Balta Dergi 11. Sayı

Page 1

Kültür ve Edebiyat Dergisi

2020

Ocak-Şubat

Sayı:11

René Magritte (1962)

‘‘A la rencontre du plaisir’’

İçimdeki putları devir!

Harun Bora Tunç-Soner Ataibiş-Alper Şahin-Senanur Bedir-Burhan Kâzım Çalık-Bayram Şafak Arslan-Emre Kılagus Denizhan Gültekin-Ümit Aras Dağlı-Emel Karayol-Furkan Özsavaş-Esma Çaldıran-Nur Duygu-Tayfun Öztürk


ISSN 2651-5431 Yıl: 1

İÇİNDEKİLER

Sayı: 11

Ocak-Şubat 2020 İmtiyaz Sahibi

4

Denizhan Gültekin

7 Yazı İşleri Sorumlusu Harun Bora Tunç

8

Cesur Yürek William Wallace Harun Bora Tunç

Hayâlinden Yüreğe Düşenlerdir Soner Ataibiş

Yıldızlar da Gece Vardiyasında Alper Şahin

Hypatia Üzerine Söyleşi

Editör

10

Yeliz Ekşi

14 Dilemma

Senanur Bedir

Burhan Kâzım Çalık

Yayın Kurulu Fatma Dicle Karabınar

15

Alper Şahin Grafik Tasarım Durmuş Ali Gürtoklu

16

Gün Olur Beni Unutursan Yazar: Pablo Neruda Çeviren: Bayram Şafak Arslan & Emre Kılagus

Bir Oyundan Çok Daha Fazlası Denizhan Gültekin

17 Yarabbi

Ümit Aras Dağlı

İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta

18 20 21 22 24

Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla

Koridor Boyunca Emel Karayol

Ruh Furkan Özsavaş

Oldurulmayan Esma Çaldıran

Çocukluk Nur Duygu

Müsayere Tayfun Öztürk

25 Öneri Baltası

birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce toplu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesuliyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.

2

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020


Balta Dergi’den herkese selâmlar. Yeni yılın ilk sayısında yeni yıldan esame taşımayan tek dergi olmakla ne kadar övünsek azdır. Geride bıraktığımız sene içinde yaşadığımız sıkıntılara yeni yılda daha çetinlerinin ekleneceğini umut ediyor ve hepsine birden göğüs germek için ekip olarak hazır bekliyoruz. Bu sayımızda sizlere şiir ağırlıklı bir dosya hazırladık ve Ocak-Şubat sayımızla birlikte iki ayda bir çıkmaya karar verdik. Coğrafyamızın bizleri mahkûm ettiği kısır gündemden, manşetten, ana haber bültenlerinden, popüler kültürden ve magazinden kaçınarak ayakta tuttuğumuz Balta Dergi önümüzdeki ay ilk yılını kutlayacak. Bununla birlikte yeniden matbu olarak sizlerle buluşmanın saadetiyle çağa inat müşerref kalacak. İnternet üzerinden yayınlanan hâliyle bu sizlerle kavuştuğumuz son sayı. Bizleri yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederiz. Mart ayında görüşmek dileğiyle. Zâtınıza hoşça bakınız. Şimdi #BaltaSaplanacak

www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

3


Cesur Yürek William Wallace Harun Bora Tunç

Eylül 2014’te İskoçya, Birleşik Krallık’tan ayrılmak için referanduma gittiğinde elbette yaşı yeten herkesin aklına 1999’da vizyona giren, yalnızca Türkiye’de 1 milyon izleyici sayısına ulaşan Braveheart (Cesur Yürek) adlı film ve İskoç halk kahramanı William Wallace gelmişti. Halk oylaması sonucunda %55,3 “hayır” oyu çıktığı açıklandı. 2 milyon torun, hürriyet için canından vazgeçen atalarını mezarında ters döndürmüş, son nefesiyle “Özgürlük!” diye bağıran bir efsanenin kemiklerini sızlatmıştı. 1270 senesinde veliahtlığının ilk icraatını İngiliz soylularının da desteğini kazanmak için Haçlı Seferleriyle sergilemek isteyen 1. Edward (Uzun Bacaklı), Sicilya’dan gemiye yüklediği askerleriyle Akdeniz’de fırtınaya kapılınca bunun Tanrı tarafından verilen bir mesaj olduğunu düşündü ama bu bozgun, İskoçlar karşısında alacağı yenilgiler karşısında oldukça hafif kalacaktı. 1274’te Westminster’da taç giydi; parlamentonun yetkilerini arttırdı, hukuk sistemini yeniledi. Bununla kalsaydı bugün muhakkak hakkında çok daha iyi şeyler konuşulacak ve yazılacaktı. Neticede yalnızca yarım asır önce kralın Magna Carta Libertatum’u imza ederek hâkim otoritenin yetkilerini sınırlaması, tarihin demokrasi adına gördüğü en büyük adımdı. Edward ise maymun iştahlıydı, ülke toprakları içinde huzuru ve refahı temin etmesi ona kâfi gelmiyordu. Önce Galler’in özerk statüsüne son vererek tamamen İngiltere’ye bağladı, ardından arabulucu sıfatıyla davet edildiği, kralı ve varisi aniden ebedî âleme intikal eden İskoçya’yı tahakküm altına almaya kalktı. Fransa’yla ittifak görüşmeleri yapmaya hazırlanan İskoç soyluların hepsini, yeni anlaşma

4

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

için davet ettiği toplantı salonunda astırdı. Efsaneye konu olan Cesur Yürek’in hikâyesi de böyle başladı. William Wallace, Kral 1. Edward’ın astığı soylulardan birinin oğluydu. İskoçların Wallace önderliğinde İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini konu edinen Braveheart, Amerikan merkez akım sinemasının ünlü başrol oyuncularından Mel Gibson’un ikinci defa yönetmenlik koltuğuna geçtiği yapımdır. Film için yaşlı olduğunu düşünerek yapımcıların başrol teklifini başta kabul etmeyen İrlanda asıllı Gibson, genetik kodlarından olsa gerek Wallace’ın hakkını vermiş ve Cesur Yürek 1995 Oscar Ödül Töreninde En İyi Film olarak seçilmiştir. Hikâye henüz 10’lu yaşlarında küçük bir çocuğun ağabeyi ve babasının İngiliz askerleri tarafından katledilmesinin ardından amcası tarafından himaye edilmek üzere yaşadığı kasabadan ayrılmasıyla başlar. 1956 doğumlu Gibson, Wallace’ın doğduğu topraklara geri döndüğü 20’li yaşlar için oldukça meziyetlidir. Babasının mezarında ona mor renkte bir çiçeği uzatan küçük kız çocuğunu da unutmuş değildir, köydeki düğün eğlencesinde onunla dans etmeyi ihmal etmez. Düğün akşamında ise “ilk gece hakkı” adlı uygulamayla seyirci dönemin vahşeti ve iğrençliği içine biraz daha çekilmek istenir. Esasen bu uygulama tarihçiler arasında halen tartışmalıdır. İlk gece hakkı, Ortaçağ Avrupasında özerk statüyle yönetilen bölgede evlenen kadınla ilk geceyi o bölgeyi yöneten merkezi yönetiminin temsilcisi valinin geçirme hakkına denir ancak dönem araştırmacıları bunun yayılmacı imparatorlukları yermek amacıyla sonradan uydurulduğunu söyler. Wallace da gizli


gizli buluştuğu sevdiği kadın Murron’u her onurlu erkek gibi kimseyle paylaşmak niyetinde değildir ancak yeni bir bağımsızlık girişimi için kapısını çalan köylü dostlarına aile kurmak ve evini geçindirmek niyetinde olduğunu, savaş istemediğini belirtir. Elbette bunu müstakbel kayınpederini memnun etmek için yapmıştır ama halen düzene boyun eğmekle eğmemek arasındadır. Gece yarısı herkesten habersiz Murron’la evlenen Wallace, onunla gün içinde gizlice görüşmeye, aynı çatıyı paylaşmamaya razıdır ancak kasabada gezen İngiliz askerlerinin en biçimsizi karısına tecavüz etmeye kalkınca işler değişir. Olaylar savaştan uzak, kendi hâlinde bir yaşam isteyen William Wallace’ı kanın ve ölümün ortasına çekmiştir. Önce mütecaviz askeri öldürür, ardından ormanda buluşmak üzere kadınını ata bindirerek kaçırmaya çalışır fakat Murron başına aldığı sopa darbesiyle yere yıkıldığı için kaçmayı başaramaz. Yaşananlar üzerine köy ahalisine sitem eden Kont, İngiliz askerine saldırmanın, İngiliz Kralına saldırmakla aynı şey olduğunu söyler ve ahşap kütüğe bağlanan Murron’un boğazını keser. O esnada ormanın içinde karısını bekleyen William olanları az çok tahmin etmiş olsa gerek, köye geri döner. Bu sahne filmin en nefes kesen anlarından biridir. Nalları çamura ağırca basan atın üzerinde İngiliz askerlere bomboş bakan William Wallace ellerini teslim olacakmış gibi açmış, daha sonra başının arkasında birleştirmiştir. İhtimal o ki, masmavi gözleri ölen karısına denk gelince nefretle açılır ve aniden boynundan çıkardığı pusatıyla hücuma geçer. Tek başına hepsiyle baş edemeyeceği âşikardır, on-

daki cesareti fark eden köylüler ellerindeki silahlarla askerlere saldırmaya başlar. İsyan başlamıştır. Kuleyi basan Wallace, Kont’u Murron’u öldürdüğü yere yaslar ve boğazını keserek intikamını alır. Hürriyet için ilk adım karısı katledilen cesur bir erkek tarafından atılmıştır. Her şey bittiğinde ahaliyi derin bir sessizlik teslim alır. Bu sessizliği bozan ise William’ı özgürlük girişimi için toplantıya çağıranlardan biridir. “Wallace’un oğlu!” diye bağırır ve herkes ona eşlik eder. O gün olanları duyan çevre kabilelerin de katılımlarıyla İskoçlar küçük çapta da olsa ordu oluşturmayı başarırlar. William’ı savaşmaya ikna eden asıl sebeplerden birisi de rüyasına giren babasının ona, “Artık özgürsün oğlum.” demesidir. Haklıdır da; keza artık onu sorunsuz yaşam isteğine bağlayan aile kurma düşüncesi ellerinin arasından kayıp gitmiştir. İskoçlar 11 Eylül 1297’de sayıca üstün İngiliz askerlerini Stirling Köprüsü Savaşında bozguna uğratırlar. Bununla birlikte küçük derebeylikleri ele geçirerek Kral’a, “İskoçların artık uğrunda ölebilecekleri bir ülkesi var, kimsenin malı değiller ve özgürler.” mesajı gönderirler. Bu arada İngiliz ordusuna zaman kazandırmak isteyen Kral Edward da boş durmaz, barış için William’a elçi gönderir. Bu elçi sarayın gelini Prenses Isabella’dır. Teklif elbette reddedilir ancak Wallace’dan etkilenen Prenses, onunla birlikte olur ve gebe kalır. Bu, elbette bir kurgudur çünkü Isabella o esnada yalnızca üç yaşında bir çocuktur. Savaş hazırlıkları devam ederken bağımsızlık ateşi öyle büyümüştür ki, İrlandalılar da İskoçlara katılarak İngiltere’ye karşı ittifak kurmayı teklif ederler. Ancak ortada büyük bir sorun vardır. William Wallace, İskoç soyluların deswww.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

5


teğini almadan bağımsızlığa ulaşmanın zorluğunun farkındadır. Bu soylular, emrinde askerler barındıran, ekonomik anlamda güçlü ailelerdir. Wallace’ın ordusundakilerin hepsi ise sıradan birer köylüdür. Bu köylüler savaşmayı sevmekte, özgür olmak istemektedir, cesurlardır ama profesyonellikten çok uzaklardır ve düzenli değillerdir, en önemlisi İngilizlerden daha çok açlıkla mücadele etmektedirler. Savaş neredeyse bütün köyleri yakıp yıkmıştır. Neticede savaş meydanına soyluların destek sözüyle çıkan Wallace ihanete uğrar. Falkirk Savaşında İskoç soyluların çoğu Kral Edward’ın safına geçerek İngilizlerin savaşı kazanmalarına sebep olur. Karşılığında söz sahibi oldukları toprakları genişletme sözü ve bir miktar altın almışlardır. Savaş meydanından sağ çıkan İskoç efsanesi William Wallace’ın yakalanmasına kadar geçen süre içinde ona ihanet eden soylulardan intikam aldığı bilinmektedir. En acısı da ona ihanet edenler arasında müstakbel İskoçya Kralı Robert the Bruce’un da bulunmasıdır. Bu hususta iki görüş var. İlki Bruce’un İngiltere’yle barış yapması ve savaşı daha fazla sürdürmek istememesidir, diğer görüşe göre böyle bir hadise hiç yaşanmamıştır. Braveheart filminde Kral Bruce, babasının telkinleri sayesinde ihanete ortak edilerek aklanmaya çalışılmış ama yine de seyirci ikna edilememiştir. Neticede Edinburg’da tertip edilen komployla Londra’ya teslim edilen William Wallace’ı yakalatanlar arasında o da vardır. Aynı hataya ikinci kez ya ahmaklar ya da

6

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

hainler düşer. 1304’te mahkemeye çıkarılan Wallace’a heyet “vatan haini” sıfatıyla muamele etmiş ve Kral’a bağlılığını bozduğu için af dilemesini istemişti. İki seçeneği vardı, ya af dileyerek kısa yoldan ölecek ya da af dilemeyi reddedecek işkenceyle öldürülecekti. O ise bunu umursamadan, “Kral’a hiçbir zaman bağlılık yemini etmedim.” yanıtını verdi. 23 Ağustos 1305’te biten mahkemenin ardından halkın huzuruna çıkarıldı; kalın iple bacakları ve kollarından gerildi. Atın sırtında boynundan ağaca asıldı, ölmeden yere bırakıldı. İşkenceden bitap düşen vücudu tepki göstermiyor, af dilemesini isteyen sese kulak veremiyordu. Sonunda karnı yarıldı ve bağırsakları ortaya çıkarıldı. Meydana çıkarılırken ona taş fırlatan halk bile merhamete gelmiş, “Haydi, af dile!” diye bağırıyordu ama Wallace yine af dilemedi. Son nefesiyle, “Özgürlük!” diye haykırdı. Vücudu parçalara ayrılarak İngiltere’nin dört yanında ibreti âlem olsun diye sergilendi. Ama belli ki, olmamıştı... William Wallace’ın idam edilmesinden sonra pişmanlık duyan Robert the Bruce arkasındaki ordusuyla İngilizlerin karşısına çıktı. Askerlerine dönerek, “Wallace için kanınızı döktünüz. Şimdi de benim için dökün.” diye seslendi. Robert öyle hırslıydı ki, baltasıyla en önde savaştı. Bannockburn Savaşında İngilizleri yenen İskoçya artık özgürdü. Günümüzde kılıcı Ulusal Anıt’ta sergilenen Cesur Yürek William Wallace’ın son sözü ve tek hayali gibi.


Hayâlinden Yüreğe Düşenlerdir

Bu güzel diyarlarda Ne efsûnî kızlar Maral tek analardan Güneş gibi doğarlar. Her birine vurulmuş Bin yanık yürek ve ben sevgilim Gözlerine kaçarım Bin güzelden geçerek. Ak nergisler açar ovamda Dağlarımda ne ceylanlar saklarım Yıldızlar gülümserken semada Tutup yüreğimin elinden Yüreğine kaçarım

Dereler nasıl akar ummana doğru r Nasıl mahkûmdur geceler gün doğumuna İste ben de öyle mahkûm Öyle meftûnum... O sonsuz ışığından bir katre Ve terinin tuzundan sevgilim... Kuytusunda gümüş gecelerin, bul beni Bul ki yokluğunla solmasın düşler Bul ki göversin kurumaya yüz tutmuş dallarım İşte ben de öyle; Yalnız lûtfun ile yaşarım. Soner Ataibiş

www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

7


Yıldızlar da Gece Vardiyasında Alper Şahin

“Şu pervasız bulutun ettiğine bak!” dedi Zahir, “İki saat önce günlük güneşlikti hava.” Nazlı, “Buluta da mızmızlandın ya…” dedi gülerek. Ardından koluna girdi, omzuna yaslandı Zahir’in. Belediye Sinemasından çıkacakları esnada caddenin su altında kaldığını gördüler. Kısa bir süre duraksadılarsa da, arkalarındaki kalabalığa ayak uydurarak dışarı çıktılar. Karşı kaldırımda bir tentenin altına sığındılar. Nazlı henüz Zonguldak’ın havasına alışamamıştı. Üşüyordu. Zahir yanındakinin titrediğini fark edince, “Mızmızlanmayacak gibi miymiş?” dedi ve al kesmiş olsa da aklığı ayan beyan minik ellerini ısıtmak için avucuna kıstırdı. Kızın gözlerini kapüşonunun altından göremiyordu ama ne denli öfkeli baktığını tahmin edebiliyordu. “Tamam, haklıymışsın.” dedi Nazlı, “Zaten film boyunca söylenen de bendim dimi?” “O konuda haklıydım.” dedi Zahit, “Tavrı, idealleri olan bir şairi, aklı bir karış havada, avare biriymiş gibi göstermişler.” Kızın ellerini sıkarak ve yüksek sesle konuşmasından hiddetlendiği belli oluyordu. Nazlı fevri bir şekilde ellerini çekti. “E film Zahir…” dedi, “Haliyle senaristin prizmasından geçeni izliyoruz. Sen şairi zihninde bu şekilde kurmuşsundur, senaristse o şekilde… Ayrıca seyircinin böylesi bir karakterden hoşlanacağını düşünmüş de olabilir.” Zahir duyduklarından sonra iyice öfkelendi. “Endüstrinin el atmadığı bi’ şairler kalmıştı, o da oldu.” dedi, “Beklentiyle, temenniyle sanat icra edilmez kızım, anladın mı?” Nazlı’nın gözleri dolmuştu. “Anladım canım.” dedi küskünce, “Ayrıca artık benimle usulca konuşmanı istemeyeceğim. Hadi gidelim.” Kızın sesinin titremesi aklını başına getirmiş olacaktı ki, kafasını tenteye dikerek, “Ulan asabiliğe tahammül edemediğini bildiğin halde yine yapacağını yaptın!” diye söylendi Zahir. Ardından özür dilemek mahiyetinde yine elini tuttu. “Hadi bir çay ısmarlayayım.” dedi.

8

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

“Ben yurda döneyim.” dedi Nazlı, “Yarınki ders için hazırlık yapmam gerekiyor.” “Erken daha. Sahilde bir çay içelim, bırakırım seni. Elini tentenin altından çıkardı kız. Yağmur daha çok hızlanmıştı. “Şunun dinmesini bekleyelim bari.” dedi. “Hava iyice kararmadan sahile inelim. Hem Zonguldak’ta yağmurun dinmesi beklenmez ki.” Her şemsiyenin altında birden çok insan yürüyordu. Cadde üzerindeki tentelerin neredeyse hepsinin altına, ıslanmamak için sığınan insanlar birikmişti. Rögar kapakları taşmış, aşağı doğru çamurlu su akıyordu. Sürücüler telaşa kapılmıştı; kimi çabucak eve varma gayretiyle yayalara ve diğer araçlara boş veriyor, kimi de su sızmasından korkarak aracını kaldırımın üzerine çıkarmaya çalışıyordu. Nazlı mümkün oldukça bir balkonun, bir tentenin altında yürüyordu. Zahir ise nasıl yönlendirilirse öyle yürüyor, yağmura aldırmıyordu. Birdenbire durdu. Kız afallamışken, kulağına “844 adım.” diye fısıldadı. Baktı ki yanındaki bir şey anlamadı, “Sen ve ben…” diye devam etti, “Her gün 844 adımlık yolda, tüketmekteyiz ömrümüzü… Bu şiiri daha önce duymuş muydun?” “İlk kez duydum.” diye yanıtladı Nazlı. Ardından kapüşonunu çıkardı, “Kim yazmış?” diye sordu. Dirseği ile burun buruna bir çift iri, kömür gözün meraklıca bakıyor olması, Zahir’i almış götürmüştü. “Hey! Kime diyorum!” “Affedersin.” dedi Zahir, “Ahmet Turgut’un şiiri. 844 adım dediği yol, tam burası işte. Gazipaşa Caddesi… Bu caddede Muzaffer Tayyip ile yürüdükleri zamanların anısına yazmış şiiri.” “Önce film, şimdi şiir… Benim için bu şehir daha da manidar artık.” Yağmur aynı şiddetiyle devam ediyordu. Tıpkı yanındaki gibi Nazlı da aldırmıyor, sığınabileceği bir tente kollamadan öylece yürüyordu. Kafeye varana dek sırılsıklam olmuşlardı. Cam kenarındaki bir masaya oturdular. Gar-


son ne istediklerini sormadan iki çay koşturdu. Nazlı: “Şu şehre geldim geleli ağız tadıyla çay içemedim.” dedi, bardağa bir şeker daha attı, “Hatta kahve de içemedim. Çok acı… Kendim yapınca da acı oluyor, dışarıda içince de.” Yıllar önce İstanbul’dan bir arkadaşı ziyaretine gelmişti Zahir’in. O da çay içerken tıpkı Nazlı gibi sızlanmıştı. Şimdi o aklına gelince güldü. “Yine de ince belli bardağa o kadar şeker atılmaz.” dedi. Üzerinde durmadı Nazlı. Karşısındakinin elini tuttu. Minicik eli, delikanlının avucunun içinde kaybolmuştu. “Az önce okuduğun şiir çok güzeldi.” dedi, “Hikâyesini bildiğim şiirlerden daha çok etkilenirim. Hem sen de çok güzel okudun.” “Her şiirin bir hikâyesi var mıdır? Bilemem. Ama Zonguldak’ta yazılmış her şiirin bir hikâyesi olduğundan eminim. Hem bu şehirde sıradan insanlar şiirleştirilir. Çünkü bu şehirde herkesin bilinmeye değer bir hikâyesi vardır.” Biraz ciddi biraz da şımarık edayla, “Ya senin hikâyen ne yakışıklı?” diye sordu Nazlı. Karşısındaki bir çift mavi gözün buğulandığını fark etti o an. Üniversite sınavına hazırlandığı yıllarını anımsıyordu Zahir. İstanbul’da üniversite kazanmayı, bir daha da bu şehre dönmemeyi istemişti. Kendi bir madenci çocuğuydu; ne oğlunun da kendi gibi olmasını, ne de madenci babası olmayı isterdi. Marmara Üniversitesine kayıt olmuş ve ayrılmıştı bu akordeon sesli sahil kentinden. Gazete okuduğu bir gün, Gelik’te üç madencinin göçükte mahsur kaldığını öğrenmişti. İki madenci ölmüş, diğeri kurtarılabilmişti. Babası da kazanın yaşandığı ocakta işçiydi. Ya kazaya maruz kalanlardan biri de oyduysa? O değilse de muhakkak ki bir hısımıydı; malum, küçük kentti Zonguldak. İlk otobüse atlamış, memleketine gitmişti. Basamakları rengârenk boyanmış merdiveni tırmandıktan sonra, ailesinin de yaşıyor olduğu dik yamaçlı işçi mahallesine varmıştı. Evde kimseyi bulamayınca, yüreği ağzında Se-

miha Teyze’nin kapısını tıklamıştı. Babasının da göçükte kaldığını, şükür ki sağ olduğunu öğrenmiş, hastaneye koşmuştu. Adamın durumu kritikti. Bir süre beynine oksijen gitmediği için bilinci hâlâ kapalıydı. Diğer iki işçinin posta altında ezilerek değil, havasızlıktan öldüğünü de orada öğrenmişti. Ah, ölümün en vahimi buydu işte! Nefes alamadığı için kazmasının sapını dişlerken kulağı patlamış, gözü fırlamış madencileri duymuştu. Bilinci açıldıktan sonra çarçabuk ayaklanmıştı adam. Veremden rahmetli olmuş babasını anımsıyor, yanındakilere onu Amelebirliği Hastanesine götürdüğü günleri anlatıyordu sık sık. Zahir’den başka kimseye, karısına dahi güvenmiyor, hatta bunu dile getirmekten de çekinmiyordu. Nevrotik tavırlar sergilediği anlaşılınca malulen emekli edilmişti. Ne emekli aylığıyla geçinebilmeleri ne de adamın başka bir işte çalışabilmesi muhtemeldi. Hâl böyle olunca da Zahir okulu bırakmış, dönmüştü merdivenler şehrine. Babasının dedesinden, dedesinin ise babasından devraldığı vazifeyi üstlenmiş, kazmacı olarak inmişti madene. “Adımın manasını bilir misin?” dedi avucundaki eli süzerken. Yanıt beklemeden, “Tuhaf bir ad, dimi? ‘Yıldız, parlak yıldız’ manasına geliyor.” diye devam etti, “Babam da benim gibi madenciydi. Gece vardiyasında çalıştığı bir günde doğmuşum. Bir keresinde, ‘Oğlum,’ demişti, ‘senin doğduğun geceye dek haftalar geçmişti yıldızları görmeyeli.’ Gerçi yıldızlar da gece vardiyasında ama onlar göğün üstünde, bizimki yerin altında. Demek ki insan neyin hasretini çekerse, çocuğuna onun adını veriyormuş. Benim hikâyem de bu işte; adım Zahir. Madenci çocuğuyum.” Biri şemsiye satmak için camı tıkladı. Yağmur dinmişti, yine de Zahir camı açtı, bir şemsiye aldı. O esnada sahilde curcuna vardı. Kayalıklarda çingene çocukları çıplak ayakla koşuşturuyor ve bir akordeon o tarafa doğru salınıyordu. www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

9


Hypatia Üzerine Söyleşi Senanur Bedir

Hypatia, Rönesans ressamlarından Raphael’in Atina Okulu adlı tablosunda yer alan tek kadın figürdür, aynı zamanda da Antik dünyanın son bilim insanı olarak bilinir. Peki bir döneme ışık olurken bir anda ışığı söndürülen ve ölümüyle beraber bir çağı karanlıkta bırakan Hypatia kimdir? Hypatia’yı tanımak, tanıtmak ve tekrar felsefenin ışığıyla görünmesini sağlamak adına Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesinde Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olan, Kasım 2019’da organize ettiği “2. Uluslararası Kadın Felsefeciler Kongresi”ni Hypatia’ya adayan, ve daha önce de Hypatia hakkında makaleler yayımlamış Prof. Dr. Hatice Nur Erkızan ile bir röportaj gerçekleştirdim. Öncelikle merhaba. Bu röportajı gerçekleştirmek için beni ağırladığınız için teşekkür ederim.

10

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

Sevgili Sena, ben bilimler arasında ayrım yapmam. Aslında bilimler geçmişte de felsefe altında içeriliyordu; felsefenin anlamı da bilmeyi, anlamayı sevmektir. Dolayısıyla bilmeye ve anlamaya karşı göstermiş olduğun bu ilgiden, içtenlikten ve duyarlılıktan dolayı ben sana teşekkür ediyorum. Hypatia’nın hayatından konuşmadan önce onun yaşadığı coğrafyadan bahsetmek onu anlamaya yardımcı olacaktır. 5. yüzyıl İskenderiye’sini tarihi, dini, ve politik açıdan özetleyebilir misiniz? Elbette. Ve bu gerçekten önemli ve güzel bir soru. Aslında İskenderiye kenti hem bilimsel açıdan, bilimsel çalışmalar bakımından, bu çalışmaların merkezi olması bakımından; hem de dini, kültürel ve tarihsel bakımdan çok önemli bir şehir olmuştur. Tarihsel kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla İskenderiye M.Ö. 332 yıllarında kurulmuş. İskender, kurduğu kente kendi adını veriyor. Fakat İskender’in hayatı savaşlarla ve coğrafyadan coğrafyaya koşmakla geçiyor. Birkaç yıl sonra da zaten İskender hayatını kaybedip kenti komutanlarından birisine bırakmıştır. Fakat yine tarihsel kaynakların bize anlattığı kadarıyla bu komutan savaşmayı pek sevmiyor, bilimi ve felsefeyi seviyor. Tarihte böyle durumlar pek görülmez ama evet, hiç görülmez değil. Böyle bir şey İskenderiye’de yaşanmış durumda. (Gülüşmeler) Dolayısıyla İskenderiye’de bir kütüphane kuruluyor ve bir araştırma merkezi söz konusu. Bu araştırma merkezi gerçekten de bugünle kıyasladığımızda bize hayal etmesi çok zor gelen bir merkezdir. Öyle ki bu kütüphanede bazılarına göre 900 bine yakın papirüslere yazılmış el yazmaları bulunuyordu. Sen de İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olduğundan, İngilizce’deki paper teriminin de papyrus’tan geldiğini bilirsin. Elbette. İşte böyle rakamları belirsiz, kesin bir şey söylemek


zor, olsa da içinde oldukça fazla değerli el yazmaları içeren zengin bir kütüphane var. Öte yandan da bir araştırma merkezi var. Bu araştırma merkezinde matematikten fiziğe, biyolojiden kimyaya neredeyse bilimin bütün alanlarında çok önemli çalışmalar yapılıyor ve Öklid, Arşimet ve elbette Hypatia gibi çok önemli isimler yer alıyor. Örneğin anatomi ve anatomik çalışmalar ilk kez buradaki merkezde uygulanıyor. Otopsi ilk defa bu merkezde yapılıyor. Ayrıca birçok teknik araçların da, hatta ilk robot denemesinin de yine burada yapıldığı da söyleniyor. Burada ünlü astrofizikçi Carl Sagan ve yaptığı çalışmalar gerçekten de çok ama çok önemli. Bize bu merkezi çok iyi tanıtıyor. Bu açıdan baktığımızda İskenderiye gerçekten de aydınlanmanın tarihsel olarak en önemli duraklarından birisi olarak karşımıza çıkıyor. Peki 5. yüzyılda, yani Hypatia’nın da yaşadığı dönemde inanç savaşlarının merkezi haline dönen İskenderiye’de kadının toplumdaki konumu için neler söyleyebilirsiniz? Bu da gerçekten çok güzel ve çok güzel düşünülmüş bir soru. İskenderiye’de birçok ulustan insanlar var, homojen bir toplum yok. Yahudisi var, Hristiyanı olacak, Paganlar var… Dolayısıyla hakikaten kültürel açıdan çok heterojen bir yapıya sahip. Fakat kadına İyonya’nın, bugün bizim üzerinde yaşadığımız toprak olan Batı Anadolu’nun, aksine hemen hemen insan muamelesi yapılmıyordu. Bir şey paylaşmak isterim: Atina’da kız çocuğu doğuran kadınlar kocalarının gözlerine bakmamalıydı, bu bir gelenekti.

Çünkü bir bakıma bu, kadının erkekten özür dilemesini ifade ediyordu. Atina’da durum böyleydi. İyonya’da durum bambaşka, mesela Antik Anadolu felfesesi içerisinde yer alan kadın filozofların başında Aspasya gelir. Dolayısıyla İyonya’da durum çok farklıydı. İskenderiye’de de durum oldukça farklıydı çünkü birden fazla dinsel, kültürel ve politik gelenek vardı. Ama şu kadarını söyleyebilirim, kadın gerçekten de tercih yapmayı düşünemeyen yani akılsız bir varlık olarak görülüyordu ve aslında o bir maldan başka bir şey olarak kabul edilmiyordu. Bu durumda Hypatia’nın kalkıp da çok önemli bir okulun başında 15 yıl kadar kalması gerçekten de takdire şayan bir durum. Burada ben bu ve benzeri durumları ifade etmek için kullandığım bir düşüncemi ifade etmek istiyorum: kavrayış, koşullardan önce gelir. Hypatia, evet, böylesi bir kültürel ortamda doğmuştur. Kız çocuğu doğuran kadınların sorumlulukları gereği eşlerinin gözünün içine bakmadıkları bir ortamda 10-15 yıllık kadar bir süre boyunca çok önemli bir bilim merkezinin başkanıydı. Dolayısıyla koşulların önemli, fakat kavrayışımızın daha önemli olduğunu söylemek gerekir. Kavrayışımızın ne anlama geldiğini soracak olursak hiç kuşkusuz bu felsefedir, hayata felsefe ve aklımızla bakmak çok önemli. Yani çok farklı bir konumda kadınlar İskenderiye’de ama bakın bu koşullarda bir Hypatia ortaya çıkabiliyor. İstisnalar önemliyse ki bence çok önemli, çünkü Hypatia gibi bir istisna olmak çok önemli. Böyle bir dönemde dünyaya gelen ve son sözlerinizin sebebi olan Hypatia kimdir? Hypatia M.S. 370 ile 415 yılları arasında yaşadığı söylenen fizikçi, matematikçi, filozof ve astronomdur. Doğum tarihi konusunda çelişik bilgiler var ama yaklaşık olarak bu bilgileri verebilirim. Hypatia, babası Theon tarafından yetiştiriliyor ki babası da bugünkü durum içinde söyleyecek olursak üniversitede bir hoca, bir bilim insanı diyebiliriz. Fakat yine bazı kaynakların söylediğine göre Hypatia daha 13 yaşında bugünkü uygulamayla matematik profesörü diyebileceğimiz bir konuma gelerek bilimde babasını geçiyor. Ve Hypatia Yeni Platoncu felsefe geleneğine bağlı. Fakat şunu belirtmem gerekir ki Hypatia Yeni Platoncu felsefe geleneği içerisinde yer alır ama Yeni Platonculuğun mistisizme dayanan bir kolu da vardır ancak Hypatia burada değil. Hypatia Yeni Platonculuğu daha çok matematik üzerinden ele alan, doğa bilimlerini matematik üzerinden biçimlendiren bir kişidir. Yine Carl Sagan’ın söylediğine göre Kopernik’i ve Kepler’i etkileyen, en az onlar kadar ilgili alanda önemli çalışmalar yapmış birisidir. Dolayısıyla “insan koşullarının ya da döneminin ürünüdür” lafı genel olarak kabul edilebilir, fakat ben zaten genel olarak kabul edilen çok şeyi doğru kabul etmem. Öyle olsaydı Hypatia’yı harcamam gerekirdi, oysa Hypatia elbette harcanacak birisi değildir. Şunu da eklemem gerekir, felsele tarihi üzerine yazılan kitaplar Hypatia’dan newww.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

11


redeyse hiç ama hiç söz etmez. İlerici olduğunu söyleyen Russell bile bir cümle ile Batı felsefesi tarihinde Hypatia’yı matematikçi olarak anar. Dolayısıyla Hypatia bu anlamda öyle bir fenomen ki aslında hem kadın olması hasebiyle hem de filozof olması hasebiyle iki kez kurban edilmiştir diyebiliriz. O dönemde kadınların mal olarak görülmesinden ve tek görevlerinin erkek çocuk dünyaya getirmek olmasından bahsettik. Bu görüşün kabul edildiği bu dönemde babasının Hypatia’yı kendi yolundan yetiştirmesiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Biraz önce ifade ettiğim gibi ben hayata genellemelerle ilgili bakmanın bizi çok yanıltacağını düşünüyorum. Hypatia’nın babası bir doğa bilimci, bir matematikçidir. Tabi o dönemde bilimler ayrımı yoktur, bilimin bütün dallarıyla ilgileniyordu. Bir Aristoteles yorumcusu şöyle der: “doğa bilimcinin erdemi doğayı anlamaktır”. Hypatia’nın babası Theon, annesi ve kardeşi olup olmadığı hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Vurgulamak isterim ki Hypatia’nın babası bir doğa bilimci veya daha felsefi bir dille ifade edecek olursak anlamayı ve bilmeyi hayatın erdemi olarak gören biri olması sebebiyle zaten o dönemin yığınlarına ait olan düşünceden ayrılmış olmalı. Dolayısıyla babası tarafından yetiştirilmesi ve böyle bir dönemde böyle iyi yetiştirilmesinin bana göre başka şekilde açıklamamız da pek mümkün görünmüyor. Anlamak insanın kendisini de değiştirir, evreni de değiştirir ve elbette hayatı da değiştirir. Voltaire, Hypatia için “bağnazlığın kurbanı; öl-

12

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

dürülmesi ise Yunan tanrılarıyla beraber, sorgulama özgürlüğünün de ortadan kalkışın simgesidir” demektedir. Sizce Hypatia felsefe tarihi açısından nasıl bir öneme sahiptir? Teşekkür ederim bu önemli ve güzel soru için de. Elbette bu soruyu birkaç açıdan yanıtlamak gerekir. Bir, felsefe tarihi ideolojiden bağımsız ele alınamaz. Felsefe kitaplarını yazanların neredeyse tamamının erkek olduğunu hatırlayacak olursak tarihi yazının da kim olduğunu sorgulamamız gerekir. Şunu da eklemem gerekir, tarih yazıldığı gibi olabilir ama tarih, hayatı yaşandığı gibi yazmayabilir. Burada ideoloji devreye girer. Neredeyse hiçbir felsefe tarihi kitabında Hypatia’nın adının geçmemesi aslında bu gizli ideolojiyi çok açık biçimde gösterir. Ben felsefe tarihi çalışıyorum ve elbette feminist felsefe üzerine de çalışmalarım var. Felsefenin ilk şehidi olarak Sokrates dile getirilir, öğrencisi Platon onun için diyaloglar yazar. Fakat Hypatia için bırakın diyaloğu, kimse bir şey yazmamıştır. Bu bize aslında felsefenin işleri hakkında da çok önemli şeyler söyler diye düşünüyorum. Nasıl ki bir doğa bilimcinin görevi varlığın kendisini anlamak, varlıkla bağ kurmak ise aslında bir insani bilimcinin ve genel anlamda da bir felsefecinin görevi hayatın sorgulanmasını gerçekleştirmektir. Bu bakımdan felsefenin kendi dogmatizmini yenebilen tek entellektüel etkinlik olduğunu söyleyebilirim. O nedenle belki de felsefe doğa bilimlerinden günümüz içerisinde daha önemlidir. Carl Sagan’ın yapmış olduğu belgeselde İskenderiye’nin muhteşem bir araştırma merkezi olmasına ragmen ayakta kalamamasına ilişkin öne sürdüğü düşünceler de bu bakımdan önemli. Çünkü doğa bilimciler varlığı anlamak için büyük bir çaba sarf ediyor ama doğa bilimciler veya orada araştırma yapanlar sosyal bir kanser olarak niteleyeceğimiz kölelik hakkında, kadının bir mülk olarak görülmesi hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. İşte bilginin yalnızca varlıkla sınırlandırılmasının bizi nasıl bir darlığa ve sıkıntıya yol açacağını bence bu tarihsel örnekten hareketle ele alabiliriz. Şunu diyebilirim, bugün felsefe gerçekten de sosyal kanserlerden birisi olan cinsiyet ırkçılığını gündeme getirdiyse ve bununla mücadele ediyorsa, artık bugünkü felsefenin daha önceki felsefeden çok başka olduğunu söylememiz gerekir. Tekrar etmek isterim, felsefede “dogmatizm” diye bir şey yok ama felsefenin en önemli özelliği kendi dogmatizmini yenebilme kapasitesine sahip olabilmesidir. Bu bağlamda felsefe tarihi kitapları Hypatia’yı unutarak aslında bir günah işlemişlerdir. Aynı zamanda Hypatia öldürülerek de insanlığa karşı bir günah işlenmiştir. Yani Hypatia hem bir filozof hem bir kadın olarak kurban edilmiştir. Bu bakımdan Hypatia’nın ele alınması gerekir, üzerinde düşünülmesi gerekir. Hypatia hakkında Türkçeye bazı kitaplar çevrildi, bunlara Maria Dzielska’nın İskenderiyeli Hypatia kitabı, ve 2017 yılında Edward Watts’ın Oxford’dan çıkan çalışmaları örnek ola-


rak gösterilebilir. Dolayısıyla bu konudaki çalışmalar da artıyor. Biz de Türkiye Kadın Felsefeciler Topluluğu olarak zaten hem evrensel bağlamda hem de Türkiye bağlamında kadın filozoflar üzerine konuşmayı, tartışmayı ve düşünmeyi sürdüreceğiz. Peki yaşamı boyunca ürettikleri, ölümü ve öldürülüş şeklinden ve “kadın felsefeci yoktur” mitini ortadan kaldırmasından da biraz detaylı olarak bahsedebilir misiniz? Bundan söz etmemiz için aslında biraz da İskenderiye Kütüphanesi ve araştırma merkeziyle ilgili de birkaç şey söylemek gerekir. Bazı kaynaklar bu kütüphanenin dört kez yakıldığını, bazı kaynaklar üç kez yakıldığını söylüyor. Bir anlatıya göre Hypatia’nın vefatından bir yıl sonra yakılıyor, bir söylentiye göre Jül Sezar yakıyor, bir söylentiye göre Hristiyanlar yakıyor ve bir hafta boyunca kütüphanedeki kitaplarla İskenderiye hamamlarının ısıtıldığı söyleniyor. Bazıları da Hz. Ömer’in yaktığını söylüyor. Dolayısıyla bunların hiçbiri kesin değil ama bunları anmak istedim çünkü İskenderiye Kütüphanesi’nden bize neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Dolayısıyla Hypatia’nın çalışmaları hakkında da kesin şeyler söylememiz biraz zor. Fakat ciltler dolusu koni kesitler üzerine yazdığını dolaylı yollardan da olsa biliyoruz. Gezegenlerin elips şeklinde döndüğünü ispatlayan çalışmaları olduğunu biliyoruz. Fakat bunların hiçbiri kesin değil. Yine Carl Sagan diyor ki, eğer İskenderiye Kütüphanesi yanmasaydı, araştırma merkezi yerle yeksan edilmeseydi belki bugün gezegenler arası yolculuğumuz mümkün olabilirdi. Düşünebiliyor musunuz? Tabii şimdi bu kütüphanenin, araştırma

merkezinin yerine bir kütüphane yapıldı 2002 yılında ve içinde 8 milyon civarında kitap olduğu söyleniyor ama bugünkü bu merkezin milattan önceki ve sonraki durumlarıyla karşılaştırılması pek de mümkün değil. Dolayısıyla Hypatia’nın ürettikleri hakkında kesin bir şeyler söylememiz pek mümkün değil. Ölümüne gelince, gerçekten de insanlık dışı bir ölümle karşılaşıyor. Bu konuda yine anlatılar farklılaşabilir ama hiçbir anlatı Hypatia’nın vahşice katledilmesini dışarıda bırakmıyor. Hypatia ders vermeye veya araştırma yapmaya giderken bir grup Hristiyan tarafından yakalanıyor, çırılçıplak soyuluyor, etleri kemiklerinden istiridye kabuklarıyla ayrılıyor, kolları bacakları kesiliyor, organları birbirinden ayrılıyor. Bilginin, felsefenin peşinden gidenlere ders olsun diye yakılıyor. Dolayısıyla korkunç bir ölüm. Bu ölümün kendisi bile aslında hem bilim üzerine hem Hypatia ve kadın üzerine düşünmemiz için gerçekten de yeterli. Sokrates’e bakar mısınız, baldıran zehrini içiyor, dostları ve arkadaşları onu kurtarmayı teklif ediyor ama Sokrates Atina’nın yasalarına karşı gelmeyeceğini söyleyerek 70 yaş civarında hayata gözlerini yumuyor ama felsefenin ilk şehidi olarak kabul ediliyor! Hypatia’nın karşılaştığı bu alçakça ölüm karşısında “filozoflar” susuyor. O nedenle ben şunu derim, felsefesi olmayan bir felsefe tarihinin pek de bir önemi yoktur. Bir felsefe tarihçisi felsefesi olmayan birisi değildir. Hayatın yaşandığı gibi yazıldığını söyleyebilmek için sizin hayata karşı bir duruşunuz, bir kavrayışınız olmak zorunda. Felsefe tarihi ansiklopedik bilgilerin aktarımından ve geçmişe ait düşüncelerin toplamında ibaret değildir. Bir diğer önemli nokta “kadın felsefeci yoktur” miti. Benim zamanımda (ben Ege Üniversitesi Felsefe mezunuyum) şu konuşulurdu: “bilimle ve felsefeyle uğraşan kadın yoktur ama ileride özgür bir toplum gerçekleştiğinde bilim ve felsefeyle uğraşan kadınlar olacaktır”. Bir grup bunu söylerdi. Bir grup da zaten kadının bilim ve felsefe yapmaya elverişli olmadığını iddia ederdi, hafif utanarak olsa da. Ama her iki anlatıda da kadının olmadığını söyleyebiliriz. Hypatia bu bakımdan önemli. Ayrıca felsefe tarihçilerinin yaptığı açıklamalara göre ki ben de bu konuda felsefe tarihi kitabı yazdım, Antik Yunan’da en az 30 kadın filozoftan söz edebiliriz. Bunların başında Hypatia, Aspasya ve Krotonlu Theano’yu unutmamak gerekir. Sorularım bu kadar. Benimle böylesine önemli bir konuda konuştuğunuz için teşekkür ederim. Bu güzel söyleşi için Sevgili Sena, sana çok ama çok teşekkür ediyorum. Seninle bu ve benzeri konuları ele almak beni gerçekten de çok mutlu etti. Eğer biz bugün bilim, felsefe yapıyorsak, üniversitede bulunuyorsak bu aslında Hypatia’nın kızları olmayı sürdürme mücadelemizden dolayıdır. Ben bu anlamda kendimi Hypatia’nın kızı olarak görüyorum. Sen de kuşak olarak, bir Cumhuriyet kızı olarak Hypatia’nın çok tatlı bir torunu olabilirsin! www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

13


Dilemma Ne kopuk bir iz, ne yarım bir havadis muştusu işitilmez yok mutlu haberler ebemkuşağının ufukta çizdiği kavis suskun dilleri lâl ötelerden gelenler. kapalı kapı üstünde adreste bulunamadı notları komşular ne zamandır eve uğramadı diyorlar bahçeyi bakımsızlık tarumar etmiş ayrık otları sokak kedileri inleyerek pencereyi seyrediyorlar. bir türlü sevememişti benim doğup büyüdüğüm onunsa çalışmak için zorunlu yaşadığı bu şehri özlüyordu memleketinin portakal kokan caddelerini doğanın mucizesi Seyhan nehri gözlerinin içi gülerdi anlatırken kızıl saçlı kız Çukurova’nın bereketli topraklarını yeşilliğini Toroslar’da yörük çadırlarını şenliklerini insanının kendine has kişiliğini. pamuk toplayan rençperlerin elleri nasır kavruk yüzlerinde gülücükler açarmış hasat zamanı çoluk çocuk gidilir şen şakrak geçermiş günler asırlardır süren sevinciyle Türkmen çağanı. öyle vurgun, öyle derin bir ses tonu vardı ki konuştuğunda bir meleği işittiğimi sanardım bazan dokunaklı şiirler okurdu ezberinden bir masal anlatsa olmazlara kanardım. ne kopuk bir iz, ne yarım bir havadis muştusu işitilmez yok mutlu haberler ebemkuşağının ufukta çizdiği kavis suskun dilleri lâl ötelerden gelenler. bir tarafım sevginin peşinden git bir tarafım zamana bırak; dilemma Nihan ismiyle müsemma..

Burhan Kâzım Çalık

14

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020


Gün Olur Beni Unutursan

Beni bir kere dinlemeni isterim. Nasıl olduğunu bilirsin aslında: Bakınca penceremdeki yavaş sonbaharın Kristal ayına, kızıl dalına; Dokununca ateş kenarından Ele gelmez küle Ya da buruşuk oduna, Sana gelirim. Sanki var olan her şey, Koku, ışık, madde, Küçük birer tekneymiş de Beni bekleyen küçük adalarına Yelken açıyormuş gibi.

E peki şimdi ne olacak? Şimdi sen dirhem dirhem beni sevmeyi bırakırsan, Ben de seni sevmeyi bırakacağım dirhem dirhem… Eğer hemen beni unutursan, Beni aramazsan, Ben çoktan seni unutmuş olacağım… Eğer boylu boyunca düşünürsen hayatımdan geçen o sancak rüzgârlarını, Karar ver hayatımdan neler geldi neler geçti… Eğer niyetliysen beni bu kıyıda bırakmaya; Köklendiğim kalbinin kıyısında ve köklerimin en derinde yer aldığı bu yerde, Unutma! O gün, O saat, Kollarımı kaldıracağım. Köklerimi kopartacağım. Ve yeni kalplere köklenmeye yol alacağım… Ancak, Eğer her gün; Her saat, Kaderinde yazılı olduğumu hissedersen karşı konulmaz bir aşkla, Eğer her gün bir çiçek beni aramak için tırmanırsa dudaklarına, Ah benim sevgilim, ah benim bir tanem… Bilmelisin ki içimdeki o ateş hala harlanıyor, Benim aşkım senin aşkınla besleniyor. Ve sen yaşadığın sürece de sönmeyecek, Senin kollarında yaşayacak. Benim kollarımı bırakmadan…

Yazar: Pablo Neruda Çeviren: Bayram Şafak Arslan & Emre Kılagus www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

15


Bir Oyundan Çok Daha Fazlası Denizhan Gültekin Yeryüzünde ayak basmadık ada parçası ve sömürülmeyen toprak bırakmayan gözü aç İngiliz milletinin icat ettiği, on birer kişilik iki takımın birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girdiği ve yalnızca ülkemizde güzel olmayan bir oyun: futbol. Oynandığı ilk günden bugüne kadar herkes ona farklı anlamlar yükledi. Uğruna şarkılar yazılıp söylendi, dünyanın dört bir yanındaki yoksul çocukların umudu oldu ve bazen bir şehri, bazen de koca bir ülkeyi ikiye böldü- İskoçya’da Katolikler ve Protestanlar, Romanya’da polis ve askerler, İspanya’da kralcılar ve cumhuriyetçiler, işçiler ve zenginler. Kuralları basitti. Meşinden yuvarlağı yalnızca ayak ve kafa vuruşlarıyla karşı kale çizgisinden rakibinden daha fazla sayıda içeri sokan takım müsabakayı kazanıyordu. Hayatları boyunca sürekli baskı altında yaşam sürmüş olan topluluklara kendini ifade etme fırsatını tanımıştı bu yeni oyun. Böylelikle her mahalle, her şehir sesini duyurabilmek adına kendi takımını kuruyordu. İngiltere’nin önemli liman kentlerinden olan Liverpool kenti de 1878 yılında önce St. Domingo Football Club adında bir takım kurdu. Bir yıl sonra kulübün adı Everton Football Club adını aldı. Şehrin diğer futbol takımı olan Liverpool’un ilginç bir kurulma hikâyesi vardı. 1892 yılında, stadın sahibi John Houlding ve Everton arasında yaşanan ihtilaftan dolayı kurulan kulüp önceleri rakibinin renklerini kullansa da 1894 yılında beyaz şortun üzerine kırmızı forma giymiş ve ismini “Kırmızılar” olarak telaffuz ettirmeye başlamıştı. Aynı şehirde kurulan iki farklı kulüp, kenti tıpkı Mersey nehri gibi ikiye bölmüştü. Kraliyet destekçileri Everton’ı, liman işçileriyse Liverpool takımını desteklemeye başlamıştı. … Tarihler 9 Nisan 1975’i gösterdiğinde, Ian Rush ve Kenny Dalglish gibi takımının efsanelerinden olacağından habersiz bir bebek dünyaya gözlerini açmıştı. İsmi Robert Bernard Fowler olan bu genç, altyapısında yetiştiği kulüple ilk sözleşmesini 1993 yılında imzalamıştı. Gol yollarındaki ustalığı sebebiyle kendisine “golü koklayan adam” denilmişti. Robbie de attığı usta işi gollerle takımını sırtlamaya devam ediyor ve kendisine takılan lakabın ne kadar da doğru olduğunu herkese gösteriyordu. … 1995 yılına gelindiğinde işverenler, 80 tane genç liman işçisinin işine son vermeyi düşünmüş, sendika yetkilileriyle yapılan görüşmeden de bir sonuç alınamamıştı. Çalışanların işten çıkarılmasına tepki olarak yaklaşık 500 işçi tepki göstermiş ve liman

16

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

girişini kapatmıştı. Direniş çağrısına diğer işçiler de sessiz kalmamış destek vermişlerdi. Çalışanların kısa sürede kenetlenmesi işverenleri tedirgin etmiş, şehir dış dünyadan izole edilmeye çalışılmıştı. Yirmi sekiz ay sürecek ve Avrupa’daki en uzun işçi ayaklanması olarak tarihe geçecek bu olayda yine en fazla zararı işçiler görecekti. Yalnızca insani şartlarda çalışmak isteyen liman emekçileri, çareyi tuttukları takımın oyuncularında, o şehrin çocuklarında bulmuştu. Fowler’ın takım arkadaşı, aynı zamanda kendisi de işçi bir ailenin evladı olan Steve McManaman’a tişört getirip gol attıktan sonra kameralara o tişörtü göstermelerini rica etmişlerdi. Steve, konuyu Fowler’a açmış, takım arkadaşı da seve seve kabul etmişti. … 6 Mart 1997 tarihinde Kupa Galipleri Kupası Çeyrek Final müsabakasının ilk karşılaşmasında iki takım da birer gol bulmuş, maç berabere bitmişti. Eşitlikle sonuçlanan ilk maçın ardından Liverpool, evinde Norveç temsilcisi Brann Bergen takımını başlangıçtan bitiş düdüğüne kadar iyi bir oyunla 3-0 mağlup etmiş ve yarı finale yükselmişti. Biri penaltı olmak üzere maçta iki gol atan Robbie Fowler, çoğunluğunu liman işçilerinin oluşturduğu KOP tribünün önündeki kameralara formasının altındaki “500 Liverpool liman işçisi Eylül 1995’ten beri işsiz” yazılı tişörtü göstermiş ve yirmi iki yaşındaki bu bıçkın delikanlı liman işçilerinin sesini tüm dünyaya duyurmuştu. Usta golcü, maçtan sonra verdiği “siyasi” mesaj sebebiyle UEFA tarafından para cezasına çarptırılmıştı. Ancak Robbie için bu tişört hâlâ gurur sebebiydi. Kırmızıların efsanesi, kramponlarını astıktan sonra kaleme aldığı otobiyografisinde McManaman’ı ve bu olayı hatırlatarak “Şehrimize olan borcumuzu ödedik,” demişti.


Yarabbi Ümit Aras Dağlı

Yarabbi, Koynumda yaş Avuçlarımda yara kabukları biriktirdim. Savurduğun kuyuna aşığım, amenna Ama umut; Bu çağın Âdem’inden Bu çağın Havva’sından umut, Bir küfür gibi geliyor bana. Senin yarattığına zulüm yazar mı kitabında? Ali’yi sırtından vuranlarla bir mi benim imanım? Boynumun büküldüğü o sofralarda kim doydu, Kim andı seni tok karnıyla? Biz andık seni sancıyan karnımızın uğultusuyla. Yarattığına kıymayı bilirim elbet;

Bilirim bir beşer kalbi deşmeyi Ve bilirim dişimle et kesmeyi. Ama böyle inanmadım ben rahmetine. Yarabbi! Ya tez vakit görkeminde dindir Payıma düşen soluğu, Ya kuyuma taş yağdır o ebabillerinle. Sabrımın sınırında merhametimi Vurdular bilesin, İçimdeki Yusuf ’a kıyıyorlar duyasın.

www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

17


Koridor Boyunca Emel Karayol

Müdür kapıyı bir hışımla açıp içeri daldığında ben, ancak kendime ulaşan bir sesle vatan haini bir şairden bahsediyordum. Suçüstü! Bir süre kapının önünde durup kısık gözlerle sınıfı süzdü. Kolları iki yana sarkık, topukları üstünde birkaç kez yaylanarak avurtlarını şişirdi. Öğretmen masasına doğru yürüdü, sınıf defterini inceledi, memnuniyetsizlikle kapattı. Konu hanesi neden boştu? Sıra aralarında dolaşıp öğrencileri tek tek inceledi. Saç, sakal ve üniforma; bu dersin bir defteri, kitabı yok muydu, konunuz neydi? Konumuzu bilen yoktu. Konumuz, ağız kenarında alaycı bir dudak kıvrımıydı. Arka sıralarda uyuyan birkaç öğrenciyi ense köklerine indirdiği tokatlarla uyandırdı. Her sabah merdiven başında yapılan sunturlu konuşmalardan birini öfkeyle tekrar etti. Kapıyı kapatmadan çıkıp gitti. Tahtanın önünde odağı kaybedilmiş bir nesne gibiydim. Nerede kalmıştık’ığımın hiç umursanmayan bir yerinden devam ettim: At başlık ŞAİRİN ŞİİRLERİNDE BİÇEM. Bir şairi daha öldürerek çıkıyorum sınıftan. On dört yüzyılı aşan edebiyat tarihi çantamda, gövdem ağırlığıyla sola doğru eğik. Müdürün odası sağ tarafta. Kapı kapalı. Yelteniyorum. Odasında değil, diyor memur. Öğrenciler merdivenlerden üçer beşer atlayarak iniyor. Tuvaletlerden sigara kokuları şimdiden yükselmeye başlamış. Birazdan makine atölyelerindeki öğrenciler de tuvalete teneffüse gelecekler. Müdürün, öğretmenlerin odasına kadar sinecek sigara kokusu. Yürürken yirmi beş yıldan beri omurgamda taşıdığım acıyı daha fazla hissediyor, günün akşama erip ermeyeceğini düşünüyorum: At başlık TECAHÜL-İ ARİF! B u gece ay gökte açık kalan bir pencere gibi. Metal sınıfı öğrencilerinden birkaçı öğretmenler odasının kapısını zapt etmiş. İçeri girmem için çekilmeleri lazım. Müsaade istemeye takatim yok.

18

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

Yılışık, çekiliyorlar beni görünce. İçlerinden en baskını, kavlak dudaklarını yalayarak sırıtışını kulaklarına doğru sündürüyor. Uzun boylu, bön: Bizim okulun fotosel lambaları kesin bu karıyı görünce yanıyor. Birbirlerine abanarak kahkahalara boğuluyorlar. Kapıyı kapatıyorum. Oda homurtularla çalkalanıyor. Televizyonda kriminal bir programın asabi sunucusu ahlak düzgülerimize en uygun konuşmalarından birinin doruğunda. Son sözleri alkış tufanının kurbanı. Olurlar, olmazlar, sallandırmalar, kesmeler, cık cıklar, tüh tühler… Fotokopi makinesi ağır kapağının altında fosfor yeşili ışığını saçarak vınlıyor. Zevzek sohbetler ağızları yararcasına açıyor, kahkahalar kapalı pencerelerden sızamadıkları için örs, üzengi ve çekiç sarsılıyor. Demir, ahşap masa, gırtlakları sıkan kravatlar, topuklu ayakkabılar: Tak tak tak! Masanın üstüne bir el kırılasıya iniyor: Güm! Kâğıtlar zımbalandı. Şimdi elime bir çekiç alıp bütün kâğıtları, kitapları, ağızları, elleri, gömlekleri, etekleri duvara çivilemek istiyorum. Beton ve kulaklarıma yapışıp kalan son kahkaha artığı, sürüklüyor midemin içinde ne varsa yukarı doğru. Buğulanmış camlardan bir parça mavi gökyüzü, bir dal yeşil, bir duru su görmem imkânsız. Daralıyorum: Ruhum körlüğe fırlıyor. Bu karanlıkta ruhumun üzerine kar yağdığını düşlüyorum bir an. İlahi anlatıcı, bunların tebeşir tozu olduğunu fısıldıyor kulağıma. Her şey değişip akmada, bu hâl beni hayran bırakmada. Çayımı doldururken istemsiz bir ‘’Of Heraklit!’’ fırlıyor ağzımdan. Kimse duymuyor. Verilen son yemek tarifini duymamak için büyük bir direniş gösteriyorum. Örs, üzengi ve çekici unutmalı. Artık sağırım: Tebeşirli ellerimi beyaz önlüğüme silip ruhumu fırladığı karanlıktan yakasına yapışarak çekiyorum, koridor boyunca sürükleyip okul kapısından dışarıya fırlatıyorum.


Son aldığım tütün fazla keskin, boğazımı yakıyor. Duman, okulun önündeki göle doğru savruluyor, kıyıdaki salkım söğüdün dallarının arasından geçerek bir martının kanadının altına siniyor. Heraklit, alnını yeşil gözlü zeytinliklerde akan suya eğdi. Keçeleşmiş gırtlağımdan ciğerlerime acı bir nefes daha gönderiyorum. Sait Ağabey’in Panco’su; Oğuz Ağabey’in Turgut’u, Selim’i anlatılabilecek şeyler mi? Yaslandığım duvarda kıpkırmızı bir gül açılıyor, aniden. Bu kan kırmızı, Selim’in bir tabancayla dağıttığı beyninden yadigâr duvara, biliyorum. Delikanlım! Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Duvarı, gülü, kırmızıyı, Selim’in kafasının içini nasıl anlatmalı? Kocaman çıplak bir alından bakan iki göz. Her gün bir şairi öldürdüğümü bir beden ağrısı yaşar gibi hissediyorum. Patiska bir gömlek gibi yırtarak etimizi. Bu yıkıntı onarılabilir, farkındayım. Ve ben tenezzül edip başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum. Nâzım’ın mesela, biraz önce onu anlatırken, dizelerin arasına gizlenmiş ruhunu bularak onu diriltmeliydim. Ama nasıl yapmalı? Yanıtsız sorular, rüzgârda uçuşan bir örümcek ağı gibi yapışıyor yüzüme. Bir karga sürüsü ortalığı velveleye vererek tam tepemden uçuyor. Kalabalık… ka-la-ba-lık itiyor iki yana apar-tıman-ları! Ders zili. Sigaramdan son bir nefes. Çayı içmeyi unuttum yine. Okul binasının yüzü soğuk. Bu kofluk,

estetikten yoksun beton yığını ve otoritesini suratsızlığıyla besleyen okul müdürü: Eziyorlar tüm dizeleri. Her şeyin tehdit olduğu bu yerde gün geceye nasıl evrilir: At başlık İSTİFHAM! Derin bir nefes alarak giriyorum binadan içeri. Koridor boyunca açılmış kan kırmızı gülleri izleyerek öğretmenler odasına varıyorum. On iki numaralı dolaba doğru yürüyorum. Ehramda bir kapı açar gibi açtım dolabı. Şairin kitabını yanıma alıyorum: BENERCİ KENDİNİ NİÇİN ÖLDÜRDÜ? Dargın bir kaş gibi kımıldandı tokmağın sapı. Kapı açıldı. Müdür şimdi odasında, misafiriyle kahve içiyor. Hiç görmediğim kadar güleç. Beni görünce şu anda uygun olmadığını sezdiren bir hareketle deviniyor koltuğunda. Topuklarımı parke zemine daha sert vurarak ilerliyorum masasına doğru. Kitabı önüne bırakıyorum. Konumuz, diyorum, konumuz buydu. Burnu kocaman bir soru işaretine dönüşerek büyüyor suratında, bir yanıt arayarak allak bullak ediyor ifadesini. Kulakları bastırılmış bir sinirle belli belirsiz seğirirken kaş altından misafirine bakıyor. Kitabı eline alıyor. Ötesini görmeye de konuşmaya da niyetim yok. Kime, neyi anlatacağım ki? Kapıyı açık bırakarak çıkıyorum odadan. Ben, kan kırmızıya kesmiş koridora çıktığımda okul kapısının dışında kalan ruhum yakasını düzeltiyor. www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

19


Ruh Bir çağ deliniyor, Ben de fedaisi gibi Görünmemişlerin askeri oldum. Alacakaranlığın o keskin soğuğunu Sabahları sevdiğinin yüzünü görenler değil, Kuşluk vakti gökyüzüne bakanlar hisseder. Belki mor bulutlar bizim, Belki isimlerimiz, Konulduğu günden bu yana kaderimiz olmuş. Ya çok fazla sevmişiz, Ya da “popüler” sevememişiz. Güvercin gerdanlığı misali, hiç çıkmayacak. Kahrolası canımızı da alacak -kiSe-ve-seve-vereceğiz. İşte en asil Aşklar, Ruhlarımızın tek seferde üflendiği gibi, En büyük makamda yaşanmış. Bana kalırsa, artık gömülelim. Haksız değiliz, Ama güçlü de değiliz Ney’(i)z. Ne olduğumuzu bilmeden Neyin peşine düşmüşüz? “Gel” diye bir ses duysak, Bütün “gel”leri toplayarak gidecektik oysa Tavizsizlik, tavır ve duruş belası (!) Daha büyük sevdaların müptelası yaptı. Şu sessizliğin uğuldaması ne acı, Ne acı duvarlara bağırınca yankı yapmaması! Terk-i diyar değiliz “İnsanız be! Nerede kaybettik insafımızı Aslında sadece “ham, piş, yan” değil, Korken köze nasıl döneceğimizi, Körken göze nasıl döneceğimizi Aslında, aslında öze nasıl döneceğimizi Bütün efkârımın yıkıldığı gün anlatacağım. Furkan Özsavaş

20

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020


Oldurulmayan Hatırlıyorum yara dolu bardaklardan içtiğim kini. Yollarda gidip gelirken, ellerinle büyüttüğün saçlarımı bugünlerde hayat yoluyor. Sana nasıl böyle yanıyorum, hayret ediyorum. Lütfen biri beni bağrına bassın. Düşlerime evreni sığdırdım, beni sana sindiremedim. Annelerin göğüslerinde büyüttüğü kuşlar seni, Yeryüzünün tüm kaosu beni bulurken, Lütfen biri beni kucaklasın. Esirdim, nefes alan sessizliğinde. Yaşamanın tadı seni, nefreti beni bulurken Omuzlarım, yaşamımdan daha ağrılı. Lütfen biri beni öpsün. İncelen dudaklarınla, yüzümü astığım yerden alsan, deliririm! Aklımın tutunduğu tek dalı da seninle harcadım. İçimde tepinen tanrıçayı, tabutların üstünde sürünen yaşlardan tanırsın. Lütfen biri beni oldursun. Bu hüznü de nerede görsen tanırsın, yamaçlarında gördüm Duvarlarında asılı çerçevelerde Çok kişiye ait, çokça Gözler gördüm Her biri senden vurdu, aldı beni Lütfen biri beni artık kurtar’sın!

Esma Çaldıran

www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

21


Çocukluk Nur Duygu

Ömer, bir fikir atmıştı ortaya ama kimse yanaşmamıştı ilk başta. Tıfıl Tekin her zamanki gibi korkakça baktı bize. Orhan, o kendine güvenen ukala gülüşüyle suratımı inceledi: -“Korktun mu Selim?” -“Ne korkacağım oğlum, yapalım. Ben varım.” dedim korkaklığımı saklamaya çalışarak. Orhan yapmaktan çekindiğimi anlarsa aşağı mahalledeki çocuklara anlatıp dalga geçeceğini biliyordum. Ukala, gevezenin tekiydi. İspiyoncuydu hem de. Ömer cesaretle öne atıldı ve: -“Ben yaparım!” diyerek karşıdaki apartmana doğru yürümeye başladı. Anlamadığım bir hızla karşıdaki apartmanın zillerine tek tek basıp koşarak babasının aldığı o gıcır ayakkabılarla kaçmıştı. Yeni ayakkabısı vardı bir kere, o koşmayacaktı da ben mi koşacaktım? Babama çok yalvarmıştım o gıcır ayakkabı yüzünden ama her defasında “ayın

22

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

on beşinde alalım oğlum” deyip durmuştu. O ayın on beşi de gelmemişti işte. Ah bende olsaydı o ayakkabılar… Nasıl koşardım, nasıl… Ömer’den bile hızlı koşardım. Ama yoktu işte gıcır ayakkabım. Zaten Ömer’in babası ne istese alıyordu. Orhan, babasının parasının çok olduğunu söyledi. O da bize hava basıyordu. En iyi arkadaşımdı ama böyle yaptığında ona çok sinir oluyordum. Kendi kendime bir daha onunla yakın olmayacağım diyordum ama nasıl oluyorsa her defasında yaptıklarını unutuyordum. Hep onun dediği oluyordu oyunlarda. Bizi dinlemiyordu. İşte yine o istedi diye zillerine bastı, ama biz kaçmak zorunda kaldık. Tıfıl Tekin’e baktığımda yine evlerinin bahçesine koşup saklanmıştı. Korkak! Her şeyden korkardı zaten. Orhan’dan da... Bir keresinde Orhan kovaladığı için altına işemişti. Babası yoktu, belki de ondan böyleydi. Benim de babam olmasa ben


de korkardım belki. Ama Tekin zaten hep böyle sessiz.. Yukarı mahalledeki bakkala gitmeye bile korkar. Bizim bakkalda büyük top satılmadığı için yukarıdaki bakkala gittiğimizde o, evlerinin önünde bizi bekler. Her maçta onu kaleci yaparız çünkü onu ittirmemizi ve düşmeyi istemiyormuş. Düşünce ne olacak ki? Dizin kanar, kanayınca da o kana benzeyen şeyi beze döküp silersin. Evet, o şeyli bez yakıyor ama sonra iyileşiyorsun. Tekin o bezden de çok korkuyor. Orhan? Orhan da çoktan köşeyi dönmüş, duvarın ucundan tek gözüyle bana bakıyordu. Nasıl koşmuştu o tombalak haliyle? Hem çok yiyor hem de hızlı koşuyordu. Bacakları neden bu kadar kuvvetliydi? Onu sevmiyorum aslında. Çünkü Orhan çok kötü biri. Yalan söylüyor hep. Aşağıdaki çocuklarla maç yapmıyorum diyor ama geçen hafta annemle pazara giderken aşağıdaki boş arazide onlarla top oynarken gördüm. Onu gördüğümü söylediğimde de ben değildim diyor. Beyaz arabalı mavi tişörtün vardı, sendin dedim. Senin gözlerin iyice büyümüş, o kalın gözlüklerini değiştir dedi bana. O gün evde “Ben kötü bir insan mıyım? Gözlerim neden bozuk

benim?” diye çok ağladım. Dedem “Kötü insanların gözü bozulmaz, gözleri çok çalışan insanların bozulur çünkü çok çalışmaktan yorulmuştur” dedi. Bunu duyunca çok mutlu olmuştum… Benim gözlerim çalışkandı. Ben mi? Ben donup kalmıştım orada öylece. Ne yapacağımı bilmeden kalakalmıştım… -“Yine mi siz?!” Benden başka kimse kalmamıştı apartmanın önünde. Bu kez ben yakalanmıştım. Her zaman zayıf bacaklı Tekin geride kalırdı ama şimdi ben yakalanmıştım. Korkuyla başımı yukarı kaldırdım. Aysel Teyze kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Zaten hep sinirli, hep kaşları çatıktı. Çocukları da hiç sevmezdi. Ömer, onun hiç çocuğu yokmuş demişti bir keresinde. Galiba o yüzden bizi de sevmiyordu, çünkü hiç çocuk sevmemişti. Sevmeyi bilmiyordu, öğrenememişti demek ki. Üzülmüştüm… Bir an duraksayıp başımı eğdim, düşündüm. Sonra kafamı kaldırıp Aysel Teyzeye seslendim: -“Aysel Teyze… Kızma! Ben senin çocuğun da olurum…” www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

23


Müsayere Tayfun Öztürk

Harun abi, geçen gece bir dost meclisinden eve dönüyordum: Saat on ikiye varmak üzeredir, hava soğuk mu soğuk. Bir hızlandım mı, “beş dakika sürmez evdeyim”in fikrindeyim. Her nedense dönüp bakıverdim soluma. Bir teyze, taştan bir basamağa oturmuş; sermiş bir bez, düzmüş üstüne ne bulup buluşturduysa bekliyor. Yüzünde yapmacıksız bir hüzün hali. Kırgın, hatta biraz da öfkeli. Neye, nelere; kime, kimlere kırgın, öfkeli bilemem; ama bilirim ki insan çok zaman, en çok güvendiğinden yara alır ve en çok sevdiğine kırılır, öfkelenir. Harun abi, ben o teyzeyi hatırladım. Hem de bir bakışta hatırladım. O teyzeyi daha evvel de benzer şekilde görmüştüm; ama o vakıtlar yazdı, imdi kış.

24

www.baltadergi.com Ocak-Şubat 2020

Hem bilir misin; taşlar, çağın insan kalbi gibidir. Bir kış görmesin, bir soğuk; hemen soğur, taşlar kesilir buz. Teyze, Allah bilir hangi derdin dermanı olmak için o soğukta, o taş basamakta oturmuş bulup buluşturduklarına müşteri bekler. Hem saat on ikiye varmak üzeredir. Bu saatlerde sokaklarda musibetler kol gezer. Harun abi, burası dünyadır, kimisinin takıp takıştırmak, kimisinin bulup buluşturmak tasasında olduğu dünya. Ben de elimi ceplerime katıverdim. Bulup buluşturdum birkaç para. Teyzenin yanına vardım, bir parçaya birkaç para verip eve doğru seğirttim. Ya Harun abi, Allah bizden razı olsun değil mi! Vicdanımızın sarsılmaz rahatı birkaç parayla nasıl da berkidi.


Öneri Baltası İzlenesi

Şimdi Nereyi İşgal Edelim? Özgün adıyla “Where To Invade Next” Amerikalı komedyen Michael Moore’un 2015 yapımı komedi belgeseli. Senaryoya göre Ortadoğu’da umduğu başarıyı yakalamayan Amerika Birleşik Devletleri, ünlü oyuncunun kapısını çalıyor. Moore’a ise onlara her şeyi kendisine bırakmalarını, tek başına Avrupa’yı ele geçireceğini söylüyor. Evet, yanlış duymadınız. Hem de tek başına!

Lorenzo’nun Yağı Doktorların tahmininden 20 yıl sonra hayata veda eden ALD hastası Lorenzo Odone’un gerçek yaşam hikâyesinden hareket eden film, ebeveynlerinin çocuklarını yaşatmak için neler yapabileceklerini gözler önüne seriyor.

Dinlenesi

Rıhtıma Varmayan Ceset Deus Ex Machina’dan sancağı devralan Rıhtıma Varmaya Ceset tıklım tıklım İsmet Özel şiirleriyle dolu. Kısa zamanda dikkat çeken Youtube kanalı ders çalışırken, kitap okurken ve yolculuk ederken her derde deva gibi.

Arslan Hazreti Tebrizli kamancha üstadı, kendi ürettiği yaylıların piriyle gönülleri meşk etmeyi sürdürüyor. Youtube kanalında çaldığı parçalarını takipçileriyle paylaşan Hazreti, zaman zaman onu ziyaret eden değerli sanatçılarla da kanalında düet yapmayı ihmal etmiyor.

Takip Edilesi Orta Dünya

TheWhiteTree.Org olarak yayın hayatına başlayan blog sitesi özellikle epik ve fantastik eserlere ilgi duyan herkes için

önemli bloglardan biri. 2015 yılından bu yana hizmet sunmaya devam eden bloğun 45.000’in üzerinde kayıtlı kullanıcısı bulunuyor.

Okunası

Ve Ateş Bizi Tüketiyor Murat Gülsoy Şubat 2019’da yayımlanan Murat Gülsoy romanı. Ağır işlenen kurgusunun içinde karakterler ve mekân analizi usta yazarın üslubuyla okuyucuya oldukça tanıdık geliyor. Ana karakterin gezdiği yerlerden daha önce gezdiğimizin ve karşılaştığı kişileri tanıyor olduğumuzun hissi kitabın sonuna dek peşimizi bırakmıyor.

Kültür ve Dil Mehmet Kaplan 1986’da hayata veda eden Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın kültür ve dil üzerine denemelerini bir araya toplayan Dergah Yayınlarının Türk yazınına değerli armağanı. Kaplan’ın hitabı o kadar güncel kalabildi ki, İlk olarak 1999 senesinde basılan eser günümüzde ilgiyle okunuyor.

www.baltadergi.com

Ocak-Şubat 2020

25


BU SON OLSUN!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.