Kültür ve Edebiyat Dergisi
2019
Kasım
Sayı:9
İçimdeki putları devir!
BEN BİR CANAVAR DEĞİLİM, SADECE HERKESTEN ÖNDEYİM. Harun Bora Tunç - Alper Şahin - Bayram Şafak Arslan - Emel Karayol - Suat Çakıroğlu - Hüsameddin Bayraklı Tamer Sağcan - Yeliz Ekşi - Tayfun Öztürk - Soner Ataibiş - Burhan Kâzım Çalık - Derviş Bozkurt - Elif Davarcı Fatma Dicle Karabınar - Denizhan Gültekin - Ümit Aras Dağlı - İsmail Özcan - Serap Demir
İÇİNDEKİLER 4
8 ISSN 2651-5431 Yıl: 1
11
Sayı: 9
Kasım 2019
12
İmtiyaz Sahibi Denizhan Gültekin Yazı İşleri Sorumlusu Harun Bora Tunç Editör Yeliz Ekşi Yayın Kurulu
13 14 17 18
Metehan Tanyıldız Fatma Dicle Karabınar Suat Çakıroğlu
20
Alper Şahin Grafik Tasarım
22
Durmuş Ali Gürtoklu Kapak İllüstrasyon
23
Osman Nuri Koşar
24 İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com Sosyal Medya
28 29
www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta
Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi
30 32
yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce top-
35
lu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesu-
36
liyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.
2
Joker: Kötü Bir Gün Harun Bora Tunç
Bindik Bir Alamete Alper Şahin
Bakır Çağda Mavi Olmak Soner Ataibiş
Sedat Anar Santur Çalmıyor İbadet Ediyor Denizhan Gültekin
Kent Ümit Aras Dağlı
Türkü Hikâyesi: Kurusa Fidanın Hüsameddin Bayraklı
Koşma Tayfun Öztürk
Edip Neyi Bilmeli? Tamer Sağcan
Hatice Derviş Bozkurt
Lâlüebkem Serap Demir
Mübadil Suat Çakıroğlu
Dünya Makinesi Yeliz Ekşi
Yüz Aşk Sonesi: 17 Pablo Neruda - Bayram Şafak Arslan
Gümlek ve Dünya İsmail Özcan
Kendi Cesedini Bekleyen Kadınlar Elif Davarcı
Cehalet ve Korkunun İnancı: Salem Olayları Fatma Dicle Karabınar
Dört Mevsim Emel Karayol
Değmezmiş Burhan Kâzım Çalık
37 Öneri Baltası
www.baltadergi.com Kasım 2019
Balta Dergi’den herkese merhabalar, Hayranlığımızı her fırsatta aşikâr ettiğimiz güzel bir sonbahar günü yeniden sizlerle buluşuyor olmanın heyecanı bizlerle birlikte yaşamaya devam ediyor. Kasım ayında kapağımıza bugünlerde herkesin konuştuğu kötü adam Joker’i taşıdık ve sanırız şimdiye dek Balta Dergi’de işlenen en popüler konu oldu. Ama sayfalarımızda nitelikli işleri görmeyi arzuladığımızdan Ağustos sonunda vizyona çıkan filmini görmezden gelmek istemedik. 1 Kasım günü itibariyle Latin Harflerinin Kabulünün 91. yılını anmış olacağız. Bu noktada Türkçenin yazımı ve kullanımı hakkında yalnızca edebi anlamda değil; sosyal medya hesaplarınızda ve şahsi yaşantınızdaki münasebetlerinizde bu güne özel, ay boyunca çevrenizi hassasiyete davet etmenizi sizlerden rica, farkındalığın küçük gruplar halinde yayılarak geniş kitlelere sirayet etmesini temenni ediyoruz. Balta Dergi olarak yola çıktığımız Mart ayından itibaren okumakta olduğunuz yayınımıza değin hatalar istisna olmak kaydıyla her şeyden önce dilimize sahip çıkma mücadelesini yerine getirmek için çabaladık. Bu çabayla sizlere uzattığımız eli lütfen karşılıksız bırakmayınız. Şu fani dünyada bir gün her şey yok olacak ama lisanımız her zaman konuşulacak ve yazılacak. Şimdi #BaltaTürkçeYazacak
www.baltadergi.com Kasım 2019
3
Joker Kötü Bir Gün Harun Bora Tunç
Çoğu zaman günün 24 saat olmasından şikâyet ederim, bu genelde işleri yetiştiremediğim vakitler olur. Geçenlerde gece yarısı eve vardığımda yorgunluğumu atmak için sıcak suyun altına girmemin ardından bir bardak çay eşliğinde kurulduğum koltukta daldım misal. Gözlerimi açtığımda aradan on, bilemedin on beş dakika içim geçmiş diye düşündüm ama saat sabahın 6’sı idi, balkonun kapısı açıktı ve ben donmuştum. Engin Geçtan, benim çocukluğumda (…) sadece saat başları, buçuklar, çeyrek geçeler ve çeyrek kalalar vardı, diyor. Ama artık öyle değil, dersler otuz beş geçe de başlayabiliyor, Avrupa Ligi maçları ona beş kala. Zaman oldukça değerli, zaman yönetimi ise ayrı bir meziyet. [Namaz vakitleri güneşin yerküre etrafındaki durumuna göre tayin olunurken Ramazan ayında diyanet işleri ufukta çizginin peyda olmasına bile vakit tanımıyor sahur için. Çağımız zamanın tahakkümü altında.] Günümüzü saatler belirliyor; işe kaçta gideceğimizi, yemeği kaçta yiyeceğimizi, mesai bitimini ve vuslatı… John Zerzan da Fransız Devriminde sokağa çıkan insanların saat kulelerine taşlarla saldırdığını anlatır, hedefte tahakküm varsa muhakkak bize emreden akreple yelkovan böylece nasibini alır bundan. 21. yüzyılın gebe olduğu bir şey varsa, o da bu karmaşa içerisinde görülmeye ve dinlenilmeye değer bulunmayanların var olma çabasından vazgeçmesidir. Hafta boyunca eleştirmenlerin ve izleyenlerin filmini öve öve bitiremediği DC Comics’in kötü karakterlerinden Joker de böyle biraz. 1930 yılında patlak veren Büyük Ekonomik Buhranın başta New York olmak üzere bütün Amerika sokaklarını baştan aşağıya işsizlik, açlık ve sefaletle imtihan ettiği esnada gökten Mesihvari inişiyle yer-
4
www.baltadergi.com Kasım 2019
yüzüne adalet dağıtan Superman, halkın uzun süre ilgi gösterdiği kahramanlardan oldu. 1939’da ise bu ilginin nimetlerinden faydalanmaya devam etmek isteyen DC Comics, çizeri Bob Kane’den yeni bir kahraman daha istedi. 1939’da Batman okuyucuyla buluştu. Her ikisi de kıyafet ve karakter olarak çağın ruhu gereği değişime uğradı. Ama ilk olarak 1940’ta Batman ve Robin’in birlikte dövdüğü sıradan bir suçlu olarak karşımıza çıkan Joker, her zaman bilinmezliğini korudu; adı ve geçmişi sürekli baştan yazıldı fakat görünüşü hep aynıydı. Sürekli gülüyordu. Batman’in şehri Gotham, esasında Superman’in yaşadığı kent Metropolis’in geceye denk düşen hâli. [Her ikisi de 80’lerin “özgürlükler ülkesi” Amerika Birleşik Devletlerinin başkenti Washington’dan her nasılsa ön plana çıkmayı başarabilmiş New York’un zaman dilimlerini ifade eder.] Zaman burada göreceli değildir, tahakkümü kurgu için daha kullanılabilir biçimdedir; bir yanda karanlık gölgelerin içinden çıkan yarasa adam, diğer yanda ise aydınlık gökyüzüne bakanların gördüklerinde kuş mu, uçak mı diye sorgulayıp nihayetinde süper kahramanlığına ikna oldukları Superman. Kötülük olmadığı sürece iyilik, nefret ortaya çıkmadığı sürece merhamet, ruhumuza keder tasallut etmediği sürece bahtiyarlık herhangi bir anlam ifade etmeyeceği gibi düşman müşterek varlığımıza saldırmadığı sürece kahramanlık da tebarüz etmez. [Buradaki “müşterek” her şeyden mühim çünkü söz konusu kahramanlar sizi aldatan sevgilinizi dövmez; o sevgilinin düşman hüviyetine bürünerek kahraman engeline takılması için şehirdeki herkesi aldatması ve eylemini toplumun varlığına saldırı haline dönüştürmesi
i Müziğ in ek iç dinlem
gerekir. Ama siz dert etmeyin, bugünün kentlerinde âşık olmak çok güç.] Merkez akım sinemada kahramanın özelliklerini baskılayan, onu çaresiz duruma düşüren ama öyle ya da böyle yeteneklerini sergilemeye zorlayan düşmanın niyeti üç aşağı beş yukarı bellidir. Evren ayırt etmeksizin baktığımızda her birinin amacı dünyayı yok etmek, şehri yönetmek olduğunu daha filmin başına geçmeden ya da çizgi romanın kapağını çevirmeden tahmin edebiliyoruz. Thor: The Dark World’de Malekith’i, Aquaman’de King Orm’u, Spider Man Far From Home’da Mysterio’yu ya da Batman vs. Superman: Dawn of Justice’da Lex Luthor’u hatırlayabileniniz var mı? Hem Marvel, hem DC evrenine
tam anlamıyla hâkim olanlar dışında sanmıyorum, hatta bazılarınız yazının bu kısmında duraksayıp internetten aramaya başladı bile. Süper kahramanların karşısına dikilen düşmanların neredeyse hepsi kılık kıyafet ve özel yetenekleri dışında birbirlerine benzemektedirler çünkü onları suça iten nedenin toplumsal altyapıları oldukça eksiktir. Yalnızca gücü ve parayı severler, o sebeple onları ayırt etmek zordur, elbette biri dışında. Pudralı yüzünde göz altlarını çoğu zaman yeşile boyayan, kırmızıyla süsleyip aynı renkle yanaklarına kadar uzattığı dudaklarıyla her daim gülümsüyor görüntüsü çizen Joker, fi tarihinde herkes gibi sade, kendi halinde bir insandı. Neredeyse hiç yerine gelwww.baltadergi.com Kasım 2019
5
meyen aklını, delilikle türlü suçlar için yoruyor ama çıkarını umursamıyordu. İstediği tek şey, Batman’dan kurtulmak ve Gotham şehrini kaosa sürüklemekti. Zaten yarasa adamla kendini terazinin iki kefesi görüyordu. Deliliğinin sebebi o değildi ama neticesi oydu. Demek ki, Batman gidince ona da gerek kalmayacaktı. Hakkındaki en gerekçeli hükmü, kâhya Alfred şöyle vermişti, “Bazı insanlar dünyanın alevler içinde kalışını seyretmek ister.” [Çizgi roman dünyasının belki de en işlevli ama bir o kadar da görmezden gelinen karakterlerinden biri de Alfred. Ama ne yazık ki, hakkında fazla bilgimiz yok çünkü kendisi bir proleter.] 2019 yılında vizyona giren Joker filmine kadar, bu kötü adamın adı da dâhil olmak üzere nasıl bu hale geldiğine dair hiçbir fikrimiz yoktu. Zira yönetmenliğini Cristopher Nolan’ın üstlendiği Dark Knight filminde Joker’in çizgi romanlarında da söylediği, “Eğer bir geçmişim olsaydı, bunun çoktan seçmeli olmasını isterdim,” sözü yönetmen tarafından baskınca kullanıldı. [Nolan, üç filmlik seriye dönüştürdüğü Batman’i, DC evreninden bağımsız tasarladı. İkinci filmde yer alan Joker’i canlandıran Heath Ledger, intiharından sonra Oscar ödülü kazandı.] Sırasıyla Batman Begins, Dark Knight ve Dark Knight Rises ismi taşıyan filmlerin her biri izleyicinin hafızasında ayrı yer bıraktı ama Heath Ledger’lı Joker’in performansı, karakterin sonraki tiplemelerindekriter haline geldi. [Karakteri daha önce Cesar Romero ve Jack Nicholson da oynadı ama hiçbiri Ledger kadar konuşulmadı.] Yıllar sonra Suicide Squad’la kötüleri bir araya getiren David Ayer, Harley Quinn’in [Margot Robbie de çok güzel, geçelim] erkek arkadaşı olması sebebiyle birkaç sahnede Joker’e yer ayırdı ama Jared Leto’nun hayat verdiği bu deli adam, hem yeteri kadar süre alamadı, hem de Ledger’dan sonra yeterli bulunmadı. [Filmden sonra açıklama yapan Leto, yer aldığı sahnelerin çoğunun kesildiğini söyledi. Haksız sayılmazdı çünkü Ledger’ın başarısında oynadığı karakterin psikolojisini izleyiciye doğru aktarılmış replikler ön plana çıkarılmıştı.] Her şey bir tarafa Nolan, Joker’i iyi çalışmıştı. Onu filme kalburüstü bir suçlu gibi sokmadı, çizgi romanlardaki kadar karizmatik de değildi. Gotham’ın gangsterleri arasına girişinde kıyafetinden hareketlerine kadar tam anlamıyla çulsuzdu ama dakikalar içerisinde durumu lehine çevirecek şartları sağlamasını bildi. Onlarla yaptığı anlaşma karşılığında aldığı bir samanlık dolusu parayı purosunu yaktığı çakmağıyla tutuşturması Joker’in haleti ruhiyesini gözler önüne serdi. [Batman’in girdiği sorgu odasında şöy-
6
www.baltadergi.com Kasım 2019
le haykırıyordu, “Hayır, ben seni öldürmek istemiyorum. Sensiz ne yaparım ben? Gidip mafyayı mı dolandırayım? Yoo, hayır. Biz, birbirimizi tamamlıyoruz. Sen ve ben… Sen onlar için sadece bir ucubesin, benim gibi. Şu anda sana ihtiyaçları var ama olmadığında? Cüzzamlı gibi dışlarlar. Onların ahlakı ve koyduğu kuralları yalnızca kötü birer espri gibi. İlk sorun belirtilerinde def edildin. Sen ancak onların izin verdiği kadar iyisin. Sana göstereyim, bu medeni insanlar zor günler yaşadığında ne yaparlar bilir misin? Birbirlerini yerler. Bak ben bir canavar değilim. Sadece herkesten öndeyim.”] Nolan’ın Dark Knight’ındaki Joker’de, Allan Moroe’un yazdığı ve 1988’de yayımlanan Killing Joke [Öldüren Şaka] adlı en beğenilen çizgi romanın izleri yok değil. Burada adı sır gibi saklanıyor ve polis memuru James Worthington Gordon’u delirtmeye, yasanın dışına çıkmaya zorluyor, onu kurtarmaya gelen Batman’e, “Yaşayan en aklı başında adamı bile deliliğe sevk etmek için gereken tek şey kötü bir gündür,” demişti. [Joker aslında ona, “Aynadaki yüzünün karşılığı benim,” demek istiyordu. Bunu yıllar sonra Kutsi alıp şarkı yaptı.] Killing Joke’da ona alternatif geçmiş bile yaratılmıştı. Karısını seven beceriksiz ve parasız bir adamdı, iş bulamadığı için yoksulluk çekiyordu; en sonunda yalnızca kadınını mesut etmek amacıyla suçlu olmayı kabul etti. Ama soyguna giderken öldüğünü öğrendi ama yine de vazgeçmedi. Zaten delirmesine de bu sebep oldu. Joker’e göre bu normaldi, kendi yerinde kim olsa delirirdi. Bunu ispat etmeye çalışıyordu. İşte, 2019 Ağustos’ta izleyiciyle buluşan Joker filmi, senarist ve yönetmen Todd Philips’in eline bu şartlarla geldi; adı yok, geçmişi muamma ve üzerinde halen Heath Ledger’in izlerini taşıyan bir karakter olarak. Kimse o izlerin silineceğini tahmin bile edemezdi ama yönetmen Philips herkesi şaşırttı. Filmin ilk sahnesinde karakteri canlandıran Joaquin Rafael Phoenix [onu elbette Oscar ödüllü 2000 yapımı Gladiator filminde oynadığı Commodus rolünden hatırlıyoruz], psikolog karşısında soruları yanıtlamaya çalışıyordu; içinde bulunduğu durumu tarif etmekte oldukça başarısızdı, çekingen ve korkaktı, durumu ise annesi dışında kimsenin umurunda değildi. Evet, bu şüphesiz ki Joker’di ve artık gerçek bir adı vardı: Arthur Fleck. [Aynı hissi senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığı Müslüm filmini izlerken de yaşadım. Eğer Müslüm müzik yeteneğinden mahrum biri olsaydı, onu görmemek için yolumuzu değiştirirdik. Arthur da aynen öyle biri, denk geldiğimizde konuş-
mamak için kaçacak yer arayacağımız cinsten.] Joker olmadan önceki haliyle Arthur Fleck, palyaço kostümüyle gün boyu sokaklarda patronunun ona verdiği işleri yaparak annesiyle kendinin geçimini sağlayan, küçükken yaşadığı travma sebebiyle psödolbar etki mağduru bir adam. Yönetmen bu noktada kıvrak zekâsını sergileyerek karakterin meşhur kahkahasını böylelikle meşru kılmış. Zira söz konusu rahatsızlık ani tepki reaksiyonlarını istemsiz gülmelerle gösteren psikolojik rahatsızlığın adı. Şöyle, sinirlendiğinizde kaşlarınız çatılır, kaybettiğinizde üzülürsünüz; sevindiğinizde güler, şaşırdığınızda gözleriniz büyür ama psödolbar etkisine yakalandıysanız bunların hepsine kahkaha atarsınız. Arthur da bu rahatsızlığı sebebiyle topluma ayak uydurmakta zorlanan ama o durumdayken bile her nasılsa kız arkadaş edinebilen biri. [Arthur’u tebrik edin.] Tek hayali ise komedyen olmak, o sebeple televizyon karşısına her geçtiğinde izlediği tek kişi Gotham’ın en ünlü şovmeni ünlü oyuncu Robert De Niro’nun canlandırdığı Murray Fraklin’di. Şehrin varoşlarında hayata tutunmak için elinden gelen Arthur Fleck’in kapısını nihayet o meşhur “kötü bir gün” çalar. Animasyon gösterisi esnasında başına gelen aksilik sebebiyle işten çıkarılır, devlet desteğiyle aldığı psikolojik yardım bir anda kesilir ve bütün
bunlar yetmiyormuş gibi trenle evine dönerken üç beyaz yakalının denk getirdiği yalnız bir kadını taciz edişine şahit olur. Toplum sıradan bir insanı kaybetmek üzereyken başına açılacak belalar zincirinden bihaberdir, geçmekte olan “kötü bir gün” esnasında Arthur hastalığından sebep istemsizce ve boğazları yırtılırcasına gülmektedir. Gotham’da zenginlerle fakirler arasındaki uçuruma, kimsenin ona kulak vermemesine direnircesine ilk defa tetiğe asılır, ardına bakmadan koşar ve dairesinin bulunduğu katta, daha önce asansörde bakıştığı dul kadının kapısını çalar, görür görmez de dudaklarına yapışır, davetiyle geceyi onunla geçirir. [Sanırım günün son kısmı o kadar da kötü sayılmaz.] Gotham, Joker’in şahsında giderek kendine taraftar toplayan kaosun ortasına sürüklenir. İşsizler, hor görülenler, galalara ve kokteyllere alınmayanlar, sokakta yatanlar, psikopatlar, hırsızlar, gaspçılar, kısacası zengin olmayan herkesin doğal lideri haline gelen Arthur Fleck, dudaklarına sürdüğü boyanın üzerini kaplayan kan lekesini parmaklarıyla yanaklarına kadar dışarıdan bakanlar için gülüyor görünecek kadar uzattığında gerçek kimliğini kenara bırakmıştır. Arthur Fleck ölmüş ve yerine Joker geçmiştir. Filmin sosyal mesaj vermek gibi bir derdi yok. Zengin profiliyle Gotham’ı kurtarma rolüne soyunan iş adamı Thomas Wayne [Küçük Batman, Bruce Wayne’in babası] doğrudan hedef gösterilmese bile özelinde şehrin yoksullarına kulak vermediği için kaosun sorumlularından biri olarak karşımıza çıkıyor. Toplum, suçlularını fabrika mahiyetinde kendi imal ederken çoğu zaman bundan besleniyor. Mesele de tam olarak böyle değil mi zaten? İşimiz başımızdan aşkın, kimsenin kimseyi dinleyecek vakti yok. Bilhassa kapitalist toplumu inşa ederken onun zamanını yönetmek, eve yeni aldığımız herhangi bir eşyanın kullanım kılavuzu gibi insan yönetme formülünü de önümüze fırlatıyor. Bizi biz değil, zaman yönetiyor ve yalnızca bu sebeple kendimize değil, zamana karşı sorumluluk duyuyoruz. Joker, her suçlu gibi zamana saygı duymayanların mümessili olarak Wayne’le arasında örülen duvarın üstüne çıkıyor ama onu yıkmıyor. Çünkü her ikisinin de temsil ettiği grubun diğerinden tecrit edilmeye ihtiyacı var. Maalesef ortası yok. Gözlerimi açtığımda on, bilemedin on beş dakika daldım diye düşünmüştüm ama tam beş saat uyumuştum koltuğun üzerinde. Evet, içimden bir Joker çıkaracak kadar kötü değilim ama Wayne kadar zamanı yönetebildiğimi de iddia edemem. Ne de olsa aynı gecenin sabahında Alfred kadar işe yetişmek zorunda olan bir proleterdim. www.baltadergi.com Kasım 2019
7
Bindik Bir Alamete Alper Şahin
Yıldızsız, esintisiz bir gece vaktiydi. Tüm gün kalabalık olan bu sokak, şimdi ücra bir köşeyi andırıyordu. Onca apartmanın arasında, sadece taksi durağının lambası yanıyordu. O kadar sıkıcı bir geceydi ki, kamelyada pinekleyen kedi dahi bıkmış, muhitten ayrılmıştı. Kâhya durakta oturmuş, koltuk kolunun üzerine dirseğini bükmüş, kafasını yumruğuna yaslamıştı. Zaten perona taksi yanaşmıyor, önündeki üç telefon da dakikalardır çalmıyordu. 11 saattir devam eden mesainin yorgunluğu da iyice belirmişti. Uyuyakaldı. Boynu yana düşünce uyandı ve o mahmurlukla pencerenin ardında Arslan’ı görünce irkildi. Ailesinin gürbüz, güçlü kuvvetli olmasını umarak “Arslan” ismini verdiği bu kişi, kısa boylu sıska bir adamdı. “Yeğenim, yine uçuramadın bizi be!” Kâhya, gerindikten sonra, “Abi, telefon çalsa uçuracağım da… İş yok işte,” diye yanıtladı. Arslan, Kâhya’nın dediğinden sonra içeri girdi ve telefon kablolarını kontrol etti. Üç telefonda da bir kusur bulamayınca “Yoksa elektrikler mi gitti,” diyerek lambalara baktı. Onlar da sağlamdı. “Abi, bugünlük az para kazan. Çay taze. İç bir tane.” Arslan, kafasını eğdi ve kazanın başına gitti. İki demlik vardı. Kâhyaya, “Yeğenim, bunların hangisi taze,” diye sordu. “Abi, üzerinde 23.20 yazandan al çayı.” Arslan, çay bardağını yıkıyorken peronun önüne bir yolcu gelmiş, taksi istiyordu. Kâhya, “Yolcu var,” diye seslenince, o da çay bardağını bıraktı, ellerini pantolonuyla kuruladı, taksiye doğru seğirtti.
8
www.baltadergi.com Kasım 2019
Arslan perondan çıkarken arkasından bir başka taksi perona girdi. Yanaşan Asım’dı. Elinde cam suyu ve bezle indi arabadan. Kâhya, bacakları açılsın diye perona doğru yürüdü. Asım, hırslı hırslı arabanın camını siliyordu. Kâhya’nın yanında bittiğini görünce bir yandan da söylenmeye başladı: “Hacı, Kadın camı indirmiş, parmaklarıyla darbuka çalıyor ya! Leke yaptı camı ya! Evde de öyle mi acaba! İnince gittim hemen sirkeli cam suyu aldım ya!” Asım titiz biriydi. İşe başlamadan önce arabayı jantlarına kadar siler, öyle perona girerdi. Kâhya da onun bu hallerine alışıktı. Kadın cama parmaklarını değdirdikçe, Asım’ın canından can gittiğini tahmin edebiliyordu. Muzipçe, “Asım abi!” dedi, ellerini kaportaya dayadı. Asım, gördüğünden irkilmişti. Gözlerini yumdu, uzun bir soluk aldı. “Hacı, bari sen yapma ya!” dedi. Kâhya kıkırdamaya başladı. O sıra telefonun çaldığını duydu ve durağa seğirtti. Ahizeyi kapatınca, perona doğru, “Asım abi! Can Sokak, M… Apartmanına gidiyorsun,” diye seslendi. Asım, az önce Kâhya’nın dokunduğu yeri de temizledi ve söylenilen adrese doğru yola çıktı. M… Apartmanına varalı 4 dakika olmuş, daha ortalıkta kimse yoktu. Cebinden misvağını çıkarttı ve dişlerine götürdü. Nihayet yolcu apartmandan çıkabildi. İri kıyım bir adamdı. Taksinin arka koltuğuna oturdu. Arabaya binmeden önce hızlı hızlı asıldığı sigaranın kokusu hâlâ üzerindeydi ve içeriye de sinmişti. Asım, kokudan rahatsız olunca ön camları açtı. İri kıyım adam, sokaktan çıktıklarında, “Ula bi
i Müziğ in ek iç m le in d
bira içtuk, hayatumuz kaydi!” dedi. Asım, adamı dikiz aynasından süzdüğü sıra, “Bir bira sana dokunur mu hacı ya!” diye içinden geçirdi. Ama sahiden adamın alnı boncuk boncuk terdi. Yüzü de iyice kızarmıştı. Az sonra adam, “Hau arabayi sağa çeksena,” dedi. Asım telaşlandı. “Hacı, kusmayacaksın dimi ya,” dedi. Yanıt beklemeden, kapı cebindeki kese kâğıdına uzandı. Adam hiç oralı olmadı. İri cüssesini kurulduğu koltuktan güçlükle kaldırdı. Yol kenarındaki bir ağacın altına geçti ve hacet giderdikten sonra öksürerek geri döndü. Kese kâğıdını arka koltuktaki sarhoşa verdiyse de bir gözü dikiz aynasındaydı Asım’ın. Adam kusacak, taksiyi batıracak diye aklı çıkıyordu. Önündeki kasisi görmeyince araba adamakıllı sarsıldı. Sarhoş, “Ula binduk bi alamete, gidiyiruz kiyamete,” dedi, katıla katıla gülmeye başladı. Öksürmesi daha da arttı. Asım, dikiz aynasından bakınca adamın fenalaştığını, nefes almakta zorlandığını gördü. Taksiyi kenara çekti. Torpidodaki kolonyayı aldı, adamın yüzünü ovaladı. Baktı ki böyle olacak gibi değil, “Haci, asil biz binduk bi alamete biz…” dedi. Geçti direksiyona, bastı gaza.
Hastaneye vardıklarında sarhoşu arabada bıraktı. Acil kapısından içeri daldı ve yardım istedi. Bir sedye ayarlandı, adamı taşıdılar. İlk müdahalenin ardından yoğun bakıma aldılar. Asım, sarhoşun hısımları gelene dek orada bekledi. Hastaneden çıktığında sabah olmuştu. Taksiyi durağa bıraktı ve dinlenmek için evine gitti. Aklı hâlâ hastanedeydi. Allah korusun, ya adam ölürse… Polisiydi, tutanağıydı… Bir yığın uğraş… Baktı ki gözüne uyku girecek gibi değil, kalktı doğruca hastaneye gitti. Yoğun bakım ünitesinin önündeki kalabalığı görünce “Eyvah!” dedi içinden. “Kesin öldü adam.” Neyse ki korktuğu olmamıştı. İki saat önce tanıştığı, sarı saçlı, al yanaklı delikanlı çıktı, iri kollarıyla Asım’a sarıldı, “Abi, babam canını sana borçlu,” dedi. “Başkası olsa yol kenarında bırakır, giderdi. Sen hem hastaneye getirmişsin hem de ziyarete geldin.” Duyduklarından memnundu bizimki. Cılız gövdesini, mağrur bir şekilde kabartmış, gülüyordu. Delikanlı, yanaklarından öptü, bir de cebine para sokuşturdu. *** Asım hastaneden çıkınca direkt durağa geçti. Zaten işe başlamasına da az zaman kalmış, çay içiyordu. www.baltadergi.com Kasım 2019
9
O sıra çalışacağı taksi de geldi. Anahtarı devraldığı şoföre gece olanları anlattı ayaküstü. Direksiyonu, torpidoyu, vitesi iyice parlattıktan sonra Kâhya’ya, “Hacı, beni gönderebilirsin!” diye seslendi. Taksiyi perona çekti. İndi ve bu kez de arabanın çamurluklarını silmeye başladı. Bel çantasının içinde titreyen telefonu güçlükle duyabildi. Gece hastaneye yetiştirdiği adamın oğluydu hattaki. Apar topar hastaneye çağırıyordu. Asım, adamın öldüğünü sanarak yüreği ağzında vardı hastaneye. Sağ olduğunu öğrenince de, kendisini çağıranlara, “Niye bana telaş yaptırıyorsunuz ya! Aklım çıktı hacı!” diye sitem etti. İçlerinden biri çıktı, “Sen misun bizum biraderi taşiyan taksici,” diye sordu. Kısa boylu, kır bıyıkları dudağının kenarından sarkan bir adamdı bu. Asım biraz ürkek biraz da ikircikli şekilde, “Benim abi,” diye yanıtladı. Kır bıyıklı adam, Asım’ın kolunu iyice kavradı. “Nereden aldun bizum biraderi sen,” diye sordu. Asım, koridordaki asabi kalabalığın da pürdikkat kendisini izlediğini görünce iyice ürktü. Ama ürktüğünü belli etmekten kaçınıyor, sanki karşısındakinin yaşına ve acısına hürmeten yanıt verdiği izlenimi uyandırmak istiyordu. “Can Sokak, M… Apartmanından aldım abi,” dedi. “Biz o adresteki adami ariyiruz ama açmayi.” “Ben ne yapayım abi?” “Nerede fenalaşti?” “Emniyet Mahallesi’nde.” “O zaman niye Alman Hastanesi’ne değil de Zeynep Kamil’e geturdun bizum biraderi? Alman Hastanesi size daha yakinmiş?” Sahiden de Alman Hastanesi adamın fenalaştığı konuma daha yakındı. Ama özel hastane olduğu için Asım’ın aklına dahi gelmemişti. “Biz gariban adamız abi,” dedi. “Aklıma ilk devlet hastanesi geldi.” Hastanın oğlu araya girdi. “Amca!” dedi, “Asım abi yetiştirmiş babamı hastaneye. Üstelik sabaha kadar da başında durdu. O olmasaydı belki babam çoktan vefat etmişti. Günahını alma adamın.” Asım, delikanlının kendinden taraf olmasından cesaretlenerek, kır bıyıklı adamdan kolunu kurtardı. “Ayıp değil mi hacı ya!” diye çıkıştı, “Sabah boynuma sarılıyordunuz… Yanaklarımı öpüyordunuz… Cebime harçlık koymadınız mı hacı? Şimdi de beni suçluyorsunuz!” Delikanlı, Asım’ın koluna girdi, birlikte uzaklaştılar. Babasının durumunun kritik olduğundan, amcasının çok üzgün olduğundan bahsettikten sonra, “Abi!” dedi, “Sen amcamın kusuruna bakma. Kardeşi
10
www.baltadergi.com Kasım 2019
malum…” *** Olayın üzerinden dört gün geçmişti. Asım her gün adamı ziyaret etmek için hastaneye uğramıştı. Neyse ki durumu iyiye gidiyordu. Hastanın kır bıyıklı kardeşi yine çıkıp çatmadıysa da, gözleriyle taciz etmekten geri kalmamıştı. Sırf adamın oğlunun hatırına gidiyordu hastaneye. İyice ahbap olmuşlardı artık. Delikanlı sarılıyor, öpüyor, “Abi söz,” diyordu Asım’a, “Babam iyileşsin, hep beraber yemek yiyeceğiz.” Hastanenin önünde yolcu indirmişti. Buraya kadar gelmişken de ziyaret etmemek olmazdı. İçeriye girdi. İçerisi çığlık çığlığaydı. “Eyvah!” dedi. İkircikli adımlar atarak, yoğun bakım ünitesine vardı. Koridor hıncahınç doluydu. Kadınlar dövünüyor, canhıraş çığlıkları duvarlarda yankılanıyordu. Kır bıyıklı adam, onu görünce kalabalığın içinden sıyrıldı. “Sen öldurdun la biraderumi!” diye üzerine atıldı. Hastane polisi araya girmeseydi eğer oracıkta haklayacaktı. Polis ile birlikte uzaklaşırken, peşi sıra edilen o kadar küfrün içinden yalnızca kır bıyıklı adamın dediklerini anlayabiliyordu Asım. “Biraderi alduğun adrese polis cirdi. Evde kokain var, alkol var... Ula prezervatifler, güçlendiriciler bile ortadaymiş. Sadece adam ortaluğa yok! Kayip! KOAH hastasi olduğuni bilduğunuz halde âlem kurmuşsunuz uşağa. Fenalaşinca da dibindekine değil, ta ebesinun nikâhındaki hastaneye getirmişsin adami. Elsun diye ettin ula! Elsun ki, senun de âlemde olduğunu soylemesun diye!” *** Mevta morga taşındığı sırada, kır bıyıklı adam soluklanma bahanesiyle bahçeye çıktı. İki gözü kan çanağı olmasına rağmen, dudaklarında sinsi bir tebessüm vardı. Sırtını bahçedeki ağaçlardan birine dayadı ve etrafı kolaçan etti. Tanıdık kimsenin olmadığından emin olunca bir sigara yaktı, cebinden de telefonunu çıkarttı: “Alo! Sadri! Birader Hakk’un rahmetine kavuşti. Sen uzun bir sure ortalukta cozukma. Polis kokaini buldi ama siyrilursun o işten. Asil önemli olan bizum uşaklara corunmemen. Seni bi yakalarlarsa ikimizi de bitururler. Biradere de yazik oldi. Üzuldum vallahi. Ama KOAH hastasisun hemşerum. Kokainle, visçiyle ne işin var senun. Çocuklari taksicinun da işin içine olduğuna inandurdum. Onlar hirsini ondan çikarinca seni unutula zaten. Sadri! Benim de o gece yanuniza oldugumu bir Allah kuli bilmeyecek, ona göre!”
Bakır Çağda Mavi Olmak i Müziğ in ek iç m le in d
Soner Ataibiş
Suçu yok... Biliyorum Yıllanmış bu günah sadece benim Genç denilmeyecek kadar yaşlı, Yaşlı denilmeyecek kadar gençtim Şairin, yolun ortası dediği yeri geçtim Baharlar hazana dönüyor, ağır ağır Soluyor bütün renkler bakışlarımda Maviye çalıyor bir yanım, bir yanım bakır Orada gökyüzü, burada bozkır Avutmaya çalışıyorum yalanlarla gönlümü Kurtuldun diyorum, kurtuldun gençlik kaygılarından Sonra sen geliyorsun cennetten düşer gibi Baharlar saçıyor nemrut dünyaya sesin Bir başka doğuyor pencereme güneş Uzanıp tutmak istiyorum ellerinden hayatı Gel gör ki vakit çok geç Bir çift ak güvercindir ellerin, Geçiyor ellerimden aralı Seni her düşündüğümde Her gördüğümde o efsun gözlerini Daha da büyüyor sanki alnımdaki çizgiler Aynalar daha düşman, aynalar zalim Eyvah üstüne eyvah! Kabul ediyorum; Kaybettim gençliğin o berrak güzelligini Çaresi yok... Biliyorum Adın göğüs kafesimde acı bir çığlık Sıcak, sımsıcak terliyorum yaşımdan Ve adım, solgun bir ünlemdir dudaklarında Bana her seslenişin senin, kahrediyor zamanı Nasıl utanıyorum bir bilsen Asılmak istiyorum kırçıl sakallarımdan Gün doğumlarında sana güneşler bırakarak
www.baltadergi.com Kasım 2019
11
Sedat Anar Santur Çalmıyor İbadet Ediyor Denizhan Gültekin Sokak, sanatın elitlerin tekelinde olmadığını gösterdi Hüznün çalgısından gelen ezgileri gönlümüze bana. Şık elbiseler giyip, dinleyicilerimizden daha yüknakşeden sevgili Sedat Anar’a sek bir yerde oturarak müziğimizi icra etmek yerine, Onu, Kızılay’da, Tunalı’da veya Yedinci Cadde’de elgündelik kıyafetlerimizle kaldırım taşlarının üzerinlerindeki zahmeleri kendinden geçmişçesine enstrüde bağdaş kurup, mekânsal olarak iç içe olduğumuz manının tellerine vururken görmedim. Ona, insanlarla müziğimizi paylaştığımız bir yerdi orası. Sakarya Caddesi’ndeki üst geçitte akordeonla Sokak, dünyanın en güzel sahnesiydi benim için. “Arda Boyları”nı çalarken de rastlamadım. AnBu sahnenin en güzel dekoru ise çöp arabasıydı. Siz kara Sokak Müziği belgeselinde, çevresindeki i Müziğ in hiç içinden çöp arabası geçen bir sahne gördünüz insanların meraklı gözlerinin hedefi olmuş mavi ek iç dinlem mü?”2 diyen Sedat abi, samimiyeti ve mütevazıtişörtlü bir adam –daha sonra kendisiyle tanışalığıyla her zaman dinleyenlerinin gönlünde taht cağımı nereden bilebilirdim- yorgun bakışlarımı kurmayı başardı. üzerinde toplamıştı. Önünde kanunu andıran garip Enstrümanını yalnızca icra etmek yerine bir enstrüman vardı. Enstrümanının üzerinde yüze onun tarihi serüvenini öğrenen, edebiyata yakın çivi ve sayısız teller, insanı hayrette bırakıyorolan yansımasını araştıran, onun için yaşayan ve onu du. Elleri tellerin üzerinde adeta dans ediyor, çıkardığı yaşatan; popülerlikten uzak, kendi köşesinde yaptığı bessesle de tüm dikkatimi çekip beni büyülemeyi başarıyorteleriyle Türk müziğinde özel bir yere sahip olan santuri du. Öylesine kaptırmıştı ki kendini; sanki santur çalmıSedat Anar; Halfeti’den Ankara’ya, oradan da İran’a uzayor, ibadet ediyordu. Daha önce dinlediğim hiçbir müzik nan ilginç yaşam öyküsünü kaleme aldığı “Sokaknâme” aletinden böylesine etkilenmemiştim. Kendimi müziğin isimli kitabını 2018 yılında İletişim Yayınları etiketiyle akışına bırakıp acaba bu nasıl bir enstrümandır diye düi çıkardı. Geleneksel çalım teknikleriyle Anadolu, Ortadoşünürken müzisyen söze girdi: er şeyl rur ya bir da n unuttu u ın zg o an B al k ğu ve Batı müziğini harmanlayıp kendine has üslûp oluş“Güneş yanar âlem döner, lur öksüz Sesi boğu zyıllar geçerken yü u r turan müzisyen, şair Ahmet Telli’nin “şimdi hatıralarda ld Bir gün gelir hepsi söner; tu o n e sa Öyl aldı ıralarda k elli Şimdi hat Ahmet T kaldı santur”3 mısrasına itiraz edercesine “Santur sesi ökEy sâhib-i ilm ü hüner, süz kalmayacak, hatıralarda da kalmayacak,”4 diyor. Türk Bilir misin sebebi kim?”1 müziğinde henüz genç yaşındayken özel bir yer edinen Okuduğu şiir tanıdık gelmişti. Filibeli Ahmed Hilmi müzisyenin haykırışına kulak veriyor, yeni bestelerini Bey’in A’mâk-ı Hayâl’inde geçiyordu. Sekiz yıldır Ankaheyecanla bekliyorum. Kendisiyle aynı gönülden oldura’da sokak müziği yaptığını öğrendiğim Sedat Anar, Türğumuza inandığım sevgili Sedat Anar’a bâkî muhabbetkiye’nin ilk solo santur albümünü çıkardığını ve A’mâk-ı Hayâl’deki şiirler üzerine de albüm çalışması olduğunu lerimle… söylüyordu. İzlediğim o yirmi dakikalık belgesel bana 1: Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi – A’mâk-ı Hayâl, Büyüyen Ay Yayınları, 2016, sf. 260 yeni birini tanıştırmakla kalmamış ufkumu açıp gönlü2: Sedat Anar – Sokaknâme, İletişim Yayınları, 2018, sf. 11-12 3: Ahmet Telli – Nida, Everest Yayınları, 2019, sf. 47 mü ferahlatmıştı. Programdan sonra kendisinin diğer 4: Sedat Anar – Sokaknâme, İletişim Yayınları, 2018, sf. 224 bestelerini de dinlemiş acaba yaşadığım şehre konsere gelir mi diye sormaktan kendimi alamamıştım. Halfeti’den Ankara’ya üniversite okumaya gelen, orada santurla tanışıp ömrünü müziğe adayan, santuru ustalarından öğrenmek için İran’a giden bu adamla 2018’in Mart’ında tanışma fırsatım oldu –vesile olan sevgili Zahide’ye teşekkür ederim. Her sohbetimizde müziğe, sinemaya ve edebiyata dair -özellikle şiir konusunda muhteşem birikime sahip- kendisinden çok şey öğrendim. “Sokakta sanat yapmak için elit olmak gerekmiyor.
12
www.baltadergi.com Kasım 2019
Kent Soluğun bir kenti ısıtıyor şimdi Ve bir sokağında gülümseyen beni... Oyunlar geliyor aklıma, Seviniyorum! Bir de gülümsemen sonra; Ki panayırlar kurulacak meydanlarda Gülümsediğin gece. Hiç tadını bilmez ya işçiler, İşçi ağızlarından pamuk şekeri Sileceğiz seninle. Unutulmuş bir kenti Hatırlatacağız unutulmuş insanlara. Bir kimlik yazacağız umutla; Anne adına seni yazacağız, Baba adına beni. Sonra, Sonra tüm sokaklara Şiir isimleri Hadi... Ümit Aras Dağlı
i Müziğ in ek iç m le in d
www.baltadergi.com Kasım 2019
13
Kurusa Fidanın Türkü Hikâyesi Hüsameddin Bayraklı i Müziğ in ek iç dinlem
Kurusa fidanın güllerin solsa Göynümde solmayan gülümsün benim (canımsın benim) Yaprakların gazel olsa dökülse Daha taze fidan dalımsın benim Ağarsa saçların belin bükülse Birer birer hep dişlerin dökülse (canım dökülse) Vücudun kurusa kanın çekilse Yine şu gönlümün yârisin benim Bülbülün gül için zâr-ı misâli Kerem’in bağrının nâr-ı misâli İnler garip gönlüm arı misâli Tadına doyulmaz balımsın benim Söz & Müzik: Neşet Ertaş
14
www.baltadergi.com Kasım 2019
Bu hikâyenin üç ana kahramanı var. İlla ki yan rollere sahip kahramanlarımız da var ama bu hikâyenin üç ana kahramanı var: Nazlı, Kadir ve Selim. 1.Bölüm Nazlı, beldenin belki de şehrin en güzel kızı. Güzelliğinin de farkında olan bir kız. Güzel olan bir kız tehlikeli değildir ama güzelliğinin farkında olup da tehlikeli olmayan birini, ben daha hiç görmedim. Nazlı da o tehlikeli insanlardan biriydi. Tehlike derken elinde bıçakla, silahla dolaşan bir insandan bahsetmiyorum. Kalp kırmaya çok elverişli bir dili vardı Nazlı’nın. Çünkü güzelliği onu kibrin tepelerine çıkartmıştı. Kadir ve Selim ise Nazlı’ya gönlünü kaptırmış kasabalı gençlerden sadece ikisiydi. Kasabada yaşayıp da bir kalbinin olduğunu hisseden ve Nazlı’yı görmüş her delikanlı, muhakkak kendinden bir parçayı Nazlı’nın peşinde bırakmıştı. Fakat Kadir ve Selim bu hikâyenin ana kahramanları dedik ya, onları diğer gençlerden ayıran bir özellikleri vardı. O da sadakatleriydi. Nazlı’ya olan sevgilerine ve gönüllerine olan sadakatleri onları farklı kılıyordu diğer kasabalı delikanlılardan. Kadir ve Selim dışındaki delikanlılar yaşları gelince, belki ailelerinin baskısıyla, belki gönülleri başkasına meyletmeye başlayınca –orası nedendir bilinmez- başkasıyla evlenmeye karar veriyorlardı. Ama Kadir ve Selim kalplerini sadece Nazlı’nın tıka basa dolduracağını bildikleri için, başkasını sevmeyi bırakın, dönüp şöyle bir göz seğirtmesiyle bakmıyorlardı bile. Henüz evlenmemiş ve ömrünün geri kalan kısmını Nazlı’nın peşinde geçiren bütün delikanlılar Nazlı’yla bir iki dakika olsun yolun üstünde bir yerde denk geldiklerinde konuşabilmek için ellerinden geleni yaparlardı. Nazlı da dedik ya güzelliğinin farkında olan bir kız, onlarla bir yerde oturmaktan ziyade sadece ayaküstü görüşürdü, yolda yürümeye devam ederken onların söylediklerini dinlerdi ve kendisiyle konuşmak isteyenlerin yüzüne dönüp bir kez bile bakmazdı. Çünkü Nazlı güzelliğinin farkındaydı. Ufak rengârenk bir süs balığını akvaryuma hapse-
debilirsiniz. Ama büyük denizlerden haberdar olan bir balığı akvaryuma hapsedemezsiniz. Nazlı işte büyük denizlerden haberdar olan o balığın ta kendisiydi. Kendisinin yanına gelen, kendisine bütün hünerlerini sergileyen herkesi, “Senin gönlün bana dar gelir,” diyerek reddediyordu. Karşısındaki kalp kırılır mıydı bu sözlerden? Bunu umursamazdı bile. Çünkü haddinden fazlasına meyletmiş, haddinden fazlasını isteyen bir kalp kırılmalıydı. Nazlı böyle inanıyordu. Ve Nazlı sıradan bir kalbin haddinden fazlasıydı. 2. Bölüm Günler böyle peş peşe devam ederken kasabadaki ve hatta şehirdeki birçok delikanlı, Nazlı’nın peşinde heder etmişken kendini; artık Kadir ve Selim de şanslarını denemelerinin gerektiğinin farkındalardı. Bu zamana kadar cesaret edememişlerdi. Ama belki de Nazlı’nın peşinde olan bütün bu delikanlılardan daha fazla büyük bir tutkuyla, hisle, sevgiyle Nazlı’ya kaptırmışlardı kendilerini. Ve günlerden bir gün bu durum Kadir’in canına tak dedi ve Nazlı’nın karşısına çıkmaya karar verdi. Nazlı’nın Kadir’e karşı tutumu da diğerlerine olandan farklı olmadı. Kadir konuşmak için Nazlı’nın karşısına çıktığında bunu anlamıştı zaten ama bir cesaret kıvılcımıyla geldiği şu noktadan kolay bir yılgınlıkla geri dönemezdi. Kadir hızlı hızlı söylemeye çalıştı içindekileri. İçinde yıllarca biriktirdiği şeyleri. Nazlı ise Kadir konuşmaya devam ederken, bir yandan yürüyor bir yandan da kulağının arkasıyla Kadir’in ne söylediğini dinliyordu. “Güzelsin, güzel olduğunun da farkındasın. Ama sadece bu kadar mısın? Sen seni sevecek bir kalp değil, sana ayna olacak bir kalp istiyorsun. Hiç durmadan sana seni gösterecek, sana güzelliğini hiç durmadan hatırlatacak bir kalp, bir ayna arıyorsun. Hâlbuki yıllar sonra bu güzelliğin geçip gidecek ve sen o aynaya bakmaktan rahatsız olacaksın. Ben sana diğerlerinin yaptığı gibi bir ayna getirmiyorum. Sana seyretmekten asla bıkmayacağın, uçsuz bucaksız, yıldızlarla dolu bir gökyüzü getiriyorum. Onu seyretmek istemez misin?” Kadir söylediği bu sözlerden sonra nefes nefese kalmıştı. Bir yandan söylediği sözlere dikkat etmeye çalışıyor, bir yandan da Nazlı’nın adımlarına uygun adımlar atmaya çalışıyordu. Bu sözleri söylemek için belki de aylarca çalışmıştı. Nazlı çok hafif bir tebessümle karşılık verdi Kadir’e. Bir müddet olduğu yerde durdu Kadir konuşmasını bitirince. Etkilenmişti duyduklarından fakat bu etkilenme uzun sürmedi. Başını etrafına çevirdi ve gözleriyle sağa sola bakınmaya başladı. Derken bir iki tane yaşlı kadını seçti gözleri ve sonra sağ elinin işaret parmağı ile onların olduğu tarafı göstererek konuşmaya başladı. “Şu yaşlı kadınları görüyor musun? Sence hangisi gençliğinde benim kadar güzeldi? Sen zahmet etme, ben
cevaplarım. Hiçbiri. Gençliğinde benim kadar güzel olmayan bir kadının yaşlılığı da elbet böyle çirkin olacaktır. Fakat benim kadar güzel bir kadının yaşlılığını da bu kadınların yaşlılığı ile bir tutma. Çünkü benim yaşlılığım onlarınkine benzemeyecek. Evet, haklısın, ben baktığım zaman kendimi görebileceğim, bana ayna olabilecek bir çift göz istiyorum. Çünkü ben güzelim ve güzel olan her yaşta güzeldir. 3. Bölüm Nazlı’nın bu sözleri zaten ayakta zor duran Kadir’i yıkmaya yetmişti. Söylediği sözlere, söylediği cümlelere, hissini yüklediği cümlelere o kadar çok güveniyordu ki. Ama sanki söylediği sözlerin hepsi bir duvara çarpıp, yere dökülmüştü. Kadir eve dönüş yolunda, Kızıldeniz’in önünde asası kırılmış Musa (as) gibi hissediyordu kendini. Kadir eve dönüş yolundayken, Nazlı sanki yarım saat bir saat önce bir kalbi paramparça etmemiş gibi sahil yolunda yürümeye devam ediyordu. O gece Selim de yıllarca süren suskunluğunu bozmaya karar vermişti. Nazlı’yı sahil yolunda görünce, hemen yanına koştu ve yolunu kesti. Onunla bir iki dakika konuşmak istediğini söyledi. Selim, Kadir’den daha hoyrattı. Nazlı konuşmak istediğini söyleyen Selim’in yüzüne “seni dinliyorum” der gibi baktıktan sonra da yürümeye devam etti. Yürüyordu ama kulağı Selim’deydi. Selim de bunu fark edince konuşmaya başladı, koşar adım. “Nazlı, güzelsin. Güzel olduğun kadar güzel olduğunun da farkındasın. Bunca zaman senin bu güzelliğinin kıymetini bilecek, senin bu güzelliğini incitmeden sevecek, senin bu güzelliğini soldurmadan eskitmeden seni seyredecek bir çift göz, bir kalp arıyorsun biliyorum. İşte benim bütün kelimelerim senin bu güzelliğin için. Benim bütün nefesim, şu sahil yolunda üşüyen kollarını ısıtmak için. Benim şu bir çift gözüm, sana senin güzelliğini hatırlatmak için. Ben sana güzelliğini hatırlatmak için yaratılmış bir adamım. Sen güzelsin ve güzel olduğunun farkındasın ama sence de bir şeyler eksik değil mi? Hiç kimse tarafından görünmeyen bir şey güzel midir? Hiçbir göz tarafından görünmeyen bir şey güzel midir? İşte benim gözlerim senin güzelliğini görebilsin diye, senin güzelliğini görerek var etsin diye yaratıldı. En fazla benim görebildiğim kadar güzelsin. Sana benim gibi kim bakabilir ki? Senin güzelliğinin hakkını sadece benim gözlerim verebilir.” Nazlı çok heyecanlanmıştı. Ve bir o kadar da şaşırmıştı. Çünkü daha bir saat önce Kadir’le konuşurken karşısındaki insandan beklediğini söylediği şeylerin hepsini Selim bir bir kendisine söylemişti. Selim’e doğru döndü yüzünü. Ve yüzüne yayıldığı belli olan tebessümle bakmaya başladı. Nazlı ilk defa bu kadar etkilenmişti bir sözden. Ama bu etkilenme de fazla uzun sürmedi. Nazlı çok www.baltadergi.com Kasım 2019
15
geçmeden eski haline dönmüştü. “Söylediklerinin büyük bir bölümünde haklısın. Evet, güzelim ve güzel olduğumun farkındayım. Evet, güzelliğimin hakkını verebilecek bir çift göz, bir kalp arıyorum. Ama bu gözler senin gözlerin değil. Daha bir saat önce başka biri daha geldi yanıma konuşmak için. Onunla konuşurken onun gözlerine baktığımda da kendimi görebiliyordum. Bana hayran hayran bakıyordu. Yani diyeceğim o ki, senin gözlerinin onun gözlerinden bir farkı yok benim için. Nasıl ki ben bana bakan gözü benden başkasına döndürmüyorsam, ben de öyle bir çift göze bakmalıyım ki başka bir çift göze kaymasın gözlerim. Sen ve diğerleri, hepiniz ben izin verdiğim için görebiliyorsunuz bu güzelliği. Kendi gözlerinize başka bir önem atfetmeyin. Hepsi bu.” Nazlı yürümeye devam etmişti. Selim çok sinirliydi. Nazlı onu sadece reddetmemişti. Ona aynı zamanda hakaret de etmişti. Onu diğerleriyle bir tutmuştu. O gece Selim evine döndüğünde, sinirden uyku girmedi gözüne. Sabah ilk ışıklarını sererken kasabaya, ne yapması gerektiğini fısıldıyordu şeytan da kulağına. O gün Selim kasabada sadece Nazlı’yı aradı. Sessiz bir ortamda ve yalnız yakalayamaya çalışıyordu. İkindi vakti ise istediği fırsatı duldu. Nazlı’nın yanına koştu ve konuşmak istediğini söyledi. Nazlı umursamadan yanından geçip gitmek istemişti. Tam bu sırada Selim, Nazlı’nın kolundan tuttu ve kendisine çevirdi. Nazlı tam “N’apıyorsun sen,” diye bağıracakken Selim elindeki kezzabı Nazlı’nın yüzüne fırlattı. Kezzabın kızgınlığı Nazlı’dan güzelliğini bir iki saniye içinde çalmıştı. Nazlı çığlıklarla yere yığıldı. Selim de daha o anda yaptığından pişman olup ağlamaya başladı. O da Nazlı’nın yanına çöktü ve şöyle dedi gözyaşları içinde. “Şimdi anlarsın benim gözlerimle diğerlerinin gözlerinin arasındaki farkı.” Daha sonra koşarak uzaklaştı oradan. 4. Bölüm O gece kasabada çok şey değişti. Nazlı o geceden sonra evden çıkmamaya başladı. Kimseyle görüşmüyordu artık. Selim yaptığının pişmanlığıyla duramadı artık o kasabada ve kasabayı terk etti. Kadir ise bir berduş gibi geziyordu sokaklarda. Nazlı’nın kendini eve kapatmış olması da canını çok sıkıyordu. Fakat birkaç hafta geçtikten sonra Kadir bu duruma, bu bekleyişe daha fazla dayanamadı ve Nazlı’nın kapısını gitti. Kapıya ısrarla vurunca, açıldı. Nazlı’nın annesi açmıştı. Kadir karşısındaki kadına Nazlı’yla görüşmek istediğini söyleyince annesi cevap bile vermeye gerek duymadan kapıyı kapatmaya çalıştı. Kadir ne yapacağını bilemeyince kapıyı itti ve eve girdi. “Nazlı, Nazlı” diye bağırıyordu. Derken bir kapının kilidinin döndüğünü duydu ve o kapıya doğru koştu. O sırada Nazlı’nın annesi de bağıra çağıra yanına gelmişti Kadir’in. Kadir hem Nazlı’nın annesini incitmeden ona
16
www.baltadergi.com Kasım 2019
karşı koymaya çalışıyor hem de Nazlı’ya sesini duyurmaya çalışıyordu. “Sana o gün söylediklerimi hatırla, lütfen. Sana bir ayna değil, sana uçsuz bucaksız bir gökyüzü getirdim. Lütfen seninle konuşmama izin ver.” Kadir bağırırken Nazlı’nın annesi hala Kadir’i dışarı çıkartmaya çalışıyordu. Derken Nazlı’nın kapısının kilidi açılıverdi. Kapının da açılmasını bekliyorlardı ama açılmadı. Birkaç saniye sonra Nazlı, annesinden kendilerini yalnız bırakmalarını istedi. Annesi bunu istemese de Nazlı’ya karşı direnmedi ve ikisini orada yalnız bıraktı. Nazlı arada kapalı bir kapı olduğu halde Kadir’e seslendi. “O gün bana söylediklerini çok iyi hatırlıyorum. Ve o gün sana söylediklerimi de çok iyi hatırlıyorum. Bana bu güzelliğin sende kalmayacak, yaşlanacaksın demiştin. Ben de sana gençken nasıl böyle güzelsem yaşlandığımda da güzel olacağım demiştim sana. İşte ben bu sözlerimin bedelini ödedim. Sen haklı çıktın, güzelliğimi benden çaldılar. Eskiden herkesin gözünde kendi güzelliğimi görürken, şimdilerde kimsenin gözlerine bakamıyorum. Çünkü baktığımda çirkinliğimi görüyorum. Ben artık çirkin bir kadınım Kadir. Selim benden sadece güzelliğimi çalmadı, bana “Artık kim sana baksa çirkinliğini hatırlayacaksın,” dedi. “Bana bunu miras bıraktı. Sen şimdi bana gökyüzü getirdiğini söylüyorsun. İyi de ben o gökyüzünü seyrederken sen bu çirkinliği mi seyredeceksin? Yok Kadir, hayır. Sana bunu yapamam. Kimseye bunu yapamam. Seni bu ucubeyi seyretmeye mahkûm kılamam. Yalvarırım git ve bir daha gelme.” Kadir’in gözünden yaşlar akıyordu. Ve o anda yerinden fırladı, evden çıkarken sana kocaman bir gökyüzü getireceğim diye bağırıyordu. Nazlı çok uzaklardan duyduğu bu sesi hayal zannetmişti. Gözlerinden akan yaşlar, yüzündeki kızıl kabarıklara değerek süzülüyordu. Aradan beş altı saat geçtikten sonra kapı bir daha çalındı. Nazlı’nın annesi kapıyı açar açmaz bir çığlık attı. Bu çığlığı Nazlı da işitmişti odasından. Korka korka annesinin yanına indi. Annesinin yanına geldiğinde ise gördüklerine inanamadı. Kadir annesini de yanına alıp gelmişti bu defa. Hem Nazlı’nın hem Kadir’in annesi ağlıyorlardı. Kadir’in ise gözlerinde karanlık bir gülümse vardı. Nazlı’nın geldiğini hisseden Kadir o kör karanlıkta ellerini uzattı Nazlı’ya. Nazlı kendisine uzanan bu elleri sımsıkı tuttu. Mil çekilmiş bir iki adımla yanaştı Nazlı’ya doğru. “Sana kocaman bir gökyüzü getirdim. Seyretmeye doyamayacaksın.” Nazlı Kadir’e sımsıkı sarılmıştı. Kadir Nazlı’nın kulağına doğru eğilip sadece onun duyabileceği mırıltılarda şunları söyledi. “Kurusa fidanın güllerin solsa Gönlümde solmayan gülümsün benim” Not: Türkü gerçek, hikâye uyarlamadır.
KOŞMA Gözlerin cihan değer, Büyür büyür gözlerin. Kırk düğümlü bir büyü, Bürür bürür gözlerin. Geceleri düş olur, Çözülmez bir iş olur, Şu bahtıma eş olur, Kömür kömür gözlerin. Günü güne katarım, Bir çıkar yol ararım; Dünüm, günüm, yarınım Ömür ömür gözlerin Yandığım ateş nedir? Sevdayla güreş nedir? Bu gidiş nereyedir? Sürür sürür gözlerin Gözlerinde gözüm var, Olmazlar mı bana yar? Öztürk bir müjde umar, Görür görür gözlerin... Tayfun Öztürk
i Müziğ in k iç e m le din
www.baltadergi.com Kasım 2019
17
Edip Neyi Bilmeli? Tamer Sağcan
Değişen devrin şartları uyarınca artık belli başlı tarğim konu edebiyatçıların tarih, tarihçilerin edebiyat biltışmalara sosyal medya kanalıyla vakıf oluyoruz. Edegisinden mahrum oldukları eleştirisini yapan bir sosyal biyatımız, kimilerine göre bir duraklama devri yaşıyor, medya iletisi üzerine zihnimde ilkin bu bağlamda şekilkimilerine göre meta-gerçekliği kavrayan anlatıların ilk leniverdi. örnekleriyle farklı bir başkaldırı altında zuhur etmeye Edip tarih bilmeli midir sorusunun cevabı kısaca başladı bile. Postmodernizmin savunulacak üstün değer“evet” olarak cevaplandığında muhakkak eksik olacaktır. ler kalmadığı yönünde oluşturduğu algının, yazılabilecek Lâkin lalettayin olanı için değil, iyi bir edip için konuştuher şeyin çoktan yazılmış olduğunu vurgulayan, berağumuzu düşünelim. Edebiyat için üreten, ürün veren iyi berinde alaycı, sinik üslubu getiren tavrının en şiddetli seviyedeki yazarların, şairlerin bilmekle yükümlü olyansımaları edebiyat üzerinde zuhur ettiği için duklarından birisi sadece tarih olmamalı. Zira sadebu çatıda tartışmayı başlatmak gerek belki de. ce bu bağlamda kalırsak, yazılmış tarihi keyfekeder Postmodern edebiyatın çok sayıda kapı kapatakurgulamaktan, postmodern edebiyatın ön kabulrak ediplere yani edebiyatla uğraşan kimselere lerine tabi olmaktan başka çaremiz kalmayacaktır. üziği M sınırlı sayıda kapı açtığının görmezden gelindiGenel kaide uyarınca birikimlerimizi yazıek için dinlem ği fikrindeyim. İnsanların keşfedilebilecek her lı olarak aktarmamızın temel sebebi bizi buna şeyi keşfettiği, bu bağlamda edebi anlamda bütün zorlayan doluluk hissidir. Dolayısıyla edip, kâh ürünlerin mümkün olabilecek en farklı şekillerde okuyupgezerek, kâh görüp duyarak doldurduçoktan sunulmuş olduğu yolundaki ön kabule katılğu zihnini yazarak dışavurmakta, böylece yeni mıyorum. okumalara, gezmelere, görmelere, duymalaBu ancak belirli kalıplara sıkışmış anlatılar için ra yer açabilmektedir. Hayat, insan, onu çevreleyen geçerli olabilir. Edebi yapıtları formüle ederek denklem mekân, zamanve tüm bunlara dair ne varsa, edibin konuformatında anlamaya veya izah etmeye çalışmanın, dosu olabilir. Elbette yazım mesailerini yerine getirebilmesi kunup göremediğimiz, koklayamadığımız, işitemediğiiçin ihtiyacı olan birikim, sadece bir şeyi çok iyi bilmekle miz ancak hissettiğimiz bu duraklamanın sebeplerinden oluşmuyor ne yazık ki. birinin de bu ön kabul olması muhtemel. Edip önce yazdığı dilin hasletleri ve kurallarını anMevcut girizgâha sebep olan cümlelerin aslında kolamlı bir şekilde kullanmayı bilmek maharetine sahip nuyla ilgisi yok diye düşünebilirsiniz. İrdelemek istediolandır. Bununla birlikte onun tahayyülünün beslenme-
18
www.baltadergi.com Kasım 2019
si de şart. İşte bu tahayyülü besleyip, birikim dediğimiz şeyi oluşturmak için de tarih bilmesi elzemdir. Hatta, bir akademisyen kadar kapsamlı, ayrıntılı olmak zorunda olmasa da muhayyilesini edindiği bilgiyle, birikimle yeni kurgulara çevirebilecek kadar tarih bilmesi zarurettir. Ve fakat edip, matematik, fizik, coğrafya, dinler tarihi, mitoloji, teknoloji, kimya, biyoloji de bilmelidir. Bunların hepsini yüklenilmesi gereken sorumluluklar listesi gibi düşünmek yerine edibin kendini geliştirmesi başlığında değerlendirmek gerekir. Örneğin matematik bilirse kaleme alacağı şiirde bundan faydalanabilir. Temel kimya, atom, element, maddenin hâlleri gibi bilgilere vakıf olan bir şairin elinden hiç tahmin etmeyeceğiniz diyarlara götüren beyitlerin, dörtlüklerin dökülmesi mümkündür. Hatta bu bilgiler onun kendi poetikasını oluşturması açısından temel dahi oluşturabilir. Yazarın neden fizik bilmesi gerektiği belki daha çetrefilli bir husustur. Postmodernizmden mülhem, savunulacak değerlerin kalmadığı, yazılmamış hiçbir şeyin olmadığı tezinin karşısında kapı gibi dikilip duran bilim-kurgu, fantastik-kurgu gerçeği açısından bakalım. Özünde fantastik-kurguyu mitolojiler, dinler bağlamında ele alınan bir edebiyat türü gibi algılamamız salık veriliyorsa da kapsamı insan hayal gücü olan edebiyatın sınırsızlığını hesaba katmak ve ona ulaşabilmek için de fizik bilmek gerekir. Hududunun nerede bittiğini bilme-
yenin onu aşabilmesi mümkün olabilir mi? Alt alta koyup okunduğunda ne kadar çok şey bilmesi gerekiyor edebiyatla ilgili olanın. Oysa bilmesi gerektiğinin fazlalığına kıyasla bir o kadar kıymetsiz toplumumuzun algısında. Evrenin karanlığında saklanmış kaç gizem, ozanların, şairlerin dizelerinde görünür hâle geldi acaba diye düşünmüyoruz. Dersine iyi çalışmış bir roman yazarının, kurgusunun temeline yerleştirdiği bilgilerin bolluğu okurken hoşumuza gidiyor da, iş onu takdire gelince bu bolluktan kendisini ne kadar nasiplendiriyoruz belli değil. Sahi takdir edilmek mi tüm mevzu diye sorunca bir anımı aktarmak isterim. “Ortaokul çağları, mensubu bulunduğum bir grubun organizasyonu üzerine topluca tiyatroya gitmiştik. İlginç bir deneyim hepimiz için lâkin usul, erkân bilmez hâldeydik. Sonrasında defalarca seyrettiğim Gogol’un meşhur “Bir Delinin Hatıra Defteri” oyunu. Yalnız sanatçı sahneyi her terk ettiğinde bir sessizlik var. Oyunun ortasına gelmeden dayanamadı adamcağız ve “Biz sanatçılar para için oynamıyoruz. Dileğimiz memnun olup olmadığınızı anlamamıza yarayan o alkışlarınızı duymak. Eğer beğenmediğiniz için alkışlamıyorsanız lütfen söyleyin, size bu eziyeti yapmaya devam etmeyeyim,” diye sitayişte bulununca bir alkış kıyamet koptu bizden. Pek doğal olarak bunda da dozu kaçırıp, oyuncunun her aksiyonu ardından alkışa sarılınca bu defa gülümseyerek sadece sahneden ayrıldığında alkışlamamızın uygun olacağını söylemişti.” O günden hatırımda kalan iki şey var: Birincisi takdiri hak edenin, bunu hak ettiğini söylemek zorunda kalmadan takdir edilmesi, ikincisi ise bunun dozunun ayarlanması gerektiğiydi. Elbette kanadı olmayan şeyhleri takdirleriyle uçuran müritlerden olmamalı. Velâkin hali hazırda uçanı da görmeyi başarabilmek şart. Edip neyi bilmeli? Edip yazacakları, üretecekleri hakkında donanımlı, bilgili, kalemine hâkim, kelamına sahip olmakla, üreteceği şeyin malzemesi her neyse onu bilmeli. Bunun karşılığında da, hak ettiği alkışı, takdiri alabilmesi için gözü, kulağı, hissi, azası, ruhu açık kitlelere sahip olması gerektiğini bilmeli. Toplumumuzdaki eksiklik sadece ediplerin iyi bilmesinde değil ne yazık ki. Aynı zamanda hak eden işlerin, abartılmadan hak ettiği kadarıyla takdir edilmesi gerektiğini bilmekte de eksiğiz. Belki müteselsil bir ilişkidir edip-takdir arasındaki. Bunu kesin olarak söylemek mümkün mü bilmiyorum. Ancak hiçbir şey bilmeyen, kelimeler etrafında top çevirmekten, dar alanda ekleri, bağlaçları paslayıp boş kale önünde meşin yuvarlağı kaleye yuvarlayamayan kalem sahiplerinin; bilgisinde, aktarımında, kaleminde hakikatli ediplerden daha fazla övüldüğü toplumlarda bu müteselsiliyetin zincirlerini kırmak mümkün olmayacaktır. www.baltadergi.com Kasım 2019
19
Hatice Derviş Bozkurt
Akşam karanlığı çökünce Yampiri Osman’ın mekâyatırınca da Kazım ufak çaplı bir sinir krizi geçirmişti. nının ışıklarını yakıp, tek tek bütün masalardaki boşları Tam o anda Şevket’in ayağının yanından ufak bir okey toplamaya başladı. Önce seçkinlerin oturdutaşı kayarak geçti. Kazım da usulca çay kaşığını yere ğu cam kenarı masalardan başlamıştı. Bunlar düşürüp hokkabazları cebinden çıkaracak el çabukşehrin zenginleri ve ileri gelenleriydi. Bazen luğuyla taşla birlikte yerden aldı. Yan masadan taş nargileyi açarken böylesine kodamanların ne alışverişi yapılmış bulunuyordu. El açılıp, Kazım i Müziğ in ek iç diye Yampiri’nin mekânına geldiğine anlam dıştan vurunca fark eşitlenmişti. Taşlar tekrar didinlem vermeye çalışırdı. Dumanla kırılan görüntülerde zilirken de Kazım az önce çaldığı siyah on üçlüyü hepsinden tiksinirdi. Yaptığı bu işten, katlandığı Şevket’e verdi. Şevket de yan masanın boşlarını kozmo-ekonomik ağız kokusundan, haftanın beş toplarken usulca yerine koydu. Kazım göz kırpgünü çalan çakma Koray Avcı kılıklı heriften de, tı Şevket’e, sessiz anlaşmalarını da tamamlamış hepsinden nefret ederdi. Dekoru güzel, eforu fazla, oldular. Akşam temizinden üç dal çalışırdı bir kıraathaneye göre müşterisi değişken, kafelere göre Şevko’ya. Kısa günün kârı. fazla ücraydı. Sabit olan tek şey Cuma namazı sonu gelen Ara sıra keman kursundan çıkan Göçmen Hüseyin’in hacı-hocaların içtikleriydi. Ufacık mahallede bundan iyikızı Hatice geçerdi. Kaldırımın bütün büyüsünü peşine si Şam’da kayısıydı. takar, sıcak hava dalgasıyla yürümez, resmen eserdi. Yaşı on sekizdi. Vücudundaki tek güzel enstantane Hatice onun “Lucifer’ı” oluverirdi. Yaz kış aynı sıcaklığı kıvırcık saçlarıydı Şevket’in. Çarpık, façalı burnundan hissettiren tek mevsimdi yılın Haticeli günleri. Şevket’ten derin derin solurdu okey masalarının boşlarını alırken. uzundu. Bizim Şevket de kendinden kısa olan Feride’yle En azından orada oturanlara kabaca davranabiliyor, küsevişirdi akşamları. Feride’yi başka severdi. Zaten Şevket fürleşebiliyordu. Gözden uzak ve rahatsız yerinde okey tüm bu dünyanın ortası, hepsinin ortalamasıydı. Ortantayfası otururdu. Bunlar genellikle mahallenin işsiz takıca çocuktu. Dövüş Kulübü’nü okuyup vardı bu sonuca. mıydı. Bahsine oyun oynarlardı. Yanlış yoldan kendi doğrularına çıkarımda bulunurdu. Yampiri Osman da barın arkasındaki tek bacağı kıKendi arafının cehennem sularında boğulurdu geceleri, rık ofis sandalyesinde akşama kadar nargile tüttürürdü. uzun camel eşliğinde. Kendisine özel olarak ayırttığı tütünlerin olduğu rafa daEllerini keman üzerinde gezdirirken nasıl da zarifti yanırdı. Sürekli balgam çıkarırdı. Sesi de balgamlı çıkarşimdi kim bilir? Yan odadan gelen anasının öksürükleridı. Göbeği doğurmasına iki hafta kalmış kadınlar gibiydi. ne babasının ayyaş kaşıklarının ıskaladığı tabak sesleriyle Ellerini, bu kendine sonradan kattığı yağ tabakası organuykuya dalardı. da kenetlerdi. Ara ara tanıdıklara bağırarak şaka yapardı. İsyan edemeyecek kadar telaşı olsa da ara sıra açardı Sürekli bir şeylere kızmış gibiydi latifeleri, komik yanını Ferdi’den birkaç parça. Tüttürürdü geceye doğru. yakalamak için onun kafasında olmak şarttı. Ta uzaktan Kümesten yumurtaları toplayıp, komşuların kapıları“ Şevkeağtt!” diye ünlerdi ki boğazındaki gıcığı da tazena asmaya başladı. Bir de bu iş vardı tabi. Anasının balemiş olurdu. cakları hepten tutmayı kesince, görevi üstlenmişti. Yancısı olmayan bir masaya dinlenmek için oturdu. Kerpiçten evlerin tahta kapıları boyunca ilerledi. Bu Ciddi bir iddia konmuştu ortaya; Dikililerden Kazım, mahallenin taştan sokaklarında alkol baygınlarının gecebu şehirdeki en iyi okeycinin kendisi olduğunu öne süden kalma hır gürlerinin parmak izleri olur, kan kırmızırüyordu. Arada beş yüz fark vardı ve son iki el kalmıştı. sı. Göğün mavisiyle bir olup intihar moru harmanlanırdı Parliament’in üç lira zamma denk geldiği günlerdeydiler. gençlerinin yüreğinde. Bağrı açık delikanlılarının göğüs Kaybeden takım diğer tarafa ikişer paket alacaktı. Oyun kafeslerinde ne sevdalar mahpustu kim bilir? İşte Şevket kızışmış ortalık gerilmişti. Kazım’ın eşi okeyi yanlış yere de bu durumdandır ki Feridelerin kapısına geldiğinde,
20
www.baltadergi.com Kasım 2019
durup bir sigara yaktı. Kolundaki sepetten yedi yumurta çıkardı. Sanki yedi büyük günahı tutar gibi bir korkuyla kırıştı alnı. Yumurtalardan birini eline aldı. Adisyon kalemiyle şekilli bir kalp çizdi. Poşete koyup eski ahşap kapının pirinç kulbuna astı. Sokağın sonuna vardığında Hatice’yi gördü. Elinde uzunca bir urgan tutuyordu. “Kurbanlığı mı kaçırdılar acaba” diye düşündü. Çiçekli uzun eteğiyle, başında yemenisiyle, yolu süpürerek geçerken belli belirsiz selam verdi. Belirsizliği belli olan bir selam… Evin yoluna değil de fındık bahçelerine doğru gittiğini görür gibi oldu. Dönüp baksa şimdi ayıp olurdu. “Oğlum!” dedi kendi kendine; “Sen piç oğlu musun ki, gidip iki kızı birden idare edesin? Ulan elindekinden de olursun yine üzülürsün bak! Hem nesi var Feride’nin böyle tatlı hatun bulmazsın bir daha göt içi kadar mahallede. Düşme oğlum bu kadar, sen ki Hamlet’i okuyup vicdanına yaralar açmış adamsın yakışmaz be. Önce git tipine bak aynada salak herif.” Diğer yanı konuşmaya başladı bu kez “Ne varmış oğlum tipinde. Seni Müslüm’ün küçüklüğünü oynamak için ajanstan aramadılar mı? Her gün tavuk eti yenir mi ya? Tek başınayken ne kadar kolay iyiye kötüye karar vermek. Sanki bakacağı varmış gibi Hatice’nin.” Yumurtaları dağıttıktan sonra Osman’ın kıraathanesine gitti. Çayı söyleyip yan taraftaki börekçiden tek porsiyon kıymalı aldı. Dışarıdaki tahta masalardan birine oturdu. Çay gelince karşısında oturan Rüstem Amca’yla göz göze geldi. Rüstem Amca ellisini çoktan devirmişti. Alnındaki çizgiler, çıkmış kamburu, düşmüş burnuyla yüzü masaya eğikti. Sıkıntıdan takkesini çıkarıp, terini silip duruyordu. Hatice’nin babasıydı Rüstem Amca. Dizinin dibindeki valize elini koymuştu. Kafasını bile kaldırmadan oturuyordu. Kır düşmüş kaşları çatılmıştı. Huzursuzca kıpırdanıyordu. Kel kafasındaki yaşlılık lekeleri seçiliyordu. Birden bire bağırış koptu. Kahvedekiler ve çevredeki dükkândan fırlayan herkes yangın yerine koşar gibi Haticelerin evinin önüne fırladı. Aşağıya düşen eşyanın çıkardığı sesle koşanlar bir iki adım geriledi. Hatice’nin
annesi Mümine Teyze evde ne kadar eşya varsa aşağıya fırlatıyordu. Öte yandan Rüstem Amca’ya belli belirsiz bela okuyarak çığırıyordu. Yatıştırmak isteyen komşular daire kapısından geri dönüyorlardı. Çareyi de aşağıdan yalvarıp yakarmakta buluyorlardı. Çayını hızla yudumlayıp kalabalığın arasına karıştı. - Yer çekmeyesice seni! Senin Allah belanı versin! Boyu devrilesice nasıl yaptın? Yaşından da mı utanmadın şerefsiz! Kızın yaşında be kızın yaşında. Nasıl yaptın, nasıl için çekti? Gelip evde Hatice’nin başını nasıl okşadın? Mümine Teyze’yi hayatında hiç böyle görmemişti kimse. Sadece teravihlerde, aşure günlerinde sokağa çıkan bu yaşlı, kendi halinde kadının öfke nöbeti, ağlayarak ettiği beddualar kafalara soru işaretleri ekmişti. Aradan birisi sordu “N’oldu Teyze’m?” -Ne olsun a deyzem ne olsun? Yeğenimle bastım şerefsizi. Herkes Rüstem Amca’ya dönüp baktı. Mümine Teyze olduğu yere yığıldı. Ambulansı aradılar. Kahveci Osman, Rüstem Amcayı yakasından tutup kaldırıma doğru itti. Daha sonra tüm ahali galeyana gelip yaşlı adamı yerde tekmelemeye, yumruklamaya başladılar. “Sapık herif! Sakalını siktiğimin oğlu seni!” Millet dağılınca Şevko da kan göletinin ortasında ters dönmüş hamam böceği gibi kıvrılan ihtiyara bakıp iç geçirdi. İğrenmeden edemedi. Apartmanın önündeki merdivende nota defteri, yerde çatlamış keman, yay ne varsa topladı. Fındık bahçelerine doğru koşmaya başladı. Haticelerin bir buçuk dönümlük bahçeleri vardı. Ortasında da ceviz ağacı. Küçükken Rüstem Amca’nın büyük oğlu Almancı Aziz hamak gererdi tüm çocuklara. Elma şekeri, dondurma, Alman çikolatası… Var gücüyle bahçenin olduğu yokuşa koştu. Dalağı şişip zorlansa da bırakmadı. Hatice’yi bulmalıydı. Çünkü onun derdi kendisinin derdiydi artık. Koşup sarılacak, omzunda ağlarken, kulağına sessizce her şeyin geçeceğini, bunun kendisinin suçu olmadığını söyleyecekti. Sanki ömrünün son saatiydi de Hatice’yi bulamazsa son saati tek nefese sığacaktı. “Haticeee! Kemanı dert etme. Alırız yenisini.” Ses gelmedi. Ceviz ağacının önüne geldiğinde bacaklarından derman kesildi, dizlerinin üstüne çöktü. Havada asılı bir balerin gibi duran Hatice, ince zarif boynunu mengene misali sarmış halka urganın ucundaydı. Dili, siktiriboktan dünyaya yandan çıkartılmış gibiydi. Hiç yakışmamıştı gözlerine o donuk ifadeler. Morarmış yüzü yere bakıyordu. Utanarak mı ölmüştü acaba babası yüzünden. Sonrasında Şevko’ya ne oldu? Ya da öncesinde Şevko kimdi? Bilemiyorum. Belki hala Hatice’nin kurstan çıkmasını bekliyordur? Kim bilir belki Yampiri’nin mekânı bile kapanmıştır. Feride’yle evlenmiştir? Neyse. Hatice öldü. www.baltadergi.com Kasım 2019
21
Lâlüebkem Serap Demir
Ten eşini harcadığından teneşire gelen bir anının kateden mezkûr adam, lâyemut mu sanar kendini öyle meline teşebbüs ettin; aldırmadın üstelik içindeki har, candı. yus bakar? Yine bir sabah kimsenin yaşamadığı kente göç Hangi iklim değişir de geciktirir sonbaharı? Bu, ettim, güç ettim yolları; çok gitmekten az kaldıson bahardı. Anılarımda son sürat seni di’li geçmiğın için rastlamadın izime. Dizime yaslamadın şim. Ehliyetim alınınca kışa çevrildi yazım. Oysa başını. Belki kışın ortasında, bir harp sonrasında kısa yazdım. Yazgım, lalettayin bir münzevi kai Müziğ in k iç e m le ikinci tekili “gel” ettim kipime. ralıyor dünden. Ben günden demimi aldımsa din Kaç tabela daha asılacak bu şehre çıkmıyor da geceyle hiç mutabık kalamadım. Günümün diye bir sokak, kaç keçiyi kaçıracak geceleri bir yademinde teli ince sazdın, müstehzi bir sızıydın. tak? Hüdhüd yetişmiyor imdada diye, bu kentte bir Bana kalsa bu kentin en acımasızıydın, sahi ne Yusuf gömleksiz mi kalacak? Eşkâlini katlettiğim saiyi yaptın; acıma, sızdın. atler adına, miadına gem vur yetiş imdadıma. KiliseEy şeb! Sana bakan kendini görüyor, bana de musalla taşı aratıyor bâhurdan tenin. Ey mesafelere bakan beni. Söyle bana, benden daha şeb-gîri var mı bu endamını yitirten sevgilim, sayıklasan her harfi, sesinin hülyâda? tınısından yirmi dokuz kez kurşun yedim. Yerimi tokuz Yeltenme susmalarıma, minval bilmeyen lâdiye başka eşe aç ettiğinden eşelemedim izlerini lakin lüebkem bakışlarıma. İşlediğim nakışlara sor, giayıklasan şimdi bu pirinci, bir aç doyuramazsın yemin zine iliklenen beyhude bir akşamın izini sürüyor. ederim. Derûnda bir âhfa, baş keserken Perseus yarına mit oldun, Rüyalarıma riyâ olduğundan uyandım, hülyâlarımda nifak soktun çekmece gözlerindeki müsvettelerle arama, güya vardın. İçimin tenhasında sesimle sevişmelerinde göz göz sulanır oldum. Sonra kalktım, k/aldırmadan Yugalip gelendin, ön sözünü yitirdin. Diline taş basan için suf ’a buhurdan bir gömlek diktim. Hüdhüd az evvel geçti gece rahiyâsını yitirmedi hâlâ, sinmedi içine lügatte hiçburadan, haneme tahammül ektim. Belki biraz münzevi bir farzımuhal bir daha. Eşikten atlarken muvazenesini idim, eşkâlimi yitirdim. Teşrif etseydiniz efendim, teşrih gayb eyledi kelam; savtı, muhtelif bir sancıdan ibaret zaederdim; kimlik kadar gerekliydim ve adı hatırımda adîman. ye çıkanı düşlerimde yerle bir ettim. Hangi lehçe izah eder, bir bakışın âmâ ettiği kartalı? Ey şeb! Bana bakan beni görüyor, sana bakan kendiAma edenin bulduğu sandalı batıran, beni soldan men ni. Söyle bana, senden daha bedbini var mı bu şuurda?
22
www.baltadergi.com Kasım 2019
i Müziğ in ek iç dinlem
Mübadil Beni bir kuyuya attılar, Sesimi gizlediler herkesten, her şeyden, Onu alıp boşluğa koydular. Duymadı kırk akıllının biri bile. Ve elimde bir mızrakla, Antik çağdan bir tanrının üvey çocuğu, Şaşmadıkça arif, yürüdükçe cahil Atıldım girdiğim her şehirden, Esvabımı bürünerek toyluğumun. Baba sözcüğünü duymazdan gelecek kadar yetim, Çarığım delik, yüreğim yok göz içine bakmaya, Üç kuruşum var, üçü de kan revan. Paralı askerler gibi dizili önümde dertler, Derdin biri bin yalan!
Gücenmece yok. İnsan, insanın kuludur ayan beyan. Yine de; sinek olup uçsam, Konardım firavunun üstüne. Bundandır tüm kavgam. Serde kin, bir araya gelmez iki yaka İstikamet yaşamak… “Yaşamak” Bir sarımsak gibi bir arada, Ve ezilircesine… Bu “cacık” hepimizin! Suat Çakıroğlu
www.baltadergi.com Kasım 2019
23
Dünya Makinesi Yeliz Ekşi
ğinden sonunda kitlesel açlıkla gelecek ölümler ortaya çıHavadaki Simya, atmosferi ekmeğe dönüştürmenin kacaktı. Crookes’ın araştırmalarına göre 1930’lu yıllarda yolunu keşfeden ve bunu endüstriyelleştirerek şehirler toplu ölümler sıradan hale gelecekti. büyüklüğünde fabrikalar inşa edip muazzam servetler On dokuzuncu yüzyıldaki endüstri devrimi bokazanan, milyonlarca insanın ölümünün planyunca, milyonlarca insan köylerden şehirlere göç lanmasına yöntemleriyle destek verip, milyonetti. Artan dünya nüfusu ve kalabalıklaşan şehirler larcasından daha çoğunun hayatını kurtaran iki geleneksel tarımla dönüm başına on kişiyi beslemebilim adamının hikâyesini konu ediyor. Bilim Filmi nin yeterli olamayacağı noktaya ulaştı. Yerkürenin insanları üzerine anlatılanlar çoğunlukla varoin k iç izleme her noktası keşfedilmiş, haritalandırılmış ve en luşumuzdan beri süregiden yaşayışta medeniyeti iyi tarım alanlarına yerleşilip işlenmişti. Bu safhep ileri taşımak için kendilerini mesleklerine adahadan sonra çiftçiler sahip oldukları topraklarla yışlarının methiyeleriyle doludur. Gerçi bunlar haidare etmek ve aynı araziyi her sene yeniden kikat olmakla birlikte hikâyenin sadece bir kısmıdır. ekmek zorundaydılar. Kritik sorun tam da bu Biz bu kitapta bilimsel özgeciliğin; siyaset, güç, gurur, noktada başlıyordu asıl. Tekrar tekrar ekildiğinde para ve kişisel çıkarlarla karşılaştığında nelerin olabiürün rotasyonu ve hayvan gübresi uygulamasına bağlı leceğini okuyacağız. İşte size bilimin gerçek dünyası... olmaksızın toprak, verimliliğini zamanla kaybediyordu. 1898 sonbaharında Britanya Bilimler Akademisi Crookes’ın odağında Avrupalıların ve Kuzey Ameribaşkanı Sir William Crookes (talyum elementinin kâşifi kalıların (yani beyazların “evet Crookes de herkes kadar ve Crookes tüplerinin mucidi ünlü fizikçi) İngiltere’nin ırkçıydı”) ana besin maddesi buğday vardı. Bu ürünün Bristol kentindeki bir konser salonunda ülkesinin bilim yetiştirilmesindeki herhangi bir kota düşüşü, kendi tabicamiasından binlerce dinleyiciye yaptığı açılış konuşmariyle “ırksal bir açlık” tehdidiydi. Dünyadaki geleneksel sında “İngiltere ve tüm medeni uluslar”ın “ölümcül bir tarım tekniklerinden en iyileri bile yaklaşmakta olan kritehlike ile karşı karşıya” olduğunu duyurdu. Eğer gerekli zi engellemeye yeterli değildi. Ünlü fizikçinin tüm bu tehönlemler alınmazsa çok sayıda insanın açlıktan öleceğini like ile başa çıkabilmek için bulabildiği tek yanıtı vardı: söylediğinde salonda çıt çıkmıyordu. İnsan nüfusu ar“Devasa miktarlarda, binlerce ton yeni gübre yaratmak. tarken, toprak sınırlı kalıyordu, yiyecek kaynakları azaYaklaşan yirminci yüzyılın ihtiyaçlarını karşılamak üzere lıyordu. Dünya üzerinde tarıma elverişli arazinin miktarı dünyada yeterli doğal gübre olmadığından daha fazlasıkısıtlıydı. Tüm bu alanlar ekilip mümkün olduğunca kanı yapmak, fabrikalarda sentetik olarak gübre üretebilliteli tarım yapılsa bile, nüfus artmaya devam ettiğinden mek için bir yol bulmak gerekiyordu.”(syf 24) Crookes, ve tekrar tekrar ekilen araziler verimliliğini kaybedecedinleyen meslektaşlarına, yaşadıkları zamanın en zorlu mücadelelerinin kimyasal gübre dediği verim arttırıcıları keşfetmek ve üretmek için yeni yollar bulmak olduğunu söyledi. “Bunun yolu laboratuvardan geçiyor.” dedi. “Kıtlık sonunda bolluğa dönüşebilir.” Daha sonra insanlığı kurtaracak olan bilim adamını tarif etti. “Bu kimyager,” dedi, “bizi kurtarmak için gelmeli...” (syf 25) Sir William Crookes’ın konuşmasını yaptığı yıllardan itibaren yüz yılı aşkın süre içinde insan nüfusu ikiye katlandı, daha sonra tekrar ikiye katlandı ve önümüzdeki on yıllar içinde de bu çoğalma hızı aynı şekilde devam edecek. Thomas Malthus’tan Paul Ehrlich’e kadar tüm felaket habercilerinin iddialarının aksine, artan nüfusa
24
www.baltadergi.com Kasım 2019
rağmen açlıktan ölen kimse yok. Açlık çekilen bölgeler tabii ki var ama bunun sebebi gıda kıtlığı değil. Hatta bugünün ortalama insanı besin çeşitliliği ve yüksek kalorili tüketimle yüz yıl öncesinden daha iyi besleniyor. Üstelik obezite salgını gerçeği şimdi en büyük ve öncelikli problemlerimizden biri. Bugünlerde milyonlarca insanın kilo alma sebebi Haber-Bosch sistemidir. Bu iki bilim insanının yarattığı makine sistemi, hayvanların yediği ve hepimizi şişmanlatan yağ, şeker, et ve tahılları üreten bitkileri besliyor. Gıda, bu konunun ayrıntılarından yalnızca biri. Dünyayı beslemek için çözüm üreten bu keşfin aynı zamanda onu yok edebileceğinin de anlatısıdır Havadaki Simya kitabı. Havanın Yaratıklarıyız Vücudumuzdaki maddeler -derimizi, kemiklerimizi, beynimizi ve diğer her şeyi oluşturan atomlar- bazen doğrudan ya da dolaylı yollarla öncelikli olarak atmosferden geliyor. Nefesle atmosferik oksijeni kanımıza alırız ve hidrojen bize (oksijenle birlikte) su ile gelir. Su gaz, sıvı ve katı olmak üzere sürekli dönüşen, buharlaşıp bulutlara çıkan ve sonra yoğunlaşarak yağışla ağızlarımıza ulaşan bir maddedir. Bu üç element karbon, hidrojen ve oksijen vücudumuzdaki ağırlığın yüzde doksanından fazlasını oluşturur, yani en katı halde hava olduğumuz söylenebilir. Ancak insanlar için pek çok açıdan önemli element, vücudumuzda en fazla olanların dördüncü sırasında yer alan, doğada bulunması (en azından insanın tüketebileceği formda) zor olan azottur. Azotsuz yaşayamayız. DNA’mızdaki her gende ve her proteinde mevcuttur. İnsan yeterli azot alamazsa ölür. (syf 10) Aslında azot okyanusunun içinde yaşıyoruz. (Atmosferin neredeyse %80’i azot gazı) Yaşam boyu soluyor ve geri veriyoruz. Ancak bu yöntem hayatta kalmamız için yeterli değil. (Atmosferik azotu alıp metabolizmaya katabilecek bir mekanizmamız yok.) Biz de içinde olmak üzere bitkiler ve hayvanlar azota, bilim insanlarının “bağlı azot” dediği farklı bir biçimde ihtiyaç duyar. Doğa, azotu bağlamak için iki yöntem sunuyor; havadan veya yaşayan organizmalardan elde etmek (fasulye, bezelye gibi bitkilerin köklerindeki özel bakteriler) ve yıldırım düşmesi. Hayvan dışkısı ve kompost da bağlı azot kaynaklarıdır. Bu sebeple gübre olarak iyidirler. Verimli ekinler yetiştirmek için her dönüm araziyi tonlarca gübrelemek şarttır.
Ancak asla yeterince doğal gübre yoktur. Başlangıçta 1840’larda Güney Amerika kuşlarından elde edilen guano, daha sonra And Dağları yakınlarındaki çöl atıklarından dönüştürülen Şili nitratı vardı. Verimi muazzam derecede çoğaltan; kolay uygulanabilirliği ve granülleriyle nitrat sihre yakın etki sunuyordu tarlalardaki ürüne. Ancak Güney Amerika’daki bu doğal kaynakların bir sınırı vardı. (1870’de guano tükendi. Şili nitratını bitiren kıtlık değil bolluk oldu.) Tek çözümse dünyanın muazzam azot rezervi olan atmosferden sentetik gübre, bağlı azot yapacak bir yol bulmaktı. Zamanının Felsefe Taşı “Bağlı Azot” Almanya, Avrupa’nın en genç ülkesiydi. Diğer Avrupalı güçlerin aksine, sömürgeleri yoktu, toprakları az, demir ve kömür hariç doğal kaynakları kısıtlıydı. Kışları yıpratıcı ve topraklarının verimliliği düşüktü. Doğuda devasa Rusya ile batıda İngiltere ve Fransa’nın gücü arasında sıkışmış görünüyordu. Tek ve en büyük zenginliği bilimdi. Tarihçi Shulamit Volicov, 1880’den önce doğmuş ve aralarında on tanesi Nobel Ödülü kazanmış otuz dokuz önemli Alman Yahudisi bilim adamı tespit etmiştir. (O dönem Almanya’daki bilim kişilerinin yüzde yirmisinin Yahudi olduğu tahmin ediliyor.) Bu on kişiden biri olan Frizt Haber, zengin bir boya fabrikatörü ve Breslau şehir meclisi üyesinin oğluydu. Çocukken Yahudi, Katolik ve Protestan öğrencilerin karma eğitim gördüğü ilerici bir okula devam etti. Fritz büyüyüp sabırsız, özgüveni düşük, kendini kanıtlayıp kabul ettirmeye, yüksek mevki kazanmaya istekli genç bir adam olduğunda meslek olarak kimyagerliği seçti. Yıllarca Berlin, Heidelberg ve Zürih’te okuldan okula, elektrokimyadan fiziksel ve organik kimyaya, sürekli saygı peşinde koşarak ve kabullenme arayarak ama en çok da reddedilme olarak algıladığı duyguyu deneyimleyerek dolandı. Ne kadar başarılı olursa olsun her Alman Yahudisi bunu hissetmekteydi. Aslında Haber için önemli olan ne kadar Yahudi olduğu değil, ne kadar Alman olduğuydu ve disiplinli çalışmalarının neticesinde de boya endüstrisiyle ilgili çalışmalarından dolayı doktor ünvanı (1891) kazandı. (Einstein ise her zaman şöyle düşünmüştür; eğer teorilerimiz doğru çıkarsa Almanlar bizi kahraman olarak selamlayacaklar, Fransızlar ise Yahudi olduğumuzu söyleyeceklerdir. Teorilerimiz yanlış çıkacak olursa bu sefer, Almanlar bizi Yahudi olarak lanetleyecekler, Fransızlar ise pis Almanlar olduğumuzu söyleyecekler.) Rathenau ise “Her Alman Yahudisi’nin hayatı boyunca hatırlayacağı acı dolu bir an vardır; ikinci sınıf vatandaş olduğunu, ilk defa tam olarak idrak ettiği an. Hiçbir yetenek, hiçbir başarı onu bu durumdan kurtaramaz,” diye yazmıştı. Çağdaş dünyada ilerlemenin dinle değil, bilimle olacağına inanan Haber, yirmi dört yaşında Hıristiyan oldu. Ünlü Alman Yahudisi şair HeinrichHeine’nin dediği gibi vaftiz belgesi, “Avrupa Kültürüne giriş bileti”ydi. (Kendisi de Yahudiliğini önemsememiş, vaftiz sonrası Hıristiyan da olamamıştı. Memnun olsun diye Katolik töreniyle evlendiği karısı, Heine ölüm döşeğindeyken ağladığında, www.baltadergi.com Kasım 2019
25
onu şöyle teselli etmişti: “Korkma sevgilim, Tanrı beni affedecektir, bu onun işi…”) Haber, Yahudiliğini ardında bıraktıktan sonra kendini bilime verdi. Karlsruhe Üniversitesinin kimya fakültesinde çalışmak üzere işe alındı. 1906’da profesörlük unvanını elde ederek onur duyduğu mevkisinin yanında, sağlam bir maaşa da kavuştu. İhtirasları için ilerleyişini hala yavaş buluyordu. Her zaman daha fazlasını istedi. Daha fazla para, daha fazla ün, daha fazla saygı... Tüm bunlar için çok sıkı çalışmaktan ve sorumluluk almaktan asla kaçmadı. Doğduğu şehirden Yahudi bir genç kız olan Clara (kendi üniversitesinde kimyada doktora unvanını kazanan ilk kadın) ile evlendi ve bir oğulları oldu. Ama kariyeri için gösterdiği tempo onu mesafeli, benmerkezci bir koca profiline oturttu. Genç kadın mutlu değildi. “Fritz oldukça dağılmış bir halde, arada sırada oğlunu yanına götürmesem, baba olduğunu bile bilmez.” diye dert yanıyordu arkadaşına. Haber de dâhil kimyagerlerin bağlı azot çalışmaları, kurşunu altına dönüştürdüğü rivayet edilen felsefe taşını bulmak için çıkılan eski maceraları andırıyordu. Almanya gübre ve barut için Şili nitratına bağımlıydı. Bu tehlikeli bir zorunluluktu. Atmosferin çekiciliği tam da buradaydı. Gökyüzünde azot başıboş dolanıyordu. Kimyagerler yalnızca havadaki azotu sabitlemenin bir yolunu değil, eğer Şili’nin piyasasını bitireceklerse bunun ucuz bir yöntemini bulmalılardı. 1908 yılında Fritz Haber havadan (maliyetsiz) azot alıp amonyak yapmanın (satılabilir) kârlı bir yolunu bulduğu projesini o zamanlar Almanya’nın en büyük kimya şirketi BASF’a sundu. 6 Mart’ta Haber ile şirket arasında kontrat imzalandı. Fritz, BASF’ın kendisinin geliştirdiği proseslerden elde edeceği net kazancın yüzde onunu alıyordu. Bu, Haber için iyi bir anlaşmaydı. Araştırmasını geliştirirken hem üniversitede çalışmaya devam edebilecek, hem de maaşının iki katı kadarını BASF’tan alacaktı. Aklını ve ekibini bir yıl boyunca projesi üzerine yoğunlaştırdı ve Mart 1909’da bir laboratuvar tezgâhı üzerindeki deneysel makinesi endüstriyel olarak üretmeye yetecek kadar, bütün dünyaya gübre sağlayabilecek miktarda amonyak damıtabilmişti. Fritz Haber yerinde duramıyordu. Dünyadaki en büyük bilimsel sıkıntılardan birine çözüm üretmişti. Ünlü olmak üzereydi ve de zengin. Havayı altına dönüştürmenin endüstriyel yolunu icat etmiş, bir anlamda felsefe taşını bulmuştu.
26
www.baltadergi.com Kasım 2019
Clara arkadaşına mektubunda, “Kendime soruyorum: Üstün zekâ, bir insanı diğerlerinden daha değerli yapmaya yetiyor mu ve benim doğru erkekle tanışmadığım için cehenneme gidecek taraflarım elektron teorisinin bazı en önemli öğelerinden daha mı mühim?” diye yazmıştı. Şehir Büyüklüğünde Makine Carl Bosch, 1874’te Almanya’nın Köln şehrinde doğdu. Metalurji veya kimya alanında kariyer yapma kararı vermeye çalışırken bugünkü adıyla Berlin Teknik ve Leipzig Üniversitelerinde çalıştı. Leipzig’deki organik kimya araştırmaları ile 1898’de doktorasını aldı. BASF’a ise işe başlama eğitimi için 1899’da girdi. Bosch, azot projesinin öneminin farkındaydı. Kendisi de son sekiz yıldır şirketinin ihtiyacı olan şeyi arıyordu ama hiçbir sonuca ulaşamamıştı. Haber’in küçük deneysel cihazını tam boy endüstriyel bir makineye dönüştürmenin zorluklarının farkındaydı. Eğer boyutları başarılı şekilde büyütebilir, çok daha büyük reaktörler inşa edebilirse bağlı azot Şilililerle rekabet edebilecek maliyetlerde büyük miktarda üretilebilirdi. Havadaki azotun sonu yoktu, yani teoride üretebilecekleri amonyak miktarı da sonsuzdu. Almanya artık gübre ve barut hammaddesini dünyanın öbür ucundan getirmek zorunda değildi. BASF büyüyen bir dünya pazarının hâkimi olabilirdi. (syf 132) Heinrich von Brunck (BASF’ın başı) Bosch’a güveniyordu. Sessiz ve pratik zekâlı çalışanına boş bir çek verdi. Bundan Carl ve ekibinin ihtiyaç duyacağı tüm ekipman sağlanacaktı. Haber’in tezgâh üstü düzeneğinin on katı büyüklüğünde bir prototipi mümkün olan en kısa sürede inşa etmek istiyordu. Çalışmalara kısa sürede başlandı. Endüstriyel seviyede yüksek basınç kimyası daha önce hiç yapılmamıştı. Proje Bosch’da takıntı halini aldı; günü geceye katarak çalışıyor, ekiplerini disiplinle yönetiyor, zihnindeki büyük resimden uzaklaşmadan, sistemlerin diğer düzenekleri beslediği devasa makinesini bir araya getiriyordu. Çalıştıkları alan daha önce hiç bilinmiyordu. Sorunlar yeni yöntemlerle, yeni ekipman ve fikirlerle aşılmak zorundaydı. Çalıştıkça buluş yaptılar. Her buluş yeni patent demekti. Ne zaman biri maliyet ya da yavaşlıktan şikâyet edip uzun saatler boyunca çalıştığı için karşı çıksa Carl Bosch, “Bu milyarlarla ilgili bir şey diyordu!” (İlgili milyarlardan kasıt insanlar değil, Alman marklarıydı.) 1911’in başlarına gelindiğinde BASF’ın prototip tesisi günde iki tondan fazla amonyak üretir hale gelmişti. Sıra Oppau’da şehir büyüklüğünde bir makine yaratmaya geldiğinde tarih 7 Mayıs’tı. İnşaatın başına Bosch getirildi. (Yine kendisi ikinci daha büyük tesisi 1917’de Leuna’da kurdu ve 1920’de de BASF’ın patronu oldu.) Sonuç olarak Oppau yalnızca bir amonyak fabrikası değildi. Bu, yepyeni bir teknolojinin, yüksek basınç kimyasının doğuşuydu. BASF her şeyin patentini almıştı. Sistem titizlikle gizleniyordu. İnşaat on altı ayda tamamlandı. (1919 ilkbaharında savaştan yenik çıkan Almanya’nın tesislerini inceleyen Britanyalı denetçiler, Oppau çapında ve büyüklüğünde bir şey daha önce görmemişlerdi. Kimyagerler adeta büyülendiler.)
1914’de Oppau üretimde tam kapasite çalışıyordu ancak hala ülkenin tüm ihtiyacını karşılayabilecek durumda değildi. Üstelik savaş patlak vermiş, patlayıcı hammaddesi olan nitrik asit (Şili nitratı savaşla tehlikeye girmişti) konusunda kritik yoklukla karşı karşıya kalınmıştı. Nitrik asit silah üretiminin her şeyiydi. Haber, BASF’a amonyağı nitrik aside dönüştürebilecek yeni bir düzenlemenin yapılıp yapılamayacağını sordu. (Fritz’in savaş zamanındaki azot ihtiyacından kazanç sağlamaya devam edebilmesinin tek yolu amonyağı endüstriyel boyutta nitrik aside çevirmenin çaresini bulmaktı.) Gıda için azot üretmek amacıyla çıkılan yol, bomba üretimini desteklemeye dönüşmüştü. Bosch amonyağı doğrudan nitrik aside dönüştüremedi ancak neredeyse onun kadar iyi, Almanların beyaz tuz dediği sodyum nitratın aynısı olan Şili güherçilesini elde etmeyi başardı. Bu saatten sonra BASF artık sadece bir kimya firması değil, aynı zamanda savunma endüstrisiydi de. “İnsanları beslemek için zorlu ve uzun bir çalışma yapmışlardı; şimdi aynı teknoloji, onları öldürmek için kullanılacaktı...” (syf 179) Oppau zengin ve güçlü Almanya’nın gururuydu. Tesisin boyutu, gücü ve verimi etkileyiciydi. (Hava ve suyla savaşılacaktı. Bir ilkti.) Uzmanlar Haber-Bosch’un patlayıcılar için nitratı yapmayı başaramasalar Birinci Dünya Savaşının belki de iki yıl daha erken biteceği tahmininde bulundular. (Leuna’daki makine-şehir ise İkinci Dünya Savaşı boyunca Naziler için sentetik benzin üretti. Başka hiçbir ülke bu işi başaramamıştı. Müttefikler tesisteki üretimi durdurabilmek için, Hiroşima’ya atılan atom bombasına eşit miktarda tonlarca patlayıcıyla bombaladılar.) Frizt Haber kendini Kayzerine adamış olarak Birinci Dünya Savaşında orduya katıldı. Bilimin Almanya’nın savaşı kazanmasına yardım edeceğine inanıyordu. Gazla ülkesinin savaşı çabucak neticelendirmesini sağlayacak süper bir silah yapmanın mümkün olduğunu düşündü. Oysa 1907’deki Lahey sözleşmesine göre savaş alanında zehirli gaz kullanımı yasaktı. 1915’in ilk aylarında fikrini mükemmelleştirdiği klor saldırısı işe yararsa savaşın çok daha kısa sürede biteceğini iddia etti. “Sayısız hayat kurtulacaktı!” Buna DEZENFEKSİYON OPERASYONU adı verildi. Fransızlara karşı kullanılan klor gazı 67 bin kişinin (kesin rakamlar değildir) yaşamına mal oldu. Bu ilk endüstriyel toplu katliamdı. Haber Demir Haç Ma-
dalyası ile ödüllendirildi. (Fritz Haber, kimyasal silahlara getirilen eleştirileri ölene kadar reddetti; savaşın öldürme üzerine kurulduğunu, kurşun ve patlayıcı ile gelen ölümün, gazdan gelen sondan daha az korkunç olmadığını savundu.) Clara daha fazla dayanamadı ve kalbine nişan alarak intihar etti. Yakın çevresi ölümünün, kocasının gaz çalışmasına politik bir protesto olduğunu iddia ettiler. Clara’yı kanlar içinde bulan oğlu Hermann oldu. Kendisi de İkinci Dünya Savaşından sonra yaşamına son verdi. Fritz’se düşmanla mücadelesine kaldığı yerden devam etmek için Doğu Cephesi’ne hareket etti. Amonyak sentezi buluşuyla 1918’de kimya dalında Nobel Ödülü’ne layık görülen Haber, tören konuşmasında bağlı azotun tarım için önemi üzerine uzun uzun konuştu. (Savaştaki rolüne değinmeyi gerekli görmedi.) Kasım 1931’de de Carl Bosch kimyanın yüksek basınç yöntemlerine olan katkıları için aynı ödüle layık görüldü. Yine hayata geçirdikleri Haber Bosch prosesinin patlayıcıyla ilgili ayrıntısına değinen olmadı. (Zaten Nobel’in kendisi de dinamitin mucidiydi.) Kariyerini, kendini mükemmel Alman olarak kanıtlamaya çalışarak geçiren Haber’in, Hitler dönemi için, geçmişinde din değiştirmesinin, aldığı Nobel Ödülü’nün, hatta Demir Haç Madalyasının (kaldı ki, uluslararası bilim camiası içindeki öneminin de) hiç kıymeti yoktu. İnsani olarak öne çıkan tek ayrıntı Yahudi olmasıydı. Yirmi iki yıldır görev yaptığı Kayzer Wilhelm Enstitüsünden ayrılmak zorunda kaldı. 1933’ün Ekim’inde evsizdi. İngiltere’de çalışmalarına devam edebileceğini düşündü ancak bu ülkeye iki ay dayanabildi. Üniversitede savaştaki faaliyetleri yüzünden hoş karşılanmadı. (Ünlü fizikçi Rutherford onunla görüşmeyi reddetti.) Cambridge’den İsviçre’ye geçti. Basel’deki otel odasında kalp krizinden öldü. Yanında yalnızca oğlu ve aile hekimi vardı. 1932’de Hitler iktidara gelmeden önce Bosch, Haber-Bosch prosesiyle ilgili şöyle demişti: “Kendime sık sık acaba başaramasaydık daha mı iyi olurdu diye soruyorum. Savaş muhtemelen daha az sefaletle ve daha iyi şartlarla, daha çabuk biterdi. Beyler, bu soruların hepsi gereksiz. Bilim ve teknolojideki ilerleme durdurulamaz. Bunlar pek çok açıdan sanata benzer. Bu iş için doğmuş insanlar mutlaka harekete geçecektir. Kimse onları durduramaz.” (syf 319) Az konuşan, çokça dinlemeyi seven, kaya gibi ve idare edilmesi güç Profesör Bosch, Nazi politikalarını eleştirdiği için Hitler’in şansölye olmasının ardından üst düzey görevleri kademe kademe elinden alındığı için hayal kırıklığına uğradı ve alkolik oldu. Heidelberg’de öldü. Bugün dünyanın dört bir yanındaki yüzlerce Haber-Bosch tesisi havayı yutup onu amonyağa dönüştürüyor. Atmosferi muazzam bir gübre silosuna çevirdik. Peki, dünya denen makinenin düzenekleriyle oynadığımızda ortaya çıkacak sonuçlara katlanmaya hazır mıyız? Kaynaklar 1. Thomas Hager “Havadaki Simya” Pan Yayıncılık 2. Amos Elon “Çöküşe Tırmanış” Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın 3. Walter Isaacson “Einstein Yaşamı ve Evreni” Tudem Yayın Grubu
www.baltadergi.com Kasım 2019
27
Yüz Aşk Sonesi: 17 Yazan: Pablo Neruda Çeviren: Bayram Şafak Arslan
i Müziğ in k iç e m le din
28
www.baltadergi.com Kasım 2019
Ben seni, tuzun bir gülü gibi ya da bir topaz gibi veyahut karanfil çiçeğinin dikenlerinin ateşi yayması gibi sevmiyorum; Ben seni, bir insanın gizli şeyleri sevdiği gibi gizlice ama siluetle ruh arasında seviyorum. Ben seni, çiçek açamayan bir bitki gibi ama açamasa da kendi ışığını diğer çiçekler için harcayan o bitki gibi seviyorum. Ve sana sonsuz teşekkürler, topraktan gökyüzüne yükselen yoğun bir rayihayı bedenimde yaşattığın için. Ben seni; nereden, ne zaman ve nasıl olduğunu bilmeden seviyorum. Ben seni; basitçe, sorunsuz ve gösterişsiz bir şekilde seviyorum. Ben seni böyle seviyorum çünkü başka türlü nasıl sevilir ki inan bilmiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse ne sen varsın aslında ne de ben… Fakat öyle yakınız ki aslında kalbimin tam ortasındaki elin benim elim, Ve öyle yakınız ki aslında gözlerini kapattığındaki hayaller benim…
Gömlek ve Dünya İsmail Özcan
Odamın içi bulut Sigarayı üç yıl önce bıraktım üstelik Adam olma ümidimi de aynı gün Damı akan sarayların avlularına siyah çelenk bırakmayı Ve üzgün karıncalara adres sormayı Ama sen yine de ellerimi tut Bir kahraman fırça edasıyla Feleğin duvarında postmodern tablo olsun tüm dünya Dünya, verdiğimiz sözleri unuttursun Başka çaresi yok anlamanın Üzgün bir karıncanın Allah’la konuşmasını Her ayrılık ihtimali ayrı bi’ intihar senaryosu Her aşkın sonunda mutlak bütçe açığı Bir evet kaça gelmiştir mesela leylaya Kaç vazgeçiş lazım bu zamanda maliyeti karşılamaya Heyhat! İki kurşunun aynı deliğe girmesine rağmen Hâlâ hayat belirtisi var bazılarında Biz büyüdük ve kirlendi dünya Oysa daha dün izledim tahta atımın üstünde, İç dünyamın zararsız iç savaşına sponsor dedemin Tahta kılıcıma son rötuşlarını
Şimdi silah sesleri duyuyorum midemde Şimdi vebali ağır geliyor boynumuza fakir sofralarının Parça tesirli çocuk gözyaşlarının Tahta at kırılıyor Kalbin nasırı gömleği kanatıyor Biz büyüyoruz kirlenmeye devam ediyor gömlek ve dünya. Biz büyüyoruz Daha az terliyoruz daha çok yeniliyoruz. Ama sen yine de vazgeçme ellerimi tutmaktan Dedim; odamın içi bulut Ha yağdı ha yağacak yüzün Şık giyimli bir dilenci gibi özenle açtığım avuçlarıma Onların olsun tahtadan sarayları Biz imkânsızlıkları yanımıza alıp gidelim Biraz da nohutlu pilav Sararmasın herhangi bir karesi herhangi bir fotoğrafın Gülümserken önemsedikleri şey ne ise ondan bahsedelim, Çocukların Dalında kalmış ne kadar güneşi varsa mevsimin Ve günbatımlarının anahtarlarını asıp boynumuza Uçmayı kendi marifeti sanan kuşlardan uzak Kaybettiğimiz çağlarda Kendi izimizi sürelim.
i Müziğ in ek iç m le in d
www.baltadergi.com Kasım 2019
29
Kendi Cesedini Bekleyen Kadınlar Elif Davarcı
Gök gürültüsünü seven Ecmel’e ne oldu? İç sesimin sobıçak hareketlerimizi sınırlıyordu. Sonra… içinde bulunrusuna verecek cevabım yoktu. İşten çıkmama on dakika duğumuz bir film varmış da aniden duraklatılmış gibi kala başlayan yağmur, çok geçmeden öfkeli bir hissetmiştim. Kimse hareket edemiyordu. Neriman abla hal almıştı. Otobüste güçlükle ayakta durmaya kendisinden giderek uzaklaşan, buna engel olmak için çalışırken, camları döven yağmur damlalarını çırpınan ve küfürler eden adama bakıyordu donuk seyretmiştim. Her an taşa dönüşebilirler, diye dügözlerle. Adam görünmez ve kuvvetli bir el tarafından i Müziğ in şünmüştüm –içimde hâlâ devam eden- korkuyla. çekiliyordu sanki. Sokağın köşesini dönüp de bedeni ek iç dinlem Her bir damla, gözdağı vermek istercesine iniyordu gözden kaybolunca sesi kesildi. Neriman abla, binayeryüzüne. Son ses dinlediğim şarkılar bir işe yanın altındaki eczanede bilmem kaçıncı kez pansuramamıştı. Gök gürültüsü kulaklarımızı sağır etme man yaptırıp evine gitti. Yağmur yağmaya, komşuamacına yaklaşmak üzereydi ve ben eve henüz ulaşalar olanlar hakkında konuşmaya devam ediyordu. bilmiştim. Aynadaki Ecmel. Dağınık ve uçlarından su Nedendir bilinmez, o adamın bir daha geri damlayan saçlar, rengi soluk ve çamurlu kıyafetler, nemdönemeyeceğini hissediyordum. Bunun Neriman li gözler… ağlarken soluğu yağmurun altında aldığım, abla ve çocuklarına çok iyi geleceğini de. Bu hisse rağmen yağmur damlalarına karışıp yok olmayı istediğim sıradan sabaha kadar uyuyamadım. Geri dönerse, onlara zarar vegünlerden birini yaşadığımı söyleyebilirdim belki. Seneler rirse düşüncesi kalbime bir diken gibi batıyordu. Pencerenin sonra korkuyu bu kadar derinden hissetmemiş olsaydım önüne oturup gün doğana dek onların evini izledim. Sonu eğer. Boğulmak. Eve varmadan ölüme yakalanmaktan korkmutlu biten onlarca hikaye geldi aklıma. Dalmışım. Hayal muş, otobüsten iner inmez eve koşmuştum. Gömleğimdeodama hızla girip bana seslenmeseydi, Neriman ablanın ki çamur lekelerine şaşmamak gerek. Oysa sessiz bir ölüm düşlerimdeki tebessüm eden yüzünü biraz daha seyredebidilemiştim her zaman. Uyurken veda etmek hayata. Sanki lirdim. Elindeki telefonu uzattı. hiç var olmamış gibi silinemeyeceğimi bilmenin yükü çok Yirmi dört saat içinde şiddet gören herkes, görünmez biağır olsa da. Sakince sıyrılmak bu hengâmeden. Boğulmak, rileri tarafından kurtarıldı. Olay yerlerinden uzaklaştırılan kaza geçirmek, yanmak… bunları düşündükçe bedenimin kişilerin nerede olduklarını bilen yok. Emniyet güçleri araşgiderek küçüldüğünü, ruhuma dar geldiğini hissediyorum. tırmalarını sürdürüyor. Sağanak yağmurun hâlâ son bulmaIslak kıyafetlerden kurtulmak için dolaba yöneldiğim sımış olmasının da bu konuyla bağlantılı olduğunu söyleyen rada Hayal’in sesini duydum. Bağırıyordu. Ses sadece ona ait insanların sayısı giderek artıyor. değildi. Sokakta yankılanan çığlıklar evlere sızıyor, birazdan “Bu nasıl haber metni,” dediğimde gözleri şaşkınlıkla bilindik bir sahne ile karşılaşacağımızın sinyalini veriyordu. açıldı Hayal’in. “Mesleki deformasyon işte, nasıl yazıldığıKoşarak aşağı indik. Nermin ablanın saçları, sarhoş kocasına değil de ne yazdığına odaklansana Ecmel!” diye bağırdı. nın ellerindeydi. Pencerede iki çocuk. Korku dolu bakışlar. Yağmurla bir bağlantısı olup olmadığını bilemezdim, ama Kim bilir kaçıncı kez şahit oldukları olay. Annelerine yardım dün şahit olduğumuz olayın pek çok yerde gerçekleşmiş oledebilmek için bir an önce büyümek istediklerini söyleyen ması şaşırtıcıydı. Umarım artık kimse acı çekmez… ufaklıklar… “Bu adama neden katlanıyorsun,” dediğimizde *** “Çocuklarım için,” cevabının ardından içindeki acıyı kusana Sevgi’nin Yeri. Hayal’in bulduğu yeni mekanlardan biri. kadar ağlardı Nermin abla. Neden sonra aniden gözyaşlarıSadece kadınların girmesine izin verilen, kullanılan tüm nı silip evine giderdi. Hikayesine dahil olmak, onu yaşadığı malzemelerin kadınlardan temin edildiği söylenen bir yeracılardan uzaklaştırabilmeyi çok isterdim. Mutlu bir sonu di burası. Hayal okuduğu her şeyi anlatmıştı yol boyunca. hak ediyordu. Kalbindeki iyiliğin yansıdığı, mor lekelerin Siparişlerimizin gelmesini beklerken diğer masalardaki kadahi çirkinleştiremediği bir yüzü vardı. Şimdi kan içinde, dınları dinledik. Genç bir kadın, sevgilisinin kıskançlık kridirenmeye devam ediyor, çığlıkları onun boğazını bizim zine girip kendisini öldürmeye çalıştığını anlattı, ağlayarak. ise içimizi parçalıyordu. Onları ayırmak için uğraşırken “Onlar kurtardı beni, artık kimse acı çekmeyecek, biliyosokaktaki herkes etrafımıza toplanmıştı. Adamın elindeki rum,” dedi ve hırkasının ucuyla gözlerini kuruladı.
30
www.baltadergi.com Kasım 2019
Televizyonun sesi tüm konuşmaları bastırdı birden. -Şiddet yok oldu sevgili seyirciler! Ne sözlü ne de fiziksel. Şiddet dolu günler geride kaldı. Huzurlu günlere adım atıyoruz. Buna sebep olan herkese teşekkürler. Sevgi abla gülmeye başladı. Sinirlerinin bozulduğunu anlamamak mümkün değildi. “Sebep olanlara teşekkür ediyorlarmış, şunlara bak!” deyip televizyonu kapattı. Yemek boyunca gözüm onun üzerindeydi. Onunla konuşmak ve hem bu mekanın hikayesini daha detaylı öğrenmek hem de son olanlar hakkında neler bildiğini sormak istiyordum. Lokmalar ağzımda büyüdü çok geçmeden. Sorular bir ip yumağına dönüşmüştü zihnimde. Yanına gittim. Kasanın kenarında oturmuş, hesap yapıyordu. -Kolay gelsin abla. -Sağ ol kızım. Konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum. Bildiği bir şey varsa bile anlatmak ister miydi, emin değilim. Önündeki defteri kapatıp bana baktı. Gülümsedi. “Merak ettiğin bir şeyler var, haksız mıyım,” dedi. “Siz neler olduğunu biliyorsunuz değil mi,” dedim uzatmadan. Kafasını salladı, bildiğini belli edercesine. Ayağa kalktı, “Hikayen seni çağırıyor, gelmiyor musun,” diye sordu. Çok kısa bir an tereddüt etmiş olsam da peşine düştüm. Hayal çıktığımızı fark etmedi, ne zaman yanına gittiğini görmediğim bir kadını dinliyordu pür dikkat. Yağmura aldırış etmeden yürüyorduk. Montumu yanıma almadığım için üşümeye başlamıştım ve bir an önce anlatmasını istiyordum. -Cinayete kurban gitmiş kadınların ruhları hiçbir zaman terk etmedi son nefeslerini verdikleri yerleri. Bir yolunu bulup bedenlerine geri dönmek ve hesap sormak isteğiyle dolaşıyorlardı. Kiminin yanmış bedeni, kiminin parçalanmış… daha neler var da anlatsam dudakların uçuklar, gerçeklerin tamamını taşıyamaz senin omuzların. -Ruhlar… aramızda… öyle mi… Konuşamıyordum. Dün Neriman ablanın kurtulmasını sağlayan da o ruhlardan biri miydi? Ruhların hayatımıza müdahale edebileceklerini düşünmemiştim daha önce. Korkuyor muydum, emin değildim. Garip belki, ama huzurluydum bir nebze. Ruhlardan değil, kötülüklerden korkuyordum ben. -Bedenlerinin başında nöbet tuttu her biri. Kimi senelerce, kimi aylarca. Sayıları artarken düşündükleri tek şey, yaşayanları kurtarmaktı. Bir kişinin bile acı çekmesine engel olmak… önce birbirleriyle tanıştılar, aynı acıları yaşamış olmanın etkisiyle kafa kafaya verip bedenlerini onarabilmenin bir yolu olup olmadığını araştırdılar. Zaman hızla akmaya devam etti elbette ve günün birinde fark ettiler ki, bedenlerine dönmeleri mümkün değildi ama ruhları yaşama dahil olabiliyordu. Öfkeleri gök gürültüsüne, gözyaşları yağmura dönüşüyordu. Bunu fark ettikten sonra sesleri dinlemeye başladılar ve acı çeken insanların yanlarına gittiler. Onları kurtarıp, acı çekmelerine neden olan kişileri de bir yere topladılar, toplamaya devam ediyorlar. Onları götürdükleri yerin neresi olduğunu bilmiyorum. Yağmur damlaları bir gün onları yok eder mi, gelecekte neler olur, bu yaşlar –sizce yağmurlar- bir gün diner mi gerçekten, bilemiyorum.
Herhalde dün yaşadıklarımızın etkisiyle zihnim bana bir oyun oynuyor. Sabahlamak isterken uyuyakaldım ve günler öncesinde Hayal’in anlattığı mekanda buluverdim kendimi. Bedenlerinin başında nöbet tutan kadınlar. Ruhlar. Yağmur. Gök gürültüsü. Bu duyduklarımın gerçekle bir bağlantısı olup olmadığını düşünürken Sevgi ablanın bakışlarındaki kırgınlık bir iğneye dönüştü, hedefinde gözlerim vardı… korkuyla geri dönünce bir mezarlığın önünde olduğumuzu fark ettim. Kapının kenarına ulaşınca bir tabut gördüm. Havada. Birileri tarafından taşındığı aşikardı, ama göremiyordum. Onu kimin taşıdığını sormayı düşünürken, Sevgi abla konuşmaya başladı. -Ruhlar… kimsenin ona dokunmasını istemiyorlar. Daha fazla acı çekmesine izin vermeden toprağıyla buluşmasını istiyorlar. O kadının bedeninin parçalarını toplarken o kadar çok ağladılar ki… siz yağmur deyip geçtiniz. Oysa gerçekler bambaşka. Herhangi bir şey söylemenin anlamsız olduğunu düşündüğüm için sessiz kaldım. Görünmez eller tarafından kazılan mezarı, kadının gömülüşünü seyrettik. Dua ettik. Sonra bana döndü Sevgi abla, onun kim olduğunu merak ediyor musun, dedi. Teninin rengi giderek soluyordu. Tedirgindim, ama merak ediyordum. Mezara doğru yürüdük. Mermerde onun adını, toprağa adım attığı an yok olduğunu görünce aklımı kaçırmam an meselesiydi. *** Sonra Hayal’in sesini duydum. “Kızım cenazede uyumak nedir, kendine gel,” dedi. İrkildim. Mezarlıktaydık. “Kim öldü,” diye sordum, her şeyin birbirine girmesinin bir önemi yokmuş gibi. Sevgi abla. Bu yıl cinayete kurban giden son kadın. Oradan koşarak uzaklaşmak istesem de yapamadım. Olduğum yere çöküp nemli toprağın üzerine oturdum. Beni içine çekecekmiş gibi hissediyordum ama “henüz zamanı değil” diyen bir ses vardı içimde. Yanılmışım. Karşımda. Sevgi abla bana bakıyordu, mezarlıkta ikimizden başka kimse kalmamıştı. Bir de onlar. Yok sayarsam kalpleri kırılır, yüzlerce ruh, ikimizi seyrediyordu. “Yaz bunları,” dedi Sevgi abla. Sesi, yaşamın yorgunluğundan uzak. Hiç kimsenin acı çekmediği bir dünyada yaşamayı umut ederek geçtim bilgisayarın başına. Oysa yağmur yağmaya devam ediyordu… www.baltadergi.com Kasım 2019
31
Cehalet ve Korkunun İnancı: Salem Olayları Fatma Dicle Karabınar
İnsanoğlunun tarihten bu yana manevi duygulara, bunu nasıl yapacağımı bilmiyorken tarihte kadının soyut güçlere ihtiyacı asla tükenmedi. İnançlar yahayat sürecindeki yerini tek başlık altında toplayaşama dair tutunma arzusunun temellerini rak özetleyebilecek yaşanmış bir olaya rastladım: daima güçlendirdi. Bir şeylere kalpten bağ“Salem Mahkemeleri.” Adına bakmayın; ne adalet lanmak, aynı konular altında insanların tek unsuru barındırıyor içinde, ne de mantık… Yali iğ z yürek olmasını ve güçlü kitlelerin oluşmasıyla nızca cehaletinin üzerine örttüğü din kisvesiyle ü M için lemek in d beşeri duyguların kuvvetlenmesini sağlıyorken vicdanını susturan halkın rezilliğinden ibaret. aynı zamanda bireylerin, hatta halkların hayatBir çeşit cadı avının başlatıldığı dönem. larıyla alakalı tabular oluşturmasına ve kalıpların Eski zamanlardan bu yana cadılar ve büetraflarına örülmüş duvarlara dönüşmesine sebep yücüler hep kadın olarak düşünülmüştür. Bu olur. Yani inançlar güzeldir, iyidir; birliği, manekanıya rağmen daha da geçmişe gittiğimizde viyatı arttırır gibi pembe tozla kaplanmış kısımları söz konusu kaidenin tam tersini görüyoruz. O geçip üzerinde bulunan tozu, nefesimizi ciğerleridönemlerde güçlü tanrıça inanışlarının da etkisiyle, mizde biriktirerek son gücümüzle üfleme suretiyle kalbüyücü olduğuna inanılan kadınlara saygı duyulurdu, dırdığımızda her duvarın kırılma noktası olduğu gibi çok güzel olarak tasvir edilirlerdi. Yalnız bir tezat var her düşüncenin de sömürülme noktası olduğunu göki, erkekle birlikteliği olmayan, yani birinin eşi olmareceğiz. İnsan bu sömürülmelere de alışıp saf inançtan yan kadınlar tanrıça ilan edilmezdi. Kadına saygı duuzaklaşarak kutsal duygulardan ziyade kör bir yolcuyulması için yine bir erkekle birlikte olması gerekirdi. ya dönüşür. Bu yolculuğun maalesef kör tarafta kalan Yaşanılan bölgeyi koruyan, sağlık problemlerini çözen kısmında daima kadınlar sıkışıp kalmıştır. Nedendir kutsal insanlardı onlar ama bunları yalnız yaşayan bilinmez ama o ihtiyaç duyulan ve kutsallığıyla etkisi kadınların da yapabiliyor olmasının bir önemi yoktu. altına alan her şeyin karanlık yüzünde yer almışlardır. O zamanlarda cadılar uzun yıllar boyunca krallara, Kadın şeytan, cadı, büyücü, günahkâr hatta birçok güliderlere danışmanlık yapabilen saygın kişiler olarak nahın sebebi olarak sembolize edilmiştir. Yaratılan her toplumda yer edinmişlerdi. Zaten içerisinde çelişkileri canlının eşit derecede ihtiyaç duyduğu, belki de yarabarındıran bu kültür, orta çağla birlikte değişti. Cadılar tıcı tarafından herkese bahşedilen manevi bağın zedeartık tehlike olarak görülüyor ve günahkârlığı simgelenmesine sebep olabilecek ne varsa sorumlusu olarak liyorlardı. Tek bir şey değişmemişti, bu günahın simgörülmüşlerdir. Bu büyük bir yük değil midir sizce de? gesi hâlâ kadınlardı. Kadınlara ahlaken zayıf ve akılSevilmiş, onsuz yapılamamış ama sevildiği için bile ca erkeklerden geri oldukları gözüyle bakıldığı için, sırt dönülmüş, karanlıkta kalmış. Doğuranın, hayat kıyaslandığında kadınların büyücü olması yüksek bir verenin aynı zamanda hor görülmesi, yaşamı devam olasılık halini alıyordu. Zayıf olana tüm suçları yükleettirebilecek mucizelere sebep olan, yaptığı iyi şeylerin mek daha kolaydı. Salem’de de bu kanser düşüncelerin sonucunda dahi suçlu bulunması… Bir babanın, anyarattığı dalgalar boy gösteriyordu. nenin evladını daima yük ya da kötü şeylerin sorumSalem Cadı Mahkemeleri, 1692-93 yılları arasında lusu olarak gördüğünü söylemesi gibi değil mi? İçimde yaklaşık yüzü aşkın insanın tutuklanması sonucunda beni fırtınalara celbeden soruları düşünmemek elde 15 kişinin asılmasına ve birinin de ezilerek öldürülmedeğildi. Ama bu esnada ne düşündüysem eksik kalsine neden olmuş toplumsal bir krizdir. Yaşananları dı. Belki birçok insan denemiştir hayatın göbeğindeki anlayabilmek için önce o bölgedeki insanlar hakkınböylesine büyük boşlukları gözler önüne sermeyi. Ben da bilgi sahibi olmak gerekiyor. Zengin kasabayla,
32
www.baltadergi.com Kasım 2019
çiftçi köyü olmak arasında arafta kalmış bir bölgedir Salem. Her zıtlıkta olduğu gibi bu topluluklar arasında da çatışma söz konusudur. Halkın yarısından çoğu püritenlerden oluşmaktadır. Püritenlik, bir Protestan inanışıdır. Katolik kilisesinin uygulamalarını doğru bulmaz, kendilerinin kirlenmemiş “pür” dine sahip olduklarını iddia ederler, katı bir inanışları vardır, evliliklerinde Âdem ve Havva’yı temele oturturlar, erkek egemen toplum yapısına sahiptirler. Kadınlar pek fazla konuşamaz, çocuklara kesinlikle oyun oynatılmaz tek önemli olan şey eğitimleridir. Bu bildiğimiz bir eğitim değil, temeli İncil’dir. Kız çocukların dini öğrenmesine önem verilirken, erkekler gibi balığa çıkmalarına ya da avcılık yapmalarına kesinlikle izin verilmez ve ileride kuracakları yuvalar için “nasıl daha iyi eş ve anne olabilirler” gibi sorular üzerine yoğunlaşmışlardır. Böyle bir topluma sahip bölgede yaşamın klasik gerginlikleri sürüp giderken tabi ki herkes daha büyük sorunların olacağından habersizdi. Massachusetts yakınlarında bulunan Salem Kasabasının önde gelen tüccarlarından Samuel Paris’in köleleri vardı; John ve Tituba. Tituba, Parislerin kızı Betty ve yeğeni Abigail Williams’ın bakıcılığını yapıyordu. Kız çocuklarının dışarıda diğer çocuklarla eğlenmeleri hatta oyun oynamaları yasak olduğu için zamanlarının çoğunu aslen Karayipli olan bakıcılarıyla geçiriyorlardı. Tituba onlara can sıkıntılarını atmaları için bir sürü Woodoo büyüleri içeren Barbados hikâyeleri anlatıyordu. Böylece olaylar toplumun en hor görülen tabakalarıyla başladı; köleler ve küçük kız çocukları. Ne garip insanların baskı altına aldıklarından ve küçük gördüklerinden deli gibi korkmaları. Her şeyin zuhur ettiği gün, Tituba kızlarla “Venüs camı” olarak da bilinen ilkel bir kristal hazırlamıştı. Bir bardak suya kırılan yumurtayla yapılan kristale sorularını soruyor ve biraz bekleyip bardaktaki yumurtanın şekline bakıyorlardı. Başlarda amaçları yalnızca eğlenmek, oyun oynamak olmasına rağmen daha sonra Venüs Camında evlenecekleri kişiyi göreceklerini düşündüler ve yumurtanın aldığı şekillerden geleceği yorumladılar. İş fala bakmaya doğru evriliyordu ki, kızlardan biri tabut gördüğünü iddia edip titreyerek garip hareketler sergilemeye baş-
ladı. Yerlerde sürünen, acı içinde vücutlarını eğip büken, sara krizi geçiriyormuş gibi sarsılan, hatta kendilerini öldürmeye çalışan kızlar köyde korkuya ve endişeye sebep oldu. Bunları görüp etkilendiklerinden mi bilinmez, kızlardaki garip hareketler adeta bulaşıcı hastalığa dönüştü, kasabadaki diğer kız çocukları ve gençler de aynı şekilde davranıyorlardı. Bu türden vakaların günden güne sayıları artıyordu. O dönemlerde insanlar veba, sara krizi gibi salgınlara yakalandıklarında bile bunun sebebini şeytanın yeryüzüne inmesine bağlarlar ve ölümlere sebep olurlardı. Bağnazlığın kölesi halkın bir de kızların garip hareketleriyle karşı karşıya kalması korku yarattı. Büyük korkular insanların geri dönüşü olmayacak hatalar yapmasına sebep olurlar. İşte her şey bu şekilde başladı. Kasabadaki kızların neredeyse tamamı çığlıklar atıyor, anlamsız sayıklamalarla haykırıyordu. Aralarından birkaçı kendilerini ateşe atarak öldürmeyi bile denedi. Daha sonra aileleri doktora gitmeyi akledebilmiş olmalı ki, kış mevsiminin ortalarında Doktor Griggs onları inceleyip bir sebep bulamayınca cadılık suçlamasını gündeme getirdi. Kızların arasında histeri haline gelmiş bu rahatsızlık, şeytanlara ve büyüye bağlandı. Ardından her fevri davranışla verilen kararlar uygulandı. Onları bu hale getiren cadıları bulmaya karar verdiler. Bunu yapanın kim olduğunu söyletmeye çalışmakla işe başladılar. Soruşturmadan hemen önce Tituba, komşusu olan Mary Sibley’in önerisiyle tarifi eski İngiliz reçetelerinden alınan cadı pastasını pişirdi. Bu inanışa göre, cadı olduğuna inanılan kişinin idrarıyla yapılan kek, şeytanla benzerlikleri olduğu düşünülen köpeğe yedirilir ve köpeğin davranışları gözlenerek büyüyü yapanı bulması beklenirdi. (İlginçtir ki şeytandan kurtulmak için yine ona sığınıldı. Tabi ki gözlerine perde inmiş ve korkudan çıldırmış halk bunu asla sorgulamadı.) Soruşturmalar sonucunda yalnız yaşayan, yoksul veya farklı kökenden gelen kadınlar olayların şüphelisi ilan edildi. İlk suçlananlar; Tituba, tek başına kalan Sarah Good ve uşağıyla evlenmeden yaşayan yaşlı kadın, Sarah Osborne oldular. Kadınlar hemen tutuklanarak mahkemeye çıkarıldılar. Good’un mahkemesin de bağırıp çağırmaya devam eden kızlar cadıların hayaletlerinin salonda olduğunu ve kendilerine saldırdıklarını söyleyip durdular. Kadın ne yöne giderse kafalarını o yöne doğru çevirip hedef göstermelerine rağmen Good suçlamaları reddetmeye devam etti. Tituba mahkemeye çıkartıldığındaysa insanlar içlerinde var olan şüpheye teslim oldular. Çünkü şeytanın peşinden geldiğini onu dövüp zorla kendine hizmet ettirdiğini iddia ediyordu. Bunun yanında konuşan hayvanlardan, gece uçuşlarından ve cadı toplantılarından da bahsederek herkesi dehşete düşürmüştü. Boston’dan www.baltadergi.com Kasım 2019
33
gelen uzun boylu bir adamın şeytanın kitabını kanla imzalattırdığını da söyleyen Tituba kendisini kurtarmaya çalışıyordu, kitapta dokuz kişinin daha imzasının olduğunu söyledi. (Bunları cadı mahkemeleri sırasında kızlara anlattığı hikâyeler nedeniyle Paris’ten yediği dayakların korkusundan anlattığını, kendini kurtarmak için de tehdit edildiğini söylemiş olabileceğini düşünenler var.) Ama hiçbir şey kasaba halkının korkusunun önüne geçemedi. Başka cadıların da aralarında olduğunu duyan halk deliye dönmüştü. Bu itirafların ardından kadınlar diğer cadıların isimlerini vermeleri için ağır sorgulamalardan geçmek üzere tutuklandılar. Kapatıldıkları Boston hapishanesi farelerin, dolayısıyla bir sürü hastalığın nedeni olan virüslerin yuvası gibiydi. Zincirlere ve şartlara dayanamayan yaşlı Sarah Osborne ölmüştü. Bu şekilde cadı mahkemelerinde ölümler başlamıştı. Diğer iki tutukluyla sorgulara devam edildi. Bu arada Sarah Good‘un 4 yaşındaki kızı da bu suçlamalardan nasibini aldı ve annesiyle birlikte çalışmaktan suçlandı. Korkudan dehşete düşen püritenler birbirini suçlamaya başladı. Tabi fırsattan istifade birbirini sevmeyen insanlar da ellerinde ki çamurları savuruyorlardı. Başlarda yalnızca toplumun alt kesimleriyle sınırlı olan liste yaşanan histeri sonucunda üst kesimlere de bulaşmıştı. Kayıplar arttıkça, daha doğrusu gerçekçi olacak olursak üst kesimden insanların aile üyeleri suçlanmaya ve tutuklanmaya başlayınca karşı çıkan sesler yükseliyordu. Artık mahkemeye sanık olarak sadece Salem Kasabasındakiler değil; komşu kasabadakiler bile çağrılır hale gelmişti hatta şeytana hizmet ettiği düşüncesiyle köpekler de katlediliyordu. Sanıklar, sürekli iddiaları reddediyor; kızlar ise, ısrarla nöbet ve çığlık krizleriyle birlikte, suçlamalara devam ediyordu. 1692 yılı, Mayıs ayının sonu geldiğinde, küçük kızların suçlamaları yüzünden hapiste ve sorguda olmak üzere nerdeyse 95-
34
www.baltadergi.com Kasım 2019
100 kişi tutuklanmıştı. Davaların sonuçlanması uzun sürüyordu ve insanlar hapishanelerde birikiyordu. Mahkemenin ilk infaz kararı 2 Haziran 1692’de Bridget Bishop için verildi, kızlar mahkeme boyunca haykırıyor ve Bishop’ın bazı davranışlarını hep birlikte tekrar ediyorlardı. Bishop’ın infaz kararı mahkemeden sekiz gün sonra uygulandı. Burada üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de infaz edilenlerin yanında hapishanede ölenlerin de bulunmasıdır. Bu hapishane sorgular sırasında tutukluları bezdirmek için özel olarak tasarlanmıştı. Kalabalıklaştıkça temizlik yönünden oldukça zayıf olan hapishaneler daha da kötüleşiyordu. İşkence gördükleri de göz önüne alınırsa ölmeleri normaldi. Cadılıkla suçlanan kadınlardan bazıları hapisten kaçtı, bazılarıysa hapishanedeyken öldü. Yedi kadın; Martha Corey, Mary Eastey, Mary Parker Alice Parker, Ann Pudeator, Wilmot Redd ve Margaret Scott ve bir erkek; Samuel Wardwell ise 22 Eylül 1692’de halka açık şekilde idam edildi. Kayıplar arttıkça insanlar daha net kanıtlar görmek istemeye başlamışlardı. Olayların sonuna doğru, kızların gördüğü hayaletler mahkemece delil olarak kabul edilmeyince suçlamaların büyük bir kısmı düştü. En son davaya ise, Mayıs 1693’te bakıldı ve kalan diğer tüm sanıklar suçsuz bulundu. Böylece kâbus, artık sona erdi. Hapishanede hayatını kaybedenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle beraber, on beş kadın idam edildi. Bir kişi işkence esnasında göğsünün üzerine yerleştirilen taşlar yüzünden hayatını kaybetti. İlginç bir şekilde olayları başlattığı inanılan Tituba serbest bırakılarak başka birine satıldı, son mahkeme kayıtlarından sonra Abigail Williams’a ne olduğu ise muamma. Ne yazık ki ölenler geri getirilemiyor. Salgın hastalık gibi yayılan bu psikolojik vaka nedeniyle bir sürü masum insanın canı alındı. Hristiyanlıkta cadılar ve büyücüler adetlere uygun olarak defnedilmeyi hak etmedikleri için öldürülenlerin tamamı kasabada bulunan boş bir tepeye gömüldü. Bunca acının ardından merak edenlerin çevrede yaptığı araştırmalar sonucu 1692 yılında cadılar tarafından “büyülenen” köylülerin yaşadığı garip ağrıların, çavdarmahmuzu (tahıllarda bulunan bir tür mantarın yol açtığı toksitlenme) nedeniyle oluştuğu iddiası ortaya atıldı. Araştırma, Salem’deki köylülerde görülen sanrı, kusma ve kas spazmları gibi etkilerin çavdarmahmuzu nedeniyle oluştuğunu gösterdi. Psikolojik bir salgın kasabanın yarısını katletmişti. Öldürülen ve suçlu bulunup işkence görenlerin neredeyse tamamı kadındı. Temeli cehalet ve korku olan inanışların sonunda yine kadınlar ötekileştirilmiş ve canları alınmıştı. Geç kalınan bir adalet sonucunda hiçbir şey değişmemiş, geride yalnızca günümüzde turistik turların yapıldığı mezarlar kalmıştı.
Dört Mevsim Emel Karayol Ne zaman oldu tam hatırlamıyorum. Annemin sesiyle kavrıyor kolumdan. uyandım. Dilinde Hızır’ın duası vardı. Anladım ki bir şeyler “O… kalsss..ın.” ters gidiyor. Uyku mahmurluğundan kurtulunca bir mevsim İnceliğine hayran kalarak sokuyorum soğuk suyun altına. atladığımızı gördüm. “Çok soğğğ..uk, ü..ş..üdüm.” Babam her mevsim bir kere yapar bunu: Taburenin üstünde kamburu çıkmış bir şekilde oturuyor. Kış gelmiş. Yataktan çıkar çıkmaz ürperdim. Saate bakİki elini bacaklarının arasına almış. Küçük bir çocuk gibi götım: Sabaha karşı üç. Odanın sürgülü kapısını açarken tüm rünüyor. kuvvetimle abandım kapıya. Biraz sonra kaldıracağım ağır “Tamam, Gülce…m. Üşşş…üdüm.” yük için bu, bir idmandı. Gülce’yim; yorgunum, çaresizim, yükün altında ezilmekAnnemin yeşerttiği dal kırılmış-yine kırılmış. ”Ben dateyim, zorlanmaktayım. Babamın dolaşan dili yüreğime bir düğüm. Suyu kapatıp havluyu atıyorum sırtına. Islak donu lımı yeşertirim, gelip kırarlar.” Bu cümlenin gizli öznesi babacaklarına yapışmış, görmemi istemediği her şeyi meydanbamdır. Babam dalları kırdığı zaman hep üçüncü şahıs olur. Yine, kendini kaybedecek kadar çok içmiş. Değil yürümek da. Kendimi tutamayarak gülüyorum. Utanıyor. Boynunu ayakta duracak hali yok. Annem söyleniyor: yere eğerek yaslanıyor bana. Utançtan mıdır, soğuk sudan “Yukarıya kim çıkardı bunu! Yine zıkkımlanmış gelmiş, mıdır bilinmez biraz yardımla yürüyebiliyor. Yatak odasına derde gelesice! Hastalanıp yataklara düşsün, ben bakarım götürüp yatağa oturtuyorum. Annem basıyor yaygarayı: Gülce’m! En azından her gece, eve ne halde gelecek diye dü“O ıslak donla oturttun onu oraya. Ben ne halle temizlişünmem.” yorum, sen biliyor musun?” Gülce’yim; uykusuzum, keyifsizim, çok sık tekrar eden “ Bana ellettirmiyor, gel sen çıkarıver, ben çıkayım.” bir anın içindeyim, alışkınım. Annemin yakınmaları kula“ Ben elimi sürmem, bırak ne hali varsa görsün.” Birden annemin ayaklarının önüne şap diye düşüyor ısğımda acı bir ninni. “Tamam, tamam sus. Git uyu haydi. Ben ilgilenirim.” lak don. Babam havluyla kapatmış önünü, anneme ters ters Dilinde Düzgün Baba’nın adıyla beddua ede ede gidiyor bakıyor. Bir tiksintiyle eğiliyor annem yere, lanet okuyarak odasına. Babama bakıyorum: Tuvalette yatıyor iki büklüm, alıyor yerden donu, çıkıyor odadan. kusmuş, biraz da altına kaçırmış. Sesleniyorum. Bir iniltiyle Temiz ve kuru bir don lazım şimdi bana. Açıyorum çekkarşılık veriyor bana. Yüzünü gözünü temizliyorum ilk önce. meceyi. Hepsi güzelce katlanmış, aralarına sabunlar konulGelirken kafasını bir yere çarpmış olacak, alnı hafiften şişmiş. muş. Rakı kokusunu bastıramayan bir sabun kokusu yayılıElimi değdirince basıyor küfrü. yor odaya. Babam bir konuda çok net: Alıyor donu elimden, “Sus, komşular duyacak!” oturduğu yerde azcık kaykılarak havlu altından giyiyor. Bu benim yükümdür, deyip koltuk altlarından Biz de böylece en zor durumu atlatmış oluyoruz. Başka kavrıyorum. Biraz kaldırıyorum ki omurgamdaki bir şey giymeye mecali kalmamış, uzattığım pijamayı sızı yayılıyor boynuma doğru. Şakaklarımda daitiyor, devriliyor yatağa sırtüstü. Kolları bacakları açık, kaplıyor bütün yatağı. Altından zorla çektiğim yorgamarlarım mosmor, ağzım sımsıkı kapalı. Sürükleziği ü M yerek çıkarıyorum tuvaletten. Annem uyumamış. nı, örtüyorum üstüne. Hemen horlamaya başlıyor. ek için dinlem Arkamda vah vahlarını duyuyorum. Hınçla gelip bir “Kusmasa bari.” tekme savuruyor babamın yan tarafına. Babam yerde Annem salonda emaneten oturduğu koltuğun kıvranıyor. kıyısından sesleniyor. “Vay anam vay!” “Uyudu mu?” İtekliyorum annemi odaya. Başımı sallıyorum usulca. “Git yat kadın, bir de seninle uğraşmayayım!” “Sen de git yat, yavrum, Gülce’m.” Bütün orospular dilinde şimdi. Yılların acısını bir tekGülce’yim; kırılganım, umutsuzum, mevsimlerden usanmeyle çıkarmanın hazzını yaşadı ya bütün kutsallarını terk mışım, kederdeyim. Sevginin insanı çaresizliğe sürükleyen ediyor. Kapıyı kapatıyorum arkasından. Sesi eşikten sızıp baeşiği, yolumda bir set. Gidip uzanıyorum yatağa, uyku tutbamın rakı kokan nefesine karışıyor. Yüküm, şimdi ağlıyor muyor. Kalkıp babama bakıyorum. Olur ya; uyurken kusar yerde. Yan tarafını tutmuş, küfrediyor. Banyoya doğru sürükboğulur diye korkuyorum. Sabaha kadar gitmelerim bitmilüyorum. Doğrultabildiğim kadar duvara yaslıyorum sırtıyor. Bir ara uyumuşum. Annemin sesiyle uyanıyorum. “Gülce, kalk!” nı. Başı yerinde durmuyor, kolları iki yanına sarkmış, aciz. Kalkıyorum. Sonbahar gelmiş. Babam iki mevsim geçtiPantolonundan yayılan sidik kokusuna burnumu tıkayarak soyuyorum üstündekileri. Elini donuna atıyorum. Birden ğinden iki kere küfelik olmuş.
www.baltadergi.com Kasım 2019
35
Değmezmiş Burhan Kâzım Çalık yeni günü karşılamakta hercai soluyan kuşlar lale dalına öykünür rahmet arzulayan tohum çığlık çığlığa ağlayışlarla başlar tüm doğuşlar yeryüzü gökyüzü ve ötelerde yekvücut uyum
herkese benzemek en kolayını seçmek olur hesapsız niyet, eylem koymaksa irade tecellisi mesuliyet denkleminde bilinmeyen değerler dara düştüğümdeki tavırdır en geçer akçelisi
kabuğunu kırar yavru ve hayata doğru koşar düşünceler sınır tanımaz sonsuzlukta dolaşır bilinç altında devinimle güzideleşen hareket kınında zamanını bekleyen çifte su kılıç taşır
bir bir gerçekleşti aklımdan hiç geçmeyenler bırakın kutlasınlar dört başı mamur yenilgimi belki bir kurtuluştur benim son sandıklarım belki hüzünlerim doyuruyordur şu benliğimi.
her netice yüzünde gülücük açtırmaz insanın yola revan olurken umulmayan birçok sebep ayrılıkla nihayetlenebilir umutlu başlangıçlar beklenmedik bir bitiş yazabilir mor mürekkep
annemin gözyaşı, babamın hayırsız evladıyım sürükledim onları da sürgünlerime peşimden ismim mirasıdır gök bakışlı dedemin yadıyım ümitleri tükenmedi ışığı sönmüş güneşimden
inandığım noktadan vurulduysa koyu bahtım kavi doğruların değil zaaf, “değmezmiş” derim tecrübe yaşamadan edinilmiyor kısa ömürde bugün olsa yine yeniden şansımı denerim...
36
www.baltadergi.com Kasım 2019
i Müziğ in ek iç dinlem
Öneri Baltası Takip Edilesi
İzlenesi
İstanbuldomes
Cennetin Rengi
Fotoğraf sanatçısı Evren Mert, kubbeler şehri İstanbul’u karış karış dolaşıp camileri, türbeleri ve kiliseleri, kamerasının objektifinden twitter ve instagram hesabında bizlerle paylaşıyor. Ayrıca sosyal medya hesabında Kapalıçarşı’dan, Beyazıt Devlet Kütüphanesinden ve İstanbul Metrosundan da kubbelere yer veren sanatçı gibi biz de, “Bu güzel kubbeleri herkesin görmesi gerek,”diyoruz.
İranlı yönetmen Majid Majidi’nin 1999 yapımı filmi, doğunun dehlizlerinde yeni yollar arıyor. Şatafattan uzak, zarafet ve nezaket dolu şarkın ihtişamını işlemeye devam eden İran sineması, bu defa gözleri görmeyen Mohsen Ramazani’nin yaşantısını ele almış. Doğanın fısıltısını duymasını bilen bir çocuğun yaklaşımıyla izleyenleri dünyayı yeniden değerlendirmeye çalışan filmin IMDB Puanı 8,2.
Tanpınar Merkezi
Acı Aşk
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından 2017 yılında kurulan merkez, başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere, 19. yüzyıldan günümüze kadar edebiyatımızın önde gelen simaları hakkında konferans ve çeşitli programlar düzenliyor. Tanpı- n a r ’ı n roman elyazmaları, mektupları, gezi notları, makale müsveddeleri, şiir taslakları, çeviri çalışmaları, yarım kalmış senaryo ve piyesleri ile çeşitli notlarından oluşan arşive mutlaka göz atmalısınız.
Onur Ünlü sinemasının en göz ardı edilen başyapıtlarından Acı Aşk, zengin oyuncu kadrosuna sahip olsa da vizyona girdiği 2009 yılında izleyicilerin ilgisi çekmeyi başaramadı. Halit Ergenç, Cansu Dere ve Ezgi Asaroğlu gibi usta oyunculara yer veren şair mah- l as ıy l a Ah Muhsin Ünlü, Acı Aşk’ta da edebiyattan yararlanmayı ihmal etmemiş.
Okunası
Nur Güleç
Edebiyata Övgü – Mario Vargas Llosa / Carlos Fuentes 2014 yılında Celâl Üster tarafından dilimize kazandırılan eser, içerisinde iki konuşma metni ve bir makale barındırıyor. “Neden edebiyat?” sorusuna yanıt bulmaya çalışan kitap, nitelikli edebiyat kaygısını yüreğinde taşıyanların sığınacağı liman mâhiyetinde. Notos Kitap etiketiyle raflarda yer alan eser 70 sayfa.
Sokaknâme – Sedat Anar Onu hep önünde santuru, kadim diyarlardan gelen ezgileri bizlerle buluştururken gördük. Bu kez eline zahme değil, kalem aldı ve santurun peşinde gri Ankara’dan Tebriz’e uzanan yolculuğunu anlattı. “Sanatın eliti yoktur. Sanat, her şeyiyle dünyayı daha iyi bir yer kılma çabasıdır,” diyen Anar, kitabını dünyanın bütün sokak sanatçılarına ithaf ediyor. Anar’ın samimi üslûbu sizi kâh güldürecek, kâh duygulandıracak, sık sık da şaşırtacaktır. 2018 yılında İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan kitap 227 sayfa.
Dinlenesi Berkelee College of Music’in Türkiye şubesi Modern Müzik Akademisinden mezun o kız çocuğu artık büyüdü. Akordeonundan dünyaya yaşam saçıyor, hayat gibi yürüyor; bazen dertlendiriyor, bazen neşelendiriyor. Kimi zaman vapurda, kimi zaman coşkunca çağlayan denizin sarıldığı kayaların hemen üstünde Nur Güleç’in akordeonu yerkürede o an ne yaşanıyorsa eşlik ediyor.
Lena Chamamyan O ilk konserini verdiği yaşlarda biz okuma yazmayı dahi bilmiyorduk. Evet, yanlış duymadınız. Annesi Mardinli, babası Kahramanmaraşlı Ermeni asıllı Lena Chamamyan, Şam’da dünyaya geldiğinde yaşamın güçlüklerinden bihaberdi. Suriye’deki sa- vaştan kurtulmak için Fransa’ya yerleşti, müziğini de peşinde sürükledi. 5 yaşından beri sanat yaşamında bütün ihtişamıyla ve kadife sesiyle yürümeye devam ediyor.
www.baltadergi.com Kasım 2019
37
38
www.baltadergi.com KasÄąm 2019
EVET, BİZCE DE ÇOK SIKICI AMA BİR GÜN DÖNECEĞİZ.
www.baltadergi.com Kasım 2019
39
*
40
Bu ay poster için Emel Matlouthi’yi düşünmüştük ama telif ister diye vazgeçtik.
www.baltadergi.com Kasım 2019