Balta Dergi 13. Sayı

Page 1

Kültür ve Edebiyat Dergisi

2020

Mayıs - Haziran

Sayı:13

İçimdeki putları devir!

Alper Şahin, Arif Ahmet Oğuz, Bayram Şafak Arslan, Emre Kılagus, Burhan Kâzım Çalık, Denizhan Gültekin, Derviş Bozkurt, Eda Özüuğurlu, Elif Davarcı, Ertuğrul Çapan, Esma Çaldıran, Fahri Alpyürür, Fatma Dicle Karabınar, Gökçe Güneyoğlu, Hale Beyza, Harun Bora Tunç, İsmail Özcan, Kıymet Güleş, Mehmet Zeki Kılıç, Muhsin Çelik, Özlem Çelik, Ramazan Teker, Serap Demir, Soner Ataibiş, Suat Çakıroğlu, Tayfun Öztürk, Ümit Aras Dağlı


İÇİNDEKİLER 4

Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Harun Bora Tunç

9 8

Bir Garip Ünlü: Urfalı Mukim Tahir Denizhan Gültekin

10

Menhus Hastalığın Dişinde Üç Şair Alper Şahin

12

Erkeklerin Flört Ve Cinsellik Üzerine Kadınlardan Daha Fazla Şarkı Yapması Bayram Şafak Arslan, Emre Kılagus

16 14

Kelebek Etkisi Elif Davarcı

16 17

Uzak Arif Ahmet Oğuz

17 18

Doğa Ananın Kalkanı: Kara Ölüm Fatma Dicle Karabınar

18 21

Umut Muhsin Çelik

21 22

Hiç Adam Hale Beyza

Harun Bora Tunç

22 25

Garanti Hasret Bandosu Gökçe Güneyoğlu

Editör

24 26

Çalışma İlişkilerinin Yeşilçam’da Görünümü Ertuğrul Çapan

25 28

Havar’ın Simitçisi Özlem Çelik

26 31

Büyümeye Hazır Değilim Baba Ramazan Teker

Alper Şahin

29 32

Çığ Karanlığı Burhan Kâzım Çalık

Grafik Tasarım

30 33

Çocuk Parkına Sırtını Dönerek Oturmak Eda Özüuğurlu

34

Tenin Gibi Sesler Esma Çaldıran

37 35

Arkadaşlar Geldiler Fahri Alpyürür

38 36

301 İsmail Özcan

41 37

İnsanlık Nöbeti Mehmet Zeki Kılıç

42 38

Ay Hanım Tayfun Öztürk

43 39

Eftelya Ümit Aras Dağlı

43 40

Vaveyla Derviş Bozkurt

44 43

Aborda Suat Çakıroğlu

45 44

Girdap Serap Demir

46 45

Tuğyan Soner Ataibiş

46

Öneri Baltası

46 49

Ekmeğin Öyküsü Kıymet Güleş

ISSN 2651- 5431 Her şeyin bir bedeli var: 10 TL Yıl: 2

Sayı: 13

Mayıs-Haziran 2020 İmtiyaz Sahibi Denizhan Gültekin Yazı İşleri Sorumlusu

Soner Ataibiş Yayın Kurulu Fatma Dicle Karabınar

Durmuş Ali Gürtoklu İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce toplu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesuliyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.

2

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


Balta Dergi’den herkese merhabalar, Koronavirüs salgınına yönelik alınan tedbirler sebebiyle sizlerin de bizler kadar endişeli olduğunuzun farkındayız. Sosyal yaşamın bitme noktasına geldiği günler aynı zamanda krizleri fırsata çevirmenin de yolunu açar. Öyle değil mi? Anlamsız kalabalıkların, gürültünün, kaosun çağırdığı kent yalnızlığının ortasında gerçek kendimizle baş başa kalacak olmanın vereceği huzurla sizlerin de vaktini vicdanınızı rahatlatacak işlerle değerlendireceğinizi ve bu işlerin arasında Balta Dergi’ye de yer vermenizi umut ediyoruz. En azından bizler o niyetteyiz. Kıymetli okuyucu, Bizlerin emeğinin karşılığını almak üzere yapılan her işe saygısı var ancak nitelikli yazma eyleminin karşılığının çok okunmak, çok takdir edilmek, çok alkışlanmak olduğuna inanmıyoruz. En başında “kentli” dememizin de maksadı budur. Yazmak ve okumak baştan aşağıya “kentli” işidir ve bu sebeple kitleden ziyade nitelikli azınlığın nazarında kıymete binmek ister. Balta Dergi’nin de yayına başladığı ilk günden beri tek dileği nitelikli okurun hak ettiği yazılar kaleme almak ve bakmayı değil, görmeyi bilenlere ulaşabilmektir. Bizler bu yol üzre sizler için bir sayı daha hazırladık. Deneme ve inceleme yazılarıyla Alper Şahin, Denizhan Gültekin, Ertuğrul Çapan, Fatma Dicle Karabınar ve Harun Bora Tunç bu sayımızda aramızda yer aldılar. Bayram Şafak Arslan ve Emre Kılagus ise tercümanlığını üstlendikleri yazıda gençlerimizin durmaksızın kanayan “flört” müessesesine parmak bastı. Arif Ahmet Oğuz, Burhan Kâzım Çalık, Eda Özuuğurlu, Tayfun Öztürk, Serap Demir, Esma Çaldıran, Fahri Alpyürür, Gökçe Güneyoğlu, Ümit Aras Dağlı, İsmail Özcan, Kıymet Güleş, Muhsin Çelik, Ramazan Teker, Mehmet Zeki Kılıç, Soner Ataibiş, Suat Çakıroğlu şiirleriyle sayımıza katkıda bulundular. Derviş Bozkurt, Özlem Çelik, Elif Davarcı ve Hale Beyza öykülerini sizler için yazdılar. Ülke ve dünya olarak şartlarımızın normalleşeceğini ümit ederek sizlere hürmet ve selamlarımızı yolluyoruz. Bizi özlemeyi ihmal etmeyiniz. Şimdi #BaltaEvdenOkunacak

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

3


Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Harun Bora Tunç ek Dinlem için

Siyasî tarihin ucundan bucağından geçen herkes merhum Başvekil Adnan Menderes’i ideolojik dünyasında ya mahkûm etmiş ya da kahraman ilân etmiştir. Bu minvalde bir hüküm arayanlar adına da müteessirim çünkü bu yazı ne onun aziz hatırasına bir saygı, ne de demokrasimizde derin yaralar açan idam sehpalarına meşruiyet arayanların yazısıdır. Zaten Türkiye’de siyaset kahvehane lakırdısından öteye geçemeyenlerin uğraşı değil midir? Evet, öyledir. İkinci Dünya Savaşından demokrasilerin güç kazanarak çıktığını gören İsmet İnönü, 1946’da düzenlenen 2. Olağanüstü Kongre’de, 1938’de aldığı “Milli Şef ” unvanını, Almanya’nın Führer’ini, İtalya’nın Duçe’sini çağrıştırdığını da düşünerek kendi isteğiyle kaldırmıştı. Bu kararının arkasında elbette Amerika Birleşik Devletlerinin davetiyle temsilci düzeyinde katıldığımız Chicago Konvansiyonunda demokrasinin yaygınlaşmasının temini meselesi vardı. Nitekim Amerikan Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 1947 yılında Sovyet yayılmacılığına karşı önerdiği plana Türkiye bu sözün mukabilinde dâhil edilmişti. Ancak 1947’de kabul edilen Marshall Planının işlemesi gecikince bu yardımlardan Adnan Menderes’in Başvekilliğindeki Demokrat Parti Hükûmeti yararlanmıştı. [Yine de Türk demokrasisinin çok partili siyasi hayata geçişinde İsmet İnönü’nün hakkını teslim edilmesi gerekmektedir. Bakınız, 12 Temmuz Beyannamesi.] Beyaz İhtilâl olarak adlandırılan 1950 seçimlerinde iktidar ilk defa halkın oylamasıyla el 4

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

değiştirmiştir; kurulan yeni hükûmet ise tek parti döneminden farklı bir yol izleyecek, liberal ekonomiye geçiş yaparak iktisadî hayatta özel girişimlere müsaade edecek, ekonomik büyümeyi sağlayacaktır. [Demokratların seçim öncesi vaatlerinden basına hürriyet ve işçi haklarının iyileştirilmesi dışında hemen hepsi yerine gelmiştir.] Özellikle sabık İttihatçılardan Reisicumhur Celal Bayar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında takip edilen devletçiliğin ferdî sahaya yer açmak için işletildiğini söylemişti. Haksız da değildir, Balkan Savaşlarından itibaren 1. Cihan Harbi, İstiklâl Savaşı ve hatta katılmadığımız 2. Cihan Harbi bile Anadolu’nun sinesinde yaralar açmıştır ve bu yaraların tedavi edilmesi gerekmektedir, bunun için de elbette ekonomik güç lazımdır. Marshall Yardımları da bu doğrultuda kullanılacaktır. Demokrat Parti hükûmetleri asker ve bürokratlardan müteşekkil elitlerden ziyade toprak sahiplerinden ve tüccarlardan kurmaya çalıştığı burjuvazinin yanı sıra köylüyü de toplumsal mutabakatın yeni üyeleri yapacak politikayı takip etmektedir. Kentlerdeki endüstri sahasının genişlemesi, ekilebilir tarım alanlarının büyümesi, tarım alanlarına makinelerin girmesi, daha öncesinde kentlere ayrılan enerji üretimini köylere ulaştırmaya çalışmaları da bundandır. [Lâkin elbette bunlar, yazının konusu değildir.] Asıl düğüm Türkiye’nin bu dönemde kent-kır bütünleşmesine hazırlanmadan girmesidir. Parti iktidarda kaldığı dönem boyunca 4576 kilometre asfalt yol, 28.624 kilometre


karayolu yapmıştı. 1950’li yıllar için oldukça ciddi mahiyetteki yol inşasının doğrudan iç göçü tetiklemesi beklenemezdi. İstanbul henüz “taşı toprağı altın” denecek kadar iş sahasına kavuşmamıştı, her evde televizyon olmadığı için köylerde yaşayanlar kentlerdeki cezbedici yaşamdan bihaberdi. Henüz ortada ne ilk pop müziği sanatçımız Erol Büyükburç, ne de yeryüzünde çalmadık telli enstrüman bırakmayan Orhan Gencebay vardı. O hâlde bu göçler şehirde yaşamanın arzusuyla değil, köylerden kaçma isteğiyle gerçekleşecekti. [Bakınız, Züğürt Ağa, IMDB 8,7.] Keza tarım üretimindeki sermayedarların hepsinin traktör alacak parası yoktu. Dolayısıyla mütevazı işletmelerin önünde iki seçenek kalıyordu; ya köylerde giderek küçülen paylarına razı olacaklardı ya da hazır para ediyorken topraklarını elden çıkaracak ve karşılığında aldıkları parayla şehirde yaşam mücadelesine gireceklerdi. Çoğu da ikincisini tercih ederek kentlere göç etti. 1955’te şehirlerdeki gecekondu sayısı sadece 50.000 iken 1965’te bu sayı 430.000’e yükseldi. 1970’te kaçak yapılarda yaşayanların kent nüfusu içindeki payı ise %23,6’ydı. [Şaşırmayın, çok değil. 9 sene önce bu oran %40 oldu.] 1950’de başlayan ve 1980’lerden sonrasına kadar uzanan nüfus hareketliliğinin ilk 10 senesi muazzamdı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplam nüfusun sadece %25’i şehirlerde yaşıyordu, göçler bu durumu dengeleyebilecek tek yoldu. Kentlerdeki üretim, göçmenlerin katılımıyla arttı, hatta içlerinden Nazif Zorlu ve Hacı Ömer Sabancı gibi

servet sahibi girişimciler çıktı. Ancak 70’lerden itibaren kalabalıklaşmaya başlayan kentler artık hacmini dolduran sünger gibi su taşırmaya yer aramaya başlamıştı. İşporta, kapıda satıcılık, çarpık yapılaşma gibi yeni meslek grupları ortaya çıkarken suç oranları da yükseliyordu. [Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayan Müslüman’ın aklından şüphe ederim. | Ebu Zerr el-Gifârî] Sorun, köylerden şehirlere taşınan bu insanların akrabalık zinciri kurarak hemşerilik bilincini üst seviyelere taşıyıp şehirleri de köyleştirmesiydi. Büyükşehirlerdeki hemşeri dernekleri de bunun tezahürü değil miydi? [Mesela bizim köy derneği bile var.] Zaman zaman İstanbul’a vizeyle girilmesi bile gündeme geldi, göçlerin ardı arkası kesilmiyordu. Elbette hacmi giderek artan gecekondulara siyasetçilerin sorun olarak değil de oy gözüyle bakması şehirlerin makyajında bozulmalara yol açıyordu. Seçim vaadi olarak kaçak yapılara tapu alan da vardı, şehir olan ilçe de, büyükşehir olan şehir de… Yani Türkiye siyasî haritası, tam da adına yakışacak biçimde siyasiydi. Bireyi değil, Ankara’ya giden yolların açılması için kürsülerden edilen sözleri yansıtıyordu. Ülke, sosyo-ekonomik anlamda kurmayı düşlediği kentlerin ekonomik ayağına yüklenirken sosyolojisini ihmal etmişti. Evet, öyle ya da böyle kentlerimiz vardı ama bu kentlerdeki “kentli” sayısı oldukça düşüktü. Osmanlı birikiminden izler taşıyan Türk modernleşmesi, “ihtiyaç” odaklı üretimden “kâr” odaklı üretime geçerken refah seviyesinin artacağını ummuş ancak www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

5


şehirlerde “serbest piyasa” ile meydana gelen rekabeti dizginleyememiştir. Yola tarım ülkesi olarak çıkan Türkiye için ortada artık ne köy ne de şehir vardır. Bu yerleşim birimleri hüviyetlerini ancak ve ancak topraklarında yaşayan nüfusa göre kazanabilmektedirler. Köylerde de durum farklı değildir; nüfus düşmüş, üretim azalmış, hele hele kriz zamanlarında ithal ikameyle sürdürülebilen tarım üretimi durma noktasına gelmiştir. Göçler şehirdeki “kentli” görünümünü tahrip etmekle kalmamış, kırsal alandaki “köylü” imajının da zedelenmesine neden olmuştur. [Bazı köy ve ilçelerin statülerini koruyabilmek için hayvanların bile nüfusa geçirildiği rivayet edilmektedir.] Şükrü Erbaş’ın seçkinci bakışla kaleme aldığı ve daha sonra hakkında “başımın belası” dediği “Köylüleri Neden Öldürmeliyiz?” adlı şiiri de ancak bu minvalde değerlendirilebilir. 27 Şubat 1994’te Milliyet gazetesinde yayımlanan “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiiri yazarının başına türlü çoraplar açtı. Şair söyleşilerinde hakaret ve saldırı girişimlerine maruz kaldı, hakkında defalarca adliyeye şikâyet başvuruları yapıldı, açılan dosyaların hiçbirinden sonuç çıkmadı ama ölüm tehditleri içeren imzasız mektuplar -hele de söz konusu yıl göz önüne aldığında- yeteri kadar dehşete düşürücüydü. Manzara Cumhurbaşkanı Demirel’in bile öyle dikkatini celp etmişti ki şairi arayıp sanatını başka alanlarda icra etmesini tavsiye etti. Erbaş gazetecilerin, 6

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

“Gerçekten köylüleri öldürmek mi istiyorsunuz?” gibi abes bir sorusuyla muhatap oldu. Hâlbuki isteği gayet tabiîydi. Melih Aşık’a şöyle söylemişti, “Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen, dinini mülke, mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar bu düzeysizliğin egemenlik hâline geldi.” Şair Şükrü Erbaş haksız mıydı? Elbette değildi. Hedefine neden köylüleri koyduğunu ise “Sevmediğimiz değil, sevdiğimiz insanlar bize dert olur, öyle değil mi?” şeklinde açıklamıştı. Şairin hedef aldığı şey köylülük özelinde köylü yaşam tarzının şehirlere hücum ederek buradaki kente özgü alanları tahrip etmesiydi. Şükrü Erbaş da dolaylı ya da doğrudan göçün Türkiye’de ortaya çıkardığı tahribatın tesiriyle ağzından öylesine bir laf kaçırmıştı işte: “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” Oysaki şaire hücum edenlerin kaçırdığı şey, “köylüler” yerine Türkiye’de yaşayan hangi sosyal grubu koyacak olsanız, o grubun dışındaki herkes için şiirin geçerli olmasıydı. Yoksa her sosyal medya fenomeninin kitap yazabildiği ve bu kitapların basılabildiği günümüz Türkiye’si için sual, “Yazarları neden öldürmeliyiz?” de olabilirdi


Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır. Değişen bir dünyaya karşı, Kerpiç duvarlar gibi katı Çakırdikenleri gibi susuz, Kayıtsızca direnerek yaşarlar. Aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgârı ve güneşi Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden Düşünemezler… Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek Topraklarını büyütmeye çalışırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar karılarını döverler, Seslerinin tonu yumuşak değildir. Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler. Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar. Adım başı pınar olsa da köylerinde Temiz giyinmez ve her zaman Bir karış sakalla gezerler. Çocuklarını iyi yetiştiremezler Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur. Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler. Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler. Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar, Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır. Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar. Binlerce yılın kalın kabuğu altında Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır. Aldanmak korkusu içinde Sürekli birbirlerini aldatırlar. Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse Karılarından en az on adım önde yürürler Ve bir erkeklik işareti olarak Onları herkesin ortasında döverler.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler. Kendilerinden olanlarla alay edip Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar. Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir. Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar. Yiğittirler askerde subay dövecek kadar Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftırEzim ezim ezilirler. Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler. Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp On bir ay gökyüzünden bereket beklerler. Dindardırlar ahret korkusu içinde Ama bir kadının topuklarından Memelerini görecek kadar bıçkındırlar Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez Şehre giderler! Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar. Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde Bunun, Tanrı’nın bir lütfu olduğuna inanırlar. Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki Zengin bir akrabalarından söz ederler. Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler… Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar. Yarı gecelerde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur. Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler. Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsaSonuçlarını görmeden inanmazlar. Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur. Mülk düşkünüdürler amansız derecede Bir ülkenin geleceği Küçücük topraklarının ipoteği altındadır. Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden Zamanın derin ırmakları önünde… Köylüleri, söyleyin nasıl Nasıl kurtaralım?

Şükrü Erbaş

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

7


Bir Garip Ünlü: Urfalı Mukim Tahir Denizhan Gültekin ek Dinlem için

Göz alabildiğine uzanan geniş mümbit ovalara sahip, en az güneşi kadar sıcak insanlarıyla Urfa; yanık yürekli, yanık sesli birçok ozan yetiştirmiştir. Onların yaktıkları türkülerle nice kanı deli sevdalanıp derde düşmüş, gizli gizli gözyaşı dökmüş, âh edip iç geçirmiştir. Kel Hamza, Bekçi Bakır, Mukim Tahir, Kazancı Bedih, Müslüm Gürses, Nuri Sesigüzel ve daha

8

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

niceleri dertli gönüllere misafir olmuştur. Bu yazıda ise varlığın ve yokluğun en şiddetlisini yaşamış, güçlü sesi ve kendine özgü gırtlak nameleriyle ondan sonra gelenlere örnek olmuş, feleğin çemberinden geçmiş, Ayağında Kundura, Kapıyı Çalan Kimdir, Elleri Pamuk türkülerinin söz yazarı, ses sanatçısı Mukim Tahir’i dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Tahir Oturan 1900 yılında Urfa’nın Bıçakçı mahallesinde zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gözlerini açar. Onlarca köyü olan, güçlü, bölgede sözü geçen ailede büyüyen Tahir’in gençliği varlık içinde geçer; fakat iyi giyimli, uzun boylu, kaytan bıyıklı, hoşsohbet genç için bu bolluk fazla uzun sürmez. Arazi anlaşmazlığından dolayı arkadaşıyla birlikte öz amcasını öldürür; arkadaşı 24, Tahir ise 101 yıl ceza alır. Urfa Cezaevinde hapis yatarken cumhuriyetin onuncu yıl affından yararlanır ve mahpushaneden çıkar. Tutukluluk süreci ve hanımının vefatı hayatını alt üst eder. Sahip olduğu arazileri satarak sefahate dalar ve günlerce eve uğramaz. Çok geçmeden tüm mal varlığını kaybeder; yalnızlığın, yoksulluğun pençesine düşer. Geçimini sağlamak için çeşitli işlerde çalışır. Hamamcılık yapar, dayısının fırınında çalışır, gazinoda okuyuculuk bile yapar. Daha sonra arkadaşlarıyla birlikte halk evi açıp saz ekibi kurarlar. Mahalli konserler veren Tahir ve arkadaşlarının ünü kısa sürede yayılır ve ülkenin çeşitli yerlerinden talepler gelir. Yerel ağzı iyi kullanması, geniş repertuvarı ve sesinin güzelliği onu döneminin en iyi gazelhanı ve hanendelerinden biri


yapar. 1938 yılında Muzaffer Sarısözen, Urfa türkülerini derlemeye gelir ve Mukim Tahir başta olmak üzere çeşitli mahalli sanatçılarla kayıt yaparlar. İki sene sonra Bestekâr Artaki Candan da Tahir’i dinlemeye gelenlerdendir. Candan, sefalet içindeki yanık sesli gazelhanın sesine hayran olur ve onu İstanbul’a davet eder. Böylelikle Mukim Tahir ilk plağını Türkiye’nin en eski taş plak şirketlerinden biri olan Sahibinin Sesi Plak’a yapar. 1944 yılında yaklaşık otuz kişilik ekiple turneye çıkan Güneydoğunun yanık sesli hanendeleri, önce Ankara Radyosunda konser vermiş, sonra da İstanbul’a gitmişlerdir. Heyetin içinde Karaköprülü İsmail, Abdi Saraç, Kurrik Mahey (Mehmet Gençkol)

“Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum, Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim, Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm.” Bedri Rahmi Eyüboğlu

gibi isimlerin arasında en dikkat çekeni orkestra şeflerine taş çıkartırcasına bir baş hareketiyle grubunu yönlendiren Mukim Tahir olur. Kısa ömrünün son dönemlerine üç tane plak sığdırır Urfalı gazelhan. Yoksulluk ve düzensiz hayatından dolayı sanatçı, gün geçtikçe sağlığını kaybeder. İçinde bulunduğu durumu bir türlü sindiremeyen Tahir, son çare olarak Zonguldak’ta müteahhitlik yapan bir arkadaşının davetiyle 1945 yılında doğup büyüdüğü topraklardan bir daha geri dönmemek üzere ayrılır. Dostunun anlattığına göre Mukim Tahir, üzüntüden çökmüş vaziyette, bitap durumdadır. Geldikten üç gün sonra rahatsızlanır ve en yakın ilçeye ilaç almaya giderken çileli hayatı hazin şekilde son bulur. Köyün mezarlığında tepelik bir yerde kabri kazılır. Belli olsun diye etrafına konan tahtalar yağmur ve fırtınadan dolayı yıkılır ve memleketinin en varlıklı en sözü geçen ailelerinden birine mensup bu bedbaht adamın cebinden sadece on lira çıkar. Mukim Tahir’in türküleri, hoyratları Zeki Müren, Bülent Ersoy ve İbrahim Tatlıses gibi ses sanatçıları tarafından okunmuş olsa da hiçbiri yanık sesli gazelhan gibi hissettirememiştir. O kendine has gırtlak namesi, buğulu sesi ve üslûbuyla tek başına bir ekol olmuştur; fakat ne yazık ki memleketi evladının mezarına bile sahip çıkmamıştır. Yoksulluğunu, acısını, derdini, kederini damıtıp türküleriyle harç eden sanatkârın hayatı varlık içinde başlamış, ne yazık ki sefalet ve yalnızlık içinde bitmiştir. www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

9


Menhus Hastalığın Dişinde Üç Şair: Kemal, Rüştü ve Muzaffer Alper Şahin

Zonguldak’ın insanı alışkındır angaryaya… Tırpan savuranı, kazma vuranı, ekin biçeni, kömür çıkaranı ve hatta vagon çeken âmâ katırı dahi alışkındır... Yazarı, çizeri, şairi… kıtlığa, açlığa kalem kaldıran her münevveri alışkındır angaryaya… Karşılıksız üreten üç kalem mükellefini; Kemal’i, Rüştü’yü ve Muzaffer’i bu kent bir araya getirmiştir. Bizzat kaderinden üflemiştir onların ruhunu. Hatta Zonguldak sayesindedir üçünün de şairliği. Atatürk’ün bizzat masrafını karşılayarak okuttuğu Kemal, Kastamonu Lisesinde öğrenimini tamamladıktan sonra memleketi Amasra’ya döner. Yaprakların toprakta bittiği sonbahar günü, Zonguldak’taki bir hemşehrisi haber gönderir ve iş için Kemal’i yanına çağırır. O tarihte ekmek ve birçok gıda maddesi karne ile dağıtılıyordur. Hemşehrisi aracılığıyla Zonguldak Belediyesinde karne memuru olarak işe başlar. Adına aşina olduğu Muzaffer Tayyip Uslu ve lise arkadaşı Rüştü Onur da bu şehirde yaşamaktadır. Rüştü ile görüştükleri bir gün Muzaffer ile de tanışırlar. Edebiyata karşı tutkuları onları bir arada tutar ve kısa zaman içerisinde çok sıkı dost olurlar. Barlı Apartmanının alt katındaki çayevinde otururken, ıslık çalarak volta atarken 844 adımlık Gazipaşa Caddesinde, iyot kokulu akşam vakti ömür hülasası onca şiiri ardı sıra okurken iskelede… Her zaman yan yanadırlar. İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk düşer tanışıklıkları. Allahlık maaş, hububat vergisi, ekmek karnesi… Bir yığın olumsuzluğun içerisinde, diğer hemşehrileri gibi açlık ve sefaletten imanı gevrer onların da. Kemal, “Sıkıntılı bir günüm… Para yok, evde yiyecek ekmek yok!” yazar hatıra defterine. Muzaffer ise, “Yazık diyecek / Hatıra defterimi okuyan” diye sıralar dizeleri, “Ne talihsiz adammış / İmanı gevremiş parasızlıktan.”1 Bir de iş mükellefiyeti ilan edilir ki Dilaver Paşa’ya rahmet okutur türden. Binlerce köylü hasadını bırakır, mem10

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


leketin bacası tütsün diye Zonguldak’ın dibini kazmaya cek. O vakit ‘Aman’ diyeceğiz ‘Sen misin Rüştü?’ Öldüğükoyulur. Tanda beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilmeden nü unutacağız.” madene indirilen bir tümen adam; sabahtan, öğleden, Aksaray’da, bir bodrum katı dairesinde yaşamaktaikindiden bihaber karaelmasa kazma savururlar yerin aldır Kemal. Geçim sıkıntısı had safhadadır. Hastalığı da iyice ilerlemiş, sık sık kuru öksürük nöbetine tutulmaktında. Boşuna dememişler, güneş girmeyen eve doktor girer, tadır. Önce bronşit ve nihayetinde verem teşhisi konulur. diye. Gün ışığı görmeden çalışan binlerce madenci iğne Ağrıdan uyuyamadığı bir gecenin ardından, arkadaşları ipliğe döner verem illetinden. Zonguldak’ın ıslak ve kirli aracılığıyla Validebağ Sanatoryumu’na yatırılır. Ancak arhavası da buyur edince menhus hastalığı, avuç dolusu kan kadaşları, burada gerekli ihtimamı görememesinden doöksürmeye başlar ahali. Velhasıl bizim üç şairin de avurdu layı Cerrahpaşa Hastanesi’ne naklini sağlarlar. Ertesi gün çökmüş, ciğeri hırıldamaya başlamıştır çoktan. Kemal’i ziyaret etmeye giden arkadaşları, şairin öldüğünü Rüştü, Muzaffer’e bir mektup yazar: “Düşün ki, Heyöğrenirler. Kemal de ölünce bir başınalığı iyice pekişir Muzafbeliada Sanatoryumu’nda ben, Validebağ Sanatoryumu’nda sen; ‘müteverrim’ şiirler yazan Zonguldaklı iki şair! Ya fer’in. Limanda, Kapuz’da, Gazipaşa’da, velhasıl ZonKemal?” diye devam eder mektubuna, “Onun da hasta ciguldak’ta; kendi tanımlamalarıyla Ahmet Hamdi akğerleri, biliyorum. Ama almıyor ciddiye, aldırmıyor, hasşamlarında iki dostundan yoksundur artık. Ciğerindeki amansız illet de azmış, kudurmuştur iyice. talığıyla alay ediyor.” Tedavi olması gerekmektedir ama gariban adamdır “İpek kartpostallardan dökülen romantik görünümMuzaffer. Sanatoryum masrafını karşılamaya yetecek kaler,” diye imgelediği manzarayı izlerken sonlandırır mektubu Rüştü. Ne onun ne de Muzaffer’in ilk yatışıdır sadar parası yoktur. Öylece ölümü beklemektense, bir dönem Zonguldak’ta yaşamış ve karısını bu kentte menhus hastalınatoryuma. Daha evvelden iyileşerek kalkmışlardı hasta yataklarından ama nekahet döneminde cebi delik gezdikğa kurban vermiş Oktay Rifat’a bir mektup gönderir: “… Seni yine rahatsız edeceğim, benim sanatoryum işi leri için yine yakalanmışlardı bu illete. arapsaçına döndü. Ben işleri yoluna koydum diye sevinirKeyfi yerindedir Rüştü’nün. Çünkü daha önce taburcu olmasının ardından Zonguldak’a dönüşü sırasında vapurken, az evvel dairede şöyle bir tebligatta bulundular: ‘Sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak 200 lira kada tanıştığı, ardından aylarca mektuplaştığı sevgilisi, Kardemir’in memur kızı Mediha da tedavi görmektedir dar bir yardımda bulunabiliriz. Hâlbuki sanatoryumaynı sanatoryumda. da üç ay yatacağına göre 900 lira kadar bir para lazım. Mediha, Rüştü’den önce taburcu edilir. Kara700 lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız.’… Oktay Ağabey, işittiğime göre ‘Yardım Sevenler’ cemiyeti bük’teki işine devam edemeyeceği için ailesinin i iğ z ü M ve ‘Kızılay’ benim vaziyetimde bulunanlara yardım yanına, Beşiktaş’a yerleşir. Rüştü de sanatoryumek için dinlem ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? dan çıktıktan sonra Mediha’nın yanında kalır. Yahut buraya tepeden inme bir şey yapmanın imMektupların birinde sözleştikleri gibi evlenirler nihayet. Rüştü, kayınpederinin Şair Leyla Sokakânı yok mu? Çok iyi biliyorum ki kuvvetli bir piston olsa böyle bir hadiseyle karşılaşmayacakğındaki manav tezgâhını işletmekte; Mediha ise bez fabrikasında işçilik yapmaktadır. Mutludurlar, ancak tım.” mutluluk hakiki yüzünü göstermemiştir daha. KarısıMuzaffer havasız ve ışıksız evinde, bir deri bir kenın tere bulanmış elinin sırtüstü düşüşünü izlerken anlamik vaziyette beklemektedir ölümü umarsız. Oktay Riyabilir Rüştü; mutluluk kancıktır, geldiği gibi gider! fat’tan bir yanıt, en azından olumlu bir yanıt alamamış Mediha’yı yitirdikten sonra Rüştü’nün hastalığı nükseolsa gerek… Mektubu gönderdikten dört ay sonrasının bir kış gününde, abdesthaneden yatağına götürüldüğü der. Yalnızca üç hafta dayanabilir hasret nöbetine ve kan sıra annesinin kucağında ölür. tüküre tüküre vardığı bir aralık sabahında nefessiz kalaRüştü, Muzaffer’den iki; Kemal ise Rüştü’den beş yaş rak ölür. Defterine son bir şiir iliştirdiğinde 22 yaşındadır büyüktür. Önce Rüştü, ardından Kemal ve en son da Mudaha: “Ölüm gece geldi/ Bitti içimdeki tüm şarkılar…” O vakitte Kemal de anneannesi ile birlikte İstanbul’dazaffer, şairin imgelediği âleme doğru giderler. “Susun! dır. Kimi zaman parasızlığı kimi zaman da hastalığından Biten bir günün şarkısı dudaklarda… dolayı sık sık ara vermek zorunda kaldığı tahsiline devam Susun! etmektedir. Rüştü’yü yitirdiklerinden 1 hafta sonra MuRuha aşina bir ses var uzaklarda…”2 zaffer’e bir mektup gönderir. “Biz onu bir gün unutacağız, belki de unuttuk bile.” der Rüştü için, “… Ama ara sıra da olsa, bazen bir mısra, bazen bir nükte, bazen bir sevda 1-Muzaffer Tayyip Uslu, Öldükten Sonra hikâyesinin kahramanı halinde yanı başımızda bitivere2-Kemal Uluser, Akşam Vaktinde www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

11


Erkeklerin Flört Ve Cinsellik Üzerine Kadınlardan Daha Fazla Şarkı Yapması Çevirenler: Bayram Şafak Arslan & Emre Kılagus i Müziğ in k iç inleme

d

1960’dan 2008 yılına kadar piyasada yer alan popüler şarkı sözleri üzerinde yapılan bir araştırma, erkeklerin hem romantik aşk hem de cinsellik hakkında kadınlardan daha sık şarkı söylediğini ortaya koyuyor. Yalnız şu da var ki, kadın sanatçılar yüzde olarak şarkılarında daha fazla romantik aşk ögeleri barındırıyor. Peki, bu durum neyden kaynaklanıyor? Bu araştırmada yer alan bilgiye göre, bu durum şarkı sayısındaki cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanıyor. Yani, 1960-2008 yılları arasındaki dönemde erkek şarkıcılar, popüler şarkıları sahnede kadınlardan daha fazla söylemiştir. Özetle, erkeklerin hem romantik aşk hem de cinsellik hakkında kadınlardan daha fazla şarkı söylemeleri o dönemde yer alan cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanıyor. Araştırmacılara göre, kadınların aşk ve romantik ilişkilere odaklanması aynı zamanda da cinsel olarak nesneleşmiş bedenlere sahip olmaları beklenirken, erkeklerin direkt olarak cinsel davranışlara odaklanması beklenmiştir. Araştırmacıların 1.250 adet popüler şarkı üzerinde yaptığı medya içerik analizine göre, cinsellikteki cinsiyete dayalı farklılıkların gerçekten yaygın olduğunu ve cinsiyet kalıplarıyla tutarlı olduğunu göstermiştir. Araştırmacıların yaptıkları çalışmadaki bul12

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

gulara göre: 1- Tüm şarkıların %57’si en çok “aşk” (romantik bir terim olarak) kelimesini kullanmıştır. 2- Tüm şarkıların %22’si genellikle benzetme yoluyla cinsel referans içermektedir. 3- Tüm şarkıların %14’ü kadın bedenlerinin erkek bedenlerinden daha sık nesneleştirildiği cinsel içerikli şarkı sözleri içermektedir. 4- İncelenen 1.250 adet şarkının 827’si erkekler, 328’i kadınlar ve 95’i de karma gruplar tarafından yapılmıştır. 5- Rock, R&B ve diğer türlerde yapılan tüm şarkıların yarıdan fazlası flörtleşme ve aşka hitap ederken; rap türünde yapılan tüm şarkıların yarısından fazlası cinselliğe ve nesneleştirilmiş bedenlere hitap etmektedir (kadın bedenleri erkek bedenlerine nazaran daha fazla nesneleştirilmiştir). 6- Kadın şarkıcılar arasında, 1960’larda cinselliğe atıfta bulunan şarkıların oranı %6 iken, bu oran 19702000 yılları arasında %16-21’e kadar çıkmıştır. 7- Erkek şarkıcılar arasında, cinselliğe atıfta bulunan şarkıların oranı 1960’lı yıllarda %7 iken bu oran 70’ler, 80’ler ve 90’larda %20-29’a kadar çıkmıştır. Ardından 2000’lerde bu oran %40’a kadar çıkmıştır. Araştırma Hakkında:


Analiz, 1960-2008 yılları arasında Billboard'da “Yılın en iyi 100 şarkısı” listelerine dayanıyor. Her çift sayılı yılın (ör: 1960, 1962, 1964, vb.) en iyi 50 şarkısı analiz edildi, her on yılda 250 şarkı ve toplamda 1.250 şarkıdan oluşan bir örnekleme verildi. Bu araştırmanın bugüne kadar yapılan en kapsamlı popüler müzik şarkı sözleri analizi olduğuna inanıyoruz. Şarkı sözleri online olarak bulundu; özellikle “lyrics. com" kaynağından en çok şarkı sözü toplandı (sanatçıların web siteleri de dahil olmak üzere diğer kaynaklar; hepsi karşılıklı olarak doğrulandı). Sanatçı bilgileri, tür de dâhil olmak üzere, sanatçıları müzikal kompozisyonlarına göre kategorize eden, bir sanatçının kategorize edilebileceği tüm türler, sıralar ve bunları bir sanatçının en yaygın türüne göre düzenleyen (birçok ticari kaynağın aksine) “allmusic.com” kaynağından bulundu. Toplam 895 ayrı sanatçı bu 1.250 şarkıyı seslendirdi. Analizdeki şarkıların yarısından fazlası rock/pop türünden olmasına rağmen, hâkimiyeti zaman içinde (özellikle 1990'dan sonra) azalmıştır. Irk ve cinsiyet eşitsizlikleri türler arasında belirgindi. Beyazlar en çok sayıda (tüm sanatçıların %57,6'sı), onu siyahlar (tüm sanatçıların %34,4'ü) izledi, onu çok ırklı gruplar ve bireyler (%6,1) izledi; başka hiçbir etnik grup %2’den daha yüksek kapsama oranına sahip

değildi. Beyazlar rock müziğe (%91,8) ve diğer türlere (%66,4) hâkimken, siyahlar R&B (%82,8) ve rap (%83,9) müziğe hâkimdi. Erkekler tüm türlerde farklı oranlarda kadınlardan sayıca üstündü. R&B en düşük cinsiyet dengesizliği oranına sahipken (%52,0) rap en büyük cinsiyet dengesizliğine sahipti (%93,2) (rock: 77,8%, diğer: 70,9%). 10 lisans öğrencisi ve bir doktora öğretim üyesi her şarkıyı; flört/romantik bir ilişkinin varlığı veya yokluğu, aşk kelimesi ve kullanımı (ör: romantik, cinsel [sevişmek"], ya da diğer), orgazmik cinsel aktivite (ör: cinsel ilişki, mastürbasyon), cinsel referansların açıklığı (ör: "sevişmek", müstehcen, metafor) ve insanların nesneleştirilmesi (erkek ve kadın için ayrı bir şekilde) olarak ayrı ayrı kodladı. Tüm şarkılar, kodlama ekibinin iki üyesi tarafından ayrı ayrı çalışarak puanlandı. Bu analizdeki tüm kategorilerde minimum anlaşma oranı %80'dir. Kodlama tutarsızlıkları, oybirliğiyle 2-3 kişilik ekipler arasında uzlaştırıldı.

KAYNAK: Springer. "Men sing about dating and sex more often than women." ScienceDaily. ScienceDaily, 17 May 2017. <www.sciencedaily.com/releases/2017/05/170517111637.htm>. www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

13


Kelebek Etkisi Elif Davarcı

Gözünün önüne düşen bir tutam saç çatık kaşlarını gölgeliyor, dudağının kenarındaki belirsiz tebessüm aklından geçenleri merak etmeme neden oluyordu. Çay demlenene kadar susmaya devam ederse bu dalgınlığa balta vurmaya karar vermiştim. Eli sürekli kalbini yokluyordu, yaşadığına inanmaya mı çalışıyordu, anlam veremiyordum bu yaptığına. İçimizdeki düzen şimdiye dek kusursuz bir şekilde işlemiş ve bizi hiç yarı yolda bırakmamıştı. Belki de ağrısı var düşüncesi yüzünden az daha çaydanlığı elimden düşürüyordum. İstemsizce bağırmış olmam onu da daldığı yerden çekip almış ve kahvaltı masasına geri getirmişti. İyi misin, diye sordu korkuyla. İyiydim. Uzun bir yolculuk olmalı dedim gülerek. Çayları doldurup tostları da getirdikten sonra karşısına oturdum. Hâlâ bir cevap vermemişti, yine dalmak üzereydi, belki de çoktan uzaklaşmıştı yanımdan. Yolculuk diyorum, uzundu sanırım, dedim tüm heceleri vurgulayarak. Kaşları biraz daha yaklaştı birbirine. Of Peri, yoruyorsun ama, ne düşünüyorsun yarım saattir, elin sürekli kalbinde, ağrın mı var yoksa, hemen hastaneye gidelim. Gülme sırası ondaydı. Nefes al istersen, deyip ellerini çay bardağının etrafında birleştirdi. Anlat dedim sabırsızlıkla, neler oluyor? Bir rüya gördüm, sanırım hâlâ onun etkisindeyim, ağrım yok yani, rahatlayabilirsin, dedi. Rahatlamak bir yana merakım artmıştı iyice, rüya denince akan tüm sular duruyordu benim için. Dinliyorum der demez sandalyenin üzerinde bağdaş kurdum, az kalsın düşüyordum ama dert değil. -Uzun bir rüya değil aslında… kıyafetlerimi değiştirirken kalbimin üzerinde bir leke olduğunu görüyorum. Aynadaki görüntüden emin olmak için başımı eğince şaşırıyorum ve o an gözüme toz birikintisi gibi görünen lekeye vuruyorum, tozu dağıtmaya çalışıyorum. Başarılı 14

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

olamıyorum ve çok geçmeden beni hayrete düşüren bir olay gerçekleşiyor, o tozların arasından bir kelebek çıkıyor, kanat çırpmaya başlıyor göz hizamda. Ne yapacağımı bilemez bir halde ona bakıyorum, ona ve aynadaki yansımama. Aysar… nasıl anlatsam bilmiyorum ama uyandığım andan beri kendimi garip hissediyorum, her an rüyam gerçek olacakmış gibi. O yüzden mi elin sürekli kalbinde diyorum gülerek. O da gülüyor, sanki az önceki düşünceli halinden eser yoktu şimdi. O kadar rahatsız ettin ki dakikalardır, vazgeçmiştir zaten dedim. Çayından bir yudum aldıktan sonra bana baktı, kısılan gözlerinin kenarlarındaki kaz ayaklarını görünce duvardaki saatin sesini daha net duymaya başladım. Zaman akıyordu ve biz… Ya sen dedi, gülümsemesi sağ yanağındaki çukuru iyice belli etmişti. Ne gördün rüyanda, Aysar, hadi anlat, dedi. O dalgınlığın arasında bendeki hali nasıl anlamıştı aklım almıyor ama rüyamdan kaçmaya-ya da şöyle demek lazım, rüyamdaki kişiden kaçmaya çalışırken yine duvara toslamıştım. Gerçek bir çarpışma meydana gelmişçesine alnımı ovarken rüyamı düşünüyordum. İçim kıpır kıpırdı saatlerdir, gecenin dördünde uyandıktan sonra bir daha uyuyamamıştım. Diğer günlere nazaran daha özenle hazırlanmış kahvaltının nedeni de buydu aslında. Sadece tostla geçiştirdiğimiz bir öğünden fazlasıydı bugün ve kabul, masanın ortasındaki patates kızartmasının ne kadar fazla olduğunu da yeni fark ediyordum. Anlatmaya başladım. -*Evden çıktığımda gök hâlâ karanlıktı. Sokak lambalarının aydınlattığı sokakta gölgemle beraber ilerliyordum. Sinir bozucu bir sessizlik vardı. Aniden yanımdan geçen arabanın korna sesi sinirlerimin bir yay gibi


gerilmesine neden olmuştu. Diken üstünde yürümeye oradan. Koştum, koştum, nereye gideceğimi bilmiyordevam ederken nereye gittiğimin farkında değildim. dum yine. Sonra nefesim kesildi, kaldırıma çöktüm. YoNeredeyse bir kilometrelik yokuşu diken üstünde yükuşun yarısını tırmanmış olduğumu da o an fark ettim. Her şey olup bittikten sonra anlıyordum, rüyamın ilginç rüdükten sonra caddedeki insan kalabalığı bir nebze bir akışı vardı, gün bitmek üzereydi, aynı gün bile olmaolsun rahatlamamı sağlamıştı. Sola dönüp yürümeye devam ettim. Ayaklarım benden bağımsız bir şekilde yabilir, emin değilim inan. Karşımdaki kafeyi görünce ilerliyordu. Bir binaya girip bir kat çıktıktan sonra görgeçmişe dair birkaç bilgiyi anımsadım, sıklıkla gittiğim bir mekanmış ve ben orada hep aynı masaya oturur, düğüm arka kapıdan çıkarak yola devam ettim. İçinde yazı yazarmışım. Günlük tutmayı bile beceremeyen merak ve korku kaynayan kalbim her an duracakmış ben, rüyamda yazarmışım, düşünebiliyor musun? gibi geliyordu. Küçük bir dükkana girdim, Gülünç bir durum bence. Girişteki yüksek duvaryıllanmış kitapların kokusunu içime çektim doyasıya. Sevgi arsızı bir kedi bacaklarımın ları saran hanımelinin kokusu hâlâ burnumda… i arasında dolaşmaya başladı. Köşedeki masada derin bir nefes alıp bahçe kısmında ilerlerken her Müziğ in ek iç dinlem oturan adam tüm dikkatini önündeki kağıtlara zamanki masama bakıyorum ve orada birini gövermişti. Başında duran üç genç de ilgiyle onu rüyorum. O da beni görüyor, bana öyle gelmiş seyrediyordu. Tüm duvarları kitaplıklarla kaplande olabilir… -*mış olan odanın ortasındaki demir ve çarpık merAysar rüyasında kaybolmuştu. Son cümdivenle üst kata çıkılıyordu. İçerideki varlığım kimsenin dikkatini çekmemişti, alt kattaki kitaplıklarda lesinden sonra yüzüne yerleşen tebessüm her aradığım kitabı bulamayınca –bir kitap aradığımı o zamankinden farklıydı, yanaklarındaki kızıllık beni de an öğrenmiştim, rüya bu ya- üst kata çıktım. Burada da güldürmüştü. Ee dedim merakla, ne oldu sonra? Duytüm duvarlar kitaplıklarla kaplıydı ve ortada bir masa madı. Koluna vurunca ürperdi, ne oldu ya, dedi sinirle. vardı, üzerindeki kitapları incelerken elime ince bir karGünaydın güzel dostum, uyanmış olman sevindirici deton geçti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken onun yakın dim alayla. Uyumuyordum Peri dedi, çoktan soğumuş zamanda aldığım Gök Atlası’na benzediğini düşünmüşolan tostunu yemeye başladı. Hey, devam etsene kızım, görmüş mü seni, ne oldu sonra? Omuz silkti. Ne dedim, tüm. Evirip çeviriyordum ama üzerinde ne yazdığını, şaşkınlıkla. Burada mı bitiyor rüyan? Gözleri nemlensimgelerin ne anlama geldiğini bir türlü çözemiyordum. Sonra ne zaman yanıma geldiğini anlamadığım biri, di birden, gözlerinin siyahını gölgeleyen ışıltılar aniden onun isimname olduğunu söyledi, ismimle ve hayatımyaşa dönüşüp akmaya başladı. Kalkıp yanına gittim, iç çekip elimi tuttu. Bir an, belki de birkaç asır, sanki orala ilgili her şeyi oradan okuyabileceğini söyleyince sanki elimde bir ateş topu varmışçasına irkilip geri çekildim. da öylece durup birbirimize baktık, sonra bir şey kırılDengemi son anda sağlamasaydım merdivenlerden yudı içimde, bu nasıl anlatılır, ağlayarak çıktım oradan, koşmaya devam ederken de uyandım, ben… rüyamın varlanmam an meselesiydi, geri dönüp koşarak çıktım www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

15


sonunu unutmuştum biliyor musun? Sadece onu gördüğüm yerde bittiğini düşünmüştüm uyandığımda, içimde garip bir neşe, tuhaf bir his vardı saatlerdir, ama şimdi hatırladım, bir rüya insanın canını bu kadar yakabilir mi? Gözlerini kurulayıp güldüm, ben de kalbimden bir kelebek doğmasını bekliyordum, anlaşılan ikimiz de bugün gördüğü rüyaların etkisinden kısa sürede kurtulamayacak. Belki de deyip gülümsemeye çalıştı, olmadı. Bulaşıkları yıkarken Aysar’a seslendim. Sormayı unuttum, o kişiyi tanıyor musun, bildiğimiz biri mi? Mutfağa girdiğinde yüzünde maske vardı. Ballı tarçınlı. Bilmiyorum Peri, rüyamdaki Aysar’a sorarsan, ona aşık olduğunu bile söyleyebilir, ama ben kim olduğunu bilmiyorum. Son bardağı da durulayıp sepete koyduktan sonra, öğrenmeye ne dersin, diye sordum. Gözleri parladı, bu kez gözyaşı nedeniyle değil, heyecanla. Nasıl? Aslında bu söyleyeceğim sana mantıksız gelebilir, ama ben rüyandaki kafeyi bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Öyle bir kafe yok dedi umutsuzca. Nerden biliyorsun, derken çoktan odama geçip montumu üzerime geçirmiştim bile. Hadi ben seni aşağıda bekliyorum, şu maskeden kurtul ve gel yanıma, anlattığın yerlere gideceğiz. -*Peri’nin ısrarıyla bir maceraya atılmıştık. Peşimize takılan ve bizi kovalayan köpeğin de etkisiyle kısa sürede rüyamdaki binanın önünde bulduk kendimizi. Sanki köpeğin amacı bizi oraya getirmekmiş gibi, sessizce geri döndü. İçeri girip bir kat yukarı çıkınca gerçekten bir arka kapısı olduğunu gördüğümüz binaya daha önce –rüyam dışında- gelip gelmediğimi hatırlamaya çalışıyordum. Kitapçı rüyamdaki gibiydi. Bir farkla. Masanın orada olanlar… bu sensin, Peri, sensin… başka bir şey söyleyemiyordum, masanın başında Peri vardı, sol elini uzatmıştı ve bizden yaşça büyük bir kadın onun bileğine bir şeyler çiziyordu. Hâlâ rüyadayım, diye mırıldanarak akıl sağlığımı korumaya çalışıyordum. Omzumda Peri’nin elinin sıcaklığı varken, gördüklerimiz… onlara yaklaştım. Hint kınası. Kelebek. Peri. Bileğindeki kelebek çizimine bakıp gülümseyen kız birden yere yığıldı. Kadın onu kendine getirmeye çalışıyordu. Etrafına bakınıp bizi görünce bağırdı, yardım istedi. İkilemde kalmıştım ve giderek şiddetini artıran gök gürültüsü sakinleşmeme olanak sağlamıyordu. Size sesleniyorum, buraya gelin, yardım edin, dedi tekrar. Peri’ye baktım, rengi atmıştı, titriyordu. Gel dedim, elimi uzattım. Parmaklarımı kırarcasına tuttu elimi. Diğer Peri’ye yaklaştık ve bir gök gürültüsü daha. Korkuyla gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerimi açtığımda karşımda iri bir kelebek kanat çırpıyordu. Yaşadıklarımızın nedenini, nasılını sorgulamadan onun peşine düştük. Koştuk, yağmur da bizimle beraber hızını artırdı. Daki16

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

kalar sonra kelebekle beraber adımlarımız da durdu. Peri’ye sarıldım, onu kaybetmekten korkuyordum. Şimdi ne yapacağız diye fısıldadım kulağına, sanki kelebeğin bunu duymasını istemiyormuş gibi. Geri çekilip etrafa baktı, hanımeli, hanımeli bu, dedi heyecanla. Elimi tutup oraya doğru sürükledi beni, kelebek de bu esnada Peri’nin omzuna konmuştu. Kapının önündeydik, fakat bahçenin içinde bir kafe yoktu. İki katlı müstakil bir ev. Bana baktı. Denemeye değer deyip zile bastı. Kapı ağır ağır açıldı, kurumuş hanımeli çiçekleri saçlarımıza döküldü, içeri geçtik. Asmanın altındaki mavi masanın etrafında üç kadın oturuyordu. Birbirlerine oldukça benzeyen bu kadınların akraba olduklarını düşündüm. Hoş geldiniz kızlar, siz de kahve içer misiniz, dedi en genç olan kadın, muhtemelen kırklı yaşların başındaydı. Sessizdim. Peri, isimlerimizi söyledikten sonra, zahmet olmazsa dedi ve masadaki boş sandalyelere yerleştik. Bize soru sormalarını bekliyordum. O sırada Peri konuşmaya başladı. Biz buralarda bir kafe arıyorduk aslında, ama sanırım arkadaşım adresi yanlış hatırlamış, kusurumuza bakmayın, dedi. Gülümsedim. Kır saçlı kadının gözleri çok tanıdıktı ve bu tanışıklığın nereden geldiğini çözene kadar söze karışmayı düşünmüyordum. Kafeyi bulamadınız ama bu kahveler de sizin nasibinizmiş kızlar, ben Gülnar, deyip kahveleri önümüze bıraktı. Fincanlardaki kelebek desenlerini görünce Peri’nin omzuna baktım, kelebek hâlâ oradaydı. -*Ters çevrilmiş fincanlar yüzünden huzursuzdum. Gülnar teyze çok ısrarcıydı, annesi ve anneannesini bizle tanıştırdıktan sonra anneannesinin çok iyi fal baktığını anlatmıştı. Aysar’ın rüyasındaki isimname muhabbeti aklıma geliyordu. Fincanların soğumasını beklerken ikimiz de sessizdik. Fal olaylarına inanmasam da duyacağım kelimelerden etkilenmekten korkuyordum. Boynum kaşınıyordu sürekli. Bir kelebeğe dönüşeceğim şimdi. Derken fincanlardan birinin çoktan çevrilmiş ve yorumlanmış olduğunu anladım, benim fincanımdı ve şükür ki söylenen hiçbir şeyi duymamıştım. Omzumdaki kelebek elimde geziniyordu. Buraya gelene kadar sırılsıklam olmuştuk ama saatlerdir bahçede oturuyorduk, kapının ötesinin günlük güneşlik olduğunu nasıl saatlerdir fark etmemiştik, bilemiyorum, üzerinde durmadım. Sıra Aysar’ın fincanında dedi Gülnar teyze, o fincana uzanırken Aysar, hayır, dedi. Sesi çok yüksekti, Gülnar teyzenin eli havada kaldı. Aysar’a baktım, gözlerindeki ifadeyi çözmeye çalışırken onun bahçe kapısına doğru baktığını anladım. Kelebek bizden uzaklaşırken, Aysar’ın kendi geleceğini görmemiş olmasını umut ediyordum. Aysar titreyen bir sesle, bu o, dedi ve fincan çatladı. Kimse uyanmadı.


Uzak Cadı bayramları, deliksiz uykular Kırmak bir dalı çiçek açtığı yerden Çatlayan tenime tuzlu bir su Akşamlar hoyrat bir akrebin zehrine sığınmış Barakalar sessiz, yıldızlar kaymaz olmuş Cesaret sana karşı anlamsız Cümleler eriyor dilimin ucunda Bir insan boğuluyorken ölebilir mi acısız? İnce keman sesleri Kuşluk vaktinin kendisidir bu dokunduğum Bir kapı var önümde ahlat ağacından Bir insan tahtakurusu olduğunu nasıl anlar? Çürütmek zihinleri böyle kolay mıdır? Acınası olmak çok kolay, Bir dokunuş uzağında olmak arafta kalmaktır. Demir pençeler tutuyor bileklerimi Uzun ve sancılı bir yaranın habercisi bu Belirsizlik bu gece fikrime bir soykırımdır Yıldızların bile ışıksız kaldığı bu gece Kelimeler biraz saygısız Gözlerin ruhumu çalan cesur bir hırsızdır. Arif Ahmet Oğuz

Müz dinlem iği ek için

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

17


Doğa Ananın Kalkanı: Kara Ölüm Yaşam şelalesinin suları ne zaman kavuştu yeryüzüne?

Fatma Dicle Karabınar

İnanın bilemiyorum. Önüme sayfalarca serilen hiçbir mükerrer bilgi beni ikna edemiyor. İçimde hep bir ses “bir başlangıç yok” diyor. Karanlık yanım olsa gerek çünkü bu sesin hemen ardından mahcup bir hal alıyorum. Sonra teselli ediyorum kendimi elbette bunu bilmek biraz zor. Kırık bir taburenin üzerinde oturup kitapları karıştırmakla ve geceleri gözlerini tavana dikip tekrar tekrar başa sararak kurguladığın hikâyelerle yetinen senin için daha da zor. Rivayetlerin içine kendini bıraksan bile suyun toprakla kavuşma anı namütenahi bir gücün gizemi olarak büyüyüp

18

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

gidecek içinde ve bu gizem maneviyatının kaynağı olarak kazınacak yüreğinde aklının ulaşamadığı bir yere. Belki de ulaşılmamalı duru kalması için. İşte tam da bu noktada tek bildiğim şeyin yaşam şelalesinin sularının mihver-i semaya damlamaya başladığı sıralar berrak olduğunu keşfediyorum. Bilmediğimiz durumlar bu berraklığı bozdu. Ortada bozulan bir şey varsa muhakkak sorumlusu beşer oldu. Ne garip yaşam şelalesiyle varlığını elde eden beşer onu kirletiyor. Peki, kirletmek ya da kirletmemek elinde mi? İnsanoğlunun bildiğimiz ilk çağlardaki fiziki ölçü-


leri, şartları günümüzde oldukça farklı. Daha küçülmüş ve kapanık durumdayız. İlk insanlardan bu yana tek değişmeyen şey doğayla edilen kavgalar olsa gerek ki o dönemlerde insanlar hastalıktan ziyade doğa olaylarından hayatlarını kaybederlermiş. Boyun eğmeyi reddedip birçok yerde kullanamadığı iradesini doğaya karşı kullanan insanoğlu deneyimlediği afetler sonucunda kayıplar verse de yeni şeyler öğrenerek korunma yolları bulmuş ve ilk müdahale orada başlamış… İnsanlar evcilleşmiş. Doğal afetlerle beraber yaşayarak, eksilmeyi yediremeyen ve tedbir alan insanın bedeni evcilleşip küçülmüş. Yaşanan evrim sonucunda yalnızca çevresindekileri toplayarak beslenen insanın avlanması zorlaşmış. Sonra bitkileri, hayvanları evcilleştirmeye başlamış. Doğada gördüğümüz üzere zi istiyor gibiydi. Salgın hastalıklar hayatlarımızdaki her türün evcilleşmiş ve uysallaşmış hali vahşi olanıperdeyi bu şekilde araladı ve sahneye girdi. na, atasına göre boyut ve genişlik olarak daha küçük Dünya tarihinde yaşanan en büyük salgın olan kalmıştır. Misal, fasulyelerin yabanileri daha kılçıklı kara veba insanlığın yarısının ölümüyle sonuçlanmışve yamukken evcilleşmiş ve yetiştirilmesine müdahil tı. Sanırım o dönemlerde doğa biraz mola isterken olunan fasulye düzgün ve yumuşaktır. Vahşi keçilerin onlar daha çok kedi katliamları gibi çözüm yolları boynuzları yukarı doğru uzarken evcilleştirilmiş bularak doğayı iyice kızdırmış olmalı ki fare sayıkeçilerinki kıvrılarak uzamıştır. Doğa ana sının artmasıyla virüs daha hızlı yayılmıştı. Kara karşı çıktığımız her an bizi küçülterek cezaölüm olarak da bilinen bu felaket insanoğlunu landırmış ama insanın doğasında var mağdur i Müziğ in yaptığı her yanlış davranışta en hızlı şekilde oldukça fail olmayı öğrenmek. Evcilleştiren ek iç dinlem cezalandıran örneklerle dolu bir döneme sokinsanoğlu artık toplayıcılık dönemlerinden muştu. kalma olan göçebe yaşamından yavaş yavaş Öyle ki bu kara ölüm insanların sakurtulmuş olacak ki yerleşik hayata geçmiş. İnvaşlar çıkararak birbirlerini katletmelerinsanlar oradan oraya sürüklenmenin zorluklarınden çok daha fazla ölüme sebep olmuştur. dan sıyrılmış olmalı ki çoğalmaya başlamış. BuKısa zamanda yüz milyona yakın insanın hayata nunla birlikte çiftçiliği öğrenen beşer bol bol üretip gözlerinin yummasıyla tarihte leke oluşturmuştur. depolamayı da öğrenmiş. İmkânın bol olduğu yerlerVeba salgını kaynaklara göre Asya kıtasından hayvan de insanların sayısı artmış ve evcilleştirilen hayvanlar kürkleri ve gemide ki fareler ile yola çıkarak Avrupa sayesinde insanların ve hayvanların hayatları bir olkıtasına geçmiş ve son derece önemli sonuçlara yol açmaya başlamıştı. Yaşamın suyu geldiği gibi kalmamışmış bir salgındır. 1347 yılından 1351 yılına kadar özeltı. Akışı, yönü, tamamen bulanmıştı. Peki, bu beşerin likle Avrupa’da çok hızlı yayılarak kötü günler yaşatsuçu muydu? Ne yapmalı? Yaşamı sürdürmek için çömış ve buradan neredeyse tüm dünyayı etkilemiştir. zümler bulmak zorundaydı ama doğayla karşı karşıya O dönemlerde büyük bir kıtlıktan henüz yeni başını gelmeden yapmalıydı. İnsanoğlunun doğada kendine kaldırabilen ülke veba salgınıyla tamamen sarsılmış uydurduğu her şey için çekeceği cezası vardı. Hayvanve mücadele edecek gücü yoktur. Her zaman ki gibi ları evcilleştirmenin de bir karşılığı oldu. Olanla veya ilk olarak kötü ve zor yaşam şartları nedeniyle hayihtiyacıyla yetinmeyen insan fazlasını aldı. O noktada vanlardan bulaşan bu virüs yoksul halkı daha kolay doğa karşılık vermiş olacak ki evcilleşen hayvanların ve hızlı bir şekilde yakalamıştır. Fakat eşitsizliğin kötaşıdığı virüsler artık insanlara sirayet edebilir hale kenlerinden ortaya çıkıp çok geçmeden tüm insanlığı geldi. Aynı bağışıklığa ve koşullara sahip olmayan inaynı çatı altında toplayan tek şey “salgın ve sonucunsan dayanamıyor ölüyordu. Doğa bir şekilde çoğalan daki ölümdür”. Bu nedenle varlıklı kesime de sirayet ve yayılan yeryüzündeki her şeyi kendine uyduran edecek ve aynı şekilde hayatları için mücadele etmeleinsanoğluna karşı dengeyi kurmalıydı. Virüsler doğa rini sağlayacaktır. ananın yeni silahıydı. Salgın, insanın yönetemediği, Elbette ki insanoğlu savaşlardan ve birbirleribir şekilde olacakların olduğu, onu içeriye kapatan ni katletmekten de vazgeçmemiş, mikroplar da bu duve çimenleri, hayvanları, ağaçları özgür bırakmasını rumda stratejik olarak kullanılmıştı. O sıralar Ceneviz sağlayan bir araç oldu. Adeta dünya mola vermemiwww.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

19


limanını kuşatan tatarlar vebalı askerlerini mancınıkla şehre fırlatarak virüsü İtalya’ya bulaştırarak savunmalarının düşmesini sağlamıştı. Sonrasında Veba Salgını, 1348 yılında Paris’e kadar gelmiş 1349’da ise Londra’yı etkisi altına almış İskoçya ve İskandinavya’dan sonra da başlangıcı olan tatarların yurduna tekrar ulaşmıştı. Virüs kısa zamanda Floransa’da 45.000, Fransa’da 125.000, İngiltere de 1.000.000 kişi ve Venedik’te ise nüfusun %75 ‘i veba salgınından ölmüştür. Suriye, Lübnan, Mısır, Hatay, Mekke, Yemen ve daha birçok yer toplamda tüm dünyanın büyük bir kısmı veba hastalığından yaşamını kaybetmiştir1. Salgının batıda vuku bulmasından sonra bu denli büyük bir hızla yayılmasının tek suçu imkânsızlıklar ve kıtlık değildi. Batıda o dönemlerde insanlar arasında temizlik anlayışı pek zayıftı. Bunun üzerine virüsün havadan gelen bir lanet olduğuna inananların kulaktan kulağa bunu yayarak korku yaratmasının sonucunda insanlar havayla temas etmemek için kıyafetlerini çıkarmıyor ve yıkanmıyorlardı. Kıtlık sonrası bakımsız kalan halk iyice durumu salmış olacak ki sokaklar insan pislikleri, çöpler ile dolup taşıyordu. Durdurulamayan, can almaya devam eden virüs çok geçmeden insanlarda psikolojik bir yıkıma sebep olmuştu. Daima kendilerini korumasını bekledikleri yönetime olan inançları zayıflamış itaatsizlikleri artmıştı. Doktorlar hiç bilmedikleri, nasıl ilerleyeceğini öngöremedikleri bir mikropla karşı karşıyaydı. İnsan psikolojisi sonucu korkuya kapıldığında ilk tepkisi kendini korumak olduğundan herkes kaçınılmaz bir şekilde bencilleşiyordu. Ürünlerin fiyatları artıyor, çalışanlar emekleri karşılığında daha fazla şey talep ediyor derken dünyada büyük bir ekonomik ve psikolojik çöküş meydana geliyordu. Yönetim tedbirleri arttırdı. İlk önce dini ritüellere sığınıldı. İşledikleri günahlar yüzünden bu hale geldiklerine inananlar affedilmek için kendilerini zincirleyip kamçılıyorlardı. Haç kardeşliği adı altında kutsal görevleri olduğuna inanan kaçıcılar ortaya çıkmıştı. Kara ölümü durdurmak için özel çalışan doktorlar vardı. Kendilerini korumak için korkutucu gagalı maskeler takıyor ve ağır kokulu bal mumuyla sarılmış kostümler giyiyorlardı. Kostümün yaratıcısı Avrupa’da birçok varlıklı ailenin doktoru olan Charles Lorme’du. Çalışanlar arasında 7. Louis ve Marie de Médici’nin oğlu olan Gaston d’Orléans da vardı. Doktorlar kurbanlarına ve havayla temas etmemek için kendilerini bu şekilde koruyorlar hastaları uzun bir sopa yardımıyla hareket ettiriyorlardı. 14. Yüzyılda insanlar bu hastalığı yaymayı önlemek için evlerinden dışarı çıkmamaya başlamıştı. Günümüzde ismine karantina dediğimiz kelimenin doğuşu da bu şekilde oldu. Kökeni İtalyanca olan kelime "qaranta 20

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

Eşitsizliğin kökenlerinden ortaya çıkıp çok geçmeden tüm insanlığı aynı çatı altında toplayan tek şey “salgın ve sonucundaki ölümdür”. qiorni", yani "40 gün" anlamı taşımaktadır. Hz. İsa'nın tabiatta geçirdiği 40 gün örnek alınmıştı. Kendi tabiatları olan evlerine kapanarak virüsten korunmaya çalışmışlardı. Gemiler ve hastalığın görüldüğü yerler 40 gün boyunca kapatılmıştı. Veba görülen ve karantina altına alınan yerlerde siyah bayraklar asılarak yolcular uyarılmıştı. İnsanoğlunun kendini koruma içgüdüsü ve fail olma arzusu sonucunda harekete geçmesi çok gecikmemiş olacak ki kurtulamayan insanlar delirmiş, birbirlerini suçlayarak katletmeyi seçmişlerdi. Alt sınıf ve üst sınıf birbirlerine düşman olmuş. Zenginler virüsün fakirin işi, fakirler ise tanrının gazabı olarak görmüştü. Genelde ortada bir lanet varsa kadından bilinir. Cadılıkla suçlanan, laneti getirdiğine inanılan kadınlar yakılarak öldürülmüş, kadına yakın bulunan ve birçok inanışta temsil eden kediler de nasibini alarak su kuyularında boğulmuş. Doğanın parçalarını sökmeye devam eden insanoğlu fare istilasına uğramış, salgın daha hızlı yayılmaya başlamış ve ölümler artmıştı. Virüs bu pisliğin içerisinde o kadar güçlenmiş ki bu güç onun sonu olmuştu. Hastalığın insanlar arasında hızlı yayılması, iyileşmelerine fırsat vermeden öldürmesi artık sona varmasının işaretiydi. Son süratle bulaşıp öldüren virüs canlı bir beden bulamaz olmuştu. Büyük bir katliam ve kargaşadan çıkan insanlar biyolojik, düşünce, iletişim, aile düzeni ve hayatlarını kazanma biçimleri olarak değişmişti. İnsanlık evriliyordu. Doğa ana bir şekilde insanlığı kendine göre şekillendiriyor ve beşer ne yaparsa yapsın yaşam suyunu her bulandırdığında kendini temizleyecek bir yol buluyordu. 1-Tarihi Olaylar- Büyük veba salgını.


Umut Şimdi bir fidan yeşerir Büsbütün hayâle teslim körpe topraklarımda Malum ki yaşamaktır, umulanın tecellisi Yaprakların sarartısı merhabaya alışmadan göğü arşınlamak uçtan uca Söküleceği evvelden belli kelimeleri Mıhlamak eskimiş duvarlara hizâyen Ve de sînede onulmaz yaralarla uyuyup uyanmak. Nâdâna yaraşır yanım çok imiş, kulak şâhit Bilakis değildir, değildir diyorsam Meşgûlüm aynı asırda asırlardır bulunmakla Tanımakla her tanıdığım rûhu farklı şekillerde Varmayacak elbet uman umduğuna Şarkılar civâra aldırmaksızın yankılanmayacak asla İlmek ilmek dokunanlar sadece gözde bir şuâ Tek darbede darmadağın umut fidesi Ebediyen yer altında kalacak

Muhsin Çelik

i Müziğ in ek iç m le in d

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

21


Hiç Adam

Hale Beyza

1. şam saatlerinde herkes çok yorulmuş olur. Başlarda Gün, yüzünü yavaş yavaş aydınlığa kavuştururağır işlerde çalışanları düşünüp anlam veremezdim ken, başladı yine telaşı bir tuhaf yaşamanın. Yaşamak; bu duruma. Sonra sonra rutinin ağırlığını, mecbusanki bir yere bağlı, asılıp koparmayı gerektiren eksik riyetin bağlayıcılığını, ölçülemez bir yığın bunaltıyı parça ve biz; sancılı bir tufanın ardından, suyun altınhesap edince “insan yorulur” dedim. Zaten meslek da kalan şehir kalıntıları. seçimi köleliği nerede yapacağına karar vermek gibi Çalar saatle uyanan kalıntı mı olur? Şehrin yeni bir şeydi benim için. Sadece nerede daha az zorlanıdemlenmiş sokaklarına soğuk su gibi döküldüm yine. rım kısmını düşündüm işe girerken. Ne kaldırım beni istedi, ne ben onu. Yalnız yapması Hani “sevdiğin işi yap” muhabbeti var ya. Ben gerekenlere odaklanmış, tutuk kaslarımı gevşeten kuş onun ucunda para olan, yani karşılığında beklenti sesleri de olmasa hiç katlanamazdım herhalde yeni olan bir iş olacağına inanmam hiç. Bence bu söz asgüne. Yeni gün, yeni bir umut filan değil artık benim lında “sevdiğin için yap” olmalı ama ne mümkün? için. Yeni gün; yine bir eklemleniş, kopamaSevdiği işi de zorla yaptırır bir süre sonra para inyış, aynı yerlerde döneleyiş. Ne için? Yaşasana. mak.. ya da sadece hayatta kalmak için. Ben de bu düzeni böyle kabul edip yalnızca i Çok mu umutsuz göründüm? Umudu geiğ gereğini yaptım hep. Hiç öyle devrimci düşünz ü M in mek iç le in d rektiren gerçeklikte olsaydım, bu söylediğinize celerim olduğunu filan sanmayın. Toplumun hak verirdim ama ne ben, ne de bu yaşadığımız kabullerine muhtaç olduğun bir düzenin ekşey adı her neyse, bana göre sadece bir illüzyonmeğini yiyorsan, öyle ya da böyle gereğini yadan ibaret. Bu aptal oyalantının bağlandığı bir parsın. Kimi az yapar kimi çok ama herkes gerçeklik mutlaka var ama ne ben bu hayatı içtendüzenin bir parçasıdır. Zaten düzenin de bir likle sahiplenebilirim ne de o beni. İşte şimdi de illüzyon olduğunu anladığımdan beri bunu da zaten bu hayatın beni kustuğu yerdeyim. önemsemiyorum. Sabahın yedisinde şehrin sokaklarına günah gibi İşte bu döngü böyle sürüp giderken, rutini bozan dağılıp, altı buçuk, yedi civarı evime sokuluyorum. parazitler olur. Kimisi bilerek yaptığındır, kimisi baGün boyu öylece bilgisayar başında oturup, ufak tefek şına gelendir. Sonuçta her iki durumda da olan olur. prosedür işleri en fazla iki saat içinde hallettiğim,(bazı Hayatın renkleri, tuzu biberi gibi tabirler bunlar için günler 3 saati de bulur) bir işim var, yani memurum. kullanılır. Bugün bu açıdan biraz yoğun bir gün yaTuhaftır, üç aşağı beş yukarı herkesin aynı şartlarda şadım. yaptığı bu işin bittiğinin resmi karara bağlandığı ak *** 22

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


2. İş yerinden bir arkadaşı karısı terk etmiş. Severim adamı, kendi halinde bir tiptir. Herkes yüklendi etraftaki. “N’oldu”. “Neden” vs. Bunaldığını fark ettim. Baktım yemek saati geliyor. “Gel gidelim.” dedim. Çıktık. Öğle yemeğine çıktığım nadir zamanlarda gittiğim lokantaya götürdüm onu. Ben her zaman yediğimden söyledim. Arkadaşım yalnız çorba istedi. Yiyecek hali yok diye seslenmedim ben de. Hiç anlamam böyle dost muhabbetlerinden ya yine fazla konuşmasak da aramız iyidir Hasan’la. -Anlat, diyebildim yalnızca. Mübarek bunu bekliyormuş. En ince ayrıntısına kadar her şeyi anlattı. Sanırım sonunda onu teskin etmem, ne yapması gerektiğini söylemem filan gerekiyordu ama ben onu iyice dinledikten sonra: -Hasan karın gitti diye üzgün olmak zorunda değilsin, deyiverdim. Şaştı kaldı bu dediğime. Biraz durduktan sonra, üstünden bir yük kalkmış olmasının verdiği hafiflikten olsa gerek, kahkahalarla gülmeye başladı. -Yahu ben doymadım, dedi karnını ovuşturarak. Sonra; -Abi bana duble kıymalı, bir de yayık ayranı getiriver sana zahmet, dedi garsona. O yemeğini yerken ben de çay içtim, sokağı seyrettim. Telaşlı ayaklar, yorgun eller, tedirgin gözler, kaygılı başlar görürken birden gülüşü gün aydınlığı gibi bir kız gördüm. Lokantaya girdi, tuttu yan masaya oturdu. Kolay kıpırdamaz içim, tebessüm yüzüme sık uğramaz ama bu kız beni tatlı tatlı gülümsetti. Hasan hemen uyandı, başladı dalgaya. “Yemeğin bitmiş. Gidelim.” dedim oralı olmadan. Montumu sandalyeden alıp üstüme geçirirken kız bana: -Pardon. Buralarda hediyelik eşya satan bir yer var mı, diye sordu. Ben öyle bir; “Sen hayırdır?” bakışı atmış olmalıyım ki, hemen toparlanıp; “Buranın yabancısıyım. Arkadaşımı ziyarete geldim de, hesapta olmayan bir arkadaş daha gelecekmiş. Yakınlarda bir yer bulup, hediye işini halledip gitsem iyi olacak.” dedi kız. Hasan; “İş yerinde görüşürüz.” deyip imalı imalı gülerek uzaklaştı. Kızla tanıştık. Ona birkaç yer tarif ettim ama “İstersen beraber gidelim.” diye de ekledim. Çıktık beraber. Dükkan dükkan gezerken bir ara: “Çok güzelsin.” dedim ona. Hoşuna gitti, gülümsedi. Birlikte hediyesini aldık, telefon numaralarımızı aldık, işe döndüm. İş yerinde herkes Hasan’ı konuşuyordu fısır fısır. Hemen de iyi olmuş, hevesliymiş meğer gibi laflar dönüyordu. Herkes konuşacak yeni bir konu bulmuş olmanın sevincini yaşarken ben anlamsızlığın yüzüme vuran aksinden görebildiğim kadarıyla işlerimi hallettim, izin alıp www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

23


erkenden çıktım işten. *** 3. Yürümek için güzel zamanlama. Hafif yağmur, ıslak kaldırımlar, gri şehir. Böyle anlar her şey aslını bulmuş gibi olur ve sırıtmam insanların arasında. Varlığım yokluğuma değer de acıtmaz canımı. Dolaştım durdum akşama kadar. Sokak lambalarının yüzüme yüzüme çarpmasından sıkılınca girdiğim ilk mekan, bir sinema salonu oldu. Filmin adını bile sormadan en yakın zamanda başlayacak filmden bilet aldım. Bir sigaralık zamanım vardı. O ara güzel kız geldi arkadaşlarıyla sinemaya. Başıyla selam verdi gitti. Sigara daha güzel geldi sonra, bitmesin istedim ama bitti. Filme girdim. Güzel kız iki sıra önümde arkadaşlarıyla fragmanları izliyordu, beni görmedi. İşime geldi. Işık vurdukça parlayan dalgalı saçlarını seyrettim durdum. Film pek sarmadı. Arada çıktım gittim. Eve geldim. Lüzumsuz birkaç dergi karıştırdım. Alarmımı kurmak için telefonu elime aldım. Okunmamış bir mesaj. Sessize aldığımı bile unutmuşum mereti. Kimden: Güzel Kız; - Film nasıldı? - Bilmem pek bakmadım. Gel çay içelim. - Sinemanın karşısındaki kafedeyim ben, arkadaşlardan ayrıldım kitap okuyorum. Sen neredesin? - Eve geldim. - Gelmeyecek misin? - Önce ben davet ettim. - Evine gelmem tabi ki. - Neden? - Karanlık bir kuyu gibisin. Korkuyorum senden ama içinde ne sakladığını da merak ediyorum. - Çok bir şey yok bende. Kendi halinde bir adamım. - Gel, sana kahve ısmarlayayım. - Kahveyle aram yok. Sen seviyorsan sana yapayım diyeceğim de evde olduğunu sanmıyorum. - Zaten gelmeyeceğim için sorun yok. - O zaman iyi okumalar sana. - Evin nerede? - :) 4. Güzel kız sürekli bir şeyler anlatıyordu. Bense onu seyrediyor, sorduklarına kısa cevap vererek sadece dinliyordum. Bir demlik çayın hepsi bitti bu şekilde. Hayatla ilgili bir yığın beklentisi olan, yalancı, içi boş bir neşeyle kaplı kaygı küpü bu kız, iki saat içinde tüm hayat hikayesini anlattı bana. Bazı tartışmalı konulara girdi kendi kendine, sonra çıkamadı, bir ara yardım ister gibi oldu, sonra hemen toparlandı ve aralıksız 24

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

konuşmaya devam etti. - Uyumam gerek, dedim. Yarın sabah işe gideceğim. Bozuldu biraz, toparlandı. Yarım saat daha konuştu. Sonra tekrar söyledim uyuyacağımı. İçeride bir oda daha var, git yat istersen dedim. Kalmadı. Giderken sarıldım ona. O ara döndü, gözlerimin içine bakarak: - Beni seviyor musun, diye sordu. Düşündüm biraz. Sonra; - Hayır, dedim. Gözleri doldu. Bakışları değişti. Yüzünü astı. - Sen hiç sevdin mi ki? - Evet, tabi - Anlamıyorum. Neden bu kadar garipsin. - Seni yolcu edeyim Dışarı çıktık beraber. Yol kenarında uyuyan sokak köpeğini göstererek; - Şunun hayatta olması sana garip geliyor mu? dedim - Neden garip olsun? Ne alaka? - Onunla benim aramda pek bir fark yok. Duygular manasız bir şekilde sarar insanı. Kontrole açık değildir pek. Mantığıma hiç yatmadığı halde farklı ruh hallerine girdiğim oldu. Sevmek biraz uzun mesele. O kadar zaman olmadı seni tanıyalı. - Peki, beni sevecek misin? - Şu duygu boyutunda olup biten tarzını göz önünde bulundurursam… Galiba sevemeyeceğim. - “Çok güzelsin”miş dedi burun kıvırarak, yalan söylediğimi ima ediyordu. - Evet, çok güzelsin. Varlığından bile tam emin olamadığım bu hayatı yalan söylemeye değer bulmuyorum. Başka bir şey yoksa git artık. Arkasına bakmadan gitti. Sokağın köşesini dönene dek izledim onu. Dolunay, sokak lambalarıyla birleşip ılık ılık aydınlatıyordu dalgalı saçlarını. Gölgesi küçüklüğünü hayal etmemi sağlamıştı. İri gözlerini dünyaya açtığında neleri merak ediyordu kim bilir? Güçsüz omuzlarına yüklendiği bir yığın sıkıntı, onu iyi niyetinden koparamamıştı ama düşüncelerini köreltmişti. Milyon tane anlam aradığı hayatı başka bir yerde, başka bir tarihte, başka bir kimlikle yaşasa şu anki halinden eser kalmazdı. Çocukken ona, bulunduğu kabın şeklini almasını iyi öğretmiş olmalıydılar. Çocukluğundan ona boş bir neşe ve hala parlayan bir çift göz kalmıştı. Uzunca bir süre baktım gözden kaybolduğu duvarın ardından. Hevesimi yokladım. Epey sakindi içim. Kalbim yerinde sayıyordu. Nefes alış verişim normaldi. Köpeğe baktım, dertsiz tasasız uykusuna devam ediyordu. Ben de eve girip yattım.


Garanti Hasret Bandosu Hasret Bandosu Ateşin izmarite değdiği yerde Zıvanadan çıkıyor dudakların Nefesinde ulaştığım gökyüzü Denk rüzgarların uğultusunu taşır Ateşin izmarite değdiği yerde Ellerinde, sokakların Zıvanadandolaştığım çıkıyor dudakların O koşuşan çocuklarının telaşı Nefesinde ulaştığım gökyüzü Hangi evinden girmişsem meğer Denk rüzgarların uğultusunu taşır Hasretim göğün tavanına asılı Ellerinde, dolaştığım sokakların Nemli bir tuz yok yanaklarında O koşuşan çocuklarının telaşı Sadece sardığın tütünününmeğer kokusu Hangi evinden girmişsem Seğirdiğim yerden solduran çiçek Hasretim göğün tavanına asılı Bağında bahçende yörende bitecek Nemli bir tuz yok yanaklarında Bir trensardığın düşüyortütününün ikimizin payına Sadece kokusu Düdüğünü çaldı bak, ha gittiçiçek ha gidecek Seğirdiğim yerden solduran Şimdi bomboş şehrin sokakları Bağında bahçende yörende bitecek Yine seni sevdiğimi ölüp diriltecek Bir tren düşüyor ikimizin payına Düdüğünü çaldı bak, ha gitti ha gidecek Şimdi bomboş şehrin sokakları Yine seni sevdiğimi ölüp diriltecek Gökçe Güneyoğlu

Gökçe Güneyoğlu

i Müziğ in ek iç m le in d

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

25


Çalışma İlişkilerinin Yeşilçam’da Görünümü Ertuğrul Çapan

Sanat eserleri döneminin sosyal, kültürel, ekonomik, yapısı ve koşulları hakkında bizleri aydınlatır, tarih kitaplarının aksine bizlere o dönemi yaşatırlar. Örneğin 19. yüzyılda yayımlanan Suç ve Ceza’yı okursanız dönemin Çarlık Rusyası, Sefilleri okursanız dönemin Fransası hakkında önemli fikirleriniz olur. Sinemanın hayatımıza girdiği 20. yüzyılda artık dönemin koşulları kitap ciltlerinde değil sinema salonlarındaydı. Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” ve “Şehir Işıkları” filmi 1930’lu yılların ABD’sine adeta ayna tutuyordu. Ülkemiz ise sinemayla 1914’te Fuat Uzkınay tarafından çekilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmiyle tanıştı.1950’li yıllardan itibaren Türk Sinemasında film sayıları artmaya başladı ve 1960-1975 yılları arasında “Altın Çağı” yaşadı. Yeşilçam filmleri de gösterime girdiği dönemin koşullarını bize anlatmakta, ülkemizin geçmişini bize göstermektedir. Hatta bazı yapıtlar tekrar tekrar izlesek de bizleri güldürmekte, ağlatmakta, hatta o zamanlarda öyleymiş dedirtmekte veya ülkemiz ne kadar da değişmiş dedirtmektedir. Charlie Chaplin 1930’lu yıllarda ABD’deki fabrikaları anlatırken benim de aklımıza “Acaba Yeşilçam bizim fabrikaları nasıl anlattı?” sorusu geldi ve Yeşilçam’ın çalışma ilişkileri temalı filmlerini inceledim. Karanlıkta Uyananlar 1965 yılında vizyona giren filmin yönetmen koltuğuna Ertem Göreç oturmuştur. Filmin başrol oyuncusu Fikret Hakan’dır. Film, 1965 yılında düzenlenen 2. Uluslararası Antalya Film Festivalinde En İyi Senaryo, En İyi Özgün Müzik ve En iyi 3. Film ödülüne layık görülmüştür. Film ülkemizde grev ve işçi hareketini konu edinen ilk film denemesidir. İlk başta yayınlanmasına izin verilmezken daha sonra gösterim izni almıştır. Filmin başlangıcında “Başta Türk-İş olmak üzere filmimizin çekimini destekleyen bütün işçi sendikalarına teşekkür ederiz” yazısı dikkati çekmektedir. Film boya fabrikasında çalışan işçilerin haklarını alma mücadelesini anlatmaktadır. Tabii alttan alta haklarını almak için sendikanın olması gerektiği mesajı veriliyor. 26

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

Filmin bir sahnesinde Nuri Baba karakteri işçilere; “Bir tek şeye güveneceksiniz hakkınızı almak için kendinize, sendikanıza” Sendikalarla yeni tanışan Türk toplumuna sendikal hakları olduğu, grevin haklarını almakta onlara yardımcı olacağını, işveren yanlısı sendika yani sarı sendika kavramı anlatılmaya çalışmaktadır. Diyet 1975 yılında vizyona giren filmin başrollerini Hülya Koçyiğit ve Hakan Balamir paylaşmaktadır. Filmin yönetmeni ve senaristi Lütfi Akad’dır. Film 1975 yılında düzenlenen 12. Antalya Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu (Hülya Koçyiğit) ve En İyi Yardımcı Erkek Oyucu (Erol Taş) ödülüne layık görülmüştür. Film aynı fabrikada çalışan Hacer ve Hasan’ın hayata tutunma çabasını ve fabrikada çalışanların hak arayışları konu edinmektedir. Film işçilerin birleşmesinin ve sendikalaşmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Hacer ve Hasan karakteri sendika kavramıyla yeni yeni tanışan Türk toplumunu temsil etmektedir. Mevlüt Karakteri işyeri önünde işçilere hitap etmektedir. “Sendikaya üye ol birlikten kuvvet doğar. Eğer sendikalı olursan yevmiyeleriniz yükselir. Sendikaya üye olun birlikten kuvvet doğar. İş kazalarını önlemek, kötü yemeklere paydos demek.” İş kazası geçiren Mustafa’nın yanına Muhsin, Mevlüt ve diğer iş arkadaşları gelir o sırada Hacer’i görürler. Muhsin karakteri “Hacer Bacı senin de aklına yatıramadık bu işi (sendikaya üye olmak).” Hacer “Adamın malını zorla hükmetmeye mi? Bizim bildiğimiz iyi kötü ekmek yediğimiz kapıya karşı gelinmez, görgümüz bu.” Hacer ve Hasan yeni yapacakları evin orada kendi aralarında konuşurlar; Hacer “Çalış çalış gece gündüz. İnsanlıktan çıktık.” Hasan; “Sen de ötekiler gibi mi konuşur oldun Hacer”. Hacer “Kimler”. Hasan “İşte o sandıkçılar (sendikacılar) mı ne? Onlar şerde birleşmiş. Birleşsinler ama bizde hayırda birleşeceğiz öyle dedi Bilal Ağam.” Maden Filmi Film 1979 yılında vizyona giren filmin senaryosu-


nu ve yönetmenliğini Yavuz Özkan üstlenmiştir. Filmin arasında yöntem tartışması yapılmaktadır. Bazı medya başrolünü Cüneyt Arkın ve Tarık Akan paylaşırken Hale kuruluşları yabancı güçlerin isteğiyle grevi engellemek Soygazi, Halil Ergün, Meral Altınsoy gibi ünlü oyuncuiçin propaganda yapmış, işverende grevi bitirmek için larda rol almıştır. Film 1978 yılında düzenlenen 15. Angrev bölgesi içerisindeki garı ateşe vermiştir. Film grev talya Film Şenliğinde En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu kararına karşı çalışmaya devam eden grev kırıcılarını da (Tarık Akan), En İyi Kadın Oyuncu (Hale Soygazi) ödülele almaktadır. lerine layık görülmüştür. Grev sözcüsü, grev kırıcılara “Arkadaşlar! Şu elinizFilm, tehlikeli çalışma koşullarına karşı çıkan madeki nasır, çoluğunuz çocuğunuz, tüm arkadaşlarınız bir den işçilerinin mücadelesini anlatmaktadır. Alınmayan gün gelecek grev kırıcılığının ne olduğunu haykıracak önlemler ve kötü çalışma koşulları nedeniyle madende size. O zaman bu utancın altından nasıl kalkacaksınız. ölen işçilerin sayısı her geçen gün artıyor ve İlyas önBurada çalışırken yalnız bize değil tüm işçi sınıfına ihaderliğinde, Nurettin ve Halil işçileri bu duruma karşı örnet ediyorsunuz.” gütlemeye çalışmaktadır. Ayrıca sarı sendika konusu da Çark Filmi işlenmektedir. Filmde “Maden İşçileri Sendikası” tabelası Film 1987 yılında gösterime girmiştir. Filmin yönetdikkat çekmektedir. menliğini Muzaffer Hiçdurmaz senaryosunu ise Tarık Filmde İlyas karakteri Sendika için “Patronun kucaAkan, Haşmet Zeybek, Bekir Yıldız ve yönetmen Muğına oturuyorlar” diyor. Ayrıca İlyas karakteri gönderdizaffer Hiçdurmaz beraber kaleme almıştır. Film cam ği mektupta “Biz bir yanda faşizme karşı savaşırken bir fabrikasında çalışan 4 işçinin önce kendi işlerinden ayyandan da sendika ağalarına karşı savaşmak zorundayız” rılması sonrasında Tuzla Tersaneleriyle buluşmaları en yazdığını görmekteyiz. Sendikaların sadece ekonomik son Kazlıçeşme’yle tanışmalarıyla devam eden, dört armücadele verdiğini politik mücadelede vermesi gerektiği kadaş özelinde işçi sınıfının o dönemki sorunlarını savunulmaktadır. Toplu İş Sözleşmesinde sarı anlatmaktadır. Film gösterime girdikten 20 gün sonra sendika, işçiler yere tükürmeyecek gibi maddeKazlıçeşme’de gerçek grev başlamış ve grevden sonler koyarak işçileri küçük düşürmek istediği dile ra Kazlıçeşme kapatılmıştır. 1980 sonrası iş yasalagetiriliyor. Ayrıca maden kazaları için “Cinayet” rının grevle alakalı bazı kanunlarının işçi aleyhine i Müziğ in iç k tabiri kullanılmaktadır. Gerekli önlemlerin alınolduğunu anlatmaktadır. Ülke genelindeki işsizlik e dinlem ması halinde ölümlerin büyük ölçüde azalacağı sorununa ve düşük ücrete de değinilmektedir. ifade edilmektedir. Filmde sosyal güvenlik sisteminin de eleştirildiği Demir Yol görmekteyiz. Film 1979 yılında beyazperde ile buluşmuştur. Ali karakterinin “Grev olan yerde çalışılır Senaryosunu Yavuz Özkan ve Mahmut Tali Öngören mı?” sorusuna işyeri çavuşunun cevabı aslında kaleme almıştır. Yönetmen koltuğunda ise senaristlerdönemin iş kanunlarını özetliyordu; “Ne konuşuyorsun den Yavuz Özkan oturmaktadır. Başrolleri ise Tarık Akan kardeşim isteyen çalışır isteyen grev yapar şimdiki yasalar ve Fikret Hakan paylaşmaktadır. Film 16. Antalya Film böyle herkes özgürce.” Şenliği’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen (Yavuz Özkan), Deri fabrikasında çalışan işçi ücretini aldıktan sonra En İyi Erkek Oyuncu (Fikret Hakan) ödülüne layık göşöyle diyordu; “Bir deri ceket 100 Bin lira, bizim maaş yarülmüştür. rısı bile etmez” Evet bir aylık maaşla bir ceketin yarısını Film giderek zorlaşan çalışma koşullarına karşı Hasan bile alamıyordu. karakteri önderliğinde grev yapan işçilerin mücadelesini Sonuç olarak şehirle, fabrikayla, grevle, sendikayla anlatmaktadır. Bu grev devrimci öğrenciler tarafından 1950’li yıllardan itibaren tanışmaya başlayan ülkemizin da desteklenmektedir ve devrimci öğrencilerle, grevciler hikayesini anlatan filmleri tanıtmaya çalıştım. Aslında bu hikâyenin bize özgü değil dünyadaki bütün işçilerin hikâyesi olduğunu ifade etmek isterim. Tanıtmaya çalıştığım en eski film “Karanlıkta Uyananlar” 1965’te, günümüze en yakın “Çark” filmi 1987’ de vizyona girmiş olsa da iki filmde de birbirine benzeyen sahnelerin oldukça fazla olduğunu fark ettim. Bugün aynı konuda bir film çekilse biliyorum ki “Karanlıkta Uyananlar” filmi veya diğer filmlerle benzer sahneler olacaktır. Bu yüzden zamanın bu filmleri eskitme imkânı olmayacağını sadece değerini artıracağını düşünüyorum. Yazımı büyük usta Kemal Sunal’ın Kibar Feyzo filmindeki o meşhur repliğiyle noktalamak istiyorum: “Patron da sendikalı herhal, hemşerisini koriyi.” www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

27


Havar’ın Simitçisi Özlem Çelik

Hiçbir zaman ait olabileceğimi düşünmüyordum. Buraya. Tam ait olduğumu hissetmeye başladığımda oldu olanlar. Her akşam balkonda oturuyorum. Kitabımı, defterimi alıp, bir şeyler karalıyorum; iki üç kelimeye dokunuyorum. Dokunduğum kelimeler, bir başkası için şifa olsun diye umut ediyorum. Dünyaya gelmek, yara almaktır. Yaralarımıza çare diyerek… Bir yaz günü, babamın işleri yüzünden geldiğimiz Çukurova, benim için sıcak bir nefretin tam karşılığı. Boğazımı mesken tutmuş, yarım bir yutkunuş. Hava sıcak, sular soğuk ama o yarım kalan yutkunuş, hala orada. İş bulmuş, başımın çaresine bakarken, annemin saçılmış nar gibi dağılan yüzünü toplamaya; ayrı geçen yılların hüznünü dağıtmak için kardeşime can olmaya çalışıyorum işte. Babamdan bahsetmeyeceğim. Çünkü bütün sözlerim ona gelince, noktası olmayan cümleler doğuyor. Onlara nokta koymak için, cümle meydanına çıkıp, bir cümleye nasıl nokta konur, onu aramam gerekiyor. Fakat gücüm yetmiyor. Çukurova, sıcaktır. Toprağı ise bereketlidir. Ne ekerseniz, bollukla onu alırsınız. İnsanlar, toprağın halifesidir. Yürür üzerinde, asaletle. İnsanın insana yettiğini öğretirler. Alından akan ter, daha toprağa varmadan karşılık bulur. Çocukken ılık bir rüzgar gibi geçip gitmiştim buralardan. Boyasız, kırmızı kiremitlerini saydığım odanın arka penceresi hep açıktı. Otobandan geçen tırların sesini, ince döşeğe uzanır, gözlerimi kapatır dinlerdim. İçimde o en uzağa gitme duygusu o yıllarda filizlenmeye başlamış olmalı. Sonrasında, bildim bileli, hiçbir evde duramadım. Evin karşısındaki boş arazide, babaanneme inat taşları yerdim. İstanbul’u özlediğimi inkar edemem ama toprağa dokunabilmenin ve adını bilmediğim hikayelere konuk olmanın güzelliğini tadıyorum burada. Belki de bir yere gitmek, sadece hayatın değişmesi değildir. Başlı başına alem olan insanın hikayesine misafir olmaktır. Bir misafir edasıyla, evimi, bahçemi ve şehri izliyorum. Sabah namazından sonra, dış kapının yanındaki pen28

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

cereden, güneşin doğuşundan kalan kızıllıkla süslenmiş Toroslar’a bakıyorum. Elbette dağlar, bizi kendimize yaklaştırırken, Allah’a olan yakınlığımızı da hissettiriyor. Yeryüzünden geçip giderken dağların şahitliğini tutmak istiyorum. Palandöken, Zigana, Gavur Dağı nasıl şahidimse, Toroslar da şahidimdir. Dağların şahit olduğu ve konuğu olduğum bir hikayeyi dillendirmenin tam vakti sanırım. Her sabah dokuz buçuk sularında, uykumun belki de en güzel yerinde, sevdiğim beyin ellerine uzanacağım esnada, derinliğine düğümlendiğim bir şarkının nakaratına erecekken; deruni ve farklı bir ses “Simitçi…” diyerek yaklaşıyor. İlk zamanlar aldırış etmedim. Burada her şey satılıyor. Dondurmacısından, kıyafetine, karpuzundan yoğurtçusuna kadar her şeyin satıcısı geçip gidiyor ve ihtiyacım olmadığı müddetçe dikkat kesilmiyordum. Ama daha sonraları, her gün aynı saatte aynı sokaktan geçen simitçi, gerçekten dikkatimi çekmeyi başardı. Önceleri pencerenin arkasından hızla simit arabasını sürüşünü ve bizim sokağa gelince yavaşladığını, kafasındaki hasır şapkayı düzeltmesini takip ettim. Sonraki günler, simit almak bahanesiyle, üçüncü kattaki evimizden, hızla aşağı iniyordum. Ama ben inene kadar gitmiş olduğunu görünce hüsrana uğrayarak eve geri çıkıyordum. Yine bir gün, derinden dalga dalga yayılan “Simitçi” sesini, uykumda duymaya başladım. Uyanıp, bu sefer yetişeceğim ve bu seslenişin neden farklı olduğunu soracağım dedikçe, uyanamadığımı ve bir şeyin beni engellediğini fark ettim. Dehşetli bir yağmuru, pencerenin arkasında izlerken, sıcaktan boğulduğumu da hissediyordum. Rüyada olduğumun farkındaydım. Uyanma çabası içerisinde etrafıma bakarken, üzerimde üniversite mezuniyet gecemde giydiğim elbisemi fark ettim. Şaşkınlığımı dağıtan ses, kapının açılması oldu. Kendiliğinden bir an da açılan bu kapıdan dışarı çıktım. Korkak adımlarımı atarken, sağa sola baktığımda, beyaz bir binanın içinde durduğumu fark ettim. Biraz yürüdükçe, yağan yağmur altında ıslanmayan bir mezar gördüm. Derinden gelen ses, “Simitçi!” diye seslenmeye devam ediyordu.


Mezarın etrafında tedirgin tedirgin dolanırken, bir yandan yağmurun ıslatmadığı mezara şaşkınlıkla bakıyordum. İsim ya da bir işaret aramaya çalıştım. Fakat bembeyaz boş mermer, yüzüme acımasız donuklukla bakıyordu. Derinden bir ses, yükseliyor ve “Simitçi!” diyordu. Sesin yaklaştığı yöne doğru başımı çevirdiğimde; elinde kahverengi şemsiyesi, kahverengi rengi paltosuna sıkıca sarılmış, ihtiyarı gördüm. Yüzüme yayılan tebessümü görmek için gözlerinin içine bakmam yeterliydi. Çünkü onun yaratılışında, kainata bildirilen, varlığıma tutulmuş bir ayna olduğu gerçeği saklıydı. Ona baktıkça, varacağım toprakları ve dileyeceğim her talebi okuyabiliyordum. Gözlerinin içinde, kendimi seyredişimi, benden başka kimse görmemişti diye uzun yıllardır susmuştum. Yaklaştı. Tam karşımda durdu. Şemsiyesinin altına, usulca davet ettiğinde, geçen yaz İstanbul’da kaybettiğim mavi şemsiyemin acısı da dinmişti. Hala, “Simitçi!” sesini işitiyor ve hiç konuşmadan, aynı şemsiyenin altında, boş mezara bakıyorduk. “Sana, simit almamı ister misin Havar?” dedi. “Bugün Cuma mı?” diyerek cevapladım. “Birazdan Cuma olacak…” dedi ve sesin geldiği yöne doğru bakmaya başladı. İkimiz, orada, simitçiyi beklemeye koyulduk. “Korkuyorum ve çok özlüyorum.” dedim. Madem rüyanın göbeğindeyiz, her şeyi özgürce söyleme hakkına sahiptim. Gerçeklerin dünyası, en içli konuşmaları gerçekleştirmemize izin vermiyordu. “Gönlünü ferah tut Havar!” dedi. Susup, başımı öne eğdiğimde, sesin daha çok yaklaştığını ve yüzüme bakarak bana bir şeyler söyleyen ihtiyarı işitemediğimi fark ettim. Yağmur şiddetini arttırmış, şemsiyemiz delinmiş ve sırılsıklam olmuştuk. Üzerimize doğru hızla gelen simit arabasının korkusuyla, uyandım. Uyandığımda, nefes alıp verişim bile korkuluydu. Yataktan kalkıp, kapının arkasında duran uzun hırkayı sırtıma giydim. Sonra dönüp sandalyenin üzerindeki tülbenti aldım. Kız kardeşim, uyku gözlerle bana tuhaf tuhaf bakarken, kapıdaki terliklerden birini rast gele geçirdim.

Merdivenlerden hızla inip, sokağa attığımda kendimi, bizim simitçi, köşede durmuş, şapkasını düzeltiyordu. Eline alıyor, sanki ilk kez başına takacakmış gibi inceliyor ve sevecen bakışları altında başına geri takıyordu. Yanına yaklaştığımda, hafiften öksürdüm: “Buyrun hanımefendi, hoş geldiniz. Simitlerimiz taptaze ve sıcaktır. Yeni çıktılar, almak ister misiniz?” diye sordu. Açıkçası hayatımda ilk kez bu kadar kibar bir simitçiyle karşılaşmıştım. Bu nazik davet karşısında, hayır demek ayıp olurdu. “Şey… Evet isterim… Ama biraz bekler misiniz? Üzerime para almamışım da..” Tebessüm ederek: “Hanımefendi, burada mı oturuyorsunuz?” “Evet, şu dairede…” diyerek evimizi gösterdim. “O zaman ben burada bekleyeyim, siz paranızı alıp gelebilirsiniz. Eğer… Şey, para yoksa sıkıntı değil, yarın da verebilirsiniz.” dedi. Heyecanla, “Harika, siz, burada bekleyin, hemen geliyorum.” dedim ve fırladım. Eve çıkıp, açık kapının yanındaki ayakkabılıktaki kasenin içerisinde duran bozuk paraları alıp, hızla geri döndüm. Tekrar aşağıya geldiğimde, birkaç müşterinin toplandığını fark ettim. İnsanlar dağılınca: “Hanımefendi, kaç tane simit istiyorsunuz?” diye sordu. “Ee, dört tane olabilir…” dedim. “Pekala, hemen hazırlıyorum hanımefendi.” Dedi. Sormak konusunda tereddüt yaşarken, rüyamın etkisiyle: “Seslenişiniz çok tuhaf. Yani, yanlış anlamayın ama bu kadar farklı simitçi diye sesleneni hiç görmemiştim.” dedim. Gülümseyerek: “Fakat ben de, ilk kez bunu işitmedim.” dedi. “Eminim başka insanlarda fark etmiştir.” diyebildim. Aramızda sessizlik yer aldı. “Peki, neden?” dedim. Aniden böyle soracağımı beklemiyordu ki, şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Ne neden? Anlayamadım hanımefendi?” dedi. www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

29


gitti.” dedi. “Yani, neden diğer simit satanlar gibi değilsiniz?” de“Çok üzüldüm gerçekten…” dim gülerek. “Üzülme evladım, hayat işte. Suzan’ın kızı bizim SerSimitleri poşete koydu ve yeniden sessizleşen bedenlevet’i seviyor muydu bilmiyorum. Ama bu olaydan sonra rimiz arasında ödeme gerçekleşti. Elimde poşet, karşımda Suzan bir gece yarısı kızıyla kaçıp gitti.” tuhaf hasır şapkalı bir simitçi ve ben sorumun cevabını “Neden peki? Yoksa Servet mi kaçmalarına yardım bekliyordum. etti?” dedim şaşkınlıkla. Ki, iyi günler bile demeden, yine o lahuti sesiyle: “Si“Yok kızım yok… Servet öyle bir adam değildir. Çok mitçi!” diyerek arabasını sürmeye başladı. gidip geldiler. Vermeyince, sevdasını gömdü, kendi işine Arkasından baka kaldım. Zaten bana bu hayatta hep gücüne bakmaya devam etti. Bizim hanımın anlattığına gidenlerin arkasından bakmak düşüyordu. Öylece köşe kalırsak, Suzan’da kızını Servet’e vermek istiyormuş ama başında şaşkın şaşkın dururken, aynı sokakta oturduğuHikmet buna engel olunca çok kavga çıkmış. Meğerse muz Sadık Amca, yanıma yaklaştı. Hikmet, kendi abisinin oğluna vermek istiyormuş kızını. “Günaydın Sadık Amca” dedim. İşte, nedendir bilmeyiz ama bu söylentiler yayılınca Su“Günaydın kızım, nasılsın, iyisin inşallah…” dedi. zan aldı kızını, kaçıp gittiler.” “İyiyim, Sadık Amca. Simit aldım, eve çıkıyorum. KahDurgunlaşmıştım, nihayetinde böyle hikayeler her valtı yapmadıysan, gel beraber yapalım.” dedim. zaman hüzünlendiriyordu. Tanık olmak mı yoksa bu “Sağ olasın güzel kızım, yaptım kahvaltımı, çarşıda bihikayenin adım adım gelerek bana dokunması mı, bileraz işlerim var onları halledeceğim. Başka zaman diyelim.” miyordum ama sessizliğimi koruyarak Sadık Amcayı dedi. dinlemeye devam ettim. “Pekala Sadık Amcam, görüşmek üzere” de“Hikmet, karısının ve kızının kaçtığını anlayınca dim. Tam eve doğru yol alacakken, hızla dönüp, küplere bindi. Her tarafa haber saldılar. Lakin ne bir “Sadık Amca, sana bir şey soracağım.” dedim. iz ne de bir haber alabildiler. Olan bizim Servet’e “Buyur, kızım.” dedi. i Müziğ in oldu.” “Bu simitçi kimdir, necidir biliyor musun?” ek iç dinlem “Neden? Servet’ten mi şüphelendiler?” dedim. “Sen kızımı kaçırdın diye gidip kapısına da“Servet’i mi diyorsun, tanırım, tanımaz olur muyanmış. Bizim oğlan ne yeminler ettiyse boş. Bir yum hiç…” derken, yüzüne durgunluk düştü. gün tarlaya yine ırgatları getirirken, yüzü gözü “Dağlıdır o… Gençliğinde, bizim bahçelere gelip darmaduman gelmiş. Hikmet yeğenlerine iyice çalışırdı. Toplanan ürünleri arabayla hallere pazarlara dövdürtmüş diye duyduk.” götürür getirirdi. Şimdi de simit satıyor işte.” dedi. “Ama bu büyük bir haksızlık…” diyebildim. “Anladım, bahçe işlerini neden bıraktı Sadık Amca? “Ya, öyle işte kızım. Servet’in ekmeğine de sebep oldu. Bir şey mi oldu?” Ağalar da iftiraya inanmış olmalılar ki daha da tarlaya “Yok, bir şey olmadı. Bir ara ortalıktan kayboldu. Döngelme demişler. Kovmuşlar garibi. O da kendine simit düğünde çökmüştü. Bakma sen onun bu haline, boylu satmaya başladı işte.” poslu yakışıklı bir delikanlıydı, bütün kızlar dönüp arka“Çok üzüldüm Sadık Amca… Keşke böyle olmasaysından iki kere bakardı. Bahçeye kızlar en çok onun için mış…” gelirlerdi.” “Öyle kızım, öyle… Allah ıslah etsin… Garibi öyle “Peki neden böyle oldu?” kötü dövmüşler ki gözündeki beyazlık kaybolmuş, yerini “Vallahi kızım tam olarak ben de bilmiyorum ama kan çanağına çevirmişler. Dediklerine göre, bir gözü tam duyduğum kadarıyla, bizim bu Servet, ha şu aşağıdaki görmüyormuş. Ondan kimse de iş vermiyor…” bahçelerin elçiliğini yapıyormuş. Irgatları götürüp getirir“Sol gözündeki beyazlık… Evet, yok…” ken –bizim evin yanındaki evi gösterdi ve sesini kısarak“Öyle kızım, insanoğlu işte; onu Yaratan zulmetmez Hikmet’in üçüncü karısı Suzan’ın kızına sevdalanmış.” ama insan, nasıl zulmeder, hayret ederim…” Bir solukta dinlerken, “Ya öyle mi…?” “Doğru dersin Sadık Amca…” Yanıma yaklaştı Sadık Amca ve kısık sesle anlatmaya “Çok lafa tuttun beni güzel kızım, de haydi ben yolubaşladı. ma gideyim…” diyerek, yürümeye başladı. “Tarlaya gide gele, nasıl ekinlerin bereketlenip çoğaldı“Sağ ol Sadık Amca, görüşmek üzere…” dedim ve ğı gibi, sevdası da bereketlenip, çoğalmış. Gel zaman git zabahçe kapısına yönelirken: man, bizim bu Servet kızın evine haber yollamış. İstemek “Havar kızım!” diye seslendi Sadık Amca. Döndüm, için, temiziyle… -Sadık Amca hafiften öksürerek, duvara dinliyorum dercesine baktım, elini dayayarak yaslandı-“ “Havar’dı… Suzan’ın kızının adı da Havar’dı… Ser“Kızı vermemişler mi yoksa?” diyerek heyecanla sorvet’in gözünün nuruydu da…” diyerek ellerini havaya dum. kaldırıp, ey hayat, beni bu derde tanık edip sonra yaşa “Vermediler tabi, o Hikmet var ya, ne huysuz adamdır dedin de, yaşadım mı, dercesine… bir bilsen. Boşuna mı dördüncüyü aldı. Severek aldığı kaSonra indirdi ve yürümeye devam etti. dını bile başının tacı edemedi de kadın buralardan kaçıp 30

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


Büyümeye Hazır Değilim Baba mitolojik tanrılardan kaçıp Allah’a ve babama saklandığım çok yağmurlu günlerde gözyaşlarım delik enflasyon sepetindeki yanaklarımdan suratsız kapılar açan annelerce akıp gitti sanayi kahvesi çocukluğumla. falıma yol çıkmış kadar uzağım şimdi kerameti mesafelerle ölçülebilen baba omzuna yaslanmadığım her gün adına sabah diye uyanılan bu kasvet reddedilmiş eksik kahvaltıların dudağımdaki huzursuz gülümsemeyle bir günle dışlanmış şubat gibi kısa kalıyor adımlarım çocukluğuma. hemen dönerim diye çıkıp soğuttuğum bütün bardakları silik gösteren kader beni en çok kendime kırdırdı! bir bavul dolusu yalnızlıkla ayrılırken on sekiz yaşımdan kestirdiğim bütün saçlarıma veda bile edemezken ben en çok kendi hayatımı ıskaladım. kar mı soğuk, içim mi? çocukluk dizdeki yaraya kadar mı? yanlış hükümetler gölgesinde demokrasi icabı ölmemiz gerekse bile yirmi altı yıllık hüznümü eve ekmek götüren ellerinle silip bana açıkla. açıkla baba zamanım dar sevmekle gitmenin ne ilgisi var? falıma bakan kahine öleceğini söyledim üç vakte kadar açıkla beni masallarla büyütme büyümeye hazır değilim baba!

i Müziğ in ek iç dinlem

Ramazan Teker www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

31


Çığ Karanlığı kendimi sigarasıyla birlikte koltukta öylece bıraktım sessizdi işaret parmağında çok içtiği nikotinin sarısı perdesi açık pencereden gökyüzünün derinlerine aktım lacivert düşüncelerin seyrinde içim kanadı gece yarısı çektikçe kararan taneleriyle diğer elimde kördikeni tesbih yürüdüm hareketlenen hissiyat adımlarımla senkronize fikrimin nezih sokaklarında bile gülmedi yüzüme talih girdabına sürükledi hep kaybolduğum karanlık dehlize beynimin gediklerinde belki dağ yarıklarında konuşmalar hatıralar görüntüler enerjimi ritmik bir iştiyakla tüketmişim boğazıma dayalı ustura kaygı nöbetleriyle buluşmalar yıllar geçtikçe dönüştüğüm bu adama bir ben yetmişim geçmişi yeniden yaşamama sebep hatırladıkça çileli anılar gönül ufkumda boz gri manzaralara denk geliyorum kazara yazgımdaki pusu yönelişle değişiyor hayata dair kanılar sıkıntılar kısıtlamış hürriyetimi okült mucizeler gerek şiiri yazana bırakamadım yaşanmışlığı bir çırpıda geride kalmadı hüzünler içkin varlığımdan yansıyan izdüşüm çağa uyumsuzum insanı ruhun zirve sınırlarına eriştirir ders aldığı dünler gözüm seğirmeye başladı artık uykusuzum münferit bazı ince farklılıklar tabiatımda huyum kurusun dolunay kıvılcımlarım rasgele düşen yıldırımdan ziyade kardan kapanmış yollarımı açan aydınlıkta sıcak mahsun ömrüm delifişek deminde bir hâlden anlayana amade tanrının imtihanlardan sonra bağışladığı gizemli hazine kızıl saçlarında altın tozu masumiyet melekleri utandıran çevresine yaydığı efsun aura vurgun denizleri andıran ellerindeki ahenk kâinat harikalarına nazire her yeni değişim beni başlangıca yakınlaştıran mahmuz herkes kendine ait olanı tanımlayabilir kimi rulet sever kimi revolver kimi topuz bir çiçekte taç yaprakların sayısı açmadan da bellidir Burhan Kâzım ÇALIK 32

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

i Müziğ in ek iç m le in d


Çocukparkına çocuk Parkınasırtını Sırtını dönerek oturmak Dönerek Oturmak kirpiklerimi bir kuş sıyırdı kanatlarıyla ve on dokuz yaşında öğrendim saçlarımı okşamayı uyurken. kuş sürüleri gördüm bir yeri terk ederken onlar da göçüp gittiler, terk etmek zorunda oldukları yerden. büyü saçım, dedim büyü neye yarardı başka? neye yarardı, iki yabancının dünya kadar anısı kutularda sararmaktan başka. o hep sararan bir vişne ağacıydı, yatağımın penceresinde varlığından bir haber hayalini kurduğum. seneler sonra öğrendim, oysa penceremden baksam görecektim. geceye benzer saçlarım hatta baksan yakından gecedir de aslında. beyaz yıldız tozları vardır, iki şeritli yol gibi saçlarım bile gitmeye meyilli. evi gitmek olan birine denmez bu ama fısıldıyor durmadan bir kız içimde, bir gün diyor, ben de gideceğim buradan hiç gelmemişim gibi. ona kal demekle öl demek aynı şey bak, yine o tanıdık ağrı. bir çocuk parkına sırtını dönerek otur hisset biraz, birazcık olsun, lütfen.

i Müziğ in ek iç m le in d

Eda Özüuğurlu www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

33


Tenin Gibi Sesler! Akan nehirlerde, yüzün gibi ışık Merak et! Şimdilik hiçbir şey yolunda değil. Kendi kendinin kölesiyken, Mutlu evlerin damlarında, tenin gibi sesler. Yabancı nefeslerin gölgesinde, Bir yetim kadına dönüşmeden önceki halimi hatırla. Kardır temizleyen bizi. Gitmeden sen, arta kalan güzelliğimi hatırla. Bir sahne huzursuzluğu gibi duruyor ellerin, Ne yana koysan iç çekişmeli. Büyük bir yılgınlıkla yürüdüğüm bu sokaklar, Tek gözyaşıyla sele döndü. Bir yok oluşun içinde dizlerimden sana doğru kanlar akarken Yanarız, yan yana. Ne bu vurgunluğun uzaklara? Gel! Bak kendine gözümden. Rüzgarın bağrında alevlendirdiğim aşkıma kurşun sıksan işlemez. Sığ sularda büyüttüğün güzelliğin, Ölümün ardından okunan dualar gibi dönecek toprağına. Güz okuması, kış ninnisi, gözlerinde atlı ordular. Bir tepede başımda bilinmez bir öpücükle altı dörtlük karaladım. Bilinmeyen bir gezegen yarattım, içinde sadece meydan okumalar ve sen. Ellerinin konuştuğu bir akşam aklım gitmeye yakın. Tut! Kıyındayım.

i Müziğ in k iç e m le din

Esma Çaldıran 34

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


Arkadaşlar Geldiler yenilişlerimiz bile birbirine benziyor bizim hepimizin göbek adı mahcubiyet ama biliyoruz paralel bir evrende annelerimiz hiç bırakmıyor ellerimizi çünkü annelerin elleridir en zor zamanlarda bile toprağı delip geçebilen ve ulaşabilen dualarla birlikte saçlarımıza budur bizi güçlü kılan ve budur dayanağımız yenilişlerimiz ad koyulamayacak kadar çok olsa da biz arkadaşlarla birlikte pek kalabalık bir taifeyiz ancak başınız sıkıştığında ya da boş kaldığında karşınızdaki sandalyeniz akla geliriz ve dert anlatmaktan çok dinlemeye alışkındır çehremiz birikmeye başlayınca bir masanın üzerinde dertler ve mezeler hoşnut bir ses duyulur arkadaşlar geldiler hakkı var arkadaşlar geldiler arkadaşlar bu sefer güzel haberler de getirdiler kimi yarı yolda bıraktı kimi yürümeye hiç başlamamıştı bizle beraber kimi sessizce yürüdü kimi bazen saptı zor da olsa ve fazlaca meşakkatli arkadaşlar geldiler ve bu gece konuşmadan da gitmeyecekler

i Müziğ in k iç e m le din

Fahri Alpyürür www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

35


301 Bu son bize yakışmaz Rüstem abi dedim Biz alkışlarla uğurlanacak adamlar değiliz Gömleğimde is Son düğmesine kadar ilikli Rüstem abi karanlıkta belli olmuyor Kaç yüz metre çıkarız Gökyüzüne Yeryüzünü ters çevirsek Rüstem abi Birisi raflardan alsın yalnızlığımızı Bugün fazla tozlu hayat Bugün dediysem Hemen tarihe bakma Yıldızların karanlıkta daha çok parladığını burada öğrendim Şu kazmayı kavrayışındaki ciddiyet senin değil biliyorum Yıldızlar karanlık seçiyorlar abi aldırmayalım Endişelisin sen de bunu da biliyorum Yukarıya çıkınca bu konuyu konuşalım mı Hanımlar biraz beklesin Göğe olan inancımızı tazeliyorduk deriz Bu dünyaya Öteye Telaffuzum grileşiyor affet, dünya çokça hatır

i Müziğ in ek iç m le in d

Sence ben iyi adam mıyım Rüstem abi Yüzümdeki siyah renge bakmadan söyle Söyle Bizi alkışlamasınlar

İsmail Özcan 36

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


İnsanlık Nöbeti IBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Bir çocuk geçer belki Omzunda eski usul bir boya sandığıyla Ellerinde şerha şerha yoksulluk Beyaz dişlerinde dünden kalma tebessüm Her vakit gülen yamalı bir mintanın içinde Elinde bir misketi sımsıkı tutar gibi Umut tutan yüreğinde Yarınlara saklanan Bir mühendis mektebinin izi cila kutusunda Bir çocuk geçer diye Bu hattı tutmalıyım Bu siperde kalmalı... IIBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Bir işçi kırmak için zulmünü yoksunluğun Güne dönmeden kara Vakitler ağarmadan Ceplerinde korkusu Dudağında bir ıslık Bir işçi yalın yürek Vardiya telaşında Sevincimizi yutan Tiz sesi kampananın Kulakta bir uğultu Bu ekmek kavgasında Bir yarın davasında Yere düşmesin için namusu, alın teri Bir işçi yalın yürek bu yerden geçer diye Bu hattı tutmalıyım Bu siperde kalmalı IIIBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Bir yağmur yağar şimdi Kırlangıçlar ıslanır Kanar gül dallarında gözleri bir bülbülün Bir sakanın kanadına avcının resmi düşer Ben yollara düşerim Taşları kahırdandır İnfirakıma sebep uğultusu dağların

Kesilir diye şimdi umutları annemin Bir rabıta kurmalı yerle gök arasında Bu hattı tutmalıyım Bu siperde kalmalı

Ah insan Yeniden bulmak için seni sevgili insan Bu hattı tutmalıyım Bu siperde kalmalı

IVBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Şimdi ben ölsem şimdi Kelebeklerden önce Hangi kuş hangi deniz hangi dağ sevinecek Çöl sıcağı bir yazda Zemheride ayazda Şimdi ben ölsem hani Bir sela iki hüzün Geriye ne kalacak sudan ve taştan başka Yıldızlar kaybolacak davet eden her gece Vurulursa ay gökte Yerde kullara utanç Gelenlerden habersiz umarsız gidenlerin Bıraktığı boşlukta Yaşanası bir dünya Bir umut yarın için Bu arşın direğini hangi el tutar şimdi Hangi gül yaprağına rüzgar soluğu değer Bırakır gider ışık Sonra dünya karışır Kıranlar baş gösterir Ben ölürsem kim gelir Umudu ötelere taşımak için şimdi Bu hattı tutmalıyım Bu siperde kalmalı

SONBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Bir de “O” vardı sahi beklediğim yüz yıldır Ellerinde nar çiçeği kokusu Gözlerinin kıyısına gel sıkışmış sevgili Gittiği yerden döner Sığınacak bir yalnızlık arar diye belki Boş tuttuğum yüreğimi yüz yıldır fasılasız Gelir de ister diye Yar beni bekler diye Bu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım

Mehmet Zeki KILIÇ

i Müziğ in ek iç dinlem

VBu siperde kalmalı Bu hattı tutmalıyım Çünkü zaman bozuldu, iklimler, en çok âdem Taşların suyu çıktı Güvercinlerse katil Kırmızının adına kan rengi diyor insan Cinsiyetsiz çocuklar, ulu orta yoksulluk Kıymetli değil hayal altından ve paradan Ah insan, hele insan Gözlerindeki açlık Kabil’in hakikati gibi duran www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

37


Ay Hanım O ilk bakış o ilk gülüş çağında Beni sende yitirdim ben, Ay Hanım Aşk güzergâhında garip başıma Ne belalar getirdim ben, Ay Hanım Buldum gözlerinde dipsiz kuyumu, Seninle çizili gördüm yolumu, Ellerinle doldurduğun dolumu Bir nefeste bitirdim ben, Ay Hanım Sevda dolusunun gammış içimi, Değil ateş, yangın bürür içimi; Yarınların bizden yana seçimi Düşün düşün... delirdim ben, Ay Hanım Yedi renk sendedir, yağmur yatağın; Gün sensin! ki ay senin dert ortağın, Tahtına kuruldun kalbim otağın, Kirpiklere esirim ben, Ay Hanım Aldan puldan düşün gitmez gözümden, Ferhat oldum, anla şirin sözümden; Can fedayım, korkmam ölüm dirimden; Sana kurban giderim ben, Ay Hanım

Tayfun Öztürk

i Müziğ in ek iç dinlem

38

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020


Eftelya -Sahra'mın son merhametisin.Gözlerinin soluğunu duyuyor yüreğim, kaç karanfil ölüsüne ağladın sen Eftelya? Susarsan kabuğunu parçalar yaralarım. Yurdunun bir türküsünü akıt kuyumun karanlığına kâfi, susuzluktan usandım. Çağırma kuşları bırak, nafile yetmez derinliğime onların kanadı. Umudunu sarkıtma çok perişanım. Yusuf bahtı yok benim ömrümde Eftelya, beni kuyuma bizzat Yakub bıraktı.

i Müziğ in ek iç dinlem

Ümit Aras Dağlı

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

39


Vaveyla Derviş Bozkurt

“Anlat o zaman be deyyus!” dedi İbret Osman. Yanık teni şakaklarında son buluyor, alnı daha beyaz kalıyordu, saç diplerinden itibaren karlı dağlar misali pîr-ü paklık uzanıyordu. Siperli şapka takmaktan yüzünde dört mevsim yaşanıyordu. Yazın sıcağı da cabası. İrice burnu gözlerinin şaşılığında saltanat sürüyordu. Bakışlarında avamlık yatsa da ara sıra halden anlayan ifadelerle kaşlarını oynatabiliyordu. Ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş, yeni fikirlere açık vaziyetteydi. Cüzdanının fermuarını açtı, ters çevirerek silkeledi: “Oğlum boşa kaşık sallamayla kazan kaynamaz, aş pişmez. Ne yapıp edip bizim de dümen kurmamız lazım. Metelik kalmadı, ütüldük. Ah ulan ah! Ne diye aklına uydum senin? O karabaşa o kadar yatırılır mı be? İtin karnı kasıklarına yapışmış. Neymiş, kangalmış. Sokayım kangalına!” “Sağlık olsun diyelim gidelim buradan. Sana kalsa borçlanıp tekrar oynayalım. Neredeyse kumar borcu sayılır. Yarı yarıya namus borcu yani Osman. Zaten ikimizinkini toplasan tek bir ar damarı etmez.” “Karıya ne diyeceğim oğlum?” Başını öne eğdi. Dalıp gitmesine içlenmiştim bu kez. Aptaldır, anlayışsızdır ama iyi dosttur İbret Osman. Yeni doğan çocuğuna takılmış tam altını bozdurmuştu bahis için. Kumar, en dürüst adamı dahi ciğersiz eder. Hayatımda tanıdığım en pişkin adamı böyle görmek koymuştu esasında. Üstelik sebep oldum sayılırdı. “Planı anlatacağım Osman. Bahiste kazanamıyorsak, biz bahis işletiriz.” “He. Mürekkep yutmuş adamsın, sohbetin tatlı olur. Anlat bakalım.” İbret’in özel yeteneği dinlemektir; soluksuz, söz kesmeden. Konuşamadıklarını başkalarının ağzında arar gibi dinlemek... 40

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

“Sana şimdi çok eskilerden gelerek anlatacağım. Hem az da içimi boşaltmış olurum seneler sonra buralara uğrayınca dertlendim. İlhamın yolu ruh yangısından geçer.” Sigara yakıp anlatmaya başladım: “Akşamları, hanelerimize doğru yılan gibi kıvrılan sokağımızı çınlatacak seslere kulak verirdim. Kooperatif lojmanlarına takılan isimdi “hanelerimiz”. Gaz ocakta telaşla yemeği yetiştirmeye çalışan annemin ayağına dolaşırdım. Beni içeri kovunca çocuksu hırsımla tüplü televizyonun karşısına geçip çizgi filmlere bakardım. İdrak edebildiğim kadar müstehcenlikle küfrederdim. Yaşıma başıma bakmaksızın. Günler, sıradanlıkla ve havada asılı uçurtma heyecanları arasında gidip gelirdi. Neydi beni böylesine içim kıpır kıpırken tek odaya tıkıştıran? Annemin evhamı, babamın otoriterliği… İçimden sövmenin tadıyla, karşılık bulamayacağım kavgalarımın temeli bu zamanlarda atılmış demek ki. Babamın dili yetmişliğin yarısına gelmeden çözülmezdi. Sofra kalksa da oturmaya devam eder, hararetli nutuklarla, siyasi empozesine başlardı. Ekmek Partisi’nin ilçe kurucusu amcamdan duyduklarını kendince yorumlayıp annemle bana anlatırdı. Annemin yüzünde tüm günün yorgunluğu ve nezaketen sohbete katılmalardan ziyade manidar bıkkınlık ifadeleri boy verirdi. Partinin adını duyunca kıkırdamıştım altında yatan derinliği çözecek kadar kurt olamadığımdan. Dayıma ne zaman hangi takımlı olduğunu sorsam “Ekmekspor” derdi. Babam hep şaka yapıyor sandım ta ki yasa dışı propagandadan tutuklanana kadar. Babamı olduğundan daha sıkıcı yapan siyaset terimlerini; “emek, mülkiyet bilinci, kardeşlik, sınıfsal ayrım” aklıma kazımıştım. Arkadaşlarıma satıyordum lafları. Zaten o yaşlarda hepimiz anlamını bil-


içmişim gibi düşün. Çektiğimiz çile boyumuzdan mediklerimizin rahat yükümlülüğüyle yaşarız. Habüyük. Ne o? Hiç gülme öyle, çocuğun sevgisinden nelerin çocukları arasında bıyık altı gülmelere konu daha masum sevgi mi var? olurdum. “Necdet’in yeğen. Kıs kıs kıs.” “Babasıgil Gözümü dört açmış izliyordum. Kıvrak kol haparti kuruyormuş. Kah kah kah.” “Yiyecek ekmekleri reketleriyle sağa sola dönerek belini öne arkaya salvarmış da (!)” lıyordu. Omuzlarına dökülen, lüle saçları harmanlaSeçimlere az kaldığından evimiz hareketlenmişti. nıyordu. Perçemi, Azrail orağı kadar net kesiyordu Amcam, partiden arkadaşlarıyla salonumuzun kare hayallerimi. Attığı her adımda, arkadan def sesi eşlik şeklindeki halısında” yuvarlak masa toplantısı” yaediyordu. Defe vuran sırım gibi adamı ne kıskanırpardı. Ben bu tanımın ne olduğunu üniversite sıradım doğrusu. Ardından seyrine varmak nasıldı kim sında öğrendim. bilir Vaveyla’nın? Ya takip eden üç tane takım elbiseli Teferruatı kenara bırakacak olursak benim kulalavuğa ne demeli? ğım dışarıdaydı. Çıkıp dışarıda bekleyecek olsam anHer vuruş bir salto, her biri ayrı güzellikte salınış. nemin gardiyan bakışları üstümdeydi. “Organ MafBöylece tam evimizin önünden geçerlerdi. Kırmıyaları Paranoyası” adlı sözlü eserin sahibesi canım zı şal, çekirdek etrafında dönen elektronlardı adeta. anam, beni başka odaya götürür, varsa bisküvi, meyÇıplak ayaklarının bileklerindeki halhal nasıl da ve suyu koyardı önüme. Hep karşı çıktım duvarları göz alıcıydı. Göğüslerini tutan ışıltılı sütyen patkalın arka odaya. Buradan beklediğim sesi ladı patlayacak, rayihalar saçacak, cümbüşle saişitemezdim ki. Cam desen zaten yüksekte. lınıyordu. Gözlerinin rengini hiç bilemedim. Duvar saatine bakınca heyecandan koşVaveyla evimizin önünde durduğunda defciymaya başlardım ufacık odada. Kendimi şekili Müziğ in ek iç le sevinip, sarılırlardı. Bazen de ikisi mahzun, den şekle sokar, zıplardım kanepeden kanepedinlem başlarını eğip uzaklaşırlardı. Farklı finallerle ye. biten gösterimlerinin akıbetini kavramıştım. Beklenen vakit gelmişti. Akreple yelkovan Üzgünlükle ayrılışlarından önce Vaveyla, aynı noktada birleşince nefesimi tutmuştum. kaç kez yolun ortasına oturup hıçkırıklarla, Yere yığdığım döşek ve yastıkların üstüne basıp sonu soğuk zeminde küçük sarsılışlarla biyükseldiydim. Bakma öyle boy bir on o zamanlar. ten gözyaşı seline kapılırdı. Böyle anlarda pencereden Şimdi daha iyi okuyabilecektim, gecenin koynuna atlayıp Vaveyla’ya sarılmak, teselli olmak isterdim. kıvrılmış güzelin şiirini. Unutamadığım anılardandır Derdine ortak olup, gizli köşelerde ağlamaya başlagördüğüm: mıştım. Büyükler, efkârlanınca sigara yakıyordu. İlk Karanlığa bir siluet, alacalık karışmıştı. Pulları sigaramı da Vavi’nin kör yazgısına yaktım. Yakalaparlayan masal balıkları ayaklanmış, sokağın ortasınnınca annemden ne dayak yemiştim. Evli barklı, işi daydı. Su perisi kanatlarını kurutmaya asıp gezintiye başından aşkın kadının gözünün içine bakıp aşktan çıkmıştı. İnsan uzaktan gördüğünü güzel bulur da bahsetmek, hem de bu yaşta, uygun kaçmazdı. Dauzaklık hiç bu kadar yakın hissettirmez insana. Sanki yağımı yerken yüzümü güvenli bir köşede koruyup yanıklığa o yaşta vakıf olmuştum yani Osman. Bade www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

41


sevgili dansözümün ne zaman geleceğini düşünmek, darbeleri azaltıyordu. Vaveyla, raks ederek arşınlarken küçücük dünyamızı, giyindiği meşin kalitesindeki kumaştan dansöz kıyafetiyle, geçip giderdi kalbimi titreterek. O zamanlar ensesi kalın-arkası sağlam adamın teki yanıkmış bizimkine, dost hayatı yaşarmış Vaveyla’yla. Vaveyla… Dilim varmıyor da o yolun yolcusu işte. Kuldur yanılır. Aldatıyor adamı. Kabadayı tabi, astığı astık kestiği kestik. Gönül ferman dinlemiyor affediyor. Lakin cezasız da kalmasın istiyor. Her gece peşine taktığı üç adamla beraber mahalleyi dolaştırıyor. Hem de üzerindeki şala takılı çanın çalmaması şartıyla. Bildiğin inek çanı. Bilemezdim o narin dansın ölümün eşiğinde çırpınmalar olduğunu. Ne psikopatlar var arkadaş.” Boğazım kuruduğu için yakındaki çeşmeye gittim. İbret, neden bunları anlattığımı bilmiyordu tabi. Başımı ıslatıp, doğruldum. Aldırmaksızın akan suya, duruluğuna ve zaman kadar eskiliğine daldım. Hayratın üstünde isim yazılıydı. Belki vefalı bir dost ya da evlat zat-ı muhterem anısına yaptırmış belli ki. Neden Vaveyla’yı sadece ben yâd ediyordum ki? Sebebini bilmediğim özlem duygusu, her yere adını yazma arzusu… Cümle âlem bilmeliydi, ben daha masumken, babam hapiste değilken, kooperatif dağılmadan, hanelerimiz satılmadan önce. Minicik kalbime birisi dokunmuştu. Dünyanın en güzel isimli kadını. Osman’ın beklediği yere koştum. “İbret. Mostar Casina’da Gülsemin Abla vardı hani. Dansözdü. Aranız iyiydi. Eskilerini kime bıraktı?” “Aşağıda kayınçonun kahvehanesi var. Deposuna atmıştık. Hayırdır, ne yapacaksın?” “Getir sen. Lazım. Senin işi halledeceğiz. Millete haber ver. İsmail delirmiş, tüm bahisleri misliyle açıyor de. Ha! Osman, küçüğünden iki de çan alıver. Hırdavatçıda var.” Yarım saat sonra etrafımda on kişi vardı. Yazı tura atıp kumar oynayan adamlardı bunlar. Ruhlarına enjekte olmuş bir tutkudur onlarınki. Daha önce hiç duyulmamış iddia türünü heyecanla bekleyerek, küçümseyici bakışlarla süzüyorlardı beni. On beş dakika sonra ikiye katladık bahisçi sayısını. En son da İbret geldi. İbret’in kulağına planımı fısıldadım. Çeşmenin arkasına gidip soyundum. Osman’ın getirdiği poşetten önce südyeni sonra ona ince kayışla bağlı kilotu üzerime geçirdim. İnce tülü de bunların üstüne geçirdim. Çanın içindeki çıngırağı söküp attım. Millet uyanırsa sağlam olanıyla yerini değiştirebilecektim. Osman söze başlamadan önce büyük gırgır koptu. Ne bana bakıp gülenlere ne de video çekenlere aldırmadan hanelerimize sapan yolun başına geçtim. Arkamdaki güruh kraliçe arıyı takip ediyordu. Paranın kokusunu almışlardı. 42

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

Osman çığırarak: “Ağalar. İsmail’le iddiaya girdik. Gördüğünüz dansöz kıyafetine çengelle takılı ne var? İnek çanı.” O sırada arkama geçti. Götüme şakasına tekme attı. Avucundaki çanla dikkat dağıttı. “Gördünüz mü? Daha tekmeyle bile nasıl öttü? Baştanbaşa kıvırtacakmış, dansöz gibi. Ve zerre ses çıkarmadan yolu bitirecekmiş. Kazanırsa İsmail’den iki misli ödeyeceğim. Kaybederse on misli ödeyecek öyle de güvenir kendine. Ama ağabeyler biliyorsunuz hepimizin tek ortak illeti var o da kumardır. Siz de benim oranıma para yatırırsanız, kardeşlik kazanır. En kötü durumda zararsız kapatacaksınız. Ellişer lira gözden çıkarın zaten neye vermiyoruz o parayı? Gelin bu haftaki cürümü bu ibneden çıkartalım. Bayram Abi sana soruyorum? Bu herif senin karının gerdanlığına kadar ütmedi mi?” Kalabalıktan galeyanlı homurtular yükseldi. Osman şapkasına tomar tomar paraları dolduruyordu. Daha yarısında çocuğunun altınını kurtarmıştık. Az anasının gözü değildi Osman. Anlattığına bakılırsa gizli ortak olduğumuzdan oyunun galibi her türlü bizdik. Nefesimi tuttum. Sırtım ve başım dik, gözlerim karşıda. Çocukluğumun akşamlarındaymışçasına başladım kıvırtmaya. Kendim dâhil kimseyi görmeden. Zihnimde sadece Vaveyla’nın hayaliyle, kaplumbağa kadar yavaş adımlarla ilerledim. Çakmamalıydılar çünkü. Kollarımı sağa atarken kalçamı sola çektim. Çıplak ayaklarımın üzerinde, olduğum yerde döndüm. Hareketleri tekrarlarken bitişin yarısına gelmiştim. İtirazlar, heyecanlı bağırışlar arkada yükseldi. Öylesine odaklanmıştım ki oynadığım role, hepsi uğultu gibi geliyordu. Gözüm kararıyor. Sanki sıyrılıyordu ruhum etimden. Bir ara varış noktasında Vaveyla’yı bana kucak açmış halde görür gibi oldum. O an duraksadım. Kalp atışlarım mazinin ortasından gelen ritme ayak uydurdu. Son adımı da atınca İbret Osman koşarak yanıma geldi. Şapkasını yere vurdu. Arkasına döndü kusura bakmamalarını söyledi. Etrafımızda toplananların yarısı hayranlıkla yarısı kızgınlıkla bakarak ayrıldılar. İtiraz edenler giydiğim kıyafetin bile başlı başına hamaset olduğunu bildiklerinden, yeteneğimi tebrik edip gittiler. Biz bize kalınca Osman’a kendi payını verdim. “Sakın bir daha çocuğunun rızkıyla oynama” dedim yanından uzaklaşırken. “Sen ne yapacaksın parayı?” “Hayrat yaptıracağım.” Başını hatırladığı acı olayın mahcubiyetiyle eğdi. “Valideye mi?” “Yok. Vaveyla’ya.” O gece hanemizin önünde, artık on katlı apartmandı, uyuyakaldım. Kimse gelmedi. Hiç kimse…


Aborda Kir içinde paçalarım. Neresine yanaşsam, Neresinden tutunsam Düşmemecesine, kopmamacasına. Şişşt… Gün aymamışken sokağın yaşlı ırgatı, Islak kelimelerini sümen altı etmiş Uzaklaştığı yılların boğumlarına. Sonu yok, sefer değil Sonuna meraklı değil Sefer mi? Belki, Oralı değil. Buralı veya şuralı değil. Kalıpların, müddetlerin ve sayaçların uğultusu Dar boğazdan geçiş mücadeleleri, Kan, kanıksama ve irade tam da bu anda. Ani gelişmeler, beklenmedik haberler, Mutluluk dayatması önemsiz müjdeler, Huzursuzca yazıp yazıp karalanan cümleler: Ekmeğin fiyatını bilir mi iş adamları? Dört mevsimden hangisi hazan? Zaman anlaşılmaz mı durmadan? Merdivenli çıkmaz manzaralı, Soluk duvar yazıları gibi Silik, Dizili. Okumayacak kimse, görmeyecek. Olsun, Bir yanımız duvar, Bir yanımız deniz, Yolu siz seçeceksiniz. Yelkenler fora! Ruhum aborda! i Müziğ in k iç e m le din

Suat Çakıroğlu www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

43


Girdap Yargısız ithamlarda, yarsız infazlarla çok gitmekten az kalan; dere tepe düz giderken, sere serpe bir anıyı yüz bin kere dövdüm. Daha öteye gidemedim diz çöküp, dil dökmekten; gemiyi limana getiremedim. Sol yanından men'dim, mensuptum çıkmaz sokağın bir köşesine. Çıkmazdı sokaklarım, soğuktu. sahibi kim bu ayazın? Kaçı benim eserim, kaçı ellerinin? Şeb vakti saçlarıma dolanan ellerin... Çıkmazdı sokaklarım, üstelik serindi. Yeniden çehremden düşen, Huzur’un Suat’ı. Dahil olmak istedim haricimde kalana , denk gelirseniz bana, yüzüme su atın. Uzağın tuzağındayım; birkaç adım daha zorlarsam varırım belki kendime. Rastlarsam izine; hangi kapıyı yüzüme duvar ederim havalimanı kapısında ya da bir otogar kuytusunda “Farzı misal” diye başladığın savtın gelmeyeceğini bilemedim ve kesmeyeceğini arzımın yasal olmayan engellerini. Bilendim de üstelik. Şimdi hangi acıyı sözüme tanık edeyim? Bilseydim bu ağrıların böyle şiddete meyyalleneceğini; meylim değil, kastım olurdun. Uyku gibi müphemdin. dar kaldım yine de çıkmazında bedeninin, ki sahibi bendim bir zamanlar. Aldanıyor nefsim, müdafaadan eksiğim. Seninle yeni anlamlar kazanabilirdim, çoğalacak yerde azalmasaydım. Çekim eklerinin manayı değiştirmeyişine işte bu yüzden kırgın uyandım. İçtiğim bir damla suydun, duruldun; kurak oldu bana yurdum. Yürümek isterdim tutsaydı ayaklarım, bir kandile sığdırmak isterdim geceyi, bilesin. Bir sözüme bin gönülsüz olsan da, bil, duy, gör diye bu duvarın çitlerini tenim ederdim. ve seni temin ederim, bağı çözülürse bu dizin, teneşire gelecek bir dizi anı biriktirdim. Deviremiyorum içimdeki putları İbrahim. Ruhumun siyah kasketli casusuyum yine, güldüğümden haberi yok fotoğraflarımın. Adamlarımı topluyorum kuytularımdan. Çatlamış dudaklarımı selamlarken sabah, kendim dışında her şeyi yazabilirim bu satırlara. Hiçim. Hiçliğin gölgesinde yetişen, bir Ankara ayazından farksızdır içim. “West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!” diyor ya şair; Tininle sevişme benimle, ben de uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Serap Demir 44

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

i Müziğ in k iç e m le din


Tuğyan Merhaba pîrim, Biraz karışığım bu aralar, birazdan fazla Doğrular yanlışlara evrildi, iyiler kötülere. Birbirine girdi pîrim, beynimde ne varsa. Beni bağışla. Bütün mazlumlar muzaffer olacak, amenna Yalnız, -Tanrı affetsin- o da öte âlemde anca. Adalet gecikmezdi, tez verilmeliydi ya hani Bekle ki kıyamet gelsin şimdi. Gördüklerim yıktı sabır evini pîrim, Ben de derviş değilim, Bana bu kadarı fazla! Vicdanıma koca bir balyoz indi Zonkluyor şimdi imanım da. Beni bağışla. Sen yine doğrusunu bilirsin pîrim, amma İnsan mıdır gerçekten eşref-i mahlukat Zulmü Tanrı mı yarattı hâşa! İbrahim'i ateşe atan mı ateşe su taşıyan mı eşref? Bakınca şu kalabalığa şimdi Hatta şu aynada gördüğüm Sahi, bu insanların hepsi mi? Yüreğim karıncadan yana bilesin pîrim, Beni bağışla. Dedim ya biraz karışığım bu aralar pîrim, birazdan fazla Belki biraz da tuğyan. Bilek damarlarımı değil amma Ne kadar ezber varsa kestim. Andan sebep bu imansız sorular, Beni bağışla Lâ'da takılı kaldı gözlerim pîrim Sorsan, zahid beni tâ'n eyler, Sözlerim epey zındıkça Dua edelim Tanrı O'nu da affetsin. Babamdan hazır bulduğum imân buraya kadar pîrim, Beni bağışla.

i Müziğ in k iç e m le din

Soner Ataibiş www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

45


Öneri Baltası İZLENESİ

Bayrampaşa: Ben Fazla Kalmayacağım

Bayrampaşa mahkûmlarının senaryosunu yazdığı müziklerini yaptığı film, izleyenlerine gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Yönetmenliğini Hamdi Alkan’ın, başrolünü de Vural Çelik’in üstlendiği yapımda suçsuz yere hapse atılan adamın cezaevinde yaşadıkları tüm samimiyetiyle izleyiciye aktarılmış. Sanılanın aksine, bu koğuşta herkes dayanışma içerisinde. Birbirlerinin derdine, sevincine ortak olan koğuş; izleyenlerini kâh tebessüm ettiriyor, kâh hüzne boğuyor. Film, IMDb’de 1290 kişi tarafından oylandı ve izleyenlerinden 6,0 not aldı.

46

Honeyland

Geçimini geleneksel yöntemlerle arıcılık yaparak sağlamaya çalışan Hatice Muratova’nın öyküsünün anlatıldığı yapım, “En İyi Yabancı Dilde Film” ve “En İyi Belgesel Film” kategorilerinde Oscar’a aday gösterilmesinin yanı sıra Sundance Film Festivalinde de üç ödül kazandı. Güçlü bir ekolojik mesajın verildiği belgeselde, ihtiyar annesiyle birlikte hayatını idame ettirmeye çalışan Hatice’nin hayatı köyüne taşınan göçmen aileyle değişiyor. Arılarla dertleşen onlara şarkı söyleyen kadın “Hem size hem bize, yarı sana yarı bana,” sözüyle, yaşadığımız gezegeni hoyratça kirleten, yok eden bizlere tokat gibi cevap veriyor. Üzerinde çalışılmış bir senaryo yerine saf gerçekliği izlediğiniz film IMDb’de 9585 kişi tarafından oylandı ve 8,0 puan aldı.

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

Alias Grace

Margaret Atwood’un 1800’lü yılların Kanada’sında işlenen bir cinayeti konu alan romanından uyarlanan mini dizi, çalıştığı evin sahibini ve kâhyasını öldürmekle suçlanan kadının trajik hikâyesini gözler önüne seriyor. Kadın olma sorunu(!) sert şekilde işleyen yapım, hiçbir zaman “Damızlık Kızın Öyküsü” kadar sükse yapamayacak da olsa başrol Sarah Gadon’un etkileyici ve duru oyunculuğu için izlemeye değer.


TAKİP EDİLESİ Filmokuru.com

Birçok sinema filminde emeği bulunan, sayısız belgeselde içerik danışmanlığı yapan, kısa filmler yazan ve yöneten Serdar Arslan; sinemayla ilgili kaleme aldıklarını kurduğu internet sitesinde okuyucularıyla buluşturuyor. Hâlihazırda film çalışmalarına devam eden Arslan, instagram sayfasında da takipçileriyle ne izlediğini, ne okuduğunu ve seçtiği filmlerden kesitleri paylaşıyor. Kısacası, sinema adına her şeyi burada bulabilirsiniz.

DİNLENESİ

Isaac Gracie

Hem yazdığı sözlerle hem de sesi ve müziğiyle bizleri kendisine hayran bıraktıran Batı Londralı genç müzisyen, buram buram melankoli kokan şarkılarıyla doğduğu toprakların bulutlu, kasvetli ve soğuk havasını dinleyicisine tahayyül ettiriyor. İki yıl önce Zorlu PSM’de Türk dinleyenleriyle buluşan şarkıcı, “Songs in Black and White” ve “The Death of You & I” isimli EP’leri ile adından sıkça söz ettirmeyi başardı. Indie rock müzik seven okuyucularımızı İngiliz müziğinin yeni yeteneğini dinlemeye davet ediyoruz.

Hemad Javadzade

DiasporaTürk

Hasan Kiriş

Yanni

1984 doğumlu İranlı illüstratör fırçasıyla yıllara meydan okuyor, eskiyle yeniyi buluşturuyor. Bir elinde akrilik boyası, diğer elinde fırçasıyla gökyüzünü, yıldızları ve astronomiyi kendine özgü tarzda yansıtan Hemad’ın “Gökyüzü Hikâyesi ismini taşıyan serisi görülmeye değer. Yapı Kredi Yayınları’nın 2017 yılında özel baskı olarak neşrettiği “Kör Baykuş” kitabının resimlerini çizen sanatçının, ayrıca birçok kitap kapağı çalışması da bulunmakta.

Son dönem Türk Sanat Müziğinin adından en çok söz ettiren isimlerinden birisi olan genç tanburi, müziğe sırasıyla bağlama ve ud çalarak başladı. Aradığı sesi tanburda bulduğunu söyleyen Kiriş, “Esvat-Duo” ney-tanbur ikilisi albümündeki icrasıyla dinleyenlerini kendisine hayran bıraktı. Dünyanın birçok ülkesinde konser verdi ve Bristol Üniversitesinde hazırlanan bir projede enstrümanının uygulamalı tanıtımını yaptı. “Müziğe gönül vermek için önce o gönlün yanması gerek. Usul, usul, ince ince, kısık ateşte...” diyen müzisyen sazının yürek burkan, derde düşüren tınısıyla dinleyenlerini hüzne gark ediyor.

Doğduğu topraklardan binlerce kilometre ötede ekmek kavgasına düşen Anadolu insanının yaşam mücadelesini anlatan Twitter sayfası. Paylaştıkları fotoğraflar, anlattıkları hikâyelerle sizleri sıla özlemi çeken insanların dünyasına davet ediyor. Ayrıca Gökhan Duman’ın editörlüğünde çaresizliğin, umudun ve gurbetin yürek burkan, boğaz düğümleyen hikâyeleri “Göçüp Kalanlar” ve “11. Peron” adıyla iki ayrı kitapta toplandı ve okuyucularını bekliyor.

New Age müziğinin önde gelen isimlerinden biri olan 1954 doğumlu Yunan piyanist, hissettiklerini nota dilinden insanların gönlüne nakşediyor. 1992'de "Dare to Dream" albümü ile Grammy ödülü kazanan müzisyen, 1993’te İngiliz Kraliyet Senfoni Orkestrası'yla Acropolis'te verdiği konserle adından sıkça söz ettirdi. Asıl başarısını ise çıkardığı "Yanni Live at the Acropolis" albümüyle yakalayan sanatçının bu eseri tüm zamanların en çok satan ikinci video-klibi oldu. 20 ülkede yaklaşık 2 milyondan fazla insana konser veren Yanni, 20 milyonun üzerinde albüm sattı.

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

47


48

www.baltadergi.com Mayıs-Haziran 2020

Ö

Sigrid Nunez- Dost Sigrid Nunez’in kaleme aldığı hayvanlar ve insanlar arasındaki ilişkiye sımsıkı bağları gözler önüne sererek değinilen kitap edebiyat camiasına ilişkin çatışmaları ele almaktadır. ABD’de 2018 Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandıktan sonra iyice dikkat çekerek insanlara edebiyatın, yazmanın, yazamamanın, okur olmanın ve hatta okur olarak kalmanın, filmlerin, yarım kalan kitapların, intiharların, arkadaşlığın temellerini derinden hissettirmektedir. Bir intihar, aşkını hatta dostunu kaybetmiş bir kadın ve sahipsiz kalan dev bir Danua ile kalplere dokunan kitabımızın ismini gizli tutan anlatıcısı, hocası aynı zamanda samimi erkek arkadaşının intiharı sonucunda kaybetmektedir. Acılı bir yas sürecine giren kadın arkadaşının kısa zaman önce sahiplendiği Danua cinsi köpeğine bakmak zorunda kalmaktadır. Kirada oturduğu dairede sözleşme gereği köpek bakamayacağını yıllar önce kabul etmiş olan kadın zor zamanlar yaşar. İşte, birlikte yas tutarken birbirini tanımaya da çalışan bu iki canlının öyküsüdür Dost.

ri e n

M. H. Kan- Umay Mart 2017’ de yayınlanan kitapta fantastik bir anlatım ile mitolojinin dokunuşları ve tarihi bilgiler usul usul okuyucuya verilmektedir. Umay ismi Türk mitolojisinde tanrı panteonunda önemli bir yer tutan, dişi kutsal bir ruh olan tanrıçadan esinlenilmektedir. Umay isminde bir kadının başından geçenleri, geçmişinin gizemini ve lanetini konu alan kitap okuyucuyu dinamik bir heyecanla satırlara bağlamaktadır. Başkarakterimiz akademisyenlik mesleğin icra eden Kemal adında bir erkektir. Tesadüfen gibi görünen bir şekilde eline geçen kadim lisanlarla yazılmış elyazmasına ulaşarak merakına yenik düşüp elyazmasını incelemeye başlayacaktır. Zamanla Kemal’i içine çeken simgeler ve evreninden ve tarihten mesajlar vermektedir. Farkında olmadan gerçek aşka doğru yelken açan Kemal, okuduğu her satırında zamanda aralıklı yolculuklara çıkar ve rüyalarında büyük insanlarla sohbetler ederken okuyucuyu da insanoğlunun şimdiye dek peşine düştüğü en büyük arayışın öznesi haline dönüştürür: Bizim aslında ne olduğumuzun ve neyi bulmaya çalıştığımızın…

Balta

Charlotte Perkins Gilman Kadınlar Ülkesi Feminizmin önde gelen yazarlarından Gilman, Kadınlar Ülkesi adlı esrinde ele aldığı konular dikkat çekmiştir. Erkek ütopyasında yok sayılan ya da az yer verilen kadınlara yönelik ayrımcılığa dikkat çekilmesinin yanında, kadınları ele alan denemeler içerisinde ilk defa feminist öğeleri ütopik bir tarzda işleyerek okuyuculara sunmayı başarmıştır. Erkeklerin olmadığı bir dünya yaratmaya çalışan yazarımız çok geçmeden bunun mümkün olmadığını bilmektedir; yine de kafasında yarattığı dünyayı kaleme alarak erkek egemen topluma meydan okumuştur. Kitapta, birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde birbirinden zıt özelliklere ve huylara sahip üç erkek arkadaş seyahatleri esnasında pek fazla insanın bulunmadığı bir yerde, tamamen kadınlardan oluşan bir topluluğu keşfetmişlerdir. Gözlerine inanamayan arkadaşlar bu topraklarda muhakkak erkeklerinde olması gerektiğini ve nerede olduklarını düşünmeye başlamışlardır. Bu konuda meraklarına yenik düşerek ülkeye kaçak bir şekilde giren erkekler araştırma ve gözlem yapmaya başlamışlardır. Çok geçmeden meraklarının giderilmesinin aksine daha da artmasıyla Kadınlar Ülkesi’nin yönetim biçiminden inançlarına, kültüründen ekonomisine ve hatta anneliğe kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmaya ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya başlamışlardır. Toplumsal roller cinsiyete göre belirlenebilir mi? Kadınlık ve erkeklik değişmez kavramlar mıdır? Kadınlar Ülkesinin satırları ve içine çektiği hayal dünyası bu soruya bir yanıt niteliğinde.

OKUNASI


Ekmeğin Öyküsü Sokaklar, şarkı söylemeyi unutmuş çoktan Mevsimler, birbirine karıştı son günlerde Bakkalcı Amca, iki gündür gelmiyor sokağımıza Annemin gözü pencerede, elinde bozuk paralarla bakıyor sokağın diğer ucuna Bozuk paranın çıkardığı seslerle, annem şarkılar mırıldanıyor Kardeşlerim, taş gibi ekmeği bölmek için güç yarışına girdiler Annemin gözü, dışarıda Kardeşlerimden biri ekmeği bölmeye çalışırken, arkasına düşüyor Salıncak gibi sallanan evimiz, sokağın diğer ucuna sallanıyor Annemin, gözü dışarıda Sallanan evimiz, annemi yere fırlatıyor Taş gibi ekmek, evimizin penceresinden dışarıya kaçıyor Kardeşlerim, annem ile birlikte dışarıya bakıyor Annemin, gözü dışarıda Annem, taş gibi ekmeği tutmak için dışarıya atlıyor Annem, melek olup kanatlarıyla ekmeğin peşinden uçuyor

i Müziğ in k iç e m le din

Kıymet Güleş www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

49


50

www.baltadergi.com MayÄąs-Haziran 2020


“sakalım olduğu için bana kızanlar karaborsacılar üçkağıtçılar oyunbozanlar fakire tekme atıp ayağıyla ezenler sakalımdan bir tel ister misiniz?”

Fotoğraf: Bilge Can Gürer bilgecangurer.com

Hüseyin Avni Dede

www.baltadergi.com

Mayıs-Haziran 2020

51


#EvdeKal

“The Artist's Father Reading his Newspaper” Paul Cézanne, 1866

#BaltaEvdenOkunacak


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.