Kültür ve Edebiyat Dergisi
2020
Mart-Nisan
Sayı:12
Jean-Michel Basquiat
‘‘Riding with Death’’
İçimdeki putları devir!
Harun Bora Tunç - Bayram Şafak Arslan - Alper Şahin - Denizhan Gültekin - Gökçe Güneyoğlu - Muhammed Kurak - Soner Ataibiş - Elif Davarcı - Emre Kılagus - Fatma Dicle Karabınar - Eda Özüuğurlu - Serap Demir Tamer Sağcan - Gülcihan Elbeği - Müjgân Kurşun - Derviş Bozkurt - Mehmet Zeki Kılıç - Muhsin Bahadır Kıymacı - Doğukan Danış - Esma Çaldıran - İsmail Özcan - Kubilay Yılmaz - Tayfun Öztürk - Ümit Aras Dağlı
İÇİNDEKİLER 4
Kuşak Çatışmasında Geri Dönmenin İmkânı Harun Bora Tunç
9
Bilinçli Misafir Bayram Şafak Arslan
10
Hırpani Dünyada Âlâyişli Biri: Sakallı Celal Alper Şahin
12
Meçhul Elektrikçi Denizhan Gültekin
16
Perestiş Gökçe Güneyoğlu
16
Sen Muhammed Kurak
17
Sebeb-i Hâlim Soner Ataibiş
Denizhan Gültekin
18
Mutlu Son Yoktur Elif Davarcı
Yazı İşleri Sorumlusu
21
Mart Şarkısı Yazar: Patricia L. Cisco Çeviri: Emre Kılagus
22
Beynimin Gökdelenleri Yıkılıyor Fatma Dicle Karabınar
Soner Ataibiş
24
Yuva Eda Özüuğurlu
Yayın Kurulu
25
An'sızın Serap Demir
Alper Şahin
26
Ben Sizden Değilim Tamer Sağcan
Grafik Tasarım
29
Fakir Vardı Bizim Gülcihan Elbeği
30
Doktor Öğretim Üyesi Ali Mıynat'la Nümismatik Üzerine Müjgân Kurşun
34
Aynalı Yokuş Derviş Bozkurt
37
Kaos Mehmet Zeki Kılıç
38
Millî Mücadele Kahramanı Onbaşı Halide Muhsin Bahadır Kıymacı
41
Kiralık Kâbus Doğukan Danış
42
Bir Nefes Esma Çaldıran
43
Yol Arzuhali İsmail Özcan
43
Sıcak Toprağa Düşeceğim Kubilay Yılmaz
44
Sevdacığım Tayfun Öztürk
45
Şeyh'e Sitem Ümit Aras Dağlı
46
Öneri Baltası
ISSN 2651-5431 Her şeyin bir bedeli var: 10 TL Yıl: 2
Sayı: 12
Mart-Nisan 2020 İmtiyaz Sahibi
Harun Bora Tunç Editör
Fatma Dicle Karabınar
Durmuş Ali Gürtoklu İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta
Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce toplu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesuliyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.
2
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Balta Dergi’den herkese merhabalar, Takdim yazımıza yine bir Mart ayında diye başlamak bizler için memnuniyet verici çünkü biz ilk yılımızı üçüncü ayla birlikte geride bıraktık. Dönüp geriye baktığımızda arkamızda bol bol ders alacağımız hatalar var, ileride ise işleyeceğimiz yenileri... İnsan görmeden ve yaşamadan anlayamıyor. Bizim bu hataları telafi etme imkânımız olacak mı, bilmiyoruz ama dileriz ki sizin olur. Yeni sayımızda çapımız büyüdü, ekip olarak aydınlandık, hacimce de arttık. Alper Şahin biyografik çalışmasında yakın tarihimizin ilgi çeken ancak bugünlerde unutulmaya yüz tutan isimlerinden Sakallı Celal’i anlattı. Denizhan Gültekin kimi edebiyatçılarımızca çoğu zaman ideolojik gerekçelerle hücum edilen büyük şairimiz Tevfik Fikret’in biricik oğlu Hâluk ile ilk kültür bakanımız Talat Halman’ın mektuplarını işledi. Fatma Dicle Karabınar çağımızda inzivaya çekilmenin güçlüğünden, sosyal yaşamın bireyi asıl odaklanması gereken işlerden nasıl alıkoyabildiğini yazdı. Harun Bora Tunç, bugün akademik çalışmalara da konu olan X,Y ve Z Kuşağını, öncesini ve sonrasını gerekçeleriyle birlikte temellendirerek ülkemizde ve dünyadaki yansımalarına ışık tuttu. 18 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Muhsin Kıymacı, ülkemizin yetiştirdiği en önemli isimlerden Halide Edip Adıvar’ın yaşamını ve mücadelesini aktardı. Tamer Sağcan öfkesini gizlemedi, kalabalıklardan sıyrılmışlığın portresini çizerek aslında kendi özelinde Balta Dergi’nin durduğu çizgiyi tarif etti. Serap Demir edebî üslubuyla ânı cisimleştirerek doludizgin atlarla önünüze sürdü. 12. sayımıza Bayram Şafak Arslan, Derviş Bozkurt, Doğukan Danış ve Elif Davarcı öyküleriyle katkılarını sundular. Eda Özüuğurlu, Esma Çaldıran, Gökçe Güneyoğlu, Gülcihan Elbeği, İsmail Özcan, Kubilay Yılmaz, Mehmet Zeki Kılıç, Muhammed Kurak, Soner Ataibiş ve Tayfun Öztürk şiirleriyle aramızda yerlerini aldılar. Emre Kılagus, Patricia L. Cisco’nun Mart Şarkısı adlı şiirini ayın hürmetine sizler için tercüme etti. Bu sayımızdan itibaren süreklilik kazanacağını umut ettiğimiz mülakatımızı Müjgân Kurşun gerçekleştirdi. Çalışkanlığı ve samimiyetiyle bizleri kendine hayran bırakan Dr. Öğr. Görevlisi Ali Mıynat ile “nümismatik” üzerine konuştuk. Şubat ayından itibaren çalışmalarına hız verdiğimiz sayımızın hazırlıklarının nihayete ermesine yakın, acı ve kara bir haberle sarsıldık. İdlib’de şehit düşen askerlerimiz ve gazilerimiz yüreklerimizi titretti. Aziz milletimize ve şehit kahramanlarımızın yakınlarına sabır, yaralılarımıza ise acil şifalar dilerken takdim yazımıza Nazım Hikmet’in şu dizeleriyle son vermek istiyoruz. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak bu cennet, bu cehennem bizim. Şimdi herkes susacak, #BaltaKonuşacak www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
3
Kuşak Çatışmasında Geri Dönmenin İmkânı
Başa dönemezsiniz. Öyle bir yol yürüdünüz ki, ancak dönüş yolunu yok ederek gelebildiniz.
İsmet Özel, Of Not Being A Jew
Harun Bora Tunç
Müphem sınırlarla birbirinden ayrılmış doğu ile batı arasında hem Asyalı, hem Avrupalı, hem Avrasyalı, hem Güneyli, hem Kuzeyli, hem Ortadoğulu, hem Balkanlı, hem Akdenizli bir toplum olmayı her nasılsa başarabilmiş Türk halkının, yıllardır tazeliğini kaybedemeyen “kuşak çatışması” eksenindeki tartışmalar hep yanı başında durdu. Türkiye bu anlamda her dönemde “bitpazarına nur yağan ülke” mahiyetindedir. 90’ların müzikleri, televizyon programları, filmleri ve dizileri 2000’lerin fenomeni durumunda. Çocukluğunu ya da gençliğini söz konusu yıllara denk getirmiş herkes bununla övünebiliyor. Hakeza 70’lerin ve 80’lerin büyüsü de aynı. Onlar yeraltının yükselişine arabeskle şahit olanlardı. Gazinolar, taş plaklar ve Yeşilçam filmleri 2000’lerin başına kadar kendiyle ikame edilecek argümanlara özne olmayı başarabildi ama sosyal medya, sermaye sahiplerinin de tahakkümüyle toplum hayatının ortasına adeta yıkım ekibi gibi girerek hepsini ezmeyi başardı. Kuşak geçişlerinin birer “sancı” niteliğinde gerçekleştiği Türkiye, 2010 ve sonrasında doğanların başına öreceği çoraplara hazır değilmiş gibi duruyor. En azından şimdilik… Rahmetli Mehmet Kaplan, “Nesillerin Ruhu” adıyla tefrika edilen eserindeki “Ölüler” adlı muhteşem denemesinde şöyle yazar; “İnsanları ölüler idare eder. Her birimizin vücudu, ruhu, düşüncesi, duyuşu asırların ötesinden gelir. Kimse vücudunu kendisine borçlu değildir. Fizyolojik varlık, cedlerin kabiliyetleri, bir miras gibi nesillerden nesillere intikal eder. Damarlarımızda ölülerin kanları dolaşır. Sesimizde onların sesi vardır. Ve dünyada hiçbir kimse düşün-
4
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
celerini bizzat yaratmış değildir. Kim kullandığı dili bizzat icat etmiştir? Biz vücudumuz gibi ruhumuzu da ölülerden devralmışızdır. Bütün düşüncelerimizin, bütün kelimelerimizin içinde ölüler yaşar. Bazıları bunun farkında değildirler.” Kaplan haksız değildir; öyleyse kuşak çatışmasının özünde annenin kızından, babanın oğlundan, ağabey ya da ablanın kardeşinden kendisi gibi davranmasını beklemek yatar. Ve bu beklentide değişen ve dönüşen sosyal çevrenin etkisi görmezden gelinir. Kuşaklar arasındaki çizgi, doğu ile batı arasındaki çizgi kadar müphem değil, net ve kesin biçimde ayrılmış. Elbette bu sınırları kapitalist sermayenin pazarlama politikalarını belirlemek için çizdiğini ve her gruba ayrı bir isim verdiğini eklemekte fayda var. 1955 yılında dünyaya gelen ve 60’lar neslinden farz edebileceğimiz Steve Jobs’un iPod’u “2000’lerin Walkmanı” hüviyetinde satarak Apple’ı umduğundan çok daha fazla satış rakamlarına ulaştırmasının arkasında aynı pazarlama politikasının gücü bulunuyor. DÖNEM 1924 ve öncesi 1923-1945 1946-1964 1965-1979 1980-1994 1995-2009 2010 ve sonrası
KUŞAK ADI Federasyon Kuşağı Sessiz Kuşak Bebek Patlaması X Kuşağı Y Kuşağı Z Kuşağı Alfa Kuşağı
“Federasyon Kuşağı” ile başlayan nesiller silsilesinde araştırmaların yalnızca X, Y ve Z Kuşağına odaklanmasının sebebi, sermayenin hedef kitle olarak 1965 ile 2009 yılları arasında doğanları seçmesidir. Alfa Kuşağına mensup birinin de en fazla 10 yaşında olduğunu düşünürsek, çalışmaların yeryüzünde dolaşan insanlar arasında en geniş grubu hedeflemesi elbette doğal ancak Mehmet Kaplan’ın “Ölüler” yazısından alıntılanan sözde ifade ettiği gibi şu yazıyı okuduğunuz anda doğan bir bebeğin bile gelecek yaşamını anlamak için her şeyin en başına dönmek gerekir. Federasyon Kuşağı, kurucular nesli olarak da bilinen, 1. Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yerini ulus devletlere bıraktığı döneme hemen hemen şahitlik eden insanlardan mürekkeptir. Cihan harplerinin ilkinde 9 milyonu asker olmak üzere 16 milyon insan hayatını kaybetmiş, bu da Federasyon Kuşağı dönemini, tüketilmeyi bekleyen doğal kaynakların -1913’e göre 1919’dan itibaren daha az insan arasında pay edileceği için- rahatça tüketilebildiği bir dönem yapmıştır. Kazananlar tarafında yer alanların sömürgecilik yarışında birinciliği çeken devletler olduğu düşünülecek olursa süreç ulus devletin mucidi Niccolò Machiavelli ve sermayenin ayak sesi Adam Smith’in yanı sıra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kurulması hasebiyle kısmen Karl Marx’ı haklı çıkarmıştır. [Daha fazla bilgi için bakınız; Niccolò Machiavelli-Prens, Adam Smith-Ulusların Zenginleşmesi, Karl Marx-Das Kapital] Ayrıca dönemin çok uluslu bir devlet olsa bile müstakil federasyonları bir araya getirerek Amerikalılık adıyla yeni bir ulus yaratabilen Amerika Birleşik Devletlerinin ilk defa aktör olarak 1. Dünya Savaşında dünya sahnesine
çıkması sebebiyle Federasyon Kuşağı adını alması kuvvetli bir ihtimaldir. Sessiz Kuşak’ın rolü ise Federasyon Kuşak’ına göre oldukça zordu. 1. Dünya Savaşı sonunda yapılan anlaşmaların barışı sağlayamadığının anlaşıldığı dönem, Avrupa özelinde dünya devletlerinin yeni bloklar kurmaya çalıştığı ve bu sebeple devletlerin 1914 öncesi iklime döndüğü, üretim ve stok ihtiyacının giderek arttığı, amiyane tabirle silahların yeniden masaya çıkarıldığı bir zaman dilimini ifade etmektedir. Söz konusu yıllar içinde Versay Barış Anlaşmasının da doğrudan etkisiyle Almanya’da Nazizm’in iktidara gelmesi, İtalya’da Benito Mussolini’nin kurduğu “Yeni Roma Düşü”, başta İngiltere olmak üzere galiplerin düzeni koruma çabasıyla çıkarları için anlaşma zeminini tıkaması, masadaki silahların sayısını arttırmıştır. Aslında bu aktörlerin hepsinin 1945’e gelinirken iddiaları da aynıdır; “Avrupa’ya barış getirmek.” Devlet organizasyonlarının böylesine önem kazandığı ortamda birey haklarının değil konuşulması, akıllara getirilmesi bile neredeyse imkânsızdır. Herkes savaşa hazırlanmaktadır ve ölüm 1939’da kapıyı çalar. İkinci Dünya Savaşının insanlığa faturası 70 milyondan fazla ölüdür. Daha da önemlisi bu kayıpların yarısından fazlası sivildir. [Savaşın psikolojik yıkımı üzerine çalışmalar bugün halen sürmektedir.] Savaş sonunda Avrupa’daki ormanların 2/3’ü heba edilmiş, enerji kaynakları savaş endüstrisi uğruna harcanmıştır. Ve ortaya iki adet süper güç çıkmıştır; Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. [Amerika, 1776 Bağımsızlık Bildirisine kadar İngiltere’nin sömürgesi iken Sovyet Ordusu dünya sawww.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
5
vaşlarının ilkinde aynı ülkenin kara gücü idi.] Bebek Patlaması nesli dünyaya gözlerini açtığında Yahudiler çoktan katledilmiş, atom bombaları Hiroşima ve Nagazaki’ye düşmüştür. [Yahudileri katletmekten hüküm giyen Naziler için küresel av başlatılırken Japonya’nın göbeğine ölüm kusanlara soru bile sorulamadı.] Savaş, totaliter rejimlerin iflas etmesi ve demokrasilerin güçlenerek çıktığı bir sonla nihayete ermiş ancak bu defa ölenlerin askerden çok sivil olması barışın sürdürülebilirliği için galipleri ikna edebilmiştir. Bu nedenle özellikle demokrasiler için yeni gündem maddesi “sosyal devlet ilkesi” olacaktır. Bunun referansı da Amerikalı psikolog Abraham Maslow’dur.
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi
6
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi ilki fiziksel, ikincisi güvenlik, üçüncüsü ait olma ve sevgi, dördüncüsü değer ihtiyacı ve sonuncusu kendini gerçekleştirme olmak üzere toplamda beş basamaktan meydana gelir. “Sosyal devlet ilkesi” ise uygulamada bireyin ilk iki basamakta devlet desteğinden yararlandırılmasına hizmet eder. Buna göre kişinin eğitim, sağlık, barınma, adalet ve güvenlik gibi asgari ihtiyaçları “tam kamusal hizmet” kapsamında değerlendirilerek devlet organizasyonu tarafından karşılanır. İkinci Dünya Savaşından sonra demokrasilerin, biraz da Sovyet yayılmacılığının etkisini de hesaba katarak dikkate aldıkları bu ilke, bireyi öne çıkarmıştır. Ancak savaşın yarattığı yıkımı tedavi edecek insana ihtiyaç vardır, bu nedenle ölen sivil sayısının yerine ikame edilecek yeni iş gücü için devletler ailelerden çocuk yapmalarını ister. Özgün adıyla “Baby Boomers”, yani Kuşak Patlaması bu şartlar altında dünyaya gözlerini açar. [Bakınız; en az üç çocuk.] Sorun üretime katılacak yeni neslin aynı zamanda tüketime teşvik edilmesi sorunudur. Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin “fırsatlar ülkesi” olarak sermaye birikimini bombardımanına dönüştürmek istemesi kalabalık nüfuslu ailelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bebek Patlaması nesli, hemen her şeyi hazır bulmuştur, çalışacak iş, tüketilecek mal, fırsata dönüştürülmek üzere imkân; hepsi de onlarla kavuşmak için hazır beklemektedir. Bulunduğu her sektörde kurumsallaşmanın idolleri bebek patlamasının kaymağını yer.
[Sinema endüstrisinin devi Hollywood bu dönemde luluk pek umurlarında değildi, kurumsal şirketlerin büyüdü, McDonald’s ve Burger King gıda sektörüne pazarlama hacminin büyümesi ve eğlence sektörünün bu dönemde yayıldı, Pepsi ve Coca Cola bu dönemde çeşitlenmesiyle daha çok ilgilendiler. 90’ların yarısına rekabet hacmini genişletti, Philip Morris imzası taşıkadar bu hayallerle gelen nesil kendilerinden daha biyan Marlboro ve Parliament sigaraları da bu dönemde reysel ama sosyalleşemeyen bir nesli dünyaya getirdi. zenginliğin sembolü haline geldi. Garip olansa bunlaİnternetin ve televizyon sektörünün bütün duygulara rın hepsi de Hitler’in kara propagandasından aldıkları hitap eden yapısı onları eve hapsetti. Z Kuşağının eğilhamla reklam sektörünü keşfederek dünyanın genelilence için sokağa, üzülmek için ayrılığa, hissetmek için ne yayılmışlardı.] Ancak her rüya gibi Amerikan rüyadokunmaya ihtiyacı yoktu. Onların televizyonları, insının da bir sonu vardı. ternetleri, oyun konsolları, yıkılmış duvarları ve yapay 1965’te başladığı varsayılan X Kuşağı, “Kayıp Kuşak” bir dünyaları vardı. Oturma odalarında toplanan aile ya da “Geçiş Dönemi” olarak adlandırılır. Onlar bebek üyelerinden eser kalmamıştı, herkes kendi odasında patlaması kuşağına göre bireyin daha fazla inisiyatif toplumsal hayatın her alanında kurulmuş düzenden ve alması gerektiği kanaatindeydi, öfkeliydiler. Kendilegruptan yabancılaşmanın yollarını arıyordu. Uyuşturinden önceki kuşakların doğa konusunda yeteri kadar rucu kullanım oranların, suç ve tacizin artış göstermedikkatli olmadıklarını ve onlara kocaman bir enkaz sinin sebebi belki de sadece buydu. Artık büyüklerin bıraktıklarını savundular. Hippiler de onların arasınonları beğenmemesinden rahatsız olmayan küçükler, dan çıktı, Sovyet tipi parti ya da lider tahakkümünün büyükleri kendine uydurmaya başlamışlardı. Empakarşısında duran yeni nesil sosyalistler de… Dünya tatiden yoksun kitlenin içinde herkes sosyal medyanın rihinde özgürlükçülüğü gereği devletle arasına mesafe içine dalıyor, yalnızlaşıyor ve kendisi gibi düşünmeyen, koyan en kalabalık grubu oluşturan X Kuşağına davranmayan, oturmayan, kalkamayan kim varmensup bu grubun etkisi 1973’e kadar süresa acımasızca saldırıyordu. [Burası dünya, burabildi. Patlak veren Petrol Krizi yeni bir savaşın sı bu kadar işte. | Ah Muhsin Ünlü] çanlarını çalıyordu, keza İkinci Dünya Savaşı Bugün dünya Alfa Kuşağı neslinin reşit yaşlarıöncesindeki Büyük Buhran birçok devleti doğDinlemek na hazırlık yapıyor. Onların doğa, çevre, hayvan için rudan etkisi altına almış, kaynak arayışları gruphakları ve ana haber bültenleri hakkında ne tür laşmaları meydana getirerek milyonlarca sivilin eğilimlerde bulunacağı ise tam bir muamma. katledilmesine yol açmıştı. O sebeple devletin Şurası kesin; Fransız Devriminin giyotine, Rus yeniden aktör vasfıyla devreye girerek hem itidevriminin kurşuna, Türkiye’ninse sürgüne labarını sarsacak birey modelinin önüne geçmesi, yık gördüğü hanedanlar tam bir asır sonra geri hem de krize çare bularak vatandaşlarını meşdöndü. Devletleri artık şirketler halinde yöneru düzene yeniden ikna etmesi gerekiyordu. Amerika tiyorlar ve küreselleşme onların yeni blok arayışı için Birleşik Devletlerinin İsrail’e desteklerinden her nasılsa sade birer kılıf. Tüketim çılgınlığına odalarından işrahatsız olabilen Arap Ülkeleri petrolü satmamaya katirak eden Z Kuşağının çocukları Alfa Neslini zor bir rar vermiş ve kriz yeniden çıkagelmişti. [Arapların bu gelecek bekliyor ve ne yazık ki, kendi tercihlerini yapkararında Sovyetlerin de doğrudan etkisi vardır. İkinci maya fırsatları bile olmayacak. Dünya Savaşı sırasında ittifak kuran iki süper güç araTürkiye’nin durumu ise diğer herkesten daha zor. [Bisında başlayan Soğuk Savaş, doğu ile batı bloğunu yezim dışımızda herkes “diğer” sınıfına tabidir. Bu koniden şekillendirmişti.] Neticede süreç petrole bağımnuda dünya vatandaşı gibi davranmanın doğru olmalılığın azaltılması ve ambargo kararı alınan ülkelerde istihbarat yoluyla karışıklıkların meydana getirilmesi yoluyla aşıldı. Kapitalizm bayrağını İngiltere’den devralan Amerika Birleşik Devletleri, iç rekabetin güçlenmesiyle her kızışmadan galip ayrılmayı başarıyordu. 1980’lerde ise yeni kuşak dünyaya daha geniş açıdan bakmayı tercih etti. Onlar ne Bebek Patlaması Kuşağı kadar rahat, ne de X Kuşağı kadar duyarlıydı. Y Kuşağının bu tercihinde elbette internetin payı büyüktü, Nazilerin şifreli mesajlarını çözmek üzere Alan Turing’in geliştirdiği algoritma artık herkesin ulaşabileceği mesafedeydi. [bakınız, The Imitation Game, IMDB:8,0.] Çevre hassasiyetleri ya da sosyal sorumwww.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
7
dığı düşüncesindeyim. Ne de olsa Barış Manço’nun da söylediği gibi, “Bizler kendimizi dünyanın merkezinde gören insanlarız.”] Başından sonuna yedi gruptan oluşan nesil gruplandırmasının ülkemizdeki yansıması ise en azından son döneme kadar kısmen farklı. Federasyon Kuşağını, kurucu nesil adıyla kabul edersek “1924 ve öncesi doğumlular” İstiklâl Savaşını gören ve hanedanlığın ilga edilerek demokratik ilkelere bağlı yeni bir devletin kurulmasına şahit olanlardır. 1. Cihan Harbinde üç kıtada 3 milyon askerle savaşan Türk halkının, bir yıl aradan sonra bağımsızlık için yeniden sahaya indiği ve 10 bine yakın insan gücünü yitirdiği dikkate alınırsa Türkiye’deki kurucu neslin, bebek patlaması kuşağıyla benzeştiğini düşünülebilir. Üç aşağı beş yukarı doğrudur da. Ancak Türkiye’nin savaşlarla sayısı azalan nüfusu bile geçindirecek kaynağı yoktur. Tam da bu sebeple Avrupa’da sessiz kuşak yeni bloklaşmayla 1939’da başlayacak savaşa hazırlanırken, Türkiye yeni bir ulus inşası için hem reformları halka sirayet ettirme, hem de yeni insan kaynağına ulaşabilme gayreti içerisindedir. Zaten söz konusu bloklaşmaya da bu nedenle dâhil olmamış, 2. Cihan Harbine katılmamıştır. 1920’lerde Ankara’ya memur atanacakların Eskişehir Tren Garında bekleyen kravatlı yolcular arasından seçilmesi durumu açıklar mahiyette bir önek olarak gösterilebilir. 1946’da başlayan dünyanın Bebek Patlaması Kuşağı bizde çok partili siyasal sisteme geçişe tesadüf eder. Dönemin Türkiye’sinde birey, İzmir İktisat Kongresinde temelleri atılan “girişimci” vasfıyla ön plana çıkabilmiştir. Tek parti rejiminin işgal yıllarından miras kalan yabancı çekimserliğiyle benimsediği devletçilik anlayışı çok partili dönemde sermaye birikiminin kapılarını bireye aralamıştır. 27 Mayıs 1960 Darbesiyle hemen hemen 150 yıllık [1808, Senedî İttifak] demokrasi birikimini yaralayan Cumhuriyet, Başbakanını idam etmiş, Cumhurbaşkanını ise yaş haddi sebebiyle son anda ipten almıştır. Fakat idareye el koyan askeri kadronun meşruiyet kazanmak için hazırladığı Anayasa, bireye hareket alanı tanıyarak devleti ilk defa onun karşısında ciddi anlamda sınırlamıştır. Devamında Avrupa’daki özgürlükçü neslin yansıması ’68’lerin çıkışı, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında başlayan ve 90’lara kadar uzanan soğuk savaşın uluslararası bileşeni NATO’ya bağlılığın defalarca taahhüt edilmesi Türkiye’yi küresel düzenin içine çekmiştir. Bu manada Türkiye kendine ait ne muhalefet, ne de iktidar anlayışını ortaya koyamamıştır. Dolayısıyla sermayenin sınıflandırdığı kuşak silsilesine X Kuşağına kadar direnebilen ülkenin direnme gücü dışa kapalı bir toplum yapısını koruyabilmesidir. Özellikle 12 Eylül’den sonra benimsenen serbest piyasa
8
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
ekonomisi ve 90’ların ortasındaki Gümrük Birliği Anlaşmasının Anadolu’yu yabancı sermaye için pazar haline getirmesi gelecek kuşakların merkez akıma teslim edilmesinin önündeki engelleri yıkıp geçmiştir. Bugün Türkiye’de ne 70’lerden, ne 80’lerden, ne de 90’lardan eser var. Evet, o yıllara dair özlenen çok şey olsa bile kimse geçmişten iz barındırmıyor. Evlerimiz yaşam alanlarımızdan çok dinlenme tesisi niteliğinde, iş yaşamındaki esneklik nefes aldığımız her yeri ofis alanlarına dönüştürürken aile, dostluk, arkadaşlık okul yıllarına ait birer anıya dönüşmüş durumda. Kariyer planlarımız Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinin üçüncü adımında yer alana herhangi bir topluluğa ait olma, aile ve sevgi ihtiyacından çok, doğrudan başarmaya ve kendini gerçekleştirmeye hizmet ediyor. En büyük sırdaşlarımız psikologlar, en büyük yaşam desteğimiz antidepresanlar… Sermayenin salık vermesiyle tüketim çılgınlığına kapılan nesillerin, odalarına çekilen Z Kuşağına nasihat edecek mecali kalmadı. Bugünlerde herkes kariyeriyle evli durumda, çocukları ise 36 ay vade ile satın aldıkları evler, arabalar, yazlıklar… Genel görünümün resmi Türkiye’ye özgü değil ancak diğerlerinin aksine değişime direnecek gücümüz hemen hemen yok gibi çünkü biz bu yolu yürürken dönmek için elimizde bulunan bütün imkânları tüketerek geldik. Yararlanılan Kaynaklar 1.Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, İletişim Yayınları. 2.Guy Standing, Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, İletişim Yayınları. 3.Leyla Bezgin, X, Y, Z Kuşağı Tüketicilerinin Yeniden Satın Alma Kararı Üzerine Algılanan Marka Denkliği Öğelerinin Etki Düzeyi Farklılıklarının Nörogörüntüleme Tekniklerinden ElektroEnsefalograf ve Göz İzleme Yöntemleriyle Belirlenmesine Dair Deneysel Bir Çalışma, Yüksek Lisans Tezi. 4.İsmet Özel, Of Not Being A Jew.
Bilinçli Misafir Bayram Şafak Arslan
“Kendime misafir olmaktan bıktım artık.” Sahi, insan gerçekten de kendisine misafir olabilir miydi? Bunun cevabını daha sonra verebilirdi. Söz onundu nasıl olsa, bir yere gidecek hali yoktu. Yazdığı bu cümleyi de diğer cümlelerinin arasına koyduktan sonra masadan kalktı Ezrak. Ceketini ve cüzdanını alıp kendisini sokağın derin yalnızlığına attı. Onun sokağına, onsuz sokakta… Artık sevmese de onunla beraber geçirdiği yıllara bu sokak şahit olmuştu. Bu sokak onun kimliğiyle, karakteriyle alakalıydı. Ezrak’ı Ezrak yapan her şey bu sokakta saklıydı. Şüphesiz kaldırımları bile onu hâlâ heyecanlandırabiliyordu, yoksa çoktan ayvayı yemişti. Sokakta flanörlük yaparken bir şeyi fark etmişti: Çok fazla santral ve radyasyon yayan cihazlar mevcuttu. Birden gülümsedi ve aklına Bellow’un o meşhur sözü geldi: “Radyasyondan çok, birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar…” Kalbi kırılmıştı ancak kalp kırmamıştı, diye düşündü. Ya da kırmış mıydı? Neyse ki günahsız yağmurlar bardaktan boşalırcasına yağıp geçti, içler bir çiçeğin dahi olmadığını düşündü ve rahatladı. i sızlamadan yalnızlıklardan vazgeçildi ama bir tek Müziğ in k iç e m le din Radyasyon, santral falan derken sokağın sonuben senden geçemedim. Hâlbuki sevmeye nasıl na gelmişti. Buradan sonrası çıkmaz sokaktı, tıpkı da gönüllüydün… Bunca düşünce, bunca feryat ona çıkmayan yollar gibi. Yolda olmak güzeldi, özelhep sen yoksun diye. Sen olsaydın belki de ben di ancak hep aynı yolda mı olacaktı? Birden yolunu her gün insan kalabilirdim. Bak sen gittiğinden değiştirmeye karar verdi, yoksa yeni bir yolda yürüberi haklı çıkıyor Dostoyevski. Zekâ güzellik ile menin tadına varamayacaktı. Peki nereye gidecekti? yan yana gelmez demişti ama sen olsaydın belki Sürekli yolda olabilmesi için okul okuması mı gerekide Dostoyevski’yi haksız çıkarırdık. Ama sen yoksun aryordu? Gerekiyordu şüphesiz, yani ona göre gerekiyordu tık ve ben taşındığım her yerde çiçek açamayacağım. Sen en azından. Otodidaktik bir insandı Ezrak. Bu yüzden, olsaydın eğer köklerim sende, sen bende, ben bizi yakınokula gitmeyi hiç istememişti. Hayat okulunda sınıfta kallaştıran o cümlede… Sonuç olarak sen yoksun. Arkanmayı bile bile göze alan bir öğrenciydi. Bir tırabzan altında dan sövdüm, arkandan sevdim, arkandan yandım! Her geçirilen öğrencilik yılları… şey senin arkandan artık çünkü demirlerim sende kaldı Düşünceler düşüncelere yol açıyordu. Daha fazla kenve ben hiçbir limana demir atamadım senden sonra. Sen di evreninde kaybolmamak için ıssızlaşmaya karar veryetmezliğinden öleceğim galiba. Öleceğim belki ama semişti. Şu anda sadece bütün çiçekleri tek tek koparılmış nin sokağında, sensiz sokakta…” bir papatyanın çıplaklığı ve hüznü vardı üzerinde. DuyguSaatler geçmesine rağmen Ezrak nereye yürüdüğünü larına gem vuramayacağını biliyordu. Cümlelere hükmetbilmiyordu. Ona çok aşina gelen bir binaya rastlamıştı. se de cümleler bir yolunu bulup gönül boşluğuna doğru Çıkmaz sokakta olduğunu hatırlıyordu ancak böyle bir yol alıp hükümsüzlüklerini ilân etmeye başlamıştı bile: sokakta böylesine bina olduğunu bilmiyordu. Mor renk“Sen gideli bir yıl mı oldu, yoksa bir asır mı bilemedim. li binanın önündeydi ve bu binanın önünde papatyalar Ne kadar zaman geçerse geçsin ben hâlâ beni bıraktığın vardı. O’nun sevdiği şeylerdi bunlar diye düşündü bir an. zamanın ötesine geçemedim. Zaman su gibi akıp geçti, Yoksa? www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
9
Hırpani Dünyada Âlâyişli Biri: Sakallı Celal Alper Şahin
Sakallı Celal, 1886 yılının Mart ayında doğmuştur. Ayşe Melek Hanım ve Hüseyin Hüsnü Paşa’nın üçüncü oğludur. Asıl adı Celal Yalınız olmasına karşın Sakallı Celal diye anılır. Daha oyun dönemindeyken okuma-yazma öğrenir; ilkokul dönemindeyken ise deniz lisesindeki abilerinin kitaplarını okuyarak ve Fransızca öğrenerek vakit geçirir. 1896 yılında Mekteb-i Sultaniye -şimdiki Galatasaray Lisesine- kaydolur. Tevfik Fikret ile tanışıklıkları da bu okulda başlar. Şair, Celal’in hem öğretmeni, hem de mimarıdır. Nasıl ki, insan dik durmak için yirmi dört omura muhtaçsa, ilkeli durmak için de bir vecizeye muhtaçtır ve Tevfik Fikret, “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.” mısraında, Celal’e dik durması için elzem vecizeyi vermiştir. Hatta Celal’in, ailesinden farklı “Yalınız” soyadını alarak bu dizeye nazire yaptığı dahi söylenebilir.
10
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
1907 yılında lise öğrenimini tamamlar ve diplomasını alır. Kıymetli hocası Tevfik Fikret Mekteb-i Sultaniye müdür olunca, Celal de mezun olduğu bu kurumda öğretmenlik vazifesine başlar. Burada aralarında Nazım Hikmet’in de bulunduğu birçok genç ile yolları kesişir. Henüz vazifesi devam ettiği esnada, devletin İsviçre ve Fransa’ya öğrenci göndermek üzere düzenlediği sınava katılır ve neticede başarılı otuz beş kişiden biri olur. Yükseköğrenim için Fransa’ya gönderilir ve dünyadaki ilk üniversitelerinden biri olan Sorbonne’da siyaset bilimi okumaya başlar. Fakat asıl isteği makine mühendisliği okumak, büyük ağabeyi Kemal gibi mucit olmaktır. Ailesine bir mektup gönderir ve erkân-ı devletten ricacı olarak bunu sağlamalarını, eğer geri çevrilirlerse de okul masraflarını bizzat karşılamalarını ister. Belki de hayatında ilk ve tek defa kendi dileği için paşa babasının nüfuzundan faydalanmak istemiştir. Ailesi tarafından isteği reddedilince, asla kesmemek üzere sakalını uzatmaya başlar. Bundan sonra “Sakallı Celal” diye çağırılacaktır. Paris’te bulunduğu zamanlarda Fransız İhtilali’nin üzerinden bir asır geçeli pek zaman olmamıştır. Bunun yanında Fransa laiklik, demokrasi, milliyetçilik gibi kavramların entelektüel birikimine katkı sağlamaya devam etmektedir. Böylesi bir ortamda çeşitli yazar, şair ve düşünür ile tanışma ve fikir alışverişinde bulunma imkânı yakalar. Yükseköğrenimi tamamlamadan yurda döndüğünde, öğretmenlik vazifesine devam etmek üzere Üsküp’e gönderilir. Ömrü boyunca taşıyacağı “komünist” yaftası ilk kez burada boynuna asılır. Tüm masrafları karşılayarak bir futbol takımı kurması, ahali tarafından tepkiyle karşılanır. Çünkü onlara göre futbol şeytanın icadıdır ve çocuklarının bu oyuna alışmasını istemezler. Civarda istenmeyen kişi durumuna düşen Celal, vazifeden alınınca İstanbul’a döner. Birinci Cihan Harbinde başkenttedir. Trablusgarp’taki bir avuç Türk subayının İtalyanlar karşısında zor du-
tekim kendini kanıtlar ve ustabaşılığa yükselir. İşçiye okuma-yazma ve Fransızca; çiftçiye kooperatifçilik öğretir. Yaftası boynunda sallanmaya devam ediyordur ve komünist olduğu gerekçesiyle bir akşam vakti evine baskın verilir. Evde komünizme dair tek bir argüman bulamayıp nereye sakladığını soran polise, kafasının içine göstererek, “İşte burada.” diye yanıt verir. Hakkında o denli mesnetsiz iddia ortaya atılır ki, artık dayanamayıp pılını pırtısını işçilere dağıtır ve yalnızca kitaplarını alarak Ankara’ya döner. Birkaç yıl burada yaşadıktan sonra, öğrencisi Kazım Taşkent’e İstanbul’a dönmek istediğini bildiren bir mektup yazar. Taşkent, öğretmeni için Beyoğlu’nda bir ev ve iş ayarlar. Entelektüel donanımı ve hitabet yeteneği o denli kuvvetlidir ki, İstanbul’un aydın kişileri tarafından el üstünde tutulur, kalburüstü ailelerinin evlerine davet edilir. Uzun sakalı, eski püskü paltosu ile büründüğü pejmürde hâle karşın, mis kokulu salonlarda tüm ilgi üzerindedir. Haldun Taner, onun bu hırpani hâli için, “Sakal onun bir çeşit özgürlük, doğallık, kimseyi takmazlık, filozofluk bayrağı idi.” der. Kendi ise, “Bir kızın, tıraşlı bir erkeği güzel zannetmesi hazindir.” diye nükteli bir izahta bulunur. Mütevazı bir adamdır. Rasih Nuri İleri, öğretmeni Kerim Erim’in yoldaki bir çöpçünün elini öptüğünü anlatır. Eli öpülen adam, Sakallı Celal’in ta kendisidir. Çöpçülerin düşük ücret karşılığı çalıştırılmalarını protesto etmek için Vali Konağı’nın önünü süpürüyordur o esnada. rumda olduğu havadisini alır. Anayurttan yola çıkacak Çoğu kez maddi sıkıntı çekmesine karşın hiçbir zamühimmat dolu bir teknenin Türk subaylarına ulaştırılaman para yardımı kabul etmez. İstanbul’dan İzmir’e giden cağını öğrenir ve mürettebata katılır. Silahaltına alınmak vapura biletsiz binebilmek için seyahat boyunca çımacılık ister. Ancak, “Memlekete öğretmen de lazım” gerekçesi ile yapar. Öğrencisi Mehmet İsvan’ın, onun için açtığı banka reddedilir. Kastamonu Mekteb-i Sultanisine, Fransızca hesabındaki bir kuruşa dahi dokunmaz. Hayatının son öğretmeni olarak gönderilir. Yeni vazife yerinde dönemini Bomonti’deki bir okul kütüphanesiyle ilgide kalıcı olamaz. Öğrencilere hurafelere inanlenerek geçirir. Konaklaması için okulda bir daire vemamaları yönünde öğütler verince, bir kez daha rilir ve aylık bağlanır. Bir sabah arkadaşları tarafıni iğ z istenmeyen kişi durumuna düşer ve sakıncalı ilan ü dan bu dairede ölü bulunduğunda tarih 6 Haziran M için lemek in d edilir. 1962’dir. Naaşı iki gün sonra Galatasaray LisesinBu kez ki durağı İzmit Mekteb-i Sultanisi olur. den kaldırılır ve kıymetli hocası Tevfik Fikret’in Aynı kurumda daha sonra ders verecek olan Yusuf yakınına defnedilir. Mezar taşında, “Bağban bir Ziya Ortaç da öğrencileri arasındadır. Hatta aralarıngül için bin hare hizmetkâr olur.” yazılıdır. da öyle kuvvetli bir bağ oluşmuştur ki, Celal’in naaşını Dünyanın beyhudeliğine öylesine inanuğurlamaya gitmeyen Ortaç, “İnsan kendi tabutunun mıştır ki, tek bir eser olsun bırakmadan gitmiştir. arkasından yürüyebilir mi?” diye izahta bulunacaktır. Hakkında fikir sahibi olabileceğimiz derli toplu tek kayAnkara Sultanisine müdür yardımcısı olarak atanır. Bu nak Orhan Karaveli’nin Bir Bilinmeyen Ünlünün Yaşam kez de din derslerini azalttığı ve erkek öğrencilere kadın Öyküsü’dür. öğretmen atadığı için uyarılır. Hiçbir zaman seküler eğiFakültede bir hocam, “Dünya boş ama biz boşuna tim anlayışı ile klasik medrese eğitimi ikiliği arasında tagönderilmedik.” demişti. Sakallı Celal’in yaşantısını irderafsız kalamaz. Nihayet memur olamayacağına karar verir ledikçe, bu dediği daha manidar gelir oldu. Çünkü ancak ve vazifeden ayrılır. Aydın’a yerleşir. Bir incir fabrikasında hayatı boyunca hiç tütün ve alkol içmemiş, para ve nüfuza işçi olarak çalışmaya başlar. İşletme yönetimine üretime tamah etmemiş, sefa sürmekten kaçınmış biri bu dünyadair modern teknikler öğretir. Bunun yanında arızalı manın “boş” olduğunu; yine ancak gayeli, ilkeli ve çalışkan kineleri tamir ederek hünere vâkıf olduğunu gösterir. Nibiri “bu dünyaya boşuna gönderilmediğini” bilir. www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
11
Meçhul Elektrikçi “Bütün bu derdimin esbâbı sende toplanıyor, Sen, âh ey sarışın tıfl-ı nâtüvân, hep sen!” Tevfik Fikret
Denizhan Gültekin Edebiyatımızın çok tartışılan, birçok yazar ve düşünürün gazabına uğrayan, kimilerine göre karanlıkları boğacak ışık, gökten deha-yı nârı çalacak olan kahraman; kimilerine göre de tarihten kaçanların ismi olarak görülen, hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz simalarından birisi: Halûk. Babasının “yarının inkılâp ordusunda çarpışacak kahraman” dediği ve atideki ideal neslin remzi olarak gördüğü bu genç, 1895 yılının Haziran ayının on dördüncü gününde dünyaya geldi. Ailesinin telkinleriyle “bol bol ziyâ kucaklayıp getirmesi için” on dört yaşında mühendislik eğitimi almak amacıyla İskoçya’nın Glasgow şehrine gitti. Yanına yerleştiği ailenin etkisiyle din değiştirip Hristiyanlığa geçen edebiyat ve düşünce dünyamızın vatansız ve dinsiz(!) çocuğu Halûk, 1913 yılında Amerika’ya doğru yola çıktı. Üç yıl sonra Michigan Üniversitesinden iyi bir dereceyle makine mühendisi olarak mezun oldu ve orada
12
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
kaldı. Annesi ve birkaç akrabasıyla seyrek mektuplaşması dikkate alınmazsa ülkesiyle ve kültürüyle bağını tamamen koparmış genç adam, ihanetin sembolü olarak kabul edildi. Doğduğu toprağı, mensubu olduğu dini terk ediş sebebi hiçbir zaman bilinemedi. Ethel Gill isimli kadınla evlendi ve 1943 yılında Presbyterian Kilisesinin rahip yardımcısı oldu. 1956 yılında Orlando’da rahiplik rütbesine yükseldi. William Faulkner ve Shakespeare’in eserlerini Türkçeye kazandıran ilk kültür bakanımız Talât Halman, babasının hiç yayınlanmamış şiirleri olup olmadığını ve Tevfik Fikret’i bir baba ve şair olarak nasıl değerlendirdiğini öğrenmek maksadıyla Halûk’la görüşmek için 30 Nisan 1963’te kendisine mektup yazdı: “Tahmin edeceğiniz gibi, babanızın modern Türkiye’nin şiirine, toplumsal tarihine ve ahlâkına yaptığı muazzam hizmete büyük değer vermekteyim. Kendisinden anı-
söylenenler bakımından elimden hiçbir şey gelmez. Hikâyesi uzun olan hayatımın yolunu kimbilir neler çizdi? Beni ilkin İskoçyaya gönderen babam oldu; sonra yine kendisi bu memlekete gelmem üzerinde israr etti. Ne var ki geçenlerde hayatımın yetmişinci yılını tamamladım, ötelerdeki ülkeye yollanmama birkaç yıl ya kaldı, ya kalmadı. O vakit zaten daha fazla düşünüp konuşmağa lüzum kalmayacak. Türk edebiyatı uğrunda yapmak istediğiniz pek değerli işte size yardımcı olmama gelince: Gerçek şu ki, dostum, araştırmanıza yararlı hiçbir şey katabilecek durumda değilim. Babam, bende edebiyat ve sanat yeteneği bulunmayışından dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramıştı, ünlü şiirlerini yazdığı sıralarda ben çocuk denecek yaştaydım. İtiraf edeyim ki o şiirleri anlıyamıyordum, o yüzden gerektiği gibi tadına varamıyordum. Kendisinin büyük bir şair, büyük bir öğretmen, derin bir düşünür ve büyük bir vatansever olduğunu biliyorum ve bununla iftihar ediyorum. Ama şunu size utanarak söylüyorum ki çalışma alanınızda size yararlı olacak bir yardımda bulunmaktan âcizim. Keşki bu yardımı yapabilseydim. Belki de siz kalkıp beni görmeğe geleceğinize, sorularınızı yazıp gönderseniz ben de mümkün olursa bunları yazılı olarak cevaplandırsam daha iyi olur. Bu bakımdan elimden geleni yaparım. Böylece vakit ve para harcamamış olursunuz. Biran için size gerçek bir yardımım dokunabileceğine kani olsam, mülâkata gelmenizi kabul ederdim. İstediğiniz yardımı yapamayacağımı söylediğim vakit bana inanmanızı rica ederim. Babamın benim larınız, edebiyat ve fikir faaliyetlerini değerlendirişiniz ve adıma yazdığı şiirlerin bir nüshası bile yok elimde. Zaten «Halûk» şiirleri üzerindeki düşünceleriniz hakkında sizinle artık Türkçeyi de büyük zorluk çekerek okur oldum. Sizi bir veya birkaç görüşme yapmak istiyorum. Ricamı kabul tekrar temin ederim ki sizinle buluşmaktan ya da yardımcı etmek nezaketinde bulunursanız sizin için uygun olan herolmaktan kaçınmağa çalışmıyorum. Niyetiniz kötü olabilir hangi bir yere istediğiniz gün ve saatte gelip istediğiniz kadiye bir korkum da yok. Böyle bir şey söz konusu değil. dar uzun veya kısa görüşmeğe hazırım.” Değerli çalışmanız için benden istediğiniz yardımı yapYazılan ilk mektuba cevap gelmedi. Rübab mağa gücüm yetmediğini söylediğim vakit bana lütfen şairinin oğluyla ısrarla görüşmek isteyen Halinanınız. Benim size anlatabileceklerimden kat kat i iğ z man, 12 Haziran 1963’te ikinci bir mektup yaü fazlasını babamın kitaplarıyla onun hakkında yaM ek için dinlem zarak ricasını tekrarladı. 1963 Eylül’ünde Halûk zılmış kitap ve yazılarda bulacağınızdan eminim. Fikret’in 8 Temmuz 1963 tarihli uzun mektubu Kendisinin, Türk tarihindeki en büyük şairlerden Halman’ı bekliyordu. Grace Covenant Presbyterian biri olduğu hiç şüphesiz doğrudur. Bildiğiniz gibi, Kilisesinin resimli zarfı içinde gelen mektupta şunlar güçlü bir ressamdı da. Bende bir hazine gibi deyazıyordu: ğer verdiğim iki gayet ufak tablosu var sadece. “Sayın Efendim: Size yardım etmekteki aczimi kabul etmek zorunda Önce çok nâzik mektuplarınıza cevap vermeği böyolduğum için candan üzülüyorum, gerçek bir utanç duygulesine ihmal ettiğim için candan özür dilerim. İlk mektusu içindeyim. Mamafih, sizden yine haber alırsam memnun bunuz geldiği vakit bu şehirde değildim. Sonra ailede uzun olurum. Babamın hayatı ve buna benzer konular hakkında süren bir hastalık oldu. İkinci mektubunuz geldiğinde yine sormak istediğiniz sorular varsa bana yazınız. Memleketin başka bir şehirdeki bir klinikte karımın genel tıbbî muayebu taraflarına yolunuz düşerse bana haber verin, görüşünesiyle meşguldüm. Üstelik gündelik görevlerim, her seferüz, bizi ziyaret edersiniz. 1 Ağustos’tan sonra The Park rinde birkaç gün işimden uzak kalışım yüzünden, beni iki Lake Presbyterian Kilisesinde (309 East Colonial Drive, misli uğraştırıyordu. Şuna güvenmenizi isterim ki samimiOrlando) olacağım. Doğru sokak numarasını bulmuşsunuz yet ve dürüstlüğünüzden hiç şüphem yok. Size yardım edeama kilisenin adı yanlıştı. Tuhaftır ki ilgili olduğumu zanbilirsem bunu sevinerek yaparım. Hakkımda yazılanlar ve nettiğiniz kiliseye yakında geçiyorum. www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
13
Candan özür diler, candan teşekkür eder ve candan üzüntülerimi bildiririm. Saygılarımla, H. Halouk Fikret Sekreterim tatilde. Daktiloda bu kadar bozuk yazdığım için de özür dilerim. HHF” Halman, Halûk’un bazı gerçeklere ışık tuttuğu düşüncesiyle kendisinden daha fazla bilgi almak için 24 Eylül 1963’te uzun bir mektup daha yazdı. Muhatabından haftalarca cevap alamayınca ısrarla kendisine kart ve mektuplar gönderdi. Niyetinin hâlis olduğunu, yalnızca Türk edebiyat tarihine bazı bilgi ve belgeleri kazandırmak istediğini defalarca belirtti. Israrlara daha fazla dayanamayan Halûk, Talât Halman’ın ısrarı üzerine 28 Ocak 1964 tarihli mektubunda şöyle karşılık verdi: “Sayın Halman, 24 Eylül, 28 Kasım ve 24 Ocak tarihli nazik mektuplarınızın hepsi önümde duruyor. Birkaç defa okudum onları. Ricanızı yerine getirmek niyetiyle bir iki kere yazmağa başladığımı söylersem belki de bana inanmazsınız. Ama gerçekten başladım ve her seferinde anladım ki girişmiş olduğumuz araştırmaya yapabileceğim bir yardım yoktur. Bu yüzden, daha önce mektuplarınızı cevaplandıramadığım için şimdi büyük bir utançla yazıyorum ve beni bağışlamanızı rica ediyorum. 24 Eylül tarihli mektubunuzda sıraladığınız beş maddeyi gözden geçirince görüyorum ki değerli olacak bir yardımda bulunmaktan âcizim. Bu memlekette 1913 Ağustosunda Michigan Üniversitesinde mühendislik eğitimime devam etmek üzere geldiğim vakit, mezun olduktan sonra Türkiye’ye dönmeyeceğimi ne babam tahmin ediyordu, ne de ben düşünüyordum. Ama demek ki kısmet buymuş. Bu yüzden, babamla ilgili hâtıra, kitap ve yadigâr gibi hiçbir şeyi yanıma almış değildim. 1925 de - babamın ölümünden sonra - annem bir yıl kadar bizimle kalmak üzere Amerikaya gelirken karımın hoşuna gidecek bazı şeyler getirmişti, iki ufak halıyla babamın yaptığı en küçük tablolardan ikisi bunlar arasındaydı. Tablolar, babamın ressamlığını gerçekten temsil eden resimler değil. Türkçe arapça ve farsça - öğrenimim; cidden pek kıt olmuştu. Babamın sanat ve şiir yeteneklerine kıyasla ben fazla pratik bir insandım. Zannederim, kendi hayatında gayet önemli olan şeylere ciddî ilgi göstermeğe elverişli olmayışım onu zaman zaman hayal kırıklığına uğratmıştı. Şüphesiz biliyorsunuz ki babam Robert Kolejin ihzarı sınıflarında birkaç yıl süren öğrenciliğimden sonra dostları vasıtasıyla benim İskoçya’ya gidip Royal Technical College’da (Kraliyet Teknik Okulunda) mühendislik öğrenimine başlamamı sağladı. Orada üç yıl kaldıktan ve Glasgow mühendislik şirketlerinde bir süre çalıştıktan sonra yurda döndüm. O sırada, Robert Kolej deyim yerindeyse - elektrikleniyordu. Mühendislik Okulu da kurulmaktaydı. Bütün binalara elektrik verecek bir jene-
14
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
ratör, bir de kalorifer sistemi hazırlanıyordu. Michigan üniversitesinden Prof. John R. Ailen geçici olarak bu işin başına getirilmişti. Prof. Ailen Makine Mühendisliği alanında eğitim yapmış olduğumu ve akıcı bir İngilizce konuştuğumu, plân ve projeleri iyi bildiğimi öğrenince Glasgow’a eğitimimi tamamlamağa döneceğime hiç değilse bir yıl kendisiyle birlikte çalışmam üzerinde ısrar etti. Ben de kabul ettim. Bir yıl sonra, Prof. Ailen Amerika Birleşik Devletlerine gelip Michigan Üniversitesine devam etmemi sağladı. Babam, ilk defa olarak, Prof. Allen’in yönetimi altında tatminkâr bir çalışma yaptığımı ve belki de günün birinde bir baltaya sap olabileceğimi öğrenince bazı memnuniyet belirtileri gösterdi! İstanbuldan 1913 Temmuzunda ayrıldım. Glasgow’da iki hafta eşi-dostu ziyaret ettikten sonra Amerikaya gidip Michigan Üniversitesine yazıldım. 1916 Haziranında Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Yurda hiç dönmedim. 1920 de Robert Kolej’e Makine Mühendisliği Profesörü olarak gidecektim. Eşimle ben pasaportlarımızı çıkartmıştık, birkaç hafta içinde vapurla yola çıkacaktık. Tam o sırada yurda dönmemin uygun olmayacağı haberi geldi. Bu, tabii dini inancımdaki değişme yüzündendi. Dinî temayüllerimdeki değişmeyi babam biliyordu. Bir kere bu konuyu birlikte konuşmuştuk, ama kendisi bu bakımdan çok açık fikirliydi, kendi kararlarımı kendi başıma vermemi istedi. Annem hiç memnun olmadı. Sofu Müslüman olan dedem (annemin babası) hayal kırıklığına uğradı. Babama Tanrının birliğine inananlardandı demek doğru olur. Tanrıya yaradan olarak inancı vardı. Şiir yazan, tabiat resimleri yapan, hayatını yurdunda ve ulusunda hürriyetin, adaletin ve iyi niyetin gerçekleşmesi uğrunda yaşayan bir insan, Tanrıya yaradan olarak inanmaktan başka bir şey yapamaz. En yüce şiiri, “Sis” adlı olanıydı. Bu şiirin temel konusunu “Sis” adlı bir tabloda da ele almıştı. En iyi tablolarından biriydi bu. Daha büyük ve daha güzel başka tablolarla birlikte bu tablonun Aşiyanda - Devletin devraldığı evimizde - olduğunu işitmiştim. Bütün bu dağınık sözlerimden anlıyacaksınız ki olup bitenlerden tamamiyle habersizim. Şunu utanarak kabul etmek zorundayım ki babamın şiirlerini kolaylıkla ve anlayarak okumak artık benim için gayet zor. Bu yüzden, size yardımda bulunamayacağımı söylerken tekrar özür dilemeliyim. Mektubunuzda sorduklarınızın cevabını almak için, korkarım, kendisine ölümüne kadar yakın olan kimselere başvurmanız gerekecektir. Robert Kolejin ilk Türk mezunu, babama öğrencisi ve asistanı olarak çok yakın olan ve sonradan Türk dili ve edebiyatı profesörü olarak babamın yerine geçen, Kolejde ikinci müdürlük yapan Prof. Hüseyin Pektaş size çok daha etraflı bilgi verebilir. Kendisine yazsanıza. Bir de Profesör Feridun Niğâr var. Kendisi babama çok yakındı, öğrencisiydi. Zannederim hâlâ Robert Kolejdedir. Bu hususta sizi hayal kırıklığına uğrattığım için sizden tekrar yürekten özür dilerim. Son elli yılın olayları ve
şartları, cehaletimi arttırdı Tabiî, sizin yapmak istediğinizi yapmağa teşebbüs etmediğim için kabahat bende. Bu, babama saygım, muhabbetim ve sevgim olmamıştır veya yoktur demek değildir. Yıllar beni gitgide ulusumdan uzaklaştırdı; bu uzaklaşmada hayatımın gelişme tarzının payı büyük olmuştur. İstanbul’da kalan tek tük akrabam da kayıplara karıştı. Beni sadece Tevfik Fikret’in oğlu olarak tanıyan bazı kimselerden Hıristiyan papazı olduğumu işitip okuduktan sonra yazdıkları şiddetli kınamalarla dolu bir takım mektuplar almıştım. Bu kınamaları iyiden iyiye anlıyorum. Kendilerine hiç kabahat bulmuyorum. Şuna inanıyorum ki Yüce Tanrı - babamın Tanrısı ve benim Tanrım - beni dilediği yola götürmüştür. Size en iyi dileklerimi gönderirim, efendim. Umarım ki uzun yılar ve özellikle Jön Türkler Devrimini gerçekleştirmeğe kendisini adadığı o muazzam yıllar boyunca babama yakın olan ve adlarını verdiğim kimselerden ve başkalarından, istediğiniz bilgileri sağlamak bakımından bana kıyasla daha başarılı olursunuz. Saygılarımla. H. Halouk Fikret Bu mektup için özür dilerim. Mektubumu başka birisine dikte etmek istemedim. Yazı makinesini kullanmak da pek elimden gelmiyor.” Aldığı cevaptan tatmin olmayan Talât Halman, takvimler 2 Şubat 1964’ü gösterdiğinde Tevfik Fikret’e dair en canlı ve en doğru bilgilerin şairin oğlunda olabileceğini ima ederek bir mektup daha yazdı: “Hatıratınızı veya otobiyografinizi yazmak gibi büyük bir çabaya girişmek istemeyişinizi anlıyorum. Yine de şunu düşünüyorum ki babanız hakkındaki anılarınızı, Aşiyandaki çocukluk ve delikanlılık günlerinizi, Fikret’le mektuplaşmalarınızı ve konuşmalarınızı kısa notlar halinde tesbit edebilirsiniz. Bu, bir kitap yazmak gibi büyük bir gayreti gerektirmez. Bir edebiyat veya bilim çabası değildir. Belirli anılarınızı tamamıyle serbest bir üslûpla kaydetmekten ibarettir. Umarım ki boş vakitlerinizde bu kısa notları almağı kabul edersiniz. İsterseniz aldığınız notları bana ara sıra göndereceğiniz mektuplara iliştirebilirsiniz. Yahut da hâtıralarınızı bir deftere kaydederek bu defteri ileride Robert Kolej, Columbia Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Princeton Üniversitesi gibi bir bilim müessesesine bırakabilirsiniz, isterseniz hâtıralarınızı banda alınız. Şunu unutmayınız ki babanız hakkında vereceğiniz herhangi bir bilgi tarihçiler ve eleştiriciler için büyük bir önem taşıyacaktır.” Muhatabından aylarca cevap alamayan Halman, 30 Mayıs 1964 günü Halûk Fikret’e son mektubunu gönderdi.
Mektupta şunlar yazıyordu: “Ricalarımı tekrarlayarak sizi sık sık tedirgin ettiğim için üzgünüm. Israrımın sebeplerini takdir edeceğinizi ve beni bağışlayacağınızı umarım. Bildiğiniz gibi, 1965 babanızın ellinci ölüm yıldönümüdür. Önümüzdeki yıl boyunca, Tevfik Fikret hakkında birkaç kitap yayınlanacak, 19 Ağustos 1965 günü ihtifaller ve şiir programları düzenlenecektir. Bu yıldönümü münasebetiyle sizin yapmağı kabul edeceğiniz herhangi bir şey, babanızın hâtırasına büyük bir cemile olacaktır. Ricamı dikkat nazarına almanızı umar, şimdiden teşekkür ederim. En iyi dileklerimle.” Gönderilen son mektuba da cevap gelmemişti. Türlü ısrarlarına rağmen muhatabından bir daha cevap alamayan Talât Halman, Milliyet Gazetesindeki yazısında cumhuriyetimizin yaramaz(!) çocuğu Halûk Fikret’i büyük şöhret kazanmış sanatkâr babanın hiçbir yaratıcı tarafı olmayan oğlu, babasını hayâl kırıklığına uğratan hayırsız bir evlat, yaşamanın azabını çeken biri olarak kaleme aldı. Babacığının, Olimpos’tan ateşi çalıp yeryüzüne indiren Prometheus’a benzeterek “meçhul elektrikçi” diye andığı biricik oğlu, sınırlarımızın binlerce kilometre ötesinde sessiz sedasız sürdürdüğü hayatına 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken veda etti.
Not: Mektuplar, İstanbul Şehir Üniversitesi ve Milliyet Gazetesi arşivinden alınmıştır ve hiçbir değişiklik yapılmadan doğrudan aktarılmıştır.
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
15
Perestiş
Sen
Gökçe Güneyoğlu
Muhammed Kurak Sen karanlık gecelerin beyazı, Sen yanan yüreklerin ayazı, Sen sessiz çığlıkların avazı, Sen yokluğu en çok acıtan, sen.
Süzdüm gecenin en taze yıldızlarını, Gergefe gerilmiş bir tülbent gibi. Salınan o siyah denizin ağzından, Bir muştu söz duymak için Dudaklarından. Geçtim ayın en karanlık ışığından, Harcadığı onca gündüzün Mazisini duvarda afişe yalamış, Bir nemli bakış tutmak için Şakaklarından.
i Müziğ in ek iç dinlem
Estim tozun suyuna indim, Serzenişlerinde haklı insanların. Beklediği çocuk parklarının tahterevallisinde Tartmak için çekip aldım zamanı Ellerinden. Koştum nefes yanını tuttum, Atların seyisine çalan O asil zülküf boyunlarında, Zülüf olup inen taraklarına takılan Saçlarından. Sevdim hoşluk saltanatını, Kuzineli sofaların kilimleri üzerinde, Nüksettiği seğirmesi hallerinin, O sıcak gülümsemesi eşliğinde, Yanaklarından.
16
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Sen sevda yorgunlarına sığınak, Sen uykusuz gönüllere yatak, Sen aşk susuzlarına sağanak, Sen varlığı en çok beklenen, sen. Sen yokluğu ömürlere eziyet, Sen adı her daim hayra niyet, Sen hasret nidalarına nihayet, Sen vuslata en çok yakışan, sen.
i Müziğ in ek iç dinlem
Sebeb-i Hâlim Soner Ataibiş Dipsiz kuyularda umudum söndü, Saatin katranı tersine döndü. Bırakıp da beni gittiği gündü, Bu deli dîvâne sebebim ondan.
Evvel yüreğimde nevbahar açtı, Güneş cevherinden ışıklar saçtı, Âhir bırakıp da bîvefâ kaçtı, Bu çeşm-i giryânın sebebim ondan.
Dövünür de hâlâ döşümde sızı, Ki söndü ömrümün şafak yıldızı, Tomurcuk açarken yedim ayazı, Bu şeb-i hicranın sebebim ondan.
Şimdi ellerimde soğuk rüzgârlar, Bıraktığın yerde solgun zamanlar, Tüter yüreğimde kara dumanlar, Bu hâl-i pür melâl sebebim ondan.
i Müziğ in ek iç m le in d
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
17
Mutlu Son Yoktur Elif Davarcı
Elimde Uykusuzlar, kulağımda Antidepresan Gülümsemesi. Birazdan karşımdaki ekranda ismim yanıp sönecek, doktor hanımın sesini duyacağım. Tılsım… Her adımda yorgunluğunu etrafa dağıtan genç kız yanıma geliyor, çekingen bir tavrı var. Dudakları kımıldıyor, böyle gitme ne olur… Onu duymadığımı fark edince kulaklığımın tekini çıkarıyorum, efendim diyorum, gözüm ekranla onun halsiz yüzü arasında gidip geliyor. Doktor hanım mı önerdi, elinizdeki kitabı diyorum, doktor hanım mı söyledi? Yok diyorum gülümseyerek, kafasını sallayıp geri çekiliyor, bakışları kitabımda geziniyor arada. Uykusuz gecelerime çözüm olarak yazdığı bir ilaç var sadece ama kitap önerisinde bulunmadı henüz, demiyorum, bilmesine gerek yok. Sandalyede elli yaş üstü üç hanım hastalıklarından, çocuklarından, yaşadıklarından konuşuyordu. Kulaklığımı takıp andan sıyrılmayı denedim yeniden. Model bu kez ağlamam zaman aldı, diyordu. Hem de nasıl. Biriktikçe birikti hislerim, denizle anlaşıp gözlerimden boşalmaya karar verdiler günün birinde. İnsan kalabalığının arasından ağlayarak geçerken ne düşündükleri umurumda değildi. Ne de olsa kimseyi inandıramıyordum yaşamadığıma. Doktor hanımı sevmiştim ve ölü olduğumu ondan saklıyordum. Bakışlarında alaycı parıltılar görmekten korktum da diyebilirim, kabul. Burada ben değil Poyraz olmalıydı, onu iyileştirmeyi başarmalıydınız, o hayatına son vermemeliydi, hikâyemiz böyle bitmemeliydi. Bugün nasılsın Tılsım? İyi gibiyim dedim yarım ağız. İçimdeki seslerin susmak bilmediğini söylemekten vazgeçmiştim bilmem kaçıncı seanstan sonra. Konuştuk bir şeyler. Doktor hanım, ben ve iç sesim. O sadece sesle buluşan kelimelerime şahit oldu, biraz
18
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
da titreyen ellerime. Aynı dozda devam edeceğim ilaçları belirten harf yığını dolu kâğıdı uzattı bana. Sağlık karneleri geldi aklıma nedense, seneler öncesi. Anda kalmayı başaramadığımı söylemiştim değil mi? * Eylül abla ağlayarak okudum hikâyeni, bunu neden yaptın? Simge’nin mesajını okuyunca gülümsedim. Tılsım’ın başına gelenler yüzünden beni suçlayan arkadaşlarımı anımsadım. Onun bir karakter, benimse yazar olduğumu unutmuş gibi davranıyorlardı çoğu zaman. Arkadaş grubumuza bir kişi daha eklenmişti. Tılsım. Her seferinde muhabbet bir şekilde ona geliyor, yazdıklarımla yetinmek istemeyip zihnimdeki Tılsım’ı anlatmamı istiyorlardı. Her seferinde farklı bir hikâyenin içine düşüyordu Tılsım. Tüm hikâyelerin ortak noktası aynı sonu yaşamasıydı. Araba sürmeyi öğrenmeye çalışırken yaşadıkları, Poyraz’ın dönüşümü, morgdaki cansız beden… derken bana laf saymaya başlayan arkadaşlarımı seyrederek kahve içmeye devam ediyordum. Simge’ye “canım benim, onun bir hikâye olduğunu biliyorsun değil mi, üzme kendini” yazıp telefonu kapattım. Saçımı ikiye ayırıp mısır örgüsü yapmaya karar vermiştim, ayaklandım. Aynaya bakınca ellerim buza dönüştü. Yüzünden damlayan kanlarla bana elini uzatan… * Adım gibi emindim öldüğüme. O anı her düşündüğümde kalbime sayısız kıymık batıyor, etim parçalanıyordu. Poyraz’ın son sözleri hayatımı mühürlemişti, zihnimde yankılanıp duruyor, duymazdan gelemiyordum. Dahası artık ona ulaşamıyordum da. İçine düştüğüm durumdan beni kurtaracak olan şey bu ilaçlar
değildi, biliyordum. Poyraz’ı bulunca tüm düğümler lıyordum. Dert değil, benzer bir şekilde ölmüştüm çözülecek, yeni bir sayfa açılacaktı önümüze, inanıyorzaten. Yaşama dönebilmek içinse Poyraz’a, onun beni görmesine ihtiyacım vardı. Onların kampüsten aydum… kan lekesi taşımayan bir sayfa. Bunu hak ediyorduk. Gece uyuyamıyor, yastığa başımı koyduğum rılmasını beklerken giriş kapısını görecek şekilde bir an morgun soğuğunu kemiklerimde hissediyordum. banka oturdum. Kuşların cıvıltısı, rüzgârın şarkısı, En sonunda masanın başına uyku perilerini beklerkelebeklerin dansı derken saatler geçti, bir an gibiydi. Peşlerine takıldım. Konuşacaklarını duyabilecek bir ken sızıyordum. Değişen bir şey yoktu. Bilinçaltımda mesafede yürüyordum, ama yanlarında yürüsem bile da her şey aynıydı, morgdaki halim, dostlarımın sesi, değişen bir şey olmayacaktı, fark edilmemek hiç bu Poyraz… Uykunun bana bir faydası yoktu. Ne güvenikadar ağır gelmemişti. Poyraz’ı aradıklarında iyice lir bir limandı benim için ne de yorgunluğuyaklaştım. Sesini duyabilsem dünyam değişecek, mu alabilecek bir dost. kalbimde yeniden güller yeşerecekti ama olmaOtobüsle eve dönerken Dilşah’ı gördüm, i yanında da Demiralp. İkinci durakta binen dı. Tılsım’a gitmiş, onun kitaplarına bakıyormuş Müziğ in ek iç dinlem lise öğrencilerinin arasından güçlükle geçip dedi Demiralp. Parmak uçlarım karıncalandı, onlara doğru ilerledim. Beni görmediler bile. aynı satırlarda karşılaşacak bakışlarımız… Hayatım bir cam bardak gibi yere düşüp parça* -Eylül nasıl? lara ayrıldı gözlerimin önünde. Kırıklar zihnime -Tılsım’ı gördüğünü iddia ediyor şimdi battı, damağımda metalik bir kan tadı kaldı. Sesde, bu kız yüzünden aklımı kaçıracağım. Bir lenmek istedim, sesimi bulamadım, ses tellerimin şeyler yapalım artık. ilk ihaneti değildi bu ne de olsa. Poyraz’a çok üzü-Nerede görmüş ki Tılsım’ı, tüm gün evde değil lüyorum, onun için bir şeyler yapmalıyız dedi Dilşah. miydi? O ölmemiş miydi? Öyleyse ben neden ona ulaşmaya -Aynada! çalışıyordum? Boşluklar giderek açılıyor, beni içine çe* kiyordu. Dersten sonra yanına uğrayacağım, bir süre Baş ve işaret parmağımı dudağımın kenarlarına yalnız kalmasa iyi olacak dedi Demiralp. Demek ki yayerleştirdim, yukarı doğru kaldırdım. Antidepresan şıyor! Yaşıyor! Poyraz yaşıyor diye bağırmışım, yanımgülümsemesi deyip güldüm. Güldüm, içimdekiler taşdaki liseli kızların tuhaf bakışlarıyla karşılaşınca gülümsedim. Ne düşündükleri kimin umurunda, Poyraz tı aniden, ağlamaya başladım, yeniden. Kitaplığın keyaşıyor! Koskoca otobüste, onlarca insanın ortasında narındaki ilaçlar benimle dalga geçiyordu. Ya da parbağırmıştım ve beni duymayan sadece iki kişi vardı, çalanan aynalar. Kimseye diyemiyordum ki her ilaçtan kimlerden bahsettiğimi biliyorsunuz. sonra ayna bir kez daha kırılıyor, bu hızla giderse… Onları takip ettim. Son anda verdiğim bu kararla kaç günün sonunda parçalarım bir pirinç tanesi kadar peşlerinden koşarken az kalsın otobüsün altında kaolacak, formülünü düşünecek halim yok. Bilmem kaç www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
19
tane parça var şu an karşımda, dokunsam yere dökülecekler, ayaklarımın altına alsam onları geride bırakabilir miyim, bilmem. Neyi biliyorum ki zaten, Tılsım’ın benimle iletişim kurmaya çalıştığını söylediğim herkes kahkaha atıyor ya da “bu kız ne saçmalıyor” diyor sessizce, duyuyorum, lanet olsun ki seslerinin kısık olması onları duymama engel değil. Bir migren atağı yahut her neyse, büyük bir ceviz kıracağının içinde eziliyor beynim. Beyin acı çekmez, beyin acı çekmez, diye mırıldanıyorum aynanın önünde ağlarken. Sesler çoğalıyor, evrendeki tüm ses dalgaları boğazıma yapışıyor, kelimeler kemiklerimi parçalıyor, dayanamıyorum. Yazacak kadar güçlü, onlarla yüzleşemeyecek kadar zayıf. Belki de yazmayı seçme nedenim de güçsüzlüğüm, hayatla sadece yazarak savaşabildiğim için bu taraftayım. Kelimeler, aynı safta olduğu bir insanın hayatını mahvedebilir mi? Buna hayır diyebilirdim önceden, ama şimdi hangi dilde tarif edebilirim içimdeki sızıyı, inanın, bilmiyorum. Yazmaktan vazgeçmeden önce temize çekmem gereken bir hikâyem var. İlaçları çöp kutusuna fırlatıp masanın başına geçtim. Tılsım’a güzel bir son yazabilirsem hayatımı kurtarabilirdim belki. İkimizin hikâyesi de güzel bir sonu hak ediyor, bunu artık kabul ediyorum. * Yazamadım. Bir kez elimden çıkmıştı hikâye, onlarca kişi okumuş, arkadaşlarımla bile günlerce gecelerce kritiğini yapmıştık. Değiştirmeye çalıştığım her yer elimde kalıyor, nereden tutsam kurgunun bozulmasını engelleyemiyordum. O artık benim hikâyem değildi belli ki. Bunu anladığım an koşarak çıktım evden. Gizlediğim her şeyi anlatıp doktordan yardım isteyecektim. Otobüsün kanatlanıp uçmasını istiyordum, içim içime sığmıyordu. Ona anlatacaklarımı toparlamaya
20
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
çalışırken başımı öndeki koltuğun kenarına çarptım, otobüsün kaza yaptığını o an anladım. Başımdan yayılan sızı, günlerdir hissettiğim acının yanında bir hiçti. Otobüsten inip koşarak yoluma devam edecekken mezarlığın önünde olduğumuzu fark ettim. Dua okuyarak girdim, ruhları selamladım. Siyah beyaz bir filmin içinde buldum kendimi. Yaşadığım şehrin değil, yazdığım şehrin mezarlığına dönüştü, mezar isimleri değişti, yürüdüm, yol beni Tılsım’ın kabrinin başına götürdü. Poyraz’ı gördüm. Kendi hikâyesini noktalayacağı yerdeyiz yine, bu kez kâğıdın öte tarafında değilim. Ağlarken sesimi yakalayıp bağırmaya çalıştım. Yapma Poyraz, ne olur, yapma, kendini öldürmene izin veremem, olmaz… Bunu sen yaptın dediğini hatırlıyorum en son. Her yerin karardığını, mideme saplanan ağrıyı… * -Eylül bak arkadaşın gelmiş, çıkacak mısın artık odadan? Kimseyi görmek istemiyordum. Seslerini duymayı da. Bir çıkış arıyordum sadece. Her şeyi düzeltmenin bir yolunu. İklim’in sesini duyunca kapıya yaklaştım. Yayınevinden geliyormuş, bana söyleyecekleri varmış. Saç diplerimdeki yaralara tırnaklarımı saplamaya devam ettim. İçimdeki korkunun esiri olmuştum. Kapıyı araladım, içeri girdi. Gözlerinin birden açılması onun hal diliyle “sen kendine ne yaptın” demesiydi, önemsemedim. Dosyan reddedilmiş Eylül, ama editör arkadaşımla konuştum, dosyanı yayına hazır bir hale getirmek için yapabileceklerinden bahsetti. Elimi hızla kaldırıp devam etmesini engelledim. Ben ne yapmam gerektiğini biliyorum deyip masanın kenarındaki dosyayı alıp mutfağa gittim. Çöpe attım. Sesler çoğaldı, çoğaldı… derken ürkütücü bir sessizlik sardı her yeri. Hafiflediğimi hissettim. Aylar sonra ilk kez huzurla uyuyabileceğim fikrine tutunarak odama geçtim ve yatağıma uzandım… Ve ayna artık tek parçaydı.
Mart Şarkısı Dünde kalan kış esintileri eşliğinde, Karlar erimeye başladı. Uzayan günler ve kısalan gecelerle birlikte, Yol aldı asi Mart rüzgârları. Avucunun içinde tutar dört rüzgâr, Savurur parmak uçlarından. Bembeyazdır yumuşacık yünlü bulutları, Mavidir evi, uçtuğu yeri. Sancılanır sert esintileri, Kükrer vadiler, tepeler, ağaçlar boyu. Söyler şarkısını tiz ıslığıyla, Döndürür dünyayı, açtırır çiçekleri. Deldi cennetin göğünü, Güneş açsın, yağmur yağsın diye. Bahar yaklaşır, Mart uslanır, Ve fulya çiçekleri açar. Nisan yağmurlarına kucak açar, Durulan rüzgârlarını toplar, Evine doğru uzun yolculuğuna çıkar. Mart aynı şekilde yine gelecek. Bir kış daha veda ettiğinde, Geceler kısaldığında, Günler uzadığında, Bir kulağınız Mart’ın şarkısında olsun!
i Müziğ in ek iç m le in d
Yazar: Patricia L. Cisco Çevirmen: Emre Kılagus
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
21
Beynimin Gökdelenleri Yıkılıyor Kâğıt üzerinden bir iz bırakacaksak hayatlara, yapmamız gereken ilk şey sonsuz hüsran yemini etmek…
Fatma Dicle Karabınar
Kapıyı sıkı sıkı kapatmak istiyorum. Kapanması neden yetmiyor güvende olduğuma ikna olabilmem için? Bilmiyorum, kilit yerine oturduğunda çıkardığı ses yankılanıyor odada. Çıkan yankıyla birlikte doğru orantılı olarak ehvenişere doğru evriliyor ruhum. Yalnız kalmanın verdiği özgürlük hissine borçluyum bunu. İnsan sevmiyor ya da asosyal değilim fakat yanımda birileri varken sırtımda omuzlarımı aşağıya doğru çeken ağır bir çanta varmışçasına bükülüyor bedenim. Dik durmakta zorlanıyorum. Tüm gün kendini özleyenlerdenim ben, sonunda kavuştum tekli koltuğuma diye sevinenlerden... Derin bir nefes alıyorum ve yaslanıyorum arkama. Bu kez dört duvar ve kapalı bir kapı yetmiyor bana. Cereyan yapıyor sanki dertlerimin üzeri hep açık, ulaşamıyorum onlara. Ruhum içimde derin, kara bir kuyu dibinde dizlerini karnına kadar çekmiş, kollarını ken-
22
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
dini sararcasına dolamış, kafasını dizlerine dayamış meyus biri. Her gün ona ulaşmak için yalnız kalırım, bu kez tinim yorgun ulaşamıyorum ona. Göz kapaklarımı serbest bırakıyorum, boş çuval gibi çöküyorlar gördüklerimin önüne. Bugün neden daha ısrarcıyım yalnızlığa? Kalabalıklar arasında bu denli nefret ettiğim bir şey yok aslında yalnızca dışarıda tahammül edemediğim şeylerin sayısı yıllar geçtikçe artıyor. Elbette mühim dertlerden mustaripler; arkadaşlarıyla samimiyetsiz gülüşlerin arkasında yarışa girip yorulan insanlar, cemiyette boy gösteremediği için gidenlere bin bir beddua savuranlar, çamurlu parmaklarıyla namus şövalyeliği yaparcasına güçsüzleri işaret edenler... Neredeyse unutuyordum bir de sözde dindarlıklarıyla Allahsızlık ihraç edip kadınlarını toplumdan kopararak kapattığı odalarda şiddete, hakarete ve tecavüze mahkûm edenler, onların da parmaklarının gösterdiği yerde ayakları üzerinde duran kadınlar var. Ayakları üzerinde durabilen herkesten rahatsızlar. Özgürlük diye haykırıp popüler kültürün hizmetçisi olmaktan öte gidemeyenlerden bahsetmiyorum bile. Hepsinin derdi onlara kalsa çok mühim. Ne garip değil mi? Zavallı beşerin yaptığı her eylem, aslında belli bir topluluğa ait olmak için sergiledikleri gösterilerden ibaret. Harikulâde sirk! Sunumlar beğenilirse kabul ediliyorlar ve yalnız değiller, hepsi aynı yoldalar. Alkışlar yükseliyor, kutlamalar yapılıyor. Daha sonra kitlenin elinin altında duran çeşitli yerlerde görevler veriliyor. Artık o
zavallı beşer güçlü hissedebilir kendini. Geldiği yerde onunla aynı yolu izlemeyenlere zorbalık yapabilirler. Yalnız başına bir işe yaramayan insan, kalabalıkların ardında saklanıyor. Bunların hepsi çok kayda değer meseleler. Görünmeden hizmet edenler mi, bir gösterileri olmayanlar mı, onlar kimin umurunda ki? Doluyorum yine gözlerimi açıyorum. Tüm gün bunları duymaya, dinlemeye maruz kalan kulaklarım acıyor adeta. Kime, neyi anlatmalı diye düşünüyorum. Beni ve düşüncelerimi duvarlarım koruyor ahmaklıklardan. Düşünüyorum, yalnızca düşünerek yaptığım astral yolculukla her şeyi görüyorum. Bencillikten uzağım ama bir şeyler yapmalı diyorum her defasında. Yapamadıklarım, düzeltemediklerim yüzünden her gün acı çekiyor ruhum. Ne yazık ki tasvir ettiğim gerekenler üzerine belli düşünceler yatıyor. Çözüm insanlarla tıklım tıklım dolu hayatımın sokakları. Dubulamadığım haksızlıklar ve “bir şeyler yapmalıyım” varlarımı aşındırıyorlar. diye debelenişlerimin verdiği çaresizliklere kılıf uyduOdamda giydiğim inziva elbisesi rahatsız edebiliruyorum. Uydurduğum kılıfın süresi doluyor ve yıpyor kimini. Onlarla aynı kıyafeti giymeyenler konuşranıyor, ben de yıpranıyorum onlarla. malarının öznesi olabiliyor birden. Özellikle kadının Kalemimle üzerini çizdiğim kelimelere bakıyokadına yaptığı şiddet, mücadeleci ve kendi başına rum, nedir olmayan? Risklerle dolu hayatlarının düşünebilen hemcinslerine oldukça. Arkaolmasından bahsetmek biraz klişe fakat özlük ma yaslanıp gözlerimi kapattığım koltuğumhakları olmadığı için ezilenler, intihar eden poda tüm bu sorunlarla baş başa kalıyorum. i Müziğ in lisler, asla gündem yapılmayan ve fark edilmeKendimce yanıtlar veriyor ancak öyle sakinleek iç dinlem yen sorunlar, aynı gemide olmalarına rağmen şebiliyorum. Maalesef iş yerinde, okulda, haber koruduklarından düşmanlık buldukları için bültenlerinde, otobüste kulaklarıma ve gözlerinasıl yaşama tutunmaya çalışsınlar? Açlıktan me ilişenlerin açtığı yaralar bunlar. ölen veya ölmeyi seçenler... Bunlar görünen Oysaki yazmam gereken bu yazı için kapanyüzler fakat kadına şiddete hayır sloganları malıydım odama ama çoktan iki saatimi bu şekilen azından duyuluyor ama bu sloganları atanlar de harcadım. Yazamadığım zamanlarda dünyadan kimler? Şiddet gören kadınlar onların arasında dekopmaya çalışırım. Ne kadar mümkün olabilirse o ğiller. Sadece gürültü kirliliği ve gündemi oyalamak kadar yaparım bunu. Çünkü gök kubbeyi omuzladışında, ne yapabilirim ben? Çıkamıyorum bu kayrında taşıyan Atlas gibi hissediyorum kendimi. Yaralı gıdan. Vakti değil. Ne verecek bu yazı insanlara? Ne ruhumu dinlersem sadece yığınla şikâyet ve nefret döhissettirmeli? Bir şeyler demeyen bir sayfa bırakmakkülüyor kâğıda. Mürekkep çamura dönüşüyor adeta. tan korkuyorum. Bu anı daha önce yaşamıştım sanki. Yürümenin yazmakla ilgili olduğunu savunduğum Sayfadan yükselmesi gereken namütenahi fısıltıların anların ta dibindeyim. Seyretmek ve yanlarından arasında kayboluyorum. Erteliyorum sorunlarımı gegeçmenin vermiş olduğu hissin huzuruna kavuşmak riye üstü çizilmiş kelimelerle meyus bir beden kalıyor. yetiyor. Yürümezsem yazamam. Basit bir cümleyi Göz kapaklarıma olan hükmüm sona eriyor. Yeni bir yazmaktan aciz kaldığımda yola koyulurken hissetbahane üretmem lazım işe yaramazlığıma. Astrologtiklerim ve gördüklerim bir bütün oluyor. lara sığınıyorum, gökyüzü uygun değilmiş sonuca Tüm soruların sonu insanlığa bağlanır. Ayaklarım ulaşmama, olmuyor istesem de. Karanlığın arkasınsızlayana kadar doyamam izlemeye. Geri döndüğümdan kuyunun dibindeki bedbaht bugün değil diyor. de üretme telaşıyla ayaklarımla tutturduğum dengeyi, Satırlar akıp gidiyor gözlerimin önünden, zihnim kafamın içinde akan şelaleyi ellerimle devam ettirip görmezlikten geliyor, başka cümleler kuruyor gökdekâğıda yansıtabilirsem o kadar ben olur yazım çünlenler dikiyor yıkılanların yerine. kü tüm mesele ritim, bir vuruşla başlıyor kelimelerin Olmaması gerekenleri sindirmeye zorlanan ve ahengi. Bu yüzden şehirde aylak aylak yürüme ritüedaha fazlasını kabul edemeyen zihnim ışıkları sönli edebiyatla ilgili. Kalemi harekete geçiren duygular dürmeye başlıyor. Nietzsche’nin sözü geçiyor bugün olduğu gibi durduranlar da var. Benimki öfke, biliyoönümden geçen son şeritte, “Tanrı Öldü!” rum bu hissin ardında olması gerekenler ve olmaması www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
23
Yuva Saçlarımı birbirine dolarsam, kuşlara yuva olacağımı sanırdım. Ev, yalnızca bir çatıdan ibaretti ben altıyken ve her gördüğüm kâbusa inanırdım. Ben kalktım o halde, bir kuş saçlarımı ev beller diye, doladım saçlarımı, kırmızı kurdelelerle. Kurumuş parmaklarımı parmaklarına dolarsam, sana yuva olacağımı sanırdım. Ev, vişne kokan bir sokaktan ibaretti ben on altıyken ve her gördüğüm yalana inanırdım. Ben kalktım o halde, inandığım en büyük yalana geç kalmayayım diye, ezdim omuzlarımı, vişneçürükleriyle. Araya bir duvar girdiğinde ve sen de kibarlık adı altında buna bir kapı diktiğinde, ben omuzlarımı akıtıp reçeller dizdim, sokağındaki merdivenlere. Senin kapın çalınca açılmazdı; benim ellerim buna her defasında kırılırdı. Bilirdin ama susardın; sessizliğinle muhataplığım hiç geçmezdi, görürdün ama hep perdenin arkasındaydın; ben her sonbaharda sararırdım. Ayakta ölmeye mecbur bir ağaçtım, kuşların göçmesine engel olamadım. Gitmek bana evdi ve benim saçlarım, kuşları örterdi.
i Müziğ in ek iç m le in d
24
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Gecelerce inandığım yalanı yakmak için çok geçti; sana tek gerçeği kül etmek için çok gençtim. Kalmak sana vicdandı, geç kalmaksa öğrendiğim ilk büyük günahtı. Şimdi hassas olmanın beni un ufak edeceğini öğrendiğim yaştayım. Kapını aralık bıraktığın zamanda, hep bir ölüyü öpmenin yılbaşındayım. Sen sonradan kapını aralık bırakmıştın ama ben gece’yi kaybettiğim gecede bir kâbusun içinde, hep evimi aramıştım. Sana ilk kâbuslarımı anlattığımda on altı, onları gerçekleştirdiğin gecede on dokuz yaşımdaydım. Korkusuzluk adı altında diktiğim kapımı kapatıp ellerime üfledim. Aralıklar beni hep incitmişti, ben bununla yaşardım ama bununla öleceğim hiç aklıma gelmemişti.
Eda Özüuğurlu
An’sızın Serap Demir
Uyan! İçindeki hardan, harcanan bir candan payıi Müziğ in iç k e Heybende, heybetli avunuşların yok artık. na düşeni alır, ertelediğin yarınlar ve sen “yokdinlem Seni düştüğün yerden kaldıracak gücü var, sasun” sınırını çoktan aşmış bir gidene yeltenmekten, yek duramazsın kapı aralığında… tırların. Düşü var, yarına düşüveren bir katAralıkta… re hüznün girdaptan çıkacağı… İste, işte bu Ocağın yanmayan tarafı ısıtıyorsa di’li geçmiş yüzden, uzak olunan o yüzden korkmadan, bir vakti, kasım kadar uzaksan temmuza; dargıngüzel iste. En yorgun sesin bile avaz avaz sussan üstelik gün biteli yıllar olmadı mı? madı mı? Ansızın susar, kan kusar diye yutkunduğun bir anı, Bak, ateşi suyla boğdular ve sordular; bir sözü ikisızlar. Eş anlamı da yoktur bu işin, eşeleme izlerini. Leş letmeyenin, o hissi kirletmeyenin hatırına, adı hatırda bir andır, anıdır; odada unuttuğu kokusunun yüzüne adiye çıkan dünde kalmadı mı? bir tokat gibi inişi. Arada bir kanayan yaranda, tan yeri Ve soğudular, ısıtarak tenlerini… maviliği aramanı hangi lehçe duyar da susar şimdi? Uyan, düşgüzar savunmaların da yitirdi eşkâlini. İste, bu işte bir tükenmişlik var deme; güzel iste… Saat diye sorduğun ne varsa, durdu. Bir deniz sudan Uğruna, cesedini yaktığın bir fotoğrafın olay mahallikorktu bu sabah. İş çığırından çıkınca, çığlık bozması bir sessizliğin üzerine düştü, çığ. ne uğramamış gibisin. Bir küldeki iki silik silüet gibi Kar, kâr etmez buralarda; örtüsünü yırtar güneş yabancılaşmadan, sabırla, sükûtla bekle. En hasta gebeyazın, an’sızın… cen bile çıktı sabaha. Kalem de yorgun değil kelam Kış, kıskanmadan yazı, etmekten ve hâlihazırda, adına ithaf edilecek satırlara. Bir el kalem sesi susmadan uçta, Şükrettiğini duyar gibiyim… ‘Bugün!’ diyebildiğin her ne varsa; Bir alaz sancı kilometrelerce ötede can çekişiyor yaz kızım! desem inanır mıydın, kanı donar mıydı ya da tuz basO gün yarın olduğunda, ‘dün’ diye bildiğin bir ân’ı tığın yaranın? Can kenarı bir yalnızlığın kötürüm yaunuttuğunda anlarsın. nıdır solundan men edilen baharların…
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
25
Ben Sizden Değilim Tamer Sağcan
Tabii teknolojinin asosyalliği pompaladığı sanal Her kaza veya doğal afetle karşılaştığımızda, belirli mecralarda türemiş toplumsal bir sınıf daha var: Hebir noktaya kadar bu ‘doğal’ olaylara sebep olanların biz insanların eylemleri olduğunu unutuyoruz. Alınsap soranlar. Hiçbir sosyal medya hesabı açmamış olmamış önlemlere karşı sunduğumuz argümanlar, kısanız sizden haberdar dahi olmayacak insanlara sırf bir tanesine sahip olduğunuz için her gün; onların yamet, manyetik kayma, tanrının öfkesi oluyor. Aslınhayat görüşü, fikirleri, inançları, alışkanlıkları doğrulda doğayı kirletmemizin, atmosferi delip geçmek için biteviye kimyasalları göğe salıp bırakışımızın, ekolojik tusunda kendinizi ispat edip aklamalı, hesap vermeli, sisteme adaptasyona değil onu mutasyona zorlamaya cevap sunmalısınız. Çünkü bu insanlar yetkili merivmelenen türümüzün hiçbir kabahati olmayacağını/ cii sendromu yaşayıp, bir açıklama yapılmaya değer olmadığını düşünüyoruz. insanlar olduklarını düşünüyor, adisyon kesip hesap Binlerce yıl önce de, henüz böylesi zarar vermediğisoruyorlar. Gerçek bireysel etkileşime dayanan sosmiz tabiat anamız huzursuzlanır, oturduğu yerde sallayal iletişimde, kişilik alanınızı ihlal edemeyecek, yüz yüze konuşmalarda sormaya, söylemeye, itham etmenır, saçlarını savurup fırtınalar koparır, içi kalkar tuzlu suları dağlar boyu yükseltene kadar kusardı. Lâkin doye cesaret edemeyecekleri şeyleri, sosyal ağın geçirgen görünmezliği, anonimliği arkasına sığınarak dile getirğal seçilim denen şeyle eş zamanlı olarak, doğal öfkeye karşı tedbirlerini alıp hayatta kalmayı başaran insanlık, mekten imtina etmiyorlar. aldığı tedbirlerin yanı sıra dönüşmeyi başararak kendi “Falanca haksızlığa niye sesini çıkarmıyorsun?” evrimini durdurmuş hâldedir. Dünya çapında başımı“Filanca değerler aşağılanıyor nasıl susarsın?” “Neden taraf değilsin?” za gelen felaketler artık doğaya uyum sağlamaya değil, “A olurken sen nasıl B’den bahsedersin?” doğayı kendine uymaya zorlayan tavrımıza üzerinde “Sen nasıl böyle düşünebilirsin?” yaşadığımız yerkürenin cevabıdır. “Profil fotoğrafında neden o var?” Ne yazık ki, konuya ‘dünya çapında ba“Geçen şunu niye paylaştın?” şımıza gelenler’ minvalinde yaklaşsak da, Bu doymak bilmez hesap soruculuk, ahlakyaklaşmasak da ülkemizdekilerin felaketleri i Müziğ in kolaycı bakışla ‘tanrı işi’ olarak adlandırmaçılık, hakçılık, hizipçilik, kincilik, fişçilik sonu ek iç dinlem gelmez bir dilemmaya sokuyor herkesi. Bu sosı argümanı kuvvetleniyor. Başımıza gelen her şeyi görklü Tanrı’nın kararlarına bağlayarak hiçruları soran insanlara hangi hakka dayandığıbir şeyde kendi kusurunu aramamak maharetine nı sormak bile zulüm artık. Çünkü ya onlar sahip olanların dışında, aynı güruhun farklı bir gibi konuşmanızı ya da susmanızı istiyorlar. yansıması olarak kusuru sürekli karşı tarafta araVereceğimiz cevapların, sunacağımız sebepyanlarla da bolca muhatabızdır. Onlara ilave olarak lerin peşinde değiller. Bir tür kontrol algoritması gibi “tedbirler alınsaydı şöyle olurdu” kalıpçıları vardır ki davranmak zorunda hissediyorlar. Onlar sormak, yafbu güruh sadece anılan cümleyi telaffuz edip geri çetalamak, aşağılamak, ayrıştırmak için varlar. Bu insankilmekle, konuya dair bütün sorumluluğundan kurtulları hesap sormaya iten şey de, içlerinde nefes aldıkları sanal sosyal sistemin “etiketleme” algoritması üstelik. duğuna inananlardan müteşekkildir. Kaldı ki, alınması İnsanların anlayamadıkları, çözemedikleri, sınıfbeklenen tedbirler, önlemler, afetlere engel olabilecek çalışmaların düşük ranttan dolayı asıl muhatapların landıramadıkları şeyler olabilir. Bir noktaya kadar olasla umurunda olmadığının bilincindedirler. maması da lazımdır. Yani illa ki her şeyi anlamak, çöz-
26
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
mek, sınıflandırmak zorunda olmamalıyız. Kalıplar, fikirler, düşünceler bir kaba sığmak zorunda değildir. Her kavram, söylem, cümle, inanç, düşünce bir etiket altında ifade edilmek zorunda değildir. Kapitalist reklamcı zihniyetle her şeyi bir kelimeye indirgemek zorunda değiliz esasen. Lâkin bu etiketle tanımlayamama rahatsızlığı; toplumların anlayamadığını, çözemediğini, sınıflandıramadığını itham etmesi hastalığına dönüşmüştür. Çoğu insan bunun basit bir refleks olduğunu düşünse ve koşulsuz, karşılıksız olarak karşı taraftan beklese de normal şartlar altında saygı duymak üstün bir çaba gerektirir. Karşımızda bizim söylediklerimizden farklı şeyleri söyleyen, inandıklarımızdan farklı şeylere inanan, sevdiklerimizden farklı şeyleri seven insanların bu durumlarına saygı göstermek, onları anlamlandırmak, çözmek, sınıflandırmak zorunda olmayışımız, onları bu halleriyle kabullenmemiz saygı duymanın gereğidir. Eleştirdiğimiz indirgemecilikle sınanmamak kaydıyla “etiketlemek” ile “saygı duymak” fiilleri, hem failleri, hem de içerdikleri eylem bazında açıkça çelişmektedir. Oysa memlekette bu işin matematiği son yıllarda daha farklı işlemektedir. Kafamızda soru işareti oluşturan insanları bireysel anlamda kabul etmek ve saygı duymak şöyle dursun, doğrudan yaftalama, sevmediğimiz bir grup, parti veya görüşün içerisinde onu eritmeye bayılıyoruz. Bu itham kültürüyle yurdumuza, ailemize, ulusumuza ait olanları korumakta gösterdiğimiz çaba ve erdemi, değerlerimize bağlılığımızı yani “hamiyetimizi” diri tuttuğumuzu zannediyoruz. Velâkin itham ile hamiyet iç içe geçtiği zaman, ortada ne bir erdem ne de korunacak bir değer kalıyor. Zira bu karşılıklı itham kültürü yurdumuzu, ulusumuzu zaman zaman ailemizi çoğunlukla da kendi içimizde kendimizi bölmekten başka bir işe yaramıyor. Bu “ithamiyet” hâli sadece ve sadece kutuplaşma denilen meret ideolojik heyulayı besliyor. Kozalağı çamdan ko-
parmak, onun çam ağacının parçası olduğu gerçeğini değiştirmez. Gerçek hamiyet, çam ağacını, kozalağı ve hatta o ağacın gölgesini dahi korumaktır. Zira kâh doğup, kâh batan güneşin ışık ve sıcaklığıyla yansıttığı işgalden korunmak için en emin ve ferah yer, aynı zamanda yek bütünlüğü ifade eden çam ağacının, ailenin, vatanın, insanın gölgesidir. O gölgeye oturabilmek adına birbirimizi itham etmekten kaçınmak ve birbirimizi farklı farklı kozalaklar olarak kabul etmekse, çam ağacına boynumuzun borcudur. Küresel çapta insana dair bir eksikliğin tezahürü de olabilir ancak özelinde memleketimizde, hiçbir insanın bırakın bir başkasının düşüncelerine saygı duymayı, muhatabına dahi saygısı yoktur. İnsanlar, özellikle sanal ortamların tesis ettiği imkânlara dayanarak, fikir beyan etmenin alabildiğine geniş özgürlüğü doğrultusunda muhakkak bir şeyler söylemiş olmak istiyor. Sosyal, toplumsal, bireysel bir fayda sağlamanın da ötesinde mânâsız bir tatmin girişiminden ibaret sözcükleri habire yazıp paylaşıyorlar. Ne menem bir anlayıştır ki, adı paylaşım olsa da paylaşılanlardan başkalarının bir şey alabilmesi mümkün değil. Şeffaflaşmanın bu radde anlamını yitirdiği bir çağın geçmişte de var olduğunu kabul etmek mümkün değil. Zira California’da tuvalete girip bunu sosyal medya platformunda fotoğraflayıp paylaşan kişinin evinize, avucunuzda tuttuğunuz dikdörtgen nesnelerden girmesi kaçınılmaz durumda. Oysa bu her hâli mahremiyetten sıyrılmış şekilde paylaşmanın getirdiği şeffaflık anlayışı, sistematik duyarsızlığımızın temel sebeplerinden birisidir. Artık şaşırabilecek, tepki verebilecek kadar enerjimizin kalmayışı, bu enerjiyi her gün incir çekirdeğini doldurmaz paylaşımlarıyla boşaltanların, o çekirdekle birlikte zihinlerimizi de boşaltıyor olmasıdır. En tepeden aşağıya gördüğümüz “aman bana ne” tavrı bir noktada “ben mi kurtaracağım” psikolojisine sokuyor çoğumuzu. Vicdanımızla veya bizi insan kıwww.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
27
lan her neyse, o özelliğiyle çelişmeye böyle başlıyoruz. Yapılması gerekenleri biliyoruz, söylüyoruz ama taşın altına elimizi koymuyoruz. Batsın dünya diyoruz. Kıyamet geldi zaten diyoruz. Manyetik ekseni kaymış dünyanın, güneş zaten batıdan doğacakmış, kıyamet alameti bunlar, yapacak bir şey yok diyoruz. Ama eylemlerimizle fikirlerimiz çelişiyor. Yaşama arzumuz, bir perde misali toplu yok oluşa dair beklentilerimiz tarafından gizleniyor. Fikirlerimizi değiştiriyoruz, eriyor, yok oluyor, kayboluyoruz. Lâkin kaybolurken dahi en büyük kalabalık biziz. Maksadımız, hedefimiz yok. Sadece konuşuyor insan. Hep konuşuyor. Hepimiz konuşuyoruz. Yazarak üstelik. Çıkıp da sesimizi duyurduğumuz da yok. Sesi duyurmayı bile sosyal medyaya yazmaya, bir etiket altında toplaşmaya indirgedik. Kontrollü muhalefetin ne anlama geldiğini idrak edemeyecek kadar körüz, sağırız artık. Neden gerçekten sesini duyurmuyorsun desek “faydası mı var” cevabı alıyoruz. Haklı diyoruz. Ne yapıyoruz? Hep birlikte vakit öldürüyoruz. Eylemlerin işlevselliğini kaybettiği, eyleme yeltenenlerin anında tevkif edildiği, doğruyu yapmanın değil, doğruyu söylemenin kutsandığı bir çağda yaşadığımız için dahi kendimizi suçlayamıyoruz. Hepimiz, kendimize yakın görüp, bize yakın konuşanların altına birer beğeni işareti veya kalpçik konduruyoruz. O kalp bile gerçek değil. “Aman umutsuzluğa kapılmayalım” diyenler çoğu zaman hitap ettiğini düşündüklerinden önce umutsuzluğa kapılmış durumda. Buna rağmen yazarak konuşmaya devam ediyoruz. Çünkü ummaya devam edebilsin diye diğerlerinin umutsuzluğa kapılmamasına ihtiyacımız var. Herkesin birbirine ihtiyacı olup, birbirinden bu kadar gizliden gizliye nefret edişi yeni değil. Bu çağa has değil. Ama “bu da geçer” diye beklemekle geçiyor ömrümüz. Hep biz kipiyle konuşuyorum da, ben o bizden değilim. Hiç olmadım. Bu bir yazım, aktarım hilesi. Cümleleri içselleştirebilmeniz için kullanılan bir paravan. Madem hilelerimizden arınıyoruz, izin verin haykırayım: Paylaşım ve iletilerinizle şehitleri kurtaramaz, haksızlıkları durduramaz, düzeni değiştiremezsiniz. Sadece bunu yapabileceğinize inanır, başkalarını da inandırır, mış gibi yapar, sorumluluk duygusundan kendinizi kurtarmış olursunuz. Kimse aynı şartlar altında paylaşım yapılan mecralarda bir başkasına hesap vermek zorunda değilken hesap sorarak muhataplarınızı düzeltemez, değiştiremez, iyileştiremezsiniz. Kaldı ki amacınızın bu olmadığı aşikâr. Kısa metinlerin başına kondurduğunuz etiketlerle konuyu özlü olarak anlatmış olmaz, basite indirgemiş olursunuz. Sanal sosyal hayatınızın yalan oluş seviyesi, gerçek
28
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
hayatlarınızınkinden az değil. Olmadığınız kişiler gibi gözükmeye çalışmanız hiç yeni değil. Bunlar muhakkak çağlar öncesinde farklı araçlarla yapılıyordu. Fakat şimdiki araçlarınızdan daha kullanışlı değildi hiçbiri. Yemediğiniz kurşunların, ölmediğiniz, yaralanmadığınız savaşların, dumanında boğulmadığınız yangınların, tatmadığınız acıların, kavramadığınız başarıların hakkında konuşmanızdan daha iğretisini göstermiştir tarih denen resmi kurgu. Lâkin tıpkı yaşamadıklarınıza dair duygularınızı aktarmaktaki sahteliğiniz gibi, savaşlar da, yangınlar da, acılar da sahte artık. Belki zihinlerinizden başka hiçbir yerde gerçekleşmiyor bile. Ancak siz zihinlerinize derç ettiklerinizi “paylaşım” adı altında bir takım “etiketler” vasıtasıyla kusmaya devam ettikçe, daha da gerçek olmayacak felaketler, acılar, haksızlıklar, hukuksuzluklar, insanlıktan çıkmışlıklar. Konforlu alanlarınızdan yaydığınız karmaşayla karanlıklardan ibaretsiniz siz. Olumsuzluklardan, onlara tepki veremeyecek hâle getirdiğiniz insanlardan sorumlu değilmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Ama öylesiniz. Aynı hücre yapısına sahip olmamız, aynı türe ait gözükmemiz hiçbir şeyi değiştirmiyor. Yüklenmediğiniz sahtekârlıkların sorumluluklarını bana yükleseniz de, bıçağı tutan ellerinize benim adımı koysanız da, toprağı eşeleyen kargaya bakıp öğrendiklerinizi bana ithaf etseniz de, dünyanın kötülüğüne karşı takındığım tutumu, kayıtsızlık, umursamazlık saysanız da değişmeyecek. Ben kabul ettim tüm ithamlarınızı, çünkü anladım ki sizin etiketleriniz anlatmaya yetmez bir insanı. Kayıtsızlığım, umursamazlığım varlığınıza dairdir. Partilerinizin, ideolojilerinizin, gruplarınızın, cemaatlerinizin, topluluklarınızın, kalıplarınızın, çokbilmiş sosyetelerinizin, kardeşliklerinizin, kimliklerinizin, algılarınızın mensubu değilim. Siz insan olsanız da, insan değilsiniz. Etten, kemikten gözükseniz de benden değilsiniz. Siz benden olabilirsiniz ama… Ben sizden değilim.
Fakir Vardı Bizim Boylu boyuna uzanan bir sahil şeridi gördüm. Gittim, tam insanların sığ bıraktığı yerlerden birine oturdum. Tarif edemediğim bir bunalmışlık sardı, tam boğazımdan girdi bunalmışlık. Çay harareti alır derler ama o çay içilen türden değil, yüzülen türden olan çaymış insanı serinleten. Hüznün fiziği diye bir kitaba rastlamıştım Aslıhan pasajında. Hüzün denilen şeyin gri gölgesi çöktü üstüme bu sefer hatırlayınca kitabı. Ne alır ki şimdi insanın hüznünün hararetini, çay mı? Yok, artık girilmiyor serinleten çaylara. Hüznün anlamı, yaratmanın hazzı gibi aynı, beş para etmez şerefsizlerin cepleri kadar dolu. Fakir vardı bizim bir arkadaş. Kağıt yer, bindiği her takside farklı bir insanı oynardı. Hayata bir sıfır geri başlar mı insan isminden dolayı, bir isim neyi açıklar? Puslu havalarda doğanlara puslu isimler, güneşli havada doğanlara güneşli isimler takanlar bu dünyada çocuklarının geçireceği sonraki altmış seneyi hiç düşünmezler.
Bir ömrü pusta kalmış çocuklar, en neşeli anı gölgede kalmış çocuklar ya da hayatlarının en güzel dönemlerinde güneşten içleri yanmış mı olurlar; şimdi nerde o çocuklar? Fakir bir gün çok ünlü bir doktor oldu taksicilere, bir gün habere çıkmış bir gazeteci , bir gün müteahhit. İsmi Satılmış olan çocukları, cepleri içim kadar şiş olan şerefsizler, omuzlarından, sırtlarından satmaya hiç doymadılar . Fakir şimdi kağıt yemeye devam ediyor. Taksiciler yalanlara her seferinde inanıyor ya da inanmış gibi yapıyor, onlar da yalan söylüyor. Bardağının kahvesi azalan kısmında dünkü kahveden lekeler görüyorum. Yine kirli bardaktan içiyorsun kahveyi. Sen kötü bir insansın. İyi insanlar temiz bardaklardan içerler kahvelerini. Sen bardağın kirine bile aldırmıyorsun. Halbuki ben, tezgahta unutulmuş, iki gün beklemiş kahveleri içmeyi severdim. Ben iyi bir insanım.
i Müziğ in ek iç m le in d
Gülcihan Elbeği www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
29
Doktor Öğretim Üyesi Ali Mıynat’la Nümismatik Üzerine Röportaj: Müjgân Kurşun Balta Dergi yazar ve okurlarının çoğunlukla üniversite ve çevresinden meydana gelmesi bana gerçekleştirilecek mülakat hakkında ufak da olsa bir fikir vermişti. Uzun süre bu konu hakkında fikir mesaisi yaptık. Evet, röportaj muhakkaktı ama bunun için kimi rahatsız edebilirdik? Akademisyenliğe henüz adım atmış, öğrencisine bile vakit ayırmayan, derslik koridorlarında yürürken etrafına küçümser gözlerle bakanların karşımıza çıkma ihtimali de vardı; akademik piramidin tepesine yükselirken tevazuyu unutan ve kendinden başka kimseyi ciddiye alamayanların da… Öğle arasından sonra bastıran karın altında Fen Edebiyat Fakültesine hızlı adımlarla yürürken hem Denizhan’la Bora’ya yetişmeye çalışıyor, hem de bunları düşünüyordum. Sonuçta Ali hocayı onlar benden önce tanımış ve hemen hemen her şeyi ayarlamışlardı. Adeta, biz bu kapıdan girenlere aradıkları yeri nasıl bulduramayız, diye düşünülerek, projesi çizilen fakültenin içinde önce tarih bölümüne, daha sonra da hocanın odasına ulaşırken aklımdaki soruların hacmi artmıştı. Odaya en son giren ben oldum. Ali hocanın sıcak tavrı ve nezaketiyle soru işaretlerimin hepsi birer birer yok olmuştu. Hepimizi ayakta karşılamış ve karşısına buyur ettikten sonra halimizi hatırımızı sormuştu. Sanırım bunun herhangi bir meslek dalıyla ilgisi yoktu, bu doğrudan Ali hocanın sıcakkanlı, mütevazı ve samimi bir insan olmasıyla alakalıydı. Sanki yıllardır uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi devam ettik sohbetimize. Hocam, klasik bir girişle sizi tanıyabilir miyiz? Aslen Trabzonluyum. Trabzon’un Şalpazarı ilçesinin bir dağ köyünde doğdum. Altı yaşına kadar orada yaşadım. Yedinci sınıfa kadar Trabzon’da okudum. Lise ve üniversiteyi ise daha sonra ailemle birlikte taşındığım İzmir’de tamamladım. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldum. Tarih bölümü, severek ve isteyerek kazandığım bölümdü ama sosyal bilimlerde yalnızca tarihe değil, farklı alanlara da ilgi duyuyordum. Mesela bunlardan biri coğrafyaydı, tabiatla ilgili olması sebebiyle tarih olmazsa o da olabilir dediğim bölümlerdendi. Üniversiteye gittikten sonra tek amacım akademis-
30
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
yen olmaktı. İkinci sınıftayken bir hocam –kendisi Orta Çağ tarihçisiydi, Cüneyt Kanat kulakları çınlasın- dersten sonra beni odasına davet etti. “İleride ne yapmak istiyorsun?” dedi. Ben de, “Akademisyen olmak istiyorum hocam.” dedim. “Hangi alanı istiyorsun?” diye sordu. Orta Çağ’a ilgim vardı, seviyordum okuyordum ama net bir şey yoktu. Hoca da orta çağcı olunca, “Orta Çağ istiyorum.” dedim. Süreç bu yönde ilerlerken 1999 yılında girdiğim Ege Üniversitesinden 2004’te mezun oldum, sonra da yüksek lisansı kazandım. Fakat o dönemde Orta Çağ Ana Bilim Dalında bir kural vardı, her ana bilim dalında en az iki öğrenci olması gerekiyordu ki ders aşamasına geçilsin. Kazanan tek öğrenci bendim. Derse geçemedik, dondurmak zorunda kaldık. Sizin akademik anlamda yurt dışı deneyiminiz de vardı sanırım? 2008 yılının yaz aylarında açılan Milli Eğitim Bakanlığının yurtdışı bursu vardı, onu kazandım. 2009 yılının Nisan ayında bizi yurtdışına gönderdiler. Tercih hakkımı İngiltere’den yana kullandım. Orada yaklaşık 15-16 aylık süreçte dil eğitimi aldım. Cambridge’te ve ardından Londra’da School of Oriental and African Studies diye bir okul var, meşhur bir yer. Orada 8 ay genel İngilizce, ardından 6 aylık akademik dil eğitimi aldım, Birmingham Üniversitesinde yüksek lisansa başladım. Muğla Üniversitesinde araştırma görevliliği yaparken yüksek lisansımı Hasankeyf üzerine yapmıştım. İngiltere’de ise paralarla tanışmam beni ayrı bir konuda çalışmaya itti. Yüksek lisans derslerine başladığımız süreçte metodoloji dersleri alıyordum. İki hafta sanat tarihçisi, iki hafta arkeolog, iki hafta nümismat geliyordu. Eurydice Georganteli isminde hem nümismat, hem de sanat tarihçisi bir hocamız vardı, metodoloji derslerimize de girdi. Bizi üniversitenin bünyesindeki Barber Museum’a götürürdü, özel olarak dersleri bu sikkelerin bulunduğu odada yapardı. Bir oda düşünün, etrafında dolaplar var, içleri tamamen eski para dolu. Yaklaşık 16 bin sikke var ve bir kısmını bize gösteriyordu. Hoca ilk derste bizden para seçmemizi istedi, bu paraların üzerinde neler gördüğümüzü sordu. Herkes birer tane seçti. Çoğunluk gü-
zel olanı, altınları seçmeye çalıştı, ben de aldım bir tane. Fakat altyapı eğitimi olmayınca en fazla üç cümle yorum yapabildik. Hatta orada bir tanesi kenarda duruyordu, kimse ona dokunmadı, çok ufaktı pul gibi, yere düşse toz diye süpürürsünüz, göremezsiniz, öyle bir para. Onu göstererek, “Kimse ona bakmadı ama en değerli para oydu.” dedi. “Çünkü o eşsiz bir para, başka bir yerde yok. Bunların değeri sadece metaliyle ilgili değil, azlıklarıyla, çokluklarıyla, üzerindeki mesajlarla ilgili.” diyerek ilk dersimizi verdi böylece. Sizce iyi bir nümismat olmak için neleri iyi bilmek gerekir? İyi bir nümismat olabilmek için iyi bir tarihçi olmak gerektiğini düşünüyorum çünkü tarihi bilmeden paraların ne anlam ifade ettiğini anlayamıyorsunuz. Çalıştığı devrin fikri dünyasına, siyasi konjonktürüne, idari yapısına, maddi ve manevi kaynaklarına dair bilgi sahibi olmalıdır her şeyden önce. Bu da o dönemin kaynaklarını bilmekle olur. Böylece nümismatik veriler sayesinde tarihi kaynaklardaki bilgilerin sağlaması yapılabilir, boşluklar doldurulabilir. Günümüzde para, sadece ekonomik araç olarak görülüyor; biz mesajlarımızı bir yerlere ulaştırabilmek için gazeteyi, dergiyi, televizyonu, telefonu, yakın zamanda da sosyal medyayı kullanıyoruz. Mesajlarımızı anında ulaştırabiliyoruz fakat bin yıl öncesini düşündüğümüz zaman bir imparatorun istediği yerlere mesajını ulaştırabilmesi için elinde aracının olması lazım. Bunun için en uygun araçlardan bir tanesi kesinlikle paradır çünkü paralar hem tüccarın, hem bürokratın, hem de halkın, avamın cebine giriyor. Bölgesel ve uluslararası pazarlarda dolaşabiliyor. O dönemde bir kitapla bunu yapmanız pek mümkün değil. Parayla yaparken ekonomik gücünüzün yanında kendi mesajlarınızı verebiliyorsunuz.
Danişmendoğulları diye bir beyliğimiz var. O beylik Orta Anadolu’da özellikle Sivas, Kayseri, Malatya, Tokat, hatta Ankara ve Çankırı’ya kadar ulaşıyor. Beyliğin bastırmış olduğu ilk paralar Grekçe, yani eski Yunanca paralar basıyorlar. Bir yazısında Melik Muhammed, kendisi için tüm Roma’nın Meliki (Kralı) diyor. Grekçe yazıyla Roma ülkesinin ve Anadolu’nun hükümdarı olarak mesajını hem kendi tebaasına, hem de diğer devletlere veriyor. Paraları Yunanca bastırmasının sebebi halkının çoğunun Yunan olması. Bölge, Türkleşmeye yeni başlamış, aynı zamanda Bizans’a da gözdağı veriyor. Türkler Anadolu’ya ilk geldiklerinde Sasanilerden, Helenistik dönemden, Bizans’tan, Roma’dan kalan paralarla karşılaşıyorlar. Bunlar lokal ve bölgesel pazarlarda kullanılmaya devam ediyor. Dolayısıyla onları taklit edip üzerindeki figürlere benzer şekiller çizerek daha kullanılabilir hâle getirmeyi düşünüyorlar muhtemelen. Türk paraları üzerinde haç motifleri mi? Bunu o bölgede yaşayan çok sayıda Hristiyan olmasıyla açıklayabiliriz. Bölgede kullanılan paralarda haç motifini aslında taklit ediyoruz. Daha sonra Artuklular mesela Bizans’tan bir imparator figürünü taklit ettikleri zaman, onun tacının üstündeki haç işaretini siliyorlar. Onun dini motif olduğunu biliyorlar ama Saltuklulardan 2. İzzettin Saltuk var, o haç motiflerini silmemeyi tercih etmiş. Böyle ilginç durumlarla da karşı karşıya gelebiliyoruz. Anadolu’da kilim motiflerinin üzerinde de benzer haç motiflerini görüyoruz çünkü bazı kültürel yapılar iç içe geçiyor. Biraz daha geç bir dönem belki, Avusturya elçisi Busbecq, Kanuni Sultan Süleyman’a gönderiliyor. Padişah da İran seferine çıkmış. Elçi, İstanbul’a geliyor. Onu orada bulamayınca peşine takılıyor. Hafızam beni yanılmıyorsa Tokat’ta olması lazım, bir köye gidiyor. Köyde ilginç bir
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
31
hikaye anlatılıyor buna. Chederle diye bir kişiden bahsediliyor. Bu anlattıkları kişi St. George’a çok benziyor. St. George, Hristiyanlık dininde çok önemli bir aziz. Hatta bugün Gürcü bayrağı üzerindeki haç işareti vardır, yine aynı şekilde İngiliz bayrağındaki haç St. George haçı olarak geçer. Oldukça etkin birisi ve savaşçı bir aziz. Köylüler, elçiye onun beyaz atından bahsediyorlar, atın sırtında hastaların yardımına gittiğini anlatıyorlar. Su başında, yeşillik alanda yaşar diyorlar. Çeşitli zamanlarda darda olanlara yardım eder hastaları iyileştirir diyorlar. Anlattığı kişi aslında Hızır İlyas. Biz de Hıdırellez diyoruz. Elçi, köylülere onu anlattıkları kişinin mezarına götürmelerini istiyor. Eski bir kiliseye götürüyorlar, orada St. George’un atının üstünde ejderhayı mızrakladığı bir motif vardır. Köylüler işte bu Hıdır İlyas’tır diyorlar. O kadar içselleştirmişler, kendilerine mal etmişler ki ondan vazgeçemiyorlar. St. George figürünü önceki Türk-İslam sikkelerinde de görüyoruz ilginç bir biçimde. Günümüzdeki paralarla eski paraların temel farkları nelerdir sizce? Şimdiki paralar çok fazla mesaj taşımazlar. Yine detaylar bulabilirsin ama günümüzdeki paralar üzerinden Türkiye tarihi okuyamayız. Ama siyaseten bazı şeyleri fark edebiliyoruz. Bizim çocukluğumuzda hatırlıyorum bazı paraların üzerinde bakraç resmi, köylü kadın resmi vardı. O biraz da devletin politikasıyla alakalı. Günümüzdeki paralara bilim adamlarımızın, düşünürlerimizin konması geçmişimize karşı gurur duyuyduğumuzu veyahut da yönümüzü bilime çevirme gayretinde olduğumuzu gösterir. Ne kadar başarıyoruz o ayrı bir tartışma konusu. Bundan bin yıl önceki paraya baktığınız zaman birçok şey öğrenebiliyoruz. Mesela bir parayı okuduğunuz zaman onun üzerindeki hükümdarın unvanından ne kadar güçlü, ne kadar etkin bir rol taşıdığını görebiliyoruz. Dilin kullanımı bile bize çeşitli mesajlar verebiliyor. Mesela Haçlılar da Arapça para bastırmış. Haçlı seferlerinden sonra bölgede kurulan Kudüs Haçlı Krallığı Arapça paralar bastırıyor. Yine bu devlet, kültürel ve ekonomik etkileşimlerle birlikte bazı Fâtımî ve Eyyûbî para-
32
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
larını biraz modifiye, biraz da taklit ederek kendi paralarını basıyorlar. Bazılarının üzerlerinde kelime-i tevhid bulunuyor, bazen Hz. Muhammed’in ismi oluyor. 13. yüzyılın ortalarında bir papalık elçisi, Eudes de Châteauroux, o bölgeye geliyor. Elçi geri döndüğünde, “Oradaki bizim Hristiyanlar yoldan çıkmışlar, paralarının üzerinde Muhammed’in ismi var. Hatta İslami takvimi kullanıyorlar.” diyor. Bunun üzerine Papa IV. Innocent, bir deklarasyon yayınlayarak vazgeçin yoksa sizi aforoz ederim diye tehdit ediyor. Birebir taklitlerden vazgeçiyorlar ama dilden vazgeçmiyorlar. Teslis inancını Arapça olarak paraların üzerine yazıyorlar. Ortasına haç ya da zambak koyuyorlar motif olarak. Arapça bölgenin dili çünkü. Pazardaki alıcıların ve satıcıların birçoğunun Arap olması o dile zorluyor. Danişmentlilerin Grekçe para basmasıyla bunun arasında fark yok. Anadolu Uygarlıkları Sempozyumu vardı Muğla’da 2016 yılında. Oraya gittim, Danişmendlilerin Grekçe bastırdığı paralardan bahsettim. Bu etkileşim tek taraflı ya da gocunulacak bir şey değil. Şimdi yabancı isimli tabelaları hep yadırgıyoruz. Küreselleşmenin, kapitalizmin sonucu olarak her yerde İngilizce tabelalar, marka isimleri görüyoruz. Bir alışveriş merkezi açıyoruz ama ismini yabancı koyuyoruz. Yalnızca şimdinin problemi değil bu. Danişmendli meliklerinin bunu yaparken aslında pragmatik bir amaçları vardı. Bundan istifade etmeye çalışıyorlardı. Kaynaklarda yazmıyor bunlar, o dönemin paralarına baktığımızda Bizans el yazması geleneğinden gelen birisi yazmış, yani gayrimüslim tebaayı servislerinde, hizmetlerinde kullanıyorlar. Bunun o dönemde kalifiye eleman olmamasıyla bir ilgisi var mı? Tek başına bununla açıklayamayız çünkü o dönemde aynı bölgede Saltuklular, Mengücekliler, Anadolu Selçukluları hepsi Arapça basıyor paralarını. Yani onlar Arapça basıyor ama Danişmendliler tercih etmiyorlar. Mengüceklilerin, Saltukluların yaşadığı bölgede Ermeni nüfusunun fazla olduğunu görüyoruz ama Ermenice de tercih edilmemiş. Aynı dönemde Gürcistan’a baktığımızda Kral 3. Giorgi Arapça para basıyor ve kullandığı unvan çok ilginç; Arapça bir unvan, Melikü’l-Mulûk. Yani meliklerin meliki unvanını kullanıyor. Bu, dönemin şartlarında çok absürt bir durum aslında. Bir Hristiyan kralı, Gürcü kralı bunu kullanıyor ama diğer taraftan -mesela bizde de Hüsameddin ismi vardır değil mi dinin kılıcı demek- Hüsamü’l-Mesih (Mesih’in Kılıcı) unvanını kullanıyor. O dönem içerisinde müthiş bir etkileşim söz konusu. Antakya Haçlı Krallığı naibi Tankred bastırdığı parada kendisini sarıklı resmettiriyor. İlginç hikâye; bir Hristiyan, bir Latin geliyor bölgede devlet kuruyor ve para basıyor. O para nümismatlar,
sanat tarihçileri ve tarihçiler arasında çok tartışıldı. En son başındakinin sarık olabileceği konusunda ortak kanı oluştu. Ben de öyle düşünenlerdenim. Günümüzde paranın artık eskisi kadar mesaj değeri taşımadığını söylediniz. Kripto para artık yaygın hale geldi, ileride belki kâğıt ve madeni para kullanmayacağız. Gelecek için paralarla ilgili olarak ne söyleyebilirsiniz? Para dediğimiz şey tarihle yaşıt. Sikke dediğimiz madeni paraların milattan önce 600’lü yıllarda Lidyalılar tarafından bugünkü Anadolu toprakları üzerinde icat edildiği söyleniyor. Tabi bu bir anda olmuyor. Ondan önce deniz kabukları, köpek balığı dişleri, arpa, tuz, hayvan kürk ve derileri zaten para olarak kullanılıyor. Sonrasında “ingot” dedikleri metal çubuklar kullanılıyor. Bu gümüş, altın, bronz olarak değişiyor. Bu demir çubukları kullanıyorlar. Paranın hikâyesi böyle başlıyor. Aslında aynı dönemde Çinlilerin de benzer paralar bastırdıklarını biliyoruz. Ama literatür biraz batı eksenli olduğu için Lidya daha kabul görüyor şu an. Belki yapılan çalışmalarla daha öncesinde benzer paralar olduğunu göreceğiz. Bu canlı bir şey, araştırma yapıldıkça yeni şeyler ortaya çıkabiliyor. Gelecekte ise, çok uzak değil, belki şu an kullandığımız madeni ve kâğıt paralar kullanılmayacak. Tüm alışverişler elektronik ortamda kripto paralar üzerinden yapılacak. O zamanın insanları dönüp günümüze baktığında, para araçlarımızın ne kadar ilkel olduğunu konuşacak. Tıpkı bizim eski dönemlerde alım-satım aracı olarak kullanılan nesnelere verdiğimiz tepkiler gibi. Peki, o dönemde kâğıt para denemeleri oluyor mu? Tabi. Ortaçağlarda Çinliler deniyor, İlhanlılar yapıyor ve müthiş enflasyon ortaya çıkıyor. Ekonomi krize girince vazgeçmek zorunda kalıyorlar.
İzzeddîn II. Saltuk’un Haç Motifli Bakır Sikkesi
Kudüs Haçlı Krallığı Tarafından Basılmış Hıristiyan-Arap Gümüş Dirhem, Akka, 1251. The Barber Institute Coin Collection, CR014
Başarısız denemelerden sonra 18. yüzyıla gelindiği zaman Amerika’da ve İngiltere’de kâğıt paralar yeniden gün yüzüne çıkıyor. Bu paralar çek gibi. Üzerinde “1 silver dollar” yazıyor mesela. Bunların bankalarda madeni karşılıkları var. Yani eskiden bankaya götürdüğünüz banknotunuzun karşılığında size, onun ederi kadar gümüş ve altın veriliyordu. Daha sonra zamanla bulunduğumuz noktaya gelmeye başlıyor, fiyat para (itibarî para) sistemine geçiliyor. Senin dediğine gelelim, bazı ekonomistlere, fütüristlere göre aslında bu sistem ölü bir sistem. Zorlama gidiyor şu an, fazla ilerleyemez. Dolayısıyla isteyen istediği kadar para basarsa piyasayı kontrol edemeyiz. Bu tarz bir para sisteminin yakında biteceği konusunda iddialar var. Bilimle uğraşan bir insan olarak sizce bu durum olumlu mu yoksa olumsuz mu? Bundan 200-300 yıl sonra bir araştırmacı bu döneme ait para bulamayacak. Türkiye’de İslam tarihi ve nümismatiği çalışan kişi sayısı çok az. Sanat tarihçileri var ama tarihçi ve nümismat olarak eksiğiz. Baktığınız zaman müzelerimizde çok sikke örnekleri var fakat sergilenenden çok, depolarda kalan paraları yüzeye çıkarıp bunlar üzerinde araştırma yapacak yeterli elemanımız yok. Birçok müzede nümismat olarak bulundurulan kişiler genellikle arkeologlar ya da klasik dönem çalışanlar oluyor ve bunlar Türk nümismatik tarihine ya da İslam nümismatiğine hâkim değiller. Kataloglardan eşleştirerek envanterini çıkarmaya çalışıyorlar. O paralardan kimliklendiremediklerini kenarda bırakıyorlar fakat esas hazinenin depolarda daha henüz envantere çıkmamış, defterlere kaydedilmemiş malzemelerde olduğunu düşünüyoruz. Hatta kazı odalarında bekleyen malzemeler bize çok şey söyleyecek. Bazen ekonomik ve siyasi anlamda tarihi değiştirebilecek nitelikte şeyler karşımıza çıkabiliyor. Biz hep, ilk Türkmen beylikleri Anadolu’nun fethinden sonra hiç altın para basmamışlar, derdik. Fahreddin Behramşah’a ait altın paralar çıktı. Hatta onlarla ilgili İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisine bir makale yazdım, basıldı, artık o bilginin üstü çizildi. Dolayısıyla Mengücekoğlu Fahreddin Behramşah altın para bastırabiliyormuş ve bastırmış. Bunun çıktığı yer de çok ilginç, Avrupa’daki bir müzayede şirketinden ortaya çıkıyor. Muhtemelen bu paralar oralara kaçakçılık yoluyla gidiyor. Benim doktora boyunca çalıştığım Barber Museum’daki sikkelerin birçoğu da oraya karaborsa yoluyla gidiyor, Londra’dan satın alınmış, oradaki nümismat tarafından oraya bağışlanmış. Böyle malzemelerin transit olarak buradan geçip orada bir yerlerden müzelerden ve müzayedelerden karşımıza çıkması acı bir durum. Sadece bu örnek değil, onlarcası var. Türkiye’de örneğini görmeyip orada karşımıza çıkan birçok parayla karşılaştım. Tabi bunlar bizde olmadığı manasına gelmiyor. Muhtemelen bizde de var. Tarihini bu kadar sevip de, tarihine ihanet eden başka bir millet yok. www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
33
Aynalı Yokuş
Derviş Bozkurt
Alnımdaki teri silen uzun saçlı silüetin gölgesi, hareket ettikçe yüzümü kapatıyordu. Tepe lambasının cılız ve sarı ışığı gözümü zonklatmaktaydı. Başımın çevresi uyuşuyor, sanki beynim bir tür kanama geçiriyordu. Tıbbi teriminin ne olduğunu bilmediğim sancıyla kıvranarak inledim. Günlerce uyumuş gibiydim. Doğrulmakta epey zorlandım. Konuşulanlara kulak verdim. “Bu kez kendisi denedi, arkadaşında işe yaradı, bakalım o ne kadar dayanıklı?” Tam karşımda oturduğunu tahmin ettiğim adamın sigarasının dumanı genzimi yaktı. Uykuya dalmadan önce silüet konuştu. Kadın sesiydi bu. Tartışıyorlardı, bense geçmeye başladım. Kullandığım her ne idiyse sağlam kafası vardı doğrusu. “Böyle balık tutar gibi bekleyerek iş yapılmaz. Bu adam bizim yatırımımız, kendi üstünde deney yapan riskli bir yatırım üstelik.” “Kendisi istedi. Ayrıca arkadaşında işe yaradı. İlacın semptomlarını göze almalıydı. Ne zamandan beri kanunu bu kadar önemser oldun?” “Adam ölürse ilaç tüplerini nasıl doldurmayı düşünüyorsun? İşeyerek mi? Tüm planları satışa bağlı olarak yaptık.” Ne kadar süre uyudum kestiremedim. Boynumun kasılmasıyla kendime geldim. Uyuşmuş bedenimde kan tekrar dolaşır gibiydi. Fakat beklediğimin dışında gerçekleşen durumlar vardı. Bundan benim kadar di-
34
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
ğer ikisi de emindi. “N’oldu, neden erken uyandın?” dedi karaltı. Diğer yandan da ansiklopedi yığınlarının içinden en kalın olanını açıp sayfalarını karıştırdı. “Galip?” El yordamıyla tutunacak yer aradım. Yataktan doğrulup karşımdaki yarı çıplak kadına baktım. Yüzüme doğru eğildi. “Anlamadım efendim?” “Kahretsin!” diye haykırdım, ellerimle başımı ovarak. “Size dalgalandırmayı ağırlaştırın ve prefrontal korteks seçilimi yapacak maddeyi karıştırın demiştim. Ölçeği yine unutmuşsunuz. Anca burada sevişin siz.” O kadar öfkelenmiştim ki, kadını itip kapıdan çıktım. Kim olduklarını unuttuğum iki kişiyle beraber dünyada ilk olacak bir tür lobotomi ilacı üretmekteydim. Ruhsatsız tabii. İlaç gözden alınıyor, hipokampüsle prefrontal loblardaki dalgalanmaları kırıp anıları siliyordu. Az önce ölçek hatasından dolayı hesaplamadığım şeyler oldu. Dağıtımı yapan kurye iki hafta önce yola çıkmıştı. Tam yüz adet tüp alıcılarına ulaşmıştı. Doksan dokuzunun ödemesi yapılsa da bir tanesi ücretsiz gönderilmişti. Kullandığım deneme sürümü olduğuna göre polisin tepeme binmesi an meselesiydi. Müşteriler, temiz hafızalar yerine ucu ucuna hatırlanan alakasız anılarıyla kafayı yiyeceklerdi.
*** “Aynalı Yokuş”a tırmanırken ismimden emin olduğum kadar inanmak istediğim tek bir şey vardı: Galip olamazdı o adam. Adımlarımı sıklaştırıp önüne geçmeliydim. Görünmez bir duvara çarptım. Gerisinde kalmaya karar kıldım. Cesaretim yetmiyordu. Soluk gri ceketiyle, yeşil kadife pantolonuyla, ayakkabılarının arkasını eskiterek yürüyor olamazdı. Ellerini cebine sokmuştu. Yokuşu çıkarken beli daha da bükülüyordu. Nereye gittiğini bilen, alışanlıkla sürüdüğü ayaklarıyla… Bu esrarengiz adam tanıdığım son yakınımdı. Necmi amcanın dükkânında, hırdavatçıda tanışmıştık. Yokuşun sonundaki egzozcuda çalışıyordu. On üç-on dörtlük somunlardan almaya gelmişti. Elindeki gazeteye sarılı numuneyle, dizili rafların önünde benden epey uzunca olduğundan üst raflara da bakınmaktaydı. Donup kalmıştı. Yaklaşıp beton çivisinin nerede olduğunu sormuştum. Somunları iki avucunun arasında yuvarlamaya başladı. Gazetede Kenan Sofuoğlu’nun olduğu haberi uzun ince işaret parmağıyla göstererek: “Benim de motorum olacak büyüyünce, hem de böylesinden.” Kocaman gözleri ışıldamıştı. Heyecanı bana da bulaşmıştı. “Ya düşersen? Motordan düşünce insan sürükleniyormuş, derisi bile soyuluyormuş.” “Sen de büyüyünce doktor olursun bana güzel
ilaçlar yaparsın. O zaman iyileşirim. Hatta unuturum da çabucak.” Anlaşmıştık. Elini ilk kez o gün tutmuş, yıllarca da bırakmamıştım. Tanıdığım son adamın hatırası bundan ve Jawa motorundan savrulup uçan görüntüsünden ibaretti. Ama içimde, çok derinlerde, ona has her şeyi bildiğimi söyleyebilirim. Araya sıkışmış ufak tefek cami avlusu koşuşturmaları da sayılabilirdi. Hafızamı iyice zorlarsam dağın yamacındaki evini, kümesin yanındaki tandırı anımsayabilirdim. Sıcak ekmek burnumda tütmüştü. Kulağıma kızın tekini kaçırdığı ve akli dengesi yerinde olmadığından ceza almadığı gelmişti. Çocukluktan beri yanıktı ona. Kaçırdıktan sonra kimsenin onunla ilgilenmediğini, tedaviyi de kabul etmediğini öğrendim. “Malum gün” kendi aramızda böyle derdik. Sanki işlenmiş bir günahı, uğursuzluğu saklarcasına bunu diyorduk, Galip’in intihar etmek için seçtiği güne. Çok sonra anlayacaktık ki yaşanması gerekenin yaşanması durumunun gizliliği ve ayıbı yoktur. Açık açık demeliydik. Galip tineri fazla kaçırmış, tüpten fazla çekmişti. Zaten hayatla ilişkisi müphemken ölümünü kesinleştirmek istemişti. Gaza yüklenmiş, yönünü belki de hayatında göreceği son ışığa vermiş, gözlerini kapamıştı; aylar sonra açmak şartıyla. Sanki uçurumdan atlamanın, kenwww.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
35
dini asmanın, zehirlemenin suyu çıkmış gibi o dişındayken atmıştım. O günden beri de kendim dâreğe son hız çarpmıştı. Bedelini yarım kafa, gelgitli hil kimse yoklamamıştı. Nefes almam yasaklanmış, akıl, sanrılarla ve pişmanlıkla ödemişti. Ölemediği cümle kurmalar tedavülden kalkmıştı. Biz bu hale için değil, bu şekilde denediği için. kaderin değil benim yüzümden gelmiştik. En kesİnce vücudunun ayazdan titrediğini fark ettim. tirme çözümü de ben bulmuştum. Dirilttiğim ölü Omuzların sahibiyle her köşeyi döndüğünde arambenim eserimdi. daki mesafeyi açıyordum. Ardından da ayaklarımın Ağzımızı açmayan bıçak sonunda kemiğe dayaucunda koşarak ıssızlığı adımlıyordum. Karanlık, nıp çenemi araladı. eski dostumla beni yutuyordu. Geçmiş, midemize “Galip? Ben döndüm kardeşim.” kramp halinde iniyorduysa da kusamadığı öfkesi, “Nereye?” arkası dönükken bile belliydi. Göz ucuyla beni süzerken hala eski, kendine has “Aynalı Yokuş” aynıydı. “Aynılı Yokuş” olmalıydı ukala sırıtışını koruyordu. Sanki tanımadığı tüm adı. Bu durumda değişecek kadar manidar değildi. insanlara karşı böyleydi. Bu his durumumuzu orEski dostum Galip ve benim dışında bu yokuşu tırtaya seriyordu. manan herkes, öncesindeki gibiydi. Bir zamanlar “Sen de biliyorsun ki yanlış soruyu sordun.” buradan geçmiş herkesti onlar. Bir arkadaşa bakıp Silkinip gözlerini üzerimde gezdirdi. Birbiriçıkmak istemişler, sonrasında hapsolup kendilemize bakarken ikimiz de mezarlık ziyaretindeydik riyle arkadaş olmuşlardı. Tek fark onun beni tasanki; ben tanıdığım son kişinin, o ise bir yabannımadığı, benimse onu herkesten daha cının… çok, daha gerçek tanımamdı. Çünkü bu “O zaman kimsin?” dedi yirmi yıl öncesinhep böyledir, elinizdekilerin değil elinizde den beri orada duran, kulübeden bozma baki kalan son şeyin kıymeti iyi bilinir. Elde hep kal tezgâhının önünde. Raflardaki gazetelere Müziğ in k iç inleme d sıfırdır ki ortak payda budur. Dimdik yokubakarken yine sırtını dönmüştü. Selülozik şa yakıştırılan aynalı sıfatı ise kamyonlar ve boyayla özensizce yazılmış bakkal yazısının tırlar inerken yolun aşağısını da görebilsinler son üç harfini kapatıyordu. Noktayı güzel diye yuvarlak, kocaman aynadan ötürü konyere koymuştu. muş. Galiplerse kendileriyle yüzleşmek için “Bak!” dedim. Devamının geleceği kullanırlar. cümleyi arıyordum. İlk kelimeyi bakkalın ön Galip gibi adamlar kahveye bile gitmez. Yedi cephesinden esinlenmiştim. yüz metrekarelik alanlar dahi dar gelir onlara. Ne “Nasıl anlatılır bilemem. Herifin teki gelip bana hatırı sayılır raconları, ne de imrenilecek yetenekbunları dese tıpkı senin baktığın gibi bakardım. leri vardır. Yaşamak eyleminden ötesini geçemeAma sen beni tanıyorsun. Yani tanıyordun. Unutmişlerdir. Zaten nefes vermeyi, almaya borç olarak tun. Ben unutturdum. Daha önce kullandığın ilaçöderler. Deli kavramını kimseye yakıştıramam. ları ben gönderdim.” Çünkü var olmak saçmalığını sürdüren insanlığın Doğrudan dönüp bakmadı. Eğilip gazete rafının abes isimlere ihtiyacı yoktur. önündeki pazar çantasını kurcaladı. İçinden sigara Elektrik direkleri göğe varmaya çalışır gibi dizilpaketini çıkardı. Sigaranın tekini ağzının kenarına mişlerdi. Güneş adını bilmediğim dağların ardında yerleştirdi. Gördüğüm en sarı renge sahipti dişleri. eriyordu. Artık Galip’i takip etmiyordum. Varılma“İhsan Alkara mısın sen?” sı gereken noktaya varmıştık. Şimdi üç-beş adımlık Başımla onayladım. mesafede karşımdaydı. Yokuşun başındaydık, göre“Kimseye adımı verme, tamam mı?” celi olarak sonunda. Hafif bir rüzgâr esiyor, hala ar“Kimseye bir laf diyeceğim yok da. Sen bu işi bekası dönük dostumun saçları dalgalanıyordu. Gözü ceremiyorsun haberin olsun.” üç buçuk numara bozuk olmayan her babayiğit baTek düğmesini iliklediği ceketinin altından yeşının sol tarafındaki göçüğü fark ederdi. şil kazağını sıyırdı. Köprücük kemiğinin altındaki Sabahtır ardına düştüğüm geçmişin siluetiydi, dövmeyi okudum. “İr em.” Dört harfi tam ortaacının beden bulmuş haliydi, yürüyen ölüydü, yasından bölen yara izini çokça düşündüm o günden şamın tezadını gözlerindeki çukurlarda, kaz ayaksonra. Mana ardında manalar gizli... Zoraki aldığılarında saklıyordu. Ağzı kopartacağı sessiz çığlıkmız dersler esaslı mıdır, bilemem. Em, ilaç demekse ların siren düğmesiydi. Benim dostum beni değil eğer eski dilde, göğsüne kazıdığı isimde bile ilacı aştüm dünyayı unutmuştu. Bana boş boş bakarken kından ayrıydı. Masallar ancak eski dilde güzeldir. boğazım düğümlendi. O düğümü ilk kez on üç yaKeşke ağrı kesici üretseydim.
36
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Kaos Mehmet Zeki Kılıç Geçtim, Sudan bahanelerin kıyısından Bir ölü toprağını çiğneye çiğneye. Ölen çocukların ne olduğunu, Aslını meleğin, İnsan kökünün, Yaratılış ve evren, Tanrı var mıdır sahi, Düşünmekten vazgeçtim, Vaazlardan bir de. Geçtim… Sayıları bıraktım bir bakkal hesabında Cebimdeki parayı bilmediğim bundandır. Kaç huri denk düşüyor sevabın hangisine, Ne kadar uzaklıktan görünür kemerleri? Köşklerin Firdevs’teki, Üçler beni tanımaz, Kırklar ile aram yok, Bir ihtimal Yediler. Beni burda bırakıp böyle elsiz ayaksız Sayamadım kaç gün oldu. Gittiler… Şimdi benim mektup yazmam gerekiyor Tanrı’ya, Kurumadan mürekkebi tüpünde kalemlerin. Hal-i pür melalim deyip Günahlarımı bir bir döküp avuçlarıma Şimdi benim… Bu karanlık, çoktan yaşlı bu yitimsiz coğrafyada Bir tekbir ıssızlığında katledilen canlara, Rengi solmuş kuşların bu çocuk çağlarında Suçumu bildirsin diye, Şimdi benim…
i Müziğ in ek iç dinlem
Vazgeçtim, Yamalı bir bohçada saklı hayallerimi Sırtımdaki yaraya sarıp göğe gitmekten. Avuçlarımdaki iz, Yanağımdaki ustura yarası, Bir eski sevdadan kalma Sevda ki belleğimde o kadar eski, Yenilenmeyecek kadar eski, Hem ince ve keskin, Yürünecek gibi değil ki bu yol. Geçtim… www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
37
Millî Mücadele Kahramanı Onbaşı Halide Muhsin Bahadır Kıymacı Halide Edip Adıvar, Türkiye’de kadın hareketlerinin yapılanmasında öncü isimlerdendir. Gerek Milli Mücadele öncesinde işgallere karşı gerçekleştirilen mitinglerde, gerekse savaş esnasında ve sonrasında yapmış olduğu kahramanlıklarla Türk kadının sosyal hayatta ne kadar etkili olabileceğini göstermiştir. Ayrıca edebiyatçı kimliğiyle de öne çıkan Halide Edip, cephelerdeki gözlemlerini kaleme alarak döneme ışık tutan romanlar yazmıştır. Ülkenin dara düştüğü bir zamanda her ne kadar Amerikan mandasını çözüm olarak görmüş olsa da Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlatmış olduğu kurtuluş hareketine katılarak fiilen destek vermiştir.
38
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Hem Millî Mücadelenin 100. yılı olması, hem de 8 Mart Dünya Kadınları münasebetiyle yedi düvele karşı verilen İstiklal mücadelesinde Türk kadının azmini ve fedakârlığını ortaya koyan Halide Edip’in müstesna hatırasına naçizane satırlarımla saygı duruşunda bulunmak istedim. Yaşadığı dönemde isminden oldukça söz ettiren Halide Edip 1882 yılında İstanbul’da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren evinde iyi eğitim alan Halide Hanım; Şükrü Efendi’den Arapça, Rıza Tevfik’ten Türkçe ve meşhur matematikçi Salih Zeki’den cebir dersleri almış ve 1901’de Amerikan Kız Kolejini bitirmiştir. 1908 yılından sonra neşir hayatına başlayan Edip, birçok gazete ve dergide yazılar kaleme almıştır. Eğitime oldukça önem vermiş, 1917 yılında Suriye’ye giderek bölgede kız okulları kurmuştur. 1918 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesinde Garp Edebiyatı hocası olarak göreve başladı. 1919 yılındaysa Vakit gazetesinde yazılar neşrettiği gibi Büyük Mecmuanın da başyazarı oldu. Onu üne kavuşturan asıl gelişme ise İzmir’in işgali sonrasında gerçekleştirilen mitinglerde yapmış olduğu heyecanlı ve halkı milli mücadeleye çağıran konuşmalardır. Türk Ocaklı gençler tarafından 19 Mayıs 1919 günü Fatih’te tertip edilen mitinge katılan Halide Edip, burada yapmış olduğu konuşmasında vatanın kurtarılması için canların verilmesinden geri kalınmaması gerektiğini söyler ve halkı bir ve beraber hareket etmeye davet eder. Fatih mitinginden sonra 22 Mayıs 1919 tarihinde Kadıköy’de gerçekleşen mitingde konuşur ve katliamlardan duyduğu üzüntüyü belirterek, Batılı ülkeleri tarafsız olmamakla eleştirir. Gerçekleştirilen nümayişlerden en etkilisi Sultanahmet Mitingidir. Halide Edip en güzel konuşmasını 23 Mayıs 1919 yılında gerçekleşen bu mitingde yapmıştır. Kardeşlerim, evlatlarım! …
Ben, kardeş Müslüman dünyasına, sizin namınıza de Halide Edip’in de yardımcısı olacağı Hâkimiyet-i hitap ediyorum. Davamız şudur: Zaten elinden tutanMilliye gazetesinin çıkarılmasına, Anadolu Ajansının ları kalmayan, ellerini, bacaklarını kaybeden gazilerikurulmasına, camii ve postanelere milli amaçları anmiz, şehitlerimiz namına davamızı ilan ediyorum. Bu latan ilanlar yapıştırılmasına karar verilir. Yeni hayata davamız da, Türklerin hak ve istiklalidir. Türkler, Türhemen uyum sağlayan Halide Edip, yoğun çalışmalakiye’nin ebedi haklarına asla dokundurmayacaklar; rının yanı sıra ata binmesini ve silah kullanmasını da yarın, Hakkın mahkeme-i kübrası önünde zalimöğrenmiştir. lerin hepsi mahkemeye çekilecek; onlara, Aralarında eşi Dr. Adnan Adıvar ile Mustafa bizim kanlarımızı döktürdünüz, diyecekler. Kemal, Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf ve Ahmet Rüsİşte kardeşlerim, işte evlatlarım, davanızdan tem Bey’in de bulunduğu altı kişiyle beraber iği z ü M kaçmayınız. O gün size hak verecekler. Bugün 11 Mayıs 1920’de İstanbul’da kurulan Nemrut ek için dinlem iki dostunuz vardır: Birisi, kalbi, mabedleri biMustafa, Divan-ı Harbinde idama mahkûm zimle beraber olan Müslüman dünyası: Diğeri, edilmiş fakat onlar Anadolu’da mücadelelerizalimleri yakasından sürükleyecek büyük milne devam etmektedirler. Birinci İnönü Zaferi letlerdir sözleri ile işgalcileri tel’in etmiştir. sonrasında Hilâl-i Ahmer adına Eskişehir’e İstanbul’un 16 Mart 1920 tarihinde İngilizler giden Halide Edip burada yaralıları ziyatarafından işgal edilmesi üzerine Anadolu’daki ret etmiş ve hastanelerde çalışmıştır. Daha sonra Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelen Yunan uçakları tarafından bölgenin bombalanması Halide Edip ve yanındakileri, Mustafa Kemal karşıneticesinde Halide Hanım yaralıların taşındığı trenle lamıştır. Halide Edip trenden inmesine yardım etmek birlikte Ankara’ya döner. 5 Ağustos 1921’de Başkoiçin elini uzatan Mustafa Kemal’e dair oluşan fikirlerimutanlık Kanunu çıkarılır, Mustafa Kemal bu tarihni Türk’ün Ateşle İmtihanı isimli eserinde “bu gergin ten sonra orduyu Başkomutan sıfatıyla idare edederili, uzun parmaklı beyaz eli, Türk’ün bütün husucektir. Ordunun savaşa hazırlanması için birtakım siyetleriyle birlikte aynı zamanda hâkim bir vasfa da tedbirler alarak hazırlıklara girişen Mustafa Kemal sahipti ” sözleriyle açıklamıştır. 7-8 Ağustos 1921’de on maddeden oluşan Tekâlif-i Ankara’ya gelişlerinin hemen ertesi günü ZiraMilliye Emirlerini yayımlar. Yaşanan tüm bu gelişmeat Mektebinde, Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir lerin içerisinde yer alan Halide Edip, Mustafa Kemal’e toplantı gerçekleştirilir ve Yunus Nadi’nin idaresintelgraf çekerek cephede vazife ister. Başkomutanın www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
39
emriyle cepheye gider. İsmet Paşa’nın emrinde bir er olarak cepheye katılır. Oradaki yaşamında cinsiyetinin hiçbir anlamı yoktur, artık vatanın bağımsızlığı için savaşan bir neferdir. Türk’ün Ateşle İmtihanı isimli kitabında önce Batı Cephesi karargâhının Birinci şubesinde daha sonra ise İkinci Şubenin artan işi dolayısıyla oraya kaydırıldığından bahseder. Halide Edip’in cephedeki korkusuz çalışmalarından Erkan-ı Harbiye Reisi Asım Paşa şöyle bahseder: “… Sakarya Muharebesi’nde 21 gün süren buhranlı devrede Halide Onbaşı da karargâh ile beraber cephede bulunmuştur. Orada geceleri bazen vagonlarda, bazen kuru toprak üzerinde geçirdi. Muharebe bittikten sonra karargâhın at üzerinde dönmesi kararlaştırıldı. Günde yetmiş kilometre at koşturulacaktı. Halide Hanım bir saniye bizden geri kalmadı. Cidden pek cesur bir Türk askeridir. Korku kelimesi meçhulüdür… ” Halide Edip, Albay Asım Bey tarafından Onbaşı rütbesine terfi edildiğinden aynı kitabında bahsetmektedir. Batı Cephesinde yapmış olduğu çalışmalardan oldukça memnun olan İsmet Paşa ise ondan övgü dolu sözlerle bahseder; “Halide Hanım, kumanda ettiğim ordunun en mut’i (itaatkâr) askerlerinden biridir. Kendisine vazife verdiğimiz zaman, diğer herhangi bir neferden farkı olacağını hiçbir defa düşünmedik. İfa ettiği vazifeleri tam ve mükemmel bir
40
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
surette başarabileceğini tabii gördük. Muharebelerin normal hayatı intizamsızlığa uğratan, fikren ve asap itibariyle çok tahammül isteyen safhalarında, kendisinde bariz bir kuvvet ve metanete tesadüf ettik. Sonra muharebe meydanlarında birçok tetkiklere memur ettim ki, bu hususta fikir ve malûmat itibariyle yüksek bir seviyeye ihtiyaç olduğu kadar, gece gündüz at sırtında dolaşmak, yetersiz barınma ve sağlık şartları içinde yaşamak gerekiyordu. Halide Hanım bütün güçlüklere her nefer gibi tahammül etmiştir. Velhasıl çok hizmet etmiş, kıymetli askerlerimden biridir. ” Savaş sonrasında Yunan’ın zalimliğini tarihi belgeler olarak gözler önüne sermek için Batı Cephesi komutanlığında “Tetkik-i Mezalim” adlı bir komisyon oluşturmuş ve İsmet Paşa tarafından bu komisyonun başına Halide Edip getirilmiştir. Yusuf Akçura, Yakup Kadri, bir teğmen ve bir fotoğrafçı da bu komisyon içerisinde yer almıştır. Teğmen ile fotoğrafçın, savaşın yaşandığı en uçlara kadar giderek fotoğraflar çekip Halide Edip’e bilgiler sunmaktaydılar. Gelen bilgileri okudukça dehşete tutuşan Halide Edip, tetkik çalışmalarına bizzat katılmak istemiştir. Gördüklerini dehşetle ifade ederek, “Yunanların bu köylerdeki hareketleri, aklını kaçırmış insanların hareketleri gibidir. Mülazımdan ve gelenlerden işittiğime göre, Yunanlıların Anadolu kadınlarına muameleleri, bütün vahşet ölçüsünü aşmış gibiydi. ” Halide Edip Mustafa Kemal’in emriyle Büyük Taarruza katılarak yeniden cephede yerini alır, daha sonra ise İzmir’e giren ordu ile beraberdir. Savaş sonrası esir düşen Yunan komutanların, Başkomutan Mustafa Kemal’in huzuruna getirilmelerine tanıklık eder bu durumu ise “birinci derece militer bir dram” olarak ifade eder. İzmir’e giren Zafer Alayında karşılaştığı sahneyi; “Mustafa Kemal Paşa o gün mukaddes bir semboldü. Halkın kurtarıcısı. Şehrin kapısında bir süvari alayı karşıladı bizi. (…) Bir anda askerler kılıçlarını çektiler, iki tarafımızda kılıçları güneşte parlayarak yürüdüler. Kapalıçarşı’dan geçerken nal sesleri kulakları parçalıyordu. Kaldırımlarda askerler ve insanlar yürüyor, kılıçlar parlıyordu. Bunların arkasında binlerce ağızdan “yaşa!” sesleri yükseliyordu.” şeklinde anlatır. Zaferden sonra Dışişleri tarafından, eşi Adnan Adıvar’ın İstanbul’a görevlendirilmesinden dolayı beraberinde dönen Halide Edip, onbaşı olarak rütbe kazandığı milli mücadelenin kahramanlarından olmuştur. Millî Mücadele öncesinde ve esnasında ülke için yaptığı hizmetlerle her türlü övgünün üzerinde duran Halide Edip Adıvar, Türk kadınının azim ve kararlılığını gösteren sembol bir şahsiyet olmuştur.
Kiralık Kâbus Doğukan Danış Çok soğuk. Bir otobüs durağa yaklaşıyor. Hızlanbirliği içinde, trafik tümden durdu. Bayrampaşa’dayız, dım yetişmem gerek. Bir dahaki otobüsü bekleyefiyakalı bankacılar kaldırımdan hızlıca geçtikleri sırada mem. Hangi otobüs olduğunu ve hangisine binmem biri beni fark etmiş, parmağıyla aralıyordu. Milimetrik gerekiyor, bilmiyorum. Nerede görülmüş bir köylünün bir varlığım nasıl gördün beni? Hem ben seni ısırmıburjuva veyahut senyörlerin bölgesini mesken benimyorum. Sivrilerle mi karıştırıyorsunuz anlamadım ki. sediği. Oso’nun aptallığı işte. İçeri giremedim. Soğuğa Tamam, aynı familyadanız fakat biz zarar vermiyoruz. katlanırım katlanmasına da rüzgâr sersemletiyor. ZaKulaklara da fısıldamıyoruz. Fısıldama demişken Sivri ten içerisi çok kalabalık, ana baba günü. Yaşlı amcaMelo vardı benim beş katım kadar. “Her kulaktan geçlar, teyzeler, bebek arabalı aileler ve sırtlarında tiğimde bir numara söylüyorum.” derdi. Kendini dünyaları gezdiren öğrenciler... Hâlbuki bir aksakallı dede zannediyordu. Allah rahmet eylesin coğrafya dersi için bir gezegen heba etmek yedisi çıkmadan vefat etti. Neyse bu kadar taciz gerekmeyebilir. Ben mi? Ben kenardan sıyrılıfazla şurada kendi irademle yolculuk yapamayaziği ü M yorum. Evet, akbil kullanmıyorum. Sizi tenzih cağım anlaşılan. Dışarıda ne işim var tabi. ek için dinlem ederim, yer de kaplamıyorum. Oso’nun peşine düştük işte. O kadar dedik Cam markasının etiket yüzü olan atın üstünbok vardı sanki Nişantaşı’nda. Kiralık daire deyim. Daha önce hiç ata binmedim garip bir his. arıyor sanki piç kurusu. On gün ya yaşar ya Kuzey rüzgârı ayaklarımla camın arasında köprü yaşamaz hâlâ kombili ev derdinde. Akıllım olmak için şiddetini arttırdı. Köprüde sallanmaya senin dostun rutubet, Nişantaşı’nda dostunu gayretim yoktu ve attan düşmemi engelleyemedim. barındırmadıkları gibi seni de harcamaları doğal. Ev Hemen yanındaki yeşil renkteki “acil çıkış” yazısına sahipleri evi ilaçlayınca Oso da toprak olmuş. Nuga kondum. Bu arada Türkçem iyi, okuyabiliyorum fakat söyledi. Ona da bulaştıracakken fark edip uzaklaşmış. konuşamıyorum. Olsun konuşabilip okuyamayanlar Çoluk çocuk içeride kalmış benden yardım bekliyorda var. lar. Ben de baltalamak adına yola çıktım. Rüzgâr beni uçurmaya yetecek kadar esiyor. Acil Böyle olmayacak, ya yanlış otobüsteysem? Metrobir durum olsa gerek, çekice bakındım, cama baktım. büs durağında ineyim en iyisi. Samsa’nın böyle derdi Pat! İçerdeyim. Aralanmış camdan kalabalığa sızdım. yok tabi. İnsan olmak zor derdi babam. Yanılmış olabiBir istenmeme durumum oldu. Yolcuların havayı püslir. Tüm bu olanları Burroughs gibi şölen diye nitelenkürtmesinden bu sonuca vardım. Tutamaçların üstündirmeyeceğim. Kâbus diyebilirim. Kafka’ya dönüşmede kanatlarımı dinlendirdim. Araçlar trafik ışığıyla işden bir taksiye atlayayım en iyisi. www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
41
Bir Nefes Esma Çaldıran
Bir yabancının ellerinde buldum yüzümü, Ayaklarımı bir çöp konteynerinde, Ellerimi aşığımda. Aldığım nefes diken olup tarlalarda biterken, Bir ananın kundaktaki bebesinin çığlığında sesimi buldum. Giydiğim günahlar tenime yapıştı, İşlenen suçların esiri oldum. Bir ana doğurmadı beni, öldüğümde bir mezarım yoktu. Denizin çocukları kendini asarken, Karanlığa bedenimi teslim ediyordum. Seninle ışık huzmelerinden ayrışırken, Renklerin solduğunu Tanrı’nın ağladığını gördüm. Ağrılar sırtladım. Tamamlayamadığım şiirlerle doluyken Topallayan çiçeklerle Kusan ağaçlar altında buluşup Ağrılar sırtladım. Omuzlarımda geçmişin yükü, Geleceğimse hiç olmadı. Duvarlara sarılıp yatarken Bugünümün ne denli ruhsuz olduğuna şahit oldum. Celladımın elinde boğazım Şahit gelen sessizliğimle ölümümü kendim imzaladım. i Müziğ in ek iç m le in d
42
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Kiliselerde yargılanırken melek kanatlarım vardı. Kucakladığım Efraim değildi. Kollarımda gizli kalmış evrenin yüküydü, Bir nefeslik canım kaldı, çıkmaya hazırlanan Öp de öleyim.
Yol Arzuhali
Sıcak Toprağa Düşeceğim
İsmail Özcan
Kubilay Yılmaz
beni yorgun bırakın, yolun bundan sonrasına hatırlarla devam edeceğiz. kahramanlarına nazımın geçmediği bir öykü bu terk ettiğim bir isyanın ilk günü gibi kalktım sofradan galeyanlarımı bavulumun gizli bölmesine öğrendim; hayat ayak sürmekten ibaret toprağa kaşiflik istidadı bu haritaları alıp yanıma kaybolmaya korktum binlerce iz bıraktım arkamda umurunda olmak adetim değil dünyanın sevgilim rica etsem çıkarır mısın üstümdeki rehaveti ellerim mayın bir gitmek ki, kalmakta gözü kalıyor gidenin yolcu olmak yetmiyor bir sürgüne hata süsü vermeye bu verdiğiniz hüviyet, bu suret adınızın yazılı olduğu banklarda bıraktığım sayın devlet bir intihar mektubu değil de ne ben yaşamak için uygun zamanı kollayan uçurum kenarında açan papatyaları anlamakla meşhur dünyanın keşmekeşinden sorumlu tutuluyorum ontolojik sancılar omuzlarımda enikonu biriken günahlarımla mefhum yolun bundan sonrasına hatırlarla… istirham ediyorum Allah’ım beni kendi cinayetime şahit yazma.
Bu gece, sıcak toprağa düşeceğim Kavrulmuş, kupkuru özleme. Gözden uzak, yok olmaya gideceğim Karalanmış müsvedde vuslata. Elvedamla akıntıya kapılıp Alelâde mendereslerde kıvrılacağım Yudum yudum can hevesimle Bir yağmur damlası gibi Sıcak toprağa düşeceğim. Güneşi örten bir bulutla dolandım Yıldırıma hayran cesaretimle. Öncesini, sonrasını, koca dünyayı seyrettim Dişlerini sıkan öfkemle. Birkaç ömüre kazınmış sözlere Hiç niyetim değil, kalmayacağım. Kadim satırlara hasetle Bir yağmur damlası gibi Sıcak toprağa düşeceğim.
i Müziğ in ek iç dinlem
Ne kadar susamışım diyen Eski bir dosta sarılacağım. Dünkü rüyayı ararken Buğulu camlara bakacağım. Bir el verip, düşman almadan Harlanmış merakı söndüreceğim. Naçizane gayem, hayattan olurken Bir yağmur damlası gibi Sıcak toprağa düşeceğim.
i Müziğ in ek iç dinlem
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
43
Sevdacığım Tayfun Öztürk Kör dünyam içinde aydınlığım ol, Yolumu kaybettim bul sevdacığım. Payede rütbede anılmaz ismim, Sorarsan namım bir kul sevdacığım. Kalbi kötürümler için kalbimi Yordum ve yoruldum dünya hali mi? Bugünden tezi yok şimdiden geri Ol bana bir çıkar yol sevdacığım. Tut elimden beni sensiz bırakma Hayır demek nedir, olmaz ne hâşa! Bu hayat üç günlük fâniyiz amma İki âlem benim ol sevdacığım.
i Müziğ in ek iç dinlem
44
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Şeyh’e Sitem Ümit Aras Dağlı Kılıç, önce kınına kıyar şeyhim! Sevda diyorsun; kim kılıç ola, kim kın? Kınlık bize yaraşır şeyhim! Dayan diyorsun; kılıç her kanat aldığında biz kesildik usul usul, ince ince, bilmiyorsun! Kılıç, her şaha kalktığında şeyhim! Sabır diyorsun; keskin nallar bizi kesti, bölündük içerde kimseler bilmedi. i Müziğ in ek iç dinlem
Gülün kızılı diyorsun! Gülün kızılı en hakiki kızıldır; inanmam şeyhim, inanmam. Şu kopmuş etimizden dökülen, sızılı sızılı süzülen işte budur inandığımız, canımızdan dökülen. Kılıç, önce kınına kıyar şeyhim! Ötesi yok, tükendim.
Fotoğraf @aysnurkadem adlı twitter hesabının paylaşımından alınmıştır.
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
45
Öneri Baltası Okunası Guy Standing – Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf
1948 doğumlu İngiliz ekonomist Guy Standing, 1975 ile 2006 yılları arasında Dünya Çalışma Örgütünde aktif görev aldı, 2013’ten beri de Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmalar Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Çalışma hayatına dair görüşleriyle dikkat çeken yazar, işçi ayaklanmaları ve sosyalizmin yükselişe geçtiği dönemi inceleyen muhtelif metinlerde adını sıkça duyduğumuz “proletarya” kavramına Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf adlı eseriyle farklı bakış açısı kazandırıyor. Üniversite mezunlarından göçmenlere, kadın çalışanlardan mevsimlik işçilere kadar 21. yüzyıldaki çalışma biçiminin esnekliğe yaslandığını ve bu nedenle ortaya kariyer planlamasından, iş güvencesinden, sosyal haklardan mahrum yeni bir sınıfın çıktığını öne süren Standing gündemi uzun süre meşgul edeceğe benzeyen soruna dair önemli ve iddialı tespitlerde bulunuyor. Bütün dünyada giderek genişleyen ve haznesine mevcut iş gücünü de katmaya çalışan yeni sınıf, rekabetin üst seviyelere çıktığı sermaye düzeninin arzusuyla büyüyor. Kitabın 5. baskısı öncekiler gibi İletişim Yayınlarından Nisan 2019’da yapıldı. Elbette bunda çevirmen Ergin Bulut’un anlaşılır ve akıcı dilinin etkisi de var. Gökçe Güneyoğlu – Rölanti Supi Kardeş dergimiz Porsuk Kültür Dergi’nin editörü Gökçe Güneyoğlu’nun geçtiğimiz aylarda derginin yayınevinden çıkardığı kitabı. 2014 senesinde doğan,
46
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
Eylül 2018’de aynı dergide “Rölanti Supi” adıyla büyüyen öyküsü, Aralık 2019’da kitap hâline geldi. Kitabın arka kapak yazısında, “Bir adam annesiyle aynı ismi taşır mı? Kâmuran her bedende bir aileye bu kadar yakışır mı? Suphi’nin babaannesi, onun annesi ve onun annesi ve annesinin annesinin annesi gibi büyük bir ailenin ismidir Kâmuran. Kâmuran amca bu oyuna nasıl geldi? Nasıl ıskaladı Ahmet, Mehmet veya Niyazi’yi?” yazıyor. Dilinden anlaşılacağı üzere Gökçe, absürd üslubuyla okurları çok eğlendirecek. Zaten biz yazarın kendisiyle de tanıştık, çok eğlenceli bir insan. Kitabı ikinci baskıya henüz geçti. Kaçıncı baskıya yetişirsiniz, bilmiyoruz ama bize sorarsanız tükenmeden edinin. Bir Yudum Kitap Aynı isimle kurduğu ağda, elektronik posta adresiyle sisteme kaydolan herkesi sabahları gönderdiği kitap pasajlarıyla okumayı teşvik eden ve bu girişimiyle uluslararası iş dünyası dergisi FORBES’in “Türkiye’de Otuz Yaş Altı Otuz Girişimci” listesine girerek göğsümüzü kabartan Alparslan Demir, elbette yine boş durmadı. Şaka yapmıyoruz, biz bu arkadaşı askerdeyken ziyaret ettik, orada da sürekli yeni girişimler peşindeydi. Bir Yudum Kitap, şimdi de telefon uygulamasıyla sizlerle. Telefonunuza indirip özenle hazırlanmış öyküler okuyabilir, çok satanlardan çok okunanlara ka-
dar takipte kalabilir ya da muhtelif eserlerden 15 dakikalık seslendirmeler dinleyebilirsiniz. Son olarak uygulamada dergimizin yazarlarından Emel Karayol’un “Dört Mevsim”, Harun Bora Tunç’un “Mavi Gök Orada Mı?” adlı öykülerine yer veren kıymetli editörleri de buradan selamlarız. Yeni fikirleri için Alparslan Demir’i takipte kalacağız.
İzlenesi
Sıfır Bir – Herkes Sussa Biz Susmak Aramızda bir gün sokaklarında televizyonlar parçalanan mahallelerin kurtuluşa ereceğine inananlar var. Onlar da buna inanmış olmalılar ki, 3 Mayıs 2016 tarihli ilk tanıtım fragmanının ardından YouTube’da yayınladıkları 15’er dakikalık her bölümün milyonlar-
gencin uyuşturucuyla mücadelesini merkeze alan hikâyede duygu yoğunluğunu da eksik etmeyen Sıfır Bir, “internet fenomeni” tabirinin hakkını tam anlamıyla vermişti. Bölüm süresini uzatıp Blu TV’ye geçtiklerinde takipçilerini arkalarından sürüklemeyi de başardılar. 6. sezon finaliyle veda ettiler derken bu defa film projesiyle karşımıza çıktılar. “Herkes Sussa Biz Susmak” adıyla izleyici karşısına çıkan Sıfır Bir 870.000 izleyiciye çok yakın. Son olarak, filmin oyuncu kadrosunda yer alan ve performansıyla övgüyü hak eden Balta Dergi şairlerinden Ümit Aras Dağlı’yı da yürekten kutlarız. Biz de onlarla birlikte bir çocuğun feryadına, bir kadının çığlığına sessiz kalmıyor ve onlarla birlikte haykırıyoruz! Herkes Sussa Biz Susmak! Cloud Atlas Matrix serisiyle aklımızı başımızdan alan, dünya sinemasının aykırı kardeşleri Polonyalı Wachowski
Kardeşlerin yönetmenliğini üstlendiği, dram ve bilimkurgu türünde üstlendiği film 2004 yılında İngiliz roman ve senarist David Mitchell’in aynı ismi taşıyan romanından uyarlandı. Tom Hanks ve Halle Bary’nin başrolünde yer aldığı yapım, aynı insanların dünde, bugünde ve yarındaki yaşamlarını konu edinirken, onların zalimlikten kahramanlığa uzanan dönüşümlerini ele alıyor. Vizyona girdiği sene eleştirmenlerce hem en iyi, hem de en kötü film olarak gösterilmesi, beyazperdeye aktarılan kurgunun aslında ne kadar yoruma açık olduğunun apaçık göstergesi. Risk budur, oyna devam.
ca kişi tarafından izleneceğine çok eminlerdi. İzleyici, Kadri Beran Taşkın’ın yönetmenliğinde Savaş Satış, Cihangir Ceyhan ve Özgür Meriç üçlüsünü adeta sigara, kahve, çay gibi çok sevdi. Ekibe sonradan dâhil olan Onur Akbay, Burak Şahin, Bertan Uçar’ın yanı sıra Cengiz Yurdutek ve Burak Akyüz da oldukça benimsendi. Adana Hürriyet Mahallesi sakini bir grup
Kural 21 Süleyman Demirel Üniversitenin ekseriyette iletişim fakültesi öğrencilerinden mürekkep bir ekibin teoriden sıyrılarak uygulamaya adım attıkları yeni internet dizisi. Onlar da muadilleri gibi televizyonların sandıklara gömülüp bazen güzel, bazense çirkin hatıraları anımsatacağını fark ederek, sansürden ve yasaktan münezzeh bir yapıma imza attılar. Kural 21, üniversite öğrencilerinin yaşamını izleyicilerin dikkatine sunma niyetinde. Uğur Sekmen’in yönetmenliğinde yola çıkan ekibin başrol oyuncuları Furkan Koca ve İrem Yılmaz. Koca, aynı zamanda dizinin senaristi. www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
47
OnuDaİzledim.Com 2011 senesinde maksatları yalnızca oyun oynamak olan bir grup arkadaşın bu vesileyle samimiyetleri
Selen Yaşar, Arzum Atmaca, Fatih Dağdaş, Çağatay Acar, Aslı Atala ve Batuhan Uçar ise ekibin geri kalanı. Amatör ruhla profesyonel işlere imza atmak için geceli gündüzlü çalışan ve ilk sezonu 8 bölümle tamamlayan Kural 21’i tebrik ediyor, ikinci sezonu heyecanla bekliyoruz.
Takip Edilesi
AkılFikir.Net Sosyal medya kullananlar için artık güzel bir hatıradan ibaret olan Facebook’ta 2012 senesinde Akıl Fikir Müessesesi ismiyle yola çıkan ve daha sonra değişime
artar. Arkadaşlıkları oyunda olduğu gibi aynı hedefe yönelince müşterek bir işe imza atmak amacıyla yeniden bir araya gelmek isterler ve fark ederler ki, sinema hepsinin ortak noktasıdır. Her birinin ya iletişim fakültesinden yolu geçmiş ya da sinema ile ilgili alanlarda çalışması olmuştur. 2019’da biriktirmeye başladıkları inceleme ve deneme yazılarını, 2020’de satın aldıkları blogda yayına sunmaya başlarlar. Ama öyle sermayenin beslediği, merkez akım sinemasının izleyiciye sunduğu yapımlarla değil; hedef kitleyi hesaba katarak ilerleme yolunu tercih ederler. On kişilik ekip, okuyucularından aldıkları talebe bağlı olarak yerel yapımlar da olmak üzere çeşitliliği arttırma yolunu izlerler. Bizce başarılı da olurlar. Mahdokht Bugüne dek internetin zararlarından bahsettik, şimdiyse faydalarından bahsedeceğiz. Biosunda, “Işık sa-
ayak uydurarak blog sitesi haline gelen AkılFikir.Net, sanat ve kültürün hemen hemen her alanında yararlı bilgilere ulaşabileceğiniz bir internet sitesi. Ekibin twitter’da @muesseseli, instagram’da ise @akilfikirmuessesesi adıyla hesapları da var. Slogan için kullandıkları “Putları Yıkıyoruz” iddiasına Balta Dergi olarak hemen hemen ortağız. Onlar putları devirmekte bizden tecrübeli olabilirler ama bizim Baltamız var. Neyse, blogda müzik, sinema, edebiyat, insan hikâyeleri gibi muhtelif başlıklarda farklı yazılar yer alıyor. Aynı yerde “yazar kaydı” da var. Kim bilir, belki bu satırlar vesilesiyle sizleri de bir gün orada okumak şansına sahip oluruz.
niyede 300.000 km. hızla gidebiliyor ve bence biz de bildiklerimizden uzakta bir yerden birbirimize doğru koşuyoruzdur” yazan Twitter hesabı. Adının Seher olduğunu düşündüğümüz hanımefendinin sabit iletisinde “Yıldızlarla tanışmaya hazır mısınız?” şeklinde bir soru var ve devamında gökyüzünün esrarlı perdelerini aralayan, bizi uçsuz bucaksız bir âlemde keşfe çıkaran bilgiler, sosyal medyayı takipçiler hepsi açısından da oldukça zaman değerlendirici bir hâle getiriyor.
Dinlenesi
Farah Fersi Bunu yazmaya başlamadan önce dergimizin imtiyaz sahibi ile nağmesiyle aklımızı başımızdan alan kanu-
müziğine etnik unsurlarla süslüyor, dinleyenlerine sanki şaman ayinlerindeymişçesine müzik zenginliği vaat ediyordu. History Channel’ın yakında son sezonuyla ekranlara veda edecek dizisi Vikings’in jeneriğine If I Had a Heart adlı şarkısını vererek ününe ün kattı. İskandinav etnik müziği Fever Ray’in ezgileriyle yaşamaya devam ediyor. Cem Erdost İlk albümüne 2013 senesinde imza atsa da YouTube’da seslendirdiği, “Yandı Ha Yandı” adlı Tokat türküsüyle milyonları alıp kimseye itiraf edilemeyen yerlere götürdü. Sazı tezenesiz çalışıyla hepimizin hayatına temas eden Cem Erdost, “Bir güzelin hasretinden…” diye başladığı an üzeri tozlarla süslü sayfaları yeniden
nun köken itibariyle hangi topraklara ait olduğu üzerine münakaşa ettik. Kaynaksız metinlerde Farabi’nin veyahut İbn Hallegan’ın icat ettiği iddia edilen telli çalgılar ailesine mensup bu enstrümanın Sümer’de, Mısır’da ve İran topraklarında çalındığı bilinmektedir. Her ne olursa olsun, ondaki cevheri gençlerimizin dimağına son dönem Batı müzikleriyle sirayet ettirebilen Farah Fersi’yi yalnızca bu nedenle selamlamak istedik. Tunus doğumlu, konservatuar mezunu Farah, usta bestekâr ve kanun virtüözü Göksel Baktagir’le birlikte Tunus, Kuveyt, Cezayir ve Türkiye’de konserlere çıkıyor. Ona biz de çoğu kimse gibi sosyal medyada denk geldik. Sizler de Twitter’da @FersiFarah, YouTube’da Fersi Farah hesaplarını takip ederek enstrümanından çıkardığı muazzam ezgilere kulak verip kendinizden geçebilirsiniz. Fever Ray Asıl adı Karin Dreijer Andersson olan İsveçli sanatçı, 7 Nisan 1975 tarihinde dünyaya geldi. 2009 çıkardığı ilk albümüyle birlikte insanlar ona Fever Ray diye bildi. Albüm sanal ortamda piyasaya sürülmüştü, yani o da internetin gücünden faydalanarak şöhrete kavuşanlardandı. Sesi öyle etkiyiciydi ki aynı albüm on sene sonra fiziksel olarak yayınlandığında hayranlarının ona ilgisi hiç azalmamıştı. Elektronik tarzda yaptığı
açtı, kapanmış yaraları kanattı. Kalabalıktan sıyrılan sesi, özlemleri ve hasretleri yeniden dizginledi. Bize bunu neden yaptığını anlamış değiliz. Cem Erdost’un İçinde Yol Var adlı albümü yayında. Derdini hatırlamak isteyen varsa hemen dinleyebilir.
Not: Dergimizin 11. sayısının Takip Edilesi bölümünde yer verdiğimiz Orta Dünya isimli blog sitesinin kuruluş tarihini 2005 yerine sehven 2015 yazmılmıştır. Böylelikle yanlışımızı telafi ettiğimizi umut eder, anlayışınız için teşekkür ederiz.
50
www.baltadergi.com Mart-Nisan 2020
www.baltadergi.com
Mart-Nisan 2020
51
MANİFESTO Balta Dergi, sizin âlem dediğiniz bu bitirim dünyasının bütün raconlarını tedavülden kaldırmak üzere ikâmet ettikleri semtin delikanlıları ve hanımefendileri tarafından kurulmuştur. İdam mahkûmunun boynundayken kopan ilmikteki merhametten yoksun 21. asrın insanlarına merhameti yeniden anımsatmak gayesindedir. Kitap okur ama çok okunanlar listesinde gözü yoktur. Müzik sever ama müzik listelerinde dinledikleri olmaz. Giyimine kuşamına dikkat eder ama moda ve defile ilgisini çekmez. Ekseriyetten, herkesten ya da kimseden değildir, hiçlik makamına taliptir. Ötekilerden olmadığı gibi beridekilerin suyuna gidenlerden de haz etmez; ne göçtüğü dağı, ne konduğu ovayı unutur. Balta Dergi, doğruya doğru yanlışa yanlış demekten çekinmeyenlerin dergisidir. Adını ve sloganını Cumhuriyet dönemi şairlerinden Asaf Halet Çelebi’nin “İbrahim” şiirinden almıştır. Politikadan, magazinden, faizden, ana haber bültenlerinden ve putlardan nefret eder. Asyalı olduğunun bilincindedir ama ille de batılı olacaksa Yeni Zelandalı, İrlandalı, İskoç ya da Kızılderili olmada beis görmez. Çayını çay ocağında içer, yemeğini esnaf lokantasında yer. Ders notlarını sınıf arkadaşlarından saklayanın, burnu havada gezenin, küçük dağları ben yarattım diyenin ve kadınlara kabalık edenin elinde henüz görülmemiştir. İnsandan, sohbetten ve hoş sözden başka hiçbir şeyin bağımlısı değildir. Doğayı, hayvanları sevmekle kalmaz, korumayı görev kabul eder. Ayrılık, şiddet, hakaret içermeyen bütün düşüncelere eşit mesafededir ancak dünyayı küçük bir köy olarak görmez. Okumasını bildikten sonra Balta bir dergidir, aykırıdır ve antikadır. Mutluluğa inanmaz, derdi olan herkese kapısı açıktır.