2019
Haziran
Sayı:4
RAHATSIZLIK VERMEYİ MESLEK EDİNEN ADAM
543007 772651
Sema Koç - Soner Ataibiş - Suat Çakıroğlu - Tamer Sağcan - Yeliz Ekşi - Zeynep Kaplan
9
Elif Davarcı - Fatma Dicle Karabınar - Hale Beyza - Harun Bora Tunç - Mehmet Bağır - Metehan Tanyıldız
ISSN 2651-5431
ALİ ŞERİATİ
İÇİNDEKİLER 4
Rahatsızlık Vermeyi Meslek Edinen Adam: Ali Şeriati Harun Bora Tunç
ISSN 2651-5431 Yıl: 1 Sayı: 4 Fiyat: 5 TL Haziran 2019 İmtiyaz Sahibi Denizhan Gültekin Yazı İşleri Sorumlusu Harun Bora Tunç Editör Metehan Tanyıldız Sosyal Medya Sorumlusu Fatma Dicle Karabınar Yayın Kurulu Soner Ataibiş Zeynep Kaplan Mehmet Bağır
8
İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com
Soner Ataibiş
11
Siyah Başlı Ala Kuş
12
Yeri Göğü Birbirinden Ayıran Titan: Atlas’ın Yeri
Hale Beyza
Fatma Dicle Karabınar
15
Bir Soluk Sadece Metehan Tanyıldız
16 Kırmızı Çanta Elif Davarcı
18 Duyg-ussal Yaklaşım Tamer Sağcan
20 Otostopçunun Hay Aksi Rehberi Sema Koç
Grafik Tasarım Durmuş Ali Gürtoklu Kapak Tasarım & İllüstrasyon Elif Türk Osman Nuri Koşar
İnsanın Dört Zindanı
22
Röportaj Boray Biçer’le Editörlük ve Yayıncılık Üzerine Zeynep Kaplan
25
Hanzala Harun Bora Tunç
Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta
26 Sessiz Komedinin
Baskı Azim Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99-33 İskitler / Ankara
30 Orta Asya’nın Altın Çağı
Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce toplu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesuliyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.
2
www.baltadergi.com Haziran 2019
Siyah-Beyaz Yıldızları Mehmet Bağır
‘’Kayıp Aydınlanma’’ Yeliz Ekşi
32 Öneri Baltası 34 Bir Ayrılık Seremonisi Soner Ataibiş
34 Yol
Suat Çakıroğlu
Sevgili Balta Dergi Okurları, Bu sizlerle buluştuğumuz ilk Haziran. Aslında geçtiğimiz ay da ilk Mayıs’tı, önceki de ilk Nisan’dı. İlkler önemlidir ve biz dördüncü sayımızda da ilk sayımızı hazırlar gibi aynı heyecanla kıymetli okuyucularımızla kavuşacağımız günü iple çekiyoruz. Seneye ikinci Haziran’da aynı heyecanı taşır mıyız bilmiyoruz ama ikinciler de önemlidir çünkü kent yaşamında ilk aşkınızla evlenme ihtimaliniz en iyi ihtimalle 1/20.000’dir. Belki de siz şu an dergimizin takdim yazısını okurken o uzaktan bir yerden size bakıyor. Lütfen başınızı kaldırınız ve arada etrafınıza bakınız. Tamam, yazıyı yarım bırakın demiyoruz ama âşık olmanın bu dergiyi okumaktan daha mühim bir mesele olduğunu da unutmayınız lütfen. Haziran sayımızın kapağında İranlı düşünür Ali Şeriati’ye yer verdik. Hakkındaki biyografik inceleme yazısını Harun Bora Tunç hazırladı, Soner Ataibiş ise yazarın İnsanın Dört Zindanı adlı kitabını ele aldı. Mehmet Bağır Sessiz Komedinin Siyah Beyaz Yıldızlarını, Yeliz Ekşi S. Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma adlı kitabından bir bölüm inceledi. Bu ay aramıza katılmakla gönüllerimizi hoş eden Tamer Sağcan, insan zekâsını ölçtüğü düşünülen testlerin yetersiz kaldıklarında başvurulan diğer yolları Duyg-ussal Yaklaşım adlı yazısında mizahi bir dille hicvetti. Haziran’da aramıza katılan bir diğer kalem Hale Beyza ise Elif Davarcı ve Sema Koç ile birlikte öyküsünü bizlerle paylaştı. Fatma Dicle Karabınar, bu ara mitolojiye fazla merak saldığı için o dipsiz kuyudan çıkamadı, Atlas’ın yaşantısını birinci ağızdan öyküledi. Suat Çakıroğlu, Metehan Tanyıldız, Soner Ataibiş memleketin edebi anlamda eksiksiz yönünü teşkil eden Türk şiirinin mücadelesini Haziran ayında da sürdürdü, onlara fazladan bu ay Harun Bora Tunç da eşlik etti. Zaten etmese eksik kalırdı. Zeynep Kaplan, hoş sözü ve tevazusuyla bizi kendine hayran bırakan eğitmen ve editör Boray Biçer’le bir röportaj gerçekleştirdi. Umarız başınızı kaldırdınız ve onu gördünüz. Tanışmak için ona dergimizi hediye edebilirsiniz. Eğer ettiyseniz lütfen gerekli uyarıları yapınız. Yoksa bir putu devirmediği sürece Balta ne işe yarar? Bu ay da derdimizle dertleneceğiniz ve yazılarımıza vakit ayıracağınız için teşekkür eder, bir sonraki sayımızda yeniden görüşmeyi dileriz. Şimdi
#BaltaYükselecek
www.baltadergi.com Haziran 2019
3
RAHATSIZLIK VERMEYİ MESLEK EDİNEN ADAM
ALİ ŞERİATİ Harun Bora Tunç
Y
aklaşık on yıl önce mezun olduğum meslek yüksekokulun, ücretli bile olsa öğretim görevlisi olmakla iftihar ettiğim günlerden biriydi. Bu türden işler birkaç istisna dışında ve ekseriyette zahmetlidir; dersin hakkını vermeniz kâfi değildir; okulun tertiplediği programlara iştirak etmekle mesulsünüzdür, vize ve final dönemlerinde gözetmenlik yapılacaksa siz yaparsınız, hatta çoğu defa dersin kendiyle mesleği gereği iştigal eden kimse fildişi kulesinden inip sınav yerine gelmez. Soruları dağıtır, hiçbir fikrinizin olmadığı suallerle muhatap olur, sınavın bitimiyle birlikte kâğıtları toplar ve haşmetmeab efendinize teslim edersiniz. Her neyse işte... Şehir merkeziyle derse gideceğim okul arasındaki mesafe yaklaşık kırk beş dakika, öğrenciyken de yolculuk etmekte güçlük çektiğim ilçe arabalarının koltuklarında filhakika en ufak değişme yok. Elimdeki kitabı okumakla koltuğa sığabilmek arasında bocalıyorum. O esnada hemen yanımdaki koltukta bana evvelki senelerden oldukça tanıdık gelen simaya tesadüf ediyorum. Evet, ta kendisi; tarih öğretmenim. Önce nasılsın, sonra hayırlı olsun ve nihayetinde istikametine mana bulamadığım son sözün ardından kapanış. “O kitabı eğer öğrenci olsaydın elinden alırdım ama sen doğru ile yanlışı ayırt edecek yaştasın. Yine de dikkat et,” diyor ve arabadan iniyor sâbık hocam. Bense idrakine varamadığım cümlesinin girdabından kurtulmak için okula gidene de-
4
www.baltadergi.com Haziran 2019
En şaşaalı otellerde kalarak, en pahalı turlarla yolculuk yaparak ve bir milyon Müslüman arasın da hepsinden daha seçkin ve daha ayrıca lıklı olarak mutlu bir hac ibadeti ifa eden kiş i inançta İbrahim, davranışta Nemrut gibidir.
ğin kitabın kapağına dikkat kesiliyorum. Evet, dün gibi hatırlıyorum. Adı, Ebuzer; yazarı Ali Şeriati. Her eserinin ilk sayfasında olduğu gibi niyetini açık eden bir söz. “Sizi rahatsız etmeye geldim.” Türkiye’de şii, İran’da ise şii teamüllere muhalif olduğu gerekçesiyle payandaları sökülen sosyalist bir düşünür Ali Şeriati. Öyle ya, Asya’nın batıya bakan yüzünde emperyalizmin kuşattığı iki ülke, birbirleriyle didişmeyi bırakıp da Ortadoğu’yu kocaman bir petrol kuyusundan ibaret görenlerle ne diye baş edebilsindi? Tam da bu sebeple Türk İnkılâbı, öz evlâdı Mehmet Âkif ’i neden yediyse, Şah rejimi de Ali Şeriati’yi çiğneyecekti. Acem topraklarının kadim başkenti Horasan’ın Sebzevar kentinde dünyaya gözlerini açtığında kaçamayacağı gerçeklerin idrâkinde değildir henüz. Burası Hz. Osman’ın İslam topraklarına kattığı, Moğolların yerle bir ettiği yerdir. Babası Muhammed Tâki ilk öğretmeni olur, Pakistanlı hürriyet âşığı Muhammed İkbâl’e çevirir gözlerini sonra. Nihayetinde aradığı hakikati Anadolu’nun çorak topraklarında bulur; Mevlânâ Celâledddîn-i Rûmî’dir o. Coğrafyasının kaderine terk ettiği, birçoğununsa he-
nüz keşfedemediği mutasavvıfın izinden yürür Ali; Allah’ın nurundan üflediği, irade ihsan ettiği insana âşık olur. O sebeple üniversite öğrenimi için Paris’e giderken yanından Mesnevî’yi asla eksik etmeyecektir. Gurbetteyken yazdığı mektuplarında bile sıla hasretini onsuz anmayacak, dostu Kazım Müttehedin’e şöyle diyecektir, “Ah keşke İran’da olsaydım ve geceleri Mesnevî ile geçirmiş olsaydık… Ah keşke buraya gelmeseydim ve özgürlüğün anlamını tatmasaydım ve sadece kitaplar arasında olsaydım.” Meşhed Firdevsî Lisesini bitirdikten sonra öğretmen okuluna yazılan Şeriati’nin niyeti, birlikte küçük münazaralar düzenlediği babası gibi muallim olmaktır. Aynı yıllarda yazar Abdülhâmid el-Sahar ile tanışır. Mısırlı romancı, “Ebu Zerr: Müslüman Sosyalist” adlı eserin müellifidir. Konuşmalarıyla Müslüman ülkelerde cereyan eden radikal sosyalist hareketlere destek veren el-Sahar’a göre Ebuzer, haksızlık karşısında susmayı reddeden ve otoriteye boyun eğmeyen bir anarşisttir. Ali Şeriati’nin en az Mevlânâ kadar etkileneceği ve satırlarında adından sık sık bahsedeceği ilk sahabelerden Cündeb bin Cünâde bin Süfyân Ebu Zer el-Ğıfârî’yle yolları böyle kesişmiştir. Adını verdiği kitabının ön sözünde onun için, “Bilhassa teknolojinin büyük bir buhran ortaya çıkardığı ve ekonomik problemlerin her şeyin başı sayıldığı bu günlerde insanlığın arzu ettiği hürriyetin gerçek rehberlerinden olan üç beş kişiden biridir. Onun fikirleri bugün daha fazla revaç bulmaktadır. (…) Şam ve Medine’de yoksulları ve ezilenleri etrafına toplayarak faiz yiyenlerin, paraya tapanların, altın ve gümüş toplayan eşrafın aleyhine kışkırtmıştı. Şimdi bu hareketler yeniden tekrarlanarak hayat bulmaktadır,” yazmıştı. İran’daki şah rejimine muhalif Milli Mukavemet Hareketine katıldığı yıllarda birkaç defa tevkif edilen Şeriati, sekiz ay tutuklu kalır. Öğretmen okulundan mezun olduktan sonra Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirir. Yüksek lisans eğitimi için gittiği Paris’te Belh’in Faziletleri Tarihi el yazmasının Farsça çevirisini yapar lâkin gözü kulağı Cezayir’in özgürlükçü iklimindedir. İkinci Cihan Harbi sonrasında Batı ülkelerinin demokrasileri güvence altına alan, hürriyeti teşvik eden politik yaklaşımı henüz Ortadoğu ve Afrika’ya
uğramamıştı. Fransız müstemlekesi Cezayir’de, yönetimin sebepsiz yere bağımsızlık yanlısı Ferhad Abbas’ı tutuklaması halkın isyan etmesine sebep olmuş ve Ulusal Kurtuluş Cephesi, sömürgeci güçlere karşı eylemlerini yoğunlaştırmıştı. Ertesi yıl, hadisenin tırmandığını gören Fransa, muhalif liderleri görüşme bahanesiyle toplantıya çağırdı ve hepsini tutuklattı. Ülkeye giren beş yüz bine yakın asker, protesto gösterilerine katılan herkesi kurşuna diziyor, halkı göç etmeye zorluyordu. Ali Şeriati, devlet bursuyla yaşadığı Paris’te, yapılanlara sessiz kalamadı. Kalemiyle ve konuşmalarıyla Cezayir halkına destek oldu. Öğrenciyken çıkardığı dergide sömürgeciliğe meydan okuyor, tehditlere boyun eğmiyordu. Cesareti ve duruşuyla Jean-Paul Sartre, George Gurwitch ve Jaques Berque’yi kendine hayran bıraktı. Sartre, Ali için, “Ben bir Tanrı’ya inanmıyorum ama inansaydım eğer bu Şeriati’nin Tanrısı olurdu,” diyecekti. Nitekim verdiği mücadelenin sonucu ağır oldu. Önce Paris’te bir süre tutuklu kal-
Sonradan ilahi adale t diye adaleti göklere çıkardılar ki, yeryüzü nde ondan söz edilmes in. www.baltadergi.com www.baltadergi.comHaziran Mayıs 2019
5
dı, İran’a döndüğünde ise bir halkın özgürlük kavgasına ortak olduğu için siyasi faaliyetlerde bulunma ve Şahlık rejimini yıkmaya teşebbüs etme suçundan hüküm giydi. Bir yılın ardından Meşhed Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak öğrencileriyle buluştu. Her dersi gençler tarafından yoğun ilgiyle takip ediliyordu. Kalabalığa hitap eden Ali, merkezine aklı ve özgürlüğü koyduğu düşüncelerini kimseden çekinmeden dile getiriyordu. Çok geçmeden Meşhed’de derse girmesi engellendi. Memleketinden ayrılarak gittiği Tahran’da, Hüseyniye-i İrşad Ensitüsünde konuşmalarına devam etti. Bugün muhtelif yayınevlerinden çıkan eserlerinin çoğu, buradaki sohbetlerinden derlenerek bir araya getirilmiştir. Ali Şeriati, din bir afyondur sözünde Karl Marks’a katılıyor, İslam ülkelerinin modernleşme adına kimliğinden taviz vermesine şiddetle hücum ediyordu. Ona göre din, indirilen haliyle yaşamıyor, birtakım din adamlarının tekelinde süzülüyor ve öylece toplum hayatına zerk ediliyordu. Yaşanan din, hak olan değil; uydurulandı ve Marks’ın cümlesiyle bire bir uyuşuyordu çünkü devlet katında itibarı yoktu, İran’ın varoşlarından kentlerine sirayet eden fakirliğe ve açlığa çare olamıyordu. Batı özentiliği ve mezhep farklılıkları sebebiyle Müslümanlar arasındaki ayrılık giderek uçuruma dönüşürken, siz, diyordu Ali Şeriati, hepiniz Müslümansınız ama hacca gittiğinizde birlikte tavaf ettiğiniz Kâbe’den ayrıldıktan sonra yan yana namaz bile kılamıyorsunuz. Kazandıklarınızı Allah yolunda harcamıyor, yoksulluğa yol açıyor,
modernleşmek adına Filistin’de ve Cezayir’de insanlık suçu işleyenlerle iş tutuyorsunuz. ‘‘Sizin İslam yücedir, hiçbir şey güzellikte onun üzerine çıkamaz, demeniz anlamsız sözler mecmuasından başka şey değildir.’’ Olan bitenden yalnızca devlet idarecilerini ya da zenginliği elinde bulunduranları değil, konuşmayan herkesi suçladı. Ülkenin aydınlarını korkaklıkla itham ediyor ve halk içine karışmadıkları, yalnızca kendilerini iyi hissedecekleri yerlerde keyif çattıkları için sorumlu tutuyordu. Neredeyse her konuşmasının sonunda ise kalabalığa şöyle hitap ediyordu, “Ben sizi rahatsız etmeye geldim. Ben esrar ya da eroin miyim ki sizi rahatlatayım?” Çok geçmeden Şah, enstitüyü kapatır ve Ali hakkında yakalama kararı çıkarır. İstihbarat Teşkilatı SAVAK, onu her yerde aramasına rağmen bulamayınca babası Muhammed Tâki’yi hapseder. Haberi alan Ali Şeriati ise olacaklardan korkarak teslim olmak zorunda kalır ve tek kişilik bir hücreye kapatılır. 18 ay boyunca kaldığı odada imdadına eski dostu ve uğruna yine bir zamanlar özgürlüğünden vazgeçtiği Cezayir yetişir. Bakanlık nezdinde yapılan girişim ve baskılara dayanamayan Şah rejimi, en sıkı muhalifinin mahkûmiyetini kaldırır ama her ihtimale karşı evinden ayrılmasını yasaklar. İki yıl boyunca kitaplara sığınmasının dışında, ziyaretçileriyle sohbetlerini sürdürür. Bunların arasında eli kulağındaki İslam Devriminin kurucusu Ali Hamaney ve hazırlayıcısı Murtaza Mutahhari de vardır. Her hareketinin istihbarat birimleri tarafından izlenmesi, evine gelen misafirlerinin gözetim altına alınması üzerine üzülerek de olsa ülkesinden ayrılarak İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. Ali, çok sevdiği Hz. Hüseyin’le aynı akıbete yürüdüğünden habersizdir. Aynı yıl, kaldığı otel odasında hayatını kaybeden Şeriati, dünyasını değiştirdiğinde henüz 44 yaşındaydı.
Ne garip! Siz öteki dünyaya inanıp da n asıl bu dünya için yalan söyleyebiliyorsunu z.
Şunu bil ki, her insan ya dinde kardeşin ya da insanlıkta eşindir. 6
www.baltadergi.com Haziran 2019
Ali Şeriati’nin Duası
Şimdiki köleler taksitle yaşayıp borçla ölüyor. Yetkililer vefat sebebini kalp krizi olarak açıklasa da İngiliz istihbaratıyla anlaşan SAVAK militanları tarafından şehit edildiğine inanılmaktadır. Naaşı, Şam’da büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Yaşarken olduğu gibi acısını yüreğinde hissettiği Ehlibeytin yanından hiç ayrılmadı. Mezarı, Peygamber’in torunu ve Hazreti Ali’nin kızı Hazreti Zeynep’in türbesinin yanındadır. Ne İran’da ne de başka bir ülkede yaşamasına izin vermeyenlere gelince… Ali Şeriati’nin vefatının üzerinden sene dahi geçmeden devrim patlak verdi. Şah Rıza Pehlevi ülkesinden kaçarak önce Fas’a, ardından Mısır’a, oradan da Meksika’ya gitti. Pankreas kanseri sebebiyle tedavi olmak için Amerika Birleşik Devletlerine yerleştiğindeyse elli kadar İran vatandaşı Amerikan Büyükelçiliğini basarak iadesini istedi. Baskılara dayanamayan sabık lider, Kahire’ye yerleşti ve orada yaşamını yitirdi. SAVAK militanları ise yakalanarak idam edildi. Bense okuldaki işlerimi tamamlayıp merkeze döndüğümde kitabın geri kalan kısmını kahve içerek okumak niyetiyle haftada iki ya da üç defa ziyaret ettiğim kafeye yollandım. Sonunda masaya kurulup kitabı yeniden açtığımda yanıma çok sevdiğim bir ağabeyim geldi. Selamlaştıktan sonra sabah yaşadığıma benzer bir konuşma bekliyordu beni. En sonunda, neden okuyorsun diye sordu. Ona şöyle cevap verdim, rahatsız olmak için… İsmet Özel’in de söylediği gibi, bizler rahat adı verilen şeyin dünyada bulunmadığı bize haber verildiği için rahatımızı aramadık.
Ey kadir olan Allah’ım... Âlimlerimize mesuliyet, Halkımıza ilim, Dindarlarımıza din, Müminlerimize aydınlık, Aydınlarımıza iman, Tutucularımıza kavrayış, Kavramışlarımıza tutuculuk, Kadınlarımıza bilinç, Erkeklerimize şeref, Yaşlılarımıza bilgi, Gençlerimize asalet, Öğretmenlerimize inanç, Öğrencilerimize inanç, Uyuyanlarımıza uyanıklık, Uyanıklarımıza irade, Muhafazakârlarımıza hareket, Suskunlarımıza feryat, Yazarlarımıza güvenirlilik, Sanatçılarımıza dert, Şairlerimize şuur, Araştırmacılarımıza hedef, Tebliğlerimize gerçek, Kıskançlarımıza şifa, Bencillerimize insaf, Sevenlerimize edeb, Mezheplerimize vahdet, Halkımıza kendini bilme, Tüm milletimize samimiyet, himmet, özveri, Kurtuluşa yaraşırlık ve izzet bağışla...
Dinlemek için
www.baltadergi.com Haziran 2019
7
İNSANIN DÖRT ZİNDANI ‘‘Sizi rahatsız etmeye geldim…’’ Soner Ataibiş
İ
slam ve Batı medeniyetini yakından tanıyan ve iki tarafa da yaranamayan Dr. Ali Şeriati, engin birikimi, akılcı yaklaşımı ve idealistliğiyle sadece İran’da değil, birçok ülkede onlarca genci etkilemiş ve fikirleriyle döneme damgasını vurmuştu. Hareketli kişiliğiyle sürekli bir yerlerde konuşmalar yapıyor ve münazaralara katılmaktan büyük keyif duyuyordu. İnsanın Dört Zindanı adlı teorisini de ilk defa yine konuşmasında açıklamıştı. Ekim 1970’de Abadan’da petrol fakültesi öğrencilerine yaptığı konferansta, bunun konferanstan ziyade detaylarına inmeden bir tezin, bir teorinin ana çizgileriyle sunumu olduğunu söyler ve bu sunumunda -nesnel bilgiler içermesinin yanında- çoğunlukla öznel bakış sergiler. Tezinin özünü, “İnsan dört zorlayıcının/cebrin etkisindedir; bu dört zorlayıcı gücün etkisinden özünü kurtarınca özde insan olabilir ve gerçek anlamı ile insan olmak bu dört zindandan kurtularak özgürlüğün elde edilmesine bağlıdır” sözleriyle açıklar. Teorisini sunmadan önce bir varlık olarak ‘insanın neliği’ sorunsalına kendince açıklama yapar. Zira ona göre insan her şeyden önce kendini tanımalıdır. İnsanın ne olduğunu tespit etmeden oluşturulan her düşünce ve ideoloji neticede hüsrana uğrayacaktır. İnsanın ne olduğuna açıklama getirdikten sonra insanın kendisini gerçekleştirmesini ve özgürleşmesini engelleyen dört zorlayıcı unsurun neler olduğunu ve bu unsurların etkisinden nasıl kurtulacağını açıklar. Yani konuşmasını üç merhalede ele alır: İnsanın Neliği, Dört zorlayıcı unsur, bu
8
www.baltadergi.com Haziran 2019
“Eğer din ölümden önce bir işe yaramazsa, ölümden sonra hiçbir işe yaramayacaktır.” dört zorlayıcının etkisinden insanın nasıl kurtulacağı… İnsanın Neliği “Günümüz insanı için temel sorun insanın kendisidir. İnsanın bilinçli, doğru ve mantıklı bir tanımına ulaşmadığımız sürece, hiçbir sorunu çözmeye imkân yoktur,” diyen Şeriati, bir varlık olarak insanı, beşer ve insan kavramlarıyla tanımlar. Beşeri, biyolojinin konusu olan ve iki ayağı üzerinde yürüyen bir hayvan/canlı türü olarak nitelerken insanı, sürekli ve ebedi bir gelişim gösteren, ideal özellikler taşıyan kâmil bir varlık (insan olmak) olarak ifade etmektedir. Ona göre olmak, insanın yaratılışındaki öze doğru yönelmesidir, “yaratılışa özgü fıtrî ve zâtî bir hicrettir.” İnsanın nasıl bir varlık olduğunu fantastik bir kurguyla aktaran Şeriati, farklı bir gezegende yaşayan bir bilginin dünyayı inceledikten sonra kendi gezegeninde yaptığı konferansta beşer için, “Bunların kendilerine özgü birbirini öldürme çılgınlığı vardır… Hiçbiri de öldürdüğünün etinden yemez; yese, deriz ki bunların birbirlerini öldürmeye ihtiyaçları var… Şimdiye kadar hiçbir hayvanın dûçâr olmadığı çılgınlık veya delilikleri var… Bu beşer mütemadiyen hem doğaldır, hem de sabittir, değişmez,” gibi tespitlerde bulunabileceğini söyler.
“Hastalığın senin içindedir ama bilmiyorsun! Şifan da senin içindedir ama görmüyorsun!”
Yani beşer, “olmayan ama olması gereken mevcuttan ibarettir. Dolayısıyla beşerin hedefi insan olmaktır.” İnsan olmayı ise sonsuz aşka ve tekâmüle, yani Allah’a doğru ebedi bir yöneliş olarak açıklar. O’na göre insan olmanın manası budur. İnsanın varlığı hakkında Descartes’in, “Düşünüyorum, demek ki varım,” Gide’in “Duyumsuyorum, demek ki varım,” ve Camus’un “Başkaldırıyorum, demek ki varım,” felsefelerinden bahsederek, bunların üçünü de doğru kabul eder. Camus’un görüşünü ise insana özgü varoluşun en üstüne yerleştirir. Zira insan burada kendisine sunulan ya da dayatılanın dışında bir seçim yapmaktadır. Beşerin, düşünebilen ve duyumsayan bir varlık olarak var bulunduğunu ancak insan olmak aşamasına özünün bilincine varması, kendi hayatını seçmesi ve böylece yeni bir ben oluşturmasıyla ulaşabileceğini ifade eder. Yani Şeriati’ye göre bilinçli, seçebilen ve böylece
“İnsan sorununu çözmeden önce ileri ve başarılı bir eğitim öğretim düzeyine varmamız imkânsızdır. Şu halde, her şeyden önce insan olma ve insanlaşma sorunu çözülmelidir.”
yeni bir ben yaratan insan “kendine bırakılmıştır.” Burada özellikle fatalizme/Kaderciliğe karcı çıkmaktadır. Kısaca, beşeri insan yapan üç özellikten bahseder: İnsanın bilinçli, yani öz varlığının bilincinde bir varlık olması, seçme yeteneğinin olması ve yaratıcı özelliği olması… Lakin insanın bu özelliklerini kullanmasını baskılayan dört zorlayıcının olduğunu ve bunların etkisinden kurtulduğunda kâmil manada insan olacağını söyler. Şeriati’ye göre, varlıklar içerisinde sadece insan bilinç ve öz benliğe ulaşmıştır. Yani insan, kendinin ve evrenin nitelik ve yaratılışını, kendinin evren ile ilişkisini ne derecede kavramışsa o derecede insandır. Seçen bir varlık olarak insanı, doğaya ve egemen düzene karşı, hatta beden ve ruhun ihtiyaçlarına karşı başkaldırabilen bir varlık olarak açıklar; bunu insan olmanın en üstün aşaması olarak görür ve bunun Tanrı’ya özgü bir iş olduğunu söylemekten çekinmez. Ayrıca insan fıtratında yaratıcılık kudretinin var olduğunu, bunun iki şekilde ortaya çıktığını savunur: Birincisi, insanın bedensel olarak ihtiyaç duyduğu, doğada bulamadığı veya hayatını kolaylaştıracak şeyleri, yine doğadan faydalanarak kendi uğraş ve çabası sonucu ürettiği bir tür sanayi üretimidir. Yani Bergson’un ifadesiyle “insan alet yapan hayvandır.” İkincisi ise ruhsal bir ihtiyaç olarak sanatsal yaratıştır. Sanattaki yaratım, insan ruhundaki ilahî tecellinin sonucudur ve doğadaki eksikliğin sanatçı yaratıcılığı ile tamamlanması, onun doğada görünür kılınması ve bir nevi tabiatın işinin sürdürülmesidir. Bu yaratımı Tanrı mutlak düzeyde yaparken, insan kendi nispetinde yapabilmektedir. Açıklamalarında insanın, kendini bilen, özgür ve yaratıcı bir varlık olduğunu ve bunların tanrısal sıfatlar olduğunu söyleyen Şeriati insanı, Tanrı’nın yüce sıfatlarını kendi varlığına ekip yetiştirme ve geliştirme yeteneğine sahip, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olarak niteler.
www.baltadergi.com Haziran 2019
9
Özetle insanın, bu üç zindandan bilim ve bilginin yarDört Zorlayıcı Unsur/Zindan dımıyla kurtulabileceğini ileri süren Şeriati, dördüncü zinDr. Şeriati, konuşmasının bu kısmında insanı aşağılayan, danın, insanın en kötü ve en aciz kaldığı “kendim zindanı” madde/eşya olmakla sınırlı tutan ve tabiatın bilinçsiz ürünleolduğunu söyler. Varlığını çevreleyen ilk üç zindandan bilirinden biri olarak gören Materyalizm, Natüralizm, Fatalizm min yardımıyla kurtulabilen insan, ‘kendim’ zindanı karşı(sabit kadercilik) gibi görüşleri eleştirir. Bunlarla beraber sında her dönemden daha çok çaresizdir. Çünkü üç önceki insanın kendini bilen ve seçen bir varlık olduğunu yadsıyan zindanın insanın varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve üç doktrin ve ideolojinin (Biyolojizm, Sosyolojizm ve Histo‘ben’ orada tutsaktı. Tutsak olduğunun bilincinde idi. Hatta rizm) olduğunu ve bu disiplinlerin ilerici ve mantıkî boyutgöçebe olduğu dönemlerde bile bu bilinci vardı. Irmak kenalarına rağmen insanı tanımlarken yetersiz kaldığını savunur. rında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmesi Beşer olarak var bulunan insanın kendini gerçekleştirmesini, gerektiğini, yöresinde yalnızca orman bulunduğunu, şu halözgürleşmesini engelleyen dört zorlayıcının/cebrin olduğude yazgısının avcılık olduğunu biliyordu. Bu zorlayıcı güçleri nu, ancak bunlardan kurtulduğunda kâmil manada insan geçmişte duyumsuyordu. Ancak bu dördüncü zindanın duolacağını ve ‘insan olmak’ sürecinde bu güçlerin baskısından varları çevresini kuşatmıyor. Bu zindanı kendisiyle birlikte takurtulabileceğini ifade eder. Teoriye göre dört zindan: Tabişıyor. Bu sebeple, bu zindanın bilincine varmak ve onu at(Natüralizm), Tarih(Tarihsellik), Toplum(Sosyolotanımak, bütün diğerlerinden de güçtür. Yani hasta ve jizm)ve Kendim(Ben)’dir. hastalık, tutsak ve zindan bir ve aynı olmuştur. Tabiat, Tarih ve Toplum’un varlık ve etkisini tüÇağdaş insan, dış zorlayıcıların etkisinden günden müyle yadsımayan Şeriati, “üçünü de kabul ediyorum,” güne daha çok kurtulmakta, her zamankinden daha demekte, insanın doğal ve maddi bir olgu olduğunu; Dinlemek için güçlü bulunmakta, ama her zamankinden daha çok köylü, kentli ya da göçebe, avcı ya da çiftçi oluşlarını mahvolacağı endişesi taşımaktadır. Zira insan günlük doğal şartların etkilediğini, toplum ve üretim düzenin maddi ideallere, erişinceye kadar değer verir, erişince neticesinde de gelenek, ahlak ve psikolojilerinin şekilde boşluk ve anlamsızlığa düşer. İnsanın, asla bir noklendiğini kabul etmektedir. “Yani beşer, gerçekten de tada durmayacak ve bir yere bağlı kalmayacak kadar tabiatın meydana getirdiği gibi, gerçekten de tarihin büyük idealinin olması gerektiğini savunan Şeriati, yapıp ettiği ve ürettiği gibidir; aynı şekilde toplumun ‘kendim’ zindanından ancak fırsatçı akıldan daha üsmeydana getirdiği gibidir.” Ancak bu baskılardan bilginin tün bir güç olan ‘aşk’ ile kurtulacağını savunmaktadır. Kendi artımıyla/bilimle kurtulabileceğini ileri sürmektedir. Çünkü ifadesiyle. “Aşk: Muktedir bir güç, hesapçı oportünist akıldan insan seçebilen bir varlıktır. “İnsan birinci zindandan, tabidaha üstün bir güç olmalı ki, benim özümde, insan beninin at zindanından bilinç, irade ve yaratıcılığını, doğayı tanımak özünde, fıtratımın derinliklerinde beni fışkırtsın, harekete suretiyle, yani bilimle kurtarabilir. İkinci zindan olan ‘Histogeçirsin, içten kendime karşı bir devrim koparsın, yoksa bu rizm’ zindanından tarih felsefesini ve tarihin belirleyiciliğinin iş doğal yasalarla olmaz.” Bu aşk hâlinin, mantık veya manistihdamını, yani tarih bilimini tanımakla kendi kurtuluşunu tıksızlık ile alakası yoktur, mantıktan daha güçlüdür. Kendi temin eder. Üçüncü zindandan, yani Sosyolojizm ve sosyal çıkarına rağmen insanın fedakârlık göstermesinde, örneğin düzen zindanından ise bireyler kendilerini bilim ile kurtaratoplumu kurtarmak için kendini yakmasında mantık yoktur, bilir ve kendi toplumsal düzenlerinin kurucusu olabilirler.” ama mantıktan çok daha güçlü bir maslahat vardır. Şeriati, Dr. Şeriati sunumunda, tekniğin gelişimi ile doğa şartla“…doğruyu, mahvolmam pahasına da olsa söylüyor ve hiçbir rına karşı insanın direncinin arttığını, sanayileşme ile eskiödül beklemiyorsam, işte burada ‘ben’in ortaya çıktığını, bir sine nazaran çalışma saatlerinin kısaldığını, böylece insanın insanın ortaya çıkış muştusunun geldiğini görüyoruz.” diyedaha özgür olduğunu ve tabiatın cebrinden tekniğin gelişimi rek, çıkarlarına rağmen insanı, büyük bir ideal uğruna feda ile kurtulabildiğini örnekler vererek açıklamaktadır. Tarihin olmaya çağıran gücün iman/din ve Aşk olduğunu ifade etcebrinden ise ‘ben’in fikrî, iradî, hissi ve ahlâkî yapısında ne mektedir. gibi etkileri olduğunu anlayabilirse kurtulacağını ve insanın bu aşamaya az çok eriştiğini söyler. “…öyle toplumlar görüyoruz ki, göçebe boylar halinde yaşarken, kölelik halinde bulunurken, tarihe karşı açık bir devrimle ansızın kendilerini ileri ve burjuvazinin ötesinde yer alan bir aşamaya ulaştırabiliyorlar. Bu, tarihe karşı bir başkaldırı demektir.” Aynı şekilde bireyin, toplumsal bilince eriştiği ölçüde toplumun bir ürünü olmaktan kurtularak toplumu inşa eden insana dönüşeceğini ve böylece sosyolojinin baskısından da kurtulacağını ifade etmektedir. Eski çağlarda bireyin içinde yaşadığı toplumun yönetim, inanç ve gelenekleri hakkında şüpheye düşmediğini, esasen karşı çıkabilecek güç ve bilinçte olmadığını, ancak günümüz insanının karşı gelme bilincinin olduğunu; bir takım toplumsal düzenlere karşı gerçekleşen devrimlerin, ıslahat ve reformların bunun örnekleri olduğunu ifade etmektedir.
10
www.baltadergi.com Haziran 2019
SİYAH BAŞLI ALA KUŞ Hale Beyza
G
ün; yüzünü saklamak istercesine, bulutların ardından usul usul yükselerek yeryüzünü aydınlatıyordu. Çoğalarak kaybettiği her zerresinde siyahın, bir mavilik buluyor; uyku mahmuru kuşları sessizliği bozmaya davet ediyordu. Yürüyüş yapmak için en güzel saatlerdi. Birkaç geveze kuşun sesi ve rüzgârın ıslığı eşliğinde, kendi sessizliğinin rahatsız edici gürültüsüne ritim tutarak yürümeye başladı şehrin yabancısı. Omuzlarındaki sorumluluk yükünü biraz olsun hafifletmek, her şeyi bir süreliğine de olsa olduğu i Müziğ in yerde öylece bırakıp, yalnızca yürümek istiyordu. k iç inleme d
Arada sırada ayağına takılan parazit düşünceleri bir çırpıda kovacak hızda ilerlerken, kısa süreli molalar verip, havanın yağmur kokan soluğunu içine çekiyordu. Zihnindeki güzel fikirleri avuçlarında ısıtmak ister gibi ellerini ara ara ovuşturuyor, gözlerini kapatıp göğe bakıyordu. Belli ki, gözleri dâhil hiçbir aracı girsin istemiyordu gökyüzüyle arasına. Rüzgârın tenini yakalayan, tüylerini hareketlendiren yumuşak dokunuşlarında huzuru duyumsuyordu. Az sonra olması muhtemel hiçbir olumsuz düşüncenin içine karışmadığı ferahlığın, yaralarına nüfuz etmesine izin veriyordu. Böyle zamanlarda, zihni berraklaşır, damarlarında akan kanın gidişini bile hissedecek derinlikte varlık bilgisine ulaşırdı. Gün; kayıyordu parmaklarının arasından şimdi kendiliğinden. Acının gevrek gülüşünden kalan zamana kayıtsız sızılar ve gelecek korkusuyla göz kapaklarının arkasında bekleyen kuruntular, günün ilk ışıklarıyla birlikte gizli bölgelerine çekiliyordu. Yürüyüş; kaçışı andıran tavrından sıyrılıyor; günlük hayatın zırvalarından uzak, anlamlı bir yolculuğun parçası haline geliyordu. *** Bir kuş kondu az ilerideki dala. Hemen üstüne alındı şehrin yabancısı. Ruh hali birdenbire değişti. İnsan, bir şeyi çok istiyorsa; hangi durumda olursa olsun, her türlü olasılı-
ğı isteğine mal etme eğilimindedir. Şehrin yabancısı, siyah başlı ala kuşu umut edindi kendine. Kuşun gövdesinde vücut bulduğunu düşündüğü aitlik hissini bir çırpıda üstüne geçirivermek istedi. O, her şeyle bağ kurarak iletişime geçer ama hiçbir şeye tam olarak alışamazdı. Az sonra elinden gidiverecek gibi korkudan ziyade, alışmanın sıradanlığına esaslı bir tepkiydi onunkisi. İlerlediğini düşündüğü konularda, yolun daha da başına döndüğünü gördüğünden beri anlamı kendi aklıyla sınırlandırmıyor; o görmese de, bilmese de var olacak olanı sahiplenmiyordu. Kurduğu bağlar, hissettikleri, yanına kâr kalırken; kendinden ötede gördüğü ve her seferinde yeniden tespit edilmesi gereken gerçekliğe doğal olarak alışamıyordu. Ona göre hem gerçeğin doğası, hem de kendi keşfi olan gerçeklikler değişime mahkûmdu. Yine de anlamadığı şekilde ait olmak birine, bir yere, herhangi bir şeye; her şey akarken sabit kalana, değişmeyene tutunmak istiyordu. Çok denedi, en azından uyum sağlamak istedi ama uyumun hilekâr tutumundan hiç haz etmedi şehrin yabancısı. Bütünlüğün, çelişkilerin tuhaf yanılgısında bölük pörçük ortaya çıkan izafi göstergeler olduğuna inanırdı. Uyum bir benzeşimdi sadece, maskeleri suretlere yapıştıran. Bu yüzden hiç alışmadı düzenin kurgusuna ve alışamadı kendi asil, boyun eğmez duruşuna inat aciz, güçsüz yapısına. Bir durumdan diğerine evrilirken zaman; genellikle bükülürdü ama nadiren kırılırdı. O kırılma noktalarında anlam apaçık görünürdü. Yeni bir şehir, yeni insanlar, keşfedilecek yeni yerler yoktu belki şu an şehrin yabancısı için ama bir kuşun kanadında beliren umut; onu, inanç üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmişti. Robotik oluşumlara, insanlara ve kendi kaypaklıklarına katlanamamasından ileri gelen yabancılaşma, belki de şehre has değil; varlığın kendisine, oluşun doğasınaydı. Yürüyüş mevcut coğrafyadan, toplumdan, koşullardan, tarihten, cinsiyetten, inançtan ve tanımların anlamı daraltan zincirinden bağımsız bir düşünme eylemiydi artık. *** Yabancı; rotasını gündelik hayatın saçmalıklarına doğru çevirmiş yürürken, yüzünde aptal bir gülümsemeyle kuşun konduğu boş dala baktı ve şöyle dedi; “Kim demiş ait olmak için sabit kalmak gerekir diye?”
www.baltadergi.com Haziran 2019
11
YERİ GÖĞÜ BİRBİRİNDEN AYIRAN TİTAN: ATLAS’IN SESİ Fatma Dicle Karabınar
H
ikâyeyi baştan anlatmak istiyorum. Yalnızlığın lütfunda, insanların birbirine verdiği azabın yanı sıra dünyanın bulanık güzelliğini görüp, gördükçe kahrolarak yıprananların
hikâyesi bu. Şimdiden uyarıyorum, yeryüzü için sorumlulukları sırtlarken her şeyi gören gözlerin yürekte uyandırdığı sızıyla gözlerinizi yoracak, rahatınızı bozacak bir öykü bu. Ama gördüklerimi ve öğrendiklerimi bir şekilde siz körlüğün vücut bulmuş hâlleri olan insanlara anlatmam gerekiyordu. Yazarak tekrar yaşamalıyım… Şimdi insanlığa karşı ödevlerinin yanında çıplak hislerin kölesi olmuş, o ayıp düşünceler arasında kaybolmuş, hırsla hüküm sürmüş atalarımdan bahsedeyim, yani ilk ebeveynlerimizden. O zamanlar evren diye bir şey yoktu, her şey kocaman bir boşluktan ibaretti. Ah! Düşüncesi zihnime temas edince bile özlüyorum o günleri. Eminim mihver-i sema o zamanlarda yüklenseydi sırtıma, katlanması daha kolay bir hayat sürerdim. Henüz insan yoktu çünkü. Sızlayan sırtımın, ezilen gururumun yanında daha az acı çekerdi yüreğim. Hiçlikten bahsederken ne kadar iyi şeyler söyleyebiliyorum. Bakınız, sırtımdaki yükten değil, insanoğlunun kalbime yüklediği yüklerden dolayıdır bütün bunlar. O hiçliğin ortasında yalnızca Gaia (yer) vardı. O, benim büyük büyük anneannem ve aynı zamanda babaannemdi. İşte buyurun, benim aile hercümercim. Gaia, varoluşunda
12
www.baltadergi.com Haziran 2019
“Dünyanın bittiği bir yerlerde Güzel sesli akşam perilerinin karşısınd a Dimdik durup ayakta tutuyor göğü Başı ve yorulmaz kolları üstünde. Akıllı Zeus’un ona ayırdığı kader bu.” “Bu Atlas görür denizin bütün uçurumları nı, Ve koca direkleri omuzlarında taşır, Yeri göğü birbirinden ayıran direkleri.” ( Odysseia I, 53-55)
barındırdığı bereketli bedeninin ona verdiği letâfete rağmen yalnız olmayı kaldıramamış olacak ki, kendisine eşit ve aynı boşlukta onu tamamlayacak Uranos’u (yıldızlı gök) doğurdu. Tahmin edileceği üzere yer ile gök’ün çekişmeli sonsuz aşkı burada başlıyor. Yer gök bir oluyor, çamura can veriliyor. Bundan sonra yaşanıyor, yaşanacak ne varsa. Erkeklerine Titan dedikleri çocuklar doğuyor sonra. Kafanızı çevirdiğiniz her yerde göreceğiniz insanlığı saran o taht korkusu yüzünden Uranos, çocuklarını sevemiyor bir türlü, onları Gaia’nın derinliklerine hapsediyor. Tabi bu sebeple büyükannem çok bozuluyor. Çocuklarını babalarına karşı ayaklanmaları için kışkırtıyor. Oğulları arasında buna en hazır olan Kronos, kardeşlerini de yanına alarak babasına karşı ayaklanıyor ve galip geliyor. İlerleyen zamanlarda kız kardeşi Rhea ile evleniyor ve altı çocuğu oluyor; Zeus, Hera, Hades, Demeter, Poseidon ve Hestia. Atalarımda gelenek haline gelmiş olmalı ki, Kronos’un da çocuklarıyla arası limoni çünkü kaderi hakkında oğlu Zeus’un ileride kendisine rakip olacağı kulaktan kulağa yayılır. Görüldüğü üzere arada kan bağı olsa dahi, milyonlarca yıl bahsin koltuk olduğu her yerde fesatlık tohumları filizlenmiş. Bunun en büyük örneği benim ailem sevgili insanoğ-
lu. Kronos, babası Uranos tarafından hapsedilmiş olmasına rağmen galip gelme tecrübesine sahip olduğu için oğlundan daha farklı bir şekilde kurtulmak ister. Her an kurtulup isyan etmesinin mümkün olmamasını sağlamalıdır. Bu yüzden Zeus’u yutmaya karar verir. (Akrabalarımla gurur duyduğum bir an daha. Yok etme konusunda özgün fikirlere imza atmışlar.) Bir karikatürde bahsedildiği üzere yine anneler çeker yükü; Rhea, annesi Gaia’dan yardım ister ve büyük büyük anneannem Zeus’u Girit’e kaçırır. Bu ayrılığın sonunda iki güçlü taraf tebarüz eder. İki taraf da kendileri dışındaki güce tahammül edemez. Kronos tarafından yönetilen Titanlar ile geleceğin Tanrıları Zeus ve kardeşleri arasında korkunç bir savaş başlar. Olimposlular kazanmış ve Titanları yerin altına göndermişlerdir. Zeus, bütün evrenin egemen gücüdür artık. Bundan sonra başlıyor benim zamanım. Ben ikinci kuşaktan bir Titanım, babam Iapetos annem Okeanid Asia’dan Klymene. Adım Atlas. Zengin anneyle kusursuz babanın birleşiminden doğan güçlü bir adam olarak geldim hayata. Atlantis’te oturuyordum. Denizlerin hâkimi olmamın yanı sıra buralara hükmediyordum. Bir çiftliğim vardı ve huzur içinde gezen kızlarım... Ülkem adeta adalar zincirinden oluşan bir cennetti. Bereketli toprağıyla geçimimizi sağlar; hanların, hamamların, meydanların, limanların keyfini sürerdik. Her şey böyle güzel giderken atalarımdan miras düşmanlıkla karşı karşıya kaldım. Atlantislilerin kaderi, maalesef Tanrıların gece boyunca süren bir sel felaketini onlara reva görmesiyle değişti. Ülke toprakları çamur deryasının altında kalarak ta-
mamen yok oldu. Bu ani saldırıdan ben ve erkek kardeşlerim Prometheus ve Epimetheus kurtuldu. Titanların gururu vardı ve biz o gururu kurtarmak için her şeyi göze almaya hazırdık. Sular altına gömülen ülkemizin intikamını almalıydık. Kardeşlerimle birlikte Olimposlu Tanrılara karşı başlatılan isyana katıldık. Kısa sürede liderliği ele aldım. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu nasılsa, korkusuzca en önden yürüyebilirdim. Savaştık onlarla. Tabi ki, hiç şansımız olmadı; savaşı Tanrılar kazandı. Bizden sağ kalanları acımadan hayatın söz konusu olmadığı Tartaros cehennemine (yer altı) tıktılar. Kardeşim Menoitios, Zeus’un yıldırımıyla öldürüldü gözlerimin önünde. Prometheus da Tanrılardan ateşi çaldığı için bir mağaraya kapatıldı, sonsuza dek yapayalnız. Her gün bir akbaba tarafından karnı deşilerek karaciğeri yenmesi için lanetlendi. Sıra bana gelmişti. Zeus’un gözlerinin içine bakmaya devam ediyor, dik durmaya çalışıyordum. Şimdi itiraf etmemde sakınca yok; o gün korkudan içimdeki organlar sökülüyormuş gibi hissediyordum. Beni öldürmeyeceğini biliyordum, çok basit olurdu. Öfkesiyle nam salmıştı ne de olsa. Sonu olmayan bir ıstırap çektirmek istiyordu bana. Sonsuza kadar gök kubbeyi omuzlarımda taşıma cezası verdi. Ağırlığı altında iki büklüm sonsuz yalnızlık ve boşlukta herkesi ve her şeyi duyup görecektim. Asla elimden bırakamayacaktım. Yazılmıştı kaderim, bundan sonra hayat buydu benim için. Mihver-i semayı getirdiler, boynumu büktüler ve yavaş yavaş sırtıma doğru yuvarlamaya başladılar. Yaklaştıkça sıcaklığı artıyordu, yıldızlar batıyordu sırtıma. Rahatça tutabilmek için
www.baltadergi.com Haziran 2019
13
şimdi onu kana bürünmüş görünce çelişkiye düştü hislerim. tek dizimin üzerine çöktüm, omuzlarıma yerleştirdim. FayBen kimi, neyi sevmiş, ne için yaşamıştım bu zamana kadar? dasızdı; zamanla ağırlaşıyordu ve sızlıyordu her yerim. HaNe için savaşmış, neye inanmıştım? Bu sorular işte benim reketsiz kalmak zorundaydı bedenim. Ama yalnızca bendim, bu zamana kadar olan varlığımın temeliydi. Cezam buydu, yapayalnız her şeyi gören, asla görünmeyen o adam. Kendim kendim... Artık insanlığın tüm sorunları geliyordu kulağıma. ile cezalandırılmıştım. Zeus akıllı adamdı; hem iki büklüm Onlar ufak hesaplar yaparken her şeyin ne kadar anlamsız ağırlığın altında ezilirken kibrimi kıracak, hem de gök kubolduğunu anladım. beyi kendi ellerimle havada tuttuğum sürece Yer (Gaia) ve Bu şekilde ne kadar durdum bilmiyorum. Bir gün (belki Gök’ün (Uranos) birleşmesini, soyum olan Titanların doğde aynı gündür, zaman kaybettiğimi söylemiştim) boşluğu masını önleyecekti. Mahkûm edilmiştim soyumu tüketmeye yararak üvey annesi Hera’yla bir türlü yıldızları barışmayan ve denizlerin altında çamura dönen memleketimi izlemeye. Herkül yaklaşmıştı yanıma. Uzun zamandır uzaklardan duyArdımda kalanların acısını çekecek, ağırlıktan nefes alamayacaktım artık. Biraz kalkıp esneseydim, rahatlardım belki duklarımla kurduğum hayali yaşayacaktım. Birinin beni de. Zaman kaybolmuştu, gözlerimi kapatmaya ve gördüğü, dinlediği, sadece benim için konuştuğu rüyam bedenimin hareket arzusunu unutmaya çalışıgerçek oluyordu. Mutluluktan taş kesmiş ellerim hayat belirtisi göstermeye başlamış, terliyorlardı. Kalbim koryordum. Aklın ve ruhun yolculuğuna çıkmıştım. Sonunda kulağıma sesler gelmeye başladı. Ayaklaku ve telaşla atıyordu. İçimde bir şüphe yılanı kıvrım i kıvrım kıvrılıyordu; ya rüyaysa… Kafamı sallayıp rımın altındaki dünyada olanı biteni duyuyordum. Müziğ in ek iç dinlem odaklanmaya çalıştım. Annemin Hera’ya düğün heEn azından bu beni bir süre oyalar diye düşündüm. Gözlerimi kapatıp duyduklarımı tek tek hayal etmeye diyesi olarak armağan ettiği bir elma ağacı dikiliydi koyuldum; ateş cızırtıları, kahkahalar, su şırıltıları, rüzbahçemde. Hera o meyvelere çok değer verirdi. Bu yüzden ağacı koruması için bahçede kızlarım dugârda sallanan yaprakların sesleri... Bunlar güzeldi. Ama ağlamalar, çığlıklar gelmeye başladı kulaklarıma. Başruyordu. Boşlukta duyduğum sesler arasında Herka zaman olsa bu kadar etkilenmezdim ama hareketsiz kül’ün on birinci görevinin bu elmalardan çalmak şekilde duyduklarımı hayal ediyorken bu sesler beni çok olduğu da ilişmişti kulağıma. Bu yüzden anlamıştım neden üzmüştü. İnsanlar birbirinin sırtlarından vuruyor, bununla yanıma geldiğini. Çıkarı olmasa asla gelmezdi zaten. Bunca da kalmıyor birbirlerini katlediyorlardı. Üzerinde durdukları zaman yalnızdım, bir kişi bile ziyaret etmemişti beni. O yüztoprakları paylaşamıyor, herkes kendisine ait olanı savunuden umurumda değildi neden geldiği. Gerçekten orada olyordu. Yani tüm insanlık, Gaia’nın adını dahi bilmeden onun masının keyfini sürecektim. Zeytin dalını sallayarak yanaştı için savaşıyordu. Savaşın ortasında yüzüne sıçrayan kanları yanıma, onun için elmaları toplayıp gelmemi, kızlarımı aşaiçiyordu Gaia, mutluydu. Ben toprağı severdim önceden ama mayacağını, ben gelene kadar gök kubbeyi tutacağını söyledi. Dinlenme ve kızlarımı görme fırsatı yakalamıştım, hemen kabul ettim elbette. Elmaları topladım, bahçemde gezdim, kızlarımı ziyaret ettim. Uzun zamandır ayak basmadığım toprağı hissettim ama kendimi ait hissetmiyordum. Yukarıda duyduklarımdan sonra artık burada olmak istemiyordum. O kadar uzun zaman varoluşumla baş başa kalmıştım ki, başka hiç bir şeye tahammülüm kalmamıştı. Elmaları toplayıp döndüm. Herkül’ün yanına vardığımda yere kapanmış bir şekilde gök kubbeyi havada tutmaya çalışıyordu. Zorlandığını gördüğümde oradan uzaklaşmak istedim. Uzun zamandır görmediğim eski dostum kibir, kulağıma fısıldıyordu; elmaları bırakıp kaçmak istedim ama ezilen kibrimin bana bıraktığı taptaze vicdan tutuyordu beni. O sırada Herkül, omzundan kaydığını biraz destek vermemi söylediğinde yardım için geri dönüp, tuttum omuzlarındaki yükü. Ve yine gök kubbe benim omuzlarımdaydı, kandırılmıştım. Kaderimden kaçamamıştım. Bu benim yükümdü. Kozmosun ta kendisiydim. Varoluşumun sınırlarıyla uzayın ortasında akıp gidecekti, sonsuza kadarla hiçbir zamanın aynı anlama geldiği hayatım. Anlamıştım bu yıldızlı kubbeyi sırtlamak değildi tek görevim: Dünyayı, insanlığı, yanlışları, doğruları sırtlıyordum aynı zamanda. Tüm kibrim insanların yaptıklarıyla, beni görmemeleriyle eziliyordu. Sonsuza kadar iki ucu namütenahi mihver-i semayı tutacaktı omurgam. İnsanoğlu da sorunlarını ve dertlerini yükleyecekti sırtıma.
14
www.baltadergi.com Haziran 2019
Bir Soluk Sadece Biraz renk, biraz yol, biraz duman Çokça düş, uçurum ve pencerelere bulaşmış izler Evde telaşını unutmuş bir anne kadar dağınığım Çokça gözleyiş, umut ve akşama ulaşmış yorgunluk Biraz türkü, biraz ağrı, biraz hayat Bir soluk sadece İçinde adının geçtiği bir soluk Kaba seslerin ardında yeşeriyor bahar Daha sert kırılıyor sınırlar Avuntuları çıkarsak hâlbuki bavuldan Çocuklar koşturacak sokaklarda Adım soluğunda kaldığı zaman… Dizlerimin sızlaması için onaya ihtiyacım yok Otobüslerin ardından mendil yakmak için de Döngünün henüz başındayız Tekerrür yazılmamış kaderimize Kırılmış kalemlerle imtihan ediliyoruz Geçemezsin… Buraya gelemezsin, gelemem yakınına Sızısı büyük, yolu uzun bir yurt olur hikayemiz… Sonuna gelince hikâyenin, Elinin kanından belli oluyor şair…
i Müziğ in ek iç m le in d
Öldün Bekledim, yazdım, seslendim Sigara yaktım, türkü söyledim Kelimeler öldü peşinden, kırıldım, durdum Durdum olduğum yerde, mevsimler geçti bir solukta Kökleşemedim, susuzdum kurudu damarlarım Öldün. Tahtalandım. Alaca isyanlar geçti bağrımdan, kanadım kupkuru Savruldu dünya, yakıldı alınyazım Savrulmadım, durdum. Öldün. Toprağa atıldım, kayboldum. Öldün. Bağışlanmadım. Madem kader prangasıdır gönlümüze vurulan Madem yaşamak aşka tutunmuş bir ukdedir Yol gelmeyecekse sana Bulutlar ağmayacaksa vuslat uğruna Ufuklar mil gibi çekilsin gözlerime İnsin yüzüme perdesi toprağın… Metehan Adın soluğumda kaldığı zaman…
Tanyıldız
www.baltadergi.com Haziran 2019
15
KIRMIZI ÇANTA Elif Davarcı
G
ün batımını seyrediyor, sahilin diğer günlere nazaran daha az gürültülü olmasına seviniyordum içten içe. Martılara simit atanlar, Kız Kulesi ile beraber kadraja girebilmek için poz vermeye çalışanlar, otobüse yetişebilmek için koşanlar, vapur seferlerini bekleyenler… arkadaşlarıyla, sevdikleriyle muhabbet ederek yürüyenler ve iç âlemlerinde yol alan yalnızlar. Çiçekler, balonlar… ses tamamen yok olmuyordu hiçbir zaman. Oysa sadece denizle ve dalgaların sesiyle baş başa kalmayı isterdim. Martılar da saygı duysa bu isteğime, denizi bana bıraksa ya da ben kendimi denize. Bıraksam. Omzuma çarpan genç kız yüzünden denize düşecektim az kalsın. Soluğum kesilirse vicdan azabı duyacaktı. Dikkatsizliğinden dem vuranlar olurdu. Neden yüzmeyi öğrenmekten köşe bucak kaçtığımı da sorgulayanlar olur muydu? Ah cenaze evleri… zihnimde açık bir yaraya dönüşen anılar, irine dönüşüp parmak uçlarıma bulaşan sesler. Unutmak bir hastalık mıdır, yoksa şifa mı? Peki hatırlamak, bir nimet midir, yoksa ceza mı? Bir cevap vermekten, kelimelerimle sınanmaktan korkuyorum. Tıpkı onun gibi. Düşmeme son anda engel olan kişi. Alpay. Birlikte yürümeye başladık. İki yabancı gibi değildik, ama birbirimizin hikâyesine aşina olmanın verdiği bir ağırlık vardı omuzlarımızda. Onların sadece kâğıtta var olmadıklarına inanıyordum her daim. Bir gün karşıma çıkacaklarına tüm kalbimle inanıyor, o günü bekliyordum. Heyecanla, özlemle. Bugün olmasaydı daha iyi olurdu aslında. Tam vazgeçecekken yazdığım her şeyden… en çok da kendimden. Elimdeki kırmızı çantaya baktı. Yanımda değil, onun içindesin demeye dilim varmadı. Yanlarından geçip gittiğimiz insanların hareket etmediklerini fark ettim birden. Gökyüzüne baktım. Bir panoya iğneyle tutturulmuş gibi duruyorlardı gökyüzünde. Kelimelerimiz sınava dönüşüyor değil mi, diye sordu Alpay. Görkem haklıydı, onu dinleseydim keşke… sustu, aklından geçen soruyu biliyordum, çok geçmeden dile
16
www.baltadergi.com Haziran 2019
getirdi. O zaman yaşar mıydı? Kim bilir… o zaman sizi yazmazdım dememek için sustum. Bana baktığını hissediyordum. Dilşah ile buralarda yürümüştünüz dedim. Sonra hatırladım. Dilrüba. O sendin. Alpay’ın yaşantısındaki en derin çizgi. Anılarla birlikte isimler de birbirine karışıyor, yaşadıklarım ve yazdıklarım birbirine giriyor, üzgünüm. Burada yürüdüğünüzü yazdıktan sonra gözlerim hep sizi aramıştı Alpay. Güldüm. Annem bunları öğrense yüzüme korkuyla bakardı yine, gerçeklikten uzaklaşma ihtimalim onu tedirgin ederdi. Bakışlarının dilini en iyi bildiğim kadın o. Her şeye rağmen yazmaktan vazgeçmeyeceğimi de bilirdi zaten. Dilruba öldü değil mi? Sesindeki acı bir iğneye dönüşüp kalbime battı. Zamanın akmaya devam etmesiyle birlikte Alpay’ın görüntüsü silindi. Denizi rahatça seyredebileceğim bir kafeye girdim. Sıcak çikolatamı içerken ömrümden koparılan takvim yapraklarının sesini dinliyordum. Yan masada iki kız oturuyordu. Kahverengi saçları balıksırtı örülmüş olan mavi gözlü kız, annem günlüklerini arıyor, dedi. Şimdi ne yapacaksın, diye sordu karşısındaki kız. Gözleri heyecanla açılmıştı. Yeşil gözleri cam boncukları anımsattı bana, her an yere düşüp parçalanacakmış gibiydi. -Hiçbir şey. -Onların sende olduğunu anlamayacak mı peki? -Anlayamaz. Bende değiller zaten. Konu ilgimi çekmişti. Gözlerim kimi zaman kitaba kayıyor olsa da onları dinliyordum dikkatle. -Aklımdan geçeni yapmış olamazsın! Omuz silkti ve arkadaşının telefonunu aldı. Birkaç dakikanın ardından, işlem tamam deyip güldü. -Gök, sen ne yapıyorsun! -Her seferinde tepki göstermesen olmuyor mu Aycan, dedi bıkkınlıkla. Bir iz bırakmak istemiyorum ardımda. Silmek istiyorum her şeyi. Annemin günlükleri de evdeki fotoğraf albümleriyle beraber çöp tenekesini boyladı! -Telefondaki fotoğrafların hepsi bilgisayarımda var. Hiçbir zaman istediğin gerçek olmayacak Gök.
-Emin misin? -Bunu yapmış olamazsın değil mi? -Üzgünüm dostum, o dosyaları da silmiştim. -Ne kadar saçma şeylerle uğraştığını fark edecek misin bir gün? Anlamsız! Önündeki çikolatalı pastayı parçalıyordu sinirli çatal darbeleriyle. -Ne olacak, hafızamıza da format mı atacaksın? Yaşadın. İstemesen de yaşadın. Tahammül edemediğini düşünsen de yirmi yıldır hayattasın. Yirmi yıllık bir iz. Silemeyeceksin, ne kadar uğraşırsan uğraş, olmayacak. Gök, cevap vermedi. Aycan pastasından küçük bir parça alıp hırsla çiğnedi. Söyleyemediği kelimelerin acı tadının midesini bui Müziğ in ek iç landırdığını hissettim. dinlem * Saatlerdir bu kafede oturuyordum. Gök ve Aycan ayrılalı çok olmuştu. Aycan için anlamsızdı ama ben Gök’e hak veriyordum. O da Şiir gibi düşünüyordu. Bir fotoğraf karesinin içine girmekten köşe bucak kaçan, kaçmayı başaramadığı zamanlarda poz vermeyi beceremeyen, günün birinde bu fotoğraflara ağlayarak bakan birilerinin olacağını düşündükçe yüzü asılan Şiir. Kırmızı çanta. Mezarlık. Cesetlerim. Yazının bana bambaşka bir evrenin kapısını araladığını düşünürdüm. O evrenin bir mezarlık olduğunu, zihnimin toprağında mahşer gününü bekleyen bedenlerin yer aldığını hissettiğimdeyse günlerce ağlamış, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı günlerden geçmiş, sonra da her nedense yine onlara tutunmuştum ya da onlar tutmuştu elimden, Alpay gibi. * Sinirlerime iyi gelmesi umuduyla papatya çayı istedim. Karşımdaki masada Öykü ve Denizhan’ı görünce şaşırmam gerekirdi ama sadece özlem vardı içimde. Onların hikâyesini yazalı uzun zaman olmuştu. O masada, sesleri bana ulaşmasa da neler konuştuklarını adım gibi biliyordum. Yanlarına gitsem… bu kez olmaz. Şiir bitkisel hayattayken, onun yazdıklarına âşık olan Denizhan’a, “Bu sefer dayanabileceği bir durum yokmuş ortada çünkü bedeni yokmuş, varmış ama… parça parçaymış işte,” dedirtmemiş miydim? Sanki içimden geçenleri duymuş gibi. Göz göze geldik. Bir yazarın ağladığı yerde, Şiir’in mezarının başında kalemim kırılsın diye bekliyorum, diyeceği günün yakınlarda olduğunu hissetmiş miydi acaba? Sen hikâyede, bense masanın başında ağlamıştım Denizhan. Hızla ayağa kalkınca garsona çarptım. Papatya çayı üzerime döküldü, aldırmadım. Onlardan özür dilemek istiyordum. Kafede benden başka kimse kalmamış, sağanak yağmur başlamıştı. * Hesabı ödedikten sonra koşarak ayrıldım kafeden. Ha-
nımefendi çantanızı unuttunuz seslenişini duymazdan geldim. Şüpheli bir çanta deyin. İnceleme ekipleri gelip patlatsınlar onu. İçindeki defterler paramparça olsun. İçimdeki mezarlık da yok olur belki o zaman. Uğultusu kesilir kulaklarımın ve ağrısı diner gönlümün. * Gözlerimi açtığımda bembeyaz bir odadaydım. Üzerimdeki beyaz çarşaf midemi bulandırıyordu. Yaşıyordum, hâlâ. Serumu damarlarıma taşıyan iğnenin acısını hissediyordum. Aşina olmadığım seslerin sorduğu her şey anlamsızdı o an. Duvarların boyası kabardı, hikâyesini ezbere bildiğim insan siluetleri belirdi karşımda. Onları görüyor musunuz? Hiç gereği yokken sorulmuş bu sorumun cevabı sessizlikti. * Denizhan elindeki çantalarla beraber mezarlığa girdi. İsmimi görünce gözleri doldu. Şaşırdım. Kalem hangimizin elinde diye sormak istedim ama ruhumun bir sese sahip olmadığını unutmuşum. Yazdığı şiirleri, Şiir’in yazdığı öyküleri, yazdığımız dergileri ve benim asla yayımlanmayacak olan roman dosyalarımı bıraktı mezarın yanına. Hikâyen devam ediyor, ölmüş olamazsın dedi. Bileğine düşen damlaların benim gözyaşlarım olduğunu anladı mı, bilmem. Romandaki Denizhan’ın, tesadüfen girdiği bir kitapçıda duyduğu cümleyi dile getirdiğinin farkında mıydı? Bu hangimizin hikâyesi? Bir sese sahip olmadığımı unutuyorum her seferinde. Kimin olduğu mühim değil, bu hikâye bitmeyecek, önemli olan bu ve ben, bunun için çok üzgünüm. Ölüler üzülür mü? Üzgünüm, toprağına alışmaya çalışan bir ölü olduğumu da unutmuşum. Oysa kulaklarımdaki uğultular, böceklerin sesleriyle yer değiştirdiğinde anlamış olmalıydım bunu. www.baltadergi.com Haziran 2019
17
DUYG-USSAL YAKLAŞIM Tamer Sağcan
B
ir olguyu dilimize sokan yabancı dilde sadece konuşabilmek değil, kullanılan kavramları anlamlandırabilmek de o konu hakkında fikir yürütebilmek açısından elzemdir. Son dönemde gündemi her ne kadar, yabancı dil, yabancı dilde eğitim gibi suni ölçütler üzerinden tartışsak da, yaşadığımız dünyayı anlamlandırmak için farklı dilleri, kelimelerini, kelimelerinin oluşum şekillerini anlayabilmek medeniyet yarışında kendimize yer bulmak için gerekli bir adım. Bütün bunları aşağıda karşılaşacağınız bir takım İngilizce terimleri garipsememeniz için izah etme mecburiyeti hâsıl oldu. Şimdi hâlâ revaçta mıdır bilmiyorum ama bizim çocukluğumuza IQ ve IQ testleri pek revaçtaydı. İnsan kendi geçmişini, tek geçmiş olarak anımsamak hatasına sık düştüğü için geçmişte bıraktığı kavramlar, onun için şimdiye ve geleceğe taşınamayabiliyor bazen. Peki, neydi bu IQ? “Intelligence Quotient” yani zeka katsayısı. Belki de bu kavramı sadece geçmişimle içselleştirdiğim için bu kavramın açılımını hep “Intelligence Quality” yani zekâ kalitesi olarak yorumladım. Genel itibariyle bakarsak, içgüdüsel olarak doğru sonuçlara varmış olduğum kanaatindeyim. Bununla birlikte IQ’nun açılımının Türkçeye çevrilirken geçirdiği dönüşüm ise epey ilginç. “Entelektüel Zekâ”. Bizim okuduğumuz yıllarda, okulları sınıfları teker teker gezip IQ testleri yaparlardı. Zekâ seviyesini ölçmeye yarayan bu testlerin, entelektüel birikimi ölçme açısından hiçbir geçerliliği yoktu. Kaldı ki, birbiri ardına gelen farklı şekillerde, bilmem kaçıncı sıraya hangi şeklin geleceğini bularak, entellektüelite ile iç içe olan felsefe, tarih, edebiyat okurluğunun o yaşlarda oluşması pek rastlanan bir şey olmadığı gibi, bu disiplinlerin de doğru şekli bularak, zekâmızın düzeyine bir rakamla karar verilmesi noktasında yardımcı olması fikri pek makul değildi. Yetkili arkadaşların çeviri konusunda diyecekleri vardır elbet; ama IQ’nun ardından gelen EQ yani “Emotional Quotient” kavramını duygusal zekâ, SQ yani “Spiritual Quotient” kavramını ise ruhsal zekâ olarak çevirerek bu katsayıları toplumca ısrarla “Zekâ”
18
www.baltadergi.com Haziran 2019
üst başlığı altında tanımlamaya çalıştık. Kavramı üreten ecnebiler başlangıçta bir olgunun katsayısını test etmeye yarayan kavramlar icat edip daha sonra onu çevirerek elde ettiğimiz kavramlara hızlıca “zekâ” yaftasını yapıştırmamızı anlamamış olabilirler. Ecnebi yetkililer dediler ki; EQ’sü yani duygu katsayısı yüksek olanların bu katsayısı IQ’lerini yani zekâ katsayılarını da etkiler. Sonra bu kavram da yetmemiş olsa gerek, SQ yani ruhsal katsayıya, IQ ile EQ’nün toplamı dediler. Aslında yabancı dilde düşündüğümüzde, bu kavramları oluşturanların zihin işleyişinde, Ruhun, zekâ ile duygunun katsayıları toplamı olduğuna ilişkin bir yargı ortaya çıkıyordu. Bizde olduğu gibi zekâ bir üst küme değil, kümenin içindeki elemanlardan yalnızca birisiydi. Kavramların içini dolduran ana anlamı terk edip, başka anlamlarla dolup taşmasının hakikate ulaşmayı geciktirdiğini düşünüyorum. Ancak burada itirazın doğru çeviriye değil, kavramın oluştuğu, ilk görüldüğü, ait olduğu dilde düşünme becerisi olmayışına yapılması gerektiği görüşündeyim. Yabancı dilde düşünmeden kastedileni basit ve bilinen bir örnekle açmam gerekirse, “I see” örneğini ele alabiliriz. Ecnebi bunu “anlıyorum” anlamında kullanırken,
motomot çevirisi “görüyorum” olarak belirir. Kültürel anlamda, AR-GE anlamında, gelişim, adalet ve pek çok kıstasta bizden adımlar boyu önde olan bu yetkili arkadaşlardan üstün olabileceğimiz bir yan varken bu ana anlamları kolaycı çevirilerle kaçırıyor olma hissinden kurtulamıyor oluşumuza üzülüyorum. Hamasi duyguların, yabancı dilde de düşünebilme becerisi geliştirmesi şart olan Türk çocuğu ve gencini sadece kendi lisanını anlama mecburiyeti içine hapsediliyor. Dünyanın dilini konuşmanız yetmez, o dilde anlayamazsanız, o dilde ticaret yapamazsınız. O dilde ticaret yapamazsanız, pahalıya alır, ucuza satarsınız. Üretmez, tüketirsiniz. Hem de tamamen tükenene kadar. Bu da köylü kurnazlığını, ahlâk dışı zekâyı, duygusal tepkileri tetikler. Mesela, onların sürekli etrafında dönüp durdukları ve katsayı kavramını “zekâ” olarak kodladığımız kavramdan farklı ama ona alternatif olarak kullandığımız “akıl-us” kavramını ele alalım. Dilimiz de kullanımla gelişen bir durum sonucu; zekâ doğuştan sahip olunan, akıl ise kullandıkça geliştirilen bir olgu olarak kodlanmıştır. Bununla birlikte akletmek kavramıyla bağdaşmayan bir hâl de vardır haritanın doğusuna doğru ilerledikçe karşılaştığımız. O da duygusallıktır. Bizim dilimizde duygularıyla karar vermek ile aklıyla karar vermek tam anlamıyla olmasa da, içerik itibariyle birbirinin zıddı sayılabilir. Duygusallık, acılı türkülerde, arabesk tavırlarda, mağduriyet psikolojisinde ve celladına âşık olmakta bir numara olmamızın en görünen
ama en gizli sebebi. Duygularla karar vermek veya “ülkemizde anlaşıldığı şekliyle duygusal zekâ” benim nazarımda sırf bu sebeplerden dolayı tam bir safsata. Safsata olması sebebiyle de “duygularla karar vermek” kökten yanlış değil, ama doğruya ulaşmak yolunda yanlış verileri kullandığımız anlamına geliyor. Elbette duygusuz olalım demiyorum. Hayatta duyguların devreye girmesi gereken yerler olmalı. Ancak duygu daha çok kontrol edilmesi gereken bir şey. Duygusal değil, “duyg-ussal” yaklaşmak lazım konulara. Yani duygularımızı muhafaza ederek, ussal-akılcı davranmalıyız. Bugüne kadar böyle davranmakta toplum olarak ne yazık ki pek eksik davrandık. Anlık öfkelerle, hırslarımızla, akletmeden, duygularımızın esiri olarak onlar nereden eserse oradan esip, nereye çekerse oraya gittik. Bu hâlimiz de, literatüre IQ, EQ ve SQ’dan sonra AQ’yu sokmamıza sebep oldu. Öyle ki akıldan uzak her diyalogun sonuna istem dışı bir imza gibi AQ koyan insanlar sardı etrafımızı. Karartmayın hemen zihninizi, küfür mü ediyor bu adam bize diye. AQ yani “Abnormal Quotient” daha da açığı “Anormallik katsayısı”, daha kolaycı çevirisi “Anormal Zekâ”. İşte, o zekâ sanılan katsayıdan en çok bizim milletimizde var. IQ’dan SQ’yu çıkartıp, EQ ile toplayınca, yani zekâdan ruhu ayıklayıp, üzerine duyguyu bol bol bastırınca elde ediyoruz bu AQ’yu. Pek de mutluyuz hâlimizden. Çünkü güzel akıllarımızı, zekâlarımızı başkalarını dolandırmaya, kanunların boşluklarını kovalamaya, bireysel eşitsizliği körüklemeye, güçlü olmaya, muktedir olmaya, ezmeye, yok etmeye, çalışmadan çalıştırmaya, emeksiz zengin olmaya, daha zengin olmaya, daha da çok zengin olmaya ve bütün bunları yai parken hiçbir erdem ve ahlâka sahip olmamaya iğ z ü M ek için dinlem adadık. Tam da bu yüzden ve tam da şimdi her şey güzel olacak dendiğinde, gerçekten her şeyin güzel olacağına inanıyoruz. Her zamanki gibi duygusal reaksiyon gösteriyoruz. Eh çıkalım şimdi işin içinden AQ! www.baltadergi.com Haziran 2019
19
OTOSTOPÇUNUN HAY AKSİ REHBERİ Sema Koç
O
tobanın kenarında durmuş, gelip geçen arabaların durmasını bekliyorduk. Doruk, sıcak yüzünden elindeki suyu kafasından aşağıya dökerken ben hâlâ bir umut arabalara işaret etmeye çabalıyordum. Neredeyse iki saattir buradaydık ama kimse durmamıştı. Oysa bizim bu yola çıkma amacımız eğlenmek, yaşadığımız o kötü olayları az da olsa unutmaktı ama şu an pek eğleniyor sayılmazdık. Doruk sarışın sevgilisi tarafından aldatılmıştı, ben ise yakın arkadaşım tarafından... Doruk geçtiğimiz haftaya kadar benim için iki numaraydı; en yakın arkadaşım için satmıştım onu, o ise beni sevgilisi için… Çok çabuk güvenir, çok çabuk kandırılır ama yine birbirimize kalırdık. Bu yüzden zor günler yaşadık. Artık tüm olanları unutup önümüze bakmamız gerekiyordu ve bu otostop yolculuğu niyetimizin eyleme dökülmüş hâliydi. Yolun insanı terbiye edişinden hareketle yaşadığımız kötü anları unutacak ve doyasıya eğlenecektik, tıpkı eski günlerdeki gibi. Ama işaret ettiğim elim havada boş kaldıkça ikimizin de hevesi kaçmaya başlamıştı. Sonunda tüm suyu kafasına boca eden Doruk, “su da bitti, dönelim artık” dediğinde ricat etmeyi düşünüyorduk ki, kulağımıza gelen fren sesiyle irkildik. - Hayırdır gençler, nereye böyle? Orta yaşlarda, güler yüzlü bir adam vardı karşımızda. - Nereye gidiyorsan dayı. Verdiğim cevaba küçük bir kahkaha atıp biraz düşündü. - Peki, ehliyetiniz var mı? Böyle bir soru beklemediğimizden şaşırmıştık. - Var dayı da, neden soruyorsun? - Benim ehliyetime geçici bir süreliğine el konuldu. Eğer
20
www.baltadergi.com Haziran 2019
ehliyetiniz varsa direksiyon başına geçebilirsiniz. Şimdi çevirme falan olur, durduk yere başınızı belaya sokmayalım. Verdiği cevapla şaşkınlığımız kaybolmuş, sorusunun nedenini anlamıştık. Adam, başımızı belaya sokmamak için kendi arabasını bize kullandırmayı teklif etmişti. Tavırları hoşumuza gitmişti ama bize bu kadar çabuk güvenmesini beklemiyorduk. Belki çocukları ya da torunları yerine koymuştu bizi. - Tamamdır dayı, sen de rahat edeceksen ben kullanayım arabayı. Arkadaşımın sözlerine kafa sallayıp yan koltuğa geçen adam, “Adana’ya gidiyorum ben, sizde nerede inmek isterseniz o zaman inersiniz,” diyerek direksiyonu Doruk’a devretti. Ben de eşyaları bagaja atıp arka koltuğa yayıldım. Araba hareket ettiğinde rahatça nefes aldım. Doruk’la birbirimize verdiğimiz, “kimseye güvenme” sözünü kendime hatırlatırken, “ee gençler, nasıl karar verdiniz bu yolculuğa” diye soran adam, düşüncelerimin sis bulutu gibi dağılmasına sebep oldu. - Kötü birkaç olay yaşadık dayı ya, bu yolculukta da onları unutup eğlenmeye çalışacağız. Dayı düşünceli bir şekilde kafasını salladı. Soru sorup sormamak arasında kalmış olduğu her halinden belliydi. - Ailevi şeyler mi oğlum? - Yok, dayı. Bazı arkadaşlarla aramızda sorunlar oldu. Derin bir nefes alıp arkasına yaslanan dayı, “ah be dayıcım,” dedi konudan mustarip olduğunu belli edercesine, “bu devirde kimseye güvenmeyeceksin.” - Doğru söze ne denir? İnsan artık kime güveneceğini bilemiyor.
Adam hafifçe kafa sallayıp bir süre yolu izledi. Acaba nebaktı ve parayı aldığında saydın mı oğul, diye sordu. Doler yaşamıştı, ne gelmişti başına bu yaşına kadar, sormak istiruk birden unuttuğu bir şeyi hatırlarcasına gözlerini açtı ve hayır dayı, dedikten sonra yüzünü düşürdü. Adam, sen yordum ama yarasını eşelemekten de korkuyordum. O sırada de ikinci dersten eksi puan aldın dayıcım, cevabıyla onu da benim yerime Doruk konuya girdi. eledi. Çok kolay iki dersten geçememiştik ve geriye son bir - Bu konu hakkında tecrübeli duruyorsun dayı, bize vereders kalmıştı. Bu sefer adam ne derse durup, sonucunu dücek tavsiyelerin var mıdır? - Ben öğüt vermeyi sevmem dayıcım, icraatı severim. Soşünecek ve ona göre hareket edecektim. Bu yüzden araba hareket eder etmez, duracağı yeri ve söyleyeceği şeyi dünuçta, ne demiş atalarımız: Bir musibet bin nasihatten iyidir. Ne dersiniz, somut olarak göstereyim mi size? şünmeye başladım. İcraat derken ne demek istediğini çözememiş, boş Sessiz geçen birkaç saatin ardından adamın, vegözlerle adama bakıyorduk ki, anlamadığımızı fark receği dersi unuttuğunu düşünmeye başlamıştım ki, edip açıklama gereksinimi duydu. ileride polis çevirmesinin olduğunu fark eden Do- Yoldayken durup, sizden üç şey yapmanızı isteruk, aracı yavaşça sağa çekti. Bizi başından uyardığı Müziği için adama minnettardık çünkü eğer ehliyetsiz biri yeceğim. Sonrasında ise onları yaparkenki hâl ve hadinlemek için direksiyonda olsaydı eğlencemiz, alacağımız para reketlerinize göre insanlara güvenmemek konusunda cezası ve aracın çekilmesiyle yarım kalacaktı. akıllanıp akıllanmadığınızı ölçeceğim. Var mısınız? Polis yavaşça yaklaşıp Doruk’un açtığı camdan Doruk’la aynada bir süre bakıştıktan sonra bu işin içeri uzandı, ehliyetinizi görebilir miyim, diye sordu. eğlenceli olacağına dair bir tebessüm belirdi yüzüDoruk ise söylenileni yaptı ve geriye yaslanarak pomüzde. İkimiz de aynı anda, “varız” diyerek kendimizi denemeye karar verdik. lisin dönmesini bekledi. Fakat polis gelmek bilmiyor - Tamam, öyleyse ilerideki benzinlikte dur dayıcım. ve uzaktan bizleri süzüyordu. Bir süre sonra yanında başka Doruk, kafasını sallayarak yola devam etti. Heyecanlanpolislerle dönerek araçtan bizi indirdi. Sağımdaki polis bamadım desem yalan olur ama çok belli etmek istemiyordum. şımızda dururken solumdaki polis aracı sorgulatıyordu. Ve Acaba ne gibi şeyler isteyecek ve biz nasıl yerine getirecektik? o an telsizden gelen sesle kanım dondu. Pencereden dışarı bakıp bunları düşünürken durmamızla - İhbar edilen çalıntı araç. birlikte benzinliğe geldiğimizi anladım ve adama doğru döPolisler Doruk’la beni tutunca bir anlığına adama bakıp bizi nasıl bir belâya soktuğunu anlamaya çalıştım. Oldukça nerek söyleyeceği şeyi beklemeye başladım. rahat bir şekilde, ben otostop çekerken bindim bu araca, bu - Alın bakayım şu parayı, 9 litrelik benzin yükletin araarkadaşları tanımıyorum, dediğinde ise beynimden vurulbaya. Parayı bana vermeye çalıştı ama ben kabul etmeyip, yok muşa dönmüştüm. Kolumuzdan çekiştirilerek polis aracına dayı, sen zaten incelik yapıp bizi arabana almışsın, parasıbindirilirken son defa baktım ve söylediği şeyle hayatımın dersini aldım sayılırdım. nı ben öderim, dedim. Adam kafasını iki yana sallayarak, Bu size son dersimdi, bu devirde kimseye güvenmeyecekilk ayaktan yattın be oğlum, dediğinde olayı anca kavrayabildim. Ben şaşkınlıkla bakarken Doruk, kurnazlık yapıp siniz! parayı aldı ve benzinliğe doğru yürüdü. Birkaç dakika sonDayı harbi adamdı! Ne de olsa sözünde durmuştu. Bu arada ben, ifademde suçu Doruk’a nasıl yıksam diye düşüra ise yanımıza geri gelip, görev tamam, bu da para üstü dayı, diyerek elindekileri verdi. Adam ise elindeki paraya nüyorum.
www.baltadergi.com Haziran 2019
21
RÖPORTAJ
BORAY BİÇER’LE EDİTÖRLÜK VE YAYINCILIK ÜZERİNE Zeynep Kaplan Balta dergi olarak yayın hayatına başladığımız günden bu yana alanında yetenekli ve bir o kadar mütevazı kıymetlerimizi daha çok okuyucuyla buluşturmaya gayret ediyoruz. Yine bu kıymetlerimizden, öğretmenliğiyle genç dimağlara ışık saçan, editörlük çalışmalarıyla birçok eseri Türkçemize kazandıran Boray Biçer ile edebiyat, editörlük ve Türkiye‘deki yayıncılık üzerine kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Hayat hikâyenizden bahsederek, bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız? 1976 yılında Isparta’da doğdum. Bütün eğitim hayatım Isparta’da geçti. Bu şehirden hiç ayrılmamış olmak, sanıyorum üzerimde bir miktar taşralılık oluşturmuştur. Kişisel hayatımda sessizliği ve mümkün olduğunca insansızlığı seviyorum. Sosyal yaşamda dışadönük bir insanım; sanırım Isparta’nın sakin taşra hali bunu dengeliyor. Benim dışadönüklüğümle şehrin hareketsizliğinin birbirini tamamladığını düşünüyorum. Başlangıçta aklımda öğretmen olmak yoktu, her edebiyat tutkunu gibi yayıncı, eleştirmen vb. olmak istiyordum. Maalesef yaşadığımız koşullar ülkemizde insanı yaptığı planların çok uzağına taşıyor. Ben de öğretmen oldum. Sonrasında ise pek yerimde durmadım: her dakika, her saat kültürlü, bilgili insanlarla bir arada olmaya özen gösterdim. Isparta’da yine benim gibi içinde bulundukları taşra anlayışını kırmaya aşmaya çalışan insanlarla birlikte olarak yıllar boyunca görüş alışverişinde bulundum. Bugün, geçen uzun yılların bakış açısından değerlendirince, önemli olanın şehrin kendisi değil, o şehirde yaşayan insanların seviyesi, kalitesi, yaşam kültürleri ve estetik beğenileri olduğunu; kişiyi oluşturan tüm değerlerin bunlardan beslendiğini düşünüyorum. Burada doğdum, burada büyüdüm. Taşralı olmayı seviyorum – çünkü bu taşralılık beni hep daha fazlasını öğrenme arzusuna itiyor.
22
www.baltadergi.com Haziran 2019
Okumak eyleminin sizin için anlamı nedir? Ben okuma yazmayı seven bir insanım. Küçüklüğümde ailemle yolda yürürken hep geride kalırdım, yerde gördüğüm gazete kâğıtlarını ayağımla düzeltip üzerinde ne yazıyor acaba diye merakla bakardım. Bu nedenle, Isparta gibi küçük bir şehirde sınırları aşmak için her olanağı değerlendirdim. Ortaokula başladığım yıllarda Halil Hamit Paşa İl Halk Kütüphanesine gitmeye başladım. Orada çalışan insanlar bana ısındılar; sevdiğim bir yakınlık buldum orada. Lise yıllarımda da -artık okuluma komşu olan- bu kütüphaneye gitmeye devam ettim. Kütüphanenin ortamını çok seviyordum; çünkü o yıllarda toplumun bütününe yansımış olan fiziksel ve zihinsel yoksunluk duygusu, kütüphanede yoktu. Fikri Sağlar, Kültür Bakanı olduktan sonra bir kampanya başlatmıştı, böylece kütüphanelerin kapsamı genişledi ve Türkiye’nin önemli yayıncılarından kütüphanemize koliler halinde kitaplar gelmeye başladı. Nazım Hikmet’in toplu eserleriyle, Enis Batur, Salâh Birsel gibi değerli yazarlarla erken yaşta kütüphane aracılığıyla tanıştım. Günlerim gecelerim böyle geçti. Kitabı bir nesne olarak da çok sevdim. Hâlâ seviyorum, hep seveceğim sanıyorum. Çocukken gazete kâğıtlarını düzeltip okurdum dediniz, şimdi editörlük yapıyorsunuz. İşiniz dışında herhangi bir yazı gördüğünüzde, böyle olmamış ya da böyle daha iyi olur dediğiniz oluyor mu? Bu düşünce bende her zaman vardı. Örneğin şimdi Twitter var. Orada yazılanları okurken dayanamıyorum. Elimden geldiğince düzeltmemeye gayret ediyorum ama sonra dayanamayıp düzeltiveriyorum. Bu, sadece kitap okumakla ilgili değil aslında. Biraz da meraklı olmakla ilgili. Çocukluğum-
dan beri hep meraklı bir insan olmuşumdur. Zaten okuma eylemi de o meraktan kaynaklanıyor. “Ne söylüyor orada, ne anlatıyor bu resimde?” gibi sorular sormakla başlıyor her şey. Öğretmenliği meslek olarak seçmenizin nedeni nedir? 90’lı yıllarda öğretmenlik kişiyi orta sınıfa taşıyan, rahat ve güzel bir meslekti. Bilinçli bir seçimle başlamadığım öğretmenliğin mizacıma uygun olduğunu keşfetmemle bu mesleği sevdim. Gelişime ve kendini anlatmaya çok açık bir meslektir. Öğrencilerine kazandırman gereken bir bilgi düzeni var. Bir kazanımı gerçekleştirmek, öğretmenin ana görevidir. Yepyeni bir bilgiyle onu öğrenmeye hazır bireyi karşı karşıya getirmek, gelişmekte olan bir insanda estetik algıyı yükseltmek bir hayli zor bir iş; ancak bunu istediğin araçla gerçekleştirebiliyorsun. Örneğin ben kişiler arası diyalogu işlerken sayısız örnekten faydalanırım: tiyatro metinlerinden, internetten, fotoğraf ve videolardan, film parçalarından, resim ve müzikten… 40 dakika içinde öğrencilerimi bunaltmadan, sıkmadan kazanımı gerçekleştirmeye çalışıyorum. Öte yandan bu mesleğin en güzel yanı, öğretmek için öğrenmek… Ben de öğrenmeyi çok seviyorum. Etkileşimli bir biçimde mesleğimi gelişime açık bir alanda sürdürüyorum. Editörlüğe ilk adımı nasıl attınız? Editörlük, bir etkinlik olarak çocukluğumdan beri bende var olan bir şey sanıyorum. Uzun zamandır karşılaştığım metinlerin üzerinde düzeltmeler yapıyordum fakat bunun profesyonel bir etkinliğe dönüştürülebileceğini çok sonra fark ettim. 2000 yılında, yirmili yaşlarımın başında, Yapı Kredi Yayınları için birkaç küçük çalışma yapmıştım. Yakın zamanda Aylak Adam Yayınları için birkaç çalışma yaptım ve birbirinden güzel kitaplar yayımlandıkça, acemilikten kaynaklanan hatalarımın fazlalığını fark ettim. Editörlük profesyonel bir meslek… Düzenli bir yayınevi çalışanı olmadan da yapılabilen bir iş ancak hayatını okuma eylemine adamamış bir kişinin yürütebilmesinin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Editörlük kişinin bireysel özellikleri ve nitelikleriyle bütün hayatını kapsayabilecek genişlikte bir meslektir. Editör olarak her kitabın kontrolünü gerçekleştiriyor musunuz? Yoksa belli ölçütleriniz var mı? Roman, hikâye, şiir gibi türlerde düzeltmeler yaptığım için türler bazında çok bir şey fark etmiyor. Ben akademik metin ve teknik kitaplar da düzelttim. Bu noktada elinizde teknik bir kitap varsa bunu öncelikle konunun uzmanının elden geçirmesi çok önemlidir. Bunun dışında editörlük çalışması, editörün özellikle kitapta bahsedilen dönemin, konunun gerekliliklerini bilmesini gerektirir. Bir Virginia Woolf metnine
eğilirken Victoria çağını, söz konusu dönemin zihniyetini, estetik değerlerini bilmeniz, bunu göz önünde bulundurmanız gerekir. Bana gelen ve gelecek olan her metne önyargısız yaklaşmaya çalışıyorum. Bu bir siyasal ya da dini metin de olsa, dünya görüşünü paylaşmadığım bir yazarın hiç katılmadığım bir metni de olsa, bunun editörlüğünü yapabilmeliyim. Farklı bir dünya görüşü taşıyan bir metnin düzenlemesini aynı soğukkanlılıkla değerlendirip okura ulaştırmam gerekir ve bence editörün temel görevi de budur. Çeviri kitapların editörlüğünde nasıl bir yol izleniyor? Eğer kitap bir çeviriyse, öncelikle çevirmen özgün metni en az bir kez okuyor. Okuduktan sonra çevirmeye başlıyor ve çevirdiği metnin tamamını bir daha okuyor. Son olarak çeviri bana geliyor. Ben de hem çeviri metnini hem de özgün metni okuyup karşılaştırarak düzeltmeleri gerçekleştiriyorum. Metin üzerinde doğrudan düzenleme işlemi yapılmıyor. Notlar halinde, yazının sağ sütununa açıklamalar yapılıyor, “Böyle olsa nasıl olur,” biçiminde bir istişare çıkması yapılıyor. Böylece yazım ve noktalama denetlemesiyle birlikte her metne yüzlerce not ekleniyor. Daha sonra metin, yayın yönetmeninin denetiminden geçiyor. Yapılacak düzeltmelerle ilgili olarak son karar çevirmenle işbirliği içindeki yayın yönetmeninde oluyor. Çeviri kitapların editörlüğünde kaynak metnin dilini bilmek oldukça önemli... Lâkin İngilizcede ya da Almancada bazı kelimelerin Türkçe karşılığı yok, bu durumda ne yapıyorsunuz? Bilhassa yayıncılıktaki en zor konuya değindiniz. İngilizcede bir kelimenin kullanımda çok fazla anlamı olabiliyor. Sanatçılar bir kelimenin birden fazla anlamını vermeye, böylece anlam örüntüsünü genişletmeye gayret ediyorlar. Örneğin Virginia Woolf bunu çok güzel yapıyor. Ben çeviriyi okuduğumda diyorum ki, bu cümle bunu tam olarak karşılamamış. O zaman arkaik kelimeye gidebiliyorum. Örneğin yazar özgün dilde “candle” demiş. Türkçesine baktığımız zaman
www.baltadergi.com Haziran 2019
23
“mum, fener” anlamlarına geliyor ama bu kelimeyi kullandığınız zaman metinde atmosferi yansıtmaktan uzak kalıyor. Bunun yerine “kandil” dediğiniz zaman daha hoş bir etki yaratıyor. İngilizce “candle” dediğimiz şey zaten Doğu dillerindeki “kandil” kelimesinden geliyor. Kelimeye, fener yerine kandil diyerek, 19. yüzyıl Victoria tarzı beyaz kıyafetleriyle geceleyin üst kattan sakince inen bir roman kahramanı çağrışımına katkı yapmış oluyorsunuz. Sonuç olarak, kelimeleri çevirdiğimiz dil ile uyumlu hale getirmeye çalışıyoruz. Hiçbir şey yapamadığımız durumlarda ise kelimeyi olduğu gibi bırakıp italik yazıyla yazarak dipnot veriyoruz; bu kelime birden fazla anlama gelmektedir diye. Sizce anadili Türkçe olan ve sağlam bir düzenleme stratejisine sahip herkes editör olabilir mi? Hayır, maalesef herkes editörlük yapamaz. Örneğin, edebiyat öğretmenlerinin çoğu editörlük yapamaz. Bir dil beğenisine sahip olmak, okuma eylemiyle doğrudan bağlantılı değil aslında. Bu daha çok merak ve biraz da ilgi ve yetenekle ilgilidir. Dil beğenisi oluşturabilmek için uzun yıllar boyunca yazılı kaynaklara gitmek gerekiyor ama sadece bu da değil – beğenilerimiz ve ilgilerimizin belli bir yerde odaklaşması gerekiyor diye düşünüyorum. Aynı biçimde, herkes bir dili öğrenebilir ama herkes o dilden çeviri yapamaz. Düşünce dünyası, zihniyeti, kültürü ve estetiğiyle, yaşayan yönüyle bir dilin beğenisine çok yönlü sahip olmak gerekir. Örneğin Eray Canberk, ‘’Fransız filolojisine yeni girdiğimiz yıllarda, birkaç arkadaşla birlikte kaynak metinden Baudelaire’in ‘Leş’ şiirini okuduk. Daha sonra ben bir dergide Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisine rastladım ve şiiri ilk kez orada okuduğumda anladım,’’ diyor. Sabahattin Eyüboğlu’nda nasıl müthiş bir dil beğenisi varsa artık; hem kaynak kültürü ve dili çok iyi biliyor, hem de Türkçenin dünyasına fazlasıyla hâkim. Yani sadece dili iyi bilmek, bir çevirmen veya editör olabilmek için yeterli değildir.
24
www.baltadergi.com Haziran 2019
Türkiye’deki yayıncılık hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de özellikle son bir yılda yayıncılık sektörü önemli sıkıntıların içerisine girdi. Şu anda yayınevlerinin nasıl kitap yayımlayabildiklerine birden fazla gerekçeyle şaşırıyorum. Şöyle ki, edebiyat üreten büyük bir kesim konuşma diliyle yazı dili arasındaki farkı bilmiyor. Konuşma dilinde güzel tınlayan bir şey, bizim tonlamamızla, nefes alışımızla ve noktalamayla değişiveren anlam örüntüsü yazı dilinde çok farklılaşıyor. Buna bağlı olarak, yayıncılıktan çok matbaacılık faaliyeti sonucu diye nitelendirdiğim birçok “çoksatar” etiketli kitap rafların büyük çoğunluğunu kaplamış durumda. Birçok büyük yayınevi bu nedenle yerli ve telif olandan çok telifsiz yabancı klasik kitap anlayışına yönelmiş bulunuyorlar. Bunların çoğunun çevirilerinin kötü olduğunu, iyi bir editörlük çalışmasından geçmediklerini de eklemek gerekir. Bütün bunlara rağmen, bu ekonomik ve kültürel ortamda bile örneğin Aylak Adam Yayınlarının “Niteliksiz Adam” gibi dev eserleri çok kaliteli bir çeviri ve editörlük çalışmasıyla yayımlaması da yayıncılık dünyamızdan umudumuzu kesmemizi engelliyor. Sinemanın edebiyatı öldürdüğünü düşünüyor musunuz? Sinema edebiyatı öldüremez! Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde Eowyn’in, “Ben erkek değilim!” diyerek Witch King’i yok ettiği sahnenin kitapla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Filmde, kitaptaki birbirinden güzel ayrıntılar atılmak zorunda kalınmış. Kitaptaki her ayrıntıyı görsel dünyaya aktarmanın olanaksızlığı burada belirginlik kazanıyor. Romanda olanaklar çok geniş ve bu sinema dilinde biraz zayıflıyor çünkü filmde act’a, eyleme odaklanmak zorundasın. Lâkin bir sahne daha var ki, burada da sinema dilinin gücü ortaya çıkıyor: Frodo’nun Bilbo’yla yüzüğü devraldıktan sonraki karşılaşmasında Bilbo, yüzüğü son bir kez görmek istiyor ama Frodo, buna izin vermiyor. Bu sahnede Bilbo bir anlık, kısacık bir an canavarlaşıyor ve eski haline geri dönüyor. Tolkien, bunu kitapta filmdeki kadar etkileyici bir tasvirle anlatmamış. İşte burada da sinemanın gücünü görüyoruz. Edebiyat dünyasından sinema dünyasına uyarlanan eserleri izlemeden önce kaynak metni okumak gerekir. Onunla bir süre yaşamak, sonra filmi izlemek gerekir; çünkü film yönetmenin bir yorumudur. Neden önce yorumdan tanıyalım ki karakterleri? Herhangi bir yorumun etkisinde kalmadan yaşamak gerekir o dünyayı. Daha sonra, sinema ve edebiyatın her birinin kendine özgü dil ve anlatım biçimlerinin tadına varılabilir. Bu iki ayrı dünya okurda ve izleyicide birbirinden verimlice beslenebilir.
Hanzala Sakın yüzünü dönme Hanzala, Mancınıkların onuru, Bozamadı zalimlerin mitralyözünü, Asır geçti aradan, Ağzında ateşler taşıyan o kuşlar gelmedi hâlâ. Belki biraz güneşler var yanacak, Ama sen yine de dönme. Sanma güleceğiz sonunda. Bilirsin, Bekâ dedikleri belki biraz vadi, Ama daha çok Bir seçim malzemesidir Ortadoğu’da. Dönme yüzünü Hanzala, dönme. Gizdir yüzün, Bilinmedi, bilinmesin. İnsanlar; kimdir, nedir, necidir diye Dönüp baksınlar ardına. Kaldırma perdeleri aradan, Yok, ayaklarında botu askerin; Ya da üzerinde Amerikan malı parka. Acısın sana kim ne diye? Dönme yüzünü Hanzala, İllâ döneceksen bil ki, biz de yokuz burada.
Yürürüz ilk defa yürürmüş gibi, Cebimizde dolar, Tütünümüz malbora. Ne yana bakarsan bak, Devrim yok burada. Kapımız kapalı, Döviz bürolarında dantelli sehpalarımız Karşıdaki duvarda salınıyor nazar boncukları İçerideyiz cümbür cemaat ve M16’lar, Ama sen sakın gelme Hanzala, Iraktır çoğu zaman yüzün, Bazen bir şiir kadar yakın. Seslensen de duymayız, Başucumda Kerbela ders olsun sana. Ve bilirsin ki ümmet dedikleri, Her defasında aldatılan bir sevgili gibidir, O yürüdüğün Gazze sokaklarında.
Harun Bora Tunç
Müziği dinlemek için
www.baltadergi.com Haziran 2019
25
SESSİZ KOMEDİNİN SİYAH BEYAZ YILDIZLARI Mehmet Bağır
İ
nsandaki duygusal katılımı kendi dışındaki popüler kültür biçimlerine göre daha yoğun biçimde yaratan sinema, Aristoteles’in katarsis kavramından hareketle daha çok rahatlama ya da arınma aracı olarak karşımıza çıkar. İzleyicideki duygusal gereksinimlerin sürekli değişiklik göstermesi ise sinemada yaratılan biçimsel kalıpların farklılaşmasına neden olur. İşte bu farklılıklar zamanla sinemadaki tür filmlerinin ortaya çıkmasına aracılık eder. Tür filmi, kendinden önceki benzerleriyle uyumun ve biçimsel meselelerde farklılığın peşindedir. Sonuç olarak farklı film türleri, farklı duyguları beraberinde getirir. Aynı düzlemde ilerleyen herhangi bir konunun farklı türlerdeki örnekleri arasında bile hem biçimsel, hem de duygusal farklılıklar söz konusudur. Fakat sinemada ortaya çıkan türlerin oluşumu sadece insandaki duygu değişiminden kaynaklanmaz. Sinema endüstrisinin kendisi bir yana, eleştirmenlerin, seyircilerin ve sinema yazarlarının katkıları tür kavramına netlik kazandırmıştır. Bunun yanı sıra konu açısından benzer özellikler taşıdığı ve denenmiş olduğu için genellikle zarar riski düşük filmlerin oluşturduğu ticari bir terimdir. Dolayısıyla sinemanın seyirciye kitlesel düzeyde ulaşma başarısını büyük ölçüde etkileyen Hollywood, diğer ülkelerde de benzer filmlerin yapılmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda sinema endüstrisi özel girişim ve kâr temeline dayalı olarak inşa edilmiş ve kaçınılmaz olarak tür filmleri ortaya çıkmıştır. Sinemanın icadından bu yana varlığını koruyan türlerden birisi olan güldürü, genel olarak insanların, olayların, durumların gülünç yanlarını ele alan ve bu doğrultuda konuyu gülünç açıdan işleyen bir türdür. Gülünçlük, çoğu zaman beklenmedik olandan ortaya çıkar. Olağan gidişten ayrılış ne denli beklenmedik olursa yaratılan gülünçlükte o denli fazla olur. Henri Bergson’a göre tümüyle insana özgü dışında komik yoktur. İnsandan başka bir hayvan ya da cansız bir nesne bizi güldürebiliyorsa bunun nedeni bunlarda insanoğlu ile bir benzerliğinin bulunması, bunlara damgasını basması ya da kullanmasıdır. Öte yandan komiğin tüm etkisini göstermesi için yüreğin uyuşturulması gibi bir şey gerekir çünkü komik arı zekâya seslenir. Örneğin dans edilen bir salonda dansçı-
26
www.baltadergi.com Haziran 2019
ların bize hemen gülünç görünmeleri için kulaklarımızı müziğin sesine tıkamak yeterli olacaktır. Ayrıca insan, komiğin tadını tek başına alamaz. Gülme, diğer gülenlerle birlikte içerisinde bir suç ortaklığı taşır. Sinemanın ilk yıllarında güldürü filmlerinin en çok tercih edilen türler arasında bulunması da aslında onun insana özgü olması, arı zekâya seslenmesi ve bir grup içerisinde ortaya çıkması ışığında sessiz anlatıma uygun olmasındandır. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, seyirciyi heyecanlandırmak, ürkütmek ya da ağlatmak, onu güldürmekten çok daha kolaydır. Bu noktada korku ve hüznün daha evrensel nitelik taşıması, güldürü için daha kişisel, yerel ve kültürel değerlerin devreye sokulmasını gerektirir. İlk komedi filmini bizlere hediye eden, hareketli görüntüyü bulduktan sonra bunu komedi aracı olarak kullanmayı akıllarından bile geçirmeyen Lumieré Kardeşlerdir. Bazı kaynaklar Fred Ott’un Aksırığı’nı ilk gülünç kısa film olarak kabul eder ama genel eğilim, Bahçıvanın Sulanışı’nın ilk’liği hak ettiği yolundadır. Filmde bir bahçıvan bahçesini sularken bir çocuk musluğa bağlı hortuma ayağıyla basar. Suyun kesildiğini fark eden bahçıvan, hortumun ucunu yüzüne tutmuş kontrol ederken, çocuk ayağını hortumun üzerinden çeker ve basınçla gelen su bahçıvanı ıslatır. Kovalamacayla devam eden bu güldürü, çocuğun bir güzel dayak yemesiyle son bulur. Lumierê’lerin ardından Fransız sinemasının bir diğer öncüsü Georges Mêliês ise grotesk temaları filmlerine sokarak, bu kavramın komedi filmlerinde yer edinmesini sağlar. Örneğin en önemli filmi Ay’a Yolculuk’ta ay, bir erkek suratına sahiptir ve gelen bir roket tam gözün ortasına saplanır. Sonuç olarak sadece gülmeye destek vermek için kullanılan bu buluşlar daha sonraları kaçanın kovalanması dramaturgisi ile devam eder. Fakat komedi türünü sessiz sinema döneminde diğer türlerden ayıran en önemli özellik figürün tipleştirilmesidir. Tiyatrodan devralınan bu özellik sayesinde filmin komik figürü, seyirciye bir şeyler söyler ve komikle seyirci arasında karşılıklı ilişki kurar. İlk yıllarında Fransız ve İtalyan sinemacıların ağırlıkta olduğu komedi sineması, altın çağını 1910’lu ve 1920’li yıl-
larda Amerikan sinemasıyla yaşamıştır. Bu dönemde Buster Keaton, Harold Llyod, Charlie Chaplin, Laurel & Hardy gibi sanatçılar güldürü filmlerinin üzerinde konuşulacak ve dünya genelinde saygı gösterilecek yapıtlara imza atar. Zaman içerisinde kaba güldürülerin yanı sıra Mack Sennett’in öncülüğünde durum güldürüleri ortaya çıkar. Fakat Amerikan sineması bir yana, sinemadaki komedi türünün ilk yıldızı, Fransa’da Max Linder ile ortaya çıkar. Kısacası sessiz sinemanın güldürü dönemi, kendisine bir tip/figür arama peşindedir. Bu figürler karakterize ettikleri tiplerle komedinin taşıyıcı unsurları haline gelir. En önemlisi ise rekabet açısından her ülkenin, yapımcının ya da yönetmenin kendisine güç sağlayacak yeni yıldızlara ihtiyacı olmasıdır.
yıldızlarının yanında onun bakımlı yapısı ve Paris bulvarlarında geçen hikâyeleri, ününün Amerika’ya kadar ulaşmasına neden olur. 1916 yılında Amerika’ya davet edildiğinde henüz kariyerinin ikinci senesinde olan Charlie Chaplin’i bile geride bırakır. Onun filmlerinde konu olarak yurttaşlarının temel derdi, ekonomik kaygılar, evlilik sorunu, gerçekteki halinden farklı görünen sahte kişilikler, doğallığını kaybederek yabancılaşmış kişilikler yer alır. 1905 – 1925 yılları arasında çevirdiği 300 kadar kısa filmde züppe, kibar, çapkın, şık, açıkgözlü, zengin gibi birçok karaktere hayat verir. Kariyerinin son filmi olan Le Chasseur de Chez Maxims’i çevirdiği günlerde bir otel odasında eşiyle birlikte “Sinemanın Mayerling’i” olarak adlandırılan intiharı gerçekleştirerek hayata veda eder.
İlk Büyük Komedi Yıldızı: Max Linder 1882 yılında Bordeauxlu çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Max Linder, konservatuar eğitiminin ardından, rastlantı sonucu sinemaya adım atar. Oğuz Makal’ın ifadelerine göre; arkadaşı Linder’e sinemada çalışmak ister misin diye sorar. Fakat Linder, sinemanın varlığından habersiz onun ne olduğunu anlamaya çalışır. Arkadaşı ise sinemanın tiyatro gibi bir şey olduğunu, tek farkın oynanan oyunun bir makine önünde gerçekleştiğini söyler. Bu konuşmanın ak-
Komedinin Kralı: Mack Sennett Gerçek adı Micheal Sinnott olan Mack Sennett, 1880 yılında Kanadalı işçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Operet oyuncusu olarak başladığı sanat yaşamı, 1908 yılında Biograph şirketinin filmlerinde yaptığı oyunculuklarla devam eder. Sinema dilinin gelişiminde büyük rolü olan David Wark Griffith ile birlikte çalışması, onun dramatik filmleri iyice mercek altına almasına ve burada öğrendiklerini sinema parodileri üretmek için kullanmasına vesile olur. Fransız güldürü filmlerinden etkilenerek polis tiplemesi yaratmak ister ama sinemayı ciddi bir iş olarak gören Griffith ona izin vermez. Fakat Sennett, hocasından aldığı bilgi birikimiyle birlikte yapımcı yönetmen olmaya karar verir. Bu doğrultuda 1912 yılında biri kameraman olmak üzere iki kişiyi güldürü filmlerini çekmek için razı eder ve Keystone şirketini kurar. Daha sonraları Los Angeles’ta bir arsa satın alarak ilk stüdyosunu inşa eder. Sonunda ilk çektiği güldürü filmini New York’ta bulunan ortaklarına yolladığında gelen yanıt: “Berbat!” olur. Filmin beğenilmemesi üzerine ikinci filmini hazırlayan Sennett, bu sefer şöyle bir
şamında hava oldukça soğumuş ve her yer buz tutmuştur. Ertesi sabah stüdyoya gittiğinde arkadaşı Linder’e, Vincennes Filmi korusundaki gölün buz tuttuğunu ve kenizlemek için disinin burada acemi bir buz kayakçısını canlandıracağını söyler. Linder’in paten kaymasını bilmediğini söylemesi üzerine arkadaşı “daha komik olur” şeklinde karşılık verir. Sonuç olarak Linder artık kamera karşısında ve gölün üzerindedir. Ayakta durmaya çalışır, şapkası düşer, şapkasını yerden almak isterken dengesini kaybeder ve şapkasının üzerine kapaklanır. Linder kıyıya ulaştığında arkadaşına, “Ne istersen yaparım, ama buz kayağı olmaz!” der. Aldığı karşılık ise şu olur: “Bitti zaten, düşüşünü filme aldık. Çok gülünç oldu!” Böylesi bir hikâyeyle sinemaya adım atan Max Linder, 1922 yılından itibaren filmlerinin neredeyse tamamını kendisi yazar. Linder’in komik tipini inşa etmeye çalıştığı figürlerde çoğu zaman günün modasına uymayan bir tip vardır. Onun filmleri slapstick’in birçok ögesini içerisinde barındırır. Dönemin komik
Filmi izlemek için
cevap ile karşılaşır: “Bu daha da berbat.” Mack Sennett’in Commedia dell’arte kökenli slapstick komedisi 1915 yılından itibaren bir tür olmaya doğru evrilerek evrensel bir komediye ulaşır. Onun parodilerinde genellikle “son an kurtuluşu” ön plandadır. Öte yandan filmlerinin çoğu gülütlerin yaratılıp tüketilmesi ilkesine dayanır. Kamera
www.baltadergi.com Haziran 2019
27
karşısında oynayan insanların kişilikleri olmadığı gibi onları nesne gibi kullanır. Bu durum, karakterlerin nesneler evreninde bin bir türlü belaya koşarak gitmesine uygun zemin oluşturur. Örneğin; silahtan çıkan bir kurşun fırlatılan bir pastadan farksızdır. Çünkü Sennett’in insanları ölmez. Hikâyenin yanı sıra kurgunun olanaklarını da kullanan Sennett, yavaşlatılmış ve hızlandırılmış görüntülerin yanı sıra filmlerinde geriye harekete de yer verir. Sinemaya kazandırdığı Harold Lloyd, Harry Langdon ve Charlie Chaplin gibi birçok aktör, ilerleyen dönemlerde Amerikan güldürü sinemasına damga vurur. 1935 yılına gelindiğinde sinemayı bırakan Sennett, 1937 yılında “güldürünün ustası, yıldızların yaratıcısı” olarak Oscar Ödülüne layık görülür. Gözlüklü Kahraman: Harold Lloyd Sessiz film döneminin kendine has sanatçılarından Harold Lloyd, 1893 yılında Nebreska’da dünyaya gelir. Daha 19 yaşındayken tek makaralık komedi filmlerinde rol alır. Kısa süre sonra Thomas Edison’un film şirketinde çalışmaya başlayan Lloyd, 1913 yılında arkadaşı Hal Roach’ın stüdyosuna ortak olur. Filmlerinde kendisine eş olarak seçtiği Bebe Daniels ile set dışında da romantik bir ilişki kurar. Zamanla “The Boy” ve
“The Girl” olarak tanınan ikilinin yolları Danniels’in sahne tutkusu yüzünden ayrılır. Lloyd’un bundan sonraki filmlerinFilmi de kendisine eşlik edecek partneri, ileride izlemek için karısı da olacak Mildred Davis’tir. 1914 ve 1947 yılları arasında 200’e yakın film çeken Lloyd, bunların bir kısmını sessiz, bir kısmını da “talkies” olarak adlandırılan sesli filmler olarak kayda alır. Buster Keaton ve Charlie Chaplin ile birlikte sessiz sinema komedisinin üç büyük isminden birisi olan Lloyd, her ne kadar bu sıralamada üçüncü olarak gösterilse de, 20’li yıllarda kazanç olarak ilk sırada yer alır. Fiziksel tehlikeyi gülmece unsuruna çeviren ilk komedyen olarak ‘Safety Last’ filmindeki unutulmaz sahnesiyle izleyenlerin hafızalarından silinmeyecek görüntülere öncülük etmiştir. Bu sahnede Lloyd, gökdelen tepesinde asılı olan dev saatin yelkovanına tutunarak yaşadığı anın tehlikesini komedi içinde sunmayı başarmıştır. Filmin komedi tarzında çekilmesine rağmen dönemin sinema salonları, gösterim sırasında şok geçirebilecek seyirciye müdahalede bulunmak adına birkaç hastabakıcıyı görevlendirmeyi de ihmal etmemişlerdir.
28
www.baltadergi.com Haziran 2019
Lloyd, her ne kadar insanın yüreğini ağzına getiren filmlerin bir öncüsü olarak görülmese de, gerilim ve korkuyu komediyle birleştirdiği için “Thrill Comedy” kavramının patenti ona aittir. Türkiye’de Akrobat lakabıyla tanınan Amerikalı oyuncunun, camsız gözlüğü, yuvarlak hasır şapkası ve dar kıyafetleriyle başını belaya soktuğu yerler daima yüksek binalar, asansörler, yangın merdivenleri, lunapark araçları, tramvaylar ve trenlerdir. Lloyd, ceviz satıcısı olarak başladığı bu yolda yüzüyle olduğu kadar vücut diliyle de izleyenlerini güldürmeyi başarır. Sesli film çağında ise, diyalogların işin içine dahil olması onun işini hayli zorlaştırır. 77 yaşında hayatını kaybetmesinin ardından, 44 odalı, 26 banyolu, 12 çeşmeli, 12 bahçeli ve 9 golf sahalı evi Greenacres, müze haline getirilir.
Taştan Surat: Buster Keaton Türkiye ve Fransa’da Malek adıyla tanınan 1895 Kansas doğumlu Buster Keaton, otomobil, motosiklet, tren gibi mekanik araçlarla başı sürekli dertte olan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Duygularını hiçbir zaman dışa vurmayan ve bu doğrultuda ufacık bir gülümsemenin çığlık gibi insan kulağını tırmalayacağını söyleyen Keaton, sessiz sinemanın başyapıtlarından sayılan Sherlock Jr (1924), The Navigator (1924), Seven Chances (1925), General (1926), College (1927), Steamboot Bill Jr. (1928) ve The Cameraman (1928) gibi filmlerin sahibidir. Sahneye ilk adımını akrobatik yetenekleri sayesinde vodvil gösterilerinde atar. 21 yaşına geldiğinde şişko adıyla bilinen Roscoe Arbuckle’nin filmlerinde görünmeye başlar ve 3 yıl sonra kendi filmlerinin prodüksiyonunu üstlenir. 1926 yılında kendisinin yazıp yönettiği ve başrolünü oynadığı The General, onun kariyerini zirveye ulaştıran abartalı bir güldürü filmi olarak karşımıza çıkar. 1928 yılında MGM Stüdyolarının müdürü Joseph P. Schenck, Kcaton’u kendi stüdyosunu kapatması ve MGM’ın yüzü olması için ikna eder. Fakat bu anlaşma Keaton’un sanat özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir. Öyle ki Keaton, MGM ile yaptığı anlaşmayı “hayatını en büyük hatası”
Filmi izlemek için
olarak ifade eder. 1930’lu yıllara gelindiğinde ise geçirdiği ruhsal sıkıntılar ününün giderek azalmasına yol açar. Unutulmaya başladığı bu günlerde, sinemayla olan bağını yönetmen yardımcılığı ve gülüt yazarlığı yaparak sürdürür. 1947 yılında Madrano Sirki onun imdadına yetişerek yeniden hatırlanmasına vesile olur. Billy Wilder’ın çektiği Sunset Bulvarı (1950) filminde oynaması ve Charlie
Chaplin’le birlikte Sahne Işıkları (1953) filminde görünmesi onun yeniden keşfedilmesini sağlar. Bu fırsat sayesinde eski filmleri sinemalarda yeniden gösterilir ve 1959’da özel bir Oscar ödülünün sahibi olur. Onun filmleri ince bir araştırmanın ve yaratıcılığın sonucunda ortaya çıkmıştır. Görünüşte duygusallıktan hep uzaktır. Filmlerinde karşılaştığı zorlukların düzeyi ne kadar yüksekse, onun sükûneti, sakinliği de o ölçüde artar. Oysa izleyenlerin karşılaştığı o duygusuzluğun altında Keaton, her zaman alaycıdır. Onun yüzünde duygusuzluğun duygusu vardır. Karşılaştığı sorunlarla baş ettikten sonra kendisine hiçbir bilgi birikimi kalmaz. Hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eder. İşte tüm bu özellikleri dönemin sinema çevreleri tarafından ona Taş Surat lakabının takılmasına yol açar.
Şarlo: Charlie Chaplin Sessiz sinema güldürüsünün standartlaşmış kalıplarını kendi yorumuyla gerçek dünyaya indiren sanatçıların başında gelen Charlie Chaplin, mekanik insanın yerine sıradan insanı koyması ve toplumsal ilişkileri güldürünün malzemesi haline getirmesiyle sinema tarihinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Günümüzde bile güldürü türünün akla gelen ilk isimlerinden birisi olan Charlie Chaplin, 16 Nisan 1889’da Londra’da doğmasının ardından oldukça zor koşullarda geçen hayat yolculuğuna tanıklık eder. Babasının, evi terk etmesinin ardından Sydney Tiyatrosunda çalışan annesi ve küçük kız kardeşiyle birlikte yaşama tutunmaya çalışan Chaplin, annesinin akıl hastanesine yatmasıyla birlikte iki yılını geçireceği yetimhanenin yolunu tutar. İki yılın ardından çocuk dansçıların oluşturduğu Sekiz Lancashire Çocuğu grubuna dâhil olarak sekiz yaşında profesyonelliğe adım atar. On yedi yaşına geldiğinde daha ünlü bir ekibe dâhil olarak Amerika turnesine çıkar. Turne sırasında Mack Sennett’in dikkatini çekmesi, 1913 yılında Keystone’a katılmasına vesile olur. Kötü adamı canlandırdığı ilk filmi Making a Livin (1913), Sennett’i düş kırıklığına uğratır. İkinci film hazırlıklarında Sennett, Chaplin’e komik bir kıyafet bulmasını söyler. O da yarım gün içerisinde diğer komedyen arkadaşlarından bulduğu kıyafet ve aksesuarlarla kamera karşısına geçer. Kibarlara özenen bir yoksulun canlandırıldığı Kid Auto Races at Venice (1913) filminde Chaplin, bol ve düşük pantolonu, dar ve kısa ceketi, melon şapkası ve bastonuyla “Küçük Serseri” olarak ilk kez perdede gözükmüş olur. Bu filmdeki kostümüyle özdeşleşmeye başlayan Chaplin, Keystone’da bulunduğu üç ay boyunca on bir filmde oynar. On ikinci filminde ise asistanlığa soyunarak kendisinin yazıp yönettiği Caught in the Rain (1914) filminde rol alır. Sennett ile olan sözleşmesinin sona ermesiyle birlikte Essanay’a geçer. Burada çalıştığı süre içerisinde kendisine daha geniş bir özgürlük alanı bulur ve on dört film çeker. Bu filmlerinde kostümünün yanı sıra artık seyircide sempati uyandıran karakterinin bazı özellikleri de iyice belirginleşir. Bu doğrultuda küçük adam karakteri ilk kez The Tramp (1915) filmiyle beyaz perdeye yansır. 1916 – 1917 yıllarını bir başka film şirketi Mutual’da geçer. 1918’de First National’da çalışmaya başlayarak burada çektiği ilk uzun filmi The Kid (1921) onun büyük başarı elde etmesine vesile olur. 1928 yılındaki The Circus filmiyle yazarlık, oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılık başarısı nedeniyle özel bir Oscar ödülünün sahi-
bi olur. Sesli film dönemine girilmesiyle birlikte bu tarz filmlerden nefret ettiğini söylese de, City Lights (1931), Modern Times (1936) gibi yapımlar sesli güldürü filmlerinin öncüleri olarak kabul görür. Yine bu dönem çektiği The Great Dictator (1940) filmiyle Nazizm ve faşizmle dalga geçerek bütün insanlığı kardeşliğe çağırır.
Charlie Chaplin yarattığı küçük adam karakteriyle, bir yandan kapitalizmin göbeğindeki rahat ve pırıltılı yaşamı sergilerken, öte yandan da aynı yaşam içerisinFilmi izlemek için deki anlamsızlığı ve acımasızlığı anlatır. Üst sınıfın taklidi olarak içerisine girdiği kıyafetler aslında onun kişiliğiyle birlikte yoksulluğun ve küçümsenmenin cesurca reddedilişidir. Chaplin filmlerinde her zaman zenginlerin arasında kibar olamaya çalışır. Fakat her seferinde de güç ve gülünç durumda düşer. Yaptığı tüm iyi girişimler sonuç getirmez ve özendiği çevrenin hep dışarısında kalır. Zaten Chaplin filmlerinde yoksulların zenginlik hayalleri gerçekleşecek bir şey değildir. Bu doğrultuda eğer bir film mutlu son ile bitecekse bu bir rüya olarak sunulur ve mucizelerin olanaksızlığı tekrar tekrar vurgulanmış olur. Onun filmlerinde güldürü her ne kadar ön planda olsa da, asıl önemli olan melodramdır. Saf, temiz ve iyi kalpli bir karakter olan Şarlo, hayatını sürekli olarak abartı ve tesadüfler evreninde yaşar, başına gelen her kötülüğe rağmen masumiyetini asla kaybetmez. Şarlo burjuva sınıfının, bu sınıfın altındaki sosyal katmanların ve proleteryanın bir temsilidir. Sistemin çarkını eleştirel bir nitelikte anlattığı Modern Times (1936), kapitalist sisteme burnunu sokan bir karakterin, çalıştığı fabrikadaki koşulları, modern çağın mekanikleri altında ezilen insanları ve maddi statünün önemini ortaya koyar. Fakat tüm bunlara rağmen Şarlo apolitik bir karakterdir. Chaplin her ne kadar kapitalist sitemi eleştirse de işçileri korumak ya da bu sistemi yıkmak gibi bir derdi yoktur. O, sokakta yaşayan halkın yaşam koşullarının düzelmesini ister ve bunu yaparken kimsenin peşine takılıp gelmesini beklemez. Zaten Modern Times, beyazperdede izleyiciyle buluştuğu son filmdir. 1960’lardan itibaren sağlam duruşu yavaş yavaş bozulmaya başlar. 1977’de tekerlekli sandalye ile devam ettirdiği hayatı, 1977’in Noel gününde son bulur.
www.baltadergi.com Haziran 2019
29
ORTA ASYA’NIN ALTIN ÇAĞI “KAYIP AYDINLANMA” Yeliz Ekşi
Ç
in, Hindistan, Orta Doğu ve Avrupa fikirleriyle yeşerttikleri zengin geleneklerle övünürken 1000’li yıllarda beş asır boyunca tüm diğer bölgeleri tesiri altına alan tek bir coğrafya vardı: Orta Asya. Bugünün dünya kültürleri aslında farkında olduklarından çok daha fazla, İbn-i Sina ve Biruni döneminde zirveye ulaşan olağanüstü kültür ve entelektüel birikimin mirasçısıdırlar yalnızca. Tümü olmasa da tarihi kaynakların çoğu İbn-i Sina’yı, Harezmî’yi, Farabi’yi, Gazali’yi ve daha birçok bilim kişisini Arap olarak sınıflandırmaktadırlar. O dönemde Orta Asyalı düşünürlerin çoğunun Arapça yazdığı doğrudur. Bu yazar ve düşünürler, anadilleri Arapça olmamasına rağmen Arapça konuşulan çevrede yetişmişlerdi. Fransızca kitap yazan bir Alman ne kadar Fransız ise bin sene evvel eserlerini Arap dilinde yazan bir Orta Asyalı da ancak o kadar Arap sayılabilirdi. Richard Nelson Frye, “Birkaç istisna hariç hem dini, hem de fenni ilimlerdeki Müslüman araştırmacıların çoğunun Arap olmaması gayet dikkat çekicidir,” der. On birinci asırda bulundukları döneme iz bırakan fikir insanları listelendiğinde 415 kişinin yalnızca üçte biri Orta Asyalı, kalan üçte ikinin yarısından çoğunun İranlı olduğu görülüyor. (Persian Literature) Listenin üçte birlik kısmını teşkil eden bu insanlar bilim, felsefe ve matematikte önde gelen isimlerdi. Çoğunluğu İranlıydı ama Türkler de azımsanamayacak sayıdaydı. Çoğu iki ya da üç dil biliyor ve Arapçaya kattıkları yeni terimler sayesinde Bedevi dilini felsefenin ve bilimin en zorlu kavramlarını bile ele alabilecek uzman bir lisana dönüştürmüşlerdi. “Arap Rönesansında”, Orta Asyalılara haklarını teslim etmek, Bağdat’taki Arap bilim adamlarını görmezden gelmeyi gerektirmiyor tabii ki. Sadece “Arap” ilminin altın çağı olarak tasvir edilen dönemin aslında entelektüel ve felsefi birlikteliğin bir sonucu olduğunu fark etmek önemli. İşte bu kültür baharının yaşandığı dönemi anlatan “Kayıp Aydınlanma” kitabı, çağının iki dehası İbn-i Sina ve Biruni arasında “Akademik Kan Davası” haline gelen mektuplaşmanın ayrıntılarına odaklanıyor.
30
www.baltadergi.com Haziran 2019
Dünya, aklı olup, dini olmayan adamlarla ve dini olup, aklı olmayan insanlar olarak ayrılmıştır. İbn-i Sina
İnsanların fikir ve yaklaşımları türlü türl üdür ve dünyanın gelişmesi, bu yaklaşımların çeşitliliği ile gerçekleşir. Biruni
Ebu Ali El-Hüseyin İbn-i Sina 980 yılında Buhara yakınlarında doğdu. Belh’in önde gelen ailelerinden birinin ferdi olması, aldığı eğitimin kapsamı ve derinliğini açıklamaktadır. Samani döneminin her türlü kültürel akımıyla iç içeydi. On bir yaşına geldiğinde babası Harezmli filozof Ebu Abdullah el-Natili’yi yol gösterici olarak evlerine davet etmişti. Başarılı bir alim olan Natili İsmaili, Şii’nin İhvan-ı Safa’sındandı. Zaten İbn-i Sina’nın babası da Şii’ydi ve her iki oğluna Şiilerin ilk iki şehidinin adını vermekten geri kalmamıştı. Tıp, felsefe, fizik, kimya, gökbilimi, ilahiyat, klinik farmakoloji, ahlak ve müzik teorisi alanlarında nam salan İbn-i Sina, Modern Tıbbın İncil’i kabul edilen El-Kanun Fi’t Tıb (Tıbbın Kanunu) dahil dört yüzden fazla kitap ve risale yazmıştır. Daha on altısındayken hastaları tedavi ederdi ama en büyük eksikliği karakterindeki asabiyetti. Çocukluğundan itibaren şımartılıp üstünlüğü vurgulandığından kibrin kapanına düşmekten kurtulamamıştı. Yenilmez olduğunu düşünüyor ve vasat bulduğu hiç kimseye katlanamıyordu. Hocası Natili’nin talebelerinden Ebu’l Ferec İbn-i Tayyip’in El Kuvat Tabiyye (Tabii Kuvvetler) kitabındaki felsefi fikirlere insafsızca saldırmış ve Ferec de bu eleştirilere karşılık vermişti. “Kendisine bu saldırgan yönü hariç, tamamiyle hayranlık duyan bir orta çağ biyografı İbn-i Sina’dan, “Şeytani diliyle zehir saçan ve küfürler yağdıran” şeklinde biri olarak bahsetmektedir.” (s.336) Ebu Reyhan El-Biruni, Kat’ta dünyaya geldi, ailesinin durumu iyiydi ancak küçük yaşta yetim kaldı. Aile bağlantıları
sayesinde genç Biruni, Harezm sarayında bir prens tarafından evlat edinilmiş ve prensin oğlu Ebu Nasr Mansur bin Irak ile kardeş gibi büyümüştü. Ebu Nasr ile birlikte Buzcani’den gökbilimi ve matematik dersleri aldı. Eğitim hayatının ilk yıllarında felsefe ve metafizik yoktur. Biruni soyut meselelerle uğraşmaktansa güneşin yüksekliği ve şehrin boylamını hesapladı. Güneşin hareketlerinden, mevsimlerin ne zaman başladığını belirledi. Dünyanın çapını, bugünkü değere çok yakın olarak buldu. Jeodezi biliminin kurucusu oldu. İbni-i Sina ile ondan on bir yaş büyük olan Biruni, entelektüel manada çağın en iyi iki beyniydi. Biruni, Natili’den İbn-i Sina’nın methini duymuştu. Üstelik Ebul Ferec’le aralarındaki gerginliğin bilgisini de almıştı. Genç rakibinin bilgisini sınamak için hazırladığı on sekiz soru, 998-999 yılları arasındaki eşsiz mektuplaşma trafiğini başlattı. Bu mektuplar tam anlamıyla aydınlanma çağının yaşandığı Orta Asya’da bin yıl evvel bölge bilim insanlarının aralarında münazaralarda bulundukları ve anlaşmazlıkları mümkün mertebe mantık zemininde çözmeye uğraşırken sergiledikleri yüksek entelektüel ve felsefi ortamın belgesi niteliğindedir. Biruni, Aristo’nun fizik ve kâinat hakkındaki, “Gökyüzü Üzerine” adlı eserinden atıfla doğrudan sorular sorarak başlamıştı sınavına. Soru taktiği öyle dahiyaneydi ki, İbn-i Sina üstadı kabul ettiği Aristo’yu ya tamamen savunmak zorunda kalacak ya da reddetmesi gerekecekti. Yunan düşünürün gökcisimlerinin hareketleri konusundaki fikrine katıldığını belirten İbn-i Sina’yı felsefeci ve eski fikirli bulduğunu yazan Biruni, kendisi gibi matematik bilen gökbilimciler tarafından çözülecek meselelerden uzak durması konusunda uyarıyordu muhatabını. “Mektuplaşmanın en can alıcı noktalarından biri, Biruni’nin İbn-i Sina’ya bu kâinatta tamamıyla yalnız mı olduğumuz, yoksa başka dünyaların da var olup olmadığını sorduğu andı. Bu konuda Aristo gayet netti. Gökyüzü Üzerine isimli kitabında, “dünyaların çoğulluğu diye bir şey yoktur, olmamıştır, olamaz,” demekteydi. Beş yüz sene sonra bu iddiaya sımsıkı sarılmış birçok Avrupalı düşünür, bu iddiayı kâinatta sonsuz sayıda ve üzerinde hayat olan dünyalar olduğunu savunduğu için kazığa bağlanıp diri diri yakılan Dominikan rahibi Giordano Bruno (1548-1600) gibi zındıklara karşı savunuyorlardı. Fakat ne Biruni, ne de İbn-i Sina kadim üstadlarının ortaya koyduğu kâinatın dünya merkezli yapısını gözden geçirmeye teşebbüs etmemelerine karşın, bu Orta Asyalı mektup arkadaşlarının ikisi de kâinatta yalnız olmamız için makul bir sebep göremiyorlardı. İbn-i Sina’ya göre başka dünyalar var olabilirdi ama önemli ve bilinemez derecede bizimkinden farklı olsa gereklerdi. Zira Tanrı yeryüzünü ve insan hayatını eşsiz bir biçimde yaratmıştı. Biruni münazaranın ilahiyatın içine çekilmesine doğrudan karşı çıkarak fiziki dünyadaki sorunların metafizikle çözülmesinin mümkün ol-
madığını savunmuştu.” (s.338-339) Biruni’nin metafizik eleştirisi kâinatın kökenleriyle ilgili daha derinlemesine başka soruların kapılarını aralamıştı. Yaratılış öğretisi üç büyük dinde de esaslı bir mevzu idi. Bu noktadan uzaklaşıldığını gösteren en ufak bir ima zındıklık ithamlarına zemin hazırlardı. Biruni, kâinatın yaratılmışlığını ya da ebedi olduğunu sorgulamakla İbn-i Sina’yı köşeye sıkıştırmıştı. İbn-i Sina, “Biruni’nin yeryüzünün ve kâinatın ebedi olduğu şeklindeki hayrete düşüren iddiasına katılmakla birlikte ebedi olanın dünya ve kâinat kavramı ile fikri olduğunu, yoksa dünya ve kâinatın cisimlerinin ebedi olmadığını savunan Neoplatonik açıklamalara başvurmuştu. Bu sebeple Tanrı’nın insiyatifi fikri tam varlığa dönüştürmeyi gerektiriyordu. Bu durum kuşkucu Biruni’ye boş felsefe yapmak geliyordu ki, bunu da dile getirmişti. İncelediği fosiller ve jeolojik tortulardan biliyordu ki, dünya bütün ve tam halde yaratılmamıştı. İbn-i Sina’nın da bu gerçeğin farkında olduğundan emindi. Bu açıdan bakıldığında her ikisi de kuvvetli birer zındıktı. İddiaları evrimci jeoloji ve hatta Darvinist unsurlara Kur’an veya İncil’den daha yakındı.” (s.340) İkili arasındaki mektuplaşma seyri dikkatle incelendiğinde en başından beri Biruni’nin çağdaşını savunma yapmak zorunda bıraktığı görülmektedir. Felsefeyi ve metafiziği tali meselelerden gören Biruni ve soyut alanın matematik ya da maddi alandan üstün olduğunu savunan İbn-i Sina arasındaki bu entelektüel alışveriş olan mektuplaşma kaba bir ağız dalaşına dönüşüvermişti. İbn-i Sina’nın en başından beri kibirli ve küçümseyici cevapları Biruni’nin reddiyelerine karşı, “zekânın peşine düşmene müsaade etmediği meselelerden uzak durmalısın” şeklinde kaba cevaplara dönüşmüştü. Biruni ise uygun ve doğru yaklaşımların, “hatada ısrarcı olmayan herkes” için ortada olduğunu yazıyordu. Yazışmalar, İbn-i Sina’nın daha mühim işleri olduğu bahanesiyle son bulmuştur. Mektupları ifşa eden ise Biruni’dir. Ortaya saçılan bu felsefe düellosunun gürültüsü, uzak memleketlerde bile duyulmuştur. İbn-i Sina‘nın kaba davrandığı Ebu’l Ferec, “başkalarını tekmeleyenin kendisi de sonunda tekmelendi” demişti. (s.341) Meselelerini metafizik üzerine inşa eden filozof İbn-i Sina ile karşında matematiğe güvenen Biruni sonraki yıllarda güçlü oldukları alanlara yöneldiklerinde aslında entelektüel anlamda birbirlerinden daha da uzaklaşmış oldular. S. Frederick Starr ise Türk dünyası ile ilk olarak 1974 yılında Türkiye’deki arkeolojik kazıya katılmasıyla tanıştı. Ardından çalışmalarını Avrasya ve Orta Asya üzerine sürdürdü. “Kayıp Aydınlanma” kitabı asırlar boyunca dünya medeniyetinin kıyısını değil, tam merkezini oluşturan Orta Asya dünyasını çok canlı bir şekilde anlatıyor. 2019 bitmeden okuma listenizde yerini alabilmesi umuduyla.
www.baltadergi.com Haziran 2019
31
Öneri Baltası
Takip Edilesi
Okunası
Loudingirra Özdemir
Yevgeni Zamyatin – Biz
Yüz ülkede yüz türkü söylemek için çıktığı yolda gönülleri fethederek ilerleyen Loudingirra Özdemir, yaşadıklarını ve gördüklerini sosyal medya hesaplarından takipçileriyle paylaşmaya devam ediyor. Tabi gezerken başına kötü işler de gelmiyor değil; Ukrayna’da köpeklerini üzerine saldırtan birisi çıkmış karşısına misal. Evet, dünya kötülüklerle dolu ama o durmuyor ve elinden düşürmediği sazıyla bu memleketin türkülerini gezdiriyor.
Emre Taş Twitter hesabından minyatürleri konuşturan Emre, zaman tünelinde baktıkça güldüren iletilerin sahibi. Biyografisinde Osmanlı kültür ve düşünce tarihi yazsa da biz onun Selçuklu tarihine de hâkim olduğunu biliyoruz. Umarız kendisini çok daha iyi yerlerde göreceğiz, yolu açık olsun.
BaltaDergi.Com Bu çok gizli bilgiyi sizlerle paylaşmak istemezdik ama yine de aramızda kalsın. Bizim internet sitemiz de var. Aslında her ay duyuru yapıyoruz ama buradan da eksik kalmayalım istedik. İçerik yazarı olmak isteyen arkadaşlarımızı bekleriz.
32
www.baltadergi.com Haziran 2019
Aslında herkesten önce o vardı. Kimsenin dikkatini çekmedi ama George Orwell 1984’ü yazarken büyük ölçüde ondan etkilendi. Kara dörtlünün ilk kitabı Biz distopik eserlerin ilki. 1884 doğumlu yazar Yevgeni Zamyatin’in tek parti yönetimlerini topa tuttuğu eseri Sovyetleri de rahatsız ettiği için dönemin yasaklanan kitaplarından.
Aziz Nesin – Fil Hamdi Türkiye politikayı mizah konusu haline getirseydi yaşanması daha kolay bir toplum olabilirdik. Keza mizah olarak hiçbir ülkeden eksiğimiz yok çok şükür. Neden? Çünkü topraklarımızda kendini ciddiye alan insan sayısı çok fazla; çoğu takım elbiseli, kravatlı ve ekseriyette göbekli. İşte tam da bu sebeple mizahın ve hicvin ustası Aziz Nesin’in ödüllü kitabı Fil Hamdi’yi öneriyoruz.
Steven Lukes - Profesör Caritat’ın Şaşırtıcı Aydınlanması Toplumların siyasi anlayışı üzerine bir felsefe kuran Steven Lukes imzalı kurmaca yapıtta, iyi bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair söyleyecek sözü olan düşünürlerin Askeristan, Emekistan, Özgüristan, Yararistan, Kibiristan gibi ülkelerdeki küçük maceraları ele alınıyor. Aydın-
lanmanın savunduğu değerlere sıkı sıkıya bağlı felsefe profesörü Askeristan’dan başlayıp sırasıyla Yararistan, Ortakistan, Özgüristan güzergâhında ilerleyen çileli yolculuğu, eğlendirirken güldüren, güldürürken düşündüren bir insanlık dramına dönüşüyor. İyi ki, yolu bir ara -rüyada da olsa- sınıfsız toplum düşünü hayata geçiren Emekistan’a düşüyor da, içimiz biraz olsun rahatlıyor.
Dinlenesi Karsu Dönmez 1990 Hollanda doğumlu caz sanatçısı Karsu Dönmez, etkili sesinin yanı sıra yetenekli bir piyanist, besteci, aranjör ve söz yazarı olarak da biliniyor. Caz, blues, funk ve etnik ezgilere dayandırdığı müziklerini kendi yazıp kendi besteleyen sanatçı, 90’ların unutulmaz parçalarını da eşsiz caz uyarlamalarıyla dinleyicisiyle buluşturuyor. Genç yaşına rağmen oldukça etkileyici ve güçlü bir sese sahip Karsu’nun dinleyenleri, onu dinlerken gözlerinizi kapatmanızı ve böylece kendinizi New Orleans’ta dev bir caz müzisyeninin karşısında hissedeceğinizi söylüyor.
Alihan Samedov Azerbaycanlı balaban virtüözü, enstrümanının insan boğazını düğümleyen buğulu tınısıyla her daim bam telimize vuruyor. Yalnızca balaban değil, bilumum nefesli sazı ustalıkla çalan Samedov’un icralarına ülkemizde ve yurt dışında birçok sinema ve belgesel filmlerinin müziklerinde rastlayabilirsiniz. Ölmeden önce dinlenecek 100 şarkı diye liste yapılsa Alihan Samedov’un “Sen gelmez oldun”, “Qubanın Ağ Alması” ve “Keskin Bıçak” yorumları mutlaka listede yer alacaktır. Tam burada, “Ah mine’l aşki ve hâlâtihi” diye haykırmak istiyoruz. Allah nefesine kuvvet versin.
Bir Tat Edebiyat Her Pazartesi, saatler 21:00’i gösterdiğinde esmer sesli abimiz şair Orhan Haşim Elmalı ile edebiyat tarihinin batığından yakut, zümrüt değerinde çoğumuzca bilinmeyen veya yanlış bilinen doğruları gün yüzüne çıkaran yazar Engin Topuz’un hazırlayıp sunduğu radyo programı. Her programda sordukları soruya doğru yanıt veren kişilere de kitap hediye ediyorlar üstelik. Hediye kitap kazanmak üzere sordukları soruları Google’dan aramaya çalışan bir arkadaşımızın çabasını beyhude çıkardıkları olmuştur, o sebeple sizin de arama motorlarıyla boğuşmanızı istemeyiz. Edebiyata dair nitelikli çalışmalara hasret kaldığımız günlerde yardımımıza yetiştikleri için kendilerine teşekkür ederiz.
İzlenesi Ümid Gurbanov Twitter’da kendisine, “çevirmen değilsem de bir şeyler çevirmekteyim,” diyen abimiz düşünürlerin tarihe geçmiş münazaralarını, televizyon programlarını Türkçemize tercüme ederek büyük bir iş çıkarıyor. YouTube kanalında Kurosawa’nın Oscar Onur Ödülü konuşmasından Canetti’nin ölüm üzerine konuşmasına, Beckett’ın tiyatro hakkında düşündüklerinden Foucault-Chomsky münazarasına kadar her şeyi bulmak mümkün. Ayrıca Gurbanov’un, İthaki Yayınları “minima” serisinden “Kitaplık” ve Ketebe Yayınlarından Fransız düşünür Simona Weil’in hayatını ele alan “Simone Weil” isimli kitap çevirileri de bulunmaktadır.
Memento Jonathan Nolan tarafından yazılmış kısa hikâye “Memento Mori”den uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Jonathan’ın abisi Christopher Nolan’ın yer aldığı bu psikolojik gerilim filmi, IMDB’de tüm zamanların en iyi filmleri arasında 8.5 puan ile 47. sırada yer alıyor. Filmde ucuz otellerde kalıp sadece nakit para kullanmasına rağmen bir iş adamı gibi görünen Leonard Shelby, günlerini karısına tecavüz ederek öldüren kişiyi bulmakla geçiriyor. Tedavi edilemeyen hafıza kaybı ise onun bu macerasında en büyük engel olarak karşısına çıkıyor. 15 dakika öncesinde yaşadıklarını hafızasında kaybeden Leonard’ın yanı sıra izleyici de filmde kullanılan ters kurgu tekniğiyle hafızasını hayli zorlamak durumunda kalıyor.
Kefernahum Boğaz tokluğuna çalışan göçmenler, kayıt altına alınmayan çocuklar ve küçük yaşta evlendirilen kızlar… Kefernahum, toplumsal bir konuya dikkat çekiyor ve şiddeti Beyrut sokaklarında yaşamla boğuşan 12 yaşındaki Zain üzerinden anlatıyor. Çıktığı mahkemede hakimin, neden annene ve babana dava açtın sorusuna, beni bu haksızlıkların olduğu dünya getirdikleri için diyor. Filmin IMDB Puanı: 8,5.
www.baltadergi.com Haziran 2019
33
Bir Ayrılık Seremonisi Öyle bir gittin ki son kez bakmadan Bir damlacık gözlerinden akmadan Gitmeye alışık bir tavrın vardı, Dağ olsa yıkılır, taşsa yanardı. Bu gidişin gidiş değil, vurgundu. Soyha gönül vurgunlara yorgundu. Her çareye çaresizlik ekledim, Ne ardından koştum, ne de bekledim. Kalakaldım işte böyle put gibi, Yandım bittim helak oldum lût gibi. Gayrı gelsen küllerimi bulursun, Ve ellerin saçlarına savursun.
Soner
Ataibiş
Müziği dinlemek için
Yol Yolda bir adam. Kırçıllı hırkasının içinde, Kuru ekmek göbeği. Yeni uyanmış tütünün kokusu… Ne sokulmuş birinin gölgesine, Ne de katılmış hiçbir vakit, hiçbir oyuna On beş yaşında unutmuş gözlerini, Hayatı kir tutmuş tırnaklarının arasında. Bir adam yolda. Yanar da dökmez küllerini, Utanmanın dik âlâsı sefaleti. Yüzüne bile bakmaz içindeki aynaların. Soğuğuna mahkûm demirin, çeliğin Ve de ekmeğin. Duvarların giyinmiş uğultusunu. Adam bir yolda. Bakımsız, bitkin, çaresiz Dudakları yorgun, vücudu eğreti, Sevmemiş, tatmamış sevilmeyi. Kaybetmiş Kaybetmiş Gaybı bilen, Kaybı bilmeyendir.
Suat Çakıroğlu
Müziği dinlemek için
34
www.baltadergi.com Haziran 2019
www.baltadergi.com Haziran 2019
35
N A
BO
ĞA
OTUR
“Babamın yaşadığı yerde Sioux olarak doğdum, halkım ve topraklarım uğruna ölebileceğim için mi bana vahşi diyorlar?”