanlık öğretilerin karanlık efendisi sayılmış ve onu okuyanlar kafirlikle suçlanmıştır. Elbette bu son çırpınış yarar sağlamamış kilisenin itibarını sarsmama çabası facia ile sonuçlanmıştır. Goya’nın Hayaletleri,yönetmenliğini iki Oscar ödüllü Milos Forman’ın yaptığı, senaristleri Milos Forman ve Jean-Claude Carrière’nin başarılı bir kurgu ile dönemin yaşam koşullarını, dinin toplum üzerindeki etkisini ve yaptırım gücünü açıkça gözler önüne sermeyi başardığı kaliteli bir film. 18. yy sonlarındaki İspanya’yı başarıyla yansıtan bir dönem filmi olan Goya’nın Hayaletleri-nde ünlü ressam Goya rolünü Stellan Skarsgard, engizisyon mahkemesinin kurnaz üyesi Rahip Lorenzo’yu Javier Bardem canlandırdı. Yahudilikle suçlanan ve zindana atılan güzel Ines ve kızı Alicia rolünde ise Natalie Portman kamera karşısına geçti.
42 42
Filmin aslında tek bir başrol oyuncusu yok. Bu da özelden genelin aktarılmasına büyük fayda sağlamış. Merkezde bulunan Goya, Lorenzo - İnes arasındaki ilişkilerden ve yaşadıkları olaylardan dönemin birçok özelliği izleyiciye tarafsız ve şüphe içinde bırakacak tatta verilmiş. Dönemin aydınlanma hareketlerine sırtını dönen ülkede yaşayan bir sanatçı, gizemli ve kurnaz bir rahip, Goya’nın güzeller güzeli ilham perisi olan genç bir kadının yaşamları üzerinden karanlık bir döneme tanıklık etmemiz sağlanmış.
Tüm yorumlar seyirciye açık… Filimden aldığınız tadı bir kat daha arttıran bu durum sizi düşündüren ve şaşırtan sonuçlarla ama bir o kadar da belirsizliklerle dolu... Karmaşık psikolojilere yer vermeden ama basitliğe de kaçmadan kişiler tahlil edilmiş, abartılmamışlar... Filmin adından dolayı Goya’ nın biyografisini izleyeceğimizi düşünürken çarpıcı bir tarihle başbaşa kalıyoruz. İspanyanın en büyük üç ressamı arasında olan Goya ( Francisco José de Goya y Lucientes)’ nın bakış açısından merkezdeki olay anlatılırken, tarihi sahneler neredeyse subjektif olarak veriliyor. Filmin başında İnes, Goya’nın yüzünü çizmediği bir tabloyu göstererek kim olduğunu sorar. Hayalet cevabını aldığında ise inanmadığını söyleyerek, hayalet diye bir şey olmadığını savunur. Tablodaki tamamlanmayan yüz Lorenzo’ nun yüzüdür. Yüzsüzlüğü ve varlıksız oluşu
Yaşananlar çarpıcı ve etkileyici olması yanında düşündürücüdür. İnes sorguya alınır.Korkmuş ve ne olduğunu bilmemektedir. Sorulan sorular içinde kendine bir cevap aramaya zorlanan İnes işkence ile de rahiplerin istedikleri cevabı itirafa zorlanır. Geçen diyalog İnes’in içindeki durumu gözler önüne serer.Gerçeği itiraf etmesi söylenen İnes ‘bana gerçeğin ne olduğunu söyleyin’ diyecek kadar çaresiz; Yahudiliğin anlamını bilmediğinden neyle suçlandığından habersizdir.
aslında daha o sahnede vurgulanmıştır.Ama bu yüzsüz hayalet Goya’nın değil İnes’in hayaletidir, Goya’nın hayaletleri ise elden ele dolaşan kilisenin söylemi ile şeytani resimlerdir. İnes’in hayaleti Lorenzo, Goya’nın hayaletlerinden yeni bir güç doğuracak ve kendi sonunu kendi hazırlayacaktır.
Bu etkileyici sahnelerden sonra Lorenzo’ nun teklif ettiği Engizisyon mahkemesi, yani sorgulama ve kanıtlama adı altındaki işkence, acı bir şekilde kendi kazdığı kuyu durumuna döner. Ama sarsılan gücünü tekrar engizisyon ile geri kazanacağını düşünen kilise, yani Lorenzo çıkmaza girer. Yalnız gerçeğin itiraf edilebileceğini söyleyen Lorenzo; işkencenin Tanrı yardımıyla geçiştirebileceğini savunduğu anda hem sonunu hem de tekrar doğuşunu sağlayacak zorunlu itirafı imzalar.Böylelikle İnes’in babası zengin tüccar Tomás Bilbatúa, (José Luis Gómez) Lorenzo’yu kendi silahıyla vurmuş olur. Tomás Bilbatúa’nın Lorenzo’ ya teklif ettiği altınlar ile bir anlamda kilise para ile satın alınmaya çalışılır. Fakat Baş Rahibin kilise itibarının sarsılacağından ve kararların kesin olmasından dolayı yardımı kabul etmekle yetinmesi ve İnes’in mahkemeye çıkmasının zorunlu olduğunu söylemesi aslında durumun çaresizliğini de gözler önüne serer.Kutsal oda sakinleri bile artık verilen kararlardan şüphelidir ve böyle bir olay tamamen kendileriyle çatışmalarına neden olacaktır. Fakat kilise henüz buna hazır değildir; çünkü katı duruşları ellerinde ki son umut ışığıdır ve tereddüt kaldıramaz.. İnes olanların hiçbirinden haberdar olmadan Engizisyon zindanlarında çürümeye terk edilir... Bir yanda dogmaları savunurken uygulanan işkence karşısında
Filmde güç dengeleri oldukça önemli yer tutuyor. Goya’ nın gücü en az Rahip Lorenzo kadar ön planda. Goya kraliyet ressamıdır; saray ve güçlü kişilerle mesleği nedeniyle kurduğu bağlantılar gücünün temelini oluşturur. Goya’ ya ilham veren güzel ise bir kilisede melek olarak resmettiği Ines’tir. İnes zengin bir tüccarın kızıdır. İnes’in kaderini belirleyen ise filmin başından sonuna Rahip Lorenzo olacaktır. Kilise duvarındaki meleği engizisyon mahkemesine düşüren kaderi değil, bizzat meleği olduğu dindir.
Kurgu böylelikle engizisyon mahkemesinin muhteşem gücünün içindeki çaresizliğiyle çıkmaza girmeye başlar.
���������
Lorenzo’nun emri ile sözde din bekçileri şüpheli gördükleri herkesi mahkemeye sevk etmekle görevlendirilirler. İnes ise domuz etini sevmediği için mahkemenin şüpheliler listesinde yer alır ve mahkemeye çağırılır.
Francisco José de Goya y Lucientes 43 43
sergilenen tutum, öte yanda kabuk değiştirip yaşayarak benimsenmiş ve savunulmuş değerlerin inkarı için yapılan baskılar karşısındaki erdemli duruş… İtirafın ortaya çıkmasıyla Lorenzo aforoz edilir; biraz önce dediğim gibi bu Lorenzo için sadece yeni bir başlangıçtır. Lorenzo’nun bu yeni başlangıcı filmin ikinci bölümünü ortaya çıkarır. Herhalde hiçbir filimde dinin; siyaset, iktidar ve istismar için araç haline getirilmesi; bağnaz din adamlarının savunduklarını çıkarları için kullanışları ve muhtaçtan faydalanmaları bu kadar kısa ve öz verilememiştir. Tek bir cümleyle filmde ana fikrin verildiğini söylemek çokta yanlış olmaz herhalde. ‘SENİNLE DUA ETMEMİ İSTER MİSİN?’ve ardından tecavüz... Siyasi olarak güç dengelerinin üç kez değişmesi filmin üç ana bölümden meydana gelmesini sağlar. Tarih, kronolojik olarak filme temel oluşturur.1792 Madrid Kutsal Engizisyon Mahkemesi filmin girişidir.Ağırlıkta buradadır fakat değişecektir. Napolyon’ un ordularının işgali ile Fransızlar sözde özgürlüğü kanla İspanya’ya getirirler. Çok geçmeden İngilizler, Fransa’dan İspanya’yı
geri alır. Tarih biraz aceleci ama yine de tadında verilmiş. İlgi çeken ise halkın işgalcilere ve kiliseye olan tutumlarıdır. Her gelen kan döker, her gelen alkışlanır sonra da taşlanır. Goya her hakimiyeti yaşar. Son ikisinde olanları duymadan sadece görerek yaşar. Sağır olmuştur. Tanrı’ya gözlerini almadığı için her gün dua eder Aslında filimde anlatılacak, yazılacak tartışılacak çok şey var. Fakat bunca söylediğim şeye rağmen kilit noktaları vermemeye çalıştığımı belirtmek isterim. Özellikle filmin sonu sizi düşünmek, gülmek ve ağlatmak arasında gidip getirecek tatta bir ikilem. Mutlaka izlenmesi gereken çok hoş bir tarihi dram. Tarih tekerrürden ibarettir sözüne her an şahit olmak mümkün. Her durum değişmiş olsa da tekrar eden şeyleri görmek, ve göz yumulduğunu bilmek bu filmi günümüz filmi gibi izlemenize sebep oluyor. Sürekli sorularla izlerken birden aslında cevapların o günde de bu günde de insanın içinde saklı olduğunun farkına varıyoruz. İnsanız ve inanmaya muhtacız; acı olan inancın da her şey gibi sömürgeleştirilmesi… Filmde dar kafalılık, ham sofuluk, cehalet, insanların mevki hırsı harika bir biçimde ele alınmış. Milos Forman’ın da Yahudi olması farklı bir gözle Engizisyonu ele almasını sağlayarak basmakalıp anlatımdan çok uzak orijinal bir yapım ortaya çıkarmış. Ellerinde hiç bir kanıt olmadığı halde işkenceye maruz bırakılarak zorla bir şeyler kabul ettirilen İnes üzerinden bir halkın çaresizliği anlatılmış. Hıristiyan bir toplumun içinde bulunduğu karmaşa tarihle beraber adeta kişileştirilmiş. Din tabusu, korkusu ve yaşattıkları Natalie Portman’ın müthiş performansıyla ve Goya’nın fırça darbeleriyle hayat bulmuş. Performans konusunda Javier Bardem’in de hakkını vermek gerekir. Tüm roller başarıyla sergilenmiş, izleyip yaşayacağınız bir insanlık dramı ortaya koyulmuş. Senaryonun hakkı fazlasıyla verilmiş. Filmin sonundaki müzikte son noktayı koyarak filmi mükemmel kılmış… Sanat yönetmenliği, kostüm ve dekor konusundaki başarısı, temiz görüntü yönetmenliğiyle zenginleşen film en büyük gücünü, içeriğini destekleyen kurgusundan almış. Başından sonuna kadar pek çok sahne sonraki sahneyle ilişki kurularak görsellikle, müziklerle ve diyaloglarla desteklenerek, daha derin bir bakış açısına iletilmiş. Bu da filmi izlerken ve sonrasında yaşadığımız düşünsel süreci çok daha tatmin edici bir hale getirerek meyvesini vermiş.Bir sanat adamının gözünden bir dönem resmedilmiş, temel duyulara hitabıyla hissettirilmiş. Benim aldığım tadı almanız dileğiyle…İYİ SEYİRLER. GİZEM RÜZGAR
Engizisyon Mahkemesi 44
müzikle dün ve yarın
uzay hepari-sonsuza1994 yılında uzay hepari’yi kaybettiğimizde henüz 25 yaşındaydı.kısa gibi görünen hepari’nin yaşamı aslında türk pop müziğine vermiş olduğu benzersiz parçalar sayesinde ölümsüzlük kazanmıştır. işte bu parçaları sezen aksu,mustafa ceceli,teoman,emre altuğ gibi sanatçıların yorumlarından dinleyebilir ve onu bir kez daha anabilirsiniz...
güldünya şarkıları-dmc sanatçılar istanbul’da töre cinayetine kurban giden güldünya tören’in adı verilen “güldünya şarkıları” adlı albüm için her biri farklı kadın duyarlılığını anlatan 3’ü yeni 14 şarkı seslendirdi.sezen aksu,ajda pekkan,nazan öncel gibi kadın sanatçıların seslendirdiği şarkılar kadın dayanışmasını gösterebilmek için hem sosyal hem de sanatsal bir çalışma...
kıraç-toprağın türküleri-tmc
anadolu rock müziğinin en iyi temsilcilerinden kıraç’ın “best of” şeklinde çıkardığı albümde, kıraç’ın bugüne kadar seslendirdiği keklik,cemalim,makaram sarı bağlar gibi türküleri ve sanatçının müziğini yaptığı dizilerin müziklerini de bulabilirsiniz...
45
müzikle dün ve yarın
ayşe tütüncü-yedi yer yedi gök-emi ünlü jazz piyanisti ayşe tütüncü,geniş bir kadroyla hazırladığı albümde, grubun perküsyoncuları saruhan erim, serdar gönenç, timuçin gürer’in yanı sıra davulda cengiz baysal ve gökçe gürçay değişerek yer alırken, nefeslilerde oğuz büyükberber ve yahya dai çalıyor. konuk olarak da talya balıkçıoğlu, selen gülün, sibel gürsoy ve sibel köse geri vokallerde iki parçaya eşlik etmiştir.çeşitli kültürlere yolculuk olarak tanımladığı albümünü değişik sesler duymak isteyenlere tavsiye ediyoruz...
replikas-zerre-peyote müzik 1993 yılında kurulan ve bu sene 15.yıllarını kutlayan grup,albümün kayıdını gökçeada’da yarı açık cezaevini stüdyoya çevirerek yapmıştır.farklı sesleri yakalamak ve farklı mekan akustiği denemek amacıyla bu mekan seçilmiştir.bu albümde replikas’ın hem felsefi duruşunu hem de dünyadaki sosyal gelişim süreçlerinin bir harmanını bulabilirsiniz...
Fatma Başalp
46
müzik ile sohbetler Bu sayıda müzik konusunda yapmış olduğu araştırmalarla dikkatleri üzerine çeken Adalet Koca ile sizler için röportaj yaptık. Görüşmemizi Adalet Hanım’ın vermiş olduğu “Müzik ve Sağlık” konulu seminer sonrası gerçekleştirdik. Biz çok keyif aldık sizlerinde aynı keyifle okumasını temenni ederiz... Müzik nedir? Müzik, mousa kelimesinden gelir. Mitolojiye göre; Zeus ve Mynemosine’den doğan dünyanın güzelliklerini ve uyumunu düzenlemekle görevli 9 ilham perisi (Müz) vardır. Bunlardan Euterpe, müzik perisi olarak geçer. Müzik, doğanın bize sunduğu tınılardır yani doğanın sesidir. Anlatmaya değer olanları bize aktarır. Uyum ve denge bir arada bulunur. Hint felsefesi’ne göre, yaratım, premordial ses ile başlamıştır. Müzik, kozmik müziğin bir yansıması ve kozmik müzik yersel müziğin kaynağıdır. Müzik, kişinin kutsala yakınlaşmasını sağlar.
Müzik sadece bir eğlence aracı mıdır? Müziği sadece bir eğlence aracı olarak görmek ona hak ettiği değeri vermemektir. Sadece eğlence amacıyla müzik dinlemek, müziği yok saymaktır. Çünkü müziğin bize anlatmak istediği sadece “Eğlenin.” değildir. Kendi dengemizi, iç uyumumuzu sağlamamız için gereklidir. Ancak dinlediğimiz müzikte de ahenk ve uyum varsa bu gerçekleşir. Müziğin canlı sistemler üzerindeki etkisi nelerdir? Müziğin yedili yapı üstüne etkileri bulunmaktadır. Eğer biraz düşünürsek müzikle dans ederiz, canlanırız, hüzünleniriz, kahramanlık/ ulusal duygularımız kabarır, hem fiziksel hem de zihinsel performansımız artar. Beethoven, müziğin Tanrı’ya yaklaştırdığını, Dede Efendi, müziğin yüksek ahlakı ortaya çıkardığını söyler. Müzik insanı hangi evreden sonra etkilemeye başlar? Müzik insanı her yaşta her durumda etkileyebilir ki biliyorsunuz bir çok anne ya da anne adayı gebelik döneminde doğduktan sonra müziği sevsin ya da daha zeki olsun diye müzik dinletmektedir karnındaki bebeğine. Mozart etkisi diyorlar günümüzde. Müzik insanın gelişimine mi,
bu süreci yani nerde, ne zaman, nasıl bir müzik tercih edeceğimizi bildiğimizde insanın her düzeyine olumlu etkileri olduğu bilinmektedir ve bilimsel olarak da saptanmıştır. Tarihte Müzik ile tedavi yapan hastaneler ya da hekimler var mıdır? Müzikle tedavi ile ilgili birçok kültürde birçok hekim çalışması bulunmaktadır. Bugün müziğin sağlığa etkileri popüler hale geldi. Ancak çok eskiden beri müzik terapisi bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Eski Türklerde “Baskı” denilen hekimler tarafından hastaların hastalık bilgisine ulaşmak ve transa geçmek için müzik ve danslarla törenler düzenlenirdi. Eski Yunan’da da benzer çalışmalar vardı. Bergama’daki Asklepion’da da müzik terapisi kullanılmakta idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise Darüşşifalarda müziğin iyileştirici gücünden yararlanılmaktaydı. Halen Edirne’de bulunan darüşşifa’da müzikle ilgili çalışmaların devam ettiğini biliyoruz. Biliyorsunuz Mevlana mesnevilik’te müzik ve sema’yı önemsemiştir. Cenin hamilelikten kaç hafta sonra ilk sesleri işitmeye başlar? Cenin’in anne karnındayken 4- 4,5 aylıkken duymaya başladığı ve 5- 6,5 aylarda ise anne-baba sesini ayırt ettiği düşünülmektedir.
öğrenmesine mi, sadece ruh sağlığına mı yoksa hepsine mi etki eder? Müziği bilinçli kullandığımızda ve sürekli kıldığımızda
47
Dış dünyadan gelen müzik sesleri, ceninin kulaklarına ulaşır mı? Dıştan gelen ses frekansları ceninin kulaklarına ulaşır. Çünkü 4- 4,5 aylık bir ceninin tüm organları oluşmuştur. Ondan sonraki süreçte ise oluşan organların büyümesi söz konusudur. Cenin sonuçta amniyoz sıvısı dediğimiz bir sıvının içinde yaşar. Dışarıdan verilen ses de bu sudan geçerek ceninin kulağına ulaşır bu yüzden ses dışarıda duyulan ses gibi olmasa da ses dalgaları bir şekilde ulaşır. Anne rahminin müzikal seslerle uyarılmasının doğum sonrası tesirleri nelerdir? Anne rahminin müzikal seslerle uyarılmasından çok normal doğum sırasında müzik dinletmenin doğum ağrısını azalttığı belirlenmiştir. Ayrıca bebek ameliyatla alınmışsa (sezeryan) ameliyat sonrası ağrının müzikle anlamlı olarak azaldığı saptanmıştır. Müzik dinleme veya her hangi bir enstrüman çalmayı öğrenmenin insanda başka özelliklerin gelişmesine neden olur mu? Örneğin; matematik zekâsı ve kişilik üzerindeki etkileri nelerdir? Gerek müzik dinleme gerekse müzik icra etmek nöron dediğimiz sinir hücrelerine bir uyarandır. Bu uyaranların sinirler arasında sinaps-bağlantılarda artışa neden olabileceğini göz önünde bulundurmak özellikle çocuklarda oldukça önemlidir. Çünkü ne kadar çok uyaran verilirse o kadar beyin fonksiyonlarının geliştiğine dair teoriler üzerinde durulmaktadır. Uygun müzik de çok etkili, uyumlu ve ritmik bir uyarandır. Müzik dinlemenin, müziğin tarz ve cinsine bağlı olarak insan vücuduna yaptıkları etkiler nelerdir? Her müzik türü aynı şekilde ve düzeyde etkilemez kişileri. Müziğin türü, sözlü veya sözsüz olması, ortam vs. müziğin iyileştirici etkisinde değişiklikler ortaya çıkarmaktadır. Müzik tekniği açısından kaliteli eserler yani zor müzikler dediğimiz (klasik müzik gibi) insanı geliştirici özelliğe sahiptir. Yani nasıl geliştirir? Kişiliğimizin uyumlaşmasını sağlar, potansiyelimizi ortaya çıkarır. Batı müziğinden örnek verecek olursak; • Gregoryan müzik: MS.7,Tek sesli. Konsantrasyonu sağlar, stresi azaltır ,sukünet sağlar. • Barok:Bach, Hendel, Vivaldi. Stabil, sürekli, düzenli, güven verici. Zihinsel uyarıcı. • Klasik Dönem: Mozart, Haydn. Açıklık, şeffaflık, kibar. Konsantrasyon, hafıza, üç boyutlu algılama. Müzik stresli durumlarda insana nasıl etki eder? Stres, vücutta bir tehlikeye karşı oluşan birçok tepkinin ortaya çıkması sonucunda tanık olduğumuz bir tablodur. Aşırı stres insanı başarısız kılar, potansiyelinin ortaya çıkmasını engeller. Bu istenen bir durum değildir. O nedenle az stres yaşayarak daha başarılı olunabilir. Stresi azaltan birçok müzik türü,
48
enstrümanı vs. vardır. ÖRN; Ney, klasik müzik, tek ve beşli sesler-pentatonik (çocuklar için). Türk Müziğindeki Makamlar hangi hastalıklara iyi gelmektedir? Büyük Türk Bilgini Farabi (870-950) makamların ruha etkisini şöyle sınıflandırır: o Rast makamı: İnsana sefa (neşe, huzur) verir. Akıl hastalığından ve felç illetinden kurtulmaya yönelik yardımcı ve destekleyici bir makamdır. o Rehavi makamı: İnsana beka (sonsuzluk fikri) verir. o Küçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir. o Büzürk makamı: İnsana havf (korku) verir. o İsfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti ve güven hissi verir. Zihni açar, zekâyı keskinleştirir, anıları tazeler. o Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. Kadın hastalıklarının tedavisinde ve üzüntüyü gidermede kullanılır. o Uşşak makamı: İnsana gülme ‘dilhek’ verir. Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının tedavisinde yardımcıdır. o Zirgüle makamı: İnsana uyku ‘nevm’ verir. o Saba makamı: İnsana şecaat (cesaret, kuvvet) verir. o Puselik- Nihavend makamı: İnsana kuvvet verir. Kan dolaşımı, karın bölgesi ve bacaklardaki ağrıların tedavisinde olumlu tesirleri vardır. Kişiye güven hissi verir. • Hüseyni makamı: Kişinin kendine güveninin artmasına ve ferahlamasına yardımcı olur. Otistik ve spastik hastalara faydalıdır. o Hicaz makamı: İnsana tevazu (alçakgönüllülük ) verir. Bevliye hastalıklarının tedavisinde destekleyici rol oynar. İnsan müzikle tedaviyi kendi kendine uygulayabilir mi yoksa bir profesyonelden destek mi almalıdır? İnsan, sağlığını ve performansını geliştirmesi müziğin gücünden yararlanabilir. Ancak majör bir sağlık sorunu olan bir kişi profesyonel yardımla müzikle tedavi programına dahil olmalıdır. Bu program hastanın kendisi, hastalığı, ortam, müzik türü, süre belirlenerek yapılmalıdır. Gelişi güzel bana şu müzik iyi gelir dinleyeyim iyileşeyim yaklaşımı etkin olmayacaktır. • Aktif; hastadan aktif bir şekilde katılası istenir. • Pasif; bir müzik parçası dinletilir. • Tek ya da grup halinde olabilir. • En fazla 30dk. • Her gün, günaşırı, haftada 3, 1-3-6ay, 5 yıl devam edebilir. • Hastanın hastalığı ve iyi tanınması önemlidir. Teşekkür ederim.
Adil Y覺lmaz
49 49
50
51