Balta Dergi 10. Sayı

Page 1

Kültür ve Edebiyat Dergisi

2019

Aralık

Sayı:10

Artemisia Gentileschi - The Annunciation

İçimdeki putları devir!

Harun Bora Tunç - Alper Şahin - Soner Ataibiş- Denizhan Gültekin - Ümit Aras Dağlı - Özlem Çelik - Merziye Mevlana - Tamer Sağcan Tayfun Öztürk - İsmail Özcan - Enver Sağlık - Yeliz Ekşi - Kubilay Yılmaz - Bayram Şafak Arslan - Emre Kılagus - Burhan Kâzım Çalık Fatma Ekşi - Şaduman Tatlı - Fatma Dicle Karabınar - Mustafa Çakmak - Derviş Bozkurt - Emel Karayol


İÇİNDEKİLER 4

8

ISSN 2651-5431 Yıl: 1

Sayı: 10

Aralık 2019

11 12

Artemisia Gentileschi Harun Bora Tunç

Bir Gündüz Daha Alper Şahin

Öze Sesleniş Soner Ataibiş

Scachs d’Amor Denizhan Gültekin

13 Gece Düşü

Ümit Aras Dağlı

İmtiyaz Sahibi Denizhan Gültekin Yazı İşleri Sorumlusu Harun Bora Tunç Editör Yeliz Ekşi Yayın Kurulu Fatma Dicle Karabınar Alper Şahin Grafik Tasarım Durmuş Ali Gürtoklu

14 17 18 21 22 23 24

Çarptı Mı? Özlem Çelik

Gamlı Bir Gam Sohrab Sepehri - Merziye Mevlana

Gerçeği Uzaklarda Aramak Tamer Sağcan

Yazgı Tayfun Öztürk

Ofelya İsmail Özcan

Sen Varsın Enver Sağlık

Tehlikeli Olmak Geleceğin İşidir Yeliz Ekşi

27 Çınar Altındaki Gece Kubilay Yılmaz

İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta

28 29 30 31 32

Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce top-

35

kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesu-

Teşekkürler.

2

Beni Benden Alıyor Nağmeli Sesi Burhan Kâzım Çalık

Paslarımın Keskin Yanı Fatma Ekşi

Zula Şaduman Tatlı

Kader ve Tanrı Buyruğu Fatma Dicle Karabınar

Hume ve Kant Mustafa Çakmak

Derviş Bozkurt

38

Umursamaz Bir Sarmanla Yarım kalmış Bir Sohbet Emel Karayol

liyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir.

Jenny Joseph - Bayram Şafak Arslan - Emre Kılagus

36 Boynu Bükük Başkaldırı

lu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde

İhtarname

40 Öneri Baltası

www.baltadergi.com Aralık 2019


Balta Dergi’den herkese merhabalar, Kıymetli okur, kış bizim için dışarıda yağan karı elimizdeki kahveyle pencereden izlemek, kartpostallık manzara fotoğraflarına bakıp iç geçirmek, sobanın üzerinde kestane pişirip yemek ve bilumum romantizmden ziyade köprü altlarında uyuyan evsiz insanları, donmamak için kaputun altına sığınan hayvanları, cep yakan doğalgaz faturalarını ve doğanın hüznünü ifade ediyor. Zira kışı yalnızca romantizmden ibaret gören insanlar, hayatlarında bir defa bile sabahın ayazında sobaya kova doldurmamış ve elleri soğuktan çatlamamıştır. Yılın son sayısının kapağında “Onurlu ve Gururlu Bir Kadın” Artemisia Gentileschi’ye yer verdik. Kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin gündemi gasp ettiği ve vicdanları yaralamaya devam ettiği bir ülkede ancak “Onurlu ve Gururlu Bir Kadın” a yer verilebilirdi. Zâtınıza hoşça bakın ve bu ülkenin kadınlarının gülmesine yardımcı olun. Şimdi #BaltaBilenecek

www.baltadergi.com Aralık 2019

3


Artemisia Gentileschi

Onurlu ve Gururlu Bir Kadının Hikâyesi Harun Bora Tunç

Rönesans ve reform hareketlerinin filizlenmeye başladığı yıllarda kadının toplumdaki yeri tartışma konusu olmaktan çok uzaktı. Feminizm [ilk feminist kadının Lilith olduğu iddia edilir ama Kur’an’da kendisine yer verilmemiştir] icat edilmemişti, Femen Kadınları [Ukraynalı aktivist Anna Hutsol’un kurduğu erkek egemenliğine muhalif örgüt] henüz doğmamıştı ve Bağdat Caddesinden kilometrelerce ötedeki Gülhane Parkında Hürrem Sultan’a [hayır, Meryem Uzerli değil] yazdığı şiirleri okuyan haşmetli padişah Kanuni Sultan Süleyman [bu da Halit Ergenç değil] Fransa’ya dansı yasaklamasıyla ahfadının övüneceğinden bihaberdi. İtalyan ressam Orazio Gentileschi, hanımın vefatından sonra üzerine daha da titremeye başladığı kızının, kendisi gibi sanatçı olmasını istemiş ve Barok sanatının müstesna eserlerini sergilediği atölyesinde ona da bir şövale ayırmıştı. Henüz 15 yaşındaki Artemisia oldukça yetenekliydi ama hayalleri bu atölyeden ibaretti; beyaz kâğıdın önüne her çıktığında yalnızca babasının ona öğrettiği tekniklere göre fırçasını hareket ettirebiliyordu. Durumu fark eden Orazio, kızının istikbalini mahvedeceğinden bihaber, onu dönemin ünlü ustalarından Agostino Tassi’ye emanet etti. [Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir. | Karl Marx] Orazio ile Tassi yakın arkadaşlardı, aralarında 10 yaş yoktu. Biri Pisa’dan, diğeri Perugia’dan sanatın merkezi Roma’ya gelmiş ve cemiyete isimlerini kabul ettirmişlerdi ama Tassi bu anlamda Orazio’dan çok daha büyüktü. Öylesine hırslıydı ki, Perugia’yı ve

4

www.baltadergi.com Aralık 2019

geçmişini yalanlamış, Roma’da doğduğunu iddia etmişti. Yalnızca İtalya topraklarından beslenmiyordu, doğduğu yıllarda Çizme’yi kasıp kavuran Osmanlı ordusunun dehşetli nevbetlerinden, marşlarından ve mehter bölüğünden bile ilham alıyordu. Kıyı ve deniz tabloları, yaşadığı dönemde herkesin takdirini kazanmıştı, belki de ressamlığa adım atmak isteyenler için en uygun isimdi. Bu sebeple Orazio da kızını onun çırağı yapmaya karar vermişti. Artemisia, ünlü ressamın yanında tekniğini geliştirdi, yeni çizim metotları öğrendi ama bir gün Cosimo Quoris adındaki arkadaşıyla eve gelen Tassi, henüz 19 yaşındaki genç kadına tecavüz etti. Sonrası daha da mide bulandırıcıydı; Orazio, evlilik sözü aldığı için bir süre şikâyetçi olmadı, Tassi ise itibarını zedelememek için verdiği yemini, yıl geçmeden bozdu. Hadise mahkemeye taşındığında hem tecavüzle, hem de hırsızlıkla suçlandı. Orazio, aldığı akıllardan olsa gerek, kızını iğfal eden ressamın, evinden ünlü bir tablosunu çaldığını da iddia ediyordu. [Tassi’nin nikâhlı karısına tecavüz ettiği, şehirden kaçarak izini kaybettiren kadının peşine haydut taktığı ve kayınbiraderiyle ensest ilişkisi olduğu da söylentiler arasındaydı.] Yedi ay süren duruşma sona erdiğinde iki yıl hapis cezası aldı ama bir yıl bile yatmadı. Roma’dan beş yıl sürülmesine dair verilen karar tam anlamıyla uygulanmadı, ölene değin bu şehirde yaşamını sürdürdü. Akıllarda ve vicdanlarda hiçbir zaman aklanmadı. Bütün bunlar olurken Artemisia köşesine çekildi ve her şeyi sessizce izledi. Babası, onu yalnız bırakmış,


evlilik sözü aldığı için büyük ihtimalle tecavüzcüketleri beklemeye başlar. Ancak şehirde yaşayanlar süne ses çıkarmamaya zorlamıştı. Gözlerini her kaarasında güzelliğiyle dillere destan olmuş, varlıklı, padığında aynı şeyleri gördüğü şüphe götürmez bir soylu afet-i devran Judith [vamp bir kadın olmagerçekti ama evlendirileceğine göre Tassi’den hoşlı] en güzel kıyafetlerini giyer ve zalim komutanın lanmayı ya da sevmeyi denediği de olmuştu. [1997 çadırına girer. Elbette beklenen olur ve Holoferyapımı bir filmde Tassi’yle aşk yaşamış gibi nes’in, bu güzellik karşısında dili tutulur, hanımcıgösteriliyordu, söz konusu sahneler feministlığın kazanacağını da önceden bilecek kadar ahmak lerden ve sanat tarihçilerinden tepki çekti.] olmadığından onun dilediği kadar şehirde kalmaNihayetinde evlenememişti, elden ne gelirdi? [Kız sına, dua etmesine müsaade eder. Samimiyetleri çocuklarının tecavüzcüleriyle evleno kadar ilerler ki, üç gecenin sonunda karşılıkdirilmeleri yeni bir şey değil demek lı oturup şarap içmeye başlarlar. Judith, zalim ki.] Ona destek vermek için sosyal medgenerali sarhoş ettikten sonra çadıra gizlice i yada gündem oluşturulamazdı, mecliste hizmetçisini alır ve eline geçirdiği kılıçla kesMüziğ in k iç inleme d önerge verilemezdi, slogan atılamaz ya da ulu tiği Holofernes’in başını çuvalın içine koyar, orta yerde soyunulamazdı. Artemisia, hayatıkentin meydanında askerlerin önüne fırlatır. nı mahveden iki erkeği, onların yöntemleriyle Komutanlarının kellesini yerde sürünürken vurma yolunu tercih etti. Ne de olsa o ikisinin gören Asurlular şehri terk ederler. Herkede öğrencisi sayılırdı. İlham kaynağı da İncil sin evlerine çekildiği, korkudan kaçacak olacaktı. delik aradığı İsrail’i kurtaran işveli ve cazibeli Eski Ahit’te sahihliğinden şüphe edilen metinler kadın Judith olmuştur. arasında yer alan anlatıya göre Asur Kralı NebukadArtemisia Gentileschi, Judith’i kafasına koyar. Atölnetsar’ın acımasızlığıyla nam salan generallerinden yeye kapanır ve eline fırçasını alır. Aynı hikâyeyi, Holofernes, uzun uğraşlar sonunda İsrailoğullababası Orazio’nun örnek aldığı Michelangelo Merisi rının yaşadığı kenti [Babil diye rivayet olunur, da Caravaggio [Barok sanatının ilk eserlerini verdi, metinde İsrail diye geçer.] düşürmüştür. Esir isim benzerliğinden dolayı Ninja Kaplumbağalaredilen halk karalara bürünür ve başına gelecek feladan birinin adına ilham olan Rönesans sanatçıların-

www.baltadergi.com Aralık 2019

5


Merisi da Caravaggio - Judith and Holofernes

dan Michalengelo di Lodovico Buonarroti Simoni ile karıştırılmasın] da işlemişti ama Artemisia’nın niyeti ondan çok farklıydı. Caravaggio’nun tablosunda Judith ve hizmetkârı fazla kadındılar. Holofernes’i boğarken sanki bir insanı öldürmekten çok sıradan ev işi yapıyor, bulaşık ya da çamaşır yıkıyor gibi yüz ifadeleri ve elleri vardı. Artemisia’nın kadınlarıysa güçlüydü, zalim komutanı boğazlarken gözlerinden nefret saçıyorlardı ve en önemlisiyse katledilen Holofernes’in yüzü Agostino Tassi’nin yüzüydü. Dikkatli bakıldığında Judith’in yüzü de Artemisia’nın yüzüne benziyordu. Yani tabloda Judith, Holofernes’i değil, Artemisia, Tassi’nin kafasını kesiyordu. Ve insanlar ilk defa bu kadar kanlı bir çizimle karşılaşmışlardı. Ressamın kadın kimliğine bile tahammül etmekte zorlananlar “Judith Slaying Holofernes” adlı tabloyu yerden yere vurdu. Judith’in dekoltesi fazla cüretkârdı. Yardımcısıyla ikisi çok güçlü görünüyor, her ikisi de iri kollarıyla Holofernes’in üzerine çullanıyorlardı. Hizmetçi kadın sanki sahibesi istediği için değil, bizzat kendi istediği için öldürüyordu. Elbette gereğinden fazla kan ve yüzlerdeki detay eleştirilerin dozunun artmasına sebep oldu ama buna rağmen Artemisia durmadı. Bu defa Tevrat’ta yer alan Daniel Peygamber kısassında bir hikâyeden esinlendi. Hikâyeye göre Susanna adında Yahudi kadın, evinin bahçesinde duş alırken iki yaşlı adamın tacizine uğ-

6

www.baltadergi.com Aralık 2019

rar. Adamlar çıplak kadının yanına kadar gelerek, eğer onlarla sevişmezse iftira ederek şikâyet etmekle tehdit ederler. Susanna teklifi kabul etmez ve iki adamın iftirasıyla mahkemeye çıkar, idam cezasına çarptırılır ancak Daniel Peygamber olayı soruşturarak müfterilerin suçlarını ortaya çıkarır. Bu hikâyeyi Guido Reni, Massimo Stanzione, Alessandro Allori ve Jan Matsys de çizimlerinde işlemişlerdi ancak Artemisia burada da farkını ortaya koydu ve Susanna’yı çırılçıplak çizdi. Yüzünde utançtan eser yoktu, elleriyle iki ihtiyar sapığı reddediyor, yüzünden nefret akıyordu. İki adamdan biri eliyle Susanna’a sus işareti yapıyordu, belki o da Orazio Gentileschi’den başkası değildi. Artemisia Gentileschi, 17. yüzyılın puslu havasında tacize, tecavüze, zorla alıkonulmaya ve susturulmaya rağmen dik bir şekilde hayata yürüdü. Ona yaşamı zehir etmeye kalkanları kendi silahlarıyla vurdu ve dönemin en ünlü sanatçılarından biri oldu. Kendisi gibi ressam olan Piero Antonio Satiattesi ile evlendi ve bütün dedikoduları arkasında bırakarak eşiyle Floransa’ya taşındı. Sanata ve ilerlemeye önem veren Medici Hanedanının dikkatini çekti, onlar için yeni tablolar çizdi, Floransa Desen Akademisine kabul edilen ilk kadın oldu. Floransa’dan ayrılarak Napoli’ye yerleştiğinde ise kariyerinin zirvesindeydi. Artık herkes onu tanıyor ve saygı duyuyordu. Hayata da burada veda etti. Onurlu ve gururlu bir kadın olarak…


www.baltadergi.com AralÄąk 2019

7


Bir Gündüz Daha Alper Şahin

Doruklarda inzivaya çekilmişti kış. Toprak, üzerindeki beyaz tulumu yırtmış, atmıştı. Güneş mağrur mağrur gülümsüyordu Şeref Dağlarının yücesinde. İmamın sesi, horozlardan sonra duyulmaya başlamıştı artık. Ahali, istiladan yeni kurtulmuş bir kentin hür sakini kadar şen şakraktı, oysa kara kışın telef ettikleri düşünülürse, kalanlar tümden kılıç artığıydı. Abdullah, Murat Nehri’nin yamacındaki bir ağacın nemli ve çıplak gövdesine sırtını dayamış, bekliyordu. Etrafı yokluyor, gelen giden olmadığını görünce de, elindekini söndürmeden bir sigara daha yakıyordu. Endişeliydi, çünkü Gulê’nin de çoktan burada olması gerekiyordu. Tabakasındaki son sigarayı da yaktığında, gün ikindiye ermişti. Kızarık bir ışık, önündeki suda kırılıyordu. Gulê’nin eline, al yanağına dokunmadan geçirmişti koca kışı. Akça yüzünü, kara gözünü doya doya seyredecekti nihayet bu sabah. Ezan okunduğu gibi çıkacaklardı evlerinden, burada buluşacaklardı. Boş verecek yârinin mahmurluğuna, görüşemeden geçirdikleri bu kahpe mevsimde, onu ne denli özlediğini fısıldayacaktı kulağına. Karanlık çöktüğünde yükseklerden çakal, kurt ulumaları, yaban domuzu bağırtıları duyulmaya başladı. Kışı yarı aç yarı tok geçiren hayvanlar, muhakkak karınlarını doyurmak için ovaya ineceklerdi. Zaten Gulê’nin de geleceği yoktu. Burada öylece bekleyeceğine, hiç değilse köye varır, ne olduğunu öğre-

8

www.baltadergi.com Aralık 2019

nirdi. Ardını döndü, hızlı hızlı yürüdü çığır boyunca. Köy meydanındaki kahvehanenin ışıkları hâlâ yanıyordu. Oysa bu saatte herkes evinde pinekliyor olurdu. İyice telaşlanmıştı. Ya Gulê’nin başına bir iş gelmişse? O yana doğru seğirtti. Kahvehaneye girdi. Ahali içeriye irkilmişti. Önündekileri iterek ortaya doğru yürüdü. Bir masada kendi babasını ve Gulê’nin babasını gördü. Kendi babası yumruğunu sıkmış, gözlerini karşısındakine dikmişti. Gulê’ninki boynunu bükmüş, karşısında alacaklı gibi kurulmuş adamdan kaçırıyordu bakışlarını. Abdullah: “Amca!” dediğinde, mahcup adam da başını kaldırabildi ancak. İki gözünde birer damla belirince, yine boynunu büktü adam. İçeridekileri süzdü bu kez de. Hepsi de gözünü kaçırıyordu. Ancak babası: “Abdullah, bacına söyle, yarın takıları geri alsın,” deyince anlamıştı nişanın bozulduğunu. Ne olduğunu bile soramadan, apar topar ayaklanan babasının peşine takıldı, çıktı kahvehaneden. *** Abdullah, eve varmadan önce Dar’ül Hadis Camiinde ikindi namazını kılmış, şimdi de çocuklarına kavala kurabiyesi almak için Saraçlar Caddesindeki dükkâna doğru yürüyordu. Üzerindeki turkuaz üniformayı ve omuzundaki tek yıldızlı apoleti gören esnaf dükkânına buyur ediyordu. Tüm davetleri nazikçe reddettiyse de, kuytu köşedeki Dibek Kahvesinin işletmecisini kıramadı.


Dükkânın kuru kahve kokulu taşlık avlusundaki iskemlelerden birine kuruldu. Adam da elinde iki fincanla geldi, karşısına oturdu: “Amirim, şeref verdiniz,” dedi. Abdullah: “Estağfurullah kardeşim, şeref bulduk,” diye karşılık verdi ve çini fincanı ağzına götürdü. İki gözünü kısarak bir yudum aldı: “İnan, sırf şu kahvenin hatırına bile Edirne’den tayinimi istemem,” dedi. “Siz tayininizi isteseniz bile, biz sizi bırakmayız artık. Trakya insanı böyledir amirim. Birine kanı kaynadıysa, daha da kopamaz ondan.” Memuriyetinin başından beri şehir şehir gezmişti Abdullah. İstanbul, Mardin ve Bursa’dan sonraki durağı bu küçük ve içten şehir olmuştu. En çok da burayı sevmişti. “Zaten ben de sizlere alıştım artık,” dedikten sonra, “Ee, işler nasıl gidiyor,” diye sordu. “Fena değil be amirim. Hafta sonunu bekliyoruz, Bulgarlar, Yunanlar gelsin diy.. Onlar geldi mi bayram ediyor esnaf.” Muhabbet koyulaşmıştı ki, Bedestenin yukarısındaki kasetçiden yükselen türkü, ikisinin de sesini bastırdı. Abdullah iskemleden kalktı. Topukları sese doğru peşi sıra vuruyordu. Sanki civardaki tüm sesler kısılmıştı da yalnızca bu türkü işitiliyordu. Mırıldanarak eşlik etti: “Şeref Dağlarında uçan kartallar / Al başını dön gel diyor Bingöl’e” Bu türkü, Şeref Dağlarında giz kalmalıydı. Bu türkü, Abdullah’tan gayri kimsenin dudağından dökülmemeliydi. Bu türkü, Gulê’den gayri kimsenin kulağına dokunmamalıydı. Bu türkü, yârin servi boyundan, al yanağından, kara gözünden başkasını okşamamaya yeminliydi, yeminli kalmalıydı. Abdullah, kasetçinin önüne vardığında kolları aşağı düşmüş, öylece dikiliyordu. Çok sevdiği çingene kızının, bacaklarına sarıldığından habersiz, mırıldanmaya devam ediyordu: “Ah Şeref Dağları var Bingöl’ün

içinde / Soğuk sular çağlar Murat içinde” Murat Nehri şu an ayağının önünde akıyordu sanki. Yamacındaki ağaçlardan birinin dibinde, Gulê’yi boynundan öpüyor: “Gulê, şu dağların içi kor ateşmiş ya…” diyordu Şeref Dağlarını göstererek: “Benim içim daha da kor, daha da yangın kız.” Ardından Gulê’nin maral bakışlarını izliyor, daha da yanıyordu. Türküyü mırıldanırken niyazdaymışçasına titriyordu dudakları: “Ah le Bingöl’e, vah le Bingöl’e / Beklesin Gulê az kaldı”. Alnı terlemişti. Kasketini çıkardı. Saçı ıpıslaktı. Eski Camiinin minaresindeki ezan sesi caddede yankılanınca, kasetçi de türküyü kapadı. Abdullah tam da o anda bir ses işitti. “Gülizar! Kime diyorum! Gülizar!” Sese doğru döndü. Servi boylu, al yanaklı, kara gözlü Gülizar, maral bakışlarıyla onu izliyordu. Kolundaki ihtiyar kadın, Gülizar’ı çekiştirirken, ardı sıra fısıldadı Abdullah: “Gulê!” *** Abdullah, Gulê’yi gördü göreli uykusuzdu. Hem ev hem de işyerinde ruh gibi geziyordu. Onu son gördüğünde daha toydu. Şimdi yolun yarısında, evli barklı adam olmuştu. Onca yıl sonra ummadığı bir yerde, ummadığı bir zamanda nasıl da denk gelmişti bu kadına? Aklı almıyordu. Hayaldir diye kendini avutuyorduysa da, sahi olmaması daha da ürkünçtü. Çünkü Gulê’yi, kendi manevi varlığında yitirmek için yabana düşmüş, çok sevdiği memleketine uğramaz olmuştu. Hâlâ o kadının hayalini görüyorsa eğer, çektiği onca kahır boşunaymış demekti. Elinde kasket, ağzında sigarayla karakoldan çıktığında, Gulê’yi avluda beklerken gördü. Kadın, onu gördüğünde üzerine çekidüzen vermeye koyulmuştu. Dudağındaki sigarayı tükürdü, Gulê’ye doğru yürüdü. Yanına vardı ve kin dolu

www.baltadergi.com Aralık 2019

9


“Murat’ın yamacında buluşacağımız sabah…” dedi, bakışlarla süzdü kadını. nemli gözleri iyice yaşarınca durakladı. Masadaki Gulê mahcupça eğdi başını. Karşısındaki bir şey mendile uzandı, gözlerini kuruladı. “Köyden çıkdemeden yürümeye koyulunca, o da takıldı peşine. mış, geliyorken, Sadin Ağa’nın oğlu yolumu kesti. Bir çayevine girdiler. İki çay geldi masaya. Abdullah Yanında da adamları… Niyetinin bozuk olduğubardağı sıkı sıkıya tutuyor, Gulê ise davranmaya çenu anladım. Çığlık atacaktım ki, biri vurdu, bayılttı kiniyordu. beni. İlk kez gördüğüm bir evde ayıldım. Başımda da Neden sonra: “Ben evliyim Gulê. İki çocuğum o, ağanın oğlu… ‘Korkma Gulê!’ dedi: ‘Sana çok iyi var,” dedi Abdullah. bakacağım.’ Yine de korktum. Bilmediğim bir evde, Bunu Gulê de biliyordu. Edirne küçük bir şehirdi. tanımadığım bir adamlayım. Hani bir Allah kulu gelKentin mühim insanları herkesçe tanınır, bilinirdi: se de kurtarsa beni, yine kimseye açıklayamam. Evin “Yıllar sonra biri bana Gulê diye seslendi Abdullah,” camlarına tahta çakmışlar. Tahtanın kenarından bir dedi. ışık sızıyordu da gündüzü, geceyi sayabiliyordum. Abdullah, karşısındakinin yüzüne bakmadan koTam 364 kez gece, 365 kez gündüz oldu. İnan aklım nuşuyordu: “Ne diye sesleniyorlar ki,” diye sordu. hâlâ Murat’ın yamacındaydı.” “Bana burada Gülizar diyorlar. Kendime yabancı Abdullah, masadaki bardakları almak için gelen hissediyorum. garsonu def etti. Yalnız kaldıklarında Gulê anlatma“Duydum. Kaynanan da Gülizar diye sesleniyorya devam etti: “365. gündüz olduğunda, ağanın oğlu du.” geldi: ‘Sana dokunmaya kıyamadım Gulê.’ dedi: Gulê: “Sen o çarşıdaki ihtiyar kadını diyor‘Hani razı geleceğini bilsem yine de kıyamazdım sun. Kaynanam değil, yengem o. Büyük ya... Bir ümit bekledim işte…’ dedi, saldı beni. amcamın karısı,” dedi tebessüm ederek. Köyün girişine vardığımda karanlık çökmüştü. Karşısındaki başını kaldırıp da görememişti ziği ü M Uğru gibi girdim kendi evime. Ne anamın ne gülümsediğini. ek için dinlem de babamın yüzünü gördüm. Kıvrıldım bir Abdullah: “Senin çoluk çocuğun yok mu köşeye. Öyle huzurlu uyudum ki Abdullah… Gulê,” dedi. Sanıyordum ki 365 kez gündüz olmuş, 366 Bu bir soru cümlesi mi, ikaz cümlesi mi anda olacak. Sabah abim uyandırdı. Bilirsin, layamamıştı Gulê. Yine de soru varsaydı: “Yok,” Yusuf bizim oranın insanına benzemez, diye yanıt verdi. yufka yüreklidir. Ama o bile bana sokulmadı bir Abdullah daha da sert sesle: “Niye, evli değil süre. Başıma gelenleri bir bir anlatınca: ‘Git bacım.’ misin,” dedi. dedi: ‘Burada insan içine çıkamazsın.’ Babamı sor“Değilim.” dum. Yemin billah etmiş, alnımın çatından vuracak“Ne oldu kocana?” mış beni. ‘Peki ya Abdullah?’ diye sordum.” Burada Gulê: “Sen ne diyorsun Abdullah!” dedi. Beydurakladı Gulê. Abdullah’a bakarak manidar gülümninden vurulmuşa dönmüştü. Abdullah da diğerleri sedikten sonra: “Evlendiğini orada öğrendim,” dedi. gibi düşünüyordu demek ki. O da ondan başkasına “Meğer bir daha gündüz olmayacakmış. Artık köyde eş olabileceğine inanıyordu, öyle mi? Masadaki çay durmanın ne âlemi var? ‘Tamam, gideceğim.’ dedim. bardağını parçalamak istedi bir an için. Ah şu yılların Terminale varana dek nereye gideceğimi bilmiyorvakurluğu yok mu? Lâl etse iyiydi de sözsüz bırakıdum. Ben köşede beklerken, abim elinde Ankara yordu insanı! biletiyle geldi. Oradan İstanbul, oradan da Edirne… Abdullah, yanıt almayınca yineledi sorusunu. Ben yoldayken de amcamı aramış: ‘Gulê sana emaGulê, dudaklarının titremesini ancak durdurabildi: nettir. Mukayyet ol.’ demiş. O gün bugündür bura“Ne kocası Abdullah,” dedi: “Ben hiç evlenmedim ki.” dayım işte.” Aniden kafasını kaldırdı Abdullah. Gulê’nin yüz Abdullah üst üste burnunu çekiyordu. İki gözü ifadesini görmeseydi eğer alay ettiğini sanacaktı. kan çanağıydı. Gulê’ye bakamıyor, baksa ne diyece“Madem evlenmedin, onca zamandır neredeydin ğini bilemiyordu. Gulê,” diye sordu. “Sadin Ağa’nın oğluyla…” dedi, Gulê: “Olsun Abdullah. Yıllar sonra biri bana durdu. Dili varmadı gerisini söylemeye. ‘Gulê’ diye seslendi ya, o bile yeter. Hani, kendime Gulê gülümsüyordu. Abdullah’ı birkaç dakika yabancı hissediyorum, demiştim ya... İyi oldu konuşdaha görmeme pahasına bir söz daha etmemeyi yeğtuğumuz,” dedi. Toparlandı. Masadan kalkarken güllerdi. Ağırına gitmişti duydukları. Ama yıllar sondü: “Vallahi özlemişim Abdullah.” ra karşısına çıkabildiyse, anlatacaktı da olan biteni.

10

www.baltadergi.com Aralık 2019


Öze Sesleniş (deyiş) Soner Ataibiş

Türâb edip canım yoluna sersem Mecnunî çöllerde çiçekler dersem Bâğ-ı gülistana mihnet edersen Bülbülün figanı yetişir gönül Dervişler sözüne bîgâne durma Cehl ile eyleşip fikrini yorma Tanrı buyruğunu kullardan sorma Hakîkat nefs ile çelişir gönül Düştüm de ardına çağrına uydum Öl dedin aklıma pranga vurdum Sevdasına düştün kuzuyken kurdun Hayat da ölümle sevişir gönül Bilirim güldürmez ağlatır her dem Bir kara sevdadır atılmaz serden Gün olur da bezer yaban ellerden Yol tutar cânâna erişir gönül

i Müziğ in ek iç dinlem

www.baltadergi.com Aralık 2019

11


Scachs d’Amor* *Aşkın Satrancı Denizhan Gültekin

Çaturanga, Sat-RanÇu veya bilinen adıyla satranç; insanlık tarihinin en eski oyunlarından biridir. İlk defa kimler tarafından ve nerede oynandığı kesin olarak bilinmese de çeşitli kaynaklarda Orta Asya stepleri, Hindistan veya Çin’de ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Oynanışı ve kuralları yıllar içerisinde birçok kez değişse de satrancın âdemoğlu için önemi asla değişime uğramamıştır. Dün yontulmuş taş parçalarıyla oynanan oyun, bugün bilgisayarlara karşı oynanabiliyor; hatta bilgisayarlar bilgisayara karşı mücadele edebiliyor –mesela Stockfish ve AlphaZero. Bilinen ilk satranç otomatını 1769 yılında Wolfgang von Kempelen, Maria Theresa için yapmış, robota da “Mechanic Turk” adını vermiştir –Benjamin Franklin ve Napoléon Bonaparte, The Turk ile maç yapmış ve kaybetmişlerdi. Edgar Allen Poe ise ünü kıta Avrupasını aşan The Turk için şunları yazmıştır: “Oyunu kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor.” Tarih boyunca krallara, şahlara ve bilginlere yoldaşlık eden oyuna insanlık, birçok anlam yüklemiştir. Kimisi onunla savaş stratejileri hazırlamış, kimisi perişan halkını açlıktan kurtarmış, kimisi de ölümle satranç oynamıştır –Ingmar Bergman’ın 1957 yapımı ‘Yedinci Mühür’ filmi buna çok güzel bir örnek. Günümüzde, notasyonu tutulan her oyuna ulaşmak mümkün; fakat 1475 yılında Valencia’da oynanan öyle bir karşılaşma var ki modern satrancın başlangıcı olarak kabul edilmiş ve tarihte bilinen ilk satranç müsabakası ismiyle kayıtlardaki yerini almıştır. Bu karşılaşmada her iki taraf da hamlelerini her kıtası 9 mısra olmak kaydıyla şiir eşliğinde söylemiştir. Beyazlarda Don Francí de Castellví (Mars), siyahlarda da Narcís Vinyoles (Venüs) isimli iki şair, hakem Mossèn Fenollar

(Merkür) gözetiminde [ABAB/BAB/CC] formatında stanzalar–bizdeki bent veya kıta formatına benziyor- olacak şekilde müsabakaya başlamıştır. Her iki tarafın kendini tanıtmasından sonra Castellví hamlesini yapmıştır: “Savaş için seçilen tüm erkekler, sevgiyi savaşın adı olarak kabul etmek için o alana doğru ilerledi ve en yiğit piyade iki adım ileri çıktı.” Rakibinin hamlesine karşılık olarak Vinyoles: “Nazik leydi, Tanrı’nın lütfuna sahip askerlerine savunma yapmak için iki adım ileri çıkmalarını emretti.” … Maç iki taraf için de çok çetin geçmiş ve birbirlerine üstünlük fırsatı tanımamışlardı. Castellví, sahip olduğu bir piyon ve fili –şiirde piskopos diye geçiyor- boşta bırakmış ve rakibini kurduğu tuzağa çekmeye çalışıyordu. “Piskopos öne geldi. O piskopos öldürülmeli ki bir daha bize zarar veremesin,” diyerek hamle yapan Vinyoles, rakibinin boşta bıraktığı fili alarak tempoyu karşı tarafa veriyordu. Yirmi bir hamle sonunda kazanan Don Franci de Castellví olmuş ve şu sözleri söylemişti: “Kalplerimizi coşturan Mars, önemli savaşlarda zafer elde etmek için, her şeyin üstünde olduğunu iddia ettiği onuru kazandı.” “Scachs d’Amor” isimli Don Franci de Castellví, Narcís Vinyoles ve Mossèn Fenollar tarafından bir aşk alegorisi olarak yazılan bu şiirde, satranç taşları farklı anlamlara sahip estetik ve ahlaki kavramlar içermektedir:

Taş Kral (Şah) Kraliçe (Vezir) Piskopos (Fil) At Kale Piyon

Beyaz Şeref İrade Düşünce Savaşçı Arzu Hizmet

Siyah Şeref Güzellik Görünüş Savaşçı Utanç Nezaket

Sonuç olarak, satranca dair bilinen ilk belge yalnızca 576 mısralık bir şiirden ibaret. Buradan da anlaşılacağı üzere satranç, yalnızca bir oyun olmaktan öte, edebiyatla iç içe geçmiş bir sanat olarak karşımıza çıkmaktadır.

Filmi k için izleme

Şiire ulaşmak için: http://www.scachsdamor.org/ Notasyona ulaşmak için: https://www.chessgames.com/perl/chessgame?gid=1259987

12

www.baltadergi.com Aralık 2019


Gece Düşü

Gecede kimsesiz ateşler aşkına... Yaradan bilir, içimde yorulmuş kuşa dal olma düşü Tutuşan ormana nehir soluğu ve toprak koynu, umut uğruna düşene.

Yıkılmaya yeminli çığlar ve ağzımda inanç yüklü ezgilerin ıslığı; Heyhat! Bir yanda solan ateşi harlar, bir yanda uyandırır kızgın çığı.

Önce kırılmış karanfil, sonra sızılı yiten türkü; koynumda al’a çalmış bir eski, bir yorgun mendil. Açsam, vurulmuş çocuk yüzleri dökülür. Açmasam? Rabbim elbet razı gelir.

Ey soluğu dar, ölümü bol gece Merhamet et! Yağmur sonrası şehirleri öpesim gelir!

i Müziğ in k iç e m le din

Ümit Aras Dağlı www.baltadergi.com Aralık 2019

13


Çarptı Mı? Özlem Çelik

gitmeye niyetlendim. Annemi özlemiştim. Babam “O yar beni sorarsa…” i Müziğ in k iç e m olacak adamı görmeden birkaç günü geçirebilir Önce, Tanrı bilir her şeyi. Buradan sonra, Tanle din miyim diye düşünürken, tırnaklarımı yemeye rı demeyeceğim. Ağzımdan bir kez çıktı diye, her başladım. Babamın bu yaşına kadar kesilmemiş zaman söyleyecek değilim. Ağzımdan çıkacak söz, tırnaklarının intikamıydı bu. dua niyetine geçecek diye korkuyorum. Anneme çiçek mi alsam acaba diye düşünMavi defterimi üç sene önce, şehrin tek kitapçısından almıştım. Sonra şehre birden fazla kitapçı geldi. düm. Evet, çiçek alayım. Saksıda bakabileceği Hayranlıkla izlediğim rengârenk kalemler de satılıyor bir çiçek. Tabi sürpriz yapıyordum, teyzeme haber vereartık. O gün, param renkli kalem almaya yetmemişti. Ben yim. Belki annem ona giderdi. Eve gidince kapıda kalmade çizgisiz, büyük boy ve mavi bir defter almıştım. yayım. Zaman geçiyor ama defter bitmiyor. İçine yazdıkça yaEvdeki diğer çocukların sınavı dün bitmişti. Mutfak kaçıncı yüzyıl harbinden kalmıştı, muamma. Hiç ellemezıyorum, çizdikçe çiziyorum, vizelerime finallerime çalışıyorum ama defter bitmek bilmiyor. Bereket karinesi sanki. yeyim dedim sonra gönlüm el vermedi. Mutfağı bir güzel Bitiş çizgisine ramak kalmış, şehrin son demlerinde topladım. Sonra duşa girdim. Temiz kalan son pantolonuağır ağır kaynadığım zamanlardı. Bin bela ile dövüşmenin mu ütüledim. Gri kazağımı giydim. Cüzdanım, şarj aleağırlığı sırtımdaydı üstelik. Gökyüzünü göğsüme indirtim, kulaklık. Hepsi buradaydı. Eve, kalbime, şarkıya, dönebilirdim. Anneme güzel bir miştim. Ne zaman bulutlar toplansa, bilirim şairin dediği çiçek almalıydım. Saksıda bakabileceği bir çiçek. gibi “göğsümden yağacaktı”. Ansızın su içmek isteyecek, … her yutkunuşta rahatlayacaktım. Uyurdum ama uyandı“Hele söyle bakayım, kime hesap soracaksın evladım?” ğımda kabus devam ederdi. Olan bitene de dünyaya da “Şey, amca aslında hesap sormak demeyelim, bir arkaböyle bakarken, oldu her şey. … daşımı uğurlamaya gidiyorum.” “Abi boş mu?” “Başta öyle demedin, üstelik çok sinirli görünüyorsun ?” “Boş kızım, nereye gideceksin?” “Biraz gerginim ondandır. Şey, rica etsem, radyonun “Otogara? Kaça götürürsün?” sesini biraz açar mısınız?” “Otuz beş ama sana otuz sayarım hocam” “Tabi…” “Abi otuz fazla, öğrenciyim ben, altı üstü bir hesap sor… Şehir merkezine, evin önünden geçen minibüs ile gelmaya gideceğiz otogara?” “Hesap mı?” dim. Yazıhanelerin önünde dolanırken neredeyse çiçeği “Yani, şey… Birini yolcu edeceğiz, güzellik yapsan be almayı unutacaktım. Gördüğüm ilk çiçekçiye girdim. Borabi, ne olur sanki?” do saksıda, sarı çiçekleri olan çiçeği almıştım. “Tamam tamam haydi atla, yirmi beşe götürürüm seni.” Daha sonra yazıhaneden biletimi kontrol edip, otoga… ra giden servise bindim. Cama şöyle bir başımı yaslayıp, Daha fazla buralarda durabileceğimi zannetmiyorgözlerimi kapatmak geçti içimden. Gözlerimi yummayı ve dışarıdaki sesleri dinlemeyi çok seviyordum. Çünkü dum. Sınavlarım da bitmişti. Bahar gurbetten hep teğet görmek istediklerimi görüp, duymak zorunda olduğum geçerdi zaten. Tam güneşi bulduk deriz, ertesi gün hava her şeyi işitiyordum. Göz kapaklarım, dünya ile arama kapanır, yüzümüz eğik kalırdı. Şehir, iki dağın arasındaygiren kalın bir perdeydi. O perdeyi çekmek, her şeyden dı. Evim ise, şehrin güneyinde, ücra bir mahalledeydi. uzaklaşmak adına yapılan inzivaya çekilme vaktiydi. Bodrum kattaki öğrenci evimizin, dip köşesindeki odama İşte, perdeyi çektiğimde Zehra’yı görüyordum. Buğday son gücümle varıp, sırt çantama birkaç kıyafet attım. Eve

14

www.baltadergi.com Aralık 2019


başakları renginde saçlarını savurarak geçiyordu önümden. Elinde kitapları, gözünde gözlüğü kim bilir nereye bakıyordu da göremiyordu beni. Oysa belki beni görür diye, bilmem kaç numara olmuş gözlerime gözlüğümü dahi takmıyordum. Güzelliğini, yalın halimle seyre dalmak gibi iddialarım yoktu. Beni koca siyah gözlüklerimle görürse? Allah korusun, bunu düşünürken utanıyordum. Zehra, çok güçlü bir kız. Fakat bu yükümle, bu ağırlığımla yanında duramazdım. Ben kimdim ki, karşısına geçip sevdanın sırrını söyleyecektim? Haydi, bu sırra erdir beni derse, neyi faş edecektim, bilmiyorum. Sen kimsin, diye sorsa, ne cevap verecektim? Delikanlılar etrafında gezip duruyordu. Sanki kimseye bakmıyordu Zehra. Aradığı bir şey varmış gibi, gezer dururdu şehrin dar sokaklarında. Elbette takip ettim. Sevenin sevdiğini takip etmesi gibi daha doğru ne olabilir? Hem gece yarıları çıkıp bir başına yürüyor. Delirmiştir diyorum. Deliler, soluk soluğa yürür de yorulmaz. Başına bir hal gelmesin diye, gizlice ben de onun peşinden gidiyordum. Şimdi evime gidiyorum. Zehra da evine gidiyor mu acaba? Zehra’nın annesi renkli yazmalar takar mı? Bizim Arif ’e kalsa, Zehra gibi bir kızın anası, çok sosyete olurmuş. Niye öyle düşünüyorsun diyorum, kızın burnu havada oğlum, görmüyor musun diyor. Burnu havada değil ki Zehra’nın, bütün kötülüklere karşı durmak için başını dik tutuyordur diyorum. Ne safsın diyorlar. Yolcular yavaş yavaş servisi doldurmaya başladılar. İç çekiş ve ardından, kulaklığımı taktım telefona. İndirdiğim yeni şarkıları dinlemek için sabırsızlanıyordum. Hareket etmeye başlayınca, bir şeyleri geride bırakmışım gibi, hüzün sardı yine. Yol insanı terbiye ederdi. Nenem, ömrü yollarda geçmiş dedemden esinlenerek bunu söylerdi bize. Yola çıkınca, insan kendine yaklaşmıyorsa nereye varırdı, Allah bilir. Bir başıma geldiğim gurbetten, memlekete dönen yolları sevmişimdir bu yüzden. Doğudan kuzeye uzanan yolları seyretmek keyifliydi. Dağlarda kar eriyordu, yeşillik artıyor ve tüm nehirler coşuyordu. Kendimi böyle hazırlamıştım yola. Otogara az kalmıştı. … “Teşekkür ederim amca, hayırlı işler…” İçeriye hızlı adımlarla koşmaya başlayan genç kız, geniş salonun sağ tarafındaki danışmaya uğrayıp, yolcunun adını soyadını sordu. Otobüsün kaçta kalkacağını öğrendi. Nereden biliyorum bunu, çünkü o kız bendim. Ne yapsaydım yani? Şehre elini kolunu sallaya sallaya giriyordu. Yanı başımdan geçerken etrafa ölüm sessizliğini yayıyordu. Sonra çekip gidiyordu. Buna daha fazla izin veremezdim. Yıllarca, beklediğim bir anın gerçekleştiği gün, çekip gitmişti. Üstelik sinirlendiğim için. İnsan değil miyim?

Ben de sinirlenebilirdim. Öfkem, bazen yutkunduğum yerde durur deli ederdi. O zaman ne yapacağımı bilemezdim. Fakat ulu ortada bırakmak için yeterli bir sebep olamazdı. Aylarca bir sesi taşıdım içimde. Durmadan mahkemeler kuruyordu bu ses. Yargılıyor ama hüküm vermiyordu. Adalet dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Kafamın içinde adaletin vuku bulacağına nasıl inanmıştım kim bilir? Hem bu adam beni sokak ortasında ağlatmıştı. Bunu nasıl unutabilirim ki? Tren yollarında geceleyin yürürken, “Bana gerçekten güveniyor musun?” diye sorduğunda bile korkmamıştım. Sonsuz bir güveni ve saygıyı taşıyordum kalbimde. Gözüm dönmüş gibi hissediyordum şimdi. Acaba dışarıdan bakınca, nasıl duruyordum. Bekleme salonundaki sandalyelerden birine geçip oturdum. İnsanın hayatındaki değişimleri kabullenmesi epey zor. Nereden başlasam ya da neresinden tutsam düzelecek diye düşünüyorsun. Sonra bu düşüncelerin içinden sıyrılıp, bir yere sığınmak geliyor içinden. Sarıp sarmalanmak, o şarkı söylesin, rüzgar saçlarınla dans etsin, istiyorsun. Ilık su da yüzmek belki de. Fakat umudun ve hayallerin yeşerdiği yerde, bütün cılız fidanlar kırılıyordu. Bunun tek suçlusu ise, oydu. Beni, her şey bittikten sonra, buraya getiren dert, o sesi susturmaktı. Çünkü susmadıkça, kendimi suçluyor; daha çok dünyalar kurup yıkıyordum. Hem affetmek istemiyor hem de affedilmeyi bekliyordum. Hem çok sevip hem de hiç sevmemiş gibi esip gürlüyordum. Tutarsızlığın koynundan çekilip, rahata ermeliydim. Kendime inanmadığım zamanın Dante gibi ortasındaydım. Gözüm kapıda, tüm vücudum titriyordu. Gri hırkası, siyah gözlüğü ve sırt çantasıyla güvenlikten geçip, salona doğru yürümeye başladığında ayağa kalktım ve bekleme salonunun tam ortasında durdum. … Zehra’nın haberi olmadan kurduğum hayaller vardı. Utanıyordum. Çünkü sevdiğimi söylüyordum her seferinde. Geçen yıl, tren garında işe girmişti. Kafeteryasında garsonluk yapıyordu. Ben ise dışarıda, bir bankta otururdum, hiç içeri girmezdim. Trenden yolcular inince, koşturmaya başlardı. Ne zaman tren hareketlenecek olsa, son yolcu ile o da kendini dışarıya atar, giden trenin arkasından bir sigara yakardı. Bu kadar dertlenecek ne vardı bunda be Zehra? Çok içmiyorsun umarım sigarayı. Ciğerlerin oksijenle cenge tutuştuğunda, belliydi yazgın. Yaşama tutunmuş ciğerlerini parçalamanın ne anlamı vardı? Gerçi Zehra’ya kızsam bile, o sigarasını yere atınca, peşine sigara yakan ben oluyordum. Zehra’yı görmüş olmanın, ona uzanamayan ellerimle anca ucuz sigaramı tutuyordum. Yazık bana. Otogara gelmiştim. Ceketim elimdeydi. Hava sert www.baltadergi.com Aralık 2019

15


esiyordu bahar olmasına rağmen. Gri hırkamın önünü ilikleyip, cebimden gözlüğümü çıkarıp taktım. Perondaki otobüslere, biletime ve insanlara dikkatli bakmam için ihtiyacım olacaktı. Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra, bekleme salonuna doğru yürümeye başlamıştım. … “Eğer gerçekten sevmiş olsaydın, bugün sen orada ben de burada olmayacaktım.” “…” “Bir şey söylesene be adam! Yüzüme gamsız gamsız bakmaktan vazgeç artık.” Karşımda, uğruna dağları ve yolları aştığım, dikenli kitaplardan gül derlediğim, yüzünün kıyısına yüzümü koyduğum deli oğlan vardı. Gözlerinin içine susup dakikalarca baktım. “Bak neden buradayım ben? Hani hep seni uğurlamaya gelirdim buraya, bak bugün de buradayım görüyor musun? Ama seni uğurlamaya gelmedim, içimdeki sesi susturmaya geldim! Anlıyor musun beni! Duyuyor musun?” Sesim yükselip alçalıyor, uzanıp boynundan sarılıp, her şey geride kaldı ne olur yolumuza devam edelim demek geçiyordu içimden. Ama yapamıyorum. Sessizliğini ve sabitliğini korudukça çıldırıyordum. Hiç sevmemiş gibi davranıyordu. Nefret etmediğini söylüyor ama anlamsız bir kin ile bakıyordu gözlerime. Pes eder edayla düşen omuzlarımdan sonra derin bir çekiş ile yüzüne saniyelerce bakakaldım. “İçimden sana ne dediğimi iyi biliyorsun? Değil mi?” dediğimde, “Evet, biliyorum fakat başa dönemeyiz…” diyerek, son dağımı başıma yıkmayı başarmıştı. … 17 numaralı perona yanaşmış otobüsün önünde sigaramı içerken, insanları seyrediyordum. İnsanlar nereden gelip nereye gidiyorlardı acaba? Ne tuhafsın dünya, ne zaman tek yönlü biletimizi keseceksin, diye düşünürken, görevli abilerden biri: “Musa burada mı? Musa kim?” diyerek telaşeli bir şekilde bir o yana bir bu yana koşuyordu. “Abi!” diyerek omzunu tuttum. Acaba bilette bir problem mi oldu, bana ulaşamadılar diye mi bu kadar hararetle arıyordu. “Benim adım Musa…” Dedim. “Oğlum acele et! Gel benimle çabuk!” Dedi. Kolumdan tutup beni sürüklemeye başlayan adama hayretle bakıyordum. “Abi Allah aşkına nereye götürüyorsun beni?” derken sesim çatallaşmış ve korkmaya başlamıştım. “Ya hu dışarıda Zehra diye bir kız var, araba çarptı kıza, Musa’yı çağırın içeride o dedi, koş oğlum kızın yanında da kimse yok!” dediğinde, yeryüzündeki son nefesim bile

16

www.baltadergi.com Aralık 2019

olsa, koşacağım dedim. Çıktım abinin kolundan ve dışarıya doğru nasıl koştuğumu bilmeden sadece içimde tuhaf bir şekilde oluşan sevinci anlamlandırmaya çalıştım. Zehra dedi adam. Musa’yı çağırın demiş. Benim Zehra olabilir miydi? Benim mi? Kendine gel Musa. Ama ya o Zehra’ysa? Zehra, bir kez olsun, beni çağırabilmişti. Gelemiyorsan çağır beni, nidalarım karşılık bulmuştu demek ki. Fakat araba çarptı dedi adam. Ya Zehra’ya bir şey olursa, neden araba çarptı ki? Yoksa o da memleketine gitmek için mi gelmişti buraya? Ama unutuyordum, başka bir Zehra olabilirdi. Kendine gel diyerek koşmaya devam ettim. Halka halka oluşan kalabalığı yarıp, yerde yatan, saçları yüzünü kapatmış kıza, birkaç saniye bakakaldım. Saçlarından tanıdım. Benim yani aslında tanıdığım Zehra’ydı. Zehra! Neden buradasın? Beni nasıl çağırabildin güzel yüzlüm? Burada olduğumu nasıl bildin? Demek geliyordu içimden ama şimdi bunun sırası değildi. Eğildim, yanına çöktüm. Yarı baygın haldeydi. Başını koluma yaslayıp, dağılan buğday rengi saçlarını geriye doğru ittim. Burnundan yanağına doğru süzülen kanı, üzerime bulaşmıştı. Sevdiğim Zehra. Burnu havada diyen Arif ’i öldürmek geldi içimden. Ellerim titriyordu yüzünde gezdirirken. Ellerine, kollarına dokunduğum ilk an bu an mı olacaktı? Hayretle, korkuyla ve bir o kadar yavaş yavaş tüm bedenimi saran hüzünle: “Zehra! Zehra! Duyuyor musun beni?” dedim. Baygın halde, gözleri kapalı, dağınık dudaklarından: “Çarptı mı?” dedi. “Yorma kendini iki gözüm, yorma ambulans gelecek şimdi!” dedim. Etrafımızı saran insanlara, çabuk ambulans çağırın diye bağırdım. Ürkek ceylanım, tekrardan sordu: “Çarptı mı?” dedi. “Ne çarptı mı Zehra!?” dedim, şaşkın ve telaşeli. “Tren, Musa…” dedi. Yavaşça gözlerini aralayıp, yüzümü seçmeye çalıştı. İstemsizce gözlüğümü çekip attım kenara. “Zehra, iyi misin?” dediğim de, keşke o arkasından sigara yaktığın trenler toplanıp bana çarpsa dedirtecek soruyu sordu: “Sen kimsin?”


Gamlı Bir Gam Soğuk bir gece ve ruhum yorgun Yol uzak, ayaklarım yorgun Ölmüş bir ışık ve karanlık Caddeden geçiyorum bir başıma Uzak kaldı insanlar benden Bir gölge geçti duvarın üstünden Gam ekledi gamlarıma Karanlığın düşüncesi ve bu virâne Habersiz girdi gönlüme Gizlice öyküler anlatmak için Bir renk bile yok Diyecek: Sabret! Seher yakındır. Her dem feryad ederim: Âh! Bu gece ne kadar karanlık!

i Müziğ in ek iç m le in d

Gönlümü ferahlatacak tebessüm nerede? Nerede deryaya dökeceğim katre? Asılacağım kaya nerede? Gece nemli sanki Başkalarının gönlünde de gam var. Lakin benimki: Gamlı bir gam.

Yazan: Sohrab Sepehri Çeviren: Merziye Mevlana

www.baltadergi.com Aralık 2019

17


Gerçeği Uzaklarda Aramak Tamer Sağcan

belirtilen medeniyetlerin geçmiş sanatları, tarihleri, külUzakdoğu ülkelerinin kültürel etkisi altında kalmamı türleri üzerinden yapılıyor olmasının yanı sıra, teknolojik başlatan şey, pazar sabahları izlemek için uykumu feda etmeyi göze aldığım Voltron yazılıp Voltran telaffuz edilen ve bilimsel gelişmelerde kat ettiği mesafe sonucu onların Japon çizgi filmidir. Erken çocukluk dönemimiz, “anime” kültürel gerçekliği içerisinde yaşayışımızı fark edemeyişimizdir. olarak adlandırılan bu yapımlar tarafından kuşatılmıştı. Nedenlerini anlatmak gerekirse konuyu kültürel ve Kaptan Tsubasa, Ay Savaşçısı, Şeker Kız Candy, Songoku, ekonomik anlamda ikiye ayırmak lazımdır. Anime, ManHanamichi Sakuragi bir çırpıda sayabileceğim çocukluğumuza damga vurmuş karakterlerdir. ga, Sinema, Dizi, Dijital Oyunlar gibi kültür sahasının yeni Esasında Uzakdoğu ve kültür kelimelerini kullandıelementleri sayesinde bu medeniyetlerin tarihlerine, ğımda, ağırlığı Japonya ve Kore’ye vermiş oldukültürlerine, felsefelerine ilgi duyulmaktadır. Zira bu ğumu belirtmeliyim. Çin’den de bu anlamda bir toplumlar, post apokaliptik veya distopya sayılabilecek gelecek tahayyülünü, şimdiden şehirlerinde şeyler almak isterdim; ancak atalarımız, benim yaşamakta, modern insanın çıkmazını öznel olarak yerime bunu fazlasıyla yaptığı, 21. yüzyılda ise üziği M deneyimlerken, geçmişleri ve kültürlerinin büyükÇin’den dövüş sanatları müstesna olmak kaydıyla ek için dinlem lüğünü, bilgi çağının enstrümanlarını kullanarak daha ziyade Çin malı ihraç edildiği için o konuda aktarmaktadır. Oysa gündelik yaşamlarında bu bir miktar nakıs kaldığımın altını çizmeliyim. Yine azametli kültürlerine öykülendiklerini gösteren de bu Uzakdoğu lafzının içerisinde hatırı sayılır bir pek çok habere ulaşılabilir araştırmak isteyenler miktar etkililerdir. için. Dijital dünyanın gün be gün artan, aktarım hızı, Ekonomik anlamda bakıldığındaysa, hayatlarımıbağlantı kurma becerisi ışığında, son otuz yıla dek za, gündelik yaşamlarımıza ve kullandığımız aletlere bakorada olup olmadıklarını dahi umursamayabileceğimiz mak yeterlidir. Otomotivden beyaz eşyaya, telefonlardan toplumlar, kişiler, olaylar, fikirler hakkında bilgi sahibi bilgisayarlara kadar pek çok üründe Uzakdoğu ülkelerinin olabiliyoruz. Bu anlamda ekseriyetle Japon ve Kore kültür-sanatının, batı kültürel emperyalizminden farklı da tüketim ve tahakküm sahası içerisinde yer almaktayız. olsa, ciddi bir egemenlik sahası, kitlesi üzerinde kurduğu 2019 yılı itibariyle Toyota, Honda, Nissan gibi Japon otomotiv devlerinin yanı sıra, Güney Kore markası Hyundai bir hegemonya olduğunun kabulü gerek. Dikkatimizi cezbetmesi gereken en önemli husus, bu kültürel aktarımın, pazardaki üretim-tüketim hacimleri, yıllık ciroları gibi de-

18

www.baltadergi.com Aralık 2019


ğerler ele alındığında en büyük on otomotiv firması arasında sayılmaktadır. Bunun dışında Brand Finance tarafından açıklanan ‘Dünyanın En Değerli 500 Markası’ listesinde beşinci sırada yer alan Güney Kore firması Samsung, on ikinci sırada yer alan Huawei’yle birlikte toplam yüz yirmi adet Uzakdoğu ülkesine ait marka vardır. İlk 20’ye giren Samsung’u saymazsanız, Çin menşeili on marka mevcuttur. Ne yazık ki, bu listede bir tane dahi Türk markası yer almamaktadır1. Kültürel kısma geri dönmek istediğimizde uzak diyarlardan bize ulaşan eserlerle, kültür farklılığından mütevellit pek çok karmaşayı da kucaklamış oluruz. Hayao Miyazaki’nin görkemli sadelik içerisinde kurguladığı iyilik, kötülük kavramlarını dengede tuttuğu fantastik animelerinden başladığımızda, aşkın bir anlatımla karşılaşılır. Özellikle Çin, Japon ve Kore toplumlarını biçimlendiren felsefi geçmiş, hayatı algılama şekli, dinginlik arzusu, işinde kusursuzluğa ulaşma motivasyonu gibi kavramlar kendi kültürel havzamızda değerlendirildiğinde, aktarıma tabi tutulduğumuz eserleri “anlaşılmaz” olarak damgalamamız kaçınılmazdır. Örneğin, meşhur Koreli yönetmen Kim Ki-Duk’un Boş Ev filminde, bir aktörün hiç diyalog kurmadan oyunculuk sergileyebilmesi, her derdini konuşarak anlatmak zorunda hisseden bir kültürün mensubu için doğal olarak anlaşılmazdır. Bir diğer Koreli yönetmen Park Chan-Wook’un, insanın kendine dair reddetmeye en meyilli olduğu şiddet, korku, sapkınlık gibi unsurlar üzeri-

ne İhtiyar Delikanlı filmiyle seyirciyi cesurca ezip geçmesi bu anlaşılmazlığı, hazmedilmezliğe de yontabilir. Bütün bu duygu karmaşasını pas geçip, zaman zaman yüzeysel durumların, coşkun duygular eşliğinde kurgulandığı Kore dizileri bu muammayı içinden çıkılmaz hâle de getirebilir. Oysa “anlaşılmaz, hazmedilmez, içinden çıkılmaz” diye kodladığımız olguları “farklı anlaşılan, anlatılan, aktarılan” olarak tanımlayamadığımız için bu çıkmaza girmekteyiz. Uzakdoğu insanının 21. yüzyılı olağanın üzerinde çalışma temposu ve süratte yaşamalarına karşı, kültür ve sanatlarında yaşatmaya çalıştığı dinginlik, huzurluluk, ağır hareket etme hâli belki de tıpkı bizlerde olduğu gibi şiddetli bir geçmişe özlem duygusu tarafından tetikleniyor olabilir. Animelerde karakterlerin basit konulara aşırı reaksiyon göstermesi veya sinema filmlerinde sadece susarak, eylemle duygu ve düşüncelerin aktarılmaya çalışılması, hatta Natsume Soseki’nin romanında hayat bulduğu üzere bir kedinin gözünden dünyanın algılandığı edebi eserlerin ortaya çıkması şimdiyle geçmişin arasındaki çatışmanın sonucu diyebilir miyiz? Mümkündür. Hakeza Soseki’nin İngiltere’ye yaptığı yolculuk neticesinde, kendisinin dikkatini çeken şeylerin, İngilizlere komik gelmesi veya ilgisiz, saçma bulunması konusundaki hatıraları da bu tezi desteklemektedir. Bununla birlikte Uzakdoğu ülkelerinin, dünyanın teknolojik ilerlemesinin en güzide noktalarını teşkil ettiği gerçeği üzerinde de durulmalıdır. Sony, Nintendo, Samsung, LG, Huawei gibi yoğun ar-ge çalışmaları yapan, teknoloji ihraç eden firmaların aynı zamanda günlük kalıplarımızı da belirliyor olduğunu nasıl es geçebiliriz? Uzakbatıyla, Uzakdoğu arasında sıkışmış toplumların, aynı zamanda bu farklı kültürlerin dayattığı hegemonik iktidarlarının altında ezilmekte olduğu gerçeğini nasıl kabullenebiliriz? Hayatlarımıza; otomobil, televizyon, telefon, oyun konsolu, müzikoynatıcı, ev eşyası gibi çok farklı sınıflarda, muazzam sayıda ürünün girişinin kültürel bağlamda nasıl bir alakası olduğunu sorguluyor olabilirsiniz. Ancak hayatlarımıza giren, bize hizmet sunduğu kadar, onlara bağımlı olduğumuz bu eşyaları üreten şirketlerin başarılı olmalarındaki en büyük sebeplerden biri, yukarıda bahsettiğimiz, kendi kültürel havuzlarının sundukları doğrultusunda kusursuza ulaşma gayretleriyle yakından ilintilidir. Teknolojik bağlamdan ayrılmadan kültürel hegemonyaya baktığımızda da başka hakikatlerle karşılaşırız. Örneğin, Masamune Shirow’un mangasından uyarlanarak Mamoru Oshii adlı animatörün can verdiği, Japon kültüründen derin izler taşıyan bir anime olan “Ghost In The Shell(Kabuktaki Hayalet)” ilk anime henüz 1995 yılında yayımlanmış olmasına karşın, günümüzdeki pek çok bilim-kurgu anlatısına örnek teşkil etmektedir. Kendisinden yirmi yıl önce yayımlanmış William Gibson romanlarında ana hatları çizilen Siberuzay kavramını alıp olabildiğince genişleterek, ortaya koyduğu iddiaları, kurguları kendisinden sonra yapılacak pek çok sinema yapımına, romana www.baltadergi.com Aralık 2019

19


ilham, esinlenme kaynağı olmuştur. Bununla da kalmayıp, anime serisi pek çok diğer Japon anime ve filmleri gibi Hollywood tarafından yeniden çekilmiştir. Benzer örneklerin arttırılabilirliği, bizlere en doğudan, en batıya kültür, anlayış, sanat ihraç edildiğini göstermektedir. Dijital oyunlar, sinema ve dizilerin oluşturduğu geniş kümede, dövüş sanatlarının etkisi ayrı bir başlıktır mesela. Son yıllarda kung-fu, karate, taekwando, wing-chun gibi kavgaya estetik, denge, başarı getiren sanatlar ve bu sanatların ustalarının hayatları filmlere, dizilere konu olmakta, dijital oyunlarda çeşitlilik arz eden bir yelpazede son tüketici olan farklı kültürden pek çok insana ulaşmaktadır. Hazır dijital oyunlardan bahsetmişken, Playstation aracılığıyla Sony’nin, Nintendo, Konami gibi firmaların ve Hideo Kojima gibi oyun geliştiricilerinin de geleceğin kültür aktarımında üstlendiği rolden bahsetmek gerekmektedir. Uzakdoğu sanatlarının aktarımlarının yukarıda da belirttiğim gibi “anlaşılmazlığı” dijital oyun sektöründe karşımıza, girift oyun mekanikleriyle süslenmiş enteresan hikâyeler olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyanın en zengin 10 oyun şirketi arasında, ilk beşte üç tane olmak üzere, toplamda altı firmayla Japon şirketleri yer almaktadır2. Bu veri dahi, çocuklarımızın, gençlerimizin zihin, düşünme yapılarına yön veren, oyun oynama becerilerini geliştiren firmaların hangi raddede Uzakdoğu etkisinde kaldığını göstermektedir. Üstelik oyun yapımcılığı piyasasında bireysel marka olarak, gün geçtikçe tek ve en meşhur isim olmak üzere arz-ı endam eden Hideo Kojima gibi farklı tipte yarı sanatçı-yarı iş adamı figürlerin etkisi de büyümektedir. Örneğin yukarıda izah ettiğim “farklı anlaşılması” gereken sanatsal tarz, Kojima’nın oyunlarında bir dakikada özetlenebilecek konuların, yirmi dakikadan fazla süreli diyaloglarda anlatılması, hikâyenin uzadıkça lezzetlenmesi ödülü kar-

20

www.baltadergi.com Aralık 2019

şısında, oyunun tüketim eşiğinin düşmesi riskine rağmen kendisinin bunda ısrar etmesi de, kültürel bir tavır olarak algılanmalıdır diye düşünüyorum. Bunca verinin bize işaret ettiği ve yazının sonuna geldiğimizi gösteren önemli husus geleceğimizi şekillendirecek hakikatleri nerede arayabileceğimiz olmalıdır. Geleceğin bütün yıpratıcı hızına karşın, Uzakdoğu ülkeleri, tarihlerinden, yaşamlarını şekillendiren felsefelerinden, onları birey olarak farklı kıldığı hâlde, insanlığın bir parçası olmaktan da kopartmayan kültürlerinden beslenmekle kalmayıp, bunu tüm dünyanın bilgi havuzuna cömertçe aktarmaktadır. Çin, Japonya ve Kore’nin yüzyıl öncesinin Osmanlı İmparatorluğu’ndan veya doksan iki yıl öncesinin Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha zorlu, sıkıntılı durumlarla baş etmek zorunda kaldığına, Japonya’nın iki şehrinin atom bombalarıyla tarumar edilişinin üzerinden seksen yıl bile geçmemiş olduğuna etraflıca dikkat edilmelidir. Kendi hakikatlerimizi arayıp; ekonomik, fikri, kültürel, sanatsal dünyamızı şekillendiren o geniş havuzda bile çok fazla şey bulamaz veya bulduklarımızı değerlendiremezken bize dört bir yanımızdan dayatılanlardan nasıl bir fayda sağlayabiliriz? Belki de ömrümüzün sonunda bile bulamayacağımız o hakikat, tüm toplumların, kültürlerin, ekonomilerin, sanatın, fikriyatın üzerinde duran tek bir hakikattir. O da gerçeği ister Uzakdoğu, ister yakın batıda olsun, nerede ararsak arayalım bulduğumuz her parçayı, darmadağın olmuş toplumumuzu, insanlığımızı, kültürümüzü, ekonomimizi tamamlayarak anlamlı bir bütün oluşturmaya çalışmak için kullanmak olmalıdır.

1-https://brandfinance.com/images/upload/global_500_2019_free.pdf 2-https://meliorgames.com/game-development/top-10-richest-game-developers-2019/


Yazgı Ben Leyla’yı bulmadım, bulmadı beni Leyla Yok nasipten ötesi buluştuk biz Leyla’yla

Nem varsa ondan başka unutmak utanç mıdır Onu hatırlatmayan şiirler arınç mıdır

En tatlı rüyanın en tatlı yeriymiş gibi Bebek dişleri kadar yeni beyaz elleri

Sarar bir yavuz sızı ince ince içimi Sevda pınarlarının haram mıdır içimi

Çehresi tazeledi yorulmuş gözlerimi Gözümde tüten oymuş çeyrek asrın özlemi

Leyla’ya ağrıyorum ağrımak günah mıdır Ay tutulmasıdır bu izlemek mübah mıdır

Şarkılar bahçesinin durup tam ortasında İki ceylan görünür kirpikler arasında

Çalkanır delikanlı damarlarımda kanım Alemde bir o vardır bir de ben var sanırım

Güler içimde sanki çocuklar koşuşarak Ey gözler yüreğimi bu ne güzel dağlamak

Ben Leyla’yı bulmadım, bulmadı beni Leyla Yok nasipten ötesi buluştuk biz Leyla’yla

Eskiler yanık sevda çabuk geçer demişler Sevdanın yasasında geçmek yok bilmemişler

Tayfun Öztürk i Müziğ in k iç e m le din

www.baltadergi.com Aralık 2019

21


Ofelya Perdeni aç, ah ofelya Bu şehir hiç bu kadar sessiz olmamıştı daha önce Hiç bu kadar çok duyulmadı yanaktan süzülen acının yere düşünce çıkardığı ses Kaç kez geçtim sokağından kimbilir Elimi yumruk yapıp Seni görebilme umudunu gözlerime yükleyip Kaç kez pencerene baktım kimbilir Sana gönderilmeyecek mektuplar biriktirdim Ah ofelya Geceleri geç yatardın bilirdim Benimse yüreğim sıkışırdı duvar diplerinde İnandığım bütün masallardan rol çalan Yalancı bir gökyüzünün güzelliğine verdim güzelliğini Birlikte içtiğimiz bütün kahvelere Fazladan hatır yükleyip katık ettim suyuma Kendime okkalı yalanlar söyledim. Müziğ dinlem i ek için

Ah ofelya Uzatamam ellerimi bulunduğun tarafa Ellerim genellikle kendi koynumda karıncalanır Bazen de gökten yağan ümitlerden pay alma telaşında Başlangıcı olmayan sonlar bitmez ofelya Ama yine de son kez Aynı şiirden geçirelim bakışlarımızı Son kez aynı sigara Ah ofelya Korkarım sana günahlarını hatırlatmaktan Sen bana bakma Benimki güneşin erken battığı bi dünya Gözlerimin altındaki nemli kuytuluklar Alnımda biriken yazının mürekkep kuyusu Ellerimden kendi suretimi izliyorum Bir selamet türküsü ıslığımın ucunda Sen bana bakma Gelmediğin her gün kış yeniden bastırır burda

İsmail Özcan

22

www.baltadergi.com Aralık 2019


Sen Varsın Her gün seninle açar çiçekler Mis gibi kokuşunda sen varsın Her sabah seninle doğar güneş Işıl ışıl parlaklığında sen varsın. Her akşam seninle batar gün Endamıyla batışında sen varsın. Her gece seninle çıkar ay Elmasvari ışığında sen varsın. Hep seninle gelir cennet Güzel betiminde sen varsın Hep senin için söylenir türküler En güzel nakaratta sen varsın. Hep sen gibi görünür bahar Gülde kokun, dalda izin var. Parça parça oldu kalbim En güzel yerinde sen varsın...

Enver Sağlık

i Müziğ in k iç e m le din

www.baltadergi.com Aralık 2019

23


Tehlikeli Olmak Geleceğin İşidir Yeliz Ekşi

manasına gelen Precogs deniyor. Mutantların gücü Harvard’da psikolog olan Dr. Daniel Gilbert, “İnsadece sınırlı bir gelecekteki açıklığı kehanet etmesan beyninin en büyük başarısı gerçekte var ye yetiyor. Bir veya iki haftalık olan bu süre cezanın olmayan nesne ve olayları hayal edebilme yetecaydırıcı olmaktan uzaklaştığı dönem içinde Precneğidir ve bu yetenek geleceği düşünebilmesini rime için yeterli aslında. Precogların niyetten öte mümkün kılmaktadır.” diyor. Filozoflara göre i Müziğ in ek iç olacakları gördüğü iddiası üzerine kurulu sistemise insan beyni bir “beklenti makinesi” ve yaptıdinlem de suç oranı %90 düşmüş ve son 5 yıl içerisinde ğı en iyi iş de “geleceği yaratmak…” Bugüne kade hiç cinayet işlenmemiş. dar okuduğum en iyi simülatör beyin PKD’ye ait. Filmde metafiziğe dayalı suç komisyonunu Tam adıyla Philip Kindred Dick. Okurları iyi bilir, incelemek için gelen Adalet Bakanlığı yetkilisi kendisine bilimkurgunun Charles Dickens’ı deniyor. Anderton’a yasaları çiğnemeyen kişileri tutuk36 romanı ve 100 civarında kısa öyküsü mevcut. Ona ladıklarını hatırlattığında, “Ama çiğneyecekler” yanıtını göre iyi bir bilimkurgu; okuru entelektüel anlamda haalır. “Durdurursanız gelecek olmaz” diye üstelediğinde rekete geçirmelidir. Zihnine girmeli ve o zamana kadar ise dedektifimiz yetkiliye doğru bir top fırlatır, o da tutar. aklına gelmeyen bir şeyin olabilirliğine uyandırmalıdır. John A. Anderton: “Hakikat PKD’nin Zihninde Gizli” -Neden tuttun? Dick’in Azınlık Raporu (Minority Report) öyküsü ilk -Çünkü düşecekti. kez 1956’da Fantastic Universe dergisinde yayınlandıktan -Emin misin? sonra 2002’de Spielberg’in yönetmenliğinde aynı adla be-Evet yazperdeye aktarıldı. Aralık sayımızdaki yazımda ne öy-Ama düşmedi. Sen yakaladın. Senin olmasını engelküyü inceleyeceğim, ne de filmin kritiğini yapacağım. Bu lemen olacağı gerçeğini değiştirmezdi. defa bilimin kurgu yanını geçerek hayatımızın bir parçası Bilimkurgu yazarlarının hayal gücünden kaynaklaolduğunu göstermeye çalışacağım. nan gündüz düşleri olduğunu varsaydığımız öyküler ve Gelin önce biraz hatırlayalım. Filmde ve öyküde işler bunları kaynak alıp çekilen filmler, gün gelip bilimsel nasıl yürüyordu... Başkahramanımız John A. Anderton programlar için sağlam temeller oluşturacak ve hayatı(Filmde Tom Cruise) Precrime “Suç Öncesi” komisyonu mızın gerçekleri olacak deseler ne düşünürdünüz? üyesidir. Kurumun amacı şiddet eylemleri gerçekleşmeSARUMAN’IN GÖZÜ “PALANTİR” den olaylara müdahale etmek. Bunun için de ellerinde üç J.R.R. Tolkien’in yazdığı Yüzüklerin Efendisi adlı fanmutantları var (öykünün kendisinde tüm bu fantastik sistastik roman serisinde Orta Dünya’nın Ağaçlar Çağı’nda temi Anderton bizzat yaratıyor). Bunlara “bilişsel öncesi” Feanor tarafından yapılmış 7 tane kristal küre şeklinde, Sindarin’de karşılığı “Uzakları Gösteren” anlamına gelen Palantiri denilen taşlar vardır. (tekili Palantir’dir.) Palantir; zaman ve mekan içinde uzaktaki ve diğer taşların yakınındaki şeyleri gösteren iletişim aracıdır. 7 taşın da temel özelliği kendi aralarında bağ kurabilmeleridir. Taşları kullananlar zamanla kendilerini geliştirirler ve Palantir aracılığı ile istedikleri yöne ve hatta zamansal olarak da geriye veya geleceğe bakmayı öğrenirlerdi. İradeleri ve düşünceleri güçlü olup, taşlara hükmedenler nereye, neye bakarlarsa görebilirlerdi. (Saruman da planlarını hep Palantir’den aldığı bilgilere dayanarak gerçekleştirmişti.)

24

www.baltadergi.com Aralık 2019


“Bilgisayarlar Eski Ahit Tanrıları gibidir; birçok kuralları olmalarına rağmen merhametleri yoktur.” Josephe Campbell “PayPal’ın kurucusu ve Başka Trump’ın en yakın arkadaşlarından biri olan Peter Theil tarafından işletilen ve CIA tarafından desteklenen girişim şirketi Palantir, Azınlık Raporu’nun gerçek bir örneği.” (syf:383 “Peretti”) “Mutlak güç sahibi olmasına rağmen insanların çoğu Palantir’den haberdar değil. Şirketin bir binası bile yok. Palo Alto’nun arka sokaklarından birinde konumlanmış bir SCIF’si(hassas bölünmüş bilgi tesisi) var. Palantir’e göre şirkete ait binanın “içeriden bilgiyi ele geçirme girişimlerine karşı direnç gösterecek şekilde inşa edilmiş ve bilgi sızmasını engellemek için kendi ağı ile kamusal ağlar arasında ‘hava aralığı’ olması gerekiyor. Binanın savunma donanımları arasında ileri düzey biyometrik sistemler ile radyo dalgalarını, telefon veya internet sinyallerini geçirmeyen duvarlar yer alıyor. Veri depolama birimi, karmaşık hack yöntemleriyle aşılamayan blok zincirlemeyle korunuyor. Birime ancak birbirinden farklı, şahsi kimlikleri koruma altına alınmış kişilerin elindeki dijital şifrelerle erişilebiliyor.” (syf:384) Peki Palantir neyi koruyor? Bir gizli veri analiz şirketi olan Palantir tam bir kara kutu. Bunun nedeni müşteri anlaşmalarının çoğunun, çalışmalarının doğası gereği ifşa edilmeme hükümleri içermesidir. Sonuç olarak kurum gizliliği esas almakta. Yazılımlarının nasıl kullanıldığı veya kendi finansmanı hakkında neredeyse hiç bilgi paylaşmıyor. “Palantir yaptığınız her eylemi izliyor. Şirketin ‘Palantir Gotham’ adlı gizli bir yan kuruluşu var. CIA, FBI, NSA,

CDC, ABD Deniz Piyadeleri, ABD Hava Kuvvetleri, Özel Harekat Komutanlığı, ABD Kara Harp Okulu ve IRS, Gotham’ın müşterilerinden bazıları. Anlaşmalı olduğu şirketlerin yarısı kamu sektöründen. CIA’in girişim kolu In-Q-Tel Gotham’ın ilk yatırımcılarından biri.”(syf:384 “Peretti”) Müşterilerini seçerken de ayrıntıcılar. Gerçek bir veri madenciliği yapan Palantir’in kurucu ortağı ve CEO’su Alex Karp’ın çalıştıkları firmalar hakkındaki seçici davranışlarına örnekle Fortune’a yaptığı açıklamada “bir tütün şirketi ile yaptığımız ortaklığı ‘markanın sigara satmak için savunmasız toplulukları tespitte verilerimizi kullanmasından endişe ettiğimiz için geri çevirdik’ demesi ilginç bir ayrıntı olarak not alınabilir. Trump’ın ülkedeki belgesiz göçmenlere yönelik baskılarını uygulamadan sorumlu ABD Göç ve Gümrük İdaresi (ICE) nin ajanlarına işyeri baskınlarını düzenlemek için FALCON Mobile adlı programı hazırlayan da Palan-

www.baltadergi.com Aralık 2019

25


tir.(Bu anlaşmadan 170 milyon dolar aldı. Göçmenlerin istihdam bilgileri, telefon kayıtları, aile ilişkileri ve sınır geçiş bilgileri verileri toplanıp saklanıyor ve Falcon’a bilgi sağlıyor.) Şirket büyük veri yazılımını kullanmak için Amazon’un bulutunu(bilişim hizmeti) kullanıyor. “Palantir potansiyel terör zanlılarından kurum dolandırıcılarına(Bernie Madoff şirket yardımıyla yakalanmıştı), çocuk kaçakçılarından huzur bozuculara kadar herkesi takip ediyor. Ancak bu takip tamamen tahminlere dayalı olarak yürütülüyor. Pentagon, Irak’ta yol kenarına döşenen bombaların örüntülerini takip etmek için Palantir’i kullandı ve imhada mekanik düzenekleri belirledi. ABD Deniz Piyadeleri’nin uzak noktalardan aldıkları DNA örneklerini sisteme yükleyerek yıllardır toplanan parmak izlerinden ve DNA kanıtlarından elde edilen bilgilere erişilmesini sağladı. Bu sayede, neredeyse anında sonuç elde edilmeye başlandı. Palantir’in yokluğunda sonuçlar saha ajanlarının eline ulaşana kadar zanlılar çoktan üslerini değiştirmiş oluyordu. En karmaşık veri madenciliği tekniklerini kullanan şirket, gelecekte gerçekleşecek bir olayı saniyeler ya da yıllar öncesinden tahmin ediyor.”(syf:385 “Peretti”) (Doğrudan bu konuda bir yorumda bulunmamasına rağmen şirketin Usame Bin Ladin’in izini sürdüğü bile iddia edildi. ) Azınlık Raporu’ndaki olaylar(filmde) 2054 yılında geçiyordu ancak Palantir şimdiden “suç öncesi” operasyonu uygulamaya koydu. Los Angeles Polis Teşkilatı, zanlılar

üzerinde filmdekine benzer bir tarama yaparak kimlerin suç işleyeceğini tahmin etmek için Palantir’i kullandı. Şirket, LAPD ile olan işbirliğini “durumsal farkındalığın artırılması ve suçlara eş zamanlı olarak müdahale edilmesi” olarak tanımlıyor. (Kolluk kuvvetleri telefon kayıtları, fotoğraflar, araç bilgileri, ceza geçmişi, biyometri, kredi kartı işlemleri, adresler ve polis raporlarındaki bağlantılar üzerinden karmaşık veriler için mantıklı kalıplar oluşturmaya yarayan Palantir yazılımlarını kullanıyor.) Felluce’de kullanılan askeri tip gözetleme teknolojileri Los Angeles’ın kenar mahallelerinde kullanılmaya başlandı. Usulsüz sürücüler ve adi suç zanlıları ABD ordusunun Irak’taki direnişçilerle ve sivil zayiat örüntüleriyle başa çıkmak için kullandığı tekniklerin ve algoritmaların yeniden düzenlenerek oluşturulduğu “öngörüye dayalı polislik” yöntemiyle tespit ediliyor. (syf:386 “Peretti”) Los Angeles ve Chicago Polis Departmanlarının Palantir kullanımına dair sızan bir rapor 2013’te TechCrunch’ın eline geçti. LAPD’den Çavuş Peter Jackson’ın “Dedektifler Palantir’in sağladığı türden bilgiye bayılıyor. Daha önce yapamadığımız şeyleri yapabiliyorlar.” dediği kaydedildi. Palantir (Pitchbook değerini 20 milyon dolar olarak belirledi) gölgede kalmayı seviyor. En az Google, Facebook, Amazon, Microsoft ve Apple kadar gerçek dünyada güç sahibi. Ancak bu şirketlerin aksine özel kuvvet gibi sahne arkasında faaliyetlerine devam ediyor. Dünün fantastik ya da bilimkurgu diye kategorize ettiğimiz öyküleri, filmleri bugün gerçeğimiz oluyor. Evrene ait gizemleri çözmek için büyülü nesnelere veya insanüstü güçlere sahip olmaya gerek yok belli ki. Sadece açık, kararlı ve meraklı bir zihne, ayrıca biraz da zaman yeterli gibi. Gerisini bilim ve yarattığı teknoloji halledecek.

Kaynaklar: Philip K. Dick “Azınlık Raporu Öyküsü” Spielberg “Azınlık Raporu Filmi” Michio Kaku “Zihnin Geleceği” Jacques Peretti “Dünyayı Değiştiren Gizli Anlaşmalar Palantiri için “https://ortadunya.com/ortadunya/palantir/”

26

www.baltadergi.com Aralık 2019


Çınar Altındaki Gece Duyuluyor mu acaba? Haykırdığım lanetler Feryat figan fısıltılarım Üzerimdeki siyah boşlukta İki cümlelik gözlerle nokta koyamadığım âlemde. Görülüyor mu acaba? Bilinmez adımların üstünde Titreyen yorgun dizlerim Yarım nefes müsaadeli Küçük bir mahzende Kilitli kalmış noksanlığım. Hissediyor mu acaba? Enkaz altında suspus Yurtsuz yüreğimi Bir zamansız şarkıyla Dalgın ve kurumuş bakışları Uzunca dert yandığım Yanı başımda hayalini.

i Müziğ in ek iç dinlem

Aynı tablonun altında Ayrı ayrı soluyoruz, Sessiz yaz bitimi havasını ‘Sahi ya’ diye diye Hatırı sayılır düşündüm Hadsiz derin nefeslerle Çınar altındaki gecede Kubilay Yılmaz

www.baltadergi.com Aralık 2019

27


İhtarname

Mor giyeceğim yaşlanınca, Uymasın üstüne giyeceğim kırmızı şapka. Emekliliğimde konyak içinde yüzeceğim yaz eldivenlerim ve saten terliklerimle, Olmasın tereyağına para. Oturacağım yorulunca kaldırımlara, Yiyeceğim bedava olan her şeyi, Basacağım bütün zillere, Gezeceğim bastonumla parmaklıklara vurarak, Ve çıkartacağım gençliğimde yapamadığım her şeyin acısını! Çıkmalıyım terliklerimle yağmurda, Toplamalıyım çiçekleri başkalarının bahçelerinden, Ve varmalıyım tükürmenin zevkine…

i Müziğ in ek iç m le in d

Saçma sapan tişörtler giyebilir ve kilo alabilirsiniz, Bir oturuşta üç kilo sosis de yiyebilirsiniz, Veya sadece bir hafta boyunca ekmek ve turşu da, Hatta kalemleri, bardak altlıklarını ve ıvır zıvırları da biriktirebilirsiniz.

Peki, şimdi ufaktan başlasam? Tanıdıklarım görse de sonradan şaşırmasa? Yaşlandığımda morlara büründüğüm zamanı…

Yazan: Jenny Joseph Çeviren: Bayram Şafak Arslan - Emre Kılagus

28

www.baltadergi.com Aralık 2019

Fotoğraf: Tuğçe Eryılmaz

Ama şu an giysilerimiz yağmuru dışarda tutmalı, Kiralar ödenmeli ve sokaklarda küfür gezmemeli. Ve çocuklara iyi birer örnek olunmalı, Yemeklik ve okumalık arkadaşlarımız olmalı.


Beni Benden Alıyor Nağmeli Sesi kader zamanla insan arası çözülmesi imkansız esaret bağı, özgürlük fanustaki balığınki kadar boğucu sıkıntılar, ikircikli sakınış renksiz kansız yasak kelimeler, zihinde demir parmaklık yargılar geride bırakılan ne varsa artık gölge bir hayal hayatın ve ölümün sesi aynı anda inletir âlemi adımlayanında bütün yollar toz duman bırakır isyan, şehrin damarında sıcak ve cevval mayi karınca sürülerinin koşuşturmaları gibi telaşe kalabalıkların yarattığı tedirginlik ve korkular sakin bir limanın huzuru yürek ısıtan karanlık iç konuşmalardan bir türlü gelmeyen uykular

Müziği dinlemek için

hayıflanmalar bir sayıklama hâlini alır istemsiz sabahları zor eden bilincin bulanık geriye akışı mavi med cezir hücumları mazi okyanusunun düşünceler tavana asılı sarkaç, salınımı tekdüze hissiyatın her yeni gün hüzün göçlerine kalkışı bir hayatı kaybederken az daha olay mahallinde nüktesi olmalı “dönüşsüz geliş” mucizevi vuslatın ilahi rastlantının mücerret dokunuşları dahlinde yorulacağı tutmuştu eski bir beldede kır atın tünelin ucundaki ümit ışığı uzun mühlet sönüktü yıllarca değirmen taşı gibi kendimden yemiştim elcikleriyle yaşam sıvısını içimin derinlerine taşıdı meyus, gittiğim her yerde bir yudum su demiştim gizemli mutluluk ömür boyunca arta bıraktığım hiç beklemediğim bir anda karşımda belirmişti. coşkun sular, durulmuştu, çerağlar odu yaktığım beynimin kıvrımına sinen hükümleri devirmişti. göğsü bir körük gibi inip kalkıyordu heyecandan sonunda bulmuşken birbirimizi sabah oluyordu. kaçırdıklarımı anlatırken soluk soluğa bir çırpıda belli belirsiz kâh gülümsüyor kâh gözü doluyordu. sandığında sararmaya yüz tutmuş tığ işi örtüler beklediğinden uzakları yakınırmış ihtiyar annesi efsunları defetmek içinmiş yaktıkları tütsüler beni benden alıyor nağmeli sesi Burhan Kâzım Çalık www.baltadergi.com Aralık 2019

29


Paslarımın Keskin Yanı Fatma Ekşi

Sana yazamamamın azabı içinde, bütün yazlarım yıldız mur yağıp, deprem sallamasın diye çatısına ne bulduysam kasırgalarıyla geçti. Bizim oralarda ne derler bilirsin ağustos örttüğüm evim, ucum bucağım. Saklım. Seneler geçmiş ayının yarısı yazsa yarısı kıştır diye. Ben şimdi mevsimleolduklarıyla kalmış, ateşim sönmemiş çok defa konuşmam rin hangisindeyim bilmiyorum. Aklım, hep kıyametimin için yapılan ısrarları duymamış gibi şimdi kendimi dinliyokoptuğu güz havasında. Hasretin kaldığı bıçak yarasında… rum. Kirli bir gazeteye anlatıyorum. Kimsenin ısrarı olmaYaramız yanar mı yoksa kanar mı, bakmak gerek çocuk dan kendiliğinden… Ah kıyamete kadar sevda çekmek, canına. Umudu beslemiş gökyüzüne gözü yaşlı sen bir gülsen heyula denizinden erişir, dört bakire de bakmak artık kime çare… Ah benim sonbahar dile gelir. Reyhan konaklamış gözünde, kırptıkça kogöğüm. Vakitsiz gitmeleri leyleklerin aklına nekun yudumlanır kalana… Şimdi saklımı sığdıramareden düşürürsün ki, kafile kafile göç etmekte budım iliklerime, şu kuru kâğıt da bilsin. Sen, sen de i Müziğ in lurlar kendilerini. Mevsimlerin sıcakları onların da bil. Yanıyorum… Kahırlı yıllar var şimdi alnımın ek iç dinlem aklı hafızasına yetmedi. Geçmişi şimdiye bağlayan çizgilerinde hani derdin ya kalbimin kızıl saçlı banağmelerle içli bir müzik işitirim, acılı bir gülümsecısı diye… Saçlarım kırıldı hüznümden kesip attım. me yerleştiririm dudaklarıma. Aynı benim gibi vakitŞimdilerde yeni yetme askerler gibiyim, görsen tasiz gitmelerin hüznünü kalplerine mühürleyeceklerdi. nıyamazsın zaten görme istemem. Pamuklara sarNereden bilesinlerdi ki, acımızdaki payın ortak olacadığım şenliğim balon oldu. Çocuklarımın eline ğını… verdim ve öylece uçup gitti. Hüznümü kırgınlığıBir varmış yokmuşla başlayan hikâyelerin süslenip mı sığdıramaz oldum. Hep tencerelerde sona kalan, kabına işlendiği yerdeyim. İnce ince ruhuma nakşeden anlatılmasığmayan dolma gibi hayatın içinde kıvrandım. Gözümün sı güç bir yolculuktayım. İlk zamanlar kabullenemedim kenarında yer bulup gülüşüme şahit olmak istediler, kimsegerçekler beni fena halde üzmüşken, bak şimdi neleri teyi kalbimin içine buyur edemedim. Hâlâ, sigaran mı yanıvekkülle karşılıyorum. Sonunda kendi içimden çıkıp sana yordu odamda, yoksa ben miydim ateşi efkârından hazır… yükselebiliyorum, sana söylemekten yüksünmeyerek… Şüphe yok, buz soğuktur gül kırmızı ve ben aşık. KimYolculuğum, bir dağ yamacı kadar meşakkatliydi. Şimdi teseye tek kelam etmedim. Kendi içime haykırdım bilmem ki peden kendimi izliyorum ve hikâyeyi başa sarıyorum. NaMecnun’a mı özendim? Sevdamı duvarlara, masadaki tuzzım’ım sevdiğim, mukaddes adamım… Senden sonra çoğu luklara ezberlettim; fakat aşkından tek kelam etmeyen Leyla kere susuzluk çeksem de, dipsiz kuyulardan başımı kaldırıp oldum dışıma. Sonra Leyla’yla aynı kelimelere ortak olduk. sesimi yetiremedim ama şimdi temelli duy: “Mecnun’un aşkı anlattığı kadar benim ise anlatamadığım.” Ahşap kapıların ardında yokluğunla savaştım. Yıllardır Bunu söylerken fark ettim de, ruhum bedenime kaç artçı gıcırdamaktan başka bir şey bilmeyen merdivenler dile gelyaşatmış, kaç kişi kuşatma altına alınmış. Sağ, ölü, yaralı… di. Seninle evimize aldığımız yünlü halı sürtündü ayaklarıCenazeleri tek tek gözümden yaş olup toprağa süzülmüş… ma. Güller, git sevdiğinin yanına, o kokuyu bilen bir ömür Duy benim isyanım var. Kabullenemediğim gerçekler asılsarhoşluk çeker, dedi. Sonra, herkesi susturdum. Nazım’ın mamış dualara karşı herkes gidiyor. Temelli döküyorum bu kıyafetlerini astığım mandalları da… Nazım’ı soran herkesi defa beyazlarımı depremdim yıkıldım, çiğnediler enkazımı. de bir yokluğa sığdırdım. Susuzluk çektiğim zamanlarda göğümdeki bulutlar yüreğiEy yârim, gönlünde duvarlarımı ördüğüm adam. Yağme inşirah ferahlığı verdi. Şimdi bütün yazdıklarım aşk değil, sezdiriştir. Belki de tanımlanamayan bir şeydir bu aşk. Belki de tanımlanması gerekmiyordur. Yağmur olup yağamadığını düşün, yağıp karışamadığını… Eminim ki tüm bunların amacı kişiyi gerçek aşka ulaştırmaktır. Bu yolda sen bir aracı, bir vesilesin. Gerçek aşk, görmenin ardında saklıdır. Dünyadaki her şey onun tecellisidir. Hoşça kal gerçek aşkıma merdiven olan sevgilim… Artık Piraye’nin aşkı kendi bedeninde değildi. Aşkı her şeyle hemhal olmuştu. Şimdi onu örten toprak bile mutlu, aşkı ona getirdiği için.

30

www.baltadergi.com Aralık 2019


Zula Şaduman Tatlı

hiç mi hiç imtina etmedik. Metin bir duruş ve sertçe Zamanın zulasında saklamak için zarfladığım büvuruş gerekirdi iblisin tuz/ağına karşı, arşı yanımıza altün zararlı alışkanlıklarımı zamansızca düştüğüm o mak için ki ne yazık bunu da çok geç fark ettik. kuyunun en kuytu yerinde bıraktım. Özgürleşsin diye Oysa ben bir bakışın ağrısını büyütür gibi saplamışrahmetli dedemin nasırlı elleri, ninemin bilezik yüzü tım bağrıma o narin yarin hilale uzanan kirpiklerini. görmemiş bileklerine çocukların unuttuğu uçurtma Elim tenime yabancıydı, adım andımın büyütülresimlerinden uçaklar yaptım. Kimdik, neydik? Niçin, düğü sahralarda yurtsuzlukla sınanmış bir garip nereden geldiğini bilmeden devam eden bu mülteci. Görenler bizi tasdik ederdi çünkü inci gibi labirentin içine girdik? Hangi ara nasıl oldu dizilmişti bahar kokan ağzımızda güzün tomurda kahkahaların alarm seslerine karışarak yacuk gülüşleri. İrkilmenin, korkaklığın belirtisi rıştığı o peyderpey düşüşleri yarıda kestik. i Müziğ in olarak bilinişini çürütme çabasını kanıtlamakTen, en sevenin gözbebeklerinden hareketle ek iç dinlem tan ibaret olsa da bütün düşüşleri. Bilenmekten kendinden bir parça bağışlayabildiğinde evrene yorulmuştu belli, kinli bir irini kir içinde taşır adına can dedik. Yan yana geçirdikçe vakitleri, gibi her sabah kalemleri kana boyayan zihni. kitleleri topyekûn anlamsız kılan, piyasaları zaraDemişken Zihni’nin de Bayburtlu oluşuna bu ra uğratan, her gün daha çok bağlanılan ancak bir yüzden olsa gerekti hiç içerlemedi. Sükutun an dahi uzaklaşılması mümkün olmayan ruhların nasiplendiği susuzluktan daha vehim değildi bileşkesini sevda bildik. Sevdikçe bir olduk, olgunhalbuki ilmin alimi, iyiliğin bedenleri terk edip şu fani laştıkça birleştik, birleştikçe dirildik. Kara Tren’in gedünyadan ebediyete gidişi. ciktiği türkülerde bile kavuşma ihtimalinin ihlale uğraDoğarken üstümüze iki cihan güneşinin kalbi, sema kuvvetine rağmen ümitlenmeyi hiç ihmal etmedik. lam olsun gök sancağındaki yıldıza ve aya... Cümle âlem Esnedikçe eksildiğimizin bilincinden ırakta görmebakadursun oluk oluk kan akıtan orduların yek ahenk yi arzuladığımız rüyalar için yeni uykular besledik. Bir bir bakışla kâh toprağa kâh havaya fırlattığı sinirleri yanda derdin, ferdi kırıp geçirdiği şu esrarengiz çağda bozan o muhteşem kahkahaya. Helal olsun kahraman elimizde matara, dilimizde yırtık dualarla yerlerin ve anaların doğurduğu, ölümün bedenlerine yaklaşmaya göklerin yaratıcısına mahcupça bir edayla selam eylerkorktuğu gönlü iman dolu o koç yiğit evlatlara. Onmaz ken diğer yanda tövbenin ulviyetinden mahrum oldubir darbeyle aldıkları yaradan ölmez de ön sözü eksik ğumuz halde cürme, hürce(!) yaklaşmaktan kendimizi kalmış bir ömrün kitabında yer almanın utancı ölmekten beter olarak yeter böyle insanlara. Mücadele, savaş, azim kelimelerinin çağrıştırdığı tek şey acı olmasın diye varlıklara, ihtiyacımız var yeniden İbrahim derinliğinde bir yüreğin, küfür kokan meydanlarda elinde Balta’yla devirdiği putların acizliğini ortaya koymasına. Bekliyoruz asırlar geçti hâlâ geçiyor daha geçecek gibi görünse de ne âlâ... Şükürler olsun ki şahittir her ânımıza gören, duyan, bilen Allah-u Teâlâ. www.baltadergi.com Aralık 2019

31


Kader Ve Tanrı Buyruğu Oidipus üzerine bir anlatı Fatma Dicle Karabınar

Kader, farklı inanışlarda hatta örneklemimizi daha kasabaya gelen sessiz kör bir adamın geçtiği ve esrada büyütecek olursak her insan tarafından başka anrengiz şekilde ortadan kaybolduğu” şeklinde bahselamlar yüklenerek yorumlanmış bir kavdilirmiş. Çocukluk yıllarında bu hikâyeyi dinleyen ramdır. Misal bana göre kader çizgisinin bir Sophokles duyduklarını kafasında bin bir hayalle sınırı bulunmaktadır. Bu sınır gerçekten var süslemiş olmalı ki tesirleri büyüdüğünde “Kral i iğ z mıdır? Bu daima merak uyandırmış ancak Oidipus” eserinde cereyan etmiş. Sophokles 90 ü M için lemek in d asla cevaplanamamış konuya değinmeden önce yıllık ömründe 100’ü aşkın tragedya eseri yazaynı soruların dibine kadar çekilmiş ve insanlık mış ne yazık ki sadece yedi tanesi muhafaza üzerinden eserler vererek çelişkileri gözler önüedilebilmiş. Oidipus bunların arasında en ne sermiş birinden bahsetmek istiyorum. Tanışönemlisi ve yüreklerde yer edeni olarak kabul tırayım o kişi Sophokles’in ta kendisi. Zira onun ediliyor. Neden mi? Çünkü bu eserde gördümerak ettiği bir konu bu ve yorumlamasında etkili ğümüz insan, kaderinin çizdiği yolda ne olursa olan her şeyi ele almak gereksinimi hissediyorum. olsun ilerler, alın yazgısından kurtulamaz fakat bunu Aksi takdirde eksik kalacaktır. bildiği halde çabalamaya, direnmeye devam eder. YaDünya edebiyatına yüzlerce tragedya (trajedi) eseri rın öleceğini bilse dahi o günün hayat telaşelerine kakazandıran Sophokles İsa’dan önce, Atina toprakları cipılır. Uğraşmaktan yılmaz, hayatta elde etmek istediği varında Kopanos kasabasında dünyaya gelmiştir. Done varsa ona ulaşmak pahasına Tanrıların buyruğunu ğup büyüdüğü kasabada o dönemlerde efsaneleşmiş kabul etmez. İşte Oidipus insanların kabul edemediği hikâye olarak anlatılan Oidipus’dan “ölmeden önce o bu beşeri kavgaların en güzel örneğidir. Onun haya-

32

www.baltadergi.com Aralık 2019


tı “insanın en büyük suçu dünyaya gelmiş olmasıdır” görüşüne hak verdirten niteliktedir. Her şey Tanrıların lanetine maruz kalmış olan dedesi Kadmos’ un yabani diyarlardan gelerek Yunanistan topraklarına varıp yedi kapılı Thebai (Tebay) şehrini kurması ve Harmonia ile evlenerek çocuklar dünyaya getirmesi ile başlıyor, Başlarda her şey güllük gülistanlık ilerlerken kent ardı arkası kesilmeyen felaketlere maruz kalıyor. Kadmos kız çocuklarını kaybediyor derken bu acılara dayanamayarak karısını da alıp şehri terk ediyor. Lanetin başlangıcı olarak bahsedilse de Kadmos’un yaşadığı sıkıntıların üzerinde pek durulmamış fakat ailenin karşısına Tanrı’nın buyruğundan ne yaparlarsa yapsınlar kaçamayacakları ilk kez burada çıkıyor. Kadmos ve Harmonia emek vererek kurdukları kentten çıktıktan sonra cezalandırılarak yılana dönüşüyorlar. Tüm bunların ardından kentin başına ilk oğulları Lablakos geçmiş ve evladı Laios doğmuş. İşte Oidipus’un bitmek bilmez çileli kaderi burada yazılmaya başlamış. Laios büyüyüp Thebai’nin kralı olduğunda eşi İokaste ile kenti huzur ve güven içinde yönetmiş derken bu birliktelikten gebe kalan eşi bir düş görerek içleri kasvet doldurmuş. Anne ve baba olmaya hazırlanan bu iki insanı korkuyla sarmasından da anlaşılacağı üzere o dönemlerde bu tip rüyalara fazlasıyla önem verilirmiş. Hatta tanrıdan bir işaret olduğu gözüyle bakılırmış. Kraliçe gözleri kör, Apollon’un ünlü bilicisi Teyresyas’a (Teiresias) gitmiş. Kâhin “Kraliçenin bir erkek çocuk doğuracağını ve babasını öldürüp annesinden bebekler dünyaya getireceği” şeklinde yorumlarda bulunmuş. Yazgı burada kendini göstermiştir. Her insan gibi onlar da tanrı buyruğundan kurtulabileceklerini düşünüp karşı koymuşlar. Tanrıların bile hükmetmeye yanaşmadığı bu kehanete boyun eğmemiş ve Laios çocuk doğduğunda ayaklarından bağlayarak onu çobanına Kithairon dağına atması için vermiş. Orada çok geçmeden hayvanlar tarafından parçalanır ve kehanet-

ten kurtuluruz diye düşünmüşler. Tabi ki böyle kolay değildir bu fikir yalnızca beşerin aciz çırpınışlarından ibarettir. Çoban emri yerine getirmek için hayvanları otlatmaya çıktığı gün elinde ayakları sımsıkı bağlanmış bebekle bir ağacın altına gider. Ona baktıkça kıyamamaya başlamıştır. Onunla aynı işi yapan karşı kentten biriyle karşılaşır, başkalarına evlatlık vermesini, sağlıklı bir şekilde büyüyebilmesini ister. Dağ başında ölüme terk etmek içine sinmemiştir. Korinthos kralı Polybos ve karısı Merope o aralar çocuk sahibi olmak için yanıp tutuşuyor ama bir türlü olamıyorlarmış bunu duyan adam (yaranmak niyetiyle de olsa gerek) çocuğu onlara bırakmış. Ayakları bağlandığı için fazlasıyla şişen bebeği görünce kral ve kraliçe ona “ayakları şiş” anlamına gelen Oidipus adını vermiş. Bütün bunlardan sonra aslında Laios’un oğlu olan Oidipus her şeyden habersiz Polybos’un sarayında büyümüş. Bilinir ki gerçeklerin asla saklandığı yerde duramama özelliği vardır. Günün birinde çıkan bir tartışma sırasında halktan biri “sen uydurma çocuksun” diye bağırmış ve Oidipus’un kulağına çalınan bu laf günlerce aklından çıkmamış araştırmalar yapmasına sebep olmuştur. O da herkes gibi gerçeği öğrenmek için ünlü bir biliciye gider bu kişi onun hakkında ilk kehaneti verenle aynı kişidir. Gerçek annesi ve babasının kim olduğunu söylemeden “babasını öldürüp annesiyle evleneceğini, babasının tahtına geçeceğini” söyler. Oidipus duyduklarından sonra dehşete düşer annesi ve babası sandığı insanlara zarar vermemek için kısacası geçmişte Laios’un yaptığı gibi yazgıdan kaçmaya çalışarak Korinthos’u terk eder. Kehaneti alt ettiğini sanarak o da aynı yanılgıya düşmüştür. Kaderin cilvesi olsa gerek Kitharion dağının civarlarında üç yol ağzında içinde Thebai’nin kralı Laios ile birlikte iki adamı taşıyan arabayla karşı karşıya gelir. Yol verip vermeme konusunda gerginlik yaşarlar, itiş kakış sırasında Oidipus sopayla Laios’un kafasına vurarak öldürür. Bu sayede kehanetin ilk parçası gerçekleşmiştir. Farkında bile olmayan Oidipus Thebai’ye doğru ilerlemeye devam eder. O sıralar kent büyük bir felaketin içerisindedir. Kadın başlı aslan gövdeli Sphinks adlı bir yaratık musallat olmuştur ve şehrin girişinde durup geçmeye çalışan kim varsa onlara bilmeceler sorup cevaplamayanı uçurumdan aşağıya atmaktadır. Bu yüzden kentte ticaret durmuş, ziyaretler son bulmuştur. Laios’da bunu çözmek için Apollon’da ki biliciye doğru yola çıkmıştır zaten ama ne yazık ki beklenmedik bir şekilde öz oğlu tarafından hayatı sonlandırılmıştır. Bu talihsiz olayın ardından Oidipus kentin girişine geldiğinde yaratıkla karşılaşır ve Sphinks ona bilmecesini sorar: “Sabahleyin dört, öğle üzeri iki, akşam üzeri üç ayak üstünde yürüyen yaratık hangi hayvandır?” www.baltadergi.com Aralık 2019

33


Yanıtlayamayacağını düşünen yaratık kibirli bir şekilde durur ama Oidipus çok fazla düşünmeden cevap verir: “İnsandır bu yaratık. Çocukluğunda kolları ve bacakları üzerinde emekler, büyüdüğünde iki ayak üzerinde yürür, ihtiyarladığında bir değnek yardımıyla ve iki bacağıyla yani üç ayak üzerinde durur. Kibri ile ünlü yaratık bu durumu kendine yediremediği için uçurumdan atlar. Thebai kurtulmuştur artık o sırada Laios’un yokluğunda geçici olarak kenti idare etmesi içi İokaste’nin kardeşi Kreon başa geçmiştir. Şehri başlarındaki yaratık felaketinden kurtaracak kişiye hem tahtı hem de kız kardeşini vaat etmiştir. Kreon sözünü tutmuştur, Oidipus kız kardeşi yani öz annesi İokaste ile evlemiş, babasının tahtına geçmiştir. Dört evlatları: Eteokles ve Polyneikes, erkek; Antigone ve İsmene kız olur. Farkında dahi olmadan kehanetlerin tamamını yaşamıştır Oidipus. Hükümdarlığı boyunca halk onu çok sevmiş ve benimsemiştir fakat bir süre sonra Thebai bölgesinde anlaşılmaz bir afet kendini gösterir. Toprağın yetiştirdiği meyveler daha çiçek halindeyken yanar, kavrulur. Doğurmak üzere olan hayvanlar ve gebe kadınlar vaktinden evvel yavrularını, çocuklarını düşürmeye başlarlar. Memleket baştanbaşa bir felaket ve ıstırap kaynağıdır. Nasıl kurtulacaklarını bulmak için Kreon’u Apollon’da ki biliciye gönderdiler. Tanrı buyruğunu halkla birlikte dört gözle beklemeye başlarlar. Sonunda Kreon gelip yanıtını söyler “ eski kral Laios’un katili kenttedir ve onun kovulması gerekmektedir yoksa kent yok olup gidecektir.” Bunu duyan Oidipus Katilin derhal bulunmasını emreder ve ona lanet okur “katil kimse onunla kimsenin konuşmamasını ve evine almamasını şehirde barınamamasını” söyler. Araştırmaya başlayarak Laios öldürüldüğü sırada kaçarak kurtulan biri olduğunu öğrenir. O adamı bulup birkaç soru sorar. Laios’un üç yol ağzında arabasının önü kesilerek haydutlar tarafından öldürüldüğünü duyar. İçine bir kuşku düşmüştür. Kâhini çağırarak ona Laios’u kimin öldürdüğünü sorar. Bilici bunu öğrenmekten vazgeçmesini eğer devam ederse sonu geleceğini söyler. Bildiklerini söylemekten çekinen adam ısrarlara dayanamaz ve katilin

34

www.baltadergi.com Aralık 2019

Oidipus’un kendisi olduğunu söyleyince kral delirir hain olduğunu düşündüğü Kreon’un tahtına göz dikip onunla plan yaptığı kuruntusuna kapılır. Öfkeyle kentten kovacağı sırada bir hizmetçi öz babası sandığı Polybos’un ölüm haberini getirir. Babasının öldüğünü ve kendi elinden olmadığını öğrenen Oidipus kehanetten kurtulduğuna sevinirken hizmetçi aslında onu büyütsünler diye veren çoban olduğu için üvey olduğunu ve Kithaironda Thebaiden gelen çobandan aldığını söyler. Oidipus tamamen dehşete kapılarak o çobanın bulunmasını emretmiştir. Bulunduğundaysa İokaste tarafından doğurulup dağda ölüme terk edilmek üzere bırakıldığını duymuştur. Oğluyla evlenip çocuklar dünyaya getirdiğini öğrenen kraliçe harap olarak kendini asmıştır. Bunu gören Oidipus çılgına dönerek bu hayatta yaşadıklarını artık görmek istemeyip kimsenin yüzüne bakamayacağını söyleyerek annesinin/eşinin süs iğnesiyle gözlerini parçalayıp kör olmuştur. Kendi kendini lanetlediği için herkes tarafından acınarak dışlanan ve konuşulmayan bir adam olmuş, Kreon tarafından sürülmüştür. Gözden düşen Oidipus’a kendi çocukları da yüz çevirmiş. Bir zamanların kralı olmasına rağmen felaketin sebebi olduğu için dışlanıp, hor görülüp dilenci olarak hayatını sürdürmüştür. Yanında sadece kızı Antigone kalmıştır. Oidipus ve Antigone’un sefalet içindeki birlikteliği ebeveyn-çocuk bağlılığı, sevgi ve birliğin simgesi olmuş. Onları terkeden çocukları ise felaketler içinde sefil bir şekilde ölmüşlerdir. Lanetli bir soydan geldikleri için kimse onlarla evlenmemiş yapayalnız yaşamak zorunda kalmışlardır. Kader ve tanrı buyruğundan kaçılamayacağını yalnızca hangi şartlarla, ne zaman yaşayacağını seçtiği yollarla değiştirebilen insanın direnmeye yönelik inancı ve çabasını gözler önüne seren bu efsane insanların yüreğinde büyük yer etmiştir. Çünkü herkesin ruhunda biraz tanrı buyruğuna karşı koyan, arzuları için direnmeye hazır Kadmos ve Oidipus gibileri barınır. Adını bu mitolojik öyküden alan “Oidipus kompleksi” Freud’a göre, 4-5 yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklinde davranış tarzını açıklamak için kullanılmıştır.


Hume ve Kant Mustafa Çakmak Aydınlanma Çağı, Avrupa’da 18. yüzyılda doğup gelişti. Geleneksel, değişmez kabul edilen önyargılardan, varsayımlardan özgürleşmeyi, akılcı olmayı, yeni bilgiye ulaşmayı hedeflemiştir. Ortaçağ, Avrupa için karanlık bir çağ olmuştu. Bu dönemde din ve dogmalar çok baskındı ve dine aykırı olduğu düşünüldüğü için bilim ve düşünme yasaklanmıştı. Rönesans ve reform hareketleri, dinin düşünce üzerindeki etkisini zaman içinde azaltarak Aydınlanma Çağının başlamasını sağladı. David Hume ve Immanuel Kant, bu dönemin en önemli düşünürlerindendir. İskoçyalı, ekonomist, tarihçi David Hume (17111776), George Berkeley ve John Lock’tan sonra Britanya’dan çıkan üçüncü önemli düşünürdür. Hume ampirist akımın (deneysellik) bir temsilcisi olarak Rasyonelistlerin iddia ettiği gibi bilginin kayImmanuel Kant (1724-1804) İskoç kökenli bir ailenin çocuğu nağının doğuştan gelen idealar (fikirler) değil, dış dünyadan gelen olan Alman matematikçi ve düşünürdür. Bütün hayatı doğduğu duyumlardan olduğunu savundu. Bazı konularda aynı çizgide de Alman şehri olan Königsberg’de geçti. Rutinlerine son derece bağolsa Locke’un temsili algı ve Berkeley’in ruhsal cevher fikirlerini lı olan düşünür her gün aynı saatte kalkar aynı saatte yürüyüşüne reddetti. Hume insanın zihinsel algılarını ikiye ayırır: İdeal (fikir) giderdi. O kadar dakikti ki, insanlar saatlerini Kant’ın katedralin ve izlenimler. İzlenimler beş duyumuzla dış dünyadan edinilen alönünden geçtiği zaman göre ayalardı. Fransız Devriminde ve Amegılardır. İdealar ise izlenimlerin zihinde bıraktığı solgun kopyalarrika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunda fikirleri ön plana çıktı. dır. Sonuçta idealar da izlenimlerden dolayı ortaya çıkmıştır. RasModern felsefeye uyumlu olarak bilgiyi ön plana çıkardı. yonalistler ise ideaların doğuştan zaten var olduğunu iddia eder; Kant’a göre bilim yansız, objektif ve evrensel olmalıdır. Kant, felsebu nedenle Hume’un ampirsizmi ile zıttır. İdea ve izlenime örnek fenin ilk görevinin bilimi temellendirmek daha sonra da ahlakın ve vermek gerekirse, kişi mesela bir parfümü düşündüğü zaman hayal dinin rasyonelliğini savunmak olduğu belirtti. Bu nedenle Descareder, bu bir ideadır. Ancak somut olarak bir parfümü kokladığı zates’ın rasyonalizminden ve Hume’un ampirizminden bazı ögeleri man izlenim oluşur. Doğal olarak izlenimler çok daha canlıdır, idealarak transsendental epistemolojik idealizm kuramını geliştirdi. alar ise solgundur. Bununla birlikte bütün idealar da izlenimlerden Hume’un tersini dini reddetmiyordu ve Hrıstiyan ahlakını savunkaynak alır. Hume’a göre idealar da ikiye ayrılır, basit ve karmaşık du. Kant’a göre iki gerçeklik vardı: ilki duyularımızla algıladığımız olmak üzere. Karmaşık idealar basitlerin zihnin çalışmasıyla ortaya dünya yani fenomenal gerçeklik ve duyusal olmayan ve hakkında çıkardığı çeşitli idealardan oluşmuştur ve insan beyninin yaratıcı bilgi sahibi olmamızın mümkün olmadığı numenal gerçeklik. Bu gücüyle ortaya çıkar. Hume’a göre iki olay birbirini takip ederse ve dünyalar arasında ayrım olduğunu savunur. bu birçok defa tekrarlanırsa, kişi iki olay arasında bağ kurma eğiliNewton’dan çok etkilenmiştir ve bilimsel bilginin olanaklı olmine girer. İki olay arasında nedensellik kurmaya sebep olan şey ise duğunu düşünür. Ancak varlığın temel ilkeleri, Tanrı’nın varlığı, rubeklentilerdir. Nedensellik ilişkisinin kurulmasında hafıza etkindir. hun ölümsüzlüğü gibi metafizik konularında duyu-deneyi Öncesinde sık sık tekrarlanan olaylar hafızaya yerleşir ve tekrarlayapacak malzeme yoktur. Bilginin temel ögesi olan deney yan tüm olaylara uyarlanır. Hume‘a göre insan zihni belli burada yoktur ve metafizikte bilimi kullanmak olanaksızdır. tecrübelerden elde ettiği bilgileri genelleme yapma eğiKant’ın ahlak görüşü ise şöyledir: iki tip ödev vardır, ilk lindedir. Ancak bu tümevarımsal çıkarımların manıksal olarak bir insanın kendisine koyduğu kendi vicdanı tarafınbir tarafı yoktur; çünkü izlenimlere dayanmamaktadır. dan koyduğu koşulsuz buyruk (categoric imperative) ve bir i Bununla birlikte tümevarımsal çıkarımlar kişinin hayatını amaca ulaşmak üzere gereken, kişinin arzu ve isteklerine Müziğ in ek iç sağlıklı bir şekilde idame edebilmesi için gereklidir. Bu yüzbağlı olan eylemin muhtemel sonuçlarını dikkate alan dinlem den kişinin akıl yürütmesinin yanlışlanabilirliğinin yapılkoşullu buyruk (hypotetic imperative). masını da kabul ederek tümevarımsal çıkarımlar yapılabilir. Kant neticede bir kişinin eylemlerini koşulsuz buyHume’a göre insan zihnindeki bütün idealar izlenimlere ya da ruklara göre yapmasının ahlaki olduğunu düşünüyormantıksal çıkarımlara dayanır. Bunlar dışındaki bütün idealar du. Yani bir çıkar beklenti içinde olmak yani koşullu safsatadır. Hume, metafizik ve din idealarını bu kategoriye sobuyruklara göre davranmak ahlaki değildi. Yani eykar ve bunların zihinden atılması gerektiğini savunur. lemlerde çıkar ve beklenti olmamalıdır. Hume’a göre bir insanın ahlaksal yapısını o kişinin davranışKant’ın bir de mutlak doğruculuğu vardır ki bu birçok kişiye larına bakarak anlayabiliriz. Davranışlar kişinin ahlaki iç yapısını ters ve anlaşılmaz gelir. Mutlak doğruculuk ilkesi vardır. Şartlar ne ortaya koyar. Ahlaki değer yargılarının ortaya çıkmasında duygular olursa olsun yalan söylememek gerektiğini savunur. Buna örnek: gece vakti evinize birisi eli silahlı bir katilden kaçmak saklanmak ilk sırada, akıl ise ikinci sırada yer alır. için geldi. Diyelim beş dakika sonra katil evinize geldi ve o kişinin Hume, dinin geleceğe dair bilgisizlik ve ölüm korkusundan orevinizde saklanıp saklanmadığını sordu. Kant’a göre katile durumu taya çıktığını düşünür. Bilgisizliğin ortadan kalkmasıyla dinin etkikurtarmak için yalan söylemek gayri ahlakiydi. sini yitirceğeini savunur. Hume’a göre din insanlık için son derece Sonuç olarak her iki düşünür de Aydınlanma Çağının en zararlıdır. Hume’a göre din safsatalardan oluşur ve dini mucizelere önemli figürlerindendir ve fikirleri kendilerinden sonra gelen inanmak aptallıktır. Her şeye gücü yeten bir tanrının ve yeryüzünçok sayıda düşünüre, sanatçıya, politikacıya, Fransız Devrimi ve de kötülüklerin aynı anda olmasının dinin yanlış olmasının en büABD’nin kuruluşu gibi toplumsal olaylara öncülük yapmıştır. yük kanıtı sayar.

www.baltadergi.com Aralık 2019

35


Boynu Bükük Başkaldırı Derviş Bozkurt Tam bir çiledir elle tütün sarması. Tabakaya yerbulduğum işe bak. Keşlerden daha aşağılık… leştirdin, tütünü tıktın, filtresini koyup kâğıdı yaladın, Sıfatlara kattığımız derinlikleri ne diye insan kamekanizmayı indirdin. Tütünün az zaten. Kibriti çaklıplarına sokarız ki? Bunu enine boyuna tartışmalıyız. mamla yarısı alev. Bir fırt, iki fırt… Küller etrafa saçıİrademe sokayım ki bu aralar eriyen kemiklerimden lır. İki parmağının arasına aldığın meret, elini yakmadaha yıpranık. Kanepenin üzerine iğne iplikle diktiğim kocaman ya başlayınca daha da ucundan yakalayıp sömürürsün çınar yapraklarından örtüm, dantelvari… Sadece dizledumanını. Kül tablasına bastırırken, yanan gırtlağını, rimi örterdim geceleri. Başını koyuşunun sıcaklığını bitmemesini istediğin sigaranın burukluğuyla avukoruma içgüdüsüyle. Bilinçaltımın ağzına sıçıp gittup, söndürürsün. İzmarit dağları birikirken, meden önce sen, kendimi iyi bir bok sanıyordum. sokak lambalarının duvarına yansıyan cılızlıMegalomanime sağlam darbe indirdin. Senin ğında elinde kalan son ışığı da yok ettin. Seni i iğ z ü M devrimin, 28 yıllık yaşantıya diktatörlük getirdi. tanıyorum, kendim kadar. Dediğim gibi, tütek için dinlem Kendi yönetimime bu kadar yabancı olmamıştürmenin her zaman bir felsefesi vardır. tım. “Çamurlu Çizmeler” romanını yazarken, höÖrtüm kuruyor, nabzım dengesiz ve aceledüğün tekinin aklına uyarak gidip sarı inşaat çizciydi o akşam. Zilimi çalan kimdi, kaçıncı kez meleri satın almıştım. Kasım yağmurlarında tüm çalıyordu? Bilemiyorum. Seslenişler. Kapı birikintilere girip çıktım. Yazmak için illa ki de var tıklatmaları. Umutsuzca, aradığını bulamamışlık olması mı gerekiyordu her şeyin?Yokluk zamanımduygusuyla ya da ipinde kuşağında olmadan kaçıncı da çıkardığım masrafa hayli kızdım. Zaten hep sonuninsanın kapımdan ayrılışıydı? da kendimi aşağılayacağım bahaneler bulurdum. Sen Kendimi eve hapsetmemin üzerinden iki hafta de bilirsin, az çırpınmadık düştüğümüz girdapta. Songeçmişti. İki hafta sonra su da elektrik de kesilecekti. ra gel zaman git zaman çamurlu çizmelere de alıştım. Kapalı telefonumu günde bir kez aynı melodileri dinleÇekyatla duvarın arasındaki boşluğa koydum. Varoluş mek için açıyorum. yanı başımdaydı. Zamanında iki eşya arasındaki boşTutulmuş kemiklerimi kıtlatıp, kapının önündeki luğa bir döşek atıp neden dumanlanmamıştım acaba? diafona kulak verdim ve bekNe çok sordum soruşturdum ama. İyi kafa ledim. Arabaların, motor açıyorum anlayacağın. Suyu çekilmiş, çatseslerinin arasından, seylak fanuslardaki balık iskeletlerine yar satıcıların bağırışbaktım. Kavanoza tıktığım soları, zemin kattaki lucan tortularına. Ölümü dünyayı kulağıma meraklı gözlerle izleulaştıran küçük yip, esrik kokularla cihazın cızırtıdemlendim. Yerimsı… de sokak çocuğu olsa Duyduğum kapardı köşedeki her sesin sahibini büfeden bir kutu bali, gözümde canlan yolunu bulurdu ince dırıyordum. İcaden, tek kokuda.Daha bında bir işportacının, masumca en azından. Kafa hurdacının umutsuz yüzünü, terini, bazen de cıvıl cıvıl top koşan çocukları hayal ediyordum. Kendimi yerine koyduğum her insan benliğimden kaçış yolumdu. Bunca yol ayrımında durup düşünmüyor da değil-

36

www.baltadergi.com Aralık 2019


dim. Kederlere ortak olmak gibi masumane duygum bile aslında acıdan kaçışın riyakarlığıydı. Bacak kaslarıma inen kramplarımdan ötürü sallanır sandalyeyi altıma çektim. Her geçen gün yarım milim kısalan boyum, kulağımı diafona dayamama engel oluyordu. Altıma yastık koyup sokağı dinlemeye devam ettim. Tişörtümü çıkarıp sızlayan omzuma sıkı bir tampon yaptım. Baktım fazla sıkıyor ondan da vazgeçtim. Tümüyle çırılçıplak. Gerçeğin en sevdiğim hali gibi kaldım sandalyenin üstünde. Karnıma çektiğim dizlerim alevli ağrılara kendini bırakırken kesik soluklarımı, hıçkırıklarımı kapıdan uzak tuttum. Sen haklıydın bu kadar sızlanma, sitem beyhude çabalardı. Hiçbir insan diğerinin yerine geçmeden derinliğiyle anlayamazdı hissedileni. Güzel yerimden vurmuştun. Yani bana ketum olmayı öğrettin lakin içimdekileri kimseye sezdirmeden ne yapacağımı söylemeden gittin. Suyu bulandırıp kaçmaktı seninki. Duyuyordum. Zemin kattan kaldırıma uzanan dört-beş basamaklı merdivenin korkuluklarına leylak fidanının dalları vuruyordu. Ufak esintilerde bu vuruşlar, tohumların yolun kenarına saçılışına sebep oluyor. Duymaktan çok hayal ediyorum. Ses denen nimeti en büyük sessizlikte hissedip, ardı sıra koşuyorum hem de oturduğum yerden. Tek zevkim, tek eğlencem, direnme çabam… Az önce kuru yaprakların yere serildiği devasa çınar ağacının dibinden birisi geçti. Sarı yaprakların arasında debelenen küçük hamam böceğini ezdi. Boşta sallanan bacakları uyumla, son kez ölümün gücüyle titredi. Ayağında kalın deriden botlar olduğuna bahse girerim. Çünkü ezilen böcekten çıkan “vıcık” sesi dar tabanlı bir ayakkabıdan çıkmazdı. Daha çok sürtünmeyi andırırdı öyle olsaydı. Tahmin gücü de işin içine girmiyor desem yalan olur. Şimdi anlıyorsun değil mi? Göremediğimin büyüsü, kulaktan dolma hayallerden ibaret. Bu yüzden sana göre biraz fazla batıl kaldım. Bana son kez haykırma fırsatı verseydin… Ne fark eder; göremez, duyamazdın. Uydurduklarımın esiri olduktan sonra sen gerçeğin soylusu kadın, bir köleye hak ettiği gibi davrandın. Şşş dinle bak! Merdivenlere iki genç oturdu. Birisiaz önce çantasına takılı rozeti düşürdü. Fermuar hışırtısı, defter yaprağının yırtılışı… Talebe olmalılar. Konuşmaya cihaza göre solda olan başladı: -Elli kuruş var mı? -Var. Napcan? -Sakız çekilişi yapcam yarın. Belki Ayşegül’le barışırız. Kaleminin ucunu kırmıştım en son. -Al. Ama sana uzaktan kumandalı araba çıkarsa bana da oynatacaksın tamam mı? -Ayşegül benimle barışsın arabayı sana veririm bile.

Kalem çıkarsa ona veririm. -İyi de onu yapana kadar parayla alsana kalemi. -Öyle yaparsam bu benim şansım olmaz ki. Ben talihimde ona yer vermek istiyorum. Bu konuşmayı dinledikten sonra içimi bir sıcaklık kapladı. Nasıl yani, hala yazılmış çizilmiş onca klişe aşk acılarının altını kırık kalemlerin masumluğu mu çiziyordu? Yalpalayan adımlarımla komodine koştum. Fanustaki ölü balıkla göz göze geldim. Benim de son gördüğüm görüntü patlak ampulü yutmuş tavandan ibaret olmamalıydı. Hâlâ güneş doğuyor ve masum çocuklar daha büyümemişken, eskiden kahkahalara boğduğumuz ağlama duvarına koşmalıydım. Üzerine not bıraktığın röntgen sonucunu incelemek için perdeyi açtım. “Kemiklerin erir, derin yüzülür, her gün boyun kısalır, kaybolursun falan ama hâlâ çarpan kalbinde olduğumu unutma…” Verecek cevap bulamadıysam hala kalbimin çarptığındandır. Yaşarken hiç böylesine inatçı olmamıştım. Günlerden herhangi birinde iki haftalık ölüm hapsime son verdim. Ciğerimin yandığını, gırtlağımın kuruduğunu hissettim. Musluğa uzandım, yine boyum yetmedi. Zaten su da erken kesilmişti. Çekilmemiş sifonda kalan suya bardağımı daldırdım. Duvarın dibine çöküp dışarıyı dinlemeye başladım. Aklımdan sen geçiyordun. Cızırtı konuşmaya başladı: Tanımlayamadım sesin sahibini. “Geç olmadan çık o delikten! Kirazlar kızarmadan yanıma gelmezsen kendini adamdan sayma.” Kararsız kalmamak için ayaklandım. Başım dönüyor, kapının kolu hep olduğundan daha yüksekte gibi geliyordu. Devasa merdivenler, ufacık adımlarım… Apartman kapısının önünde tüm dünya dev gibi görünüyordu. Gözlerimi yakan güneş ışığına siper alıp kocaman gri duvarın kenarından yürüdüm. Sonra anladım ki duvar değil kaldırımmış. Kocaman antenli bir araba hızla geçti. İçim cız etti. Şimdi çekilişten çıkan araba neden bu kadar büyüktü ki? Gökdelen boyundaki çocuğa seslendim. Bana yani eski bana ne kadar da benziyordu. Yanında duran da tıpkı abimdi. Şaşkınlığım, altında kaldığım tekerin perspektifinde son buldu. Nokta kadar kırmızı bir göletin ortasında... Karşımda ezilmiş hamam böceği. Göz göze geldik. Anteni titredi. “Çocuk!” dedim güçlükle nefes alırken. “Barışabildin mi Ayşegül’le?” Son nefesimde annemin kavurduğu salçanın kokusuyla, eskisinden daha geniş olan gökyüzüne baktım. Sonunda durmadan büyüttüğüm acılarımın altında kaldım. Ve ne kadar dirensem de, bu boynu bükük bir başkaldırıydı. Hadi barışalım. www.baltadergi.com Aralık 2019

37


Umursamaz Bir Sarmanla Yarım Kalmış Bir Sohbet Emel Karayol

Bak, koltuğu çektim yine pencerenin önüne, tortop oturdum. Gölgem tam kıçımın altında, eciş bücüş. Bir dalı ile pencereme yaslanmış nar ağacına konan serçeleri sayıyorum. Şimdilik tam yüz otuz sekiz tane. Aynı serçeyi defalarca saymış olma ihtimalim yüksek olduğu için ‘’tam’’ doğru sözcük değil. Napayım, hepsi birbirine benziyor. Yerlerinde durdukları yok. Hele bazıları ayakları dala değer değmez pırlıyor. Daldakilerin kuyruk telekleri zapt edemedikleri bir tikleri varmış gibi belli aralıklarla yukarı atıyor. Unuttukları bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi kafaları bir o yanda bir bu yanda. Böyle olması kötü mü? Sana kalırsa kötü, dala mıhlı bir serçeyi tercih ederdin. Ben devinmelerini seviyorum. Nasıl da uzanmışsın güneşin alnına. Baktıkça bunalıyorum. Şu çaptan düşmüş sıcak bile beni muannit ve çekilmez yapıyor. Oturduğum yerde terliyorum. Kolumu kaldırsam o tiksindiren ıslaklığı hissedeceğim. Kollarımı unutmayı tercih ediyorum. Bak, şimdi denemelere başlıyorum: Önce burun, sonra ciğerler… Sonuçla mutsuzum. Son bir haftadır bu denemeleri nafile yapıyorum. Azmin duvar delen kudretine inananlardan mıyım sence? Ayırma ağzını öyle iki karış, ciğerine kadar gördüm. Umrumda değil diyorsun, peki. Zaten laf olsun diye sormuştum. Dikkatini uyanık tut, mayışma. Bugün dışarıya çıkmamakta kararlıyım, benden kurtulamazsın öyle kolay. Sokaktaki kazı devam ediyor, görüyorsun. Balkon, mobilyalar, nar ağacı ve kuşlar toz toprak içinde. Gerçi bu meselenin kazıyla alakası yok. Çiçek bu, tüm iş makinelerine rağmen kokar. Değil mi? Kuş meselesini de abartmış olabilirim. Zaman zaman bir avuç suda yıkanan serçeleri görürüm, sen de görmüşsündür. Kaçar mı hiç gözünden! Kaldı ki serçe tüyleri, rengi dolayısıyla tozu belli etmez. Biraz mobilya tanıtımı gibi oldu ama gerçek bu. Bak, şu bir kolunu ensesinin altına almış uzanan güzel, cüretkârlığı gülnarının rengine yansımış nar ağacı, nasıl da ipil ipil duruyor karşımızda. Geceleyin şöyle bir silkinip tozlarından kurtulmuş, belli. Şu bahar kokusu körlüğümün, sandığın gibi ya-

38

www.baltadergi.com Aralık 2019

şama sevincini yitirmekle alakası yok, bilesin. Bahar deyince hemen yaşama sevinci gelir ya akıllara, ondan söylüyorum. Bakma öyle anlamlı anlamlı. Duygularımı kanırtma durup dururken. Yirmilerimde elbette daha coşkundum ben de herkes gibi. Olga’nın geçen yıl yolladığı fotoğrafta mesela: Mutfakta kapının önüne yere oturmuşum. Öğrenci evimiz. On sekizi yeni devirmişimdir. Dizlerimi göğsüme yaslamışım. Gövdem de kafam da kocaman. Gözlerimde üç bin yüz altı karatlık bir parıltıyla gülümsüyorum. Şimdi o kadar parlak olmasa da gözümün feri sönmüş değil. Biraz yakında olsaydın birkaç yıldız görebilirdin içinde. Oradan da görebilirsin belki. Olga’ya mı takıldın yoksa? Olga deyince aklına hemencecik sütun bacaklı, mermer tenli, sarışın bir Olga gelmesin. Bizim Olga Malatyalıdır, kara kaşlı, kara gözlü, üstüne bir de tombuldur. Teyzesi bir filmde duymuş da çok beğenmiş, yeğenine koyuvermiş bu ismi. Neyse ne! Bu meselenin Olga ve onun teyzesiyle de alakası yok. İş makinesi, sokağın tozu toprağı, kollarımı oynatmamakta kararlı olduğum için bir türlü yakmaya yeltenmediğim sigara, akşam ne pişirsem, Olga’nın ismini ilk duyduğumda görüntüsü ile ismi arasındaki zıtlık-


tan doğan gülme isteği, kalkıp temizlik yapsam, hava bilmem. Sence memleketteki tüm hatıra ormanlarıda bu mevsimde amma güneşli ha... Hepsini kaldır at! nın ağaçları neden hep tıfıldır? Bir hatıra olarak orZihnimin çöp kutusu tıka basa doldu, farkındayım. man! Tek avucunla kavrayabileceğin gövdeler, sarılıp Onu da bilahare boşaltmalı ha? Demem o ki benim ağacın bağrını kendi bağrına basmaya hiç elverişli bu koku sezimin bir tarafı gitti, nerede olduğunu bildeğildir. Üstelik genellikle çam. Çoğu yamuk yumuk. mediğim bir taşın altına gizlendi. Şeytan aldı, götürdü. Aman yaklaşma der gibi gövdesini arkaya yatırmış. Hayır; bir de soğanın, dumanın, çöpün, bokun Bursa’dayken Sabiha teyzelerle ortasında kocaman püsürün kokusu buram buram. Şapadanak bir çınarın olduğu bir çay bahçesine gitmiştik. alırım pis şeyin kokusunu. Ne zaman ki dalBilmem kaç yaşında demişlerdi. Şimdi unuttum. lar göverdi, o zaman fark ettim bir terslik olduAma çok çok yaşındaydı. Üç bin beş yüz altmış i Müziğ in ğunu. Bahar kokusu yok etrafta. Burnuma kötü iki gibi çok. Mesela o çınar da sarılmak için elveek iç dinlem kokular geliyor esprisinin hiç sırası değil. Bırak rişli değildi. Ama duyduğuma göre bir sürü inda anlatayım iki satır: Çıktım uzun yürüyüşler san el ele tutuşup ağacı çevrelemişler. Bir sürü yaptım, şöyle derin derin nefesler çeke çeke. Şehinsan, bir kucak olup çınara sarılmışlar. Rekor rin sahilini bir uçtan diğer uca defalarca kat ettim. mu ne kırmışlar ya da abartıyorum, bilemeVapursuz, ancak akşam ışıkları yanınca ta uzaklardim. Ben elbette baş başa kalmayı yeğlerdim da fark edilen yük gemileriyle Akdeniz’in her damçınarla. E, o kadar koca gövdeye sarılamayacağıma lasını kokladım. Ay ışığının su üstünü kalabalıklaştırgöre ağız burun dağıtma eylemim için daha uygun dığı o aydınlık gecelerde, kayalıklarda oturup elimdeki kaçıyor. Tabii masalardan, sandalyelerden kurtulup kahve fincanından kahve koklayıp bir yandan su yüzebir yol açmak gerekecek. Bu biraz atmosferi bozuyor yi cümbüşünü izledim. Bir yosun kokusu duymadım. ya neyse. Bulabildiğimiz bu. Sabiha teyzemin zeytin Kesmedi, artık olmayan bitki örtüsünün imgesiyle degözlü, çıtkırıldım kızı Diloş; Tophane Tepesi’nde, benize paralel dağ hayaletlerinin silindir düzü yollarına tonla hemhal olmuş şehri göstererek ‘’Bak burası Burvurdum kendimi. Kekik olur dedim, olur ha bir köşede sa Ovası’dır, buranın diğer adı Yeşil Bursa’dır.’’ demişti unutulmuş bir dere vardır içinde yarpuz olur dedim, de hayat bilgisi ders kitabı ezberine mi yoksa Bursa’nın harnup bulur içini açar balını koklarım dedim. Dedim yeşiline mi güleceğimi şaşırmıştım. Sence Bursa’da yede dedim! Burnumu, ciğerimi aşındırmaktan öte gideşilin başka bir anlamı daha mı var? medim! Ancak yağmurlu hava biraz teskin edebildi bu Sonraki yıllarda bir daha Bursa’ya hiç gitmedim. körlüğü. İki gün önce yağmur yağınca ucundan toprak Sabiha teyzemler de Maksem yokuşunun bitimindekokusu alır gibi oldum. Balkondaydım. Aman yakaki döner merdivenli eski apartmanlarından asansörlü layayım kaçmasın derken ciğerime ulaşmadan uçup TOKİ evlerine taşınmışlar. Zaten o eski apartmandaki gitti güzelim. Sinirlendim. Anlattım ya, burnum hiç daire kardeşler arasında paylaşılamamış, mesele çetresorun çıkarmamıştır şimdiye kadar bana. Bak, aslında filleşmişti. İyi ettiler de çıktılar. Sabiha teyzemin ezelkallavidir. Karakteristik dedikleri cinsten, oysa bana den beri hassas olan sağlığı da bu meseleler yüzünden hep biraz aşırı gelmiştir-meselenin bununla da alakası iyice bozuldu. Kalp duvarında kalınlaşma var, demiş yok-tamam. Toprak kokusunu da ıskalayınca dedim doktor, kilo vermelisin. Bunların mı? Bunların da megideyim bir ormana. Bir bayır bulayım. Bayır aşağı kosele ile alakası yok, evet. şayım, dal budak dinlemeden. Artık suratıma ne çarİnsanın zihninde başka başka yollar açıyor işte sözparsa hız kesmeden öyle ipini koparmış deli dana gibi. cükler. İyi ki de karşıma çıktın, içimi döktüm biraz. Hem de bağırayım koşarken. Şöyle ciğerimi patlata İşin içinden çıkabilmiş değilim ya, olsun. Rahatladım patlata. Belki sonunda yoluma bin yıllık bir çınar çıkar, azıcık. Sana da böyle türüne özgü bir isim bulup onunona toslarım tüm hızımla, ağzım burnum yamulur da la seslenmediğim için değersiz hissetmeyesin kendihıncımı alırım. Araba çarpınca gözleri açılan kör gibi ni. Yaratıcı isimler bulmak konusunda iyi değilimdir. bir mucizeyle karşılaşır, hazır ormandayken de türlü Hem bence üzerime vazife de değil sana bir isim vernebatın kokusunu duyarım belki dedim. Sonra dediğimek. Oturuşundan belli vereceğim ismi beğenmeyeme yuh çekip mantıklı düşündüm. Bin yıllık çınarı yaceğin. Buralar hep benim tavrın gözden kaçacak gibi şatan orman memlekette nerde ola ki? Ara ki bulasın! değil. Serçelere bakıp bakıp yalandığını da görmedim Orman İşletme Müdürlüğüne gidip sorayım dedim. sanma sakın. Biraz fazla konuşmuş olabilirim ama Memur suratsızlığı çekecek günde değildim. Üstelik dikkatim uyanıktı. Yavaş yavaş çekiliyorlar zaten dalne yapacaksın diye sorarlar, anlatsan anlamazlar bir de lardan, hayat telaşesi işte. Bak, gölgem de hafif boy gülerler. Yıldım, vazgeçtim. verdi sol tarafımdan, yılık. Sen de mi kalkıyorsun? Bari Hiç fark ettin mi ya da gidip yerinde gördün mü şu meselenin neyle alakalı olabileceğini söyleseydin. www.baltadergi.com Aralık 2019

39


Öneri Baltası İzlenesi

Sonsuzluk ve Bir Gün İranlı genç yönetmen Saeed Roustayi’nin ilk çalışması olan film, babasız yoksul bir ailenin dramını kadın karakter üzerinden anlatıyor. Uyuşturucu satıcısı erkek kardeş, evin tüm işlerini üstlenen bir kız, umursamaz ablalar, paragöz bir ağabey, hasta bir anne ve evin en küçüğü Navid… Sahnelerdeki aşırı gerçeklik, sizi ailenin bir ferdiymiş gibi avlunun bir köşesinde koyup bütün olan biteni izliyormuş hissi veriyor. Payman Maadi, Navid Mohammadzadeh ve Parinaz Izadyar’ın başrolünü oynadığı filmi, yeni dönem İran Sinemasına ilgi duyanların mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyoruz. IMDb puanı: 8,2.

Rashõmon

Ryunosuke Akutagawa’nın aynı adı taşıyan kitabından uyarlanan film, usta yönetmen Akira Kurosawa’nın erken dönem başyapıtlarından birisi. Gerçeğin göreceliliğini; insan psikolojisi perspektifinden çok farklı bir üslûpla beyaz perdede anlatan eser, izleyicisine “İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile.” mesajını veriyor. Batı sinemasında da büyük ilgi gören ve uyarlamaları yapılan filmin IMDb puanı: 8,2.

Okunası

Tarihte Yaşanmamış Olaylar – Ülkü Tamer Ülkü Tamer’in “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır. Adlar da, tarihler de, olaylar da gerçek değildir. Düş ürünüdür. Sondaki kaynakça bile. Tarihte yaşanmadı ama, hiç değilse kendi içimde yaşandı bu olaylar.” dediği kitabı on öyküden oluşuyor. Bilgi birikimini ve hayâl gücünü insani değerlerle harmanlayıp şairane üslûpla okuyucularına sunan Tamer, bizi “öteki”nin gözüyle bakmaya davet ediyor. Can Yayınları etiketiyle raflarda olan kitap 96 sayfa.

Séraphita – Balzac

Bugüne kadar okuduğunuz bütün Balzac kitaplarını unutun. Bu kitapla Tasvirlerin Efendisini yeniden tanıyacaksınız. Okuyucularına bazen Séraptiha isimli genç bir kızla, bazen de Séraphitus adlı genç bir erkeğe dönüşen soyut kahramanla seslenen yazar; inanç, Tanrı, kadın ve erkek ilişkileri hakkın-

40

www.baltadergi.com Aralık 2019

da düşündüklerini mistik bir dille anlatıyor. Biz de “Séraphita benim ustalık eserim olacaktır. Bir Goriot Baba her gün yazılabilir ama Séraphita gibi bir yapıt bir ömürde ancak bir kez ortaya çıkar.” diyen Balzac’a katılıyoruz. İsmet Birkan çevirisiyle Jaguar Kitap tarafından neşredilen eser 193 sayfa.

Dinlenesi

Ara Malikian 1968 yılında Ermeni bir ailenin evladı olarak Beyrut’ta dünyaya gelen müzisyen, yaşıtları sokakta top peşinde koşarken konser vermeye başladı. 15 yaşında Hochschule für Musik und Theater Hannover’e kabul edilen en genç müzisyen oldu. En çok Paganini ve Bach’tan etkilendiğini söyleyen usta kemancı, 2015 yılında Latin Grammy Ödülü’nü kazandı.

Zeynel Demirtaş

Duyar duymaz udun kalbinin ritmini değiştirdiğine inanan, tellerin buğulu sesine vurulan müzisyen; icralarıyla bizleri her daim bam telimizden vuruyor. Yalnızca Türkiye’de değil, birçok ülkeden dinleyeni olan udi, Yurdal Tokcan’dan aldığı tekniği zenginleştirerek yeni müzisyenler yetiştiriyor. A’raf isimli bestesini dinlerken kendimizden geçip “Sen hep icra et, biz dinleyelim,” demekten kendimizi alamıyoruz.

Takip Edilesi Avrupa Sineması

Kıyıda köşede kalmış, hakkı teslim edilmemiş veya yeni dönem Avrupa sinemasından güzel filmler seyretmek istiyorsanız Instagram’dan mutlaka takip etmelisiniz. Takipçileri için birbirinden güzel listeler hazırlayan hesabın bir de Spotify’da film müziklerinden oluşan çalma listesi var.

Daily Death Reminder

Bu Twitter hesabı; ihtiyacından fazlasını tüketen, uyanır uyanmaz döviz kurunu, borsayı, ihtiyaç kredisinin faiz oranlarını takip eden ve çevresini yaşanılmaz kılan insanoğluna hayatın en somut gerçekliğini her gün hatırlatıyor: Bir gün öleceksin.


‘‘İnsanlar adam gibi dinlemiyor birbirini. Cümleyi bitirmeden otomatik cevap. Her şey otomatik zaten. Sonra anlaşamıyoruz, anlaşamazsın tabi!” Agah Beyoğlu / Şahsiyet


Vallaha geliyorlar!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.